112

"Biz, (sana yaptığımız gibi) her peygambere de insan ve cin şeytanlarını böylece düşman yaptık. Onlardan kimi kimine, aldatmak için, yaldızlı birtakım söz(ler ve vesveseler) telkin eder. Eğer Rabbin diteseydi bunu yapamazlardı. Öyle ise onları, düzmekte oldukları yalanlarıyla (başbaşa) bırak".

Âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Âyetteki Benzetmenin İzahı

Allahü teâlâ'nın "ve kezâlike" ifadesi, bir şeye bina olunmuştur. Bu şeyin ne olduğunu belirleme hususunda iki görüş bulunmaktadır:

a) Bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Biz her ümmetin yaptıklarını öylece hoş gösterdik" (En'âm, 108) âyetine dayandırılmıştır. Bu, "Biz bunu yaptığımız gibi her peygambere de insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık" demektir.

b) Bunun manası, "Senden önceki peygamberlere (birtakım kâfirleri) düşman kıldığımız gibi, sana da (onları) düşman kıldık" şeklindedir. Binaenaleyh âyetteki "böylece" ifadesi, daha önce bahsedilen şeye atfedilmiştir. Çünkü daha önce bahsedilen şey, Allahü teâlâ'nın, peygamberlerine düşmanlar kılmasıdır.

Allah'ın, Kâfirleri Din Düşmanı Kılması Meselesi

Âyetteki "Biz, (sana yaptığımız gibi) her peygambere de böylece düşman yaptık" ifadesinin zahiri, onları, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e düş- man kılan zâtın, Allah'ın kendisi olduğunu göstermektedir. O düşmanlığın, bir günah ve küfür olduğunda şüphe yoktur. İşte bu da, hayrın ve şerrin, taatın ve günahın, imanın ve küfrün yaratıcısının Allahü teâlâ'nın olmasını gerektirir.

Cübbaî bizim bu görüşümüze şöyle cevap vermiştir: "Âyetteki, "düşman yaptık" ifadesi, "düşman olduklarını açıkladık, düşman olduklarına hükmettik" manasındadır. Çünkü bir kimse bir başkasının kâfir olduğuna hükmettiğinde, "O, onu tekfir etti" denilir. Yine bir insan, birisinin âdil olduğunu söylediği zaman denilir. İşte burada da böyledir. Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, o insan ve cin şeytanlarının, kendisi için düşman olduklarını beyan edince, böylece o, onları peygamberinin düşmanı kılmıştır." Ebu Bekir el-Esamm da bu görüşümüze şöyle cevap vermiştir: "Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i bütün aleme peygamber olarak gönderip, O'na o mu'cizeyi verince, o cin ve insan şeytanları ona haset ettiler. Bu hased de çok kuvvetli bir düşmanlığa sebep oldu. İşte bundan ötürü, Allahü teâlâ onları, ona (sallallahü aleyhi ve sellem) düşman kıldığını söylemiştir. Bunun bir benzeri de Mütenebbihin şu sözüdür: "Sen, onları bana hased eden kimseler haline getirensin!.."

Ka'bî de bu görüşümüze, "Allahü teâlâ, peygamberlerine, onlara düşman olmayı emretmiş ve onların, kendilerine düşman olduklarını bildirmiştir. Bu da onların, peygamberlerin düşmanları olmalarını gerektirir. Çünkü düşmanlık, ancak karşılıklı olarak meydana gelir. İşte bundan ötürü, Cenâb-ı Hakk'ın, onları peygamberlerine düşman kıldığını söylemek caizdir" diye cevap vermiştir.

Bil ki bütün bu cevaplar gerçekten zayıftır. Çünkü biz, bütün fiillerin sebeplere (ve niyetlere) dayandığını, bu sebeplerin de Allah'tan olduğunu beyan etmiştik. İş böyle olunca, bizim izahımız doğrudur. Sonra burada bir başka husus da şudur: Düşmanlık ve dostluğun, insanın irade ve ihtiyarı ile olması imkânsızdır. Çünkü bir insan bazan düşmanlığını, kalbinden silemiyecek dereceye ulaştırır. Hatta bazan düşmanlığının izlerini ve emarelerini bile gizleyemez. Bu kimse her türlü külfete girse ve çareye başvursa bile, bundan âciz olur. Binaenaleyh düşmanlık ve dostluk, insanın kalbinde, ihtiyarî olarak meydana gelmiş olsaydı, düşmanlığını dostluğa; dostluğunu düşmanlığa çevirmesi mümkün olmalıydı. Şâirler bile bunun, insanın gücünün dışında birşey olduğunu anladıkları hâlde, biz bunu nasıl söylemeyiz? Nitekim Mütenebbî, "Kalbten, sizi unutması istenir; ama ne var ki yaratılış ve huylar, bunu değiştirmek isteyene müsade etmez" demiştir.

Aşkı alabildiğine fazla olan aşık bu aşkını silip giderme hususunda her çareye başvursa dahi, buna gücü yetmez. Eğer aşk veya buğz, insanın ihtiyarı ve iradesi ile olmuş olsaydı, insan bunu izale edebilirdi.

Üçüncü Mesele

Âyetteki "şeyatîn" kelimesinin mansub oluşu hususunda şu iki izah yapılmıştır:

a) Bu, "aduvven" kelimesinden bedel olarak mansubtur.

b) Bu, "adüvven" kelimesi ikinci meful olduğu için (birinci mef'ul olarak) mansubtur. Buna göre takdir, "İşte böylece biz insan ve cin şeytanlarını, pegamberlerin düşmanları kıldık" şeklindedir.

Cin ve İnsan Şeytanları Meselesi

Alimler, "insan ve cin şeytanları"nın ne demek olduğu hususunda, şu iki görüş üzere ihtilaf etmişlerdir:

1) "Bu, insanların ve cinlerin, azgınları ve sapkınları demektir. Şeytan, insan ve cinlerden her azan ve sapandır." Bu, Atâ, Mücâhid, Hasan el-Basrî ve Katâde'nin rivayetine göre Ibn Abbas (radıyallahü anh)'ın görüşüdür. Bunlar şöyle demişlerdir: "Hem cinlerden, hem de insanlardan şeytanlar vardır. Mü'min bir kimse, cin şeytanını tesirsiz bıraktığında, bu şeytan sapmış ve azmış insana başvurur. Bu insan da, insandan olan şeytandır. Böylece cin şeytanı, o mü'mini yoldan çıkarsın diye, insan şeytanı onun üzerine salar. Bunun delili, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, rivayet edilen şu hadis-i şerîfidir: "O, Ebu Zerr (radıyallahü anh)e, "cin ve insan şeytanlarının şerrinden Allah'a sığındın mı?" deyince, Ebu Zerr, "insanlardan da şeytan var mı?" diye sormuştur. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Evet, onlar cin şeytanlarından daha şerlidir" buyurmuştur.

2) İnsan ve cin şeytanlarının hepsi, iblisin soyudur. Ancak iblis, çocuklarını iki kısma ayırmış, bir kısmını insanlara vesvese vermeye, diğerini ise cinlere vesvese vermeye salmıştır. Binaenaleyh bu iki kısma, insan şeytanları ve cin şeytanları denmiştir. Bazı alimler, birinci görüşün daha uygun olduğunu, çünkü âyetin maksadının, düşmanlar ve şeytanlar demek olan kâfirlerin akılsızlıklarından şikâyet etme olduğunu söylemişlerdir. Bazı alimler de, ikinci görüşün daha uygun olduğunu, çünkü âyetin lafzının, "şeytanlar" kelimesinin "insan ve cin" kelimelerine muzaf kılınmasını gerektirdiği, izafetin ise, (muzaf ile muzafun ileyhin) ayrı ayrı şeyler olmasını icab ettirdiğini söylemişlerdir. Bu takdire göre âyetteki, "şeytanlar" cinlerden başka bir türdür. Bu tür, iblis'in soyudur.

Müfred İsmin Cemî Manasında Kullanılması

Zeccâc ve İbnu'l-Enbârî "Adüvv" (düşman) kelimesinin, "düşmanlar" manasına geldiğini söylemişlerdir. İbnu'l-Enbârî bu hususta şöyle bir beyit söylemistir: "Ona olan sevgi(m) ile, dostuma hiçbir fayda sağlayamadığıma göre, şüphe yok ki, buğz ve kızgınlığım da düşmanlarıma hiçbir zarar veremiyecektir." O, bu beyitteki "düşmanım" kelimesini, "düşmanlarım" manasına kullanmış, yani müfred kelimeyi cemî yerinde kullanmıştır. Bunun Kur'ân-ı Kerim'de örnekleri çoktur:

1) "İbrahim'in şerefli misafirleri" (Zariyât, 24). Bu âyette, "misafir" kelimesinin sıfatı olan "şerefli" (mükrem) kelimesini cemî kılmıştır. Halbuki "misafir" (dayf), müfreddir.

2) Tomurcukları üst üste binmiş hurma ağacı(yani ağaçları)" (Kaf, 10).

3) "Veya henüz kadınların gizli yerlerine muttali olmayan çocuk (yani çocuklar)"(Nûr. 31).

4) "İman edenler müstesna, insan (yani İnsanlar) zarar ve ziyandadır" (Asr, 2-3).

5) "Yiyeceğin (yani yiyeceklerin) her türlüsü İsrailoğulları için helâl idi" (Al-i İmrân, 93). Allahü teâlâ, müfred kelimeleri, cemî lafızların te'kîd edildiği sigalarla te'kîd etmiştir. Birisi, "Bu zorlama ile yapılan izahlara gerek yoktur. Çünkü âyetin takdiri, "Biz, her bir peygamber için bir düşman kıldık" şeklindedir. Zira herbir peygamberin, birden fazla düşmanının olması gerekmez" diyebilir.

Allahü teâlâ'nın, "Onlardan kimi kimine, aldatmak için, yaldızlı bir takım sözler (ve vesveseler) telkin eder" buyruğundan maksad şudur: "O şeytanlar, birbirlerine vesvese verirler."

Bil ki her türlü günahın insandan çıkması gerekmez. Çünkü günah, bir şeytanın vesvesesi sebebi ile çıkar. Aksi halde şeytanlar için bir teselsül ve devr-i fasit söz konusu olur. Binaenaleyh bu kötülüklerin ve günahların, başka bir şeytanın vesvesesi ile meydana gelmeyen bir ilk günahda ve çirkin fiilde son bulduğunu söylemek gerekir.

Bu asıl prensip sabit olunca biz deriz ki: O şeytanlar, insanlara ve cinlere vesvese verdikleri gibi, bazan da birtbirlerine vesvese verirler. Alimlerin bu hususta birkaç görüşü vardır: Bazıları şöyle demişlerdir: Ruhlar, ya semavî olurlar, ya da (arzî) yeryüzüne ait olurlar. Yeryüzü ruhlarından güzel, temiz, iyi taat ile güzel fiilleri emir ve tavsiye edenler bulunduğu gibi, ki bunlar yeryüzündeki meleklerdir; pis, âdî, şerli, kötülük ile günahları emir ve tavsiye edenler de vardır ki bunlar, şeytanlardır. O temiz ruhlar, insanlara, ibâdeti ve iyi şeyleri emrettikleri gibi, bazan da aynı şekilde birbirlerine taatı ve iyi şeyleri emir ve tavsiye ederler. Kötü ruhlar da, insanlara kötülükleri ve nahoş şeyleri emrettikleri gibi, bazan da birbirlerine kötülükleri ve daha fazlasını yapmayı emrederler (vesvese verirler). İnsan ruhları ile o diğer yeryüzü ruhları arasında, bir çeşit ilgi ve münasebet olmadığı müddetçe bu tesirler meydana gelmez. Binaenaleyh insan ruhları, kötü sıfatlardan arınmış ve temiz oldukları zaman, iyi ruhlar cinsinden olur ve onlara katılırlar. Ama pis olur, kötü sıfatları almış olurlar ise o zaman kötü ruhlar cinsinden olur ve onlara katılırlar. Sonra gerek iyi ve temiz oluş sıfatları, gerekse kötü ve eksik oluş sıfatları sayısızdır. Bu sıfatlardan her bir çeşide göre insanlardan kısımlar vardır. Yeryüzü ruhlarının bölükleri de, bu cins cins oluş, benzeyiş ve müşâkeleye göre, birbirine katılır. Eğer bu, hayır fiilleri hususunda olursa, hayır fiillerine insanı sevkeden, bir melek; hayır fiilini yapmaya sevkeden düşünceyi kuvvetlendiren de ilham olmuş olur. Eğer bu birbirine katılma, serler konusunda olursa, şerre insanı sevkeden, şeytan; bu düşünceyi kuvvetlendiren şey de vesvese olmuş olur.

Vahy, Zuhruf ve Gurur Kelimelerinin Manası

Sen bu asıl prensibi iyice kavradığın zaman, biz deriz ki: Allahü teâlâ, zikrettiğimiz bu hususu, "onlardan kimi kimine aldatmak için, yaldızlı birtakım sözler (ve vesveseler) telkin eder" buyruğu ile anlatmıştır. Binaenaleyh bize düşen, şu üç kelimeyi açıklamaktır:

a) Vahy; imâ etmek ve birşeyi çabucak., hızlıca söylemektir.

b) Zuhruf: Bu da, içi bâtıl, dışı süslü püslü olandır. Nitekim bir kimse sözünü, aslı astarı olmayan şeylerle süsleyip püslediğinde, denilir. O halde, dışı yaldızlanan, süslenerek göz boyanan herşey, "muzahreftir. Bil ki bu hususta sözün özü şudur: İnsan, herhangi bir şeyin, üstün bir iyilik ve fazla bir fayda ihtiva ettiğine inanmadığı müddetçe, ona rağbet etmez. İşte bundan dolayı, Fâil-i Muhtar olan Allah, insanların hayrını ve menfaatlarını istediği için, "Muhtar" (seçen) denilmiştir. Sonra bu inanç, inanılan şeyo uygun düşerse, ve melekten sâdır olmuş olursa, işte bu haktır, doğrudur ve bir ilhamdır. Yok eğer bu inanç, inanılan şeye uygun düşmez ise, o şeyin zahiri süslenmiştir. Çünkü insanın o husustaki inancına göre, o şeyde fazla bir fayda ve üstün menfaata sebep olacak bir şey yatmaktadır. Halbuki o şeyin batını ve aslı fasittir, bâtıldır. Çünkü o insanın bu inancı, inanılan şeye uygun değildir. Dolayısı ile bu "muzahref" (süslenip, püslenmiş)tir. İşte bu hususun izahı budur.

c) "Gurur" kelimesi... Vahidî, bu kelimenin mef'ul-ü mutlak oluşunun manaya göre olduğunu, çünkü "yaldızlı, süslü püslü sözleri vahyetmenin" aslında "aldatma" manasına geldiğini söyfemiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki "Onlar, birbirlerini iyice aldatırlar" demiştir. Bu husustaki sözün özü de şudur: Aldanan, aslında öyle olmadığı halde, bir şeyin kendi menfaatine ve faydasına uygun olduğuna inanandır. O halde, "gurur" (aldanma), ya bu cehaletin (işin aslını bilmemenin) bizzat kendisi, ya da bilmemeden doğan bir haldir. Binaenaleyh bu zikrettiklerimizle, o kötü ruhların birbirlerine tesir edişlerini, âyetteki, "onlardan kimi kimine aldatmak için yaldızlı sözler (ve vesveseler) telkin ederler" ifadesi ile anlatılan mananın tamamına delâlet edecek daha mükemmel ve daha güçlü bir ifade ile anlatmanın mümkün olmadığı ortaya çıkmış olur.

Allahü teâlâ daha sonra "Eğer Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı" buyurmuştur. Alimlerimiz bu ifadeyi, inkârın ve imanın Allahü teâlâ'nın iradesi ile olduğuna delil getirmişlerdir.

Mu'tezile ise. bu âyetteki dilemeyi, Allahü teâlâ'nın zorlamayı dilemesi manasına hamletmişlerdir. Bu mesele, daha önce iyice izah edilmişti. Binaenaleyh burada, tekrar etmeye gerek yok.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Öyle ise onları, dûzmekte oldukları yalanlarıyla (başbaşa) bırak" buyurmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh), "Allahü teâlâ bununla, iblis'in onlara yaldızlayıp süslü gösterdiği ve onları aldattığı şeyleri murad etmiştir" demiştir, Kâdî de, "Bu söz, küfürden alabildiğine sakındırma ve imâna son derece ileri bir teşviki ihtiva eder. Keza, Resulullah'ın, o güruh için Allah'ın hazırladığı envaî türlü azabı; o kâfirlerin beyinsizliklerine karşı sabrı ve onlara nazik davranması sebebiyle de kendisi için hazırlamış olduğu yüksek mükâfaat çeşitlerini tasavvur etmesi sayesinde Resulullah'ın kalbinden gamın gitmesini temin eder" demiştir.

112 ﴿