ENFÂL SÛRESİOtuzdan otuzaltıncı âyetin sonuna kadar olan kısım hanç. bu sûrenın hepsi Medenîdir Bu âyetler ise Mekkîdır Sûre. yetmışbeş ayettir. Bu sûre. Bakara sûresinden sonra nazil olmuştur. Ganimet Hakkındaki Hükmü Soranlar 1"Sana ganimetleri sorarlar. Deki: "Ganimetler Allah'ın ve Resûlünündür. O halde mü'minlerdenseniz, Allah'dan sakının, aranızda olan şeyleri düzeltin. Allah'a ve Resulüne itaat edin. ". Şii ki ayetteki, "Sana ganimetlerden sorarlar" tabiri şu beş hususun araştırılmasını gerektirir: 1) Soranın kim, 2) Sorulanın kim, 3) Ganimetin ne olduğu, 4) Bunun, ganimetin hangi hükümleri ile ilgili bir soru olduğu; ve 5) Müfessirlerin "enfâl" kelimesini nasıl tefsir ettikleri... 1) Bu soruyu soranların kimler olduğu hususunda deriz ki: Ayetteki, "Sana ganimetleri sorarlar" tabiri daha önce kendilerinden bahsedilmemiş kimselerle ilgilidir. Bunun burada, bu şekilde getirilmesi son derece güzeldir. Çünkü bu ayetler nazil olurken, bu soruyu soran belli birisidir. Binâenaleyh soranın o kimse olduğunu söylemek gerekir. Bu hususta soru soranın, ganimet ve enfâl ile ilgisi olan bazı kimseler olduğunda şüphe yoktur. Bu kimseler, sahabeden bazı insanlardır. 2) Bu, soruyu kime sorulduğu meselesidir. Bunun, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğunda şüphe yoktur. 3) "Enfâl" nedir?" meselesi... Biz deriz ki: Zühri şöyle demiştir: "Arapça'da neti ve nafile kelimeleri, asıldan fazla olan şeyi ifâde ederler. Ganimetlere "enfâl" denilmiştir. Çünkü müslümanlar, ganimetler hususunda, kendilerine ganimet almak helâl kılınmamış olan diğer ümmetlere üstün kılınmışlardır. Nafile namaz da, asıl olan farz namazlara ilave namazlar oldukları için, "nafile" adını almışlardır. Cenâb-ı Hak da"İbrahim'e, Ishak'ı ve ilaveten Ya'kûb'u ihsan ettik" (Enbiya 72) yani, "istediğine ilave olarak Ya'kûb'u ihsan ettik" buyurmuştur." 4) Bu sorunun, "enfâl"in hangi hükmü ile ilgili olduğu meselesidir: Diyoruz ki: Bu hususta iki izah yapılmıştır: Enfâl Hakkındaki Birinci Görüş: Ayetteki "sorarlar" ifadesi, her nekadar müphem bir ifade ise de, cevabı belirlemek, o sorunun o belli cevapla ilgili olduğunu gösterir. Hak teâlâ'nın, "Sana hayzı sorarlar' (Bakara. 222) ve "Sana yetimleri sorarlar" (Bakara, 220) ayetleri de bunun benzeridir. Bu ifâdelerden, bu sorunun hayız ve yetimlerle ilgili hükümlerden biri hakkında olduğu anlaşılıyor. Halbuki o hüküm belli bir hüküm değildir. Fakat cevap, onu belirli hale getirmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, hayz hakkında, "De ki: "O bir ezadır. Onun için hayız zamanında kadınlardan (onlarla cinsi temastan) uzak durun" (Bakara.222) buyurmuştur. Binâenaleyh cevap, o sorunun, hayız halinde kadınlarla cinsî münasebette bulunma ile ilgili olduğunu gösterir. Yine Cenâb-ı Allah yetimler hakkında da, "De ki: "Onları yararlı ve iyi bir hale getirmek hayırlıdır. Şayet kendileriyle bir arada yaşarsanız onlar sizin kardeşlerinizde" (Bakara. 220) buyurmuştur. Binâenaleyh bu belirli cevap, yetimler hakkındaki o sorunun, onların mallarında tasarrufta bulunma ve onlara vekil olma ile ilgili olduğunu gösterir. Yine Allahü teâlâ, "Sana "Rûh"u sorarlar" (isra, 85) buyurmuştur. Bu ifadede, sorunun ruhun hangi hususunda olduğunu gösteren birşey yoktur. Cenâb-ı Hak, bu soruya cevap olarak, "De ki: "Ruh Rabbimin emrindendir.."(isra, 85)buyurmuştur. Bu cevap, sorunun, ruhun muhdes (yaratılmış) veya kadîm olması ile ilgili olduğuna delâlet eder. İşte "Enfâl" ayetinde de böyledir. Allahü teâlâ bu sorunun cevabında, "De ki: Enfâl (ganimetler), Allah'ın ve Resûlünündür" buyurmuştur. Böylece bu cevap, soruyu soranların enfâl hakkındaki sorularının, ganimetin kime verileceği ve buna kimin müstehak olduğu hususunda olduğuna delâlet eder. İkinci görüş: Ayetteki, "Sana ganimetleri sorarlar" ifadesi, "senden ganimetlerden isterler" demektir. Dolayısıyla buradaki seale (sorarlar) fiili ile, hadis-i şerifte de rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, kendilerine ganimetlerden vermesini "istediler" manası kastedilmiştir. Zira onlar, "Ey Allah'ın Resulü, bana şunu ver, bana şunu ver" diyorlardı. Ayetteki, an harf-i ceninin, min manasına olması uzak bir ihtimal değildir. Bu görüş, İkrime'ye aittir. Abdullah b. Mes'ûd (radıyallahü anh), ayeti, "Senden ganimetleri istiyorlar" şeklinde okumuştur. 5) Bu, müfessirlerin, ayetteki "enfâl" ile ne kasdedildiği konusundaki görüşlerini anlatmaktır. Deriz ki: O müslümanların "enfal" hakkında soru sormaları onlar arasında bu hususta bir çekişmenin ve münakaşanın olduğunu gösterir. Buna şunlar da delâlet eder: a) Ayetteki, "De ki: "Enfal Allah'ın ve Resûlünündür" buyruğu bu cevabın verilmesinin maksadının, onları çekişmekten ve hasımiaşmaktan men etmek olduğunu gösterir. b) Ayetteki, "Allah'dan sakının, aranızda olan şeyleri düzeltin" ifâdesi, onların bunu, aralarına bir husûmet düştükten sonra sorduklarını gösterir. c) Ayetteki, "O halde mü'minlerdenseniz... Allah'a ve Resulüne itaat edin" ifâdesi de, aynı şeye delâlet eder. Bunu iyice kavradığında biz diyoruz ki; "Ayette geçen "enfâl" sözünde, kâfirlerden zorla alınmış matlar demek olan ganimetlerin Kastedilmiş olması muhtemel olduğu gibi, ganimet dışında birşeyin kastedilmiş olması da muhtemeldir. Birinci ihtimalle ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır: 1) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ashâbtn, Bedir Günü elde ettikleri ganimetleri hem Bedir Savaşı'na katılmış olanlara, hem de katılmamış olan müslümanlara bölüştürmüştü. Bedir savaşında bulunmadığı halde bu ganimetten istifade edenlerin üçü Muhacirlerden, beşi de "Ensar"dandı. Muhacirlerden biri, Hazret-i Osman idi. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu, kızı hasta olduğu için, onun yanında bırakmıştı. Diğer kişi de Talha (radıyallahü anh) ile Sa'îd b. Zeyd (radıyallahü anh) idi. Zira Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu ikisini müşriklerin kervanının durumunu gözetlemeleri için göndermişti. Onlar da bunun için Şam yoluna çıkmışlardı. Ensar'dan olan o beş kişiden birisi Ebu Lübâbe Mervan b. Abdülmünzir idi. Hazret-i Pevaamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu Medine'de kendi yerine vekil bırakmıştı. Bunlardan diğer birisi Âsim (radıyallahü anh) idi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu da, "Âliye"de vekil olarak bırakmıştı. Üçüncüsü, Haris b. Hatıb olup, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu, Revhâ'dan, kendisine bir haber ulaştırmak üzere Amr b. Avf'a göndermişti. Bu beş kişiden dördüncüsü ise, Haris b. es-Samt idi. Bu da, Revha'da hastalanıp (kalmıştı). Beşincisi ise Huvât b. Cübeyr'dir. İşte Bedir savaşında bulunmadığı halde ganimet alan Ensar bunlardır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bunlara da ganimetlerden pay verdi. Dolayısıyla diğer müslümanlar arasında bu husus dedikoduya sebeb oldu. İşte bunun üzerine, bu ayet nâzü oldu. 2) Rivayet olunduğuna göre, Bedir Günü genç olanlar savaştılar ve esir aldılar. Yaşlı müslümanlar ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ie birlikte gerideki saflarda beklediler. Bundan dolayı gençler, "Ganimetler bize âit. Çünkü biz vuruştuk, kâfirleri biz hezimete uğrattık" dediler. İhtiyarlar da, "Biz, sizin gerideki destekçileriniz idik. Eğer bozguna uğrasaydınız, bizim yanımıza gelip toplanacaktınız. Binâenaleyh ganimetleri, bizi dışta bırakarak almayın" dediler. İşte bundan dolayı aralarında bir çekişme meydana geldi ve ayet bunun üzerine nazil oldu. 3) Zeccâc şöyle demiştir: "Ayetteki "enfâl" kelimesi ile "ganimetler" kastedilmiştir. O müslümanlar kendilerinden önceki ümmetlere ganimet atmak haram olduğu için, bunun hükmünü sormuşlardır." Bu görüş zayıftır. Çünkü bu takdirde, bu sorunun maksadı, sadece Allahü teâlâ'nın bu husustaki hükmünü sorup öğrenmek olur. Halbuki biz, delillere dayanarak, bu sorunun, müslümanlar arasında meydana gelen bir münakaşa ve çekişmeden ötürü sorulduğunu beyan etmiştik. İkinci ihtimale gelince ki bu, ayette bahsedilen "enfâl'in, ganimetten başka bir şey olmasıdır. Böyle olmasına göre, ayetteki "enfâl" kelimesinin tefsiri hususunda şu izahlar yapılmıştır: a) Bazı rivayetlerde, İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Ayetteki "enfâl"dan maksad, hayvan, köle veya eşya gibi arada bir savaş olmaksızın, müşriklerden müslümanlara geçen şeylerdir. Bu gibi şeyler Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e aittir. O, bunları istediği gibi kullanır ve dağıtır!' b) "Enfâl" ile, Allahü teâlâ'nın ehl-i humus (yani ganimetin beşte birini alacaklar) için, hükmettiği beşte bir pay kastedilmiştir. Bu görüş, Mücahid'indir. Mücâhide göre ashab, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den humus (beştebir) hakkında soru sormuşlar ve ayet bunun üzerine nazil olmuştur. c) Ayette bahsedilen enfâl, "seleb"tir. Bu, gaziyi savaşa teşvik için, ganimetlerden elde edeceği hisseye ilave olrak fazladan verilecek şeydir. Bu, mesela halifenin, "Kim savaşta birisini öldürürse, selebi (soykası, atı, silahı v.s.) ona aittir." Veya bir seriyyeye, "Elde edeceğiniz şey size aittir" veya "onun yarısı, üçte biri, dörtte biri size aittir" demesi gibidir. Halbuki "enfal"in humusu olmaz. Sa'd İbn Ebî Vakkas'ın, şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Kardeşim Umeyr, Bedir Günü öldürüldü. Ben de, buna mukabil, Sa'd İbn el-Âs'ı öldürdüm ve kılıcını aldım. Kılıç çok hoşuma gitti. Onu, Hazret-i Peygamber'e getirdim ve "Allah, müşriklerden dolayı yüreğime su serpti.... Öyleyse, bu kılıcı bana hibe et!" dedim... Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, "O, ne benim, ne de senindir; onu, ganimetlerin konulduğu yere bırak!" dedi. Ben de, kılıcı denilen yere bıraktım. Halbuki, kardeşimin öldürülüp üzerindekilerin alınmasından dolayı içimde, ancak Allah'ın bileceği bir kin ve hınç vardı.. Biraz öteye gitmiştim ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bana geldi; işte o zaman, Enfâl sûresi nazil olmuştu.. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: "Ey Sa'd, sen benden kılıcı istedin; halbuki or benim değildi; o şimdi benim oldu.. O halde, onu alabilirsin.." buyurdu. Kâdî şöyle demektedir: "Ayet, bütün bu izahlara muhtemeldir. Ayette, bunların bir kısmını, diğerine tercih etmeye dair bir delil bulunmamaktadır. Eğer hadislerde, bunlardan birini tayin etmeye delâlet edecek sahih bir haber tesbit edilirse, o zaman o mânâ verilir; aksi halde bütün bu mana ve izahlar, ihtimal dahilindedir.. Bu manalardan her biri, ayrı ayrı düşünülebileceği gibi, bunların hepsinin birden murad edilmiş olması da caizdir. Çünkü aralarında herhangi bir tenakuz ve çelişki bulunmamaktadır. Ama, bunlardan, doğruya en yakın olan husus şudur: Bununla, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, ganimet elde edilmeden önce de sonra da, ganimet mallarından başkasına fazladan bir şeyler verebilmesi murad edilmiştir.. Çünkü, bu, cihada teşvik ve gönülleri güçlendirip takviye etmek amacıyla, Hazret-i Peygamber'e caiz olan bir şeydir. Mesela bu, iyi savaşsın diye harbin başında, veyahut da harbten dönünce birisine fazladan bir şeyler vermek; yahut ona, savaşan kimsenin öldürdüğü kimselerden elde ettiği şeyleri vermek ya da savaşa katılanların bir kısmına, elde ettikleri ganimet mallarından az vererek, ona, Hazret-i Peygamber'e mahsus olan beşte birlik hisseden olmak üzere, fazladan bir şey vermek... gibidir. Böyle olması halinde, Cenâb-ı Hakk'ın, "De ki; "Ganimetler Allah'ın ve Resûlünündür." buyurarak mücahidlerin hak ettiklerine ilave olarak verilen şeyler kastedilmiş olur: Cenâb-ı Hakk'ın "De ki: Ganimetler Allah'ın ve Resûlünündür..." ifadesine gelince, bu hususta şu iki açıklama yapılmıştır: Birinci açıklama: Bununla şu kastedilmiştir: "Enfâlin hükmü, Allah ve Resulüne aittir. Allah, hikmetinin gerektirdiği şeye göre, o enfâtin taksimatını, Hazret-i Peygamber'e emretmiştir. Bu, enfâlin taksimatıyla ilgili mesele, hiç kimsenin görüşüne bırakılmamıştır. İkinci açıklama: Mücahid, İklime ve Süddî şöyle demişlerdir: Bu ifade, müteakip 41. ayet ile neshedilmiştir. Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hakk'ın, "De ki; "ganimetler Allah'ın ve Resûlünündür..." (Enfal. 41) buyruğu, ganimetlerin tamamının Peygamber'e ait olmasını gerektirir.. Böylece Allahü teâlâ bu hükmü, "humus" (beşte bir) ifade eden ayetlerle neshetmiştir..." Bu, bir kısım rivayetlerde yer alan İbn Abbas'ın görüşüdür. Buna şu iki yönden cevap verilir: a) Cenâb-ı Hakk'ın, "Deki: "Ganimetler Allah'ın ve Resûlünündür" buyruğunun manası, "Bu husustaki hüküm, Allah ve O'nun peygamberine aittir..." şeklindedir. Bu mana, bu ifadede daima bulunur ve devam eder.. Binâenaleyh, bunun mensûh olması imkânsızdır.. Daha sonra Cenâb-ı Hak, ganimetlerin beşte dördünün o ganimetleri almış olan kimselerin mülkü olduğuna hükmetmiştir.. b) Beşte biri ifade eden ayet, ganimetin, onu alan kimselerin mülkü olduğuna delalet eder. Halbuki, bu ayette geçen "enfâl" sözü, ganimetlerle değil, "selebı ölünün üzerinden alınan eşya" diye tefsir edilmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), herhangi bir maslahat ve faydadan dolayı, bu malları bazı kimselere vermiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak "Allah'a karşı gelmekten sakının, aranızda olan şeyleri düzeltin" buyurmuştur. Bu hususta da iki bahis bulunmaktadır: Birinci bahis: Bu, "Allah'ın ikabından korkunuz. Allah'ın ma'siyet dediği şeyleri yapmaya yeltenmeyiniz... Bu gibi haller sebebiyle, aranızdaki çekişme ve düşmanlıkları bırakınız ve Allah'ın Resulünün hükmettiğine razı olunuz. " demektir. İkinci bahis: Cenâb-ı Hakk'ın, "aranızda olan şeyleri düzeltin" emri, yani, "Aranızdaki (muhtelif) görüşleri düzeltip ıslâh ediniz..." demektir.. Sözler, insanlar arasında konuşulup meydana geldiği için, tıpkı sırların, kalblerde saklı kalmasından dolayı onlara zâti's-sudûr denildiği gibi, sözlere de zâtu'l-beyn denilir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Mü'minlerdenseniz... Allah'a ve Resulüne itaat edin" buyurmuştur. Bu ayetten elde edilen mana şudur: "Allahü teâlâ, ashabı, "Allah'a karşı gelmekten sakının, aranızda olan şeyleri düzeltin" buyruğu ile Resulün hükmüne muhalefet etmekten nehyetmiştir "Sonra da onlara "Allah'a ve Resulüne itaat edin" emriyle Resule tâatte bulunmak suretiyle itaat etmelerini emretmek suretiyle bu hususu pekiştirmiştir.. Bunu, iyice pekiştirmek amacıyla da, daha sonra "müminlerdenseniz..." denmiştir ki bu son ifadeyle Cenâb-ı Hak, şu manayı kastetmiştir: Resulün sizi kendisine davet ve teşvik ettiği o iman, ancak Resule tâatı iltizam edip üstlenmekle tam ve mükemmel olur. Binâenaleyh, Resule itaat etme dairesinin dışında kalmaktan sakınınız. Tâatı terketmenin, imanın yokluğunu, zevâl bulmasını gerektireceğini söyleyenler, bu ayette istidlal etmişlerdir. Bunun izahı şudur: İn şart edatı ile bir şeye bağlanan, ta'lîk edilen şey, bu şey bulunmadığında o da bulunmaz. Burada da iman, in edalıyla, "tâat" fiiline bağlanmıştır. Binâenaleyh, taât olmadığı, bulunmadığı zaman, "iman"ın da bulunmaması gerekir. Bu meselenin tamamı, Cenâb-ı Hakk'ın (Nisa, 31) ayetinin tefsirinde zikredilmiştir. Allah en iyi bilendir. Gerçek Mü'minin Başlıca Vasıfları 2Âyetin tefsiri için bak:4 3Âyetin tefsiri için bak:4 4"Mü'minler ancak onlardır ki, Allah anıldığı zaman yürekleri titrer, karşılarında O'nun ayetleri okununca, bu onların imanını artırır, onlar ancak Rablerine dayanıp güvenirler. Onlardır ki namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden Allah yolunda harcarlar, işte onlar, gerçek mü'minlerin ta kendileridir. Rableri katında dereceler, bağışlanma ve sayısı bitmez, müddeti tükenmez rızk onlarındır". Bil ki Allahü teâlâ, "Mü'minlerdenseniz... Allah'a ve Resulüne itaat edin. " buyurup, bu da imanın, taata götürmesini iktizâ edince, Cenâb-ı Hak bu hususu bu ayette, çok iyi bir biçimde açıklayıp tafsilatta bulunarak, imanın, ancak bu tâat ifâ edildiğinde bulunacağını beyan etmek üzere: "Mü'minler ancak .... " buyurmuştur. Bil ki bu ayet, imanın, ancak şu beş husus mevcut olduğunda tahakkuk edeceğine delâlet eder: Allah Anılınca Kalpleri Titrer 1) Cenâb-ı Hakk'ın, "onlardır ki, Allah anıldığı zaman yürekleri titrer" ayetinin beyan ettiği husustur. Vahidî (r.h) şöyle der: "Arapça'da, bir kimse korktuğunda denilir. Nitekim şair de, "Ömrüne yemin ederim ki, gerçekten ben çok korktuğum halde, belânın önce kime gelip çatacağını bilmiyorum..." demiştir. Ayetten kastedilen mana ise şudur: "Mü'min kimse, ancak Allah'tan korktuğu zaman mü'min olur." Cenâb-ı Hakk'ın, "Rablerine derin saygı göstermekte olanların ondan derileri ürperir..." (zumer. 23); "Rablerînin huzuruna döneceklerinden yürekleri korkarak..." (Mü'minün, 57) ve "ki onlar namazlarda huşûya riayetkardırlar..." (Mü'minün, 2) ayetleri de böyledir... Hakikat erbabı şöyle demektedir: Korku iki türlüdür: a) İkâb korkusu. Cenâb-ı Hakk'ın azabından korkmak. b) Azamet ve celâl korkusu. İkâb korkusu, günahkârların duyacağı korkudur. Celâl ve azamet korkusuna gelince bu, ister mukarreb melek olsun, isterse mürsel, gönderilmiş bir nebî olsun, mahlûkatın hiçbirinin kalbinden çıkmayan korkudur. Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hak, zâtı gereği, bütün mevcudattan müstağnidir, onlara muhtaç değildir. O'nun dışında kalan mevcudat ise O'na muhtaçtırlar. Muhtaç olan kimse, zengin bir hükümdarın huzurunda bulunduğunda, ondan korkar ve ürperir. Bu dehşete kapılma ve korkma, hükümdarın vereceği cezadan dolayı değildir. Aksine bu, muhtaç olan kimsenin, onun kendisinden zengin; kendisinin de ona muhtaç olduğunu bilmesi, böyle bir korku ve ürpermeye sebep olmuştur. Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki: Eğer ayette geçen korku ile ikâb korkusu murad edilmişse, bu korku, sırf Allah'ı zikretmekten dolayı bulunmaz. Bu ancak, Allah'ın vereceği cezayı hatırlamadan dolayı bulunur. İşte, buna lâyık olan korku da budur. Zira bu ayetin maksat ve gayesi, "enfâl"in taksimatı hususunda, Bedir savaşına katılanları Allah ve Resûlullah'a itaat etmeye mecbur etmek, ilzam etmektir. Ama, burada geçen korku ile, ikinci kısım korku murad edilmişse, bu, sırf Allah'ı anmaktan dolayı gerekli ve lâzım olan korkudur. Öyleyse, ayette bir takdirde bulunmaya ihtiyaç yoktur. Şayet, "Allah burada, "yürekleri titrer. "; bir başka ayette de, "Bunlar, iman edenlerdir. Allah'ın zikriyle gönülleri huzur ve sükûna kavuşur. " (Ra'd, 28) buyurmuştur. Bu iki ayetin arası, nasıl uzlaştırılabilir? Hem, Cenâb-ı Hak, bir başka ayette de: "... sonra da hem derileri, hem kalbleri Allah'ın zikrine (yatışıp) yumuşar..." (Zümer, 23) buyurmuştur" denilirse, biz deriz ki: Gönül huzuru ve itminan, ancak yakîn'in vereceği ferahlık ve manevî serinlik ile olur. Göğsün açılması, inşirah bulması ise ancak tevhîd bilgisi ile olur. Korku da, ancak ceza korkusundan dolayı meydana gelir. Şu halde bu iki durum arasında bir zıtlık bulunmamaktadır; aksine biz bu iki vasfın tek bir ayette bulunduğunu söylüyoruz ki, bu ayet Cenâb-ı Hakk'ın, "Rablerine derin saygı göstermekte olanların ondan derileri ürperir, sonra da hem derileri hem kalbleri Allah'ın zikrine (yatışıp) yumuşar" (Zümer, 23) ayetidir. Buna göre mana, "Deriler, Allah'ın azabının korkusundan dolayı ürperir, diken diken olur.. Daha sonra da, onların derileri ve kalbleri, Allah'ın mükâfaatını umduklarında yumuşar" şeklinde olur. Ayetlerin Okunması, İmanlarını Güçlendirir 2) Cenâb-ı Hakk'ın, "karşılarında ayetleri okununca (bu), onların imanını arttırır. " ayetinin ifade ettiği husustur. Bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Bir sûre indirildiği zaman içlerinden kimi: "Bu (süre), hanginizin imanını artırdı?" der" (Tevbe, 124) ayetinde olduğu gibidir. Sonra, bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: "Tasdik" manasında olan imanın artması iki şekilde olur: a) Bu, Vahidi (r.h)'nin de anlattığına göre, bütün ilim erbabının benimsemiş olduğu görüştür. Buna göre, kimin bu hususta daha fazla ve daha güçlü delili bulunuyorsa, onun imanı daha fazla olur. Zira, delillerin çokluğuna ve kuvvetine göre, şüpheler yok olup, yakîn (kesin bilgi) hasıl olur, meydana gelir. İşte bu hususa, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Şayet, Ebu Bekr'in imanı, yeryüzündekilerin imanı ile tartılacak olsaydı, onun imanı ağır basardı..." Benzeri bir hadis için bkz: Ebu Davud, Sünnet, 8 (4/208); Keşlu'l-Hafa, 2/165: Tirmizi, Rüya, 10 (4/540). sözüyle, işaret etmektedir. Hazret-i Peygamber, bununla O'nun Allah'a dair bilgisinin daha kuvvetli olduğunu kasdetmektedir. Birisi şöyle diyebilir: Ayette bahsedilen bu "artma" "ziyadeleşme" ile, ya delilin kuvvetliliği, veyahut da delillerin çokluğu murad edilmiştir. Delilin kuvvetiiliği meselesine gelince, bu geçersizdir. Zira, hiç şüphesiz her delil, birtakım mukaddimelerden meydana gelmektedir. O mukaddimeler de ya, zıddına mani olacak biçimde kesin olurlar, veyahut da böyle olmazlar. Binâenaleyh, zıddına mâni olan kesinlik, bütün mukaddimelerde bulunursa, bu tefsire göre, delillerin bir kısmının diğer bir kısmından daha kuvvetli olması imkânsız olur. Zira, zıddına mani olan kat'iyyet, farklılık kabul etmez.. Eğer, zıddına mani olacak kesinlik, , mukaddimelerin tamamında ya da bir kısmında bulunmazsa, bu, delil sayılmaz; aksine bu, bir emare, (ipucu) olur. Bu emareden meydana gelecek olan sonuç da, ilim değil, bir zan olur. Böylece, bu anlatmış olduğumuz hususlarla, kuvvet bakımından delillerde farklılıkların bulunmasının imkânsız olduğu sabit olur. Delillerin çokluğu itibariyle farklılıkların bulunması da böyledir. Zira, tek bir delil sebebiyle meydana gelen katiyyet, eğer zıddına manî olursa, bu durumda onun, pek çok delil bir araya geldiğinde daha da kuvvetli olması imkânsız olur. Yok, eğer zıddına mani olmazsa, o d, elil olmaz. Aksine o, bir emare olur. Böylece de netice, kesin değil, zannî olur. Binâenaleyh, bu tevîlin de zayıf olduğu sabit olmuş olur. Bil ki, şöyle denebilir: Ayette bahsedilen artma ile, hem devam, hem de devamsızlık murad edilmiştir. Çünkü istidlalde bulunanlardan bazıları, bir anlık durum hariç, ne delili ne de medlulü sürekli zihninde taşıyamaz. Bazı kimselerde, bu durum sürekli olabilir. Bu iki uç arasında, farklı ortamlar ve farklı dereceler bulunmaktadır; işte ziyâdeden murad da budur. b) Tasdik manasında olan imanın artmasına gelince, bu onların, Allah katından nazil olup kendilerine okunan her şeyi tasdik etmeleri demektir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında, mükellefiyetler ardarda, peşpeşe gelince, işte her teklifin meydana gelmesi esnasında, onlar tasdik ve ikrarlarını arttırıyorlardı. Bir kimseyi iki şey hakkında tasdik eden bir kimsenin tasdiki, o kimseyi, tek bir şey hakkında tasdik eden kimsenin tasdikinden daha çoktur. Cenâb-ı Hakk'ın, "karşılarında ayetleri okununca bu, onların imanını arttırır" buyruğunun manası, "Onlar, her ne zaman yeni bîr ayet duyup dinlediklerinde, yeni bir ikrarda bulunurlardı " demek olur. Böylece bu, iman ve tasdikte, bir artma olmuş olur. Bu ifadeyle ilgili bir üçüncü izah da şudur: Allah'ın kudret ve hikmetinin kemâli, ancak, Allah'ın mahlûkatındaki hikmetinin eserleri vasıtasıyla bilinir, anlaşılır. Bu husus, sahili olmayan bir denizdir. İnsan akit her ne zaman, Allah'ın bir başka şeyi yaratmasındaki hikmetinin eserlerine takılıp kalırsa, bundan, bir şeyi yaratmasındaki hikmetinin ne olduğunu talep edip aramaya geçer. Böylece de bu kimse, birincisinden daha yüce, daha şerefli ve daha mükemmel olan bir mertebeden başka bir mertebeye geçmiş olur. Bu mertebeler sınırsız olunca, hiç şüphesiz ki tecellî, keşf ve marifet mertebeleri de sınırsız olur. İmanın Artıp Eksilmesi Mümkün müdür? Alimler, imanın artma ve eksilmeyi kabul edip etmeyeceği hususunda ihtilaf etmişlerdir. İmanın, inanç, ikrar ve amelin toplamından ibaret olduğunu söyleyen kimseler, bu ayet ile şu iki yönden istidlal etmişlerdir: a) Cenâb-ı Hakk'ın, "bu, onların imanını artırır" ifadesi, imanın, artmayı kabul ettiğine delalet etmektedir. Şayet iman, bilmek ve ikrar etmek, itiraf edip açıklamaktan ibaret olsaydı, o zaman artmayı kabul etmezdi. b) Allahü teâlâ, bu beş şeyi zikrederken, bu beş şey ile muttasıf olanlar hakkında, 'İşte onlar, gerçek mü'minlerin ta kendileridir" buyurmuştur. İşte bu da, bütün bu hasletlerin "iman" ismine dahil olduğuna delâlet eder. Ebu Hureyre (radıyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: 'İman, yetmiş küsur kısımdır. Bunların en yücesi, Allah'tan başka ilah olmadığına şehâdet etmektir. En düşüğü ise, eziyyet veren şeyleri yoldan gidermektir. Haya da imanın bir şubesidir" Müslim, İman, 57-58 (1/63); Buhâri, İman, 3. Bu görüşte olanlar, imanın bu üç rüknün toplamından ibaret olduğuna dair, bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: Çünkü ayet, imanın artmayı kabul ettiğine dair son derece sarîh ve açıktır. Halbuki, bilmek ve ikrar etmek, farklı farklı olmayı kabul etmezler. Binâenaleyh imanın, ikrar, itikad ve amelin toplamından ibaret olması gerekir İşte, amelde farklılığın bulunabilmesi sebebiyle, imandaki farklılık ortaya çıkmıştır..." Yapılmış olan bu istidlal, zayıftır. Zira biz, devam edip etmemeyle alâkalı olan farklılığın, itikad ve ikrarda da bulunabileceğini beyan etmiştik. Bu kadar şey, imanda farklılığın bulunabileceğini anlatmak hususunda kâfidir. Allah en iyi bilendir. Ayetlerin, Dinleyenin İmanını Arttırma Meselesi Cenâb-ı Hakk'ın, "karşılarında ayetleri okununca, bu onların imanını arttırır. buyruğunun zahiri, imanda artışın bulunması hususunda, müessir olanın o ayetler olduğunu sas ettirmektedir. Halbuki durum böyle değildir. Zira, o ayetlerin bizzat kendisi, manda bir artış gerektirmez. Aksine, eğer böyle olması gerekse bile, bu artmayı gerektiren şey, o ayetleri denlemektir; yahut da o ayetleri bilmek ve anlamak, itikad ve tasdikte artmayı gerektirir. Allah en iyi bilendir. 3) Hak teâlâ'nın "Onlar ancak Rablerine dayanıp güvenirler" ayetinin ifade ettiği husustur. Bil ki, mü'minlerin vasfı, Hak teâlâ'nın vaadinde ve atdinde sadık olduğuna güvenmek, "Allah ve Resulü doğru söylemiştir!" demek onların sözünün, münafıkların tıpkı, "Allah ve Resulü bize, bir aldatıştan başka şey vaad etmemiştir" (Ahzab, 12) şeklindeki sözleri gibi olmamasıdır. Sonra biz diyoruz ki, Cenâb-ı Hakk'ın bu ayeti hasr ifade eder. Buna göre mana, "onlar, sadece Rablerine tevekkül ederler" şeklinde olur. İşte bu hal çok yüce bir mertebe, şerefli bir derecedir. Bu da, insanın.herhangi bir işte sadece Allah'a güvenip dayandığı bir durumda bulunmasıdır.. Bil ki bu üç nitelik, en güzel bir biçimde tertip edilip sıraya konulmuştur. Çünkü, birinci mertebe, Allah'ın ikâbından korkmak mertebesi, - ikinci mertebe, Allah'ın tekliflerine boyun eğmek mertebesi ve üçüncü mertebe de, Allah'ın dışındaki şeylerden alâkayı tamamiyle kesip, tamamiyle Allah'ın lütuf ve keremine itimâd etmektir. Hatta, Allah'ın dışındaki şeylerden, tamamiyle müstağni olmaktır. 4 ve 5) Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar namazı dosdoğru kılar ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden (Allah yolunda) harcarlar" ayetinin ifade ettiği hususlardır. Bil ki, daha önce geçmiş olan üç mertebe, insanların kalbleri ve gönülleri, içleri hakkında nazar-ı dikkate alınan hallerdir. Cenâb-ı Hak daha sonra, bu durumlardan, insanların zahirî hallerinin gözetilmesine geçmiştir. Zahirî olarak nazar-ı dikkate alman tâatlerin başı, bedeni namazda; malı da Allah'ın rızasında harcayıp tüketmektir. Bu ifâdeye zekâtlar, sadakalar, sıla-i rahimler, cihad hususundaki infaklar, harcamalar ve camilere, köprülere yapılacak olan infaklar da dahildir. Mutezile şöyle demektedir: "Allahü teâlâ, kendisine vermiş olduğu rızıklardan infakta bulunan kimseleri medhetmiştir. Halbuki ümmet, haram olan şeylerden infakta bulunmanın caiz olmayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Bu da haramın, rızık olmayacağına delâlet eder." Bu söz, defalarca geçmişti. Bil ki Allah, mü'minler hakkında bu beş hali ve sıfatı zikredince, o vasıfları taşıyan kimseler için de şu üç şeyin bulunduğunu belirtmiştir: Birincisi: Bu, "İşte onlar, gerçek müminlerin ta kendileridir" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Ayetteki hakken kelimesinin ne ile ilgili olduğu hususunda iki görüş bulunmaktadır: a) Bu kelime buyruğu ile ilgilidir. Yani, "Gerçekten hakikaten mü'min olanlar onlardır" demektir. b) Cümle, "İşte onlar, müminlerin ta kendileridir ifadesinde tamamlanmıştır. Daha sonra tekrar söze başlanarak, buyurmuştur. Alimler, ayetteki hakken kelimesinin mansub oluşu hususunda birkaç izah zikretmişlerdir: Bunu size bir hak (gercek) olarak haber veriyorum" yani "gerçek bir haber verişle, haber veriyorum" şeklindedir. Şu ayet de bunun benzeridir: "işte onlar gerçek kâfirlerin ta kendileridir" (Nisa, 151). 2) Sibeveyh de şöyle der: "Bu, kendisine sözün delâlet ettiği mahzûf bir fiilin, te'kidî mef'ûl-ü mutlakıdır. Buna göre ifadenin takdiri, "Onların yaptıkları o şey, doğru olan bir hak idi" şeklindedir. 3) Zeccâc, bu ifadenin takdirinin "İşte onlar mü'm'mlerdir. Ben, bunu bir hak (gerçek) olarak bildiriyorum.." şeklinde olduğunu söylemiştir. İnsanın Kesin İfade İle "Ben Mü'minim Demesi Hakkında Alimler, mü'min bir kimsenin, "Ben mü'minim" diyebileceği hususunda ittifak etmişler, fakat bir kimsenin, "Ben gerçekten mü'minim" deyip diyemeyeceği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bundan dolayı Şâfii âlimleri, "Evlâ olan, insanın, "İnşaallah ben mü'minim" demesidir. Ama "Ben gerçekten mü'minim" diyemez" derlerken; Hanefî alimleri, "Evla olan, insanın, "Ben gerçekten mü'minim" demesidir. Ama insanın, "İnşaallah (eğer Allah dilerse), ben mü'minim" demesi caiz değildir" demişlerdir. Bir kimsenin, "İnşaallah ben mü'minim" diyebileceğini söyleyenlerin iki mukaddimeleri vardır: Birinci mukaddime: Bunun, imanın mevcudiyetinde bir şekkin bulunmasından ötürü olmasıdır. İkinci mukaddime: Durumun böyle olmamasıdır. Birinci mukaddimenin izahı şöyledir: Şafiî (r.h)'ye göre iman, itikad, ikrar ve amel üçlüsünün toplamından ibarettir. İnsanın sâlih amelleri yerine getirebilmiş olup olmaması hususunun şüpheli bir şey olduğu kesindir. Halbuki bir mahiyetin (şeyin), parçalarının birinde bulunan şüphe, o şeyin mevcud olup olmadığı hususunda da bir şüpheyi gerektirir. Binâenaleyh insan, her nekadar kesin olarak itikad ve ikrarın bulunduğunu söylese de, amelin (tam olarak) bulunduğu hususunda şüphe edince, amel hususundaki bu şüphe, o kimsenin, kendisinde imanın bulunduğu hususunda da şüphe etmesini gerektirir. Ebu Hanife (r.h)'ye göre ise iman; itikad ve ikrarın toplamına denilip, amel (ibadet), iman isminin dışında sayıldığı için, ameller hususundaki şüpheden dolayı, imanın olup olmadığı hususunda şüphelenmek gerekmez. Binâenaleyh "iman, üç şeyin toplamından ibarettir" diyenlere göre, imanın olup olmadığında şüphe bulunduğu; "Amel, iman vasfının dışındadır" diyenlere göre ise, imanın mevcudiyeti hususunda bir şüphenin olmayacağı sabit olmuş olur. İşte bu duruma göre, iki mezheb arasındaki ihtilafın sadece lafızda olduğu ortaya çıkmış olur. İmanda İstisna Yani "İnşaallah Mü'minim" Demek İkinci mukaddimeye gelince, ki bu, insanın, imanı olduğu hususunda bir şüphesi olmadığı halde, "Ben, inşaallah mü'minim" demesidir. Bu hususta da şu izahlar yapılmıştır: 1) Mü'minlik bir insan için en şerefli bir sıfat, en kıymetli bir ündür. Bu durumda "ben mü'minim" deyince sanki kendisini büyük bir övgü ile medhetmiş olur. Binaenaleyh bu kimsenin, kalbinde bir mahviyyete ve ucbün (kendini beğenmenin) zevaline sebeb olsun diye, "inşaallah" demesi gerekir. Rivayet olunduğuna göre Ebu Hanife (r.h), Katade'ye: "Niçin imanında istisna yapıyorsun? (yani inşaallah diyorsun)" dediğinde, o: "Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, "Ceza günü, kusurlarımı bağışlamasını umduğum da O (Allah'dır)" (şuara, 62) şeklindeki sözünde, Ebu Hanife (r.h) Ona, "Allah: "Buna inanmadın mı yoksa?" dediğinde söylediği, "inandım" (Bakara. 260) şeklinde sözünde ona "uysan ya..." dedi. Ben de diyorum ki: Katâde, Ebu Hanife'ye Şöyle diyerek cevap verebilirdi: "Fakat Hazret-i İbrahim, "inandım" dedikten sonra, "Fakat kalbimin yatışması için (Ölüleri nasıl dirilttiğini görmek istiyorum)" (Bakara. 260) dedi ve böylece itminanının artmasını istedi. İşte bu da, mutlaka iman hususunda "inşaallah" denilmesine delâlet eder." Kâmil İmanın Şartları 2) Allahü teâlâ bu ayette, bir kimsenin ancak o beş sıfata sahip olduğu zaman mü'min olacağını belirtmiştir: a) Allah'dan korkmak (ittika etmek), b) Allah'ın dininde samimî ve ihlastı olmak, c) Allah'a dayanıp tevekkül etmek, d) Allah rızası için namaz kılmak, e) Allah rızası için zekat vermek. Allahü teâlâ ayetin başında "hasr" manasını ifade eden bir kelime de kullanmıştır. Bu, "Mü'minler ancak onlardır ki tabiridir. Yine O, ayetin sonunda da, "İşte onlar, gerçek müminlerin ta kendileridir" buyurmuştur ki, bu ifade de "hasr" manâsındadır. Binâenaleyh ayet bu manaya delâlet edip, insanın da kendisinde bu beş sıfatın bulunduğuna dair kesin söz söylemesi imkansız olduğuna göre, "İnşaallah ben mü'minim" demesi daha uygun olur. Rivayet olunduğuna göre, birisi Hasan el-Basri'ye: "Sen mü'min misin?" diye sorunca, o: "İman iki çeşittir. Eğer sen benim, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman edip etmediğimi soruyorsan, ben mü'minim. Yok sen, "Müminler ancak onlardır ki, Allah anıldığı zaman yüreklen titrer..." ayetinin anlattığı manada bir mümin olup olmadığımı soruyorsan, Allah'a yemin ederim ki, onlardan olup olmadığımı (tam) bilemiyorum" demiştir. 3) Kur'an-ı Kerim, mü'min olan herkesin, cennetliklerden olduğunu gösterir. Binâenaleyh bir kimsenin mü'min olduğunu söylemek, o kimsenin cennetliklerden olduğunu kesin olarak söylemeyi gerektirir. Halbuki bunu söylemeye imkan yoktur. İşte bu hususta da böyledir. Sevrî'nin şöyle dediği nakledilmiştir: "Bir kimsenin gerçek mü'min olduğu iddia edilir de, sonra da onun cennetlik olduğuna şehâdet edilmezse, ayetin yarısına iman edilmiş olur." Bu sözden şu netice çıkar: O kimsenin, cennetliklerden olduğunu söylemek imkânsız olduğuna göre, onun kesin olarak mü'min olduğunu söylemek de imkânsızdır. 4) İman, kalbin tasdikinden ve bilmesinden ibarettir. Buna göre bir kimse ancak, bu tasdik ve bilgi kalbinde bulunup, aklından hiç çıkmadığı zaman gerçekten mü'min olur. Fakat bu husus zail olunca, o kimse ancak Allah'ın hükmüne göre mü'min olur. Ama işin özünde ise, hayır!.. Bunu iyice kavradığında, bil ki insanın "inşaallah (eğer Allah dilerse, ben mü'minim)" sözünün iman vasfının devam etmesi ve herhangi bir gaflet ve zuhûl bulunmaksızın, devamlı bir şekilde bu manada imanın onun kalbinde ve kafasında bulunuşu ile ilgili olması uzak bir ihtimal değildir. Bu, ihtimal dahilindedir. 5) "Muvâfât" ashabı şöyle derler: "Bir kimsenin, bulunduğu anda mü'min olmasının şartı, imanlı olarak ölmesidir. Bu şart ise, ancak ölürken gerçekleşir. Dolayısı ile bu husus bilinemez, meçhuldür. Meçhul olan bir şarta bağlı olan şey de meçhuldür. İşte bu sebepten ötürü, "inşaallah ben mü'minim" denilmesi güzel olur. 6) Kişinin, "İnşaallah ben ölürken mü'minim" demesi... Bundan maksad, bu istisnayı (inşaallah'ı) neticeye ve sonuca havale etmektir. Çünkü bir kimse, her nekadar o anda mü'min ise de, bu imanın neticede (ölüm esnasında) bulunmaması farzedildiğinde, yok gibi olur ve asla bundan bir fayda elde edilemez. İşte bu istisnanın belirtilmesinin maksadı, böylesi bir husustur. 7) "İnşaallah" sözü, kesinliğe ve kat'îliğe ters değildir. Baksana Allah da, Andolsun ki Allah, Resulünün gördüğü rüyanın hak olduğunu tasdik etmiştir. inşaallah, emniyet içinde, başlarınızı traş ettirerek veya kısaltarak, korkusuzca mutlaka Mescid-i Haram'a gireceksiniz" (Fetih, 27) buyurmuştur. Halbuki Allahü teâlâ, sek ve şüpheden münezzehtir. Binâenaleyh O'nun bu "inşaallah"! kullarına bir öğretme olarak zikrettiği anlaşılır. İşte burada da evlâ olan, işlerin Allah'a havale edildiğini gösteren bu kelimeyi kullanmaktır. Böylece bu kelimenin bereketi sayesinde, imanın devamı sağlanmış olur. 8) Bir grup selef ulemâsı, bu kelimeyi kullanmışlardır. Onların bu görüşünü destekleyen delili, biz de Allah'ın kitabında görmekteyiz. Bu, "İşte onlar, gerçek müminlerin ta kendileridir" ayetidir. Bunlar, Allah'ın ilmine ve hükmüne göre mü'min olanlardır. Binâenaleyh bu ifade, hem böyle olan, hem de böyle olmayan kimselerin olduğuna delâlet eder. Dolayısıyla mü'min bir kimse, "İnşaallah (ben mü'minim)" der. Böylece de Cenâb-ı Allah, onu bu sözünün bereketi ile, ikinci kısımdakiferden değil de, birinci kısımdakilerden kılar. "İnşaallah" ifadesinin, burada söylenmesinin caiz olmadığını söyleyenler de görüşlerinin doğruluğuna şu şekilde delil getirmişlerdir: a) Hareket eden bir kimse "Ben hareket ediyorum" diyebilir. Fakat "inşaallah ben hareket ediyorum" demesi caiz değildir. Oturan veya ayakta duran kimse için de durum aynıdır. Binâenaleyh bu konuda da, mü'min bir kimsenin "ben mü'minim" demesi gerekir, "inşaallah ben mü'minim" demesi caiz değildir. Cismin, gelecekte hareket etme halinden çıkacak olması, şu anda hareket ettiğini söylemeye mani olmadığına göre, istikbalde imanın zail olma ihtimali, şu anda o kimsenin mü'min olduğunu söylemeye mâni değildir, b) Allahü teâlâ, "İşte onlar, gerçek müminlerin ta kendileridir" buyurmuş ve o kimselerin gerçekten mü'min olduklarını söylemiştir. Binâenaleyh insanın, "inşaallah " demesi, Allahü teâlâ'nın kesinkes mevcûd olduğunu söylediği birşey hususunda şek ve şüphe etmeyi gerektirir ki bu caiz değildir. Bunların birinci görüşlerine şu şekilde cevap verebiliriz: "İnsanın mü'min oluşu ile hareket edici olması arasında, bahsettiğimiz bir çok yönden fark vardır. Bu ikisi arasında, böyle bir fark bulununca, bunları aynı şekilde değerlendirmek imkansız olur." İkinci görüşe de şöyle cevap veririz: "Allahü teâlâ, ayette bahsedilen sıfatarâ sahip olan kimselerin gerçekten mü'min olduklarını söylemiştir. Halbuki şartın bulunup bulunmadığında şüphe vardır. Şarttaki şüphe, meşrutta (onun şart koşulduğu şeyde) de şüpheyi gerektirir. Bu da, bizim görüşümüzü kuvvetlendirir. " Allah en iyi bilendir. İkincisi: Cenâb-ı Hakk'ın, ayette bahsedilen beş sıfata sahib olan kimseler için verdiği ikinci hüküm, "Rableri katında dereceler... onlarındır" buyruğunun belirttiği husustur. Bu, "onların, birbirlerinden üstün mertebeleri vardır" demektir. Bil ki ayette bahsedilen sıfatlar iki kısımdır: İlk üçü, kalb ve ruhla ilgili sıfat ve hallerdir. Bunlar, korku, ihlâs ve tevekküldür. Son iki sıfat ise, zahirî amel ve huylarla ilgilidir. Bu amellerin ve huyların kalbin saflaştırılıp, marifetullah ile nurlandırılmasında tesirleri olduğunda şüphe yoktur. Tesir eden şey ne kadar kuvvetli olursa, tesirin de o nisbette kuvvetli olacağı, bunun aksinin de aksi şekilde olacağı, şüphesizdir. Dolayısıyla bu huyların ve amellerin çeşitli derece ve mertebeleri olduğuna göre, marifet ve bilginin de derece ve mertebeleri vardır ki işte ayetteki, "Rableri katında dereceler... onlarındır" ifadesi ile kastedilen budur. Cennetteki mükafaatlar da, bu hallere göre ayarlanır. Binâenaleyh ruhanî saadetlerin mertebelerinin, hem ölümden önce, hem de sonra bulundukları sabit olmuş olur..Cennette bulunan saadet mertebeleri ise çok ve farklı farklıdır. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, "Rableri katında dereceler... onlarındır" buyurmuştur. Eğer: "Daha aşağı derecede olan, daha üst derecede olan için, yüce derecelerin olduğunu, anlayınca, kalbi mahzunlaşır ve hayatın tadı kaçar. Bu ise, cennet mükafaatının "rızk-ı kerim" olmasını zedeler" denilirse, buna şöyle cevap veririz: "Her kişinin, kendisine âit saadeti içine dalıp gömülmesi, o kişide bir kin ve hasedin doğmasına mani olur. Netice olarak diyebiliriz ki: Ahiret halleri, ancak isim bakımından dünya halleri ile bir münasebet arzederler. Üçüncüsü ve Dördüncüsü: Cenâb-ı Allah'ın "Bir bağışlanma ve sayısı bitmez, müddeti tükenmez bir rızık onlarındır " ifadesinin anlattığı şeydir. Ayette geçen mağfiret (bağışlanma) ile, Allahü teâlâ'nın, onların günahlarını bağışlaması; rızk-ı kerîm (bitmez-tükenmez rızık) ile de, cennet nimetleri kastedilmiştir. Kelâmcılar şöyle derler: "Bunun rızk-ı kerim oluşu, o nimetlerin temiz, devamlı ve ikram ve saygı vasfına bürünmüş olmalarıdır. İşte bütün bunların toplamı, "sevap" ve "mükâfaat" tarifini ortaya kor" Arifler şöyle demişlerdir: "Ayetteki "mağfiret" ile, Allah'dan başkası ile meşgul oluştan dolayı, insanın kalbinde meydana gelen zulmetleri (karanlıkları) silip götürme; rızk-ı kerim" ile de, marifetullah ve muhabbetullaha gömülme sebebiyle doğacak : an nurlar kastedilmiştir." Vahidî de şöyle demektedir: "Dilciler şöyle demektedir: Kerîm, övünülen ve güzel görünen her şeyi içine alan bir isimdir. Kerîm, kendisine muhtaç olunan şeyler hakkında, övülmüştür, methedilmiştir. Gerek, Allahü teâlâ, gerekse Kur'an-ı Kerim, Kerîm" vasfıyla nitelenmiştir. Nitekim "...Doğrusu, bana çok şerefli bir mektup bırakıldı" (Neml.29); "... her sınıftan güzel..." (Lokman, 10) "ve sizi şerefli bir mevkiye sokarız" (Nisa, 31) ve "onlara çok güzel söz söyle" (isrâ, 23) buyurmuştur. O halde, rızk-ı kerîm, kıymetli, üstün ve güzel olan rızık demektir. Hişâm İbn Urve de şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hak bu ifade ile, onlara cennette hazırladığı, lezzetli yiyecek içecekler ile, güzel faydalanma ve yaşayışı kasdetmiştir." Beaderim ki, bizim burada, ruhanî manevî lezzetlerin, maddi lezzetlerden daha güzel olduğunu beyan etmemiz gerekir. Biz bu manayı, bu kitabın pekçok yerinde ele alıp izah ettik. Bu durumda, ayette bahsedilen kerîm rızkın, ruhanî ve manevî lezzetler olduğu, bunların da marifetullah, muhabbetullah ile, kulluk şuuruna gark olmak olduğu ortaya çıkar. Birisi şayet, "Ayetin zahiri, bu beş şey ile vasfedilmiş kimsenin ikâbdan (cezadan) kurtulduğuna, ve mükafaata nail olduğuna hükmedilmiş olduğunu gösterir. Bu da, kulun üzerinde, bu beş şeyin dışında başka bir mükellefiyetin bulunmamasını gerektirir. Halbuki bu, müslümanların icmâsıyla batıl olan bir husustur. Zira insanların oruç tutmaları, haccetmeleri ve diğer farzları da mutlaka yerine getirmeleri gerekir" derse, biz deriz ki: Allahü Teâlâ söze: "Mü'minler ancak onlardır ki, Allah anıldığı zaman yürekleri titrer, karşılarında ayetleri okununca bu, onların İmanını arttırır, onlar ancak Rablerine dayanıp güvenirler..." buyruğu ile başlamıştır. Halbuki, bütün mükellefiyetler, bu iki cümlenin hükmüne dahildir. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hak, batınî hallerin en şereflisinin, tevekkül; zahirî amellerin en kıymetlisinin de namaz ve zekât olduğuna dikkat çekmek için, batınî sıfatlardan, özellikle tevekkülü; zahirî amellerden de namaz ve zekâtı bilhassa zikretmiştir. Bedir Savaşıyla İlgili Nüzul Sebebi 5Âyetin tefsiri için bak:6 6"Rabbin seni tam isabetli olarak evinden çıkardığı zaman da (durum böyle idi). Çünkü müminlerden bir zümre muhakkak ki isteksizdirler!. Hak apaçık meydana çıktıktan sonra bile onlar bu hususta sanki gözleri göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi seninle mücadele ediyorlardı". Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Bil ki, buyruğu, herhangi bir şeyin, bu çıkarmak filine benzetildiğini göstermektedir. İşte bu sebeple alimler bu hususta şu izahları ileri sürmüşlerdir: a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Bedir Günü müşriklerin sayısını çok, müslümanları da az görünce, onları savaşa teşvik etmek için, "Kim savaca, ölmek üzere olan bir kimseyi öldürürse, o kimsenin üzerindeki eşyası, silahı o öldürenindir. Kim de bir esir alırsa, ona da şöyle şöyle şeyler, vardır" Ebu Davud, Cihad, 144 (3/70); Tirmizî, Siyer. 13 (4/131) (kısmen). buyurdu.. Müşrikler hezimete uğradığında Sa'd İbn Übâde "Ey Allah'ın Resulü, bir grup sahaben ve kavmin, canlarnı feda ettiler. Onlar, korku ve canlarını feda etme hususunda cimrilik yaparak, savaştan geri durmadılar. Ancak ne var ki onlar, tuzağa düşürülmen konusunda, üzerine titrediler. Binâenaleyh, sen (bu savaşan kimselere), belirlediğin şeyleri verirsen, geriye kalan müslümanlara bir şey kalmaz " deyince, Allahü Teâlâ, "Sana harb ganimetlerinin hükmünü sorarlar. De ki: "Bu ganimetler Allah'ın ve Resûlünündür" (Enfal, 1) ayetini indirdi. Yani, "Peygamber, bu hususta dilediğini yapar..." demektir. Böylece müslümanlar, peygamberden bir şey istemekten çekindiler ve bazılarının içinde de, bir memnuniyetsizlik kalıverdi. Keza, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir Günü savaşa çıkınca, ashabın bir kısmı ileride açıklayacağımız üzere, bu savaşı hoş karşılamamışlardı. Binânaleyh Cenâb-ı Hak, "De ki: "(Bu) ganimetler Allah'ın ve Resûlünündür" (Enfal, 1) buyurunca, kelamın takdiri şöyle olur: "Onlar başlangıçta razı olmasalar da, enfal (ganimetler) hakkındaki bu hükme razı oldular. Nasıl ki onlar önce razı olmadıkları halde Rabbin seni evinden çıkarmıştı." Bu izah, bu konuda zikredilen izahların en güzelidir. b) Takdirin, "Hoş görmemelerine rağmen, Allah'ın seni, savaşa çıkarma ile ilgili hükmü sabit olduğu gibi yine hoş görmedikleri halde "enfâl"in Allah'a ait olduğu -iükmü de sabit olmuştur" şeklinde olması. c) Cenâb-ı Hak, "İşte onlar, gerçek mü'minlerin ta kendileridir" buyurunca, takdir, Allah'ın savaş için seni evinden çıkarma ile ilgili hükmü hak olduğu gibi, onların mümin oldukları hususundaki hükmü de hakdır, gerçektir" şeklinde olur. d) Kisâî, bu ifâdenin başındaki kâf harfinin, Hak teâlâ'nın bundan sonra gelen, seninle mücadele ediyorlardı..." ifadesine taalluk ettiğini; ifadenin takdirinin ise, "Bir grup müminin hoş görmemesine rağmen, Rabbin seni isabetli olarak evinden çıkardığı gibi, işte aynı şekilde, onlar savaşmayı istemiyor ve bu konuda seninle mücadele ediyorlar" şeklinde olduğunu söylemiştir. Allah en iyi bilendir. Cenâb-ı Hak min beytike ifadesiyle, Hazret-i Peygamberin, Medine'deki evini veyahut da, Medine'nin bizzat kendisinikastetmiştir. Çünkü Medine, Hazret-i Peygamber'in bizzat hicret yurdu, gerçek manada oturduğu, ikamet ettiği vatanıdır. Buna göre ayetin manası, "Seni Rabbin, hikmet ve doğruluk dolu bir çıkarışla çıkardı.." şeklinde olur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Çünkü mü'minlerden bir zümre muhakkak ki isteksizdirler" buyruğu, hâl mahallinde olan bir cümledir. Yani, "Seni, Rabbin, onların istememesine rağmen çıkardı..." demektir. Şam'dan Mekke'ye Giden Kureyş Kervanı Rivayet olunduğuna göre, bir Kureyş kervanı, içinde pekçok mal bulunduğu ve kırk binitli olduğu halde Şam'dan yola çıkmıştı. Ebu Süfyân, Amr İbnu'l-As ve diğer bazı kimseler de bunlar arasında bulunuyordu. Bunun üzerine Hazret-i Cibril, bu durumu Allah'ın Resulüne haber verdi. Allah'ın Resulü de, durumu müslümanlara anlattı. İçinde çok mal bulunup, kervandaki şahısların sayısı da az olduğu için, kervanın karşısına çıkma düşüncesi sahabenin hoşuna gitti. Bunun üzerine müslümanlar çabuk davranıp yola çıkınca, onların yola çıktıklarına dair haber, Mekkelilere ulaştı. Bundan dolayı da Ebu Cehil, Kabe'nin üzerine çıkarak şu şekilde bağırdı: "Ey Mekkeliler! Her türlü zorluğa ve meşakkate rağmen, her ne pahasına olursa olsun, kervanı kurtarmaya çıkacaksınız! Eğer Muhammed, sizin kervanınızı ele geçirecek olursa, siz ömür boyu iflah olmazsınız. " O sırada, Abbas İbn Abdulmuttalibin kız kardeşi bir rüya görüp, kardeşine, "Ben acayib bir şey gördüm.. Gördüm ki, sanki bir melek gökten indi ve dağdan bir kaya parçası aldı. Sonra o taşı, (kentin üzerinde) dolandırdı. Sonra, Mekke'deki bütün evlere, o kaya parçasından kopmuş olan bir taş parçası isabet etti. " der. Abbas bunu anlatınca, Ebu Cehil (Benî Haşim ile alay etmek için) şöyle der: "Kadınları da nübüvvet iddiasında bulunmadıkça, onların erkekleri nübüvvete razı olmazlar!" Derken, Ebu Cehil bütün Mekkelileri yola çıkardı ki, işte bu Kureyş'in ordusu, nefiridir. Meşhur olan şu darb-ı meselde de, "Ne kervanda, ne de nefirde " şeklinde varid olmuştur. Bunun üzerine Ebu Cehil'e, "Kervan sahil yolunu tuttu ve kurtuldu. O halde sen, yola çıkmış olan orduyu Mekke'ye geri döndür" denilince o, "Hayır, Allah'a yemin olsun ki, bu asla olamaz... Biz, Bedir'de develer keseceğiz, içkiler içeceğiz; şarkıcılar şarkı söyleyip defler çalacaklardır. Böylece de bütün Araplar, birbirlerinden bizim yola çıktığımızı ve Muhammed'in de kervandan bir şeyler elde edemediğini duyacaklar..." dedi ve kavmini Bedr'e götürdü. Bedir, Arapların senede bir gün, panayırları için toplandıkları bir yerdir.. Bunun üzerine, Cebrail inerek, "Ey Muhammed, Allah size, iki gruptan birisini va'ad ediyor: Ya kervan, ya da Kureyş ordusu.." buyurdu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabıyla istişarede bulundu ve, "Ne dersiniz, Kureyş her türlü zorluğu ve meşakkati göze alarak Mekke'den yola çıkmışlar. Kervan ile mi, yoksa ordu ile mi karşılaşmak istiyorsunuz?" dedi. Ashâb, "Kervanla karşılaşmamız, düşmanla karşı karşıya gelmemizden daha iyidir" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yüzünün rengi değişerek, "Kervan, denizin kenarından çekip gitti!. İşte, Ebu Cehil ise, geliverdi karşımıza çıktı!" dedi. Bunun üzerine ashab, "Ey Allah'ın Resulü, sen kervana bak, düşmanı bırak" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kızınca, Hazret-i Ebu Bekir ve Ömer ayağa kalkarak, çok güzel bir konuşma yaptılar. Sonra Sa'd İbn Übâde ayağa kalkarak, "Şimdi Allah'ın sana emrettiği istikamette ilerle. Biz, istediğin yerde seninle beraberiz. Allah'a yemin olsun ki, sen Aden'e kadar gitsen, ensardan hiç kimse senden ayrılmaz" dedi. Daha sonra Mikdâd İbn Amr şöyle konuştu: "Ey Allah'ın Resulü, Allah'ın sana emrettiği şeye git! Biz, istediğin her yerde seninle beraberiz. Biz sana, "tıpkı İsrailoğullarının Hazret-i Musa'ya: "Sen var Rabbinle birlikte savaş, biz burada oturacağız!" (Maide, 24) dediği gibi demiyeceğiz. Biz ancak, "Sen ve Rabbin gidin ve savaşın. Bizde hareket edebilen bir göz bulunduğu müddetçe, biz de sizinle beraber savaşacağız " diyoruz. " Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gülümsedi, sonra da, "Allah'ın bereketi üzere ilerleyin! Allah'a yemin ederim ki, ben sanki, Kureyşlilerin düşüp ölecekleri yerleri görüyor gibiyim" dedi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Bedir Savaşı'ndan dönünce, ashabtan bazıları "Kervanın da peşini bırakma!" dedi. Alınmış olan esirler arasında bulunan Abbas, Hazret-i Peygamber'e "Bu uygun olmaz! " diye seslendi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Niçin" deyince, Abbas: "Çünkü Allah sana, iki gruptan birini vaadetmişti. Ve sana, va'adettiğini de verdi" dedi. Sen bu kıssayı iyice anladığına göre, şimdi biz diyoruz ki: Savaşmayı istememek, "Çünkü mü'minlerden bir zümre muhakkak ki isteksizdirler " ifadesinin deliliyle, mü'minlerin tamamı için değil, ama bir kısmı için söz konusu olmuştur. Kendisi için, Allah'ın Resûlüyle mücadele edip tartıştıkları "hak" ise, kervanı tercih ettikleri için, Kureyş ordusunu karşılama hususundaki mücadeleleri idi. Cenâb-ı Hakk'ın, "Hak, apaçık meydana çıktıktan sonra " sözünden maksad "Allah'ın Resulüne, ashabın yardım göreceklerini bildirmektir." Onların mücadele etmeleri ise: "Biz, ancak kervanı karşılamak için çıkarız. Sen bize, savaş için hazırlık yapabilmemiz ve Kureyş ordusunu karşılayabilmemiz için, bunu baştan söylemeli değil miydin?" şeklindeki sözleridir. Bu böyledir, zira onlar, savaşmayı uygun bulmuyorlardı. Sonra Allahü teâlâ, ashabın aşırı feryat ve korku içindeki durumu, ölümün sebeplerini müşahade ederek ve ölüme sebebiyet verecek olan şeyleri görerek, öldürülmeye sürüklenen ve ölüme götürülen kimselerin durumuna benzetmiştir. Netice olarak diyebiliriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın, "gözlen göre göre" ifadesi, katiyyet ve kesinlikten kinaye olan (bile bile anlamında) bir ifadedir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Göre göre, yani bunu bile bile, kim oğlunu nefyederse (benden değildir derse..)..." hadisiyle, Cenab-ı Hakk'ın, "iki elinin önden yolladığı ne ise ona bakacak.." (Nebe, 40) ayeti de böyledir. Yani, "bilecek...." demektir. Bil ki, ashabın korku ve endişesi şunlardan kaynaklanıyordu: a) Sayıca az olmaları. b) Yaya olmaları; rivayet olunduğuna göre, onların içinde sadece iki tane süvari bulunuyordu. c) Silahlarının az olması. Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) evinden kendi ihtiyar ve arzusuyla çıkmıştır. Fakat, Allahü teâlâ bu çıkmayı zatına izafe ederek, "Rabbin seni tam isabetli olarak, evinden çıkardığı gibi..." buyurmuştur. İşte bu da, kulun fiilini yaratanın Allah olduğunu gösterir. Bu yaratma ya ibtidaen (doğrudan doğruya) olur; yahut kudret ve daiye (sebep) vasıtasıyla olur ki bunların toplamı fiilin ortaya çıkmasını gerektirir. Zaten biz de bu görüşteyiz. Kfidî ise şöyle demiştir: "Bu ifadenin manası, "Bu çıkış, Allah'ın emri ve peygamberini mecbur etmesiyle gerçekleşmiştir" şeklindedir. İşte bu sebepte ç." Biz deriz ki Senin dercûş oldurun bu mananın mecazî bir mana olduğunda şüphe yoktur. Halbuki aslolan, sözü hakikî manasına hamletmektir. 7Âyetin tefsiri için bak:8 8"Hani Allah size iki taifeden birinin muhakkak sizin olacağını va'adediyordu, siz ise silahsız topluluğun yani kervanın sizin olmasını arzu ediyordunuz. Allah da emirleriyle hakkı açığa vurmayı ve kâfirlerin arkasını kesmeyi diliyordu.. Bunun hikmeti şu idi: Allah, o günahkârlar istemese de hakkı payidar edecek, bâtılı da iptal edecektir". Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetinin başındaki İz lafzı, mukadder, gizli bir üzkur "an, hatırla" fiiliyle mansûb; sözü de, ifadesinden bedeldir. Ferra ve Zeccâc (Muhammed. 18) ayetinin bunun benzeri olduğunu söylemişlerdir. Burada (......) kelimesinin mansûb kılınması gibi, (......) ile başlayan cümle de mahallen mansûb kılınmıştır. (Fetih, 25) ayeti de böyledir. Bu ayette, başında en edatı bulunan cümle, levlâ, kelimesinden dolayı mahallen merfû olan bir cümledir. Ayette bahsedilen iki taifeden birisi kervan, diğeri ise Kureyş ordusudur. Kuvvetli ve silahlı olmayan ise, kervandır. Çünkü, kervanda sadece kırk süvari bulunuyordu. Şevketli olmak ise, çok sayıda savaşçı ve savaş malzemesi (mühimmatı) sebebiyle, Kureyş ordusu hakkında söz konusu idi. (......) kelimesi, keskinlik anlamına gelmekte olup, dikenin keskinliğinden müsteâr olarak kullanılmıştır. Nitekim, "Mızrağının ucundaki kargıyı keskinleştirdi" denilmektedir. Arapların, "silahı keskin; pür silah..." şeklindeki sözleri de bu manadadır. Yani, "sizler, bir kuvveti ve gücü olmadığı için, kervanla hesaplaşmak arzuluyor, diğer taifeyi ise arzulamıyordunuz. Ancak ne var ki Allah, emirleriyle hakkı açığa vurup ortaya koymak için, diğer taifeye (Kureyş ordusuna) ' yönelmenizi istiyordu" demektir. Bu ayetle ilgili birkaç soru bulunmaktadır: Birinci soru: Cenâb-ı Hakk'ın "Allah da emirleriyle hakkı açığa vurmayı... diliyordu" ifadesinden sonra "Hakkı payidar etmek için" demesi, sırf bir tekrar değil midir? Cevap: Bu ayette bir tekrar bulunmamaktadır. Çünkü birinci ifâdeyle, Cenâb-ı Hakk'ın bu hadisede va'adettiği muzafferiyet ve düşmana üstün gelme gibi hususların sebebi; ikinci ifade ile de, Kur'an'ı ve dini güçlendirmek, bu şeriate yardım etmek murad edilmiştir. Çünkü, Bedir gününde, mü'minler tarafından kâfirlerin başına getirilen şey, dinin izzet bulmasına ve kuvvetlenmesine sebep olmuştur. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, bu ifadenin peşinden, "batılı da iptal edecekti" buyurmuştur. Yani, şirki... Bu ifade, din ve iman demek olan "hakk" mukabilinde kullanılmış bir ifadedir. İkinci som: Hak, zâtı gereği haktır; bâtıl da, zâtı gereği batıldır. O halde, bir şey hakkında zâtı gereği sabit olan o şeyi, bir kimsenin yapması, bir kimsenin onu o şekilde kılması ile elde etmek mümkün değildir. Öyleyse "hakkı hak kılmak", "batılı da bâtıla çıkarma" ile ne murad edilmiştir? Cevap: Hakkı hak, bâtılı da bâtıl kılmaktan, o hakkın hak ve gerçek olduğunu; o bâtılın da batıllığmı izhâr edip ortaya çıkarmak manası kasdedilmiştir. Bu da bazan, deliller ve belgeler ortaya koymakla, bazan da hakkın önderlerini güçlendirmek, bâtılın liderlerini de ezmekle olur. Bil ki, ehl-i sünnet âlimleri, fiillerin yaratılması meselesinde, Hak teâlâ'nın "hakkı payidar edecek" buyruğuna tutunarak şöyle demişlerdir: "Bu ifadeyi, Cenâb-ı Hakk'ın, hakkı meydana getirip onu var etmesi manasına hamletmek gerekir. Hak ise, din ve itikâddır. Böylece bu ifade, hak inancın, ancak Allah'ın var etmesiyle, onu yaratmasıyla meydana geleceğine delâlet eder. Hakkı ihkâk (hak kılmayı), onun tesir ve etkilerini ortaya koymak manasına hamletmek mümkün değildir. Çünkü, bu ortaya çıkma işi kulların fiiliyle tahakkuk eder. Binâenaleyh, bu ortaya koymayı Allah'a izafe etmek de imkânsızdır. Bundan muradın, "Allahü teâlâ'nın, buna delâlet eden delilleri ortaya koyması" olduğu da söylenemez. Çünkü böylesi bir mana, hem kâfire, hem de müslümana nisbetle, hem bu hadiseden önce hem de sonra mevcuttur. Binâenaleyh bu manayı bu hadiseye tahsis etmenin hiçbir manası bulunmaz. Bil ki, Mutezile de, kendi mezheplerinin doğruluğu hususunda aynı ayete tutunarak şöyle demiştir: "Bu ayet, Allahü teâlâ'nın, bâtılı hak kılmayı; hakkı da iptal etmeyi kesinlikle murad etmediğine delâlet eder. Aksine Cenâb-ı Hak, her zaman hakkı hak kılmayı, bâtılı da iptal etmeyi murad etmiştir. Bu da, "Batılı da, küfrü de ancak Allah irâde eder" diyen kimselerin görüşünü iptal eder." Âlimlerimiz buna şu şekilde cevap vermişlerdir: "Usûl-ü fıkıhta şöyle bir kaide bulunmaktadır: Başında elif lâm bulunan müfred (tekil) kelime, önce geçmiş olan muayyen ve belli olan bir şeye hamledilir. Binâenaleyh bu ayet, Allahü teâlâ'nın, burada hakkı hak kılmayı, bâtılı da iptal etmeyi murad ettiğine delâlet eder. O halde, nasıl "durum her yerde aynıdır" diyebilirsiniz?" Aksine biz, ayetin bizim görüşümüzün doğruluğuna delâlet ettiğini delili ile beyan etmiştik. Cenâb-ı Hakk'ın, "ve kâfirlerin arkasını kesmeyi..." ifadesine gelince: Dâbir kelimesi, âhir, sonuncu demektir. Bu kelime, bir kimse arkasını dönüp gittiğinde söylenilen (......) fiilinden ism-i faildir. "Kuşun ayakları ardındaki parmak" ifadesi de böyledir. Bir şeyin dâbirini kesmek, onun kökünü kurutmak demektir. Bundan maksad şudur: "Sizler, mal elde etmek için kervanı istiyordunuz. Allahü teâlâ da, kendisinde hak dini yüceltmek ve kâfirleri kökünü kazıyıp yok etmek gibi bir fayda bulunduğu için sizin Kureyş ordusunun üzerine yürümenizi istiyordu." 9Âyetin tefsiri için bak:10 10"Hani siz Rabbinizden yardım istiyordunuz da, O da: "Muhakkak ki ben size meleklerden birbiri ardınca bin(lercesi) ile imdad edeceğim" diyerek duanızı kabul buyurmuştu, Allah bunu ancak bir müjde, kalbleriniz o sayede tatmin olsun diye yapmıştı.. Yardım ancak Allah'ın katındandır. Şüphesiz ki Allah mutlak galiptir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir". Bil ki Allahü teâlâ bir önceki ayette, hakkı gerçekleştireceğini, batılı iptal edeceğini beyan edince, müslümanlar yardım istediğinde, onlara yardım edeceğini de bu ayette açıklamıştır. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Ayetin başındaki iz kelimesinin amilinin, önceki ayetteki yubtıl fiili olması, dolayısıyla bu ayetin, önceki ayetle irtibatlı olması mümkün olduğu gibi; "Hatırlayın o zamanı ki hani..." takdirinde olmak üzere müste'nef bir cümle olması da caizdir. Ayetteki "Hani yardım istiyordunuz" ifadesi ile ilgili iki görüş vardır: Birinci görüş: Bu yardım isteme işi, bizzat Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den sâdır olmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: "Bana Hazret-i Ömer b. Hattab (radıyallahü anh) şunu anlattı: "Bedir günü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), müşriklere bakıp onların sayısının bin; ashabına bakıp bunların sayısının da üçyüz küsur olduğunu görünce, kıbleye dönüp ellerini göğe kaldırarak, "Allahım! Bana va 'adettiğin şeyi yerine getir. Allahım! Eğer şu bir avuç insanı helak edersen, yeryüzünde sana bir daha ibadet olunmaz" Müslim, Cihad, 58 (3/1384) diye dua etti. O durmadan bu duaya devam etti. Hatta ridâsı sırtından düştü. Hazret-i Ebu Bekir onu alıp sırtına verdi ve O'na: "Ya Resulellah. Rabbine yaptığın bu dua sana yeter. Çünkü O, sana va'adettiğini mutlaka yerine getirir" dedi. İşte bunun üzerine bu ayet nazil oldu. İki ordu karşı karşıya saf bağlayınca, Ebu Cehil: "Allahım! Hangimiz hakka daha lâyık isek, ona yardım et" dedi ve Allah'ın Resulü de, elini kaldırıp o yukarıdaki duasını yaptı. İkinci görüş: Ayette bahsedilen yardım isteme mü'minler tarafından olmuştur. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i yardım istemeye sevkeden sebep, ashab için de söz konusu idi. Hatta ashabın endişe ve korkusu, Hazret-i Peygamberinkinden daha fazla idi. Bu hususta doğruya en yakın olan şöyle söylemektir: Rivayet olunduğu gibi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) dua edip yalvardı; ashab da onun duasına "âmin" dediler. Böylece içlerinden (kalben), bu dua hususunda Hazret-i Peygamber'e tabi olmuş oldular. Binâenaleyh Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sesli olarak dua ettiği için, Hazret-i Peygamberin dua etmiş olduğu rivayet edildi, ashabın dua ettiği nakledilmedi. İşte bu hususta farklı rivayetleri bu şekilde bağdaştırmak mümkündür. Ayetteki ifadesi "Sizler, igâse(yardım) istiyordunuz" demektir. Nitekim bir belâ ve sıkıntıya düşen kimse, "Bana yardım et" yani, "Bu belayı benden gider" der. Bil ki Allahü teâlâ, ashabın yardım istediklerini bildirince, kendisinin onların bu dualarına icabet ettiğini bildirerek "Muhakkak ki ben size, meleklerden birbiri ardınca bin(lercesi) ile imdâd ederim" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır: Ayetteki ifadesinin aslı şeklindedir. Bundan harf-i cer hazfedilmiş ve bu, istecâbe fiilinin mef'ulü olarak, mahallen mansub kılınmıştır. Ebu Amr, kale (dedi) şeklinde bir fiili mahzuf sayarak veya buradaki istecâbe (duanızı kabul etti) fiilini kale manasına alarak, bu ifadeyi kesre ile innî şeklinde okumuştur. Çünkü "icabet" de "kale" türünden bir kelimedir. Nâfî ve Asımın ravisi Ebu Bekir, dal harfinin fethası ile kelimeyi, mürdefîn; diğer kıraat imamları ise dal harfinin kesresi ile mürdifîn şeklinde okumuşlardır. Ferrâ, mürdifin kıraatinin, tıpkı bir hayvanın üzerinde birbiri ardına binen kimseler gibi, "birbiri peşine gelen, birbirine tâbi olan melekler" manasında olduğunu; mürdefîn kıraatinin ise, "Allah'ın kendilerini bu şekilde peşpeşe kılmış olduğu melekler" manasında olduğunu söylemiştir. Dolayısıyle ayet; "Allah, melekleri ashabın peşinden gönderdi ve onları meleklerle takviye etti" demektir. Meleklerin Savaşıp Savaşmadığı Alimler, meleklerin Bedir Günü bizzat savaşıp savaşmadıkları hususunda ihtilaf etmişlerdir: Bir kısım alimler şöyle demişlerdir: "Cebrail (aleyhisselâm), beşyüz meleği Hazret-i Peygamberin ordusunun sağına indirmişti. Ordunun bu cenahında Hazret-i Ebu Bekir vardı. Mikâil (aleyhisselâm) de beşyüz melek ile birlikte, ordunun sol cenahına indi. Burada da Hazret-i Ali b. Ebu Talib (radıyallahü anh) bulunuyordu. Melekler insan şeklinde idiler ve üzerlerinde beyaz elbiseler vardı. Bu (bin) melek, Bedir'de bizzat savaştı." Meleklerin Bedir'de savaşıp, Hendek (Ahzâb) ve Huneyn savaşlarında savaşmadıkları söylenmiştir. Ebu Cehil'in, İbn Mes'ud (radıyallahü anh)'a: "Sesini duyup da kendini göremediğimiz bu şeyler nedir?" dediği, Abdullah b. Mes'ud (radıyallahü anh)'in da: "Bu, meleklerin sesidir" cevabını verdiği, bunun üzerine Ebu Cehil'in "Bizi yenen siz değilsiniz, onlar!.." dediği rivayet edilmiştir. Yine rivayet edildiğine göre bir müslüman, bir müşriğin peşine düştüğünde, başının üstünde bir şakırtı duyuyordu ve birden önündeki müşriğin yuvarlanıp düştüğünü ve yüzünün paramparça olduğunu görüyordu. İşte böyle bir hadiseyi ensardan biri, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e anlatınca, O: "Doğrusun. Bu, gökten gelen yardımdandır" buyurdu. Diğer bazı alimler ise, meleklerin Bedir'de bizzat savaşmadıklarını, ancak müslümanların (yanında durarak) sayılarını çoğalttıklarını ve müslümanlara sebat verdiklerini; aksi halde tek bir meleğin gücünün, bütün dünyayı yok etmede yeterli olacağını; çünkü (meselâ) Cebrail (aleyhisselâm)'in kanadının bir teleği ile, Lût (aleyhisselâm) Kavmi'nin şehirlerini ve Semûd Kavminin diyarlarını alt üst ettiğini, tek bir nâra ile Salih (aleyhisselâm)'in kavmini yok etmiş olduğunu söylemişlerdir. Bu yardımın nasıl olduğu hususunda gerekli açıklama, Âl-i İmrân sûresinde ayrıntılı olarak yapılmıştı. Meleklerin bizzat savaşmak için inmemiş olduklarının doğruluğuna, ayetteki, "Allah, bunu ancak bir müjde... yapmıştı" ifadesi de delâlet eder. Ferra'ya göre, buradaki "bunu" zamiri, mürdifîn kelimesinin delâlet ettiği, "arda arda getirme" masdarına râci olup, bu ifâdenin takdiri, "Allah, bu ard arda getirişi-gönderişi, ancak bir müjde kılmıştır" şeklindedir. Zeccâc da, "Bu, "Allah bu ard arda gelişi, mü'minler için ancak bir müjde kıldı" manasındadır" demiştir. Bu görüş daha uygundur. Çünkü meleklerle yardım işi, müjde şeklinde tahakkuk etmiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Bedir Günü çadırında oturmuş dua ediyordu. Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) de sağında oturuyordu. Yanında Hazret-i Ebu Bekir'den başka kimse yoktu. Derken Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) biraz uyuklayıp uyandı. Sonra sağ eliyle Hazret-i Ebu Bekir'in dizine dokunarak: "Allah'ın yardım edeceğini müjdelerim. Yemin olsun ki rüyamda Cibril'i, atlıları yönlendirirken gördüm" dedi." Bu rivayet de, meleklerin indirilmesindeki maksadın, sadece mü'minler için bir müjdeleme olduğunu gösterir ki, bu onların savaşmak için gelmiş olmalarına ters düşer. Allahü teâlâ daha sonra "Yardım ancak Allah'ın katındandır" buyurmuştur. Bu ifadenin maksadı, her nekadar melekler mü'minlere destek olmak için indirilmiş ise de, mü'mine gerekenin, işini sadece buna bağlamayıp, Allah'ın mağlub olmayacak bir gâlib ve âzîz, yine yenilmeyen, ezilmeyen bir kahir olmasından ötürü, Allah'ın yardımına, desteğine, muzafferiyetine, hidayetine ve kifayetine güvenip dayanması olduğuna dikkat çekmektir. Allah yardım indirme hususunda da hakimdir, (hikmet sahibidir), onu yerli yerince indirir. 11Âyetin tefsiri için bak:13 12Âyetin tefsiri için bak:13 13"Hani O, size kendisinden bir eminlik olmak üzere hafif bir uyku ile buruyordu. Sizi tertemiz yapmak, sizden şeytanın murdarlığını gidermek, kalblerinizi pekiştirmek, ayaklarınızı sabit kılmak için de gökten üstünüze bir su indiriyordu. Hani Rabbin meleklere: "Şüphesiz ki ben sizinle beraberim. Haydi iman edenlere sebat ilham edin" diye vahyediyordu. "Ben kâfirlerin yüreklerine korku salacağım. Ey mü'minler siz de, hemen vurun onların boyunlarına, vurun onların her bir parmağına" diyordu. Bunun sebebi şudur: Çünkü onlar, Allah'a ve Resulüne karşı geldiler. Kim Allah'a ve Resulüne karşı gelirse, Allah'ın ikâbı cidden çetindir". Bu âyetlerle ilgili birkaç mesele vardır: Zeccâc, bu âyetlerin başındaki iz edatının, önceki âyetteki kısmının zarfı olarak, mahallen mansûb olduğunu söylemiştir. Bunun takdirinin şeklinde olması da mümkündür. Âyetteki (......) kelimesi üç türlü okunmuştur: a) Nâfî, bunu "yâ" harfinin zammesi, gayn harfinin sükûnu, şeddesiz şın ile, ve bundan sonraki nüâs kelimesii mansûb (mef'ul) olarak "Hani Allah, sizi bir uyku ile buruyordu" şeklinde, b) Ebu Amr ve İbn Kesir elifli olarak, yâ'nın fethası, gayn'ın sükûnu ile ve nüâs kelimesini de merfû (fail) olarak "Hani sizi bir uyku buruyordu" şeklinde; c) Diğer kıraat imamları da, şın harfinin şeddesi ve yâ'nın zammesi ile, tefîl babından olarak ve nüâs kelimesini mansûb (mef'ûl) olarak, "Hani O (Allah), sizi uyku ile iyice sarıp buruyordu" şeklinde okumuşlardır. Vahidî (r.h) şöyle der: "Birinci kıraat eğşfi, ikincisi ğaşiye, üçüncüsü de geşşâ fiilindendir. Bu kelimeyi, yeğşâkum şeklinde okuyanların delili, (âl-i imran. 154) ayetidir. Binâenaleyh o ayette fiil (yani indirme işi), uyku ve uykunun sebebi olan eminliğe isnâd edildiği (yani bunlar mef'ul olduğu gibi), bu ayette de öyledir. Bu kelimeyi, eğşâ ve geşşâ fiillerinden okuyanlara göre, her ikisi de aynı manaya olup, Kur'an-ı Kerim'de bu şekil kullanışlar vârid olmuştur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Böylece onlan sanverdik, artık göremezler" (Yasin. 9); "Onu, bürüyen bürüdü" (Necm. 54) ve"Sanki yüzleri sarılmış..." (Yunus, 27) buyurmuştur. Bu iki kıraate göre de fiil Allah'a isnâd edilmiştir (yani bu fiilin faili Allah'dır). Müminlere Yapılan İlahî Yardımın Şekilleri Allahü teâlâ, onların dualarına icabet ettiğini ve onlara Yardım vaadinde bulunduğunu zikrederek 'Yardım (zafer) ancak Allah'ın katındandır" (Enfâl, 10) buyurunca, bunun peşinden yardımının çeşitlerini anlatmıştır. Bunlar altı çeşittir: Birinci çeşit: Ayetteki, "O, sizi, kendisinden bir eminük olmak üzere hafif bir uyku ile buruyordu" ifadesinin anlattığı çeşittir. "Minhu" kelimesi "Allah tarafından" demektir. Bil ki her türlü uyku ve uyuklama ancak Allah tarafındandır. Binâenaleyh âyette bahsedilen "hafif uyku"nun ancak Allah tarafından olduğunun belirtilmesinin mutlaka başka bir mânası vardır, Âlimler bu hususta şu izahları yapmışlardır: 1) Korkan kimse, düşmanından hem kendi açısından, hem de aile efradı açısından çok korktuğunda, uyayamaz. Korkan kimse, uyuduğunda emin olur. Dolayısıyla o çok korku esnasında meydana gelen uyku, korkunun gidip yerini emniyetin aldığına delâlet eder. 2) Bu kimseler pekçok yönden korkmuşlardır. a) Müslümanların sayısının az, kâfirlerinkinin ise çok olması, b) Kâfirlerin hazırlıklı olması, teçhizatlarının bulunması; mü'minlerin hazırlığının, kâfirlerinkine nisbetle az olması. c) Şiddetli susuzluk. Şayet böyle bir uyku ve istirahat tahakkuk edip de, böylece ashâb, ikinci gün savaşmak imkânı bulamasaydılar, galibiyyet tam olmazdı. 3) Onlar, düşmanlarının kendilerini çarpıp yenebilecekleri bir biçimde, derin bir uykuya dalmadılar. Aksine bu, düşmanları kendilerine saldırmayı istemiş olsalardı, onların kendilerine ulaşacaklarını bilecekleri ve düşmanın bu saldırısını savuşturmaya muktedir olacakları bir durumda olmalarıyla beraber, onların yorgunluk ve bıkkınlıklarını gideren bir uyuklama olmuştur. 4) Sayıları çok olmasına rağmen bu uyuklama onları aynı anda bürüdü. Halbuki, çok şiddetli bir korku esnasında büyük bir kalabalığı uykunun yakalaması, harikulade bir iştir.. İşte bu sebepten dolayı, "Bu uyku bir mucize hükmünde olmuştur" denilmektedir. Buna göre şayet, "Eğer durum sizin bahsettiğiniz gibiyse, o halde onlar, bu uyuklamadan sonra daha niye korkmuşlardır?" denilirse, biz deriz ki: Bilinen husus, "Allahü teâlâ'nın, İslâm ordusunu muzaffer ve mansûr kılmasıdır." Bu ise, o müslümanlardan bazılarının öldürülmesine mani değildir. Buna göre şayet, "Ayetteki bu kelime, yügâşşikum ve yuğşîkum şeklinde okunup, nüâse kelimesi de mansûb kılınınca, bu fiillerin tahtında bulunan zamir Allah'a râci olur; "Emeneten" lâfzı da mef'ûlün leh olmuş olur. Ama bu ifade (......) şeklinde okunduğu zaman, emeneten kelimesini mef'ûlün leh yapmak nasıl mümkün olur? Zira, mef'ûlün teh olan kelimenin, muallel olan bir illete bağlanan fiilin failinin işi olması gerekir..." denilirse, biz deriz ki: Yağşâkum kelimesi her ne kadar zahiren nüâs kelimesine isnâd edilmişse de, gerçekte fiilin faili Allah'dır. Binâenaleyh, mana itibariyle böylesi bir ta'lîl yerinde ve doğru olmuş olur. Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Bu kelime, mîmin sükûnuyla emneten şeklinde de okunmuştur, şeklindeki okuyuşun benzer ifadesi, (yaşadı, yaşamak); şeklindeki okuyuşun benzeri ifadesi ise, (merhamet etti-merhamet etmek) tabiridir. İbn Abbas, "Savaşta uyuklamak, Allah'tan bir emniyyet; namazda uyuklamak ise, şeytan tarafından bir vesvesedir" demiştir. İkinci çeşit: Hak teâlâ'nın "Sizi tertemiz yapmak, sizden şeytanın murdarlığını gidermek., için de gökten üstünüze bir su indiriyordu" buyruğunun ifade ettiği husustur. Bundan muradın, yağmur olduğunda şüphe yoktur. Bu husus, varid olan haberde şu şekilde anlatılmıştır: Kureyş ordusu, suyun bulunduğu yere daha önce gelip orayı İstitâ etmişti. Ve onlar böylece, zaferin ve üstünlüğün kendilerine ait olacağını umuyorlardı. Derken mü'minler susadılar ve susuzluktan dolayı endişeye kapıldılar. Hem içmeleri hem de temizlenmeleri için, suya muhtaç olmuşlardı. Onların birçoğu ihtilâm olup cünüb olmuşlardı. Buranın, ayakların içine gömülüp çokça toz toprak kaldıran bir yer olması da bunlara eklenmişti. Böylece, gerek düşmanın, gerekse onların teçhizatlarının çokluğu sebebiyle, müslümanların kalblerinde bir korku meydana gelmişti. Binâenaleyh, Allahü teâlâ ayette bahsedilen yağmuru yağdırınca, yağan bu yağmur, ilahî yardım ve muzafferiyetin mü'minlerden yana olacağına bir delil oldu.. İşte bu yağmurun yağması pekçok cihetten büyük bir nimet oldu: a) Susuzluğun giderilmesi. Rivayet olunduğuna göre müslümanlar, çölde bir yer eşiyorlar; burası büyük bir havuz halini alıyor; orada su birikiyor, derken onlar o sudan içiyorlar, temizleniyorlar ve faydalanıyorlardı. b) Onlar, bu sudan yararlanarak yıkanıyorlar ve böylece cünüblükten kurtuluyorlardı. Mü'min bir kimsenin, cünüb olduğu zaman kendisini pis hissedeceği, gusül imkanı bulamadığı zaman üzüleceği, bundan dolayı kalbinin daralacağı âdeten bilinir. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, bir temizlenme imkanı verişini de, onlara verilen nimetler zincirinin bir halkası saymıştır. c) Onlar susayıp da su bulamadıkları ve sonra uyuyup ihtilam oldukları zaman, suya alabildiğine ihtiyaç duyuyorlardı. Ama sonra yağmur yağınca onların bu sıkıntıları zail oldu ve böylece maksad yerini buldu. İşte bu hallerin ortaya çıkışında, zorluğun zail olup, yerini kolaylık ve sevince bıraktığına istidlal edilebilecek hususlar vardı. Hak teâlâ'nın, "Sizden şeytanın murdarlığım gidermek için..." ifadesi ile ilgili olarak da şu izahlar vardır: a) Bu murdarlıkla, müslümanların ihtiiâm olmaları murad edilmiştir. Çünkü bu, şeytanın vesveselerindendir. b) Kâfirler suyun başına konup, orayı ele alınca, şeytan müslümanlara, yok olup helak olacaklarına dair vesvese verip korkutmuştu. Ama yağmur yağınca şeytanın bu vesvesesi zâil olup gitti. Rivayet olunduğuna göre ashab uyuyup, bir çoğu ihtilam olunca, iblis onların gözüne görünerek, "siz hak üzere olduğunuzu iddia ediyorsunuz, bir de kalkıp cünüp cünüp namaz kılıyorsunuz ve susuzluktan kırılıyorsunuz. Eğer hak üzere olsaydınız, o kâfirler su meselesinde size üstün gelmezlerdi" dedi. Allahü teâlâ işte bunun üzerine yağmuru yağdırdı ve vadilerden sular akmaya başladı. Müslümanlar suların önüne setler yaparak gölcükler edindiler ve buralardan yararlanarak guslettiler. Yerdeki kumlar sertleşti ve böylece ashabın ayaklan yer üzerinde sebat etti. c) Şeytanın murdarlığından murad, şeytanın insanları hep davet edip durduğu her türlü günah ve fesaddır. İmdi eğer, "Bu üç izandan hangisi daha uygundur?" denilirse, biz deriz ki: "Ayetteki, "Sizi tertemiz yapmak için" ifadesi, "sizden cünüblüğü gidermek için..." manasınadır. Eğer ayetteki "şeytanın murdarlığı" tabirini "cünüblük" manasına alırsak, lüzumsuz bir tekrar yapılmış olması gerekir. Böyle bir tekrar ise normal duruma aykırıdır. Buna şöyle diyerek cevap vermek mümkündür: "Ayetteki "Sizi tertemiz yapmak için..." tabirinden maksad, şer'î taharetin meydana gelmesidir; "Sizden şeytanın murdarlığını gidermek için..." tabirinden maksad ise, onların uzuvlarından meni (kalıntılarını) izale etmektir. Çünkü menî, bizatihi pis sayılan bir şeydir." Sonra sen şöyle dersin: "Bu ifâdeyi "ihtilamın eserini izale etmek" manasına almak, "vesveseyi izale etmek" manasına hamletmekten daha uygundur. Çünkü suyun, maddî pisliği uzuvların üzerinden gidermedeki tesiri, hakikî bir tesirdir. Ama onun vesveseyi kalbten yok etmedeki tesiri ise, mecazî bir tesirdir. Binâenaleyh lafzı hakikî manaya almak, mecazî manaya hamletmekten daha uygundur. Bil ki biz ayet-i kerimeyi bu manaya aldığımız zaman, menînin şeytanın bir murdarlığı olduğunu kesin olarak söylememiz gerekir. Bu ise, Cenâb-ı Hakk'ın "Ricsi (pisliği) terket" (Muddesir. 5) ayetinden dolayı, onun mutlak manada necis (pis) olduğuna hükmetmeyi gerektirir. Üçüncü çeşit: Bu ayet-i kerimede zikredilen nimetlerin üçüncüsü, "Kalblerinizi pekiştirmek için..." tabirinin anlattığı husustur. Bundan maksad, "Bu yağmurun yağması sebebi ile, kalblerinin kuvvet bulup, korku ve dehşetlerinin yok olmasıdır. Lügatta "rabt", bağlamaktır. Biz daha önce bu kelimenin manasını, ve râbitû (Al-i imran, 200) ayetinde anlatmıştık. Arapça'da, birşeye karşı sabr-u sebat gösteren herkes hakkında (Kalbini ona bağladı) denilir. Sanki o, kalbini tereddüd ve endişeye düşmekten men etmiş gibidir. Nitekim yine Arapça'da, "hapseden, engel olan adam" manasında denilir. Vahidî şöyle demiştir: "Burada, alâ harf-i cerri sıla (yani zâid) gibi görünmektedir. Buna göre ayetin takdiri, Kalblerinizi, yardım ve muzafferiyet ile sapasağlam bağlanmak, sağlamlaştırmak için..." şeklindedir. Fakat ayetin tefsirinde, alâ harf-i cerri sıla (zaid) değil gibidir. Çünkü bu kelime, Arapça'da isti'la (üzerinde olma) manasındadır. Buna göre ise mana, "Onların kalbleri bu te'yid ve yardım ile öylesine dolmuştur ki sanki bu nusret onların kalbleri üzerinde hakim olmuştur" şeklindedir." Düşman Karşısında Ayakları Sabit Kılma Dördüncü çeşit: Ayette zikredilen nimetlerin dördüncüsü "Ayaklarınızı onunla sabit kılmak için" tabirinin anlattığı husustur. Alimler bu ifade hakkında birkaç izah şekli zikretmişlerdir: a) Bu yağmur, kum tanelerini birbirine yapıştırmış ve o onu, mü'minlerin ayaklarının içine batmayacağı bir duruma getirmişti. Böylece mü'minler o kumluk zemin üzerinde diledikleri gibi yürüyebilmişlerdi. Eğer bu yağmur olmasaydı, onlar buna muktedir olamayacaklardı. Bu takdire göre, ayetteki bihl kelimesindeki zamir yağmur"a râcîdir. b) Bundan maksad şudur: Onların kalblerinin takviye edilmesi, ayaklarının sabit kadem (sebatlı) olmasını gerektirmiştir. Çünkü kalbi zayıf (korkak) olan kimse kaçar, yerinde sebat edemez. Allah onların kalblerini takviye edip güçlendirince, ayakları da sabit kadem olmuş, sebat kazanmıştır. Bu duruma göre, bihi kelimesindeki zamir, "o sağlamlaştırma, o rabıta verme ile" manasındadır. c) Rivayet edildiğine göre, yağmur yağdığı zaman kâfirlerde, mü'minler için hasıl olan bu şeylerin aksi meydana gelmiştir. Çünkü kâfirlerin konakladıkları yer, toprak ve çamur bir yer idi. Yağmur yağınca bu çamur daha da arttı. Böylece onların rahatça, istedikleri gibi yürümelerine manî oldu. Buna göre, "Ayaklarını onunla pekiştirmek için..." tabiri, düşmanların durumunun bunun hilafına olduğunu zımnen ifade etmektedir. Beşinci çeşit: Ayette zikredilen beşinci nimet, "Hani Rabbin, meleklere "şüphesizki ben sizinle beraberim" diye vahyediyordu" buyruğunun anlattığı husustur. Bu ifade ile ilgili iki bahis bulunmaktadır: Birinci bahis: Zeccâc şöyle demiştir: "Buradaki iz (hani) edatı, nasb mahallindedir. Buna göre kelamın takdiri şöyledir: "Rabbin meleklere şöyle şöyle vahyediyor olduğu zaman, sizin kalblerinizi pekiştirmek ve ayaklarınızı onunla sabit kılmak için..." Yine bu edatın mahzuf bir üzkürû fiilinin zarfı olarak mansub olması da caizdir." İkinci bahis: Ayetteki "Ben sizinle beraberim" ifadesinin iki şekilde izahı vardır: a) Bundan maksad şudur: Allahü teâlâ meleklere, kendisinin onlarla birlikte, yani müslümanları takviye etmek için onları gönderirken meleklerle birlikte olduğunu vahyetmiştir. b) Bundan maksad şu da olabilir: Allahü teâlâ meleklere, "Ben, müminlerle beraberim. Öyleyse siz de onlara yardım edin ve onları destekleyin" diye variyetti." Bu ikinci izah daha uygundur. Çünkü bu tabirden maksad, korkuyu gidermektir. Melekler ise kâfirlerden korkmazlar. Orada korkanlar, ancak müslümanlardı. Meleklerin Mü'minlere Sebat Vermeleri Daha sonra Cenâb-ı Hak "Haydi iman edenlere sebat ilham edin " buyurmuştur. Alimler burada bahsedilen "sebat verme"nin nasıl olduğu hususunda birkaç değişik görüş beyân etmişlerdir: 1) Melekler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, Allah'ın mü'minlerin yardımcısı olduğunu bildirmişler; Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm) de bunu mü'minlere haber vermiştir. İşte sebat vermenin manası budur. 2) Nasıl şeytanın insana vesvese vermesi mümkün ise, aynı şekilde meleklerin de insanlara ilham vermesi mümkündür. İşte buradaki sebat verme de bu manayadır. 3) Melekler, mü'minlere, onların tanımış oldukları (âşinâ oldukları) kimselerin kılıklarına girmiş olarak görünüyorlar ve onlara muzafferiyet, fetih ve zafer hususunda yardım ediyorlardı. Allah'ın, Kâfirlerin Kalblerine Korku Salması Altıncı çeşit: Bu ayette zikredilen nimetlerin altıncısı "Ben kâfirlerin yüreklerine korku salacağım " buyruğunun anlattığı husustur. Buda, büyük nimetlerden birisidir. Çünkü nefsin komutanı kalbtir. Allahü teâlâ, onu kuvvetlendirip, ondaki korkuyu gidermek manasında, mü'minlerin kalblerini pekiştirdiğini beyan edince, bu ifâde ile de, kâfirlerin kalblerine korku ve dehşet saldığını zikretmiştir. Dolayısiyle bu, Allah'ın mü'minlere olan nimetlerinin en büyüklerinden biridir. Cenâb-ı Hakk'ın "Hemen vurun onların boyunlarına" buyruğuna gelince, bu hususta iki izah şekli vardır: 1) Bu tabir, meleklere bir emir olup, ayetteki, "Haydi.. sebat ilham edin " sözünün devamıdır. 2) Bunun, mü'minler için emir olduğu da söylenmiştir. Bu ikinci görüş daha doğrudur. Çünkü biz daha önce, Allah'ın, melekleri savaşmak ve bizzat vuruşmak için göndermediğini açıklamıştık. Bil ki Cenâb-ı Allah, müslümanlar için nusret ve muzafferiyeti gerektirecek olan bütün şartların gerçekleştiğini beyan edince, mü'minlere işte o zaman, kâfirlerle savaşmalarını emretmiştir. Ayetteki "boyunlarının üstüne" tabiri hakkında iki görüş vardır: a) Boynun üstündeki şey kafadır. Öyleyse bu tabir, kâfirlerin kafalarını bedenlerinden ayırma hususunda bir emirdir. b) Ayetteki "Boyunlarının üstüne vurunuz" sözü, "Boyunlarını vurunuz (kesiniz)" takdirindedir. Benân (Parmak) Kelimesinden Maksad Allahü teâlâ daha sonra "Vurun onların herbir parmağına..." buyurmuştur. Bu, "Onların ellerini, bacaklarını, kollarını, kanatlarını budayınız" demektir. Sonra âlimler ihtilaf etmişler ve onlardan bir kısmı bundan maksadın, mü'minlerin onları diledikleri gibi vurup öldürmeleri olduğunu; çünkü boynun üstündeki uzvun, insanın en kıymetli uzvu olan kafası olduğunu; parmakların ise en zayıf uzuvlar olduğunu; dolayısıyla Cenâb-ı Hakk'ın, bütün uzuvlara dikkat çekmek için, en şerefli uzuv ile, en zayıf ve en küçük uzvu zikretmiş olduğunu söylemişlerdir. Diğer bir kısmı da şöyle demişlerdir: "Aksine, bu tabirden maksad, ya "öldürme"dir, ki bu, boyunların üzerindeki kafayı uçurmaktır, yahut da parmakları kesmektir. Çünkü parmaklar kılıç, mızrak ve benzeri silahları tutma ve kullanma vasıtalarıdır. Onların parmaklan kesilince, savaşamazlar. Bil ki Cenâb-ı Hak, müslümanlara olan bu kabil birçok nimetini zikredince, "Bunun sebebi şudur: Çünkü onlar Allah ve Resulüne karşı geldiler" buyurmuştur. Bu, "Onlar, Allah ve Resulüne karşı gelmiş oldukları için, Cenâb-ı Hak o kâfirleri böylesi pekçok rüsvaylık ve rezillik içine atmış ve onları canlandırmıştır" demektir. Zeccâc şöyle der: "Ayetteki şakku fiili, "karşı tarafa geçtiler ve mü'minlerin bulunduğu tarafın aksi tarafında bulundular" manasındadır. Bunun masdarı olan şıkk kelimesi, "taraf, yan" anlamındadır. "Allah'a karşı geldiler" tabiri, mecazi bir ifade olup, "Allah'ın dostlarına ve dinine karşı geldiler" demektir. Daha sonra Allahü teâlâ 'Kim Allah'a ve Resulüne karşı gelirse, Allah'ın ikabı cidden çetindir" buyurmuştur. Bu, "Bugün onların başına inen belâ, Allah'ın kıyamet günü onlar için hazırladığı cezanın pek azıdır" demektir. Bu ifadeden kasıt, onları küfürden vazgeçirmek ve onları inkârdan ötürü tehdit etmektir. 14"İşte bunu gördünüz ya, şimdi tadın bunu! Kâfirlere bir de cehennem azabı vardır". Bu ayetle ilgili iki mesele vardır Zeccâc şöyle demiştir: "Zaliküm kelimesi, mahzûf bir mübtedanın haberi olduğu için, mahallen merfudur ve takdiri, "İş işte budur. Haydi tadın onu" şeklindedir. Zaliküm kelimesinin mübteda, cümlesinin de haber olması caiz değildir. Çünkü "fâ" edatından sonra gelen cümle, mübtedanın haberi olamaz. Ancak "Bana gelene, bir dirhem mükâfaat var" ve "Evde olan her adama ikram olunmuştur" misallerinde olduğu gibi, mübtedânın bir ism-i mevsûl olması veyahut da sıfatlanmış nekire, belirsiz bir isim olması durumu müstesna... Ama, denilmesine gelince, biz burada Zeyd'i ancak mahzûf bir müstedânın haberi tutabiliriz.. Buna göre ifadenin takdiri, "Bu Zeyd'dir, o gidicidir..." şeklinde olup, ayrıca ifadesinin takdiri de, şeklindedir. Cenâb-ı Hak, Allah ve Resûlüyle mücadele edenlere, kendisinin ikâb ve cezasının çok çetin olduğunu beyân edince, bundan sonra da vereceği cezanın niteliğini ve sıfatını; onun bazan peşinen bu dünyada, bazan da ahirete ertelenmiş olduğunu beyan edip açıklamıştır. Ve O, "İşte bunu gördünüz ya, şimdi tadın bunu" emriyle de peşinen bu dünyada verilen öldürülme ve esir edilme cezasının, onlar için ahirete bırakılan cezaya nisbetle çok önemsiz ve basit olduğuna dikkat çekmiştir. İste bundan dolayı da bunu, "tadmak fiili" (zâke) ile bildirmiştir. Çünkü, tadmak ancak çok olanının durumu anlaşılsın diye, az ve önemsiz olan bir miktarın tadının bilinmesiyle meydana gelir. Binâenaleyh, onlar için bu dünyada meydana gelen acı ve sıkıntılar, onlar için ahirette hazırlanmış olan büyük cezalara oranla az olan bir tadımlık mesabesindedir. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın, "Şimdi tadın bunu" buyruğu, bu tadmanın, hususî bir tadmayı algılamamız dışında, başka bir yol ile meydana geleceğine delâlet eder. Bu tıpkı, "Tat! Hani sen çok ulu, çok şerefli idin!" (Duhân, 49) ayetinde olduğu gibidir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Ben, Rabbimin yanında geceliyorum; O, beni yediriyor, içiriyor.." Buhari, Savm, 49-50; Müslim, Sıyâm, 57-61 (2/774-776). derdi. İşte bu ifade de, ruhanî ve manevî bir yol ile tadmanın, yeyip içmenin, bunları maddî bir yolla elde edilmesinden başka ve farklı olduğuna delâlet eder. 15Âyetin tefsiri için bak:16 16"Ey iman edenler, toplu bir halde kâfirlerle karşılaştığınız zaman onlara arkanızı dönmeyin. Tekrar muharebe için bir tarafa çekilenin, yahut diğer fırkaya ulaşıp mevki tutanın durumu müstesna olmak üzere, kim öyle bir günde onlara arka çevirirse, o, muhakkak ki Allah'ın gazabına uğramıştır. Onun yurdu cehennemdir. O, ne kötü bir sondur!". Kâfirlerle Yapılan Savaşta Kaçmayın Ezherı şöyle der: "Zahf kelimesi, esasında çocuklar için kullanılır ki bu da çocuğun, ayakları üzerinde yürümesinden önceki devrede, kıçı üstünde sürünmesi, emeklemesidir. Böylece savaşmak için, birbirlerine doğru hareket edip giden iki grubun yürümesi, çocuğun kıçı üstünde emeklemesine benzetilmiştir. Binâenaleyh, her grup vuruşmadan önce, diğer gruba doğru yavaş yavaş yürüyor, demektir..." Sa'leb de şöyle demiştir: "Zahf kelimesi, bir şeye doğru yavaş yavaş yürümek demektir. Şiir sanatında geçen "zihaf" da böyle olup, iki harf arasından bir harfin düşüp, böylece bu iki harften birinin ötekine doğru yaklaşması (uzunca okunması gereken bir hecenin kısa okunmasıdır)." Bunu iyice kavradığın zaman biz diyoruz ki: "Toplu bir halde kâfirlerle karşılaştığınız zaman" buyruğundaki zahfen kelimesi, manasında olmak üzere, hâl olarak mansûbtur. Bunun, kâfirlerin hâli olması caiz olduğu gibi, muhatapların, yani mü'minlerin hali olması da mümkündür. Zahf kelimesi, tıpkı adl ve rıda kelimeleri gibi, sıfatı hazfedilmiş bir masdardır. İşte bundan dolayı çoğul olarak getirilmemiştir. Binâenaleyh mânâ "Savaşmak için, o kâfirlere doğru gittiğinizde bozulup dağıtmayınız " şeklinde olur. Buyruğunun manası ise, "Sırtlarınızı, o düşmanlara karşı dönmeyin " şeklindedir. Sonra, Allahü teâlâ düşmana sırt dönmeyi yasaklayınca, şu iki halin dışında, düşmana arka çevirmenin (ondan kaçmanın) haram olduğunu beyan buyurmuştur: a) Bu dönmenin, tekrar savaşmak niyetiyle geri çekilmek için olması... Ki bu şekildeki hareketin maksadı, düşmana kaçıyor hissini vermek, sonra da ansızın dönüp düşmana hücum etmektir.. Bu, harbin hile ve tuzaklarından bir çeşittir. Doğru istikametten meyledip, başka bir tarafa meyledildiği, sapıldığı zaman ve tabirleri kullanılır. b) Bunun, "diğer fırkaya ulaşıp onlarla birleşmek " şeklinde olmasıdır. Ebu Ubeyde şöyle demiştir: "Tehayyüz kelimesi uzaklaşmak, başka bir tarafa çekilmek manasındadır. Gerek, tehayyüz gerekse tehavvüz aynı manadadır. " Vahidî ise şöyle demektedir: "Tehayyüz kelimesinin aslı da tehavvüz'dür. Bu da, toplamak manasına gelir. Nitekim, birtakım şeyler birbirine eklenip biraraya gelerek toplandığında, "Ben onu topladım o da toplandı..." denilir. Daha sonra tenahhâ "bir kenara çekildi" kelimesi de, bu manada kullanılmıştır. Çünkü, bir yerden uzaklaşan kimse, oradan ayrılıp başka bir yere meyleder, yönelir." Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki: Fie kelimesi, cemaat ve topluluk manasına gelir. Binâenaleyh, bu geriye çekilen kimse, tek bir kimse gibi, kâfirler de kalabalık olup; ve bu tek kimse de, "eğer orada çakılıp kalırsam, gereksiz yere öldürülürüm. Şayet diğer topluluğa katılırsam, kurtulmayı umabilirim. Çokluklarına rağmen düşmanı yenmeyi de ümid edebilirim " şeklinde zann-ı gâlible düşünürse, böyle davranmasının caiz olması şöyle dursun, böyle bir kimsenin çoğu kez diğer topluluğa, gerideki cemaate katılması vâcib olur. Netice olarak diyebiliriz ki, bu iki durumun dışında, düşmandan kaçmak haramdır.. Daha sonra Cenâb-ı Hak : "Bu iki durum hariç, kim öyle bir günde onlara arka çevirirse, ." "O, muhakkak ki Allah'ın gazabına uğramıştır. Onun yurdu cehennemdir. O, ne kötü bir sondur " buyurmuştur. Kâdî, ehl-i salât'ın fasıklarının ilahî cezaya duçar olacaklarına dair bu ayeti delil getirerek şöyle demiştir: "Ayet, bu iki durumun dışında, düşmandan kaçan kimseler Allah'ın gazabının ve cehennem ateşinin lüzumuna, delâlet etmektedir. Mürcie, vaîd ile ilgili diğer ayetlerde de yaptığı gibi, bu ayeti, "ehl-i salât"a değil de kâfirlere hamledemez. Çünkü bu ilahî tehdit "ehl-i salât"a tahsis edilmiştir. " Bil ki, bu meseleyi biz Bakara suresinde ayrıntılı bir biçimde ele almış, ayetlerin zahiri ile istidlal etmenin, sadece zan ifade edeceğini, bu tür ayetlerin, vaa'd ile ilgili olan ayetlerin umûmî manaları ile çelişki teşkil ettiklerini ve tercihin pekçok yön arasında, vaad ile ilgili ayetlerin umûmî manalarının yanında olduğunu belirtmiştik. Binâenaleyh, bu meseleyi burada tekrarlamanın bir manası yoktur. Müfessirler, bu hükmün Bedir Günü'ne mi tahsis edilmiş olduğu, yoksa, mutlak manada her zaman mı söz konusu olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. 1) Bu cümleden olarak, Ebû Saîd el-Hudrî, Hasan el-Basri, Katâde ve Dahhâk'tan nakledildiğine göre, bu hüküm Bedir Günü düşmana sırtını çevirip kaçan kimselere mahsustur. Bu zatlar şöyle demişlerdir: "Bu hükmün Bedir Günü'ne mahsus olmasının pekçok sebebi vardır: a) Şüphesiz, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Bedir'de hazır bulunuyordu. Binâenaleyh, o orada bulunuyorken, başka topluluklar nazarı dikkate alınamaz. Bu da, ya diğer birliklerin peygambere müsavi olmayıp, aksine Hazret-i Peygamber'in diğer birliklerden daha yüce ve daha kıymetli olmasından, veyahut da Cenâb-ı Hakkın, Hazret-i Peygamber'e yardımı ve muzafferiyeti va'adetmiş olmasındandır. Binâenaleyh, onların diğer cemaatlere gitmeleri, onlara iltihâk etmeleri caiz değildir. b) Allahü teâlâ Bedir'e katılanlar hakkında işi sıkı tutmuştur. Çünkü Bedir savaşı, ilk cihâd hareketi idi. Binâenaleyh, Bedir'de müslümanlar için bir bozulma söz konusu olsaydı bu bozgundan (İslâm'ın aleyhine) büyük zararlar, büyük çatlaklar ortaya çıkardı. İşte bundan dolayı, onlara bu konuda çok sıkı davranılması gerekmişti. İşte yine bu sebeple Cenâb-ı Hak o gün, esirlerden fidye almayı men etmişti. 2) Bu ayette zikredilen bu hüküm, bütün harbler için geçerli olan umumî bir hükümdür. Bunun böyle olduğunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey iman edenler, toplu bir halde kâfirlerle karşılaştığınız zaman..." buyruğunun umûmî bir ifade olup, bütün harbleri ve durumları içine almasıdır. Bu konuda nihaî söz olarak şunu diyebiliriz: Bu ayet her ne kadar, Bedir harbi hakkında nazil olmuşsa da, "İbret, çıkarılacak hüküm, sebebin hususî olmasına değil, lafzın umûmî olması itibariyledir." Alimler, diğer birliklere katılıp iltihak etmenin ordu büyük olduğu zaman mahzurlu olup olmadığı; yahut da, ordunun sayısı az olduğunda, cephede çakılıp kalmanın gerekli olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazı alimler, ordunun sayısı kalabalık olduğunda, bunun caiz olmayacağını söylerlerken bazıları da bütün durumların eşit ve müsavî olduğunu söylemişlerdir ki, bu görüş ayetin zahirine daha uygun olan bir görüştür. Zira, ayetin zahirinde, bu iki durum arasındaki fark belirtilmemiştir. 17"Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları. Attığın zaman da sen atmadın, ancak Allah attı. Ve bunu mü'minleri kendinden güzel bir imtihan ile denemek için yaptı. Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işiten, kemâliyle bilendir". Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardı Peygamberimizin Kureyş'e Attığı Bir Avuç Toprak Mücâhid şöyle demektedir: "Bedir Günü'nde ashab ihtilâf ederek, bir kısmı "Ben öldürdüm!"; diğeri, "Hayır, ben Öldürdüm!" deyince, Allah bu ayeti inzal buyurdu. Yani, "Bu büyük bozgun ve kırma işi, bu hasar, sizin tarafınızdan olmadı.. Bu, ancak Allah'ın yardımıyla gerçekleşti "demektir. Rivayet olunduğuna göre, Kureyş ordusu gözükünce, Allah'ın Resulü, "işte, Kurevş! Bütün kibri ve fahriyle, senin Resulünü yalanlamaya geliyorlar. Allahım! Senden, bana vaadettiğini istiyorum!" dedi. Bunun üzerine Cebrail gelerek, "Bir avuç toprak al ve onu onlara at!" dedi. İki ordu karşı karşıya gelince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ali'ye, "Bana, bu vadinin çakıl taşlarından bir avuç ver!" dedi. (Taşı aldığında), Hazret-i Peygamber bunu Kureyştilerin yüzüne atarak, "Yüzleriniz, suratlarınız değişsin, bozulsun!" dedi. Böylece, bütün müşrikler gözleriyle meşgul oldular, akabinde de bozguna uğradılar." Keşşaf sahibi, cümlesinin başındaki fâ harfinin, mahzûf bir şartın cevabı olup kelamın takdirinin de, (......) şeklinde olduğunu söylemiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak "Attığın zaman da sen atmadın, ancak Allah attı" buyurmuştur. Yani, "Attığın bir avuç toprağı, hakikatte sen atmadın. Çünkü, senin atmanın tesiri ancak diğer insanların atmasının tesirinin ulaşacağı yere kadar ulaşır. Ancak bil ki, onu Allah attı. Çünkü, Allah bu toprağın bütün parçalarını, o müşriklerin gözlerine kadar ulaştırıp oralara girdirendir. Binâenaleyh, şekil itibariyle atma işi, Peygamber'den sadır olmuştur. Ama, onun tesiri ise Allah'tandır" demektir. İşte bu manadan dolayı, ayetteki ifadeler nefy-isbât şeklinde getirilmiştir. Âlimlerimiz, kulların fiillerini de Allah'ın yarattığına dair, bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Hak, "onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları..." buyurmuştur. Halbuki ashabın, düşmanları yaraladıkları malum bir husustur. Böylece bu ifade, bu fiillerin ancak Allah tarafından meydana getirildiğine delâlet eder. Hem Cenâb-ı Hak, "Attığın zaman da sen atmadın" ifadesinde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hem attığını belirtmiş, hem de ondan atma işini nefyetmiştir. Binâenaleyh bu ifadeyi, Hazret-i Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'in kesb cihetinden attığına; ama, yaratma cihetinden de atmadığı manasına hamletmek gerekir. Eğer: "Hak teâlâ'nın "Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları..." buyruğu ile ilgili şu izahlar yapılmıştır: a) Kâfirleri öldürme işi, ancak Allah'ın yardımı, desteği ve nusreti ile müyesser olmuştur. Dolayısiyle, bunu Allah'a izafe etme, yerinde ve doğrudur. b) Yaralama işi, sahabeye; can alma işi ise, Allah'a ait bir iştir. Buna göre kelamın takdiri, "siz onları öldürmediniz; ancak ne var ki, Allah onları öldürdü" şeklinde olur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Attığın zaman da, sen atmadın, ancak Allah attı." buyruğu hususunda, Kâdî de şöyle demiştir: a) Tek bir defa atma, toprağın müşriklerin tamamının gözüne girmesini gerektirmez. Binâenaleyh, toprağın parçaları, müşriklerin gözüne ancak Allah'ın ulaştırmasıyla ulaşmıştır. b) Hazret-i Peygamber'in atmış olduğu toprak az idi. Bu sebeple, bu kadarcık toprağın bütün müşriklerin gözüne ulaşıp girmesi imkânsızdır. Oolayısiyle işte bu durum, Allahü teâlâ'nın, bu bir avuç toprağa diğer bazı şeyler kattığına ve onları, o müşriklerin gözlerine ulaştıranın kendisi olduğuna delâlet eder. c) Hazret-i Peygamber bunu atarken, Allahü teâlâ, o müşriklerin kalblerine korku salmıştır. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, "ancak Allah attı" ifadesi ile, Allahü Teâlâ'nın, işte o korkuyu onların kalbine salıvermesi murad edilmiştir " denilirse, buna şöyle cevap verilir: Söylemiş olduğunuz bu şeylerin tamamı, ayetin zahirî manasından ayrılmaktır. Halbuki, sözde ve kelâmda aslolan hakiki manadır. Şayet onlar, "Aklî deliller, kulun fiilini Allah'ın yarattığını söylemeye mânidir" derlerse, biz deriz ki: Heyhat! bu çok uzak bir ihtimâl. Çünkü, aklî deliller bizden yana naklî deliller de, bizim görüşümüzün doğruluğu sadedinde varittir. Binâenaleyh, sizin zahirî manayı bırakıp mecazî manaya geçmeniz mümkün değildir. Allah en iyi bilendir. Bu ifade, "lâkin" lafzının şeddesiz okunması ve ondan sonraki gelen kelimenin merfû kılınması ile (......) şeklinde okunmuştur. Bu ayetin nüzul sebebi hakkında üç görüş vardır: 1) Müfessirlerin ekserisinin görüşüne göre, bu ayet-i kerime Bedir Günü nazil olmuştur. Bununla kastedilen şudur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir avuç toprak aldı ve onu müşriklerin yüzüne doğru serperek "yüzleriniz, suratlarınız değişsin, bozulsun " dedi. Bu toprak, istisnasız olarak her bir müşriğin gözüne ve burnuna dolmuştu. Dolayısı ile bu, müşriklerin bozulmasına sebep oldu. İşte ayet-i kerime, bu hususta nazil olmuştur. 2) Bu ayet-i kerime Hayber Günü nazil olmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hayber Kalesi'nin kapısının önünde, eline yayı alıp bir ok attı. Hazret-i Peygamber'in bu oku, hedefini buldu ve atı üzerinde duran (kâfir) İbn Ebi'l-Hakîk'i öldürdü. İşte bunun üzerine bu ayet nazil oldu. 3) Bu ayet, Uhud Günü, Übeyy b. Halefin öldürülmesi hakkında nazil olmuştur. Çünkü Übeyy, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e çürümüş bir kemik getirerek: "Ey Muhammed, şu çürüyüp un ufak olmuş kemiği kim diriltebilir?" demişti. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Allah diriltir! Nitekim seni de öldürecek, sonra seni yeniden diriltip cehennemine sokacaktır!" buyurdu. Übeyy b. Halef, Bedir Günü esir alındı. Fidye verip kurtulunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e "Bir atım var. Onun üzerinde birgün seni öldürebilmek için, hergün onu biraz mısır ile besliyeceğim" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Hayır, inşaallah ben seni öldüreceğim" dedi. Uhud Günü, Übeyy, işte o atı üzerinde koşuşturuyordu. Derken Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yakın bir yere geldi. Bazı müslümanlar, onu öldürmek için önüne dikiliverdiler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Geri durun" dedi ve ona doğru kargısını atarak onun bir kaburgasını kırdı. Onu müşrikler atına yükleyip götürürlerken yolda öldü. İşte bu ayet bu hususta nazil olmuştur. Bu rivayetlerin en doğrusu ayetin Bedir Günü nazil olduğunu bildiren rivayettir. Aksi halde, kıssanın içine, kıssa ile ilgisi olmayan şeyler girmiş olur ki bu uygun değildir. Diğer rivayetlerde bahsedilen hadiselerin de ayetin hükmüne dâhil olması uzak bir ihtimal değildir. Çünkü sebeb-i nüzulün hususî oluşuna değil, ayetin lafzının umumîliğine bakılır, "Ve bunu Allah, müminleri, kendinden güzel bir imtihan ile denemek için yaptı" buyruğu, ayetteki "Ancak Allah attı" ifadesi üzerine atfedilmiştir. Buradaki "belâ" (imtihan) ile Allah'ın in'âmı kastedilmiştir. Yani, "Allah onlara yardım etmek, ganîmet nasîb etmek, ecir ve mükâfaat vermek sureti ile büyük bir nimet vermiştir" Kâdî şöyle demiştir: "Eğer müfessirler, burada geçen "belâ" (imtihan) kelimesini "nimet" manasına hamletmede ittifak etmemiş olsalardı, bu kelimenin müteakiben bahsedilen "cihad" mükellefiyeti ile alakalı sayılabilir ve şöyle denilebilirdi: "Cenab-ı Allah'ın Bedir Günü yaptığı şey, bundan sonraki savaşlarda o müslümanlara çok güç mükellefiyetlerin verilmesinin sebebi olmuştur." Allahü teâlâ bu ayeti sonra, "Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işitici, kemâliyle bilicidir" diye sona erdirmiştir. Bu, "Allah, sizin sözlerinizi bihakkın duyan ve kalblerinizin hallerini bihakkın bilendir" demektir. Bu tabir, kulun, işlerin zahirine aldanmayıp. Halik Teâlâ'nın kalblerde ve gönüllerde saklı olan herşeye muttali olduğunu anlaması için, bir sakındırma ve bir korkutma yerine geçer. 18Âyetin tefsiri için bak:19 19"Bu böyledir. Şüphesiz ki Allah kâfirlerin tuzaklarını bozandır. Eğer siz, fetih istiyorsanız, işte o fetih size gelmiştir. Eğer vazgeçerseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. Eğer dönerseniz, biz de döneriz. Sayınız çok bile olsa, bu, size hiçbir fayda vermez. Çünkü Allah, mü'minlerle beraberdir". Bu ayetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: Nafî, İbn Kesir ve Ebû Amr, tef'îl babından olmak üzere, hâ harfinin şeddesiyle, muvehhinûn; ve nasb ile keyde; Asımın ravisi Hafs, izafetle şeddesiz olarak muhînu keydi; diğer kıraat imamları ise, şeddesiz olarak ve nasb ile mûhinun keyde şeklinde okumuşlardır. Cenâb-ı Hakk'ın, "taptıklarınız O'nun bu zararını giderebilici midirler?" (Zümer, 38) ifadesi, tenvîn alması ve izafetle okunması hususunda, tıokı bu ayet gibidir. Bu ayetle ilgili söz, o ve onun irâbtaki yeri, Hak teâlâ'nın tıpkı, (Enfal, 14) ayetinde olduğu gibidir. Allah'ın, kâfirlerin hile ve tuzaklarını boşa çıkarması birkaç şekilde olur: a) Mü'minleri, onların sırlarına ve gizli yönlerine muttalî kılmak suretiyle; b) Kâfirlerin kalbine korku salmak suretiyle; c) Birlik ve beraberliklerini dağıtmak; d) Niyet ve azmettikleri şeylerin farklı farklı olması sebebiyle, katî olarak karar verdikleri şeyi bozmak... İbn Abbas şöyle demektedir: "Allah'ın Resulü, haber verir ve şöyle derdi: "Ben düşmanlarınızın hile ve tuzaklarını zayıflatıp yıprattım. Böylece de. onların en ileri geçenleri öldürüldü; eşrafı da esir edildi, ." Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer siz, fetih istiyorsanız işte o fetih size gelmiştir..." buyruğuna gelince, bu hususta iki görüş bulunmaktadır: Birinci görüş: Hasan el-Basrî, Mücâhid ve Süddî'nin görüşü olup, buna göre, bu ayetteki hitap kâfirleredir. Rivayet olunduğuna göre Ebu Cehil, Bedir Günü, Allahım, iki dinin en üstün olanına ve yardıma en lâyık olanına yardım et. " demiştir. Yine rivayet olunduğuna göre o, "Allahım! Hangimiz daha fazla stla-i rahmi kesip fısk-u fücura daldı ise, yarın onu helak et!" demiştir. Süddî şöyle demektedir: Müşrikler. Bedre varmayı ve savaşmayı istediklerinde, Kabe'nin örtülerine yapışarak, Allah'ım, iki ordunun en yüce ve üstün olanına; iki cemaatin, en fazla hidayette olanına; iki grubun, en kerîmine ve iki dinin en üstününe yardım et!" dediler. Bunun üzerine de, Cenâb-ı Hak bu ayeti indirdi. Buna göre ayet-i kerimenin ifade ettiği mana, Şayet siz, iki cemaatin en hidayette olanına ve iki grubun en kerîm ve değerli olanına Allah'ın yardım etmesini istiyorsanız, muhakkak ki bu yardım size gelecektir..." seklindedir. Diğer bazı alimler de şu manayı vermişlerdir: "Eğer siz, Cenâb-ı Hakk'ın bu hususta hüküm vermesini istiyorsanız; muhakkak ki bu husustaki hüküm size gelmiştir (gelecektir)." İkinci görüş: Bu ayet, mü'minlere yapılan bir hitabtır. Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), müşrikleri ve onların sayıca çokluğunu gördüğü zaman, Allah'dan yardım talebinde bulundu. Sahabe de aynısını yaptı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Allah'ın, kendisine va'adettiği iki taifeden birisini talep etti ve bu hususta Allah'a yalvarıp yakardı da bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Eğer siz fetih istiyorsanız, işte o fetih size gelmiştir" buyurdu. Bu ifâdeyle, daha önce geçmiş olan yardım talebi hatırlatılmış ve Cenâb-ı Hak da, "işte o fetih size gelmiştir" diyerek, fethin onlara geldiğini bildirmiştir. Yani "size va'adedilen şey tahakkuk edip gerçekleşti. O halde Allah'a şükredin ve O'na itaattan ayrılmayın " demektir. Kâdî şöyle der: "Bu görüş, daha evlâdır. Zira Cenâb-ı Hakk'ın, "İşte o fetih size gelmiştir" buyruğu ancak mü'minlere uygun düşer. Ama, ayette geçen "fetih" ifadesini beyan etmek, hüküm vermek ve takdir etmek manalarına hamledersek, bu ayetin kâfirlere bir hitap olmuş olması da imkânsız olmaz. Cenâb-ı Hakk'ın "Eğer vazgeçerseniz bu, sizin için daha hayırlıdır" buyruğunun tefsirine gelince, bunun tefsiri, Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer siz, fetih istiyorsanız, işte o fetih size gelmiştir" ifadesi hakkında bizim, "Bu, kâfirlere mi yoksa mü'minlere mi bir hitaptır?" şeklindeki açıklamamıza dayanır. Buna göre şayet biz, "bu, kâfirlere yapılmış bir hitaptır" dersek, bu ayetin tefsiri ve tevili, "Şayet siz, Hazret-i Muhammed'le savaşmaktan, ona düşmanlık yapmaktan ve onu yalanlamaktan vazgeçerseniz, bu sizin için daha hayırlı olur. Bunun, dinî bakımdan sizin için daha hayırlı olmasına gelince, bu, sizlerin Allah'ın azabından kurtulup, O'nun mükâfaatına nail olmanız suretiyle; dünyevî yönden, sizin için daha hayırlı olmasına gelince de bu, sizin öldürülmekten, esir edilmekten ve mallarınızın yağma edilmesinden kurtulup halâs olmanız suretiyle olur" şeklinde olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak "Eğer dönerseniz biz de döneriz..." buyurmuştur. Yani, tekrar savaşmaya dönerseniz, (müminleri) size musallat kılarız. Siz bunu, Bedir'de görüp müşahade ettiniz. Ve Allah'ın, müminlerin lehine sizin de aleyhinize olmak Üzere, yardımının tesirini anladınız, "Bedir gününde, sayınızın. çokluğunuzun fayda vermediği gibi. cemaatinizin çokluğu size hiç bir fayda veremiyecektir" demektir. Ama bu sözün mü'minlere yapılmış bir hitap olduğunu söylersek, o zaman bu ayetin tevili "Eğer sizler, "enfâl" (ganimetler) hususunda çekişmekten ve esirlere karşılık fidye istemekten vazgeçerseniz..." şeklinde olur. Çünkü Bedir günü bu hususlarda onlar arasında çekişme olmuş, bundan dolayı da Hak teâlâ onları, "Eğer Allah'ın geçmiş bir yazısı olmasaydı, aldığınız (fidye)de size her halde büyük bir azab dokunurdu" (Enfal. 68) buyurarak azarlamıştır. Bunun için O. "Artık böylesi şeylerden vazgeçerseniz, sizin için daha hayırlı olur. Yine eğer böyle çekişmelere dönerseniz, biz de sizden yine yardımımızı keseriz. Çünkü size olan yardım va'adimiz, sizin taat ve muhalefetsizlik üzere bulunmanız şartına bağlıdır. Yoksa sayınızın çok ve cemaatinizin kalabalık oluşu size hiçbir fayda sağlayamaz. Çünkü Allahü teâlâ ancak günah işlemeyen mü'minlerle beraberdir" buyurmuştur. Bil ki müfessirlerin ekserisi, Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer siz fetih istiyorsanız" ifadesinin kâfirlere bir hitap olduğunu söylemişler ve "Eğer dönerseniz, biz de döneriz" ifadesini delil getirerek, bunun ancak savaş durumuna uygun bir ifade olduğunu ileri sürmüşlerdir. Biz, bu sözün, daha önce zikredilmiş olan mü'minlerle de ilgili olabileceğini beyan etmiştik. Binâenaleyh bu tercih düşer. Ayetteki, "Çünkü Allah mü'minlerle beraberdir" ifadesini; Nâfî, İbn Âmir, Âsım'ın râvisi Hafs, inne edatındaki hemzeyi fethalı olarak; diğer kıraat imamları ise hemzeyi kesreli olarak okumuşlardır. Hemzenin fetha ile okunuşunun izahı için, bu ifadenin takdirinin, "ve bir da Allah mü'minlerle beraber olduğu için..." şeklinde olduğu, ve "Şüphesiz ki Allah kâfirlerin tuzaklarını bozar" ifadesi üzerine ma'tûf olduğu söylenmiştir. Buradaki elifin (hemzenin) kesreli okunuşuna gelince bu, cümlenin bir başlangıç cümlesi olması sebebiyledir. Allah en iyi bilendir. Allah'ın Cihad Emrine Kulak Vermenin Lüzumu 20Âyetin tefsiri için bak:23 21Âyetin tefsiri için bak:23 22Âyetin tefsiri için bak:23 23"Ey iman edenler, Allah'a ve Resulüne itaat edin. Kendiniz dinleyip dururken, ondan yüz çevirmeyin. Ve kendileri dinlemedikleri halde dinledik diyenler gibi olmayın. Çünkü yerde yürüyen canlıların Allah katında en kötüsü, (hakkı) akıllarına sığdıramayan sağırlar ve dilsizlerdir. Eğer Allah onlarda bir hayır görseydi, elbette onlara duyururdu. Onlara duyursaydı bile, onlar yine de muhakkak kî yüz çevirip arkalarını dönerlerdi" Bil ki Cenâb-ı Hak mü'minlere, "Eğer vazgeçerseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Eğer dönerseniz, biz de döneriz. Sayınız çok bile olsa, bu sizden hiçbirşeyi defetmez" (Enfal, 19) diye hitab edince, bunun peşisıra onları eğitmeyi hedef alan bir hükmü getirerek, "Ey iman edenler, Allah'a ve Resulüne itaat edin. Kendiniz dinleyip dururken, ondan yüz çevirmeyin" buyurmuştur. O burada onların neyi dinleyip durduklarını açıklamamıştır. Fakat sûrenin başından buraya kadar gelen söz cihad hakkında olduğu için, bu ayetten maksadın, "Siz o peygamberin cihad çağrısını ve davetini işitip dururken" manası olduğu anlaşılmış olur. Sonra cihad iki şeyi ihtiva eder: a) Canı tehlikeye atmak; b) Mal elde etmek. İşte canı tehlikeye atmak herkese zor gelip, aynı şekilde ele geçirebilecekken, bir malı da bırakmak herkese çok ağır geldiği için, Allahü teâlâ bu hususta te'dîb ve terbiye ifade eden hükmünü şiddetlendirerek, "Resûlün cihada çağrısına ve Allah ona mal almamasını emrettiği zaman, mal (ganimet) almama konusundaki çağrısına icabet etmede, Allah'a ve Resulüne itaat ediniz" buyurmuştur. Bundan maksad, Cenâb-ı Hakk'ın, (Enfal, 1) ayetinin tefsirinde bahsettiğimiz hususları anlatmaktır. Eğer, "Allahü teâlâ niçin, "Ondan yüzçevirmeyin" buyurarak, daha önce Allah ve Resulü zikredilmiş olduğu halde zamiri niçin "onlardan" değil de "ondan" şeklinde tekil kullanmıştır?" denilirse, biz deriz ki: Allahü teâlâ, Allah'a itaati ve Resulüne itaati emretmiş; sonra da "Ondan yüz çevirmeyin" buyurmuştur. Çünkü yüzçevirme, Allah'ın Resulü hakkında, ancak O'ndan, onun sözünü kabul etmekten ve cihadda O'na yardımda bulunmaktan geri durmakta yapılmış olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak bunu te'kid etmek için, "Kendileri dinlemedikleri halde, "dinledik" diyenler gibi olmayın" buyurmuştur. Bunun manası şudur: İnsanın, bir teklifi kabul edip üstlenmesi, ancak onu duyduktan sonra mümkün olabilir. Bundan dolayı, "duyup işitmek" birşeyi kabul etmek manasına mecaız kabul edilmiştir. Nitekim mü'minlerin (namazdaki) "Allah, kendisine hamdedeni duyar" şeklindeki sözleri de bu manadadır. Buna göre, bu ifadenin manası şudur: "Ey mü'minler sizler, dilleriyle "Biz Allah'ın emirlerini kabul ettik" dedikleri halde, kalbleri ile onları kabul etmeyen kimseler gibi olmayın." Bu, Cenâb-ı Hakk'ın kendilerinden "onlar iman edenlerle karşılaştıkları zaman, "inandık" derler. Şeytanlanyla başbaşa kalınca ise, "Emin olun, biz sizinle beraberiz, "derler (Bakara. 14) diye haber verdiği münafıkların özelliğidir. Allahü teâlâ daha sonra "Çünkü yerde yürüyen canlıların en kötüsü, (hakkı) akıllarına sığdıramayan sağırlar ve dilsizlerdir" buyurmuştur. Alimler, ayette geçen "devâb" kelimesi hakkında ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak şöyle denilmiştir: "Cehaletleri ve söyledikleri şeylerden faydalanmaktan uzak olmaları sebebiyle, Allah o müşrikleri hayvanlara benzetmiştir. İşte bundan ötürü Allah onları "sağırlar", "dilsizler" ve "akıllarını kullanamayanlar" diye tavsif etmiştir" denilmiştir. Yine onlar "devâb"dandır. Çünkü "devâb", yeryüzünde hareket eden her canlının ismidir. Allahü teâlâ bu kelimeyi, bir benzetme sadedinde kullanmamış, aksine Allah onları zemmetmek üslubuyla, kendilerine uygun bir vasıfla nitelendirmiştir. Nitekim, sözü anlamayan kimseler hakkında, onları zemmetmek için, "O, bir gölgedir, bir ceseddir ve bir harabedir" denilmektedir.. Daha sonra Cenâb-ı Hak "Eğer Allah onlarda bir hayır görseydi elbette onlara duyururdu " buyurmuştur. Bunun manası şudur: "Mevcut olan her şeyi, Allah'ın bilmesi gerekir. Binâenaleyh, Allah'ın o şeyin varlığını bilmemesi, o şeyin yokluğunun gerekçelerindendir. Dolayısiyle, hiç şüphesiz, o şeyin bizzat yokluğunu "Allah'ın, onun varlığını bilmemesi" ile ifade etmek, son derece güzel olmuştur. Buna göre bu ifadenin izahı şöyle yapılabilir: "Eğer onlarda bir hayır bulunsaydı, hiç şüphesiz Cenâb-ı Hak hüccet ve öğütlerini, öğretecek ve anlatacak bir biçimde onlara duyurur, işittirirdi. Şayet Allah onlarda bir hayır olmadığını bildiği halde, onlara yine de duyursaydı; onlar bu duyurmadan istifade edemezler, yine de muhakkak yüz çevirip arkalarını dönerlerdi." Şu da söylenmiştir: "Kâfirler, Hazret-i Peygamber'den, kendilerine nübüvvetinin doğruluğunu haber vermesi için, Kusayy b. Kilab ve benzeri ölülerini diriltmesini istemişlerdi. Böylece Allahü teâlâ, eğer onlarda bir hayır olsaydı, yani onların o ölülerinin söyleyecekleri sözden istifade etmeleri ihtimali olsaydı, onların sözlerini dinlesinler diye, o ölülerini dirilteceğini beyan buyurmuştur. Fakat Allah, onların bu sözü (teklifi) ancak inad için ve işi yokuşa sürmek için söylediklerini ve onlara ölülerinin seslerini-sözlerini duyurması halinde bile hakkı kabul etmeyip yüz çevireceklerini biliyordu." Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Allahü teâlâ, onların delillerden yüz çevireceğini, hakkı kabul etmeyeceklerini ve onların, kesinlikle hakka yanaşmayıp, haktan istifade etmeyeceklerini bildirmiştir. Bu sebeble diyoruz ki: Onlardan imanın sâdır olmasının imkansız olması gerekir. Zira eğer onlardan iman sâdır olacak olsaydı, bu iman ya Allah'ın bu haberinin doğru olmasının yanısıra söz konusu olurdu, ya da bu haberin yalan olması ile birlikte söz oturdu. Birinci ihtimal imkansızdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın iman rini haber verdiği halde onların iman etmesi, iki zıd şeyi birleştirmek olur r. İkinci ihtimal de imkansızdır. Zira Allah'ın doğru olan haberinin yalana -Kansızdır; hele hele bu haber, olup bitmiş mâzîdeki birşeyle ilgili olursa... Allahü teâlâ'nın ilminin cehalete dönüşmesi hususunda söylenecek söz de böyledir. Bunun izahı defalarca geçmişti. Nahivciler şöyle demişlerdir: "Lev (eğer) edatı, bir başka İunrnaması sebebiyle birşeyin yok olacağına delalet etmek için kullanılır. Dolayısıyla sen, mesela "Eğer bana gelseydin, sana ikram ederdim" dediğinde, bu söz, hem "gelme" işinin, hem de "ikram" işinin olmadığını gösterir." Bazı fakihler şöyle demişlerdir: Bu edat, ancak istilzamı (gerekliliği) ifade eder. Ama başka birşeyin bulunmasından ötürü, birşeyin yok olduğunu bu lafız ifade etmez. Bunun böyle oluşunun delili hem ayet, hem de hadistir: Ayetten delil, işte bu (tefsir ettiğimiz) ayettir. Bunu şöyle izah ederiz: Eğer lev edatı, nahivcilerin söylemiş olduğu manayı ifade etseydi, ayetteki, "Eğer Allah onlarda bir hayır görseydi, elbette onlara duyururdu" beyanı, Allahü teâlâ'nın onlarda bir hayır görmediğini ve dolayısıyla onlara (hakkı) duyurmadığını ifade eder. Daha sonra Cenâb-ı Hak '"Eğer onlara duyursaydı, muhakkak ki arkalarım dönerlerdi" buyurmuştur. Bu da, "Allah onlara duyurmadı, onlar da yüz çevirmediler. Fakat yüz çevirmeme hayırlardan bir hayırdır" manasına gelirdi. Böylece de ayetin başı, onlarda hayrın olmadığını; sonu ise bir hayrın bulunduğu manasına gelirdi ki, bu bir tenakuzdur. Binâenaleyh lev edatının, "başkasının bulunmayışı sebebiyle birşeyin yok olacağını ifade ettiğini" söylemenin böyle bir tenakuzu gerektireceği sabit olur. Bundan dolayı, ona bu mananın verilmemesi gerekir. Bunun hadisten delili, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Süheyb ne güzel bir yiğit! Eğer o Allah 'dan korkmasaydı bile, yine de O'na isyan etmezdi" sözüdür. Binâenaleyh eğer, lev edatı nahivcilerin söylemiş olduğu manayı ifâde etmiş olsaydı, bunun manası, "O Allah'dan korktu ve Allah'a isyan etti" şeklinde olurdu. Bu ise bir tenakuzdur. Böylece lev edatının, başkasının bulunmaması sebebiyle birşeyin bulunmamasını ifade etmeyip, aksine sadece bir gerekliliği ifade ettiği sabit olmuş olur. Bil ki bu, çok güzel bir delildir. Fakat bu görüş, ekserî ediblerin görüşünün aksinedir. Allah'ın malûmatı dört kısımdır: 1) Bütün mevcûd şeyler; 2) Bütün ma'dûm (yok) olan şeyler; 3) Mevcûd şeylerden herbirinin yok olması halinde durumunun nasıl olacağı; 4) Ma'dûm (yok olan) bulunmayan her birşeyin var olması halinde, durumunun nasıl olacağı... İlk iki kısım, mevcut hal ile bilinir. Son iki kısım da, mevcut olmayan takdir ile bilinir. O halde ayetteki, "Eğer Allah onlarda bir hayır buseydi, elbette onlara duyururdu" ifadesi, ikinci kısımla ilgili olmuş olur ki bu da mukadderat ile bilinen kısımdır ve bu mevcut hal ile bilinen kısma girmez. Bunun bir benzeri de, Hak teâlâ'nın, münafıklardan naklettiği şu sözdür, "Eğer siz yurdlarınızdan çıkarılırsanız, biz de muhakkak sizinle beraber çıkarız. Eğer sizinle harbedilirse, muhakkak ve muhakkak size yardım ederiz" (Haşr, 11). Cenâb-ı Hak buna karşılık, "Andolsun ki onlar çtkanlaccak olurlarsa, bu münafıklar onlarla beraber çıkmazlar. Eğer onlar muharebeye tutulurlarsa bunlar, onlara yardım da etmezler. Onlara yardım etseler bile, mutlaka dönüp kaçarlar" (Haşr, 12) buyurmuştur. Böylece Allahü teâlâ, yok olan birşeyin var olması halinde durumunun nasıl olacağını bildirmiştir. Yine Cenâb-ı Hak, "Eğer onlar dünyaya geri gönderilseler bile, yine vazgeçirilmek istendikleri şeylere döneceklerdi" (En'âm. 28)buyurmuş ve yok olan birşeyin var olması halinde, durumunun nasıl olacağını bildirmiştir. 24"Ey iman edenler, sizi, size hayat verecek şeylere davet ettiği zaman, Allah'a ve Resulüne icabet edin. Bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer ve siz hakikaten sadece O'na götürülüp toplanacaksınız". Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Ebu Ubeyde ve Zeccâc: "Ayette geçen (......) kelimesinin "icabet edin" manasına olduğunu söylemişlerdir. Nitekim şair de bir beytinde: ile. demiştir. Emr Sığasının Farziyyet Manası Fakîhlerin çoğu, emrin zahirinin vücûb (farziyyet) ifade ettiği kanaatindedirler. Onlar, görüşlerinin doğruluğuna bu ayeti, şu iki bakımdan delil getirmişlerdir: Birincisi: Bir fiili yapmasını emrettiği herkesi Allah, o fiili yapmaya davet etmiş demektir. Bu ayet de, Allah'ın davet ettiği her hususa icabet edilmesi gerektiğine delâlet eder. Buna göre eğer, ayetteki "Allah'a ve Resulüne icabet edin" ifadesi bir emirdir. O halde ne diye siz, "Bu, vücuba delâlet eder" diyorsunuz. Çünkü münakaşa bu husustadır. O halde bu sözün neticesi, emrin vücûb (farziyyet) ifade etmesine binâen, emrin vücûb için olduğunu isbat etmeye dayanır. Bu ise birşeyi, yine kendisi ile isbat etmeyi gerektirir ki bu imkansızdır" denilirse, buna şöyle cevap verilir: "Allah'ın emrettiği herşeyin teşvik edildiği, yapılması istendiği zaruri (kesin) olarak bilinen bir husustur. Binâenaleyh eğer biz, ayetteki, "Allah'a ve Resulüne icabet edin" buyruğunu bu manaya hamledersek, açık olanı açıklamak kabilinden birşey yapmış oluruz ki bu, abestir. Şu halde bunu, yeni (başka) bir manaya hamletmek gerekir ki bu da ayetin bu parçasını manasız olmaktan korumak için, farziyyeti gösterdiğini söylemektir. Bu husus, ayette bundan sonraki "Bilin ki şüphesiz Allah kişi ile kalbi arasına girer ve siz hakikaten sadece O'na götürülüp toplanacaksınız" buyruğunun bir tehdid ve va'îd sadedinde getirilmiş olması ile de güç kazanır. Bu tehdid ve va'îd, ancak vücûb (farziyyet) söz konusu olduğu zaman uygun düşer. İkincisi: Bu, Ebu Hureyre (radıyallahü anh)'nin rivayet ettiği şu hadistir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Übeyy b. Ka'b'ın kapısına vardı. O namaz kılıyor iken ona seslendi. Ubeyy (radıyallahü anh) de namazını acelece bitirip geldi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "seni çağırdığımda hemen icabet etmekten seni alıkoyan nedir?" deyince, o, "Namaz kılıyordum" cevabını verdi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bana vahyedilen Kur'an'da, "Allah'a ve Resulüne icabet edin" diye bildirildiğinden haberdâr değil misin?" deyince, Übeyy b. Ka'b (radıyallahü anh), "şüphesiz ki siz, beni, artık ne zaman çağırırsanız ben icabet ederim" dedi." Bu hadis ile şu şekilde istidlal edilmiştin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onu çağırıp, Übeyy de ona hemen icabet etmeyince; Hazret-i Peygamber onu, icabet etmeyişinden dolayı tenkid etti ve bu hususta bu ayeti delil getirdi. Eğer bu ayet vücûba delâlet etmeseydi, bu şekildeki bir istidlal doğru olmazdı. Bir kimsenin, "Emir, vücûb ifade eder meselesi, kesin bir mesele olup, bu hususta haber-i vahidi delil getirmek caiz değildir" şeklindeki sözü zayıftır. Zira biz, emirin vücûb ifade ettiği meselesinin kesin olduğunu kabul etmiyoruz. Aksine bu, bizce zannî bir meseledir. Çünkü bundan maksad, ameldir. Amel ile ilgili konularda ise zannî deliller de yeterlidir. Buna göre onlar eğer, "Allahü teâlâ, mutlak olarak icabet etmeyi emretmemiş, aksine bunu belli bir şarta, yani "size hayat verecek şeylere davet ettiği zaman..." şartına bağlı olarak emretmiştir. O halde, nasıl "Bu şart, bütün emirlerde vardır" diyebilirsiniz?" derlerse, biz de deriz ki: Übeyy b. Ka'b (radıyallahü anh)'ın hadisesi, hükmün umumî olduğuna ve belli bir şarta bağlı kılınmadığına delâlet eder. Hem sonra ayette aecen, "hayat verme"yi, bizzat "diriltme " manasına hamletmek mümkün değildir. Çünkü zaten canlı olanı diriltmek imkansızdır. Dolayısıyla buna başka bir mana vermek gerekir ki bu da, "mükâfaat elde etme" manasıdır. O halde, Allah'ın kendisine çağırdığı ve yapılmasını teşvik ettiği herşey bir mükâfaatı bulundurur. Bu sebeple, ayetin hükmü, bütün emirler hakkında umûmî bir hüküm olmuş olur. Bu da, bizim varmak istediğimiz neticeyi ifade eder. Alimler, "Size hayat verecek şeylere davet ettiği zaman..." ifadesi hakkında şu izahları yapmışlardır: 1) Süddî bunun, iman ve İslam olduğunu; iman ve İslam'da hayatın bulunduğunu; çünkü imanın kalbin hayatı, küfrün ise kalbin ölümü olduğunu ve bu hususa Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah ölüden diri çıkarır" (Al-i İmran, 27) ayetinin delâlet ettiğini; buna "O, kâfirden mü'min (evlâd) çıkarır" manası verildiğini söylemiştir. 2) Cenâb-ı Hak, "Hayat verecek şey" tabiri ile Kur'an-ı Kerim'i kastetmiştir. Bu, "Kur'an'da olan şeylere icabet ediniz. Çünkü hayat, kurtuluş ve korunma ondadır" manasına gelir. Cenâb-ı Hak, Kur'an'a "hayat" demiştir. Çünkü Kur'an ilmin (bilmenin) sebebi ve vasıtasıdır. İlim ise hayattır. Binâenaleyh hayatın sebebi olan şeyin, "hayat" diye adlandırılması caizdir. 3)Alimlerin çoğu, bu tabir ile cihadın kastedildiğini söylemişlerdir. Cihada "hayat" denmesinin sebebi hususunda da şu izahlar yapılmıştır: a)İki düşmandan birinin zayıflaması, diğeri için hayattır. Binâenaleyh, müslümanların işi, kâfirlerle savaşarak ancak güç ve kuvvet kazanır. b) Cihad, şehidlik sebebidir. Şehidlik ise, (cennette) ebedî hayatı temin eder. Nitekim Allahü teâlâ, "Allah yolunda öldürülenleri, sakın ölüler sanma. Bilakis onlar Rableri katında diridirler. (Öyle ki Allah'ın) lutf-u inayetiyle, kendilerine verdiği şeylerle, hepsi şâd, rızıklanırlar" (Al-i İmran. 169) buyurmuştur. c) Cihad, insanı bazan ölüme götürür. Ölüm ise, ahiret hayatına kavuşturur. Ahiret yurdu da.hayatın kaynağıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Şüphe yok ki o, (asıl) hayatın ta kendisidir" (Ankebût, 64) buyurmuştur. Yani, daimî ve ebedî hayattır. 4) Cenâb-ı Hakk'ın, "Size hayat verecek şeylere " tabirine, "hak ve doğru olan her şeye " manası verilmiştir. Böyle olması halinde bu ifadenin içine Kur'an, îman, cihad ve her türlü iyilik ve tâat olan işler dahil olmuş olur. O halde, Allah'ın, "Size hayat verecek şeylere" ifadesiyle, devamlı ve güzel olan bir hayat murad edilmiştir. Nitekim, Cenâb-ı Hak "Hiç şüphesiz onu, çok güzel bir hayat ile yaşatırız" (Nahl. 97) buyurmuştur. Allah Kişi İle Kalbi Arasına Girer Cenab-ı Hak, Bilin ki, “Allah kişi ile kalbi arasına girer”buyurmuştur. Bu ifâdenin tefsiri, alimlerin cebr ve kader meselesindeki ihtilâflarına göre değişir. Cebr'e taraftar olanlara gelince, Vahidî, İbn Abbas ve Dahhâk'ın bu ayete, "Allah, kâfir olan kişi ile, onun yapacağı taati arasına girer. Yine Allah, İtaatkâr olan kişi ile, onun yapacağı isyan arasına girer, mani olur. O halde saîd, iyi ve itaatkâr olan Allah'ın "saîd" kıldığı; şakî, günahkâr ve bedbaht olan da, Allah'ın dalâlete düşürdüğü kimsedir. Binâenaleyh, kâfir bir kimse iman etmek ister, Allah da onun iman etmesini istemezse, Allah onunla o kimsenin kalbi arasına girer. Mü'min bir kimse de kâfir olmak ister, Allah da onun kâfir olmasını dilemezse, Allah, bu kimseyle onun kalbi arasına girer" manasını verdiklerini nakletmiştir. Ben derim ki, biz durumun böyle olduğunun doğruluğuna dair aklî delillerle delil getirmiş, istidlalde bulunmuştuk. Bu böyledir, zira kalbin halleri, ya inançlardır, ya irâde ve isteklerdir veyahut da, "daîler" sebepler, faktörlerdir. Akidelere gelince bu, ya ilim olur, ya cehl. İlme gelince, bunu elde etmeye yönelmek isteyen kimse ancak onun bir ilim olduğunu bildiğinde ona yönelir. Bunu da ancak, bu itikadın malûm olan, bilinen şeye mutabık olduğunu bildiği zaman bilebilir. Bu hususu da ancak, daha önce malûmu bilip tanıdığı zaman bilebilir. İşte bu durum da, bir şeyin kendisine dayanmasını gerektirir. Cehle gelince: İnsan bunu ancak, bunun bir ilim olduğunu zannettiği zaman tercih eder ve ister. Halbuki bu zan ancak daha önce geçen diğer bir cehalet sebebiyle meydana gelir. Bu da, bir şeyin kendisine dayanmasını gerektirir. "Daîler" -sebepler ve faktörler- ile irâdelere gelince, "bunlar" eğer bir fail olmaksızın meydana gelmişlerse, o zaman bu tıpkı, îcâd edici, muhdis olmaksızın bir hadisin, sonradan meydana gelenin meydana gelmiş olması gibi olur. Yok eğer bunlar, bir fail vasıtasıyla meydana gelmişlerse, o zaman bu fail, ya kuldur yahut da Allah'dır. Birincinin olması bâtıl ve yanlıştır; aksi halde bu niyyet ve kasdın, başka bir niyet ve kasda dayanması gerekir ki, bu imkânsızdır. Böylece inançların, iradelerin ve sebeplerin failinin sadece Allah olduğu ortaya çıkar. Kur'an'ın nassı da, kalbin hallerinin Allah'dan olduğuna delâlet eder. Aklî deliller de bunu gösterir. O halde, hak ve doğru olanın, bizim söylemiş olduğumuz şey oldğu sabit olur. Mutezile'nin Bu Ayeti Yorumlaması Kaderiyye (î'tizâl) görüşünü benimseyenlere gelince, onlar, bu ayetten muradın, bizim benimsemiş olduğumuz görüş olamayacağını öne sürmüşler ve bunu şu izahlarla açıklamışlardır: Birinci izah: Cübbâî şöyle demiştir: "Allah'ın, kendisiyle imanı arasına girdiği kimse, âcizdir. Acize emretmek ise, akılsızlık, sefîhliktir. Şayet böyle bir şey caiz olsaydı, o zaman Allah'ın, bize göklere tırmanmayı emretmesi de caiz olurdu. Halbuki ulemâ, kötürüm olan kimsenin, ayakta namaz kılmakla emredilmesinin caiz olamayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. O halde bu, Allah hakkında nasıl caiz olabilir? Hem Allahü teâlâ, "Allah, hiç kimseye gücünün yettiğinden başkasını vüklemez" (Bakara, 286) buyurmuştur. Yine O, "zıhâr" yapan kimse hakkında da, "Buna da güç yetiremezse, altmış yoksul doyursun" (Mücâdele, 4) buyurmuş, böylece, oruç tutamayan kimselerden orucun farziyyetini düşürmüştür." İkinci izah: Allahü teâlâ, Allah ve Resulüne icabet etmeyi emretmiş ve bu sözü, Dir hatırlatma ve icabet etmemeden sakındırma sadedinde zikretmiştir. Binâenaleyh, şayet bu ifadeden, ileri sürmüş olduğunuz şeyler kastedilmiş olsaydı, icabet etmeme hususunda çok kuvvetli bir mazeret olur ve böylece bu ifade de, icabet etmemeden Dir men ve yasaklama olmazdı.. Üçüncü izah: Allah, Kur'an'ı, kâfirlerin lehine, peygamberin aleyhine bir delil olsun diye değil, tam aksine peygamberin lehine, kâfirlerin aleyhine bir hüccet olsun diye indirmiştir. Binâenaleyh, şayet ayetin ifade ettiği mana, sizin ileri sürdüğünüz şekilde olsaydı, hiç şüphesiz bu ayet, kâfirlerin lehine, peygamberin de aleyhine olan delillerin en kuvvetlilerinden olur, o zaman da kâfirler, "Allahü teâlâ, bizi iman etmekten men edince, daha nasıl, bize iman etmemizi emreder?" derlerdi.. Binâenaleyh, yaptığımız bütün bu izahlarla, ayeti, Cebriyye'nin ileri sürdükleri manaya hamletmenin mümkün olmadığı iyice anlaşılır. Mutezile sözüne devamla şöyle der: Biz bu ayet hakkında şu izahları yapabiliriz: a) Allahü teâlâ, kişi ile, kişinin kalbinden istifâde etmesi arasına, ölüm sebebiyle girer." Bu, şu demektir: "Size mutlaka gelecek olan ölüm gelmeden ve sizinle, sizin taatınız ve tevbeniz arasına girmeden önce, size mecbur kılmış olduğum cihad ve benzeri amellere icabet edip koşmada gecikmeyiniz, acele ediniz!" Kâdî şöyle demiştir: "İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, bu ifadenin hemen peşinden, bu manaya delalet edecek şeyi de getirmiştir ki, bu da O'nun, "ve siz hakikaten sadece O'na götürülüp toplanacaksınız" ifadesidir. Bu ayetin maksadı, taate mani olacak ölüm gelmeden önce, itaatta bulunmaya teşvik etmektir." b) Bu ayetle, Allahü teâlâ, "kişi ile, kişinin kalbinin arzu edip istediği şeyin arasına ölümün girmesini" murad etmiştir. Çünkü "ecel", bütün emel ve arzuların önüne geçer. Buna göre, Cenâb-ı Hak sanki şöyle demek istemiştir: "Salih amellere koşunuz. Kalbinize gelen, uzun ömür sürme sevdasına itibar etmeyiniz. Çünkü bu, kendisine güvenilecek bir husus değildir." "Kalb" lafzının, kalbde bulunan arzu ve emelleri ifade etmek için kullanılması, güzel ve yerindedir. Çünkü bir şeyi, tıpkı Arapların "Vadi aktı, dolup taştı" sözlerinde olduğu gibi, zarfının, mahallinin ismiyle adlandırmak caizdir. c) Mü'minler, Bedir günü savaşmaktan korkuyorlardı. Bu sebeple onlara sanki, "Taatlere koşunuz; kalbinizde hissettiğiniz zayıflık ve korkaklık sebebiyle, taatlardan kaçınıp imtina etmeyiniz. Zira Allahü teâlâ, halleri değiştirir ve tebdil eder. Böylece de, zayıflık ve acizliğinizi, kuvvete; korkaklığınızı da cesarete dönüştürebilir. Çünkü Allahü teâlâ, kalbleri evirip çevirendir" denilmek istenmiştir. d) Mücahid şöyle demiştir: "Ayette geçen "kalb" sözü ile, "akıl", insanın aklı murad edilmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah kişi ile kalbi araşma girer" buyruğunun manası şudur: "Siz, aklınız başınızda iken salih amellere koşunuz. Çünkü, yok olduğunda teklif ve mükellef tutulmanın sözkonusu olamıyacağı aklınızın zail olmasından emin olamazsınız!" Kalb'in, akıldan kinaye addedilmesi caizdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki bunda kalbi olan... kimseler için elbette bir öğüt vardır" (Kâf. 37) buyurmuştur. Yani, "aklı olan kimseler için..." demektir." Hasan el-Basri: "Allah kişi ile kalbi araşma girendir" mealindeki ayetin, "Allahü teâlâ'nın kuluna olan yakınlığının, kulun kalbinin kula olan yakınlığından daha fazla olduğu" manasına geldiğini söylemiştir. Bu ifadenin maksadı ise, kulun gönlünde ve kalbinde bulunan hiçbir şeyin Allah'a saklı kalmadığına dikkat çekmektir. "Biz ona şah damarından daha yakınız" (kaf. 16) ayeti de, bunun bir benzeridir." İşte bu konuda, Cebriyye ve Kaderiyye (Mutezile)'nin ileri sürmüş oldukları izahların tamamı bundan ibarettir. Daha sonra Cenâb-ı Hak "Ve siz hakikaten sadece O'na götürülüp toplanacaksınız" buyurmuştur. Yani, "Sizin O'na, Allah'a götürülüp O'nun huzurunda toplanacağınızı; başıboş ve kendi halinize bırakılmayacağınızı biliniz " demektir. Bu ifadede, çalışıp çabalamaya bir teşvik ve tembellikten, vurdumduymazlıktan iyice bir sakındırma vardır. 25"Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden yalnız zulmedenlere çatmaz. Hem bilin ki Allah, şüphesiz azabı çetin olandır" Bil ki Allahü teâlâ, insanı, kendisiyle kalbi arasına girilmekten sakındırdığı gibi, onu fitneden de sakındırmıştır. Buna göre ayetin manası, "Geldiğinde, sadece zalimlere mahsus olmayan; aksine hepinize, iyinize kötünüze isabet edecek olan bir fitneden sakının" şeklinde olur. Hasan el-Basri'den bu ayetin, özellikle Cemel Savaşı'nda, Hazret-i Ali, Ammar, Talha ve Zübeyr'in içine düştükleri durumu ifade için indiğini söylemiştir. Nitekim Zübeyr de: "Bu ayet, bizim hakkımızda indi. Biz onu, uzun zaman okuduk; ama o fitnenin içine düşecek olan kimselerin bizler olduğunu göremedik. Bir de ne görelim, bununla kastedilenler, bizlermişiz. " demiştir. Süddî'den de: Bu ayetin, Bedir'e iştirak edip de Cemel'de savaşan kimseler hakkında nazil olduğunu söylediği rivayet edilmiştir. Rivayet edildiğine göre bir gün, Zübeyr, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'le gece sohbet ediyordu. Derken, Hazret-i Ali (radıyallahü anh) de çıkageldi.. Hazret-i Ali'yi Zübeyr gülerek karşılayınca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ali'yi ne kadar seversin?" dedi.. Bunun üzerine Zübeyr, "Ey Allah'ın Resulü, onu, tıpkı çocuğumu sevdiğim gibi, belki de daha fazla severim " dediğinde Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Sen onunla savaşmaya gittiğin zaman nasıl olacak ya!?" dedi. Şayet, "Emrin cevabına tekîd nûnu nasıl gelmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta iki izah yapılmıştır: a) Emrin cevâbı, nehiy sîğasıyla gelmiştir. Durum her ne zaman böyle olursa, o nehye tekîd nûnunun bitiştirilmesi güzel olur. Bu, tıpkı senin "Hayvandan in, seni atmasın; veya sakın seni atmasın. " demen gibidir. Ve yine bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı "Ey karıncalar, yuvalarınıza girin. Sakın Süleyman ve ordusu ... sizi kırmasın. " (Neml, 18) ayeti gibidir. b) Bu ayetin takdirinin, "sizden sadece zâlim olanlara isabet edecek fitneden sakının " şeklinde olmasıdır. Ancak ne var ki, bu ifade, fitnenin sadece zalimlere isabet etmeyeceğini iyice beyan etmek için, nehiy sîğasıyla getirilmiştir. Böylece, zâlimlere has olan o fitne, sadece onlara has olmaktan çıkarılmış olur da, böylece sanki o fitneye, "sadece zalim olanlara isabet etme!" denilmiş olur ki bundan maksad da, istiare yoluyla, böyle bir tahsisin bulunmadığını iyice anlatmaktır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Hem bilin ki, Allah şüphesiz azabı çetin olandır" buyurmuştur. Bu tabir ile de, Allah'ın ikâbından sakınmak için, müstakim olmanın gerekliliğine teşvik murad edilmiştir. Buna göre şayet, "Bu ayetten çıkan netice şudur: Allahü teâlâ, geldiğinde, günahkâr olanı da olmayanı da kapsayacak olan bir azaptan, bir fitneden insanları sakındırıp korkutuyor. Binâenaleyh, Rahîm ve Hakîm olanın rahmetine, bu fitne ve azabı, günahkâr ve suçlu olmayan kimselere de ulaştırması nasıl uygun düşer?" denilirse biz deriz ki: Allahü teâlâ bazan, doğrudan doğruya olarak, kulunun başına ölümü, fakirliği, körlüğü ve kötürümlüğü v.b. getirebiliyor. Bu, ya, Cenâb-ı Hakk'ın yegâne Mâlik olması sebebiyle, O'ndan sâdır olması pek uygun olan bir fiildir; veyahut da, Allahü teâlâ'nın, bu işin bir tür iyiliği ihtiva ettiğini bilmesi sebebiyle sâdır olmuştur. Bu hususta, iki mezhebin de farklı farklı görüşleri bulunmaktadır. Binâenaleyh, bu iki sebebin birisinden dolayı bu caiz olunca, işte burada da caiz olur. Allah en iyi bilendir. Az Olan Müminlere İlahi Yardım 26"O zamanı hatırlayın ki siz yeryüzünde azlıktınız, aciz bırakılmışlardınız.. Halkın sizi tutup kapmasından korkuyordunuz. Allah sizi, ev bark sahibi yaptı, yardımıyla kuvvetlendirdi, size en temiz ve güzel şeylerden rızık verdi. Ta ki şükredesiniz". Bil ki Allahü teâlâ, onlara, Allah ve peygamberine itaatta bulunmalarını emredip, daha sonra da, onlara yine, günahtan sakınıp korunmalarını emir buyurunca, bu teklifini bu ayette te'kid etmiştir. Bu, böyledir, zira Allahü teâlâ, onların, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ortaya çıkmazdan önce, son derece ve zillet içinde olduklarını, onun ortaya çıkmasından sonra ise, son derece izzet ve şerefe kavuştuklarını; bunun da, onlara tâatta bulunup muhalefet etmemelerini gerektirdiğini beyan buyurmuştur. Hazret-i Muhammed zuhur etmeden önce onların içinde bulundukları haller, birkaç yönden açıklanabilir: a) Onlar, sayıca az idiler. b) Onlar, zayıf düşürülmüş olup, başkalarının onları zayıf bırakarak sömürmesi.. Bu "mustaz'af" olmaktan kastedilen ise, onların, diğer insanların kendilerini tutup kapmasından endişe etmeleridir, ki bununla şu kastedilmiştir: Onlar, kendi beldelerinden dışarı çıktıklarında, Arapların, kendilerini kapıp almasından korkuyorlardı. Çünkü onlar, müşriklere yakın ve o müşriklerin onlara hem alabildiğine düşman olması sebebiyle, o müşrik Araplardan korkuyorlardı. Daha sonra Cenâb-ı Hak, onlar bu durumda iken, o hallerin mutluluk ve sevinç, hayır durumuna dönüştüğünü beyan buyurmuştur. Bu hayırların ve mutlulukların birincisi, Allahü Teâlâ'nın, onları koruyup gözeterek, ev bark sahibi yapmasıdır ki bununla Cenâb-ı Hak, onları Medine'ye taşımasını, böylece de onların, kâfirlerin şerlerinden emin olmalarını kastetmiştir. İkincisi ise, Allah'ın, yardımıyla onları desteklemesidir. Bundan maksat ise Bedir Günü'nde, ilahî yardımın tahakkuk edip gerçekleşmesidir. Üçüncüsü de, Allahü teâlâ'nın, onlara güzel rızıklar vermesidir. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın onlar, kendilerinden önceki ümmetlere haram olduğu halde, ganimetleri helâl kılmış olmasıdır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ta ki, şükredesiniz..." buyurmuştur.. Yani, "Biz sizi sıkıntıdan rahat ve bolluğa; belâdan nimetlere ve lütuflara çıkardık ki, artık böylece sizler şükür ve taât ile meşgul olasınız. O halde size, enfâl sebebiyle, çekişme ve mücadele etmeyle meşgul olmanız daha nasıl uygun düşer ve yakışır?" demektir. Allah'a Resulüne ve Emanetlere Hıyanet Etmeyin 27Âyetin tefsiri için bak:28 28"Ey iman edenler, Allah'a ve peygamberine hainlik etmeyin. Siz, kendiniz bilip dururken, kendi emanetlerinize hainlik eder misiniz? Bilin ki mallarınız da. evlâtlarınız da ancak birer imtihandır. (Asıl) büyük mükâfaat ise, şüphesiz Allah katındadır . Bil ki Allahü teâlâ, onlara güzel rızık verdiğini belirtince, bu ayette de, onları, hainlik etmekten men etmiştir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Alimler, bu ayette geçen "hıyanet" ile neyin kasdedildiği hususunda, birtakım görüşler üzere ihtilâf etmişlerdir: a) İbn Abbas şöyle demiştir: "Bu ayet, Ebu Lübabe hakkında nazil olmuştur.. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebu Lübabe'yı, Kureyzaoğullarını muhasara altına almak maksadıyla onlara yollamıştı. Ebu Lübâbe'nin çoluk çocuğu ise, Kureyzaoğullarının içinde bulunuyordu. Bunun üzerine Kureyzaoğulları: "Ey Ebu Lübabe Ne dersin, Sa'd İbn Muâz'ın, hakkımızda vermiş olduğu hükmü kabul edelim mi?" deyince, Ebu Lübabe boğazına işaret ederek: "Bu bir intihar etmek demektir, sakın bunu yapmayınız " demek istemiştir. Böylece, bu hareket tarzı, Ebu Lübabe'den, Allah ve O'nun Resulüne karşı bir hainlik olmak üzere sâdır olmuştur." b) Süddî şöyle demektedir: "Onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den bir şey dinliyor ve bunu ifşa ederek, müşriklere intikâl ettiriyorlardı. İşte bunun üzerine, Cenâb-ı Hak onları bundan nehyetti. " c) İbn Zeyd şöyle demiştir: "Allah onları, tıpkı münafıkların yapmış olduğu gibi, iman izhar edip, öte yandan ise, küfürlerini gizlemek suretiyle, hainlikte bulunmaktan nehyetti. " d) Câbir İbn Abdillah'dan şu rivayet edilmiştir: "Ebu Süfyan Mekke'den çıkınca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onun çıktığını öğrendi ve onu karşılamaya niyetlendi. Bunun üzerine münafıklardan birisi, Ebu Süfyan'a, "Muhakkak ki Muhammed, savaşmak için karşınıza çıkacak. Binâenaleyh tedbirinizi alınız!" diye bir mektup yazınca, Allahü Teâlâ bu ayeti inzal buyurdu. " e) Zührî ve Kelbî, bu ayetin Hatıb b. Ebi Beltea hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Zira bu sahâbî, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekkelilerle savaşmak için gitmeye niyetlenince, O'nun bu niyetini Mekkelilere yazıp bildirmişti. Bu görüşü el-Esamm nakletmiştir. f) Kâdî şöyle demiştir: "Bu konuda doğruya en yakın olan şudur: Allah'a yapılan hainlik, Resûlullah'a yapılan hainlikten başkadır. Yine Resûlullah'a yapılan hainlikten, emanete yapılan hıyanetten başkadır. Çünkü atıf, muğayereti (başka olmayı) gerektirir. Bunu iyice kavradığın zaman diyoruz ki: Allah, onlara ganimetler hususunda hainlik etmemelerini emretmiş ve bu husustaki hiyaneti kendine yapılmış hıyanet gibi saymıştır. Çünkü bu, Allah'ın atıyyesi (bağışı) hususunda ve Resulüne karşı yapılmış bir hıyanettir. Çünkü ganimetlerin taksimi ile görevli olan, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. Binâenaleyh kim o ganimetlere hiyanet ederse, peygambere hiyanet etmiş olur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu ganimetleri, ganimeti hak etmiş olanların ellerine bir emanet olarak vermiş ve onlara ganimetlerden herhangi birşey almamalarını emretmiştir. Dolayısıyla bu ganimetler adeta bir emanete dönüşmüştür. Emanetler ise, emanet bırakılan kimsenin elinde bir emanettir. Binaenaleyh onlardan kim bu emanetlere âinlik ederse, insanların kendilerine verdikleri emanetlere hıyanet etmiş gibi olur. Çünkü hıyanet, emanetin zıddıdır." Kâdî şöyle devam eder: "Ayette bahsedilen emanetten kastın, ibadete sayılan herşey olması muhtemeldir. Buna göre, ayetin müne, ganimetler de, diğer şeyler de girer. Binâenaleyh ayetin manası: "Bütün mükellefiyetlerin tastamam, noksansız, eksiksiz ve en mükemmel bir şekilde edâ edilmeleri vacibtir" şeklinde olur. Ayetin sebeb-i nüzulü olarak zikredilen bütün bu zahlar da, ayetin hükmüne dahildir. Ama ayeti, sadece bunlara hasretmemek : unlarla sınırlandırmamak) gerekir. Çünkü sebeb-i nüzulün hususî oluşuna değil, afzın umumîliğine bakılır." Keşşaf sahibi şöyle demektedir: Tıpkı "vefa"nın, "tamam" (olma) manasına geldiği gibi, ayetteki "hiyanet" de "noksanlık" manasınadır. Bir kimse birşeyi noksan yaptığında, "Ona hiyanet etti" denilmesi de, bundan dolayıdır. Daha sonra bu kelime, emânet" (güven) ve "vefâ"nın zıddı olarak kullanıldı. Çünkü bir hususta, bir kimseye yanet ettiğinde, o kimsenin aleyhine olarak, o hususa noksanlık sokarsın. Ayetteki "Emanetlerinize hainlik eder misiniz?.." ifadesi ile ilgili şu izahlar yapılmıştır: 1) Bu tabirin manası, "Emânetlerinize hainlik etmeyin" şeklindedir.. Bunun delili Abdullah b. Mes'ûd (radıyallahü anh)'un, bunu (......) şeklinde okuduğunun rivayet Bmesidir. 2) Bu ifâde, "Allah ve Resulüne hainlik etmeyin. Çünkü eğer bunu yaparsanız, emanetlerinize hainlik etmiş olursunuz" demektir. Araplar "cevab" olan cümlenin kaşına bazan "fâ", bazan da "vav" edatı getirirler. Onlardan bunu kabul etmeyenler ze vardır. Cenâb-ı Hakk'ın "Siz, kendiniz bilip dururken..." ifadesi hakkında şu zahlar yapılmıştır: a) Bu, "Siz hainlik edeceğinizi bile bile, yani, hainlik sizden yanlışlıkla ve farkında :-ayarak değil, kasten sâdır olur" demektir. b) Bu, "siz kötülüğün kötülük, iyiliğin de iyilik olduğunu bilen kimseler olduğunuz -aide.." demektir. Daha sonra Allahü teâlâ, insanları hiyanete sevkeden şey mal ve evlâd sevgisi olduğu için, akıllı kimselerin bu sevgiden doğacak zararlardan kaçınması gerektiğine dikkat çekerek, "Bilin ki mallarınız da, evlâdlarınız da, ancak birer imtihandır" buyurur. Çünkü bunlar, kalbi dünya ile meşgul eder ve insanı mevlâsının hizmetinden alıkor. Cenâb-ı Allah, daha sonra âhiret mutluluklarının, dünyevî mutluluklardan daha hayırlı olduğuna; çünkü âhiretin gerek şeref, gerek mükâfaat, gerekse müddet bakımından daha fazla olduğuna; ve çünkü âhiretin sonsuz ve baki olduğuna dikkat çekmek için "Büyük mükâfaat ise, şüphesiz Allah katındadır" buyurur. İşte Allahü teâlâ'nın katındaki mükâfaatın "büyük" olarak tavsif edilişi, yukarıda belirttiğimiz bakımlardan ötürüdür. Nafile ibadetlerle meşgul olmanın, evlenmekten daha faziletli olduğuna delil olarak bu ayet getirilebilir. Zira nafile ibadetlerle meşgul olmak, insana Allah katında büyük mükâfaat kazandırır. Evlenme ile meşgul olmak ise, insana çocuk kazandırır. Çocuk da mal ve geçim elde etme ihtiyacını doğurur. Bu ise bir belâ (imtihan)dır. Allah katında en büyük bir ücreti elde etmeye vesile olacak şeyle meşgul olmanın, belaya götüren şeyle meşgul olmaktan daha hayırlı olduğu malumdur. 29"Ey iman edenler, eğer Allah'dan ittika ederseniz, O size iyi ile kötüyü ayırdedecek bir Furkân verir, suçlarınızı bağışlar ve sizi mağfiret eder. Allah büyük fazl-u ikram sahibidir". Bil ki Hak teâlâ, mal ve çocuk sebebiyle düşülecek fitneden sakındırınca, mal ve evlât sevgisine fazla düşüp meyletmeyi temin edecek olan takvaya teşvik etmiştir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Takva, Allah'ın Furkân Vermesine Vesile Olabilir Bir kimse şöyle diyebilir: "Bir hükme in şart edatını getirmek, ancak işlerin sonunun nereye varacağını bilmeyen kimseler için yerinde olur. Bu ise Allahü teâlâ'ya uygun düşmez." Buna şöyle cevap verilir: "Bizim, "Eğer şu olursa, neticede şu olur" şeklindeki sözümüz, ancak bu şartın, o neticeyi gerektirdiğini ifade eder. Ama şartın mevcut olup olmadığı meselesi, ya bilinir, ya şüpheli olur. Bu husus, şart (eğer) edatından anlaşılmaz. Bu edatın bir şüphe ifade ettiğini kabul etsek bile, Cenâb-ı Hak ceza hususunda kullarına, sanki şüphe eden bir kimse gibi davranır. Hak teâlâ'nın "Andolsun ki sizi imtihan edeceğiz. Ta ki içinizden mücahidleri ve sabr-u sebat edenleri bilelim " (Muhammed. 31) ayeti de bu manadadır. Bu şarta bağlı hükmün şartı tek bir şeydir. O da Allah'dan İttika etmektir. Allah'dan ittika, bütün büyük günahları işleme hususunda Allah'dan korkmayı içine alır. Biz, bu ttikanın, bilhassa büyük günahlarla ilgili olduğunu söylüyoruz. Çünkü Allahü teâlâ, şartın cevâbı olan (neticesi olan) hükümde, seyyiatın (suçların) bağışlanmasından bahsetmiştir. Halbuki neticenin (cevabın), şart koşulan şeyden başka olması gerekir. Binâenaleyh şart ile ceza (cevap) arasındaki farkın ortaya çıkması için, ayette bahsedilen "ittika"yı. "büyük günahlardan korunma"; "seyyiât"ı da, "küçük günahlar" manasına hamlettik. Bu şarta bağlı olan netice şu üç şeydir: a) Ayette, "O, size (iyi ve kötüyü ayırdedecek) bir Furkân verir" ifadesi ile anlatılan husustur. Bu, "Allah sizinle kâfirlerin arasını ayırır" demektir. Lafız mutlak olarak zikredildiği için bu"Furkânı", mü'minlerle kâfirler arasında meydana gelen bütün ayırıcı vasıflar manasına hamletmek gerekir. Bundan dolayı diyoruz ki: Bu farklar ya dünya, ya da âhiret halleri ile ilgilidir. Dünya halleri ile ilgili olanlar ise, ya kalbin halleri ile, yani bâtınî haller ile ilgili olur; ya da zahirî hallerle ilgili olur. Kalbin halleri ile ilgili olanlar ise şunlardır: a) Allahü teâlâ, hidayeti ve marifetullahı (Allah'ı bilmeyi), mü'minlere has kılmıştır. b) Allah yine inşirahı (iç genişliği ve gönül huzurunu) da müminlerin kalblerine vermiştir. Nitekim Allahü teâlâ, "Öyle ya, Allah'ın, göğsünde islam için bir inşirah verdiği kimse, kalbini mühüriediği kişi gibi midir? Çünkü o, Rabbinden bir nur üzerindedir" (Zümer, 22) buyurmuştur. c) Münafık ve kâfirlerin kalbi öylesi kötü huylar ve âdi hallerle dolup taştığı halde; Allahü teâlâ, mü'minlerin kalblerinden ve gönüllerinden kini, öfkeyi, hasedi, hile ve tuzakları gidermiştir. İyi hallerin kalblerde doğmasının sebebi şudur: Kalb, Allah'a itaat etmekte nurlanınca, bütün karanlıklar ondan gider. Çünkü mahfetullah (Allah'ı tanıyıp bilmek), bir nurdur. O kötü huylar ise adetâ birer zulmet karanlıktır. Dolayısiyle nûr gelince, karanlık mutlaka zail olur. Zahirî hallerle ilgili olan bu farklar da şunlardır: Allahü teâlâ yüceliğini, fethini, muzafferiyetini ve yardımını müslümanlara tahsis etmiştir. Nitekim O: "Halbuki şeref, kuvvet ve galibiyet Allah'ındır, Resulünündür, mü'minlerindir" (Münafikûn, 8) ve "Çünkü O (Allah), bu dini diğer bütün dinlerden üstün kılacaktır" (Saf, 9) buyurmuştur. Kâfir ve fâsıkların hali ise, bunun aksinedir. Âhiret halleriyle ilgili farklara gelince, bunlar mükafaat, daimî menfaatlar, Allah ve melekleri tarafından ta'zim edilme bakımlarındandır. Bütün bu haller, âyetteki "Furkân"a dahildir. b) Ayetteki, "Suçlarınızı bağışlar" ifadesi ile anlatılan husustur. Diyoruz ki: Ayetteki "Eğer Allah'tan ittikâ ederseniz..." tabirini "Eğer Allah'ı inkar etmekten sakınırsanız" manasına alırsak, "O, suçlarınızı bağışlar" sözü ile, bu inkârdan önce bulunan bütün seyyiât kastedilmiş olur. Yok eğer bu tabiri "Büyük günahlardan ittika eder, sakınırsanız.." manasına alır isek, o zaman "O, suçlarının bağışlar" ifadesi ile, küçük günahların affedilmesi kastedilmiş olur. c) Ayetteki, "Sizi mağfiret eder" buyruğu ile anlatılan husustur. Bil ki bir tekrarın söz konusu olmaması için, deriz ki: "Seyyiatın bağışlanması" ifadesi ile, dünyada iken "onların örtülmesi, saklı ve gizli kalması" manası; "mağfiret" ile de, "ahirette tamamen bağışlanması" manası kastedilmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah büyük fazl-u ikram sahibidir" buyurmuştur. Vasfı bu olan bir zat, birşey vaadettiğinde mutlaka va'adini yerine getirir. Biz şu sebeblerden ötürü Allah'ın fazl-u ikramının, başkalarınınkinden daha büyük olduğunu söylüyoruz: 1) Hak subhanehû ve Teâlâ dışında herkes, ancak kalbinde lütuf ve ihsanda bulunma niyet ve fikri meydana geldiği zaman, lütuf ve ihsanda bulunur. O niyet ve fikir ise sonradan meydana gelmiştir. Binâenaleyh ancak Allah'ın yaratması ile meydana gelmiştir. İşte bu durumda da, ihsanda bulunanın, iyiliğin yapılmasına sebep olan o düşünce ve niyeti yaratan Allah olduğu ortaya çıkar. 2) Lütuf ve iyilikte bulunan herkes, ya karşılığında bir mal kazanmak, ya bir övgüye nail olmak, ya da hemcinsine acımadan dolayı kalbinde meydana gelen bir elem ve üzüntüsünü gidermek gibi, bir başka çeşit karşılığı elde etmek gibi, bir çeşit kemal elde etmiş olur. Allahü teâlâ ise, böylesi hiçbir karşılık beklemeksizin lütuf ve İhsanda bulunur. Çünkü O, zaten kâmildir. Zâtı gereği mevcud olan bir varlığın, başkasından istifade etmesi imkânsızdır. 3) Başkasına bir iyilikte bulunan herkese göre, iyilik yaptığı kimse, o iyilik başına kakıiabilecek bir duruma düşer. Bu ise, nefret ettirici bir durumdur. Ama Cenâb-ı Hak, herkesi hertürlü özelliği ile yaratmış olandır. Binâenaleyh Allah'ın ihsanını kabul etmeme gibi birşey söz konusu olamaz. 4) Başkasına iyilikte bulunan herkese göre, kendisine iyilikte bulunulan o kimse bu iyilikten ancak, gören bir gözü, işiten bir kulağı ve hazmedebilen bir midesi bulunduğu zaman istifade edebilir. Bu durumda da yine gerçekte iyilikte bulunanın, (ona bunları vermiş olan) Allahü teâlâ olduğu ortaya çıkmış olur. Dolayısıyla bu aklî deliller ile de, Allahü teâlâ'nın büyük fazl-u ikram sahibi olduğunun doğruluğu sabit olur. Kureyş'in Hazret-i Peygamber Aleyhindeki Komplosu 30"Hani bir zaman o inkarcılar seni tutup bağlamak, veya öldürmek yahut da yurdundan zorla çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı kurarlarken, Allah da tuzak kuruyordu. Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır". Bil ki Allahü teâlâ mü'minlere olan nimetini "O zamanı hatırlayın ki siz yeryüzünde azlıktınız" (Enfal, 26) diye hatırlatınca, aynı şekilde Resulüne verdiği nimeti de hatırlatmıştır. Bu nimet de, müşriklerin ve hilebazların tuzaklarını ondan uzaklaştırmasıdır. Bu sûre Medine'de nazil olmuştur. İbn Abbas, Mücahid, Katâde ve benzeri müfessirler şöyle demişlerdir: "Kureyş mûşrikleri Daru'n-Nedve'de müvaşere ediyorlardı. Derken bir ihtiyar kılığına girmiş olan İblis onların yanlarına gelip, kendisinin Necid'li olduğunu söyledi. Oradakilerin bazıları "O (Muhammed'i) bağlayın ve onun başına zamanın felâketlerinin gelmesini bekleyelim" dediler. İblis de: "Böyle yapmada bir fayda yok. Çünkü bundan dolayı onun kavmi öfkelenir ve kan döker" dedi. Bazıları da, "Onu memleketinizden uzaklaştırın. Böylece onun eziyetinden kurtulur, rahata kavuşursunuz" dediler. Bunun üzerine İblis: "Böyle yapmada da bir fayda yok. Çünkü o zaman o, etrafında bir grup toplar ve onlarla size karşı savaşır" dedi. Ebu Cehil ise şöyle dedi: "Benim görüşüm şu: Her kabileden birer adam seçip toplayalım. Onlar ona saldırıp hep birden kılıçlarıyla vursunlar. Böylece onu öldürdükleri zaman kanı bütün kabilelere dağılmış olur ve Haşimoğulları, bütün Kureyş kabileleriyle savaşmayı göze alamazlar, bundan dolayı da onun diyetini, kan bedelini almaya razı olurlar. Bunun üzerine İblis: "İşte bu doğru fikir " dedi. Cenâb-ı Allah da, Peygamberine bu olayı vahiy ile bildirdi ve O'na Medine'ye hicret etme hususunda müsaade edip, yatağında yatmamasını emretti. İşte böylece Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hicret hususunda izin verdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ali'ye yatağında yatmasını emrederek: "Cübbeme börün. Bu işten sana, hoşlanmadığın bir kötülük gelmeyecek" dedi. Müşrikler gece boyu O'nun evini gözetlediler. Sabah olunca girip yatağına koştular. Karşılarında Hazret-i Ali'yi görünce şaşıp kaldılar. Allahü teâlâ onların bu komplolarını boşa çıkardı." Yüsbitûke kelimesine, İbn Abbas (radıyallahü anh), "seni tutup bağlamaları için " manasını vermiştir. Bağlanan herkes, tutulmuş ve sabit kılınmış olur. Çünkü böyle bir insan hareket etmeye muktedir olamaz. İşte bundan ötürü, kendisinde, hareketine mani olacak bir hastalık ve yara bulunan kimse hakkında "Falanca yerinde sabit kılındı "O, müsbettir" denilir. Bu ifadeye, "seni hapsetmek", "seni alıkoymak" ve "seni bir evde tutmak için" manaları da verilmiştir. Böylece manası açıkça anlaşıldığından, ayette "nerede habsedilmek istendiği" hazfedilmiştir. Bazıları bunu, şeddeli olarak, yüsebbitûke diye okumuşlardır. Nehâî de, bu kelimeyi "beyât" (geceleme) masdarından olarak, yebituke "sana geceleyin birşey yapmak için" şeklinde okumuştur. Ayetteki yaktülûke "Yahut seni öldürmek için.." ifadesi ile, Allah'ın laneti üzerine olasıca Ebu Cehil'den naklettiğimiz şey kastedilmiştir. Yuhricûke kelimesi ile "Yahud da seni çıkarmak için" ifadesi ile, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Mekke'den çıkarılması kestedilmiştir. Cenâb-ı Allah bu üç şeyden bahsedince, "onlar bu tuzağı kurarlarken, Allah da tuzak kuruyordu. Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır" buyurmuştur. Biz, Cenâb-ı Allah hakkında "tuzak kurmanın" ne manaya geldiğini (Al-i Imran. 54) ayetinin tefsirinde bahsetmiştik. Netice olarak deriz ki: O Kureyş müşrikleri, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in tebliğini boşa çıkarmak için her çareye başvurmuşlardı. Ama Hak teâlâ ona yardım etmiş, kuvvetlendirmiş, o müşriklerin yaptıklarını boşa çıkarmış ve böylece kendi savaşını ortaya koymuştur. Kadî şöyle der: "İblis ile ilgili kısım dışında, İbn Abbas'ın anlattığı hadise Kur'an'a uygundur. Çünkü İbn-i Abbas (radıyallahü anh), İblis'in bir insan suretine girmiş olduğunu söylemiştir. Bu ise bâtıldır. Zira İblisi bir başka şekle sokma, ya Allah'ın fiilidir, ya da İblis'in kendi işidir. Birinci ihtimal bâtıldır. Çünkü tuzak kurma hususunda kâfirlere yol göstermek için, Hak teâlâ'nın böyle birşey yapması caiz değildir. İkinci ihtimal de batıldır. Çünkü İblis'e şeklini değiştirebileceği bir kudret vermesi, Cenâb-ı Hakk'ın hikmetine uygun düşmez." Bil ki Kadî'nin bu münakaşası tuhaftır. Çünkü Allahü teâlâ'nın, İblis'i çeşitli vesveseler vermeye muktedir kılmasını garip karşılamadığına göre, ona şeklini seviştirme kudretini vermesini nasıl tuhaf karşılayabilir? Eğer, "Kâfirlerin tuzaklarının hiçbirinde hiçbir hayır olmadığı halde, Hak teâlâ niçin, "Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır" demiştir" denilirse biz deriz ki: Bu hususta şunlar söylenebilir: 1) Ayetteki, "tuzak kuranların en hayırlısı" tabiri ile, "tuzak kuranların en kuvvetlisi en kuvvetli tuzak kuranı" manası kasdedilmiştir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, bu tabirle fiili karşısında, her türlü tuzağın etkisiz ve geçersiz olduğuna dikkat çekmek çn. "en hayırlısı" ifadesini, "en şiddetli, en güçlü" manasında kullanmıştır. 2) Bundan murad, "Eğer onlar hile ve tuzaklarında faraza iyilik ve hayır bulunma rali olursa, bilsinler ki Allah o tuzak kuranların en hayıriısıdır" manasıdır. 3) Ayetteki "hayr" kelimesi, tafdil ifade etmez. Yani "en hayırlı" manasına değil, aksine "hayırlı" manasınadır. Nitekim, "Tirid yemeği Allah'dan olan bir hayırdır" denilmiştir. Müşriklerin Kurana Nazire Yapma Teşebbüsleri 31Âyetin tefsiri için bak:34 32Âyetin tefsiri için bak:34 33Âyetin tefsiri için bak:34 34"Onlara ayetlerimiz okunurken şöyle demişlerdi: "işittik. Eğer dilersek, biz de elbet bunun benzerini söyleriz. Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir." Hani bir zaman da, "Allah'ım! eğer bu senin katından gelen hak kitabın kendisi ise, derhal bizim üstümüze gökten taş yağdır. Yahut bize acı veren bir azab getir" demişlerdi. Halbuki sen onların içinde iken, Allah onlara azab etmez. Onlar istiğfar ederlerken de yine, Allah onlara azab etmez. Allah onlara ne diye azab etmesin ki, Onlar Mescid-i Haram'dan, kendileri ona ehil (lâyık) olmadıkları halde, insanları menedip duruyorlar -ki müttakilerden başkası, onun ehli değildir, - fakat onların (kâfirlerin) çoğu bunu bilmezler". Bil ki Allahü teâlâ, o müşriklerin Hazret-i Peygamber'in şahsı aleyhinde kurdukları tuzakları nakledince, bu sefer de onun dîninin aleyhinde kurdukları tuzakları haber vermiştir. Rivayet olunduğuna göre Nadr b. Haris, bir tacir olarak Hire'ye gidiyor, orada "Kehle ve Dimne" masallarını satın alıp öğreniyordu. Müslümanlarla alay ve istihza edenlerle birlikte oturup kalkıyordu. Kendisi de istihza edenlerden idi. Onlara geçmiş milletlerin uydurma masal ve efsanelerini okuyor, bunların, tıpkı Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in geçmiş ümmetlerle ilgili olarak bildirdiği kıssalar gibi olduğunu iddia ediyordu ki, işte ayetteki, "Onlar şöyle demişlerdi: "İşittik. Eğer dilersek, biz de elbet bunun benzerini söyleriz. Bu, eskilerin masallarından başka birşey değildir" ifadesi ile anlatılan bu husustur. Burada şöyle bir mesele vardır: "Kur'an-ı Kerim'in mucize oluşunda itimat edilen husus, Hazret-i Peygamber'in Araplara bu Kur'an ile meydan okuması ve onların da bunun bir benzerini yapamamalarıdır. Bu ayet ise müşriklerin, Kur'an'ın bir benzerini getirebileceklerine bir işarettir. Binâenaleyh bu, Kur'an-ı Kerim'in mucize oluşunda, dayanılan delilin düşmesini icab ettirir? Buna şöyle cevap verilir: Lev, yani eğer edatı, başka birşey (şart koşulan şey) bulunmadıkça, birşeyin bulunmayacağını ifade eder. O halde ayetteki, "Eğer dilersek, biz de elbet bunun benzerini söyleriz" ifadesi müşriklerin bunu dilemediklerine ve dolayısıyla söylemediklerine delâlet eder. Binâenaleyh Nadr b. Haris'in, Kur'an'a muârazada bulunamayacağını ikrar ettiği ve ancak bir kimsenin eğer dilerse bunun bir benzerini getirebileceğini söylediği sabit olmuş olur. Böylesi bir söz ise zayıf ve tutarsızdır. Çünkü maksad, ancak Kur'an'a bizzat muaraza etmekle (yani onun benzerini getirebilmekle) gerçekleşir. Ama sırf boş bir iddiada herhangi bir fayda yoktur. Kâfirlerin Kur'an'a karşı ileri sürdükleri ikinci şüpheleri de, ayetteki şu sözleridir: "Allahım! Eğer bu, senin katından gelen hak kitap ise, derhal bizim üstümüze gökten taş yağdır. Yahut bize acıklı bir azab getir." Yani, yahut ondan (taş yağdırmadan) daha şiddetli ve bize daha güç bir azab ver." Eğer, "Bu söz, şu iki bakımdan müşkilat çıkarmaktadır: 1) Ayetteki, "Allah'ım! eğer bu, senin katından gelen hak kitabın kendisi ise, derhal bizim üstümüze gökten taş yağdır. Yahut bize acı veren bir azab ver" ifadesini, Allah kâfirlerin sözü olarak nakletmektedir. Binâenaleyh bu kâfirlerin sözüdür. Bu da, Kur'an'ın nazmının cinsinden bir sözdür. Dolayısıyla bu kadarcık da olsa, Kur'an'ın benzerini getirme işi tahakkuk etmiştir. Yine Cenâb-ı Allah, kâfirlerin "Bizim için şu yerden bir pınar akıtmadıkça, sana katiyyen inanmayız" (Isra. 90) dediklerini nakletmiştir. Bu da kâfirlerin sözüdür. Binâenaleyh onların sözleri içinde, Kur'an'ın nazmına uygun olan ve ona muâraza edecek olan birtakım sözler bulunmuş demektir. Bu da kâfirlerin sözüdür. Binâenaleyh onların sözleri içinde, Kur'an'ın nazmına uygun olan ve ona muâraza edecek olan birtakım sözler bulunmuş demektir. Bu da muarazanın gerçekleştiğini gösterir. 2) Kureyş kâfirleri de Allah'ın varlığını, kudret ve hikmetini itiraf ederler ve başlarına azab gelmesi hususunda Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den birçok tehdid işitirlerdi. Binâenaleyh eğer Kur'an'ın nüzulü bir mucize olsaydı, onlar onun bir mucize olduğunu anlarlardı. Zira onlar da fesahat ve belagat erbabı kimselerdi. Eğer onlar bunu anlamış olsalardı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvveti hususunda en azından şüphe ederler (hemen inkâr etmezlerdi). Eğer onlar böyle olsalardı, "Allahım! Eğer bu, senin katından gelen hak kitabın kendisi ise, derhal bizim üstümüze taş yağdır" deme cesaretini gösteremezlerdi. Çünkü en azından şüpheli olan ve kesin karara varamamış olan kimse, böyle ileri derecede sözleri söyleyemez. O kâfirler böyle dediklerine göre, Kur'an'ın mucizevî yönlerinden hiçbirisinin onlara görünmediğini anlarız?" Bu sorulardan birincisine şöyle cevap verilir: Kur'an'a karşı mu'ârazanın gerçekleşmesi için, bu kadarcık söz yeterli olmaz. Çünkü bu kadarcık bir sözde, fesahat ve belagat yönlerinin ortaya çıkması mümkün değildir. Ancak, "Meydan okuma, Kur'an'ın bütün sûreleri hakkında olmayıp, sadece kelamın kuvvetinin ortaya çıkmasına imkân verecek kadar uzun bir sûrede olur" dediğimiz takdirde geçerli olur. İkinci probleme de şu şekilde cevap verilir: Farzet ki o müşrikler, Kur'an'ın mucize oluşunu anlayamamışlardır. Fakat Kur'an mucize olunca, onlar bunu bilseler de bilmeseler de, bu hakikat değişmez. Ayetteki ifadesi hakkında Zeccâc şöyle demiştir: "Hak" kelimesi, kâne'nin haberi olarak mansubtur. Aradaki huve ise, zamir-i fasi olup, i'rabtan mahalli yoktur. Bu tıpkı, te'kîd için olan mâ edatı gibidir. Bu, "Hak" kelimesinin, hazâ lafzının sıfatı değil, kâne'nin haberi olduğunu göstermek için araya girmiştir. "Hak" kelimesinin merfû olması da caizdir. Ama ben, bunu merfû olarak okuyan kimseyi duymadım. Bunun merfû okunabileceği hususunda nahivciler arasında bir ihtilaf yoktur. Fakat kıraat sünnettir." Keşşaf sahibi, A'meş'in bu kelimeyi merfû olarak okuduğunu rivayet etmiştir. Bil ki Allahü teâlâ bu iki şüpheyi nakledince, kâfirlerin birinci şüphelerine, yani, "Eğer dilersek, biz de elbet bunun benzerini söyheriz" şeklindeki iddialarına bir cevap vermemiş, ama ikinci şüphelerine "Halbuki sen onların içinde iken, Allah onlara azab etmez. Onlar istiğfar ederlerken de yine, Allah onlara azab etmez" diyerek cevap vermiştir. Müşriklerin İmha Edilmeyişlerinin Sebebi Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır: Bil ki bu cevabın izahı şöyledir: Kâfirler fazla ileri gidip, "Allah'ım! Muhammed haklı ise, üstümüze gökten taş yağdır" deyince, Allahü teâlâ, "Her ne kadar Muhammed haklı ise de, şu iki sebebten ötürü, O'nun düşmanlarının ve peygamberliğini inkâr edenlerin başına taş yağdırmam" demiştir: Birinci sebeb: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), onlarla birlikte olduğu müddetçe, Allah onlara bunu yapmaz. Bu, Allah'ın Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e verdiği değerden ötürüdür. Önceki bütün peygamberler hakkında da Allah'ın âdet ve sünneti böyledir. Çünkü Allah, ancak peygamberlerin; o kâfir beldelerden çıkardıktan sonra onlara azab etmiştir. Tıpkı, Lût, Salih ve Hûd (aleyhisselâm) hakkında olduğu gibi. İmhaları Matlup Değilse, Niçin Onlarla Kıtal Yapılıyor? Eğer: "Peygamberlerin, kavimleri içinde bulunmaları, Allah'ın o kavimlere azab indirmesine mani olduğuna göre, Cenâb-ı Hak daha nasıl, "Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları azablandırsın." buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki: Önceki ile, "kökünü kazıma azabı"; bu ayetteki (......) de, savaş ve vuruşma sebebi ile olacak azab kastedilmiştir. İkinci sebep: Ayetteki, "Onlar istiğfar ederlerken de yine, Allah onlara azab etmez" tabirinin anlattığı husustur. Bu ifadenin tefsiri hususunda da, şu izahlar yapılmıştır: a) İçlerinde, istiğfar eden mü'minler olduğu sürece, Allah o kâfirlere azab etmez. âfız, her ne kadar umumî ise de, bu umum lafızla onların bir kısmı kastedilmiştir. Mtokim, bir kısmı murad edilerek, "Mahallenin halkı, bir adam dttürdü" ve "Falanca beldenin halkı, fesada yöneldi" denilir. b) Allah, onların Allah'a iman eden, O'na istiğfarda bulunan birtakım çocukları : acağını bildiği sürece, o kâfirlere azab edici değildir. Böylece onlar, çocuklarının ve zürriyetlerinin sıfatlarıyla sıfatlanmış olurlar. c) Katâde ve Süddî, bu ifadeye "Şayet onlar, mağfiret talep etmiş olsaydılar, azab olunmazlardı" manasını vermişlerdir. Böylece, bu ifadenin zikredilmesinden kastedilen, onların mağfiret talebinde bulunmalarını istemektir. Yani, "Onlar, eğer magfıret talebinde bulunmuş olsalardı, Allah onlara azab etmezdi" demektir. İşte sebebten dolayı bazı kimseler, burada zikredilen istiğfarın, "müslüman olmak" manasına geldiğini söylemişlerdir. Buna göre mana, "Allah'ın ilm-i ezelîsine göre, onların içinde, müslüman olacak bir kavim bulunduğu müddetçe..." şeklinde olur. Meselâ, Ebu Süfyân İbn Harb, Ebu Süfyân İbn el-Haris İbn el-Muttalib, Haris İbn Hişam, Hakîm İbn Hizam... gibi kimseler bunlardandır. Buna göre, "Onlar istiğfar ederken de yine, Allah onlara azab etmez" ifadesinin manası, "Sen ve Allah'ın ilminde, işin sonunda iman edecek olan kimseler bulunduğu müddetçe..." şeklinde olur. Ehl-i maânî şöyle demiştir: "Bu ayet, mağfiret taleb etmenin bir emniyyet ve ilahî azaptan bir kurtuluş olduğuna delâlet eder." İbn Abbas da şöyle demiştir: "Onlar hakkında iki emân bulunuyordu: a) Allah'ın nebisinin onların arasında bulunması; b) Onların mağfiret talep etmesi. Nebî, gelip geçti; mağfiret talebi ise Kıyamete bakîdir. Müşriklerin Azabı Hakkındaki Müşkilin İzahı Daha sonra Cenab-ı Hak, "Allah onlara ne diye azâb etmesin?" buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ, önceki ayette, Allah'ın Resulü onların içinde bulunduğu sürece onlara azâb etmeyeceğini; bu ayette ise, onlara azâb edeceğini beyan buyurmuştur. Buna göre mana, "O, onlara aralarından peygamberi çıktıktan sonra azab eder.." şeklinde olur. Daha sonra âlimler, bu azabın ne olduğu hususunda ihtilaf ederek, bir kısmı meselâ şöyle demiştir: "Onlara, tehdit edildikleri bu azâb, Bedir Günü gelmiştir." Bu azabın, Mekke'nin fethi günü olduğu da ileri sürülmüştür. İbn Abbas ise şöyle demiştir: "(İkinci ayette geçen) bu azâb, ahiret azabı; Allah'ın onlardan kaldırdığı azâb ise, dünya azabıdır." Daha sonra Cenâb-ı Hak, hangi sebepten dolayı onlara azâb edeceğini beyan ederek, "Onlar, Mescid-i Haram'dan... (İnsanları) men edip duruyorlar..." buyurmuştur. Onların Hudeybiye yılında Mescid-i Haram'dan (mü'minleri) nasıl men ettiklerine dair haberler bilinmektedir. Cenâb-ı Hak, onların hangi sebepten dolayı insanları men ettiklerine dikkat de çekmiştir. Zira onlar, kendilerinin o Mescid-i Haram'ın sahipleri olduğunu iddia ediyorlardı. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu iddianın bâtıl olduğunu, "Kendileri ona ehil (lâyık) değillerdir.. Müttakilerden, yani münkerâttan sakınan kimselerden başkası, onun ehli değildir" diyerek beyan etmiştir. Bu münkerât, meselâ, o müşriklerin Kabe'de ıslık çalıp el çırpmaları gibi... şeylerdir. Cenâb-ı Hakk'ın bu tabirden kasdı, durumu böyle olan kimselerin Mescid-i Haram'ın velisi, ehli olamayacaklarını beyan etmektir. O halde onlar bu durumda, kılıçtan geçirilmeye ve kendileriyle savaşılmaya müstehak kimselerdir. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hak onları Bedir Günü öldürdü; daha önce de izahı geçtiği üzere, bu şekilde İslâm'ı aziz kıldı. Müşriklerin Kabe'de Islık Ve Alkış Koparmaları 35"Onların Beytullah'daki duaları, ıslık çalmaktan, el çırpmaktan başka bir şey değildir. (Ey kâfirler) devam edegeldiğiniz o küfrünüzden dolayı, artık tadın azabı!". Müşriklerin Kabe'de Islık Ve Alkış Koparmaları Bil ki Allahü Teâlâ, kâfirler hakkında, "Onlar, Beyt-i Haram'ın sahipleri değildir. Onun sahip ve velileri, ancak müttakîlerdir" buyürunca, bundan sonra da, o müşriklerin kendisi sebebiyle Beyt'in sahibi ve velisi olmaktan çıktıkları, mahrum olduktan şeyi beyan etmiştir ki bu da, onların Kabe'deki namazlarının, dualarının, Allah'a yakınlaşmalarının ve ibadetlerinin ancak, ıslık çalmak ve el çırpmakta olduğudur. Keşsâf sahibi şöyle demektedir: "Hâki kelimesi, (......) ve (......) kelimelerinin vezni gibi, (......) vezninde bir kelime olup "ıslık çaldı" manasına gelen mekâ-yemkû fiilinden gelmektedir. Buna göre, "mûkâ kelimesi, ıslık çatmak, ıslık anlamındadır. Mekkâ' tabiri de bundan olup, bu, köye ve kasabaya alışkın, çoban aldatan kuşu anlamına gelir ki. bunun cem'i (......) şeklindedir. Yeri ve mekânı çok olduğu için, bu kuşa bu ad verilmiştir. Tasdiye kelimesine gelince, bu el çırpmak demektir. Nitekim, bir kimse iki etim birbirine vurduğunda denilir. Bu kelimenin aslının ne olduğu hususunda iki göröş bulunmaktadır: a) Bu kelime, "dağdan yansıyan, akseden ses" yani, yankı manasına gelen sada kelimesinden gelmektedir. Ebû Ubeyde de, bu kelimenin aslının, (......) şeklinde olduğunu, dalın yerine yâ harfinin geldiğini söylemiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, "hemen senin kavmin bundan şımarıp haykıra haykıra gülüyorlar" (zuhruf, 57) tabiri de böyledir. Yani, "acze düşürmek, şamataya getirmek istiyorlar." demektir. Bazı âlimler bu sözü kabul etmemişlerdir. Ezheri ise, Ebu Ubeyde'nin sözünü doğrulamış ve şöyle demiştir: (......) kelimesinin aslı (......) dir. İki tane dal peşpeşe gelince, bunlardan birisi yâ harfine çevrilmiştir, " Sen bunu iyice kavradığında biz deriz kî: İbn Abbas şöyle demektedir: "Kureyşliler, Kabe'yi çıplak olarak, ıslık çalıp el çırparak tavaf ediyorlardı." Mucâhid de şöyle demektedir: "Onlar, tavafta Hazret-i Peygambere muhalefet ediyor, onunla alay ediyor, ıslık çalıyor ve onun namaz ve tavafını karıştırıyorlardı. Mukâtil de şöyle demiştir "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) mescidde namaz kıldığında, o müşrikte, Hazret-i Peygamberin namazını ifsad edip bozmak için, onun sağında ve solunda ıslık çalıyor ve el çırpıyorlardı." Binâenaleyh, İbn Abbas'ın görüşüne göre ıslık çalıp el çırpma işi, o müşrikler için bir tür ibâdet olmuş olur. Mûcâhid ve Mukatil'in görüşüne göre ise, el çırpıp ıslık çalma işi, Hazret-i Peygambere eziyet vermek için yapılıyordu. Cenab-ı Hakk'ın, "Onların Beytullah'daki durumları, ıslık çalmaktan, el çırpmaktan başka bir şey değildir" ifadesinden dolayı, birinci görüş doğru olmaya daha yakındır. Buna göre şayet, "Islık çalıp el çırpma işi, namaz cinsinden olan birşey değildir. Binaenaleyh, onları, salat lafzından istisna etmek nasıl caiz olabilir?" denilise, biz deriz ki: Bu hususta da şu izahlar yapılmıştır: a) Onlar, ıslık çalıp el çırpma işinin namazın cinsinden olduğuna inanıyorlardı. Böylece bu istisna da, onların bu inançlarına göre yapılmıştır. b) Bu ifâde tıpkı senin, "Ben Emîri sevdim amma onun bana olan bağışı, bana zulmetmek oldu." Yani "İhsan yerine zulümü koydu" denilmesi kabilindendir. c) Bundan maksat şudur: "Namazı ıslık çalmak ve el çırpmak olan kimsenin namazı yoktur." Nitekim Araplar, "Onun kusuru ve ayıbı, sadece cömertliktir" manasını kasdederek, demektedirler. Daha sonra Cenâb-ı Hak. "(Ey kâfirler), devam edegeldiğiniz o küfrünüzden dolayı artık tadın azabı" buyurmuştur. Yani, "Bedir Günü'ndeki kılıç azabını tadınız " demektir. Buna, "(Ahirette onlara), küfretmeniz sebebiyle, azabı tadın!" manası da verilmiştir. Kâfirler Mallarını İslâm'dan Saptırmak İçin Harcarlar 36Âyetin tefsiri için bak:37 37"inkâr edenler şüphe yok ki, mallarını halkı Allah yolundan alıkoymak için harcarlar. Harcasınlar onları! Nihayet bu, onlara bir yürek acısı olacaktır. Sonra da mağlup olacaklardır. O kâfirler, en son cehenneme sürüleceklerdir ki, Allah murdan temizden ayırdetsin, murdarı birbiri üstüne koyup topunu birden yığsın da, onu cehenneme atsın. Onlar, en büyük zarara uğrayanların ta kendileridir. Bil ki, Allahü Teâlâ, bedenî taatler hususunda o kâfirlerin hallerini şerhedip açıklayınca, bunun peşinden onların malîtâatler konusundaki hallerini de zikretmiştir. Mukâtil ve Kelbi şöyle demektedirler: "Bu ayeti Bedir Günü, kâfirlerden, kâfirlere yemek yediren kimseler hakkında nazil olmuştur ki bunlar, Kureyş'in ileri gelen on iki kişisidir. " Said İbn Cübeyr ve Mücâhid ise şöyle demiştir: "Bu ayet, Ebu Süfyan ve onun, Uhud Günü Hazret-i Muhammed'e karşı harbetmek için harcadığı malları hakkında nazil olmuştu. O, Araplardan meydana getirdiği ordunun dışında, Habeşlilerden de ikibin kişi kiralamış ve onlara, kırk okka infakta bulunmuştu. Bir okka, kırk iki miskâldir." Keşşaf sahibi de ayni şeyi söylemiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların bu malı insanları Allah'ın yolundan alıkoymak için infâk ettiklerini beyân buyurmuştur. Yani, onların bu harcamadan gayeleri, Hazret-i Muhammed'e ittibâ etmekten, yani onlara göre böyle olmasa dahi, Allah'ın yolundan men etmektir. Daha sonra Cenab-ı Hak "Ko harcasınlar onlar! Nihayet bu, onlara bir yürek acısı olacaktır" buyurmuştur. Yani, "Bu infâk yapılacak, ama neticesi yürek acısı olacaktır. Zira mal gidecek, fakat maksat hasıl ohnayacaktır. Aksine onlar, er geç mağlup olacaklardır" demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah şöyle yazmıştır: "Andolsun ki ben galip geleceğim, peygamberlerim de..." (Mücadele, 21) buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, Kâfirler en sonunda cehenneme sürüleceklerdir " buyruğu hakkında iki bahis bulunmaktadır: Birinci bahis: Allah "(Ve cehenneme sürüleceklerdir") buyurmadı. Zira, onların içinde, müslüman olanlar, ileride olacaklar da bulunuyordu. Aksine Cenâb-ı Hak, küfürde devam edenlerin böyle olacağını beyân etmiştir. İkinci bahis: Bu ifâdenin zahiri, onların haşrinin, sadece cehenneme olacağını gösterir. Çünkü, haberin takdimi, hasr ifade eder. Bil ki, bu sözün gayesi şudur: Onlar, o infaklarında mallarını harcamadan dolayı, ancak dünyada yürek acısı ve haybet-i emel; ahirette de, şiddetli bir azabı elde edeceklerdir. Bu da, böylesi bir infâkta bulunmaktan büyük bir men ve nehyi ifâde eder. "Ki Allah, murdarı temizden ayırdetsin " buyruğu ile ilgili iki görüş bulunmaktadır: Birinci Görüş: Yani, “Allah, pis olan kafirleri, temiz olan mü'minlerden ayırt eder. Böylece de, pis olanları üst üste istif eder ve onları bir araya toplar” demektir.Rekm kelimesi toplamak, birbirine katmak, eklemek demektir. Böylece de onlar, bir araya gelmiş olurlar. Bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Neredeyse onlar, etrafında keçeler (gibi) oluyorlardı)., " (Cinn. 19) ifadesi gibidir. Yani, "... aşırı kalabalık olmalarından dolayı..." Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetteki ulâike lafzı, bu pis, habis gruba işarettir. İkinci görüş: Ayette geçen habis (pis) kelimesiyle kâfirlerin, Hazret-i Muhammed'e düşmanlık yapmak için yapmış oldukları harcamaları tayyib kelimesi ile de, Hazret-i Muhammed'e yardım etme hususunda Ebû Bekir ve Hazret-i Osman'ın yapmış olduğu infâklar gibi, kâfirlerle cihad uğrunda mü'minlerin yapmış olduğu harcamalar murad edilmiştir. Buna göre mana, "Cenâb-ı Hak, o pis şeyleri üst üste yığar ve, onları cehenneme atarak, onlarla o kâfirlere azâb eder" şeklinde olur. Bu, tıpkı Cenab-ı Hakk'ın: "Bunlar, üzerlerinde yakılacak cehennem ateşinin içinde kızdırılacak da o kimselerin alınları, böğürleri ve sırtlan bunlarla dağlanacaktır" (Tevbe, 35) ayetinde anlatıldığı gibidir. Hak teâlâ'nın, ifadesindeki lâm, birinci görüşe göre, yuhşerûn ifadesine taalluk edip, buna göre mâna, "Allah, pis olan grubu temiz olan gruptan ayırmak için, onlar Allah'ın huzuruna sürülürler" şeklinde olur. İkinci görüşe göreyse, buradaki lâm ifadesine taalluk eder. Daha sonraki "Onlar, en büyük zarara uğrayaların ta kendileridir" buyruğu ise kâfirlere işaret etmektedir. 38"O kâfirlere de ki: "Eğer vazgeçerlerse, geçmiş günahları yarlığanacakhr, eğer savaşa dönerlerse, evvelkilerin sünneti muhakkak surette devam etmiş olacaktır". Bil ki Allahü teâlâ, onların bedenî ibadetlerinden namazı, ve malî ibadetlerini beyan edince, onları doğruya irşâd ederek, "O kâfirlere de ki, eğer vazgeçerlerse..." buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: Keşşaf sahibi, (......) ifadesinin, "Kâfirlerden ötürü şu sözü, yani "Eğer vazgeçerlerse yarlığalanacaklar" sözünü de!" manasında olduğu, bunun kâfirlere yönelik bir hitab olsaydı, "Eğer vazgeçerseniz (günahlarınız) bağışlanır" şeklinde olması gerektiğini; İbn Mes'ud (radıyallahü anh)'un da aynı şekilde söylediğini ifâde etmiştir. Ayetin manası, "Eğer o kâfirler küfürlerinden ve peygambere düşman olmaktan vazgeçip, İslâm'a girer ve onun kanunlarını benimserlerse, Allah onların daha önceki küfürlerinden ve peygambere karşı olan düşmanlıklarından doğan günahlarını bağışlar. Yok eğer küfürlerine döner ve onu sürdürürlerse, bilsinler ki Allah'ın geçmiş ümmetlerle ilgili tutumu devam etmektedir. Bu son ifade ile ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır: 1) Ayetteki "Evvelkilerin sünneti, muhakkak surette devam etmiş olacaktır" ifadesi ile, Bedir Günü, (müslümanlara kurdukları) hileler, kendi başlarına gelen kimseler kastedilmiştir. 2) "Evvelkiler ile, önceki ümmetlerden, peygamberlerine karşı birleşenler kastedilmiştir. Binâenaleyh eğer bu kâfirler de vazgeçmezlerse, Allah'ın onlara gelen sünnetini beklesinler. 3) Bunun manası şöyledir: Kâfirler, inkârlarından vazgeçip müslüman olurlarsa, önceki küfür ve isyanlarından doğmuş olan günahları bağışlanır. Yok eğer o küfrüne döner ve onda ısrar ederlerse, bilsinler ki Allah'ın geçmiş kavimlerle ilgili tutumu devam etmektedir. Bu sünnet de, "Allah şöyle yazmıştır: "Andolsun ki ben galip geleceğim; peygamberlerim de..." (Mücadele, 21); "Andolsun ki peygamberimiz hakkında bizim geçmiş sözümüz vardır" (Sâffât, 11) ve "Andolsun Tevrat'tan sonra, Zebur'da da yazmışızdır ki: "Yeryüzüne ancak sâlih kullarım mirasa olur " (Enbiya. 105) ayetlerinde ifâde edilen hususlardır. Zındık'ın Tevbesinin Kabul Edilip Edilmeyeceği Fakihler, zındıkın tevbesinin kabul olunup, olunmayacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu hususta sahih olan görüş, şu sebeplerden ötürü, onun tevbesinin de makbul olacağıdır: 1) Bu ayetten ötürü... Çünkü ayetteki, "O kâfirlere deki, eğer vazgeçerlerse, geçmiş gûnahlan yarhğanacaktır" buyruğu, bütün küfürleri içine alır. Buna göre, şayet, "Zındık olanın, zındıklığından vazgeçip geçmediği bilinemez" denirse, biz de deriz ki: Şer'i hükümler zahire göre verilir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Biz zahire göre hükmederiz" buyurmuştur. Binâenaleyh o zahiren zındıklıktan dönünce, onun bu husustaki sözünün kabul edilmesi gerekir. 2) Onun, zındıklığından dönmekle mükellef olduğunda şüphe yoktur. Dönmenin o - se. ancak bu tevbe ile olur. Şayet tevbesinin kabul edilme ihtimali olmamış "teklif-i mâla yutak" ile yüzyüze olması gerekir. 3) Hak teâlâ'nın "Allah, kullarının tevbesini kabul eden, kötü hareketlerini bağışlayandır" (Şûra, 25) ayetinden ötürü. Kâfirlerin Amelle Mükellef Olup Olmadıkları Hanefî alimleri, kâfirlerin, şeriatın fürüu ile yani ahkâmı ile muhatap olmadıklarına bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Eğer onlar bununla mükellef olmuş olsalardı, ya kâfir oldukları halde bunlarla mükellef olmuş olurlardı, yahut da küfürleri zail olduktan sonra, bunlarla mükellef olmuş olurlardı. Birincisi icmâen bâtıldır. İkincisi de bâtıldır. Çünkü bu ayet, kâfirin müslüman olduktan sonra küfürleri döneminde geçen şeylerden birisinden muahaze edilmeyeceğine delalet eder. Böyle müslüman olanlara, o ibadetlerin kazasının farz olduğunu söylemek, ayetin zahirine ters düşer." Ebu Hanîfe (r.h.), mürted, müslüman olduğu zaman, gerek irtidâd döneminde, gerekse ondan önceki müslümanlık döneminde yapmamış olduğu ibadetleri kaza etmesi gerekmediğine, bu ayeti delil getirmiştir. Ayetin, bu manaya delil oluşu açıktır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "İslam, kendinden önce yapılmış olan şeyleri siler" Müsned, 4/199 buyurmuştur. Binâenaleyh bir kâfir, müslüman olduğu zaman onun, gerek bedenî gerekse malî ibadetlerden (geçmişte yapmamış olduğu) herhangi bir şeyi kaza etmesi gerekmez. Onun gerek nefsî, gerekse mali yönden işlemiş olduğu suç ve günahları bağışlanmıştır. O, müslüman olduğu saatten itibaren, anasının doğurduğu günündeki gibi günahsız ve tertemiz sayılır. Yahya b. Mu'az er-Râzi bu ayetle ilgili olarak "Bir saatlik tevhid inancı, yetmiş senelik küfrü yıkar. Ya yetmiş senelik tevhid, nasıl bir saatlik günahı yıkamaz" demiştir. 39Âyetin tefsiri için bak:40 40"Yeryüzünde bir fitne kalmayınca ve din tamamıyla Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, şüphesiz ki Allah, ne yapacaklarını hakkıyla görür. Şayet yüz çevirirlerse, bilin ki Allah sizin mevlânızdır. O, ne güzel mevlâdır ve ne güzel yardımcıdır!". Fitne Kalmayıncaya Kadar Savaş Bil ki Allahü teâlâ, o kâfirlerin, küfürlerinden vazgeçmeleri halinde bağışlanacaklarını; inkârlarında ısrar etmeleri halinde ise, Allah'ın geçmiş ümmetlere uyguladığı tutum ile tehdid edilmiş olduklarını beyân buyurunca; bunun peşinden, küfürlerinde ısrar etmeleri halinde, müslümanlara onlarla savaşmayı emrederek: Yeryüzünde bir fitne kalmayıncaya... kadar onlarla savaşın" buyurmuştur. Urve b. Zübeyr şöyle der: "Mü'minler, İslam davetinin başlangıcında, Allah'ın dininden vazgeçirilmeye çalışılıyorlardı. Bundan dolayı bazı müslümanlar, dinden vazgeçmişlerdi. Bu sebeble Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) müslümanlara, Habeşistan'a hicret etmelerini emretmişti. İkinci bir fitne de şu idi: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ensâr ile Akabe bt'at'ını yapınca Kureyşliler, Mekke'deki mü'minleri dînlerinden vazgeçirme hususunda müşavere ettiler ve mü'minlere alabildiğine meşakkat çektirdiler. İşte ayetteki fitneden maksad budur. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, müslümanlara, bu fitne ortadan kalkıncaya kadar onlarla savaşmayı emretti. Bu hususta diğer bir izah da şöyledir: "İnsanların, dinlerini sevmeleri, canlarını sevmelerinden daha kuvvetlidir. Binâenaleyh kâfir devamlı bir şekilde, elinden gelen bütün gayreti ile, mü'minlere eziyet etme, onların kalblerine şüphe atma ve onları çeşitli mihnetlerle meşakkatlere düşürme hususunda çaba sarfederlerdi. Savaş başlayınca, küfür ve onların meşakkatleri sona erdi, İslam kurtuldu ve o fitneler lamenyok oldu, " Kâdişöyle demiştir: "Allahü teâlâ önce mü'minlere, o kâfirlerle sreetmiştir. Daha sonra da, hangi sebebten dolayı onlarla savaşmayı farz kaldığını, "Yeryüzünde bir fitne kalmaymcaya ve din tamamıyla Allah'ın oluncaya, Allah'ın dini diğer dinlerden iyice ayrılıp üstün gelinceye kadar" buyurarak beyan etmiştir. Bu maksat ancak, küfür tamamen zail olduğu zaman gerçekleşir. Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki; "Ayetteki, "Onlarla savaşın" emri ile murad edilen, ya bu mananın mevcud olmasından ötürüdür, yahut da bu manayı gerçekleştirmek içindir. Şu halde, eğer ayet ile birincisi kasdedilmiş ise, bu neticenin savaş ile elde edilmesi gerekir. Binâenaleyh, "Din tamamıyla Allah'ın oluncaya kadar..." ifadesi ile, bu hususun Mekke ve havalisinde gerçekleşmesi murad edilmiştir. Çünkü maksad orada tahakkuk etmiştir. Zira, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Arap Yarımadasında iki din birden bulunamaz" Muvatta, Medine, 18-19 (2/204) , (Kitabu'l-Cami'de) buyurmuştur. Bunun, bütün beldelerde olması manasına hamledilmesi mümküdür değildir. Zira, eğer bu mana kasdedilmiş olsaydı, Allah savaşı emrettiği halde, oralarda küfür devam edemezdi, ama ayetten ikinci mana murad edilir ise, "dinin tamamının Allah'ın olması için" manası murad edilir ise, o zaman bunu, bütün âlemden küfrü silme manasına hamletmek imkânsız değildir. Zira insanın her maksadı tahakkuk etmez. Dolayısıyla neticede ister tahakkuk etsin ister etmesin, bu maksadı gerçekleştirmek için bu savaş emredilmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak "Eğer vazgeçerlerse, şüphesiz ki Allah, ne yapacaklarını hakkıyla görür" buyurmuştur. Bu, "Eğer tevbe ve iman etmek suretiyle, küfürden ve diğer günahlarından vazgeçerlerse, Allah onların yaptıklarını hakkıyla görür, yani onlara vereceği mükâfaatı bilir. Eğer onlar, tevbe ve imandan vazgeçerlerse, biliniz ki ey mü'minler, Allah sizin mevlânızdır. Yani sizi muhafaza eden, sizden belâları gideren dostunuzdur" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Allah, kendisinin ne güzel bir mevlâ ve bir yardımcı olduğunu beyan etmiştir. Bu mevtanın himayesinde ve yeterli korumasında olan insan, afetlerden emin ve korkulardan korunmuş olur. 41"Eğer Allah'a ve Furkân günü, iki ordunun birbirine kavuştuğu gün, kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz ayetlere inanmışsanız, bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin mutlaka beşte biri Allah'ın, Resulünün, hısımların, yetimlerin, yoksulların ve yolcunundur. Allah her şeye hakkıyla kadirdir". Bil ki Allahü teâlâ, "Onlarla savaşın" buyruğu ile harbi emredip, savaşırken de ganimet elde edileceği malum bir şey olduğu için, Cenâb-ı Hak, bu ayette de ganimetin hükmünü bildirmiştir. Bu ayette ilgili birkaç mesele vardır: "Ganimet", "birşey elde etmek" demektir. Nitekim denilir. Şeriatta (ıstılah olarak) "ganimet", zorla, at ve develere binip savaşmak suretiyle, -jslümanların müşriklerden aldıkları mallardır. Keşşaf sahibi, mâ-ganimtüm ifadesindeki manın ism-i mevsul olduğunu, ve min şey'in kelimesinin de herhangi bir şey, hatta "iğne, iplik gibi birşey" manasına olduğunu söylemiştir." ifadesi de mahzûf mübtedanın haberi olup, takdiri, "Hak olan veya vâcib olan, ganimetin beşte birinin Allah'ın... olmasıdır" şeklindedir. Neha'i, İbn Ömer (radıyallahü anh)'in bunu, kesre ile, (......) şeklinde okuduğunu rivayet etmiştir. Nehâi'nin kıraatine göre, bunun takdiri, "Beşte biri Allah'ındır" şeklindedir. Meşhur olan kıraat, farziyyeti göstermede daha îekidlidir. Meşhur kıraate göre sanki şöyle denilmektedir: "Beşte bir pay mutlaka ayrılır. Bu ihlal edilemez." Çünkü haber hazfedildiği zaman, "Sabittir, haktır, vaciptir, lazımdır" gibi pek çok şeye muhtemel olacağı için, bu nassı tek birşeye bağlamaktan kuvvetli olur. "Humus" kelimesi, mîm'in sükûnu ile humsehu şeklinde de okunmuştur. Bu, ganimetlerin nasıl taksim edileceği hususundadır. Bil ki ayet, ganimetlerden beşte birin ayrılmasını gerektirmektedir. Bu beşte birin nasıl taksim edileceği hususunda da iki görüş vardır: Birinci görüş: Meşhur olan bu görüşe göre, o beşte bir pay da, beşe ayrılır. Bunlardan biri Resulullah'ın; biri Abduşşems ve Nevfeloğulları kabilelerine değil de, Peygamberimizin Haşim ve Abdulmuttaliboğulları'ndan olan akrabalarına verilir. Zira Osman ve Cübeyr b. Mut'im (radıyallahü anh)'den şu rivayet edilmiştir: Bu ikisi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Bunlar senin Haşimoğullarından olan kardeşlerindir. Onların fazilet ve üstünlükleri inkâr edilmez. Çünkü sen onlardansın. Peki, bizim kardeşlerimiz (akrabalarımız) olan, Muttaliboğulları hakkında ne dersin? Onlara verdin, ama bizi. mahrum ettin. Halbuki onlar ve biz aynı soydanız" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Onların hepsi de, ne câhiliyye ne de İslam döneminde bizi terketmediler. Haşim ve Muttaliboğulları, tek birşeydir" Nesâî, Fey, 5(7/131). dedi ve parmaklarını birbirine geçirerek (onların birlik olduğunu gösterdi.Geriye kalan üç hisse de, yetimlerin fakirlerin ve yolcularındır. Ama Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in vefatından sonraki duruma gelince, İmâm-ı Şafiî'ye göre, yine bu beşte bir pay beş parçaya ayrılır: Bunlardan biri, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) içindir. Bu, müslümanların faydalarına olan, at ve silah gibi, gazilerin hazırlığına sarfedilir. İkinci hisse, ister zengin ister fakir olsun, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in akrabalarına verilir. Bu, onların erkeklerine iki, kadınlarına bir nisbetinde verilir. Geriye kalan üç hisse, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara verilir. Ebu Hanife (r.h) ise şöyle demiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat edince, O'nun hissesi düşer. Akrabalarına ait olan hisse ise, sadece fakir olanlarına verilir. Çünkü bunlar, diğer fakirlerin en tercih edilecek olanlarıdır. Onların zenginlerine bu paydan birşey verilmez. Geriye kalan paylar ise, yetimlere, fakirlere ve yolda katmışlara dağıtılır." İmam Mâlik de bu hususta şöyle demiştir: "Beşte bir ile ilgili iş, halifenin görüşüne havale edilir. Eğer o bunu, Hazret-i Peygamber'in akrabalarının hepsine taksim etmek isterse, taksim eder. Yok eğer bir kısmına verip, bir kısmına vermemeyi isterse, böyle de yapabilir." Bil ki ayetin zahiri, İmâm-ı Şafiî'nin görüşüne daha uygundur ve ayet bu hususta açıktır. Binâenaleyh ayetin zahirinin ifade ettiği mana, daha kuvvetli başka bir delil bulunmadığı müddetçe bırakılamaz. Hem sonra bu nasıl mümkün olur ki? Cenâb-ı Hak, ayetin sonunda, "Eğer Allah'a... inanmışsanız..." buyurmuştur. Bu, "Eğer Allah'a inanmışsanız bu taksimatı böyle yapın" demektir. Bu, taksimat böyle yapılmazsa Allah'a iman edilmiş olmayacağına delalet eder. İkinci görüş: Bu, Ebûl-Âli'ye'nin görüşü olup, buna göre "humus" (beşte bir), altı parçaya ayrılır: Birisi Allah'ın; birisi Resulullah'ın, birisi Hazret-i Peygamber'in akrabalarının; geriye kalan üç parça da, yetimlerin, fakirlerin ve yolda kalmış olanlarındır. Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: "Bunun delili, Hak teâlâ'nın, ayette humus'un, hem kendisi için hem de diğer beş grup için olduğunu beyan etmiş olmasıdır." Bu görüşte olanlardan bazıları, "Allah'ın hissesi de Peygambere verilir" derken bazıları bu hissenin, Kabe'nin tamir ve masraflarına harcanacağını söylerler. Diğer bazıları da şöyle demişlerdir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) elini, o beşte birin içine daldırır ve avucuna geleni, Kabe için ayırır. İşte, ayette "Allah'ın" diye ifade edilen hisse budur. Bu görüşte olanlar buna şu şekilde cevap vermişlerdir: "Hak teâlâ'nın lillahi ifadesinden maksat, Allah'ın bir hissesi bulunduğunu isbat etmek için gelmemiştir. Çünkü, bütün şeyler Allah'ın mülkü ve milkidir. Bundan maksat, söze tazim üslubuyla, Allah'ı zikretmekle başlamaktır. Bu husus, Allahü teâlâ'nın, (Enfal, 1) buyruğunda da böyledir. Kaffâl, bu görüşün doğruluğuna, Hazret-i peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet edilen şu hadisle de istidlal etmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabına, Hayber ganimetler hakkında şöyle demiştir: "Allah'ın size ganimet olarak verdiği şeylerden benim hakkım beşte birdir; bu beşte bir ise size racidir." Nesâî, Fey, 5 (7/131). Hazret-i Peygamberin, "Benim hakkım, beşte birdir" sözü, Allah'ın ve kendisinin hissesinin bir olduğunu gösterir. Allah'ın hissesinin katılması, ayrı ele alınması halinde, hisse beşte bir değil, altıda bir olur. Eğer biz, "İki hisse Peygamberindir " dersek, o zaman peygamberin hissesi beşte birden fazla olmuş olur. Bu durumda, her iki söz de, Hazret-i Peygamberin, "Benim hissem, beşte birdir" sözüne ters düşer. İşte ganimetlerin beşte birinin taksimatı hususundaki söz bundan ibarettir. Ganimetlerin geriye kalan beşte dördü ise, o ganimetleri elde eden kimselere verilir. Çünkü o ganimetleri kazanıp elde edenler onlardır. Bu tıpkı, biçilmek suretiyle otların, avlanmak suretiyle de kuşun elde edilmesi gibidir. Fukaha, bu ayet-i kerimeden, fıkth kitaplarında zikredilmiş olan pekçok mesele istihraç etmiştir. Ganimetlerin Darü'l-harbde Taksimi Ayet-i kerime, ganimetlerin, dârül-harbte de taksim edilebileceğine delâlet etmektedir. Şafiî (r.h.)'nin görüşü de böyledir. Bunun delili şudur: "Cenâb-ı Hakk'ın, "Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin mutlaka beşte biri Allah'ın, Resulünün, hısımların, yetimlerin, yoksulların ve yolcunundur" buyruğu, bu kimselerin ganimetlere mâlik olmalarını gerektirir. Onların, ganimetlere mâtikiyetleri sabit olunca, bunların taksim edilmelerinin caiz olması da gerekir. Çünkü, böyle olması halinde, taksimat zaten, mülkü mâlikine vermek manasına gelir. Bu, ittifakla caizdir. Alimler, zevi'l-kurbâ "hısımlar" tabirine kimlerin dahil olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ezcümle bunların Haşimoğulları olduğu ileri sürülmüştür. Şafiî (r.h.), Hazret-i Peygamberin akrabalarının Hâşimoğullarıyla, Muttaliboğulları olduğunu söylemiş ve biraz önce söylediğimiz hadisle istidlal etmiştir. Bunların, Hazret-i Ali, Cafer, Âkil'in soyu ile, Abbas'ın soyu ve Haris İbn Abdilmuttalib'in çocukları olduğu da ileri sürülmüştür ki bu, Ebu Hanife'nin görüşüdür. Keşşaf sahibi, Kelbî'den, bu ayetin Bedir'de nazil olduğunu nakletmiştir. Vâkıdî (r.h.) ise şöyle demektedir: "Beşte bir ile ilgili hüküm, hicretten sonraki yirminci ayın başlarında, Bedir Savaşı'ndan bir ay sonra şevvâl'ın ilk yarısını üç gün geçe meydana gelen Benû Kaynûkâ Savaşında ortaya çıkmıştır." Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer Allah'a... İnanmışsanız, buyurmuştur. Ayet-i kerimenin manası, "Ganimetlerin beşte birinin bu beş yere sarf edileceğini bilin ve buna dair tamah ve arzularınıza son verin; ganimetlerin beşte dördüyle yetinip kanâat edin" şeklindedir. "Ve, Furkân günü, iki ordunun birbirine kavuştuğu gün, kulunuz Muhammed'e indirdiğimiz ayetlere inanıyorsanız." buyurulmuştu. Yani, "Allah'a ve, Furkan gününde, yani Bedir'de iki ordunun karşı karşıya geldiği günde kulumuz Hazret-i Muhammed'e indirilmiş olan ayetlere iman etmişseniz..." demektir. Ayette geçen ceman "iki ordu" ile, müslümanlar ile kâfirlerden meydana gelen iki ordu, grup kastedilmiştir. Bundan maksad ise, Hazret-i Peygamber'e inen ayetler, melekler ve o gündeki fetihdir. "Allah, her şeye hakkıyla kadirdir" buyruğunun manası, "Allah, siz azlık ve zelil bulunduğunuz halde, size yardım etmeye kadirdir " demektir. Allah en iyi bilendir. 42"O vakit siz vadinin yakın bir kenarında idiniz, onlar en uzak kıyısında, kervan ise daha aşağıda idi. Böyle muayyen bir yerde buluşmak hususunda sözleşmiş olsaydınız bile, yine de buluşma yerine gelmeniz farklı zamanlarda olurdu. Fakat işlenmesi gerekli olan emri yerine getirmek için Allah böyle yaptı. Tâ ki, helak olan kişi apaçık bir delilden ötürü helak olsun, diri kalan kişi de yine apaçık delilden ötürü hayatta kalsın. Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işitici, kemâliyle bilicidir". Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Cenâb-ı Hakk'ın, "O vakit siz, vadinin yakın bir kenarında idiniz" buyruğu ile ilgili iki görüş bulunmaktadır: a) Bu ayetin başındaki iz edatı, mukadder olan bir şeye taalluk etmektedir. Buna göre mana "Hatırlayınız, çünkü siz şöyle şöyle... idiniz" şeklinde olur.. Böylece bu ayet Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, ayeti gibi olmuş olur. b) Bu ayetin başındaki iz edatının bir önceki ayetteki, (......) kelimesinden bedel olmasıdır. İbn Kesir, Nâfi ve Ebû Amr, her iki yerde de, aynın kesresiyle idveti; diğer kıraat imamları ise, ayın harfinin dammesiyle udveti şeklinde okumuşlardır ki, her ikisinin de manası aynıdır. İbn Sikkît şöyle demektedir: "Gerek, udvetu'l-vâdî, gerekse dvetu'l-vâdî tabirleri "Vadinin kenarı, "Ucu" manasına gelip, bu kelimenin cem'i, ve şeklinde gelir." Ahfeş ise şöyle demektedir: "Bunların meksûr olanı, Arapların konuşmalarında iandıkları tabirdir. Onlardan, bu kullanıştan başkası, duyulmamıştır." Ahmed ibn Yahya da: "Bunların udve şeklinde olanı, iki kullanıştan en fazla kullanılanıdır" demiştir. Keşşaf sahibi, bu tabirlerin hem zamme, hem fetha, hem de kesre ile okunduklarını naklederek şöyle demiştir: "Bu lafızlar vâvı yaya çevirmek suretiyle udye şeklinde de okunmuşlardır. Çünkü vâv ile kesre arasında, çok sağlam olmayan (değişebilen) bir mania, engel bulunmaktadır. Bu tıpkı, fütye (genç, delikanlı) nesinde olduğu gibidir. Dünya kelimesine gelince, bu ednâ (en yakın) kelimesinin ennesidir ki bunun zıddı da, kusva (en uzak) kelimesidir; bu kelime de, aksa meşinin müennesidir. Bir şeyden uzaklaşmış olan her şey, uzaklaşarak bir taraf olmuş demektir. Aksâ-kusvâ kelimeleri tıpkı, ekber-kübrâ (en büyük) kelimeleri gibidir. Buna göre şayet, "Bu iki kelimenin her ikisi de, son harfi vâv olan nakıs bir kelime olup, fu'lâ veznindedirler; o halde daha niçin, bunlardan biri kusvâ diye vâv ile, diğeri ise dünya şeklinde yâ ile gelmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Vâvı, yaya çevirmek bir kaidedir. Meselâ, tıpkı ulyâ (en yüce) kelimesinde olduğu gibi. Kusvâ kelimesine gelince, o şaz olarak, bu şekilde gelmiştir. Bu kelime, daha çok aslı üzere kullanılmıştır. Ayet-i kerimede udveti'd-dünyâ kelimesiyle, (vadinin) Medine'ye doğru olan tarafı; kusvâ ile de, Mekke'ye doğru olan tarafı kastedilmiştir. Su ise, müşriklerin konakladıkları tarafta bulunuyordu. İşte bu yüzden de onlar, daha ziyade kendilerinin galip geleceğini umuyorlardı. "Müşriklerin korumak için çıkmış oldukları kervan (rekb) ise, sizden daha uzakta, deniz sahiline yakın bir yerde idi. yani, "Siz ve Mekkeliler, savaşmak için, muayyen bir yerde buluşmak üzere anlaşmış olsaydınız, sizin azlığınız, onların da çokluğu sebebiyle mutlaka birbirinize muhalefet eder, anlaşamazdınız. " yani, "Allah olması gereken ve fiilen yapılması, varlık sahasına çıkması gereken bir işi ifa için, sizi sabit kadem kıldı ve size yardım etti " demektir. (......) buyruğu, O'nun (......) ifadesinden bedeldir. Bu tabirle ilgili birkaç mesele vardır. Bedir Savaşında İki Ordunun Karargâhları Şüphesiz İslâm ordusu, işin başında, sayılarının azlığı ve hazırlıksız olmaları sebebiyle, son derece endişeli ve zayıf olup, sudan uzak bir yere konaklamışlardı. Konakladıkları yer de, kumlu ve çöl olup, ayakları batıyordu. Kâfirlere gelince, sayıca çok olmaları ve teçhizatlarının da (bolca) mevcut olması sebebiyle son derece kuvvetliydiler. Üstelik onlar, suya yakın olan bir yerde konaklamışlardı ve konakladıkları o yer de, aynı zamanda yürümeye elverişli idi. Kervanı da arkalarına almışlardı. Kervandan kendilerine gelecek desteği ve yardımı da.an be an gözetliyorlardı.Daha sonra Cenâb-ı Hak durumu değiştirdi, ortaya çıkacak olan hükmü tersine çevirerek, müslümanlara galibiyeti; kâfirlere de mağlubiyeti verdi. Böylece bu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Rabbinden yana haber verdiği yardım, fetih ve muzafferiyet hususunda kendisinin doğruluğuna delâlet eden en büyük mucizelerden ve en güçlü delillerden oldu. Böylece, Cenâb-ı Hakk'ın "Ta ki, helak olan kişi apaçık bir delilden ötürü helak olsun..." buyruğu, işte bu manaya işaret olmuş olur. Bu, "Hetâk olanlar, ancak bu mucizeyi görüp müşahade ettikten sonra helak oldular. Hayatta kalan mü'minler de, bu kesin mucizeyi müşahede ettikten sonra hayatta kaldılar " demektir. Ayette geçen "beyyine" ile, işte bu mucize kastedilmiştir. Ayetteki ve kelimelerindeki lâm, lâmu'l-garaz (maksat lâm'ı) olup, ayetlerin zahiri, Allah'ın fiil ve hükümlerinin, birtakım fayda ve maksatlara bağlanmasını, ta'lil edilmesini gerektirir. Ancak ne var ki biz, bu ifâdeleri aklî ve meşhur olan delillerden ötürü, zahirî manalarına hamletmiyoruz. "Ta ki, helak olan kişi, apaçık bir delilden ötürü helak olsun" ifâdesinin zahiri de, Cenâb-ı Hakk'ın, herkesin ilmini, marifetini, hayrını ve salâhını, murad ettiğini ifade eder. Bu da âlimlerimizin, "Allah, kâfirin küfrünü murad etmiştir. " şeklindeki görüşlerine zarar verir. Ancak ne var ki biz, ayetin zahirinin ifâde ettiği manayı, malûm delillerden dolayı terkediyoruz. Cenâb-ı Hak, "diri kalan kişi de yine apaçık delilden ötürü hayatta kalsın " buyurmuştur. Nâfi, Asım'ın ravisi Ebu Bekir, İbn Kesir'in ravisi El-Bezzt ve Kisaî'nin ravisi Nusayr, idğamsız ve açık iki yâ harfiyle men hayiye; Ebu Amr, İbn Kesir'in ravisi Kavvâs, İbn Amr, Asım'ın ravîsi Hafs ve Kisai, idgamlı olarak şeddeli yâ harfiyle men hayye eklinde okumuşlardır. Bunun idgam edilmesine gelince, bu ikinci yâ'nın harekeli olması sebebiyledir. Böylece bu, adeta redde fiili gibi olmuş olur. Zira, Mushaf'ta da tek yâ ile yazılmıştır. İdğamsız okuyuşa gelince, muzarisi olan yahyâ fiilinde idğam imkânsız olduğu içindir. Böylece, aynı şekilde mazi halinde de idğam yapılmamıştır. Kûfelilerden bazıları ise, bu fiilin muzarisinde de idğamı caiz görmüşlerdir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, ayetini "Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işitici, kemâliyle bilicidir' ifadesiyle bitirmiştir. Yani, "Sizin dualarınızı işitir, ihtiyacınızı ve zayıflığınızı bilir; bu sebeple de, sizin mühim işlerinizi ıslâh edip yoluna koyar" demektir. 43"Hani Allah, onlan uykunda sana az gösteriyordu. Eğer ânlan sana çok gösterseydi, elbette çekinecek ve iş hakkında çekişecektiniz. Fakat Allah bundan sizi kurtardı. Çünkü O, hiç şüphesiz sinelerin içini bilendir". Bil ki bu, Allahü teâlâ'nın, Bedir'e katılan müslumanlara vermiş olduğu nimetlerinin ikinci nev'idir. Bu ayet hakkında iki mesele vardır: Kâfir Ordusunun Sayısının Az Gösterilmesi (......) ifâdesi, gizli bir "hatırla, hani..." ile mansubtur. Veya (......) kelimesinden ikinci bedeldir. Yahut da bu, (......) ifadesine müteallik olup, kelamın takdiri, "Allah, o kâfirleri sizin gözünüzde azalttığı zaman, sizlerin maslahat ve menfaatinizi biliyordu" şeklindedir. Mücahid şöyle demiştir: "Allah Hazret-i Muhammed'e, uykusunda Kureyş kâfirlerini az gösterdi. O da bunu ashabına bildirdi. Bunun üzerine onlar, "Peygamberin rüyası haktır; düşman azdır" dediler. Bu da, onların cesaretlenmesine ve kalblerinin kuvvetlenmesine sebeb oldu. Şayet, "Çok olanı az görmek, bir hatadır. O halde, bunu Allah'ın yapması nasıl caiz olabilir?" denilirse, biz deriz ki: Bizim mezhebimize göre, Allahü teâlâ dilediğini yapar ve istediği hükmü verir. Yine muhtemeldir ki Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygambere, müşriklerin tamamını değil de bir kısmını göstermiş; bunun üzerine de Hazret-i Peygamber, gördüğü kimselerin az olduğuna hükmetmiştir. Hasan el-Basrî'den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: "Allahü teâlâ'nın bu göstermesi, uyanıklık halinde olmuştur... Menâm kelimesinden maksat ise, uykunun meydana geldiği yer olan gözdür (yani, bu kelime, ism-i mekândır)." Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer onları sana çok gösterseydi, elbette çekinecek ve iş hakkında çekişecektiniz" buyurmuştur. Yani, "Ben onları sana çok gösterseydim, sen de bunu ashabına söyleseydin; işte o zaman da onlar bunu duysaydılar çekinip hezimete uğrarlar ve çekişirlerdi. " demektir. (......) ifâdesi, taraflardan herbirinin, karşısındakini, üzerinde bulunduğu durum ve halden çekip çıkarmaya çaba sarfettiği, ihtilâf, çekişme..." manasındadır. Buna göre ifadenin manası, "İşiniz karışır ve birliğiniz bozulurdu, ihtilâfa düşerdiniz..." şeklinde olur. "Fakat Allah, bundan, yani aranızda ihtilâfa düşmekten sizi kurtardı." "Allahü teâlâ'nın, onların işini selim yaptığı, yoluna koyduğu; böylece de onları düşmanlarına üstün kıldığı" söylendiği gibi, aynı şekilde, "Allah'ın onları Bedir Günü'nde hezimetten kurtardığı..." da söylenmiştir.. Fakat, en açık ve doğruya daha yakın olanı, burada maksadın, "Fakat, Allah sizi çekişmekten kurtardı " şeklinde olduğudur. "Çünkü O, hiç şüphesiz sinelerin içini bilendir." Yani, "Allah, göğüslerde meydana gelen cesâret-korkaklık, sabır-sabırsızlık vb. şeyleri bilir" demektir. Mü'minlerin de Kâfirlere Az Gösterilmesi 44"Hani karşılaştığınız zaman Allah onları gözlerinizde az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Çünkü Allah işlenmesi gereken emri yerine getirecekti. Bütün işler, ancak Allah'a döndürülür". Bil ki bu Allahü teâlâ'nın, Bedir Günü'nde müslümanlara vermiş olduğu nimetlerin üçüncü nev'idir. Maksad şudur; "Uykuda meydana gelen o azlık, böylece onun uyamklıkohalinde de tahakkuk etmesiyle pekişmiştir" Keşşaf sahibi şöyle demiştir: ifâdesindeki iki zamirde, mef uldürler. Yanı, "Hani, size onları gösteriyordu " demektir. Kalîlen kelimesi ise, hal olduğu için mansubtur. Bil ki, "Allahü teâlâ, müşriklerin sayısını mü'minlerin gözünde azaltmış, aynı şekilde, mü'minlerin sayısını da müşriklerin gözünde azaltmıştır. Birinci azaltmadaki hikmet, Hazret-i Peygamber'in rüyasını tasdik edip doğru çıkartmak; yine, mü'minlerin kalblerinin kuvvetlenmesi ve düşmanlarına karşı olan cesaretlerinin de fazlalaşmasını temin etmek içindir. İkinci azaltmadaki hikmet ise şudur: Müşrikler, müslümanların sayısının az olduğunu görünce, hazırlanmak, teçhizatlanmak ve tedbir almak gibi meselelere fazla önem vermemişler; bu da, mü'minlerin onlara galip gelmesine sebep olmuştur. Buna göre şayet, Allahü teâlâ'nın, çok olanı az göstermesi nasıl caiz olur?" denilirse, biz deriz ki: "Dediğimiz bu şeye gelince, bu caizdir. Çünkü Allah görülme işini, onların hepsi hakkında değil, sadece bir kısmı hakkında yaratmıştır." Mutezile'ye gelince onlar da şöyle demişlerdir: "Muhtemeldir ki göz, tamamını idrâk etmekten men edildi, bunun önüne geçildi; yahut da, onların büyük bir kısmı son derece uzakta bulunuyordu, bu sebeple de görülmemişlerdir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Çünkü Allah, işlenmesi gereken emri yerine getirecekti, yapacaktı " buyurmuştur. Buna göre eğer, "Bu söz, önceki ayette geçmişti; onun burada yeniden zikredilmesi sırf bir tekrar olmaz mı?" denilirse, deriz ki: Bu sözün önceki ayette zikredilmesinden maksat şudur: "Allahü teâlâ bu fiilleri, Hazret-i Muhammed'in nübüvvetinin doğruluğuna delil olacak bir biçimde, mü'minlerin müşriklere üstün gelmesi için yapmıştır, yaratmıştır. Bu ifadenin burada zikredilmesinden maksat ise, bu mezkûr mana değildir. Aksine maksat şudur: Cenâb-ı Hak burada, mü'minlerin sayısını müşriklerin gözlerinde azalttığını zikretmiştir. Böylece Cenâb-ı Hak burada, bunu müşriklerin hazırlık yapmak ve tedbir almak hususunda gevşeklik göstermelerine bir sebep olsun, böylece de bu, onların hayal kırıklığına yol açsın diye yaptığını beyân buyurmuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Sürün işler, ancak Alan a döndürülür" buyurmuştur. Bu ifadeden gaye, dünya hallerinin bizzat maksud olmayıp, onlardan sadece ahiret için azık teşkil edecek şeylerin matlub olduğuna dikkat çekmektir. 45Âyetin tefsiri için bak:47 46Âyetin tefsiri için bak:47 47"Ey iman edenler, bir düşman topluluğuna çattığınız vakit sebat edin ve Allah'ı çok anın. Tâ ki felaha ulaşasınız. Allah'a ve O'nun Resulüne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korku ve zaafa düşersiniz, rüzgarınız gider. Bir de sabredin, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir. Yurdlarından çalım satarak, insanlara gösteriş yaparak çıkanlar ve Allah yolundan men edenler gibi olmayın. Onlar ne yaparlarsa, Allah hepsini kuşatmıştır" Bil ki Allahü teâlâ, Bedir günü peygamberine ve mü'minlere verdiği çeşitli nimetlerini hatırlatnca, onlara, iki ordu karşı karşıya geldiği zaman riayet edecekleri şu iki çeşit edebi de öğretmiştir: Birincisi: Sebat. Bu, insanın kendisini, düşmanla karşı karşıya gelme hususunda sağlamlaştırması ve kendi kendine düşmandan kaçmayı telkin etmemesidir. İkincisi, Allah'ı çokça anmalarıdır. Bu anma (zikir) hususunda şu iki tefsir yapılmıştır: Birinci görüş: Bu zikirden murad, onların, gerek kalbleri ve gerek lisanlarıyla Allah'ı zikretmeleridir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Allah, dostlarına, İnsanın kalbinin ve lisanının Allah'ı zikirden hâlî ve berî kalmaması gerektiğine dikkat çekmek için, en zor hallerinde bile kendisini zikretmelerini emretmiştir. Meselâ bir adam, batıdan doğuya, cömertlik için bütün malını harcamaya; bir diğeri de, doğudan batıya Allah yolunda kılıç sallamaya yönelse, Allah'ı zikreden kimse (bunların ikisinden) daha fazla ecir kazanır. İkinci görüş: Bu zikirden murad, Allah'ın yardım ve nusretini isteyip dua etmektir. Çünkü muzafferiyet ancak Allah'ın yardımı ile elde edilir. Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Tâ ki felaha ulaşasınız" buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü kâfirlerle savaşmak, eğer Allah'a itaat niyetiyle olursa bu, Allah'ın rızasını elde etmek için canı harcamak gibi olur ki, kutluk makamlarının en büyüğüdür. Dolayısıyle eğer bu kimse düşmanına galip gelirse, hem mükâfaat hem de ganimet elde etmiş olur. Yok eğer yenik düşerse, şehâdeti ve yüce makamları elde etmiş olur. Ama bu savaş, Allah rızası için değil de, dünyada şan ve şöhrete kavuşmak ve mal elde etmek için olursa, bu bir felah ve kurtuluş vesilesi olmaz. Buna göre eğer, "Bu ayet, her halükârda sebat etmeyi gerektirir. Böyle olması ise, bunun taktik icabı geri çekilmek ve gerideki birliklere katılmayı (Enfal. 16) neshettiği zannını veriyor" denilir ise, biz deriz ki: Bu ayet, genel manada bir sebatı icâb ettirir. Binâenaleyh sebattan maksad, savaştaki ciddiyettir. O ayet ise, savaşta sebatın olmasına zarar vermez. Aksine bu gayede sebat, ancak o ayetin gereğini yerine getirmekle sağlanır. Daha sonra Cenâb-ı Allah bu hususu tekid ederek, "Allah'a ve Resulüne itaat ediniz, " yani, "Her hususta bunların emrettiklerine itaat ediniz" buyurmuştur. Çünkü cihad, diğer taatlara da sımsıkı sarılmakla ancak fayda verir. Cenâb-ı Allah daha sonra da, "Birbirinizle çekişmeyin, sonra korku ve za'afa düşersiniz, rüzgârınız gider" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır: "Rüzgârın Gitmesi" Ne Demektir? Allahü teâlâ, çekişmelerin ve münakaşaların, şu iki şeyi doğuracağını beyan buyurmuştur: 1) Dağılmayı ve zayıflamayı doğurur. 2) Keza rüzgârın gitmesine sebep olur. "Rüzgârın gitmesi" ile ilgili, iki görüş bildirilmiştir: a) Buradaki "rüzgâr"dan "devlet" manası kastedilmiştir. Devlet, işleri yürür halde ve nüfuzlu iken, rüzgâra ve rüzgârın esmesine benzetilmiştir. Nitekim bir kimsenin devleti (saltanat günleri, iyi günleri) yürürlükte iken, "falancanın rüzgârları esiyor" denilir. b) Yardım ve muzafferiyet, ancak Allah'ın gönderdiği bir rüzgâr ile olmuştur. Nitekim bir hadiste "Bana, Sabâ rüzgârı ile yardım olundu. Ad kavmi de "debûr" (batı rüzgârı) ile helak edilmişti " Buhari, İstiskâ. 26; Müslim, İstiskâ, 17 (2/617) buyurulmuştur. Birinci görüş daha kuvvetlidir. Çünkü Allahü teâlâ, onların çekişmelerinin, rüzgârlarının zail olmasına sebeb kılmıştır. Halbuki onların ihtilaflarının, Sabâ rüzgârının esmesine tesir etmeyeceği malumdur. Mücâhid ise, "rüzgârınız gider" tabirine "Size olan ilahi yardım gider" manasını vermiştir. Nitekim müslümanlar münakaşa ettikleri için, güç ve kuvvetleri gitmiştir. Bu Ayet Kıyas Aleyhinde Delil Yapılmaz Kıyası kabul etmeyenler bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Kıyas, çekişmeye sebeb olur. Çekişme ve münakaşa ise haram kılınmıştır. Dolayısıyla bu ayet, kıyas yapmanın haram olmasını gerektirir. Bunun gerekli oluşunun delili, görüp müşahede ettiğimiz şeylerdir. Çünkü dünyanın, yapılan kıyaslar yüzünden ihtilaflarla dolup taştığını görmekteyiz. Çekişme ve münakaşanın haram olduğunun delili, ayetteki "Birbirinizle çekişmeyin" ifadesidir. Yine "nass"ın, kıyas ile tahsis edilmesinin (sınırlandırılmasının) caiz olamayacağını söyleyenler, bu ayete tutunarak şöyle demişlerdir: "Ayetteki, "Allah'a ve O'nun Resulüne itaat edin" ifadesi, hakkında nass bulunan her hususta Allah'a ve Resûlullah'a itaatin vâcib olduğunu gösteren sarih bir ifâdedir. Cenâb-ı Allah bunun peşisıra, "Birbirinizle çekişmeyin, sonra korku ve za'afa düşer (dağılırsınız)" buyurmuştur. Nassı tahsis eden bir kıyasa tutunan kimselerin, Allah ve Resûlullah'a itaati bırakmış olup çekişme ve dağılmaya yol açabilecek olan kıyasa tutunmuş olacakları malumdur. Bütün bunlar ise haramdır." Kıyası (bir delil olarak) kabul edenler, birinci itiraza, "Her kıyas, münakaşa ve çekişmeyi doğurmaz" diyerek cevap vermişlerdir. Allahü teâlâ daha sonra "Bir de sabredin, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir" buyurmuştur. Bu ifadeden maksad, cihadın en mükemmelinin sabra dayandığını anlatmaktır. İşte bundan dolayı Hak Teâla, onlara sabrı emretmiştir. Nitekim bir başka ayetinde de, "Ey iman edenler sabredin, sabır yarışı edin ve nöbet beklesin" (Al-i imran. 200) buyurmuştur. Yine O, kendisinin sabredenlerle birlikte olduğunu da bildirmiştir. Bu birlikte oluştan muradın, Allah'ın yardımı ve nusreti olduğunda şüphe yoktur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Yurtlarından çalım satarak, insanlara gösteriş yaparak çıkanlar ve Allah yolundan men edenler gibi olmayın" buyurmuştur. Müfessirler şöyle demişlerdir: Bu ifâdeyle, Kureyş'in, kervanı korumak maksadıyla Mekke'den çıkışları murad edilmiştir. Kureyş'in Kibir ve Çalımla Çıkması Binâenaleyh, onlar Cuhfe denilen yere geldiklerinde, Ebu Cehil'in dostu olan el-Hikâf el-Kinânî, içlerinde oğlunun da bulunduğu bir heyeti birtakım hediyyelerle birlikte Ebu Cehil'e gönderdi.. Derken oğlu, Ebû Cehil'in yanına varınca, "Babam, sana (hayırlı sabahlar dileyerek) selâm yolluyor ve sana, "Eğer istersen, sana adamlarımla yardım ederim. Eğer, yanımdaki yakınlarımla beraber, senin yanında olmamı, savaşmamı istersen, bunu da yaparım" dedi" dedi, . "Bunun üzerine Ebu Cehil: "Babana de ki: Allah, mükâfaatını ve hayrını bol versin. Eğer biz, Muhammed'in iddia ettiği gibi Allah'la savaşıyor isek, Allah'a yemin ederim ki bizim Allah'la savaşmaya gücümüz yoktur. Yok eğer biz insanlarla savaşıyor isek, Allah'a yemin olsun ki, bizim savaşacağımız insanlara gücümüz kudretimiz yeter. Biz, Muhammed'le savaşmaktan kaçmayacağız. Hatta, biz Bedr'e varacağız, orada içkilerimizi içeceğiz ve orada bize şarkıcı ve çalgıcılar çalgı çalıp şarkı söyleyecekler! " Çünkü Bedir, Arapların panayırlarından bir panayır ve onların alış veriş yaptıkları pazarlardan bir pazardır. Böylece de Araplar bu hadiseyi duyacaklardır. Müfessirler, sözlerine devamla şöyle dediler: "Onlar Bedr'e vardılar; böylece onlar içki yerine, ölümlerin, acıların kadehlerini taddılar; çalgıcılar yerineyse, onlara ağlayıcılar ağıtlar yaktı. " Müşriklerin Buradaki Vasıfları Bil ki Allahü teâlâ onları şu üç şeyle vasfetmiştir: a) Çalım satmak (batara). Zeccac şöyle demektedir: "Batar kelimesi, nimet sebebiyle azmak, haddi aşmaktır. Gerçek şudur ki, Allah tarafından kuluna verilen nimetler çok olduğu zaman, kul bu nimetleri Allah'ın rızasına sarfeder ve onun Allah'tan olduğunu bilirse, bu bir şükür olur. Yok eğer, bu nimetler sebebiyle akranlarına karşı övünmeye ve zamanındaki kimselere karşı böbürlenmeye kalkışırsa, bu da şımarmak, çalım satmak olur. " b) Cenâb-ı Hakk'ın "insanlara gösteriş yaparak" ayetinin ifade ettiği husustur. Riâe kelimesi, içi çirkinlikle dolu olduğu halde, zahiren güzel şeyleri ortaya koymaya niyetlenmek, yönelmek demektir. Riya ile nifak arasındaki fark şudur: Nifak, küfrürünü gizlediği halde, iman izhar etmektir. Riya ise, isyan ve günahı gizleyerek, taat izhar etmektir. Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) müşrikleri Bedir meydanında görünce, "Allah'ım, Kureyş fahri ve kibriyle, azametiyle, senin dinine karşı koymak ve Resulünle savaşmak için yönelip gelmiştir " dedi. c) Cenâb-ı Hakk'ın "Ve Allah yolundan men ederler "ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ifadenin başındaki (......) fiili, muzarî bir fiildir. Halbuki fiil cümlesini isim cümlesine atfetmek güzel değildir. Vahidî bu hususta şu iki izahı yapmıştır: 1)Hak teâlâ'nın, "Yasuddûn" buyruğu, hal olarak "men ediciler olarak " anlamındadır. 2) kelimelerinin, "şımarıyorlar ve riyakarlık yapıyorlar yerine getirilmiş olmasıdır. Ben derim ki, bu izahlardan hiç biri sadra şifâ vermez. Çünkü, Vahidî, kelimenin, cinsi üzerine atfedilmesi doğru olsun diye, bazan fiili isim yerine, bazan de ismi fiil yerine kullanır. İsim ve Fiil Cümlesi Arasındaki Fark Halbuki ona düşen, Cenâb-ı Hakk'ın ilk ikisini niçin masdar, üçüncüsünü olarak aetirdiöini açıklaması idi. Ben derim ki: Alim Abdulkahir el-Curcani Şöyle demiştir: "İsim, bir şeyin sabit ve devamlı olduğuna; fiil ise, yenilenişe ve sonradan meydana gelişe delalet eder. Bu hususun, isimle ilgili misali, "Köpekleri de mağaranın giriş yerinde, iki kolunu (ayağını) uzatmış idi" (Kehf, 18) ifadesidir. Bu ayet köpeğin bu durumunun sabit ve devamlı bir hal olduğunu gösterir. Bu hususun fiil ile ilgili misali ise, "Sizi gökten ve yerden rızıklandıran kimdir?" (Yunus, si) ayetidir. Bu ifade de, Allah'ın o insanlara zaman zaman rızık verdiğini gösterir." İşte alim el-Cürcâni'nin söylediği budur. Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki: Ebu Cehil kavmi ve taraftarları çalım satma, övünme ve kendini beğenme karakterinde idiler. Ama onların insanları Allah yolundan alıkoymaları, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini ortaya koyduğu zaman olmuştu. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Allah, "batar" (çalım satma) ve "riya"yı isim şeklinde; "Allah yolundan alıkoyma"yı da fiil şeklinde zikretmiştir. Allah en iyi bilendir. Velhasıl Allahü teâlâ, düşmanla karşılaştıkları zaman müminlere sebat etmelerini ve Allah'ı zikirle meşgul olmalarını emretmiş, onlar kendilerini bu sabr-u sebata sevkedecek şeyin, çalım satma ve riya olmasını men etmiş, aksine kendilerini buna sevkedecek şeyin, Allah'a kul olma isteği olmasını emretmiştir. Bil ki Kur'an'ın başından sonuna özü, halkı, halk ile meşgul olmaktan sakınmaya davet edip Hakk'a ibadet yolunda iyice yorulmayı emretmektir. Halbuki kalbe hüzün veren masiyet, övünmeye ve böbürlenmeye yol açan ibadetten, ihlasa daha yakındır. Allahü teâlâ daha sonra sözünü "Onlar ne yaparlarsa, Allah hepsini kuşatmıştır" diye bitirmiştir. Bu ifadeden murad şudur: İnsan, aslında ve gerçekte öyle olmadığı halde, çoğu kez, kendisini söz konusu işe sevkeden şeyin, Allah rızası olduğunu söyler. Bundan dolayı Cenâb-ı Allah, kendisinin taa kalplerin içindekini bilebildiğini beyan buyurmuştur. Bu, adetâ riya ve yapmacıklıktan insanı men etme ve bir tehdid gibidir. 48"O zaman şeytan onların yaptıklarını süslemiş ve şöyle demişti: "Bugün insanlardan size galebe edecek yoktur. Ben de muhakkak ki sizin yardimcınızım." Vakta ki iki ordu birbirini görecek şekilde karşılaştı, "Ben sizden katiyyen uzağım. Doğrusu ben sizin göremeyeceğinizi görüyorum. Ben Allah'dan korkarım elbet. Allah ukubetinde çok şiddetlidir" dedi, gerisin geri dönüp kaçtı". Bil ki bu, Allahü teâlâ'nın Bedir'de savaşan mü'minlere has kıldığı nimetlerden biridir. Bu hususla ilgili birkaç mesele vardır: Ayetin başındaki iz (o zaman) edatı üzerinde neyin âmil olduğu hususunda birkaç görüş vardır: Denilmiştir ki: Bunun takdiri "Hatırla o zamanı ki, hani şeytan onların yaptıklarını süslemişti" şeklindedir. Yine denilmiştir ki: "Bu, önceki ayette zikredilen "nimetleri hatırlatma" üzerine atfedilmiştir. Buna göre takdiri, "Onları size gösterdiği ve size amellerinizi süslü gösterdiği o zamanı hatırlayınız" şeklindedir. Yine denilmiştir ki: Bu ifade, önceki ayetteki, "Çalım satarak çıktılar" ifadesi üzerine atfedilmiştir. Kelamın takdiri şu şekildedir: "Yurtlarından çalım satarak ve insanlara gösteriş yaparak çıkanlar ve o zaman şeytanın, amellerini kendilerine süslü gösterdiği kimseler gibi olmayınız." Şeytanın Bâtılı Sûslü Göstermesinin Nasıl Olduğu? Bu süslü göstermenin (tezyinin) nasıl olduğu hususunda da şu iki izah yapılmıştır: 1) Şeytan, insan suretine girmeksizin, vesveseleriyle, böyle kötü işleri onlara güzel, iyi ve süslü gösterir. Bu, Hasan el-Basri ile el-Esamm'ın görüşüdür. İblis'in İnsan Kılığına Girmesi 2) Şeytan bir insan kılığına girer ve vesvese (telkin) verir. Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: "Müşrikler Bedr'e gitmeye niyet ettiklerinde, Bekr b. Kinaneoğulları kabilesinden endişe ettiler. Çünkü kendileri, onlardan birisini öldürmüşlerdi. Dolayısıyla, bu kabilenin kendilerini arkadan vurmalarından korktular. Bundan dolayı iblis, Bekr b. Kinâneoğullarından Sürâka b. Malik b. Ca'şem kılığına girdi. Süraka şeytanlardan oluşan ordunun en ileri gelenlerinden olup, sancak onun elinde idi. O, "Bugün insanlardan size galebe edecek yoktur. Ben de muhakkak ki sizin yardımcınızım. Kinâneoğullarından size kötülük gelmemesi hususunda, sizi emin kılarım" dedi. İblis, meleklerin indiğini görünce, ökçeleri üzere gerisin geri kaçmaya başladı. Rivayete göre o anda, Haris b. Hişam'ın elini tutuyordu. Gerisin geri dönüp kaçmaya başlayınca, "Bizi bu halde yapayalnız mı bırakıyorsun?" dedi. Bunun üzerine de, "Ben, sizin göremeyeceğinizi görüyorum" dedi ve Haris'in göğsünden itip, ondan ayrıldı; kâfirler de bozguna uğradılar." Bu kıssa ile ilgili birkaç soru vardır: Birinci soru: İblis'in, Sürâkâ b. Malik'in şekline girmesindeki fayda nedir? Cevap: Bunun böyle olmasında Hazret-i Peygamber'in büyük bir mucizesi vardır. Çünkü Kureyş kafirleri bozguna uğrayıp Mekke'ye döndüklerinde, "İnsanları, Sürâkâ bozguna uğrattı" dediler. Bu söz, Sürakâ'ya ulaşınca o: "Bozguna uğradığınız haberi bana gelinceye kadar, vallahi sizin savaşa gittiğinizi bile bilmiyordum" dedi. Bunun üzerine Kureyşliler, savaştaki o şahsın Sürâkâ değil, şeytan olduğunu anladılar. Bu Mesele ile İlgili Sorular ve Cevaplar Eğer, "İblis, mü'minlere karşı olan savaşta hazır bulunmuş ise, malumdur ki o çok kuvvetlidir, o halde müşrikler müslümanların ordusunu niçin bozguna uğratamadılar?" denilir ise, biz deriz ki: Çünkü İblis müslümanların ordusu içinde, bin melekle birlikte olan Cebrail (aleyhisselâm)'i görmüş ve bundan dolayı korkarak kaçmıştır. Eğer, "İşte bu izah şekline göre, müslümanların ordularının hepsinin hezimete uğraması gerekirdi. Çünkü İblis, insan suretine girebilir ve böylece savaşlara katılarak, kâfirlerin ordularına yardım eder ve müslümanların ordularını hezimete uğratabilir. Velhasıl İblis eğer buna güç yetirirse, bunu müslümanlarla ilgili diğer hâdiselerde niçin yapamasın? Yok eğer buna kadir olamamış ise, Bedir hâdisesinde böyle bir şey yaptığını nereden çıkarıyorsunuz?" denilir ise, buna şöyle cevap verilir: "Muhtemeldir ki Hak teâlâ sadece o savaşta, onu beşer (insan) şekline çevirmiştir. Diğer hâdiselerde ise Allahü teâlâ bu çevirmeyi yapmaz." İkinci soru: Allahü teâlâ, İblis'in şeklini insana çevirince, o, İblis olmaktan çıkmış ve bir insan olmuş olur? Cevap: İnsan, ancak kendi nefs-i natıkasının cevheri ile insan olur. Şeytanların 'nefis'leri ise, insanların "nefislerinden başkadır. Binaenaleyh şeklin değiştirilmesinden, hakikatin (aslın) değişmesi de gerekmez. İşte bu konu, insanın dış şekli ve hususi sureti itibariyle insan olmadığı hususundaki naklî delillerden birisidir. Üçüncü soru: Şeytan'ın, "Bugün insanlardan size galebe gelecek yoktur" şeklindeki sözünün manası nedir? O kafirler daha kalabalık ve galip durumunda oldukları halde, bu sözdeki fayda nedir? Cevap: Onlar, her ne kadar sayıca çok iseler de, günden güne Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in devletinin, güç ve kudretinin yükselip arttığını görüyorlardı. Bir de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), herhangi bir şey bildirdiği zaman, o şey mutlaka tahakkuk ediyordu. İşte bu sebepten ötürü onlar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kavminden çok korkuyorlardı. Dolayısıyla İblis, onların kalblerinden bu korkuyu gidermek için böyle söylemiştir. Bundan muradın, İblis'in o müşrikleri, özellikle Bekr b. Kinâneoğulları'nın şerrinden emin kılmak istemiş olması da muhtemeldir. Bundan dolayı İblis, onların bir reisi kılığına girmiş ve "Ben de muhakkak ki sizin yardımcınızım" demiştir. Bunun manası şudur: "Ben ve kavmim size yardımcı olduğumuz zaman, hiçbir insan size galip gelemez." Burada, câr (komşu) kelimesi, "her türlü kötülüğe karşı arkadaşını müdafaa edip koruyan" demektir. Nitekim komşu da, komşusunu korur. Araplar, "Falancanın vereceği zarara karşı seni koruyacağım, ondan sana hiçbir nahoş şey gelmeyecek" manasında, "Falana karşı ben senin carınım, hâminim" derler. Sonra Cenâb-ı Hak büyümüştür. Bu, iki ordu, herbiri diğerini görecek şekilde karşı karşıya geldiği zaman, "iblis gensin geri dönüp kaçtı" demektir. "Nukûs", "birşeyden geri durmak" demektir ve dolayısıyla bu, "geri döndü" manasınadır. Sonra İblis, "Gerçek, ben sizin göremeyeceğinizi görüyorum" demiştir. Bu ifadenin birkaç izahı vardır: 1) İblis, ruhanî (maddî olmayan) bir varlıktır. Bundan dolayı o, melekleri görebilmiş ve onlardan korkmuştur. Yine onun, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in önünde onu korumak için yürüyen Cebrail'i gördüğü; veya peşpeşe gönderilen bin meleği gördüğü söylenmiştir. 2) İblis, muzafferiyet ve nusretin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) için olan alametlerini görmüş, dolayısıyla eğer orada durmaya devam ederse, başına bir belâ ve felaketin geleceğini anlamıştır. Daha sonra o, "Ben Allah'dan korkarım elbet" demiştir. Katâde: "İblis, "Doğrusu, ben sizin göremeyeceğinizi görüyorum " sözünde doğru söylemiş, ama "Ben Allah'dan korkarım elbet" derken yalan söylemiştir " demiştir. Yine, İblis'in meleklerin gökten inişini gördüğü zaman, Allah'ın kendisine tanıdığı müddetin sona ermesinden korktuğu ve bundan dolayı kendi derdine düşerek böyle dediği de söylenmiştir. Ayetteki "Allah, ukubetinde (cezalandırmasında) çok şiddetlidir" buyruğuna gelince, bu İblis'in sözünün devamı olabileceği gibi, onun sözünün bundan önce, "Ben Allah'dan korkarım elbet" ifadesi ile sona ermiş olması da mümkündür. Bu durumda Cenab-ı Hak, onun sözünden sonra, "Allah, ukubetinde çok şiddetlidir" buyurmuştur. 49"O zaman münafıklarla kalblerinde hastalık bulunanlar: "Bunları, dinleri aldattı" diyordu. Halbuki kim Allah'a tevekkül ederse, hiç şüphesiz Allah aziz ve hakimdir". Bu ayetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: Ayetteki iz yekûlü ifadesinin başına atıf vâvı gelmediği halde, önceki ayetteki (......) ifâdesinin başına gelmiştir. Çünkü ayetteki, "O zaman şeytan (...) süsledi" sözü, bu tezyin (süslü gösterme) işini, müşriklerin durumlarına, çalım satarak ve insanlara gösteriş yaparak çıkmalarına bağlamıştır. Bu ayette ise, iz yekûlü ifadesinde, bunu daha önceki bir söze atfetmek söz konusu değildir. Aksine bu bir başlangıç cümlesi olup öncesi ile bir irtibatı yoktur. Buradaki iz edatının âmili ile ilgili iki izah vardır, a) Kelamın takdiri, "münafıklar... dedikleri zaman, Allah şedidü'l-ikâbdır" şeklindedir: b) İfade, "Münafıkların... dedikleri zamanı hatırlayınız" manasındadır. Münafıkların "Müminleri Dinleri Aldattı" Demeleri Burada bahsedilen münafıklar, Evs ve Hazreç kabilelerinden bir kısım insandır "Kalblerinde hastalık bulunanlar" ise müslüman olmuş ama müslümanlıklan henüz kalblerinde kökleşmemiş, ve henüz hicret etmemiş olan bir grup Kureyşlidir. Sonra Kureyşliler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile savaşa çıkınca bunlar şöyle demişlerdir: "Biz de kavmimizle beraber çıkarız. Eğer Muhammed'in ordusu sayıca çok ise ona katılırız; yok az ise, kavmimizle birlikte dururuz." Muhammed b. İshak şöyle demiştir: "Bunların hepsi Bedir Günü, müşriklerin içinde öldürüldüler." Ayetteki "Bunlan, dinleri aldattı" ifadesi ile ilgili olarak İbn Abbas şöyle demiştir: "Bu, "Muhammed, bin kişiye karşı savaşmak üzere, üçyüzonüç kişi ile çıkmış. Bu ancak, onların dinlerine fazlaca güvenmelerinden dolayıdır" demiştir." Yine bu ifadeden maksadın, "Bu kimseler (müslümanlar), Ölümden sonra tekrar diriltilmeyi ve bu öldürülmeden ötürü mükâfaata ermeyi umarak, ölümlerine koşuyorlar" manası olduğu da söylenmiştir. Cenâb-ı Hak daha sonra "Halbuki kim Allah'a tevekkül ederse, hiç şüphesiz Allah aziz ve hakimdir" buyurmuştur. Bu, "Kim işini Allah'a havale eder, O'nun lütfuna güvenir ve ihsanına dayanırsa, şüphe yok ki o kimsenin koruyucusu ve yardımcısı Allah'dır. Çünkü Allah, azîzdir, O'nu hiç birşey mağlup edemez. O hakîmdir, düşmanlarına azab verir, dostlarına ise rahmet ve sevab ulaştırır" demektir. Melaikenin Kâfirlerin Canlarını Alması 50Âyetin tefsiri için bak:51 51"Melekler, o kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vurarak, "Tadın cehennem azabını" (diye diye) canlarını alırken görmeliydin! Bunun sebebi, ellerinin önce yaptığı ve bir de Allah'ın, kullarına hakikaten zulümkâr olmadığıdır". Bil ki, Allahü teâlâ o kâfirlerin durumlarını ortaya koyunca, onların ölüm hallerini ve o vakitte onlara ulaşan azabı da açıklayıp bildirmiştir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Sadece İbn Âmir, (......) kelimesinin, lafzan müennes olmasından ötürü (......) fiilini, müenneslik ve cemilik sebebiyle teteveffâ okumuştur. Diğer kıraat imamları ise, melâike lafzının, lazfına binâen değil de manası sebebiyle, yâ ile okumuşlardır. Ayet-i kerimedeki lev edatının cevabı mahzuf olup, takdiri, "korkunç bir manzara, dehşetli bir durum ve şiddetli bir azâb görürdün." şeklindedir. Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesinin manası, "Şayet görüp müşahede etseydin..." şeklindedir. Zira lev edatı, tıpkı İn edatının maziyi muzariye çevirmesi gibi muzariyi maziye çevirir. Ayetteki (......) lafzını, fiil ref etmiştir. Yadribûn fiili ise, onlardan haldir. Yeteveffa fiilinin failinin Lafzatullah'a râci bir zamir olması da mümkündür. Böyle olması halinde, melâike kelimesi, mübteda olarak merfû. yadribûn fiilinin de onun haberi olması caizdir. Vahidî şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hakk'ın buyruğunun manası, "Onlar, melekler, o kafirlerin canlarını tastamam alır " şeklindedir. Bu da insanın hakikatinin bu cesedden başka bir şey olduğuna ve onun sadece rûh olduğuna delâlet eder. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın, "O kâfirlerin canlarını alırken..." ifâdesi, Cenab-ı Hakk'ın, kafirin zâtını, canını tastamamen aldığına delâlet eder. Bu da, bu bedenden tastamam alınan şeyin, kâfirin zâtı, canı olduğuna delâlet eder. Bu, insanın bu cesedden başka bir şey olduğu hususunda apaçık bir şeydir. Cenâb-ı Hak, "Yüzlerine ve arkalarına vurarak" buyurmuştur. İbn Abbas şöyle demektedir: Müşrikler yüzleriyle müslümanlara yöneldiğinde, şüphesiz ki o müslümanların yüzlerine kılıçla vuruyorlardı. Müslümanlar sırtlarını döndüklerinde ise, onların enselerine vuruyorlardı. Binâenaleyh şüphesiz ki Cenâb-ı Hakk'ın onlara, ruhlarının alınması zamanında, aynıyla mukabelede bulunması gerekmiştir. Ben diyorum ki, burada bundan daha latif olan bir başka mana daha vardır: Kâfirin ruhu bedeninden çıktığında bu ruh, dünya aleminden yüz çevirip ahiret âlemine yönelir. Halbuki bu kimse kâfir olduğu için, ahiret aleminde birtakım zulumâtlarla, karanlıklarla karşılaşır. Yine bu kimse, maddeyi çok aşırı bir biçimde sevmekteydi. Onun, o maddelerden ayrılması ve onlardan uzaklaşmasından dolayı, o sadece bazı tahassürler, nedametler ve elemler elde eder. Onun dünya alemini terketmesi sebebiyle, bu elem ve tahassürden sonra da, yine elemlere ve tahassürlere garkolur. Yine o kimse, nur ve marifet bulunmaksızın ahirete yönelmesi sebebiyle de, birtakım zulmetlerden, başka zulmetlere geçer. İşte, Cenâb-ı Hakk'ın, "Yüzlerine ve arkalarına vurarak..." buyruğundan maksad bu iki cihettir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Tadın cehennem azabını" buyurmuştur. Burada da, muzmer, gizli bir ifade bulunup, bunun takdiri ve "Tadın cehennem azabını "dedik " şeklindedir. Kuran-ı Kerim'de bunun benzeri olan ifadeler pek çoktur. Mesela Cenâb-ı Hak, "Hani İbrahim o Beyt'in temellerini İsmail ile birlikte yükseltiyordu. Ey Rabmimiz bizden kabul buyur" (Bakara, 127) buyurmuştur. Bu arada yekûlâni, yani "Onlar dediler ki" kelimesi muzmerdir. Yine, "Günahkârların, Rableri huzurunda: "Ey Rabbimiz gördük, işittik. Şimdi bizi geri çevir de güzel amelde bulunalım (dedikleri) zaman sen görsen" (Secde, 12) ayeti de böyledir. Burada Rabbenâdan önce, muzmer olarak bir kâlû (dediler) muzmerdır. İbn Abbas şöyle demektedir: "Meleklerin onlara, "tadın cehennem azabını" demeleri yerinde olmuştur. Zira meleklerin beraberinde demir tokmaklar, kamçılar da bulunuyordu. Onlar, o kafirlere o tokmaklarla vurduğu zaman, vücutlarından ve uzuvlarından alev alev ateşler çıkıyordu. İşte Cenâb-ı Hakk'ın "Tadın cehennem azabım" ifadesi bu manadadır." Vahidî şöyle demektedir: "Sahih olan, meleklerin bu sözü onlara ahirette söyleyecek olmalarıdır." Ben de derim ki: "Maddi olan azab, hak ve gerçektir. Manevi, ruhanî olan azab da, hak ve gerçektir. Zira akıl buna delâlet etmektedir. Bu böyledir, zira biz, cahil kimsenin dünyadan ayrıldığı zaman, sevdiği dünyasından ayrılması sebebiyle, kendisinde çok büyük bir hüznün meydana geldiğini ve korku ve hüzünler aleminde de, üzerine tabaka tabaka zulmetlerin yığılması sebebiyle de, çok şiddetli bir korkunun meydana geldiğini beyan etmiştik. Halbuki, korku ve hüznün her ikisi de, manevi bir yanmayı, ateşi gerektirirler. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bunun sebebi, ellerinizin önce yapıtığıdır" buyurmuştur. Bu sözün meleklerin o kâfirlere söylemiş olduğu söz olduğu da söylenmiştir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Vahidî şöyle demektedir: "Bu ifadenin başındaki zâlike lafzını mübteda; "Ellerinizin önce yaptığıdır" sözünün de bunun haberi olduğunun söylenmesi mümkün olduğu gibi; zâlike ifadesinin mahallen mansub olması; takdirinin de "Biz bunu, ellerinizin önce yaptığı şeyler sebebiyle" şeklinde olması da caizdir. Cenâb-ı Hakk'ın zâlike ifadesiyle hazâ ifadesi kasdedilmiştir. Yani, "Cehennem azabı olan bu (harf) azab, ellerinizin önceden yapmış olduğu şey sebebiyle olmuştur" demektir.. Biz bu hususu, Cenâb-ı Hakk'ın (Bakara, 1-2) ifadesinde ele alıp açıklamıştık ki bu ifadenin manasının "Bu kitap..." şeklînde olduğunu ve bu mananın caiz olduğunu da beyan etmiştik. Cenâb-ı Hakk'ın, (......) buyruğunun zahiri, bu fiilin failinin, "el" yani yed olmasını gerektirir.. Halbuki bunun böyle olması birkaç yönden imkânsızdır: a) Bu azâb onlara ancak, küfürleri sebebiyle dokunmuştur.. Halbuki küfrün mahalli, el değil kalbtir. b) El, bilgi ve ilmin mahalli değildir. Bu sebeple, mükellefiyet ete müteveccih olmaz. Binâenaleyh, azabın ele ulaştırılması mümkün değildir. İşte bu sebeple de, buradaki eydîküm kelimesini kudret manasına hamletmek gerekir. Bu iki mecazî ifadenin sebebi şudur: (el), iş yapmanın aleti ve vastasıdır. O işte müessir olan ise kudrettir, güçtür. Şu halde, "el"i, kişinin kudretinden kinaye kılmak güzel ve yerinde olmuştur. Bil ki, gerçek şudur: İnsan, tek bir cevherdir. O faaldir, idrâk edicidir, mü'mindir, kâfirdir, itaat eden ve isyan edendir. Bu uzuvlar ise, onun bu fiilinde alet ve vasıtalarıdırlar. Binâenaleyh, görünüşte fiil âlete, vasıtaya nisbet edilmiştir, ama gerçekte o fiil, insanın zâtının cevherine nisbet edilmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, "ellerinizin önce yaptığı..." tabiri, bu cezanın, sözkonusu insandan sadır olan fiilden meydana gelmiş bir şey olmasını gerektirir. Nitekim sen, ikâbın ancak, insanın kesbetmiş, işlemiş olduğu bâtıl itikâdlardan ve onun müktesebi olmuş yerleşik melekeleri sebebiyle meydana geldiğini biliyorsun. Böylece bu ifade, akla da uygun olmuş olur. Daha sonra gelen"Bir de Allah, kullarına hakikaten zulümkâr değildir " buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır: Bu cümlenin başındaki enne'nin i'rabtaki yeri hususunda, şu iki açıklama yapılmıştır: a) Bu kelime, başındaki harf-i cerrin hazf edilmesiyle, mahallen mansûbtur. Yani, (......) demektir. b) Sen, Hak teâlâ'nın zâlike kelimesini (mübtedâ olarak) mahallen merfû addedersen, o zaman, ennellâhe kelimesini de, ref mahalinde addetmiş, kılmış olursun.. Böylece kelamın takdiri, şeklinde olur. Kisâi, bu kelamın başındaki elifin kesreli olması halinde de, mananın doğru olacağını söylemiştir. Böyle olması durumunda da bu ifâde, kendisinden öncesiyle münasebeti olmayan, yeni bir cümle olmuş olur. Mutezile şöyle demiştir: "Şayet Allah, kâfirde küfrü yaratıp, sonra da ona bu yüzden azâb etmiş olsaydı, o zaman Allah, zalim olmuş olurdu. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın, "Bunun sebebi, ellerinizin önce yaptığıdır, bir de Allah'ın, kullarına hakikaten zulümkâr olmadığıdır" buyruğu, O'nun böylesi bir azâblandırma ile zâlim olmadığına delâlet eder. Zira kul, kendisine bu azabı gerektiren şeyi, fiili önceden yapmıştır. Bu da, o kimseden bu azabı gerektirecek şeyin daha önce sadır olmaması halinde, Allahü teâlâ'nın böylesi bir azab verdiğinde zâlim olacağına delâlet eder. Binâenaleyh, şayet küfrün ve günahın mucidi, faili kul değil, Allah olmuş olsaydı, o zaman Allah'ın zâlim olması gerekirdi. Hem bu ifade, Allah'ın zulme de kadir olduğuna delâlet eder. Zira, Allah zulme kadir olmamış olsaydı, zulmü, kendisinden nefyederek övünmesinde bir mana bulunmazdı. Bil ki bu meselenin izahı, Âl-i İmrân sûresinde ayrıntılı olarak geçmişti (Âl-i İmrân, 183). Dolayısıyla bu meseleyi burada tekrar ete almanın bir manası yoktur. Allah en iyi bilendir. 52Âyetin tefsiri için bak:54 53Âyetin tefsiri için bak:54 54"Bunların gidişi Firavun hanedanıyla onlardan evvelkilerin gidişi gibidir. Onlar, Allah'ın ayetlerini inkâr etmişlerdi de, o da kendilerini, günahları yüzünden yakalamıştı. Çünkü Allah, en büyük kuvvetin sahibidir, cezası pek çetin olandır. Bunun sebebi şudur: Bir kavim, nefislerinde olan iyi hali değiştirmedikçe, Allah onlara ihsan ettiği nimeti değiştirmez ve şüphesiz ki O, herşeyi hakkıyla işiten, kemâliyle bilendir. Evet bunların hali, Firavun hanedanıyla onlardan evvelkilerin gidişi gibidir. Onlar, Rablerinin ayetlerini yalan saymışlardı da, biz de günahları yüzünden, kendilerini helak etmiş; Firavun'un hanedanını suda boğmuştuk. Bunların hepsi zâlim idiler". Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Firavun İle Mekke Müşrikleri Arasında Benzerlik Allahü teâlâ, daha önce de açıkladığımız gibi, Bedir'de kâfirlerin ahirette başına gerek bu dünyada gerekse indirdiği ve indireceği azabları, cezaları beyan edince, bunun peşinden bunun, kâfir ve zalim olan herkes hakkında tatbik etmiş olduğu yolu ve âdeti olduğunu da beyan ederek. "Firavun hanedanının gidişi gibi" buyurmuştur. Buna göre mana, "Bunların küfürleri konusundaki âdetleri, tutumları, tıpkı küfürleri hususunda Firavun hanedanının âdeti gibidir " şeklindedir. Binaenaleyh onlar, boğulmakla cezalandırıldıkları gibi, bunlar da öldürülmek ve esir alınmakla cezalandırılırlar. Arapça'da, de'b kelimesinin asıl manası, bir şeyi, işi sürdürmek anlamına gelir. Nitekim, (......) denilir ki, yani, "Falanca, o işe devam ediyor, onu sürdürüyor ve o hususta kendisini yoruyor" demektir. İnsan, âdetlerine devam edip onu sürdürdüğü için de, bu âdet ve tutuma, de'b ismi verilmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Çünkü Allah, en büyük kuvvetin sahibidir, cezası pek çetin olandır " buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın bundan maksadı, onların başına gelen bu peşin, dünyevî azabtan başka, tehir edilmiş ve ertelenmiş bir başka azâblarının daha olduğuna dikkat çekmedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, onlara indirdiği o azabın sebebi yerine geçebilecek bir hususu zikrederek, "Bunun sebebi şudur: Bir kavim, nefislerinde olan iyi hali değiştirmedikçe, Allah onlara ihsan ettiği nimeti değiştirmez" buyurmuştur. Bu tabirle ilgili birkaç mesele vardır: Lafzının Sonundaki Nun'un Düşmesi Cenâb-ı Hakk'ın lem yekü kelimesi hakkında, nahivcilerin çoğu şöyle demişlerdir: Bu nün ancak, sırf ğunneye benzemediği için ve ayrıca (......) harflerine benzeyip kelimenin sonunda bulunduğu için; işte buna benzediğinden ötürü hazfedilmiştir. Bu, tıpkı senin, (çağırmadı, duâ etmedi);(atmadı, fırlatmadı) ve (izlemedi) demen gibidir. Vahidî ise şöyle demiştir: "Bu izah, Arapların, (zina etmedi) ve (hainlik etmedi) şeklindeki sözleriyle çelişki teşkil eder. Ve, Arapların, bu kelimelerin nûn harfini hazfettiği de duyulmamıştır. " Vahidinin bu tenkidine, Ali İbn İsa cevap vererek şöyle demiştir: "Her fiilde, kâne (olmak) manası bulunduğu için, bu fiil, fiillerin aslı ve temelidir. Meselâ, bizim dövdü şeklindeki sözümüzün manası, (dövmüş idi); düvüyor şeklindeki sözümüzün manası da, (dövüyordu) şeklindedir. Bu hüküm, bütün fiiller hakkında caridir. Binâenaleyh, kâne kelimesinin, fiillerin temeli olduğu sabit olmuş olur. Böylece de, çoğu zaman onları kullanmaya ihtiyaç duyulmuştur. Bazan da, böylesi bir hazif muhtemel olmuştur. Ama, bizim şeklindeki sözlerimiz böyle değildir. Çünkü bu kelimeler her zaman kullanılmaz. Böylece, bu iki şey arasındaki fark ortaya çıkmış olur. Allah en iyi bilendir. Allah'ın Takdiri İle Kulun Fiili Arasındaki Münasebet Kâdî şöyle demektedir: "Ayetin manası şudur" Allahü teâlâ onlara akıl, kudret vermek; engelleri ortadan kaldırarak yollarını kolaylaştırıp âsân etmek suretiyle in'am ve ihsanda bulunmuştur. Onun böyle yapmasının maksadı, onların. Allah'a ibadet ve şükürle meşgul olmaları, küfürden vazgeçmeleridir.. Fakat onlar bu durumları fısk ve küfr cihetine sarfedince, Allah'ın onlara olan nimetlerini değiştirmiş oldular. Böylece de hiç şüphesiz onlar, nimetin gazab-ı ilahî ile: lütuf ve keremin de, mihnet ve azâb ile değiştirilmesine müstehak oldular. " Kâdî sözüne devamla şöyle demektedir: "İşte bu husus, Allahü teâlâ'nın hiç kimseye işin başında azâb ve zarar vermediğine; O'nun yaptığı şeyin, daha önce işlenmiş birtakım günahlara verdiği bir karşılık olduğuna delâlet eden en kuvvetli delillerdendir. Binâenaleyh muarızlarımızın dediği gibi, eğer Cenâb-ı Hak o insanları ve onların bedenlerini ve akıllarını cehennem için yaratmış olsaydı, bu doğru olmazdı." Alimlerimiz de, ayetin zahirinin İmam Kâdî'nin dediği şeyi hissettirdiğini, ama ayeti bu manaya hamlettiğimiz takdirde, Allah'ın sıfatının insanın fiiline bağlı olması gerekeceğini söylemişlerdir. Çünkü eğer Allah'ın hükmü bu değiştirme ve iradeye göre olsaydı, o zaman bu hüküm ancak insanın o fiili yapması halinde tahakkuk eder; kuldan böyle bir fiil sâdır olmadığı zaman da, Allah'ın o hükmü ve iradesi tahakkuk etmemiş olurdu. Bu durumda da insanın fiili, Allah'ın zâtında bir sıfatın meydana gelmesinde müessir olmuş olurdu ve böylece insan, Allah'ın sıfatım değiştirmiş ve onda tesirli olmuş olurdu. Halbuki bunun böyle olamayacağı aklın bedaheti ile sabittir. Şu halde bu ayeti zahiri manasına hamletmenin mümkün olmadığı; doğrusunun Allah'ın, sıfatının, yaratıkların sıfatlarına galip gelmesi olduğu anlaşılır. Dolayısıyla (o hususta) Allah'ın hükmü ve kazası olmaz ise, kulun herhangibir işi yapması veya sözü söylemesi imkânsızdır. Allahü teâlâ, ayette lâfzın iki kere zikretmiştir. Alimler bu hususta şu izahları yapmışlardır: 1) İkincisi, adetâ birinciyi tafsil ve izah eder gibidir. Çünkü birincisinde, onların yakalanmaları; ikincisinde de denizde boğuluşları mevzu bahs edilmiştir ki bu, onların yakalanışlarıyla ilgili bir ayrıntıdır. 2) Birincisi ile onların başına ölüm anında gelen şeyler, ikincisi ile de, kabirde ve ahirette onların başlarına gelecek azab kastedilmiştir. 3) Birincisinde, "Onlar, Allah'ın ayetlerini inkâr etmişlerdi" ifadesi; ikincisinde de, "Onlar, Rablerinin ayetlerini yalan saymışlardı" ifadesi, yer almıştır. Binâenaleyh erinci ifade onların ilahî delilleri inkâr ettiklerine; ikincisi de Hak Subhanehu ve Teâlâ'nın onları büyütüp, onlara pek çok şekilde in'amda bulunduğuna, ama buna rağmen, bunca nimetlere ve nimetlerin peşpeşe gelmesine karşılık, onların Allah'ın terbiye etmesinin ve lutfedişinin (rububiyyetinin) delillerini inkâr ettiklerine bir işarettir. Binaenaleyh birincisinin cezası, onları yakalamak; ikincisinin cezası da, onları helak edip boğmaktır. İşte bu da, nimetlere karşı nankörlüğün, helak ve yok oluşta büyük tesiri olduğunu gösterir. Cenâb-ı Allah daha sonra bu ayetini "Bunların hepsi zâlim idiler" diye bitirmiştir. Hak teâlâ'nın bu sözle maksadı, onların inkar edip, isyanda bulunmaları ile kendi kendilerine; eziyet edip dehşete düşürmeleri ile ise, diğer insanlara zulmetmiş olduklarını ve kendisinin onları ancak zulümleri sebebiyle helak ettiğini itade etmektir. İşte bu noktada derim ki. "Allah'ım! Zalimleri helak et, yeryüzünü onlardan temizle. Çünkü onların fitneleri çok arttı ve serleri çoğaldı. Onları, senden başka hiç kimse def edemez. Binâenaleyh ey Kahhâr, ey Cebbar, ey Müntakîm olan Allah'ım, sen onların hakkından gel!" 55Âyetin tefsiri için bak:56 56"Yeryüzünde yürüyen hayvanların Allah katında en kötüsü, şüphesiz ki kâfir olanlardır. Artık onlar iman etmezler. Onlar, içlerinden kendileriyle muahede ettiğin kimselerdir ki, her defasında muahedelerinden sonra ahidlerini bozarlar. Onlar, sakınmazlar da". Bil ki Allahü teâlâ, bütün kâfirleri "Bunların hepsi zâlim idiler" (Enfâl. 54) ifadesiyle vasfedince, onların bir kısmının şer ve inadda daha ileri derecede olduklarını ayrıca eyan ederek, buyurmuştur. Yani, "Allah'ın hükmü ve ilminde, yeryüzünde yürüyen hayvanların en kötüsü, kendisinde şu iki sıfat bulunan kimsedir" demektir: Birinci sıfat: Küfründe devam eden, onda ısrarlı olan ve inkârdan kesinlikle vazgeçmeyen kâfir. İkinci sıfat: Devamlı surette ahdini bozan kimse. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, "İçlerinden kendileriyle muahede ettiğin kimseler..." tabiri, tabirinden bedeldir. Yani, "Kâfirlerden, kendileriyle ahidleştiğin o kimseler, yeryüzünde yürüyen canlıların en şerlisi, en kötüsüdürler " demektir. Ayetteki minhüm kelimesindeki min harf-i cerri, îeb'îz (kısmîlik) ifade eder. Zira, andlaşma sadece onların ileri gelenleriyle yapılır. cümlesi hakkında ehl-i maânî şöyle demektedir: Her seferinde ahdi bozmanın, onların âdet ve alışkanlıkları olduğunu beyân etmek için, Cenâb-ı Hak muzâri fiili mazî fiile atfetmiştir. İbn Abbas şöyle demektedir: Bunlar, Kurayzaoğulları'dır. Zira onlar, Allah'ın Resûlüyle olan ahidlerini bozdular ve Bedir Gününde müşriklere silah vermek suretiyle, Resûlullah'ın aleyhinde onlarla yardımiaştılar.. Sonra da, "biz yanıldık" dediler. Böylece de Hazret-i Peygamber onlarla, yeniden anlaşma yaptı.. Ama, Hendek Günü, bu andlaşmayı da bozdular.. Cenâb-ı Hakk, "Onlar, sakınmazlar da" buyurmuştur. Bu, "İnsanlar sözlerine güvensinler ve itimat etsinler diye, akla ve temkinli olmaya müracaat eden kimselerin adeti, ahdi bozmaktan sakınmaktır" demektir. Böylece Cenâb-ı Hak, devamlı olan küfrü ile bu şekilde ahdi bozmayı birarada yapan kimselerin, hayvanların en şerlisi olduğunu beyan buyurmuştur. Kâfirlere İbret-i Âlem Olacak Ders Verme 57Âyetin tefsiri için bak:58 58"Onun için eğer bunları harbte yakalarsan, onlar ile, arkalarında olan kimseleri de ürküt. Umulur ki, onlar iyice ibret alırlar. Eğer bir kavmin hainliğinden endişeye düşersen, evvelâ hak ve adalet üzere keyfiyyeti kendilerine bildir ve ahidlerini at. Çünkü Allah hainleri sevmez". Bil ki, Allahü Teâlâ pekçok ayette Resulünü bazan yumuşak ve nazik olmaya teşvik etmiştir. Meselâ, Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz, seni âlemlere ancak rahmet için gönderdik... " (Enbiyâ. 107) ayetiyle, "Artık onları bağışla, Allah 'dan da günahlarının bağışlanmasını iste, iş hususunda onlarla müşavere et " (Al-i İmran, 159) ayeti böyledir. Cenâb-ı Hak, bazan da bu ayette olduğu gibi, O'nu sert ve şiddetli davranmaya teşvik ediyor. Bu böyledir, zira Allah, her defasında ahidlerini bozanlardan bahsedince, onlara ne şekilde muamele edilmesi gerektiğini de beyân ederek, "eğer bunları harbte yakalarsan " buyurmuştur. Leys şöyle demektedir: "Arapça'da, "onu ete geçirdik, onu yakaladık " manasında olmak üzere, "Falancayı falanca yerde yakaladık" denilir. Teşrid kelimesi ise, ızdırap vererek dağıtmak anlamına gelir. Nitekim, (ürküp kaçmak) ve (ürkütüp kaçırmak) denilmektedir." Buna göre ayetin manası, "Sen, savaşta ahdi bozan o kâfirleri ele geçirmeye muvaffak olursan, onlara, onlar vasıtasıyla arkada bulunacak bir iş yap, o şekilde cezalandır, muamele et!" demektir. Atâ, bu tabire, "Onları öldürmede ileri git, böylece başkaları senden korkmuş olurlar" manasını vermiştir. Bu ayete, "onlara, ahdi bozan diğer kimseleri de dağıtıp parçalayacak şekilde bir ceza ver" manası da verilmiştir. Yani, "Böylece onların arkalarında olan kimseler bu cezayı hatırlarlar da, bu onları ahidlerini bozmaktan alıkor, men eder" demektir. İbn Mes'ûd, bu ifadeyi, üstteki noktayla ve zâl-i mu'ceme ile (......) şeklinde okumuştur ki, bu da "dağıt" anlamındadır. Bu ifade sanki, (......) fiilinin maklûbu (çevrilmişi) gibidir. Ebû Hayve, min halfihim şeklinde okumuştur. Yani, "onları, peşlerini bırakmayarak darmadağın et " demektir. Çünkü iki kişiden birisi diğerini yendiği zaman, yenenler yenilenlerin arkasından giderek onları kovalarlar. Böylece Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber'e o vakit onları takip edip kovalamasını da emretmiş olur. Anlaşma Yapılan Taraftan Hıyanet Endişesi Cenâb-ı Hakk'ın buyruğuna gelince, bu, "Ahid yapmış topluluklardan, açık ve zahir olan emareler sebebiyle, hıyanette bulunacaklarından ve ahidlerini bozacaklarından endişelenirsen, onların ahidlerini, açık ve doğru bir biçimde, kendilerine at. Bunu şöyle yaparsın: Sen onlara, ahdi bozduğunu, fesh ettiğini açıkla ve seninle onlar arasındaki anlaşmayı sona erdirdiğini, kesip attığını çok açık ve net bir biçimde bildir. Onlar, ahdin devam ettiği zannını taşıyorlarken, onlarla savaşma Konusunda acele etme! Zira bu, senden yana zuhur etmiş olan bir hainlik olmuş olur. "Çünkü Allah, ahidlerine hıyanet edenleri sevmez" demektir. Bu ayet hakkında söylenecek son söz şudur: Allahü teâlâ, peygamberine, ahdi bozan kimselere karşı, kendisinin de, en sert ve acımasız bir biçimde ahdi bozmasını ve ahde vefa etmeme ve onu bozmayı vehmettirecek her türlü şeyden de, en titiz bir biçimde uzak kalmasını emretmiştir. Alimler şöyle demişlerdir: Ahdi bozmanın emare ve alâmetleri ortaya çıkınca, bu ortaya çıkış ya ihtimalli olur veya kesin ve kat'î. Eğer birinci ihtimal söz konusu olursa, ayette bahsedildiği biçimde, ahdin öteki tarafça da bozulduğunun bildirilmesi gerekir. Bu böyledir, zira Kurayzaoğulları, Hazret-i Peygamberle ahidleşip, sonra da O'nun aleyhine Ebu Süfyân ve onunla beraber olan müşriklere yardım etmişlerdir. İşte bu sebeple Allah'ın Resulü, onların, hem kendisine hem de ashabına zulmedecekleri endişesine düştü. Dolayısiyle, bu noktada devlet reisinin, onlara aynı şekilde ahdi bozduğunu haber vermesi ve onlara, kendileriyle savaşacağını duyurması gerekir.. Ama ahdi bozma kesin ve kafi bir biçimde ortaya çıkınca, burada ahdin bozulmuş olduğu keyfiyetinin bildirilmesine gerek yoktur. Bu tıpkı Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Mekkelilere olan muamelesi gibidir; zira, o müşrikler, Hazret-i Peygamberin sorumluluğunda olan Huzaaoğulları'nı öldürmek suretiyle ahidlerini bozunca, Allah'ın Resulünün ordusu, o Mekkelilere, Mekke'ye dört fersah uzaklıkta olan Merru'z-Zahran denilen yerde ulaştı, yetişti. Allah doğruyu en iyi bilendir. Dönüş ve varış O'nadır. İşkence Eden Kâfirler Cezasız Kalmazlar 59"O küfredenler (yakalarını kurtarıp) geçtiklerini ve (sizi) âciz bırakacaklarını asla zannetmesinler". Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Bil ki Allahü teâlâ, peygamberine, harbte ele geçirdiği kimseler hakkında ne yapması gerektiğini açıklayıp, ahdi bozanlara nasıl davranması gerektiğini bildirince, kalbinde bir hasret kalmasın diye, Bedir Günü ve diğer savaşlarda ele geçiremediği kimselerin durumunu da beyan etmiştir. Çünkü onlar arasında, Hazret-i Peygamber'e çok eziyet etmiş olanlar vardı. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak...."O küfredenler (yakalarını kurtarıp) geçtiklerini., asla zannetmesinler"buyurmuştur. Bunun manası şudur: "Onlar, seni geçince senin elinden kurtulmuş olurlar, böylece sen onlara müstahak oldukları cezayı veremezsin." Sonra bununla ilgili olarak iki görüş vardır: 1) Bundan murad, "Onların senin elinden kurtulduklarını sanma. Çünkü Allah seni, onların kervanını ele geçirmeye muvaffak kılacaktır" manasıdır. 2) Bu, "Sen, onların esirlikten ve ölümden kurtulduklarını, Allah'ın ikâbından ve ahiret azabından uzak kalacaklarını sanma. Zira onlar, âciz bırakamazlar. Yani, onlar bu kaçışla Allah'ı, kendilerinden intikam almaktan âciz bırakamazlar" demektir. Bu ifadenin maksadı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, kendilerini yenemediği ve intikam alamadığı kimseler hakkında teselli etmektir. İbn Âmir ve Âsim'in râvisi Hafs, fiili ya'lı olarak... (o kâfirler zannetmesinler) şeklinde okumuşlardır. Bu okuyuşun doğru olduğunu göstermek için şu üç izah yapılmıştır: a) Zeccâc, bunun takdirinin, "Kâfirler, bizi geçip (elimizden kurtulacaklarını) sanmasınlar" şeklinde olduğunu söylemiştir. Zira bu ayet İbn Mes'ûd (radıyallahü anh)'un kıraatında, şeklindedir. Durum böyle olunca, bu ifade senin, (kalkacağımı sandım) sözlerin gibi olur. Kur'an'da en edatının hazfedilmesi çokça görülen bir husustur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "De ki: "Siz, bana Allah'dan başkasına mı tapmamı emrediyorsunuz?" (Zümer, 64) buyurmuştur. Burada e'budu kelimesi, en e'bude "tapmamı" takdirindedir. b) Ayette, (......) fiiline bir fail takdir edip, (......) ifadesini birinci mef'ul saymamızdır. Buna göre kelamın takdiri, "Hiç kimse, o küfredenlerin kurtulmuş olacağını sanmasın" şeklindedir. c) Ebu Ali şöyle demiştir: "Yine birinci mef'ûlü de takdir etmemiz (mahzûf saymamız) caizdir. Buna göre ayetin takdiri, "O küfredenler, kendilerinin (elinizden kurtulup) geçeceklerini sanmasınlar" şeklindedir. Kıraat imamlarının ekserisi bu fiili, muhatab Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) olmak üzere, te'li olarak "Sen zannetme" şeklinde okumuşlardır. Buna göre ayetteki, "O küfredenleri" ifadesi birinci mef'ul (......) ifadesi ise ikinci mef'ul olup, mahallen mansubtur. Kelamın takdiri ise "O küfredenlerin, öne geçeceklerini (elden kaçacaklarını) sakın sanma" şeklindedir. Kıraat imamlarının ekserisi, ayetteki (......) ifadesindeki inne edatını kesreli olarak, innehum şeklinde okumuşlardır ki en vazıh durum budur. Çünkü bu durumda bu ifade, kötülükleri yapanlar, bizden (kaçıp) savuşacaklarını mı sandılar" (Ankebut. 4) ayetinde olduğu gibi, kendinden önceki ifade ile ilgisi olmayan bir başlangıç cümlesidir. Çünkü bu (Ankebut, 4) ayetinde, ifade tamamlandıktan sonra Cenâb-ı Hak, "Ne fena hükmediyorlar" buyurmuştur. İşte nasıl, "Ne fena hükmediyorlar" (Ankebut. 4) ifadesi, kendinden önceki cümleden ayrı, yeni bir cümle ise, (tefsir ettiğimiz) ayetteki, "Onlar âciz bırakamazlar" ifadesi de böyledir. İbn Âmir, bunu elifin fethası ile ennehüm şeklinde okumuş ve onu birinci cümle ile ilgili (onun devamı) kılmıştır. Bu durumda da iki izah şekli vardır: a) Bunun takdiri, "Sen onların (elimizden kurtulup) geçtiklerini sanma, elimizden kaçamazlar. İşte onlar küfürlerinin cezasını göreceklerdir" şeklindedir. b) Ebu Ubeyd şöyle demiştir: ifadesindeki (......), zaid sayılır. Buna göre kelâmın takdiri, "Onların, (bizi) aciz bırakacaklarını sanma" şeklindedir. Düşmana Karşı Kuvvet Hazırlama Görevi 60"Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki bununla Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanınız olanları ve bunlardan başka, sizin bilmeyip de Allah'ın bildiği diğer düşmanlarınızı korkutasınız. Allah yolunda ne harcarsanız, size eksiksiz ödenir ve siz asla haksızlığa uğratılmazsınız". Bil ki Allahü teâlâ, Peygamberine, kendisinden ahdi bozmak gibi bir davranış sâdır olan kimseyi korkutup darmadağınık etmesini ve ahdi bozacağından endişe ettiği kimse ile olan ahdini atmasını, kendisinin de o ahdi bozmasını emredince; bu ayette de, O'na, bu kâfirlere karşı hazırlık yapmasını emretmiştir. Şöyle denilmiştir: Bedir Hâdisesinde, hazırlıksız ve teçhizatsız olarak kâfirlerin üstüne gitme durumu olunca, Allahü teâlâ onlara, bir daha böyle yapmamalarını ve kâfirlere karşı mümkün olduğunca âlet, hazırlık ve kuvvet hazırlamalarını emretmiştir. Burada "kuvvetten maksad, kuvvetin meydana gelmesine sebep olacak her şeydir. Alimler bu hususta birkaç izah zikretmişlerdir: 1) Kuvvetten maksad hertürlü silahtır. 2) Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) minberde bu ayeti okudu ve "Dikkat edin, burada kuvvet, "atış" manasınadır dedi." Müslim. İmaret 167 f3/1522): İbn Mâce, Cihad. 19 (2/940). Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu, üç kere tekrar etti. 3) Bazıları, buradaki "kuvvet"in, "kaleler" manasına geldiğini söylemiştir. 4) Me'ânî âlimleri, "Evla olan, bu kelimeyi düşmana karşı harbetme hususunda, kuvvet elde edilecek herbirşeyi içine alan umumi bir manada anlamaktır. Binâenaleyh savaş ve cihadın âleti olan herşey, ayette bahsedilen "kuvvet"tendir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Kuvvet, "atış" manasınadır" şeklindeki sözü, atmanın dışında kalan şeylerin nazar-ı dikkate alınmasına mani değildir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Hacc, Arafat'ta vakfe'dir, pişmanlık da tevbedir" İbn Mace, Zuhd. 30 (2/1420); Menâsik, 57 (2/1003). hadisi, bunların dışındakilerin nazar-ı dikkate alınmasına manî değildir. Aksine bu, burada zikredilen şeylerin, yapılması gerekenlerin kıymetti bir parçası olduğunu gösterir" demişlerdir. İşte bu ayet, cihada ok, silah temin ederek ve binicilikle atıcılığın öğretilmesi suretiyle savaşa hazırlanmanın farz olduğuna delâlet eder. Fakat bu farz-ı kifâyelerdendir. (......) sözündeki "ribât", cephe karargâhında bulunan askerler ve hayvanlar demektir veya rabıt kelimesinin çoğuludur. Bu tıpkı, fısal kelimesinin, fasıl (sütten kesilmiş yavru) lafzının çoğulu olması gibidir. Bağlanıp beslenen atların, cihad aletlerininin en kuvvetlilerinden olduğunda şüphe yoktur. Rivayet olunduğuna göre bir adam, İbn Sîrin'e, "Falanca, malının üçte birini kalelerin (yapılmasında) kullanılması için vasiyet etti" dedi. İbn Sîrin: "O parayla atlar satın alınır ve Allah yolunda bağlanıp beslenir, onlar üzerine binilip gaza edilir" dedi. Bunun üzerine o adam, "Fakat o, bunu kaleler için vasiyet etmiş" dedi. İbn Şîrîn de, "Kaleler, atlar demektir. Şairin şu şiirini hiç duymadın mı: "Andolsun ki ben, ölümden uzak durmam üzerine, (gerçek) kalelerin, kentlerin özlü çamurla yapılmış binaları değil anıtlar olduğunu anladım" demiştir. İkrime şöyle der: "Bu, dişi atların Dağlanıp beslenmesidir." Bu, aynı zamanda Ferrâ'nın da görüşüdür. Bunun izahı şöyle yapılabilir: "Araplar, atlar tarlalarda Dağlanıp beslendiğinde bunlara rubut derler. Bunun müfredi rabît şeklindedir. Bunun cem'i nbât, cem-ü'l-cem'i ise rubut gelir. Binâenaleyh buradaki "ribât", Allah yolunda sağlanıp beslenen atlar demektir. Bunlar "dişi atlar" diye tefsir edilmiştir. Çünkü cışi atlar, yavrulamak suretiyle çoğaldıktan için, bunların bağlanıp beslenmesi daha uygundur. Dolayısıyla bunları bağlayıp beslemek, erkek atları bağlayıp beslemekten saha iyidir. Bunu Vahidî rivayet etmiştir. Birisi şöyle diyebilir: Aksine bu kelimeyi, "erkek atlar" manasında anlamak daha münasib olur. Çünkü bu atları bağlayıp beslemenin gayesi, onlar üzerinde savaşmaktır. Düşmana hücumda, koşmada ve geri çekilmede, erkek atların daha kuvvetli olduğunda şüphe yoktur. Bu sebeple onlar üzerinde savaşmak daha kolay olur. Binâenaleyh ayetteki bu lafzı, "erkek atlar" manasına vermek gerekir. İkisi arasında bir çelişki söz konusu olunca, lafzı aslî manasına hamletmek gerekir. Bu sa. kelimenin ister erkek, ister dişi olsun bağlanıp beslenen at manasına olmasıdır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu şeyleri hazırlamaya sebep olan şeyi de zikrederek, bununla Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanınız atanları korkutasınız" buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü kâfirler müslümanların savaşa hazırlandıklarını, savaşa hazır beklediklerini ve bütün silah ve aletleri tamamlamış ocuklarını bildikleri zaman, onlardan korkup çekinirler. Bu korku şu gibi pek çok şeyi sağlar: a) Kâfirler, İslam diyarına saldırmaya niyetlenemezler. b) Onların korkuları şiddetli olunca, çoğu kez, kendiliklerinden cizye vermeyi kabul ederler. c) Çoğu kez bu, onların iman etmelerine sebep olur... d) Onlar, diğer kâfirlere yardım edemezler... e) Bu, İslâm yurdunda ihtişam ve zînetin artmasına sebep olur. Bilinmeyen Düşmanlar Kimlerdir? Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ve bunlardan başka, sizin bilmeyip de Allah'ın bildiği diğer (düşmanlarınızı)..." buyurmuştur. Bu ifadeyle şu kastedilmiştir: Cihâd, atet ve teçhizatını çoğaltmak, düşman olduklarını bildiğiniz düşmanları korkuttuğu, düşman olduklarını bilemediğiniz düşmanları da korkutur. Sonra bu ifadeyle ilgili olarak şu izahlar da yapılmıştır: 1) En doğru olan bu görüşe göre, bunlar yani düşman olduklarını bilmediğiniz bu kimseler, münafıklardır. Buna göre mana, "Savaş alet ve teçhizatlarını çoğaltmak, kâfirlerin korkmalarını sağladığı gibi, münafıkların da korkarak dehşete kapılmalarını gerektirir.." şeklinde olur. Şayet, "Münafıklar, savaştan korkmazlar. O halde daha nasıl, sizin ileri sürmüş olduğunuz şey, onların korkmasını gerektirir?" denilirse, biz deriz ki: Bu korkutma işi, şu iki yöndendir: a) O münafıklar, müslümanların kuvvetini, alet ve teçhizatının çokluğunu müşahede ettiklerinde, müslümanların mağlup olacakları yolundaki ümit ve beklentileri sona erer. Bu da, o münafıkları, kalben kâfir olmayı terketmeye ve samimi birer müslüman olmaya sevkeder. b) Müslümanlar arasına fesat ve tefrika sokma hususunda yollar ve çareler aramak, onlar arasında çeşitli musibet ve belâların meydana gelmesini bekleyip durmak, münafıkların âdetidir.. Binâenaleyh, münafıklar müslümanların son derece kuvvetlendiklerini görünce, onlardan korkarlar da, bu kötü fiillerini terkederler. 2) İbn Cüreycin Süleyman İbn Musa'dan rivayet ettiği şu husustur: "Bu (düşmanlıklarını bilemediğiniz) kimselerle, kâfir cinler kastedilmiştir. Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) (......) ayetini okumuş ve ve bunların cinler olduğunu söylemiş, daha sonra da, "Şeytan (cin), İçinde soylu bir at bulunan bir evde, hiçbir kimseyi çarpamaz" buyurmuştur. Hasan el-Basrî de: "Atın kişnemesi, cinleri korkutur" demiştir. Bu görüş, müşkillik arzetmektedir. Zira, cihat alet ve teçhizatını çoğaltmanın, cinlerin korkutulmasında müessir olacağı düşünülemez... 3) Müslümana, kâfir düşman olduğu gibi; aynı şekilde müslümana, bazan müslüman da düşman olur. Binâenaleyh, müslüman kimsenin durumu kuvvetli olur, silâhı da çok olursa, böylesi müslümandan kâfir olan düşmanlar korktuğu gibi, ister kâfir ister müslüman olsun, ona düşmanlıkta bulunan herkes korkar. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah yolunda ne harcarsanız..." buyurmuştur. Bu tabir hem cihadı, hem de diğer hayır yerlerine şamil olan genel bir kavramdır. buyruğu hakkında İbn Abbas: "O İnfâkınızın ücreti size tastamam ödenir... Yani, Allah o infakınızın ücretini, ahirette boşa çıkarmayacağı gibi, dünyada da hemencecik bedelini verir" "Sizlerin alacağı mükafaat noksanlaştırılmak suretiyle, zulme ve haksızlığa da uğratılmazsınız..." manasını vermiştir. İbn Abbas, bu tefsiri yapınca, bu manayı te'kid eden, "Bu iki bağ mahsulünü vermiş, bundan bir şeyi eksik bırakmamıştı"(Kehf, 33)ayetini okumuştu. Barış İsteyen Düşman İle Barış Yapınız 61"Eğer (düşmanlar) banşa meylederlerse, sen de ona yanaş ve Allah'a güvenip dayan. Çünkü O, her şeyi hakkıyla işiten, kemâliyle bilendir". Bil ki Allahü teâlâ, düşmanı korkutacak kuvvet ve üstünlüğü beyan edip açıklayınca, bundan sonra da, onların korkarak barışa yanaştıklarında, sulha meylettiklerinde, bu durumdaki hükmün, bu sulhu kabul etmek olduğunu beyân buyurmuştur. Nadr şöyle demektedir: "Arapça'da, birisi birisine uyup onun sözünü dinlediğinde, denilmektedir. " Buna göre ayetin manası, "Eğer onlar sulha meylederlerse, sen de sulha yanaş..." şeklindedir. Ayette, selm ifadesine raci olacak zamir, kendisiyle (müennes olan) fa'le (yapmak, fiil) ve cünha (meyletmek, yanaşmak) kelimeleri kastedildiğinden, müennes getirilmiştir. Bu tıpkı, "Şüphesiz ki Rabbin, bunun ardından elbette bağışlayıcıdır, hakkıyla esirgeyicidir" (A'râf. 153) ayeti gibidir. Cenab-ı Hak ifadesindeki zamir ile, "Onların, bunu yapmalarından sonra..." manasını kastetmiştir. " Keşşaf sahibi ise, Ayetteki selm kelimesinin zıddı olan harb kelmesinin müennes olmasından dolayı, müennes kabul edildiğini; nitekim şair: (Sen, barış halinden istediğini alırsın...) beytinde minhâdaki müennes zamiri selm hakkında kullanmıştır. Âsım'ın ravisi Ebu Bekr, bu kelimeyi sin'in kesresiyle silm; diğer kıraat imamları da sin'in fethasıyla selm okumuşlardır ki bu iki kullanılış da aynı manayadır. Katâde bu ayetin Cenâb-ı Hakk'ın, "artık o müşrikleri, onları nerede bulursanız, öldürün" (Tevbe. 5) ve "Allah'a inanmayan ...kimselerle muharebe edin" (Tevbe, 29) ayetleriyle neshedildiğini söylemişlerdir. Bazıları da bu ayetin mensuh olmadığını; ancak ne var ki bu ayetin, kendisinde bir maslahat ve fayda bulunduğu zaman, sulhu emretmeyi ihtiva ettiğini söylemişlerdir. Binâenaleyh, imam (komutan) onlarla barış yapmanın faydalı olduğunu gördüğünde, yine de onlarla bir veya daha fazla yıl sürecek bir barış anlaşması yapması caiz değildir. (Kısa süreli anlaşmalar yapar.) Güç ve kuvvet müşriklerden yana ise, halifenin, müslümanların yararına olmak üzere, onlarla on yıl sürecek bir barış anlaşması yapması caizdir. Ama, Hazret-i Peygamber'e ittiba ve iktida için, daha fazla süre için barış anlaşması caiz değildir. Zira Hazret-i Peygamber, Mekkelilerle on yıllığına barış yapmıştı. Daha sonra o Mekkeliler, bu müddet bitmeden önce ahidlerini bozmuşlardı. Cenâb-ı Hakk'ın, "ve Allah'a güvenip dayan..." buyruğuna gelince bu, "Sana, barışta bir yardım olsun ve o müşrikler ahidlerini bozup da vefasızlık yaptıklarında sana yardım etsin diye, o müşriklerle yaptığın anlaşmalar hususunda işi Allah'a havale et " demektir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu emri ile ahdi bozmanın yasaklığına dikkat çekmek için, "Çünkü herseyi hakkıyla işiten, kemâliyle bilen O'dur" buyurmuştur. Zira Allah, kullarının saklayıp gizlediğini bilir, söyledikleri herşeyi işitir. Mücâhid, bu ayetin Kurayza ve Nadir (yahudileri) hakkında nazil olduğunu söylemiştir ki, ayetin onlar hakkında olması, zahirinin umumi manası üzere bırakılmasına (alınmasına) mani değildir. Allah en iyi bilendir. Düşmanın, Hıyanet Kasdı İle Barış İstemesi 62Âyetin tefsiri için bak:63 63"Eğer sana hilekârlık yapmayı isterlerse, muhakkak ki sana Allah yeter. O, seni yardımı ile ve mü'minlerle destekleyendir. O, onların gönüllerini sevgi ile birleştirmiştir. Sen, yeryüzündeki herşeyi toptan harcasan bile, yine de ınn gönüllerini (böyle) birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, azizdir, hakimdir". Bil ki Allahü teâlâ önceki ayette sulhu emredince, bu ayette de sulh hükümlerinden birini zikretmiştir. O da şudur: Onlar hilekârlık niyetiyle sutha yanaşırlarsa bile, o sulhu kabul etmek gerekir. Çünkü hükümler zahirî duruma göre verilir. Çünkü sulh, imandan daha kuvvetli ve önemli birşey değildir. Biz "iman"a, bâtına değil de zahire göre hükmettiğimize göre, bunda bu, haydi haydi olur. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, (......) buyurmuştur. Bundan maksad, daha önce geçen "Eğer barışa meylederlerse..." buyruğunda zikredilen kimselerdir. Buna göre şayet, "Eğer bir kavmin hainliğinden endişeye düşersen, evvelâ hak ve adalet üzere keyfiyeti kendilerine bildir ve ahidlerini al" (Enfâl, 58), yani, "o ahdin bozulduğu ortaya çıktığında böyle yap" buyurmamış mıdır? Bu ise, bu ayette zikredilen hükme terstir?" denilir ise, biz deriz ki: "Hak teâlâ'nın "Eğer bir kavmin hainliğinden endişeye düşersen " buyruğu, bu endişenin, çok güçlü emarelerle kuvvet kazanması halinde sözkonusudur. Bu ayette bahsedilen hilekârlık ise onların kalblerinde meydana gelen bir tür nifak ve yalan durumu ile ilgili olup, bu da, onların bir şerre niyetlendiklerine ve bir fitneyi uyandırmaya kastettiklerine delâlet eden bazı ipuçları ortaya çıkmadığı durumda sözkonusudur. Aksine onların müşahade edilen halleri, anlaşmada sebat edeceklerini ve mücadeleyi bırakacaklarını göstermektedir. Daha sonra Hak teâlâ, bunun peşinden "Muhakkak ki sana Allah yeter" yani, "Allah sana kâfidir ve O, senin imdadına yetişir" buyurmuştur, ve tabirleri aynı manaya gelir. Allah'ın, Resulünü Desteklemesi "O, seni yardımı ile destekleyendir" buyruğu hakkında müfessirler şöyle demişlerdir: "Allah, Bedir Günü nusreti ile seni güçlendirip sana yardım etti." Ben derim ki: "Bu yardımı sırf Bedir Günü'ne hasretmek hatadır. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in işi, hayatının başından vefatına kadar, her an ilâhî bir iş ve yüce bir tedbir ile olmuştur. Bu hususta mahlûkatın kesbinin bir tesiri yoktur. Cenâb-ı Allah daha sonra, 'Ve müminlerle (destekleyendir)" buyurmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh), bununla "Ensâr"ın kastedildiğini söylemiştir. Eğer, "Cenâb-ı Allah, "O, seni yardımı ile destekleyendir" buyurmuş olduğuna göre, O'nun yardımının yanında, daha mü'minlere ne ihtiyaç vardır ki, bir de "ve müminlerle" buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki, "Destekleme ve kuvvetlendirme, ancak Allah tarafından olur. Fakat bu iki şekilde olur: a) Malum ve alışılmış olan zahirî sebepler vasıta kılınmaksızın yapılan. b) Malum ve alışılmış sebepler vasıta kılınarak yapılan. Ayetteki, "yardımı ile" ifadesinden, bunlardan birincisi ve "mü'minlerle" ifadesinden, ikincisi kastedilmiştir. Allah'ın, Mü'minlerin Kalblerini Birleştirmesi Allahü teâlâ daha sonra, peygamberi mü'minler ile nasıl destekleyip kuvvetlendirdiğini beyan buyurarak "Sen yeryüzündeki herşeyi toptan harcasan bile, yine de onların gönüllerini (böyle) birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), son derece gururlu, kibirli ve geleneklerine şiddetli bir taassupla bağlı olan bir kavme gönderilmişti. Öyle ki, bir kabileden bir kimse, başka bir kabileden birisine bir tokat vursa, o adamın kabilesi kendisine vuranın kabilesiyle savaşır, böylece de onun intikamını alırlardı. Daha sonra ise onlar, bu hallerini tamamiyle terkettiler. O derecede ki, onlardan bir kimse, babasını, oğlunu ve kardeşini dahi öldürebilecek hale geldi ve, Hazret-i Peyambere itaat etmede birleşerek bir araya geldiler, onun yardımcıları ve dostları oldular. Bu ayette sözkonusu edilenlerin, Evs ve Hazveç kabileleri olduğu da ileri sürülmüştür. Çünkü bu iki kabile arasında, şiddetli bir düşmanlık bulunuyordu. Bunlar, devamlı bir savaş halinde idiler. Ama, daha sonra bu amansız kin ortadan kalktı; böylece aralarında bir ülfet, bir muhabbet ve bir sevgi meydana geldi.. Binâenaleyh, bu şiddetli düşmanlığı silip götürmek, onu, kuvvetli bir sevgiye ve katıksız, tam bir ihlas haline dönüştürmek, ancak Allah'ın kadir olabileceği şeylerdendir. Böylece bu durum, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetinin doğruluğuna dair apaçık bir mucize olmuş olur. Kalblere Hükmetmek Allah'a Aittir Alimlerimiz, kalbin halleri olan inançlar, iradeler ve kerametler gibi fiillerin tamamını Allah'ın yarattığına dair, bu ayetle istidlal etmişlerdir. Bu böyledir, zira o ülfet, o sevgi ve o kuvvetli muhabbet, ancak iman etmek ve Allah'ın Resulüne (sallallahü aleyhi ve sellem) uymakla tahakkuk etmiştir. Binâenaleyh şayet iman etme işi Allah'a ait bir fiil değil de, kulun fiili olsaydı o zaman bu imana dayanan muhabbet ve ülfetin de, Allah'a ait bir fiil değil de kulun bir fiili olması gerekirdi. Halbuki bu, ayetin açık ve sarîh beyanının aksine bir durum olur. Kadî ise şöyle demiştir: "Şayet, Allah'ın an be an, her zaman tahakkuk eden lütufları olmasaydı, bu haller meydana gelmezdi. Binâenaleyh, işte o katıksız ihlâs, bu manada Allah'a izafe edilmiştir. Bunun bir benzeri de, sırf babasının yardımı ve kendisini terbiye etmesi sebebiyle meydana geldiği için, çocuğunun elde etmiş olduğu ilim ve edebin, onun babasına mal edilmesidir. İşte burada da böyledir." Cevap: Sizin, bütün bu anlattıklarınız, ayetin zahirî martından dönmek vç. soü, mecazî manasına hamletmektir. Hem, bütün bu lütuflar, mü'minler hakkında tahakkuk ettiği gibi, kâfirler hakkında da söz konusudur, tahakkuk eder Binâenaleyh şayet burada, lütufların dışında birşey sözkonusu olmasaydı, bu manaların mü'minlere tahsis edilmesinin bir manası olmazdı. Hem, akli delil de bu ayetin zahirini güçlendirmektedir. Bu böyledir, zira kalbin, nefrete karşılık rağbet ve arzu ile: ya da rağbete mukabil nefret ile vasfedilmesi mümkündür. Dolayısiyle, bu iki taraftar birinin diğerine üstün gelebilmesi için mutlaka bir müreccihin bulunması gerekir. Eğer müreccih Allah olursa, zaten elde etmek istediğimiz netice de budur.. Binâenaleyh böylece, ayetin sarîh ifadesinin, aklî delilin sarahatiyle kuvvetlenmiş olduğu ortaya çıkar. O halde, Kâdî'nin bu konuda söylemiş olduğu şeylere ihtiyaç yoktur Bu ayet, Mekkelilerin İslâm'a girmelerinden ve Allah'ın Resulüne tabi olmalarından önce, devamlı bir düşmanlık ve şiddetli muharebeler, savaşlar içinde bulunduğuna delâlet eder. Öyle ki onlar birbirlerini öldürüyorlar, baskınlar düzenliyorlardı.. Halbuki onlar, Allah'a, O'nun peygamberine ve âhiret gününe iman edince, bu düşmanlıklar silindi, katılıklar ve sertlikler son buldu ve aralarında tam bir sevgi, müessir ve güçlü bir muhabbet meydana geldi. Bil ki, bu konuda gerçek şudur: Sevgi, ancak bir hayrın ve bir kemâlin tahakkuk edeceği düşünüldüğü zaman meydana gelebilir. O halde sevgi, bu hususî düşünceye bağlı bir durumdur.. Binâenaleyh, her ne zaman böyle bir düşünce mevcut olursa, sevgi de tahakkuk etmiş, bulunmuş olur. Yine, her ne zaman kötülük ve kızgınlık, buğz düşünülürse, o zaman da nefret ve kin meydana gelmiş olur. Sonra, hayırlar ve mükemmellikler iki kısma ayrılır: a) Devamlı olup, değiştirmek, tebdil etmek gibi hususlardan uzak olan hayırlar ve kemâller... İşte bunlar, ruhanî kemâller ve ilahî saadetlerdir. b) Değişen, tebeddül eden kemâller. Bunlar da maddî kemaller ile bedenî mutluluklardır. Bunlar, tıpkı bir cıvanın bir halden başka bir hale geçmesi gibi, çok çabuk değişir ve tebeddül ederler. Mesela insan, Zeyd ile arkadaş olması sayesinde, büyük bir servete sahip olacağını düşünür ve onu sever. Fakat bilahare, bu malı elde edemiyeceğini anlayınca da, ona buğzeder, muhabbet duymaz. İşte bundan dolayı, "Aşık ile maşuk arasında, çoğu kez aynı günde defalarca arzu ve nefret tahakkuk eder. Çünkü maşuk, aşıkı, malı için istemiştir. Halbuki bu iki husus da, değişmeye ve başka bir hale dönüşmeye müsaittir. Dolayısiyle, bu İkisi arasında meydana gelen sevgi ve düşmanlık, devamlı olmayıp, aksine çok çabuk kaybolan ve çok çabuk değişen şeyler olmuşlardır. Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki: Sevgi ve dostluğu gerektiren, eğer dünyevî hayırları, maddî mutlulukları elde etmek arzusu olursa, muhabbet, kemâli düşünmeye; kemâli düşünme de, o kemâlin tahakkuk etmesine tâbi olduğu için, bu dostluk ve sevgi hemen silinip gider ve hemencecik değişir. Binâenaleyh, böyle bir kemâl hemen silinip gittiği ve değiştiği için, bunun neticeleri de hızlı değişme ve çabucak kaybolma, başka hale dönüşme olur. Ama, muhabbeti îcab ettiren şey, değişme ve kaybolmadan uzak, ayrıca da devamlı olan mükemmellikler fikri ve düşüncesi olursa, o sevgi de devamlı ve değişmez olur... Çünkü devamlılık ve değişmeme hususunda, neticenin (burada sevgi) durumu, illetin (burada, mükemmellikler düşüncesi) durumuna tâbi olur.. İşte, Cenâb-ı Hakk'ın, "Dostlar o gün birbirine düşmandır. Takva sahipleri müstesna.." (Zuhruf. 65) ayetinden maksad budur. Bunu iyice kavradığın zaman, biz diyoruz ki: Araplar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gelmezden önce, mal. makam ve övünme peşindeydiler. Onların sevgüen. bu tür (dünyevî, maddî) sebeplere bağlı idi. İşte bundan dolayı da bu tür sevgi, çabuk silinip kayboluyor ve onlar, en ufacık bir sebepten dolayı dahi çeşitli harblerin ve fitnelerin içine düşebiliyorlardı. Fakat, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip, onları Allah'a ibadet etmeye, dünyaya iltifat etmemeye ve âhirete yönelmeye çağırınca, onların düşmanlıkları ve sertlikleri silinip gitti ve onlar, birbiriyle ülfet eden, birbiriyle uyuşan Kardeşler haline geldiler. Hazret-i Peygamber'in vefatından sonra, dünyevi hakimiyet onlara açılıp, onlar da dünyayı elde etmeye yönelince, birbirleriyle savaşıp vuruşmaya taşladılar. İşte, bu hususta üzerinde durulacak gerçek sebep budur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu ayetini, "Çünkü O, azizdir, hakimdir" diye bitirmiştir.. Yani, "Kalblerde tasarruf edebilen; o kalbleri düşmanlık halinden dostluğa, nefretten rağbete dönüştüren Kahir ve Kadir; yaptığını son derece sağlam ve muhkem bir şekilde yapan Hakîm O'dur. Yahut Hakîm'in buradaki manası: "Kullarının faydasına ve isabetli tutuma göre hükmeden" demektir. Bu iki farklı tefsir, Cebr ve Kader telakkisindeki farklılıktan ileri gelmektedir. Yirmi Mü'min İkiyüz Kâfiri Yenmelidir 64Âyetin tefsiri için bak:65 65"Ey Peygamber, sana da, mü'minlerden senin izince gidenlere de Allah yeter. Ey Peygamber, mü'minleri harbe teşvik et. Eğer içinizden sabr ü sebata mâlik yirmi kişi bulunursa, onlar İkiyüze galib gelirler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfirlerden binini yener. Çünkü onlar, anlamayan bir güruhturlar" Bil ki Allahü teâlâ, düşmanlarının kurdukları hile ve tuzaklarına karşı, peygamberine yardım edeceğini vaadedince; bu ayette de ona, her şeye karşı mutlak manada yardım ve muzafferiyet va'adetmiştir. Mananın böyle olması halinde ayetlerde bir tekrar söz konusu olmaz. Çünkü, önceki ayette mana, "Eğer onlar, sana tuzak kurmak isterlerse, onların hakkından gelme hususunda Allah sana yeter" şeklinde iken, bu ayette ise mana, gerek dini gerekse dünyevî olarak, ihtiyaç duyulan her hususa şamildir, Bu ayet. Bedir Savaşı'ndan az önce Beydâ'da nazil olmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın Müminlerden senin izince gidenlere de..." ifadesiyle, Ensâr kastedilmiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan da şu rivayet edilmiştir: "Bu ayet, Hazret-i Ömer'in müslüman olması hakkında nazil olmuştur." Saîd ibn Cübeyr ise şöyle demektedir: "Hazret-i Peygamber'in davetiyle, otuzüç erkek ve altı kadın müslüman olmuştu. Bunlardan sonra da, Hazret-i Ömer müslüman oldu. İşte bunun üzerine bu ayet nazil oldu." Müfessirler şöyle demişlerdir: Bu görüşe göre bu ayet, Hazret-i Peygamber'in emriyle, Medenî olan bir sûre içine yazılmış Mekkî bir ayettir. Ayetin tefsiriyle alâkalı olarak şu iki görüş ileri sürülmüştür: a) Kelamın takdiri, "Allah, sana ve sana tâbi olan mü'minlere yeter, kâfidir" şeklindedir. Ferrâ şöyle demiştir 'Hasbüke tabirindeki kâf, cer; men kelimesi ise nasb mahallindedir. Buna göre, ayetin takdiri "Allah sana ve sana tâbi olanlara yeter" şeklindedir. Nitekim şair de "Savaş kopup barış bozulunca, işte o zaman, sana ve Dahhâk'e, keskinleştirilmiş kılıç (yardımcı olarak) yetecektir" demiştir. Arapların çoğu, "Sana ve kardeşine yeter..." demeyip, aksine onlar arasında mutâd olan, şeklinde denilmesidir, " b) Takdirin, "Sana, Allah yeter; sana, mü'min olan etbâın, tabi olanların da yeter" şeklinde olmasıdır. Ferrâ şöyle demektedir: "Bu, bu hususta yapılan izahların en güzelidir. Yani, "Birinci görüşün, "Yardımcısı Allah olanın halinin başkalarının yardımı sebebiyle artması veya eksilmesi imkânsızdır" şeklindeki bir mana ile de desteklenmesi mümkündür.." Hem, hükmü bunların toplamına nisbet etmek, bu toplamdan birinin bu işin meydana gelmesinde yeterli olmayacağı zannını uyandırır. Halbuki Allah, bundan münezzeh ve yücedir." Buna şu şekilde cevap verilebilir: Her şey Allah'dandır. Ancak ne var ki, alışılmış sebeplere binâen meydana gelmeyen yardımlar bulunduğu gibi, alışılmış sebeplere binâen meydana gelen yardımlar da bulunmaktadır. İşte bu farktan dolayı, Cenâb-ı Hak mü'minlerin yardımına da itibar etmiştir. Sonra da Allahü teâlâ, "Her ne kadar sana, benim ve mü'minlerin yardımı yeterli ise de, senin buna ancak, mü'minleri savaşmaya teşvik etmen şartıyla güvenmen, itimad etmen gerekir. Zira ben, o mü'minlerin savaşta nefislerini ve mallarını harcamaları, benzetmeleri şartıyla sana yeterim" buyurmuştur. İşte bu sebepten dolayı da Cenâb-ı Hak "Ey Peygamber, Müminleri harbe teşvik et!" buyurmuştur. Tahrid (teşvik etmek) kelimesi, Arapça'da tıpkı (teşvik etmek) kelimesi gibi olup, manaları bir şeye teşvik ve terğib etmek demektir. Zeccâc bu kelimenin iştikakı hususunda, uzak ihtimal olan başka bir izahda bulunarak şöyle demiştir: "Arapça'da tahrid kelimesi insanın, bir şahsı, yapmaması ve aykın davranması halinde, harid olacağını bildiği bir şeye teşvik etmek"tir.. Hârid, "neredeyse helak olacak olan kimse" demektir. Cenab-ı Hak bu sözüyle, Hazret-i Peygamber'in teşvik etmesinden sonra mü'min kimselerin savaşmamaları halinde, o mü'minlerin helak olacaklarına işaret etmek istemiştir." Binaenaleyh Zeccâc'a göre tahrîd kelimesi, hârid (helak olan) ve harad (halsiz ve perişan olma) kelimesinden iştikak etmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer içinizden sabr-u sebata malik yirmi kişi bulunursa, onlar iki yüze galip gelirler" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, bu ayet ile (yani bu haber cümlesi ile) bir durumu haber vermek istemeyip, aksine böyle yapmayı emretmek istemiştir. Cenâb-ı Hak sanki bu ifade ile. "Sizden yirmi kişi bulunursa, onlar savaşta sabr-u sebat gösterip gayretli davransınlar. Böylece de ikiyüz kişiyi yensinler " demek istemiştir. Bu tabir ile haber verme manasının murad edilmediğine şunlar delildir: 1) Eğer bu cümle ile, haber verme kasdedilmiş olsaydı, o zaman, "Kâfirlerden iki yüz kişi asla, yirmi mü'mini yenemez" denilmesi gerekirdi. Bunun olamayacağı malumdur. 2) Allahü teâlâ, "Şimdi Allah sizden yükü hafifletti..."(Enfal, 66) buyurmuştur. Bu bir neshdir ve nesh, habere değil emre (hükümlere) uygun düşer. 3) Allahü teâlâ bundan sonraki ayetin sonunda, "Allah, sabr u sebat edenlerle beraberdir" (Enfal, 66) buyurmuştur. Bu ifade, savaşta sabr-u sebat gösterme hususunda bir teşviktir. Binaenaleyh, her nekadar bir haber lafzı ile gelmiş ise de, bu ayet ile bir emir manasının kasdedildiği sabit olmuştur. Bu tıpkı "Anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler" (Bakara, 233) ve "Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme müddeti beklerler" (Bakara, 228) ayetlerinde olduğu gibidir. (Bunlardan maksad "emzirsinler" ve "beklesinler" diye emretmektir.) (Tefsir ettiğimiz) bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır: Ayetteki, "Eğer içinizden sabr-u sebata mâlik yirmi (kişi) bulunursa..."ifadesi, Allahü teâlâ'nın bu hükmü ancak, o kimselerin buna sabretmesi ve gücü yetmesi şartı ile vâcib kıldığına delâlet eder. Bu şart da ancak şu hususlar mevcut olduğunda gerçekleşmiş olur: a) O kimsenin, güçlü kuvvetli olması. b) Kalbinin cesaretli olması, korkak olmaması. c) Ancak, ya taktik icabı geri çekilme veya diğer birliğe katılma maksadıyla geri çekilmesi hariç, savaştan kaçmaması. Çünkü Allah bu iki tür geri çekilişi, geçen ayetlerinde müstesna tutmuştur. Bu üç şart tahakkuk ettiğinde, bir mü'minin on kâfire karşı durabilmesi gerekir. Bil ki bu mükellefiyet, Cenâb-ı Hakk'ın, önceki "Ey Peygamber! Sana da, mü'minlerden senin izince gidenlere de Allah yeter" buyruğundan ötürü güzel ve yerindedir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, mü'minlere yetişeceğini ve onlara yardım edeceğini va'adettiğine göre, bu mükellefiyet kolay gelir. Çünkü Allah'ın kendisine yardım edeceğine garanti verdiği kimselere, bütün kâinatta yaşayanlar birleşseler, yine de eziyet edemezler. Yirmi ve Yüz Sayılarını Zikretmenin Hikmeti Ayetteki, "Eğer içinizden sabr-u sebata mâlik yirmi kişi bulunursa, onlar iki yüze galip gelirler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfirlerden binini yenerler" buyruğunun neticesi, bir mü'minin, on kâfire karşı durmasının vâcib olduğunu belirtmeye varır. O halde bu kısa ifadeyi bırakıp da, ayetteki gibi uzun anlatımı tercih etmenin hikmeti nedir? Buna şöyle cevap verilir: Ayetteki bu ifâde tarzı, vâkâya uygun olarak gelmiştir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), çeşitli seriyyeler gönderiyordu ve genel olarak seriyyedeki kimselerin sayısı yirmiden az, yüzden fazla olmuyordu. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, ayette bu iki sayıyı zikretmiştir. Nâfî. İbn Kesir ve İbn Âmir, bunu tâ ile in tekün, bundan sonraki fiili de aynı şekilde ve in tekün şeklinde okumuşlardır. Ebu Amr, birincisini yâ ile, ikincisini tâ ile okurken; diğer kıraat imamları her iki fiili de yâ ile okumuşlardır. Kâfirler Anlamayan Bir Güruhtur Allahü teâlâ, bu galip gelişteki sebebi de, "Çünkü onlar anlamayan bir güruhturlar" diye beyan etmiştir. Bunu şuşekillerde izah ederiz: Birinci şekil: Allah'a ve ahiret gününe inanmayan kimselere göre, sonsuz saadet ve sevinç, bu dünya hayatındakinden ibarettir. Böyle düşünen kimse, hiç şüphesiz dünya hayatı hususunda son derece cimri olur ve dünya hayatının zeval bulmasını istemez. Ama bu dünya hayatında bir saadetin olmadığına, gerçek saadetin ve mutluluğun âhiret yurdunda olacağına inanan kimse, bu dünya hayatına aldırış etmez, ona iltifat etmez ve ona zerre kadar değer vermez. Böylece de cihada çok sağlam bir kalb ve kesin bir irade ile yönelmiş olur. Durum her ne zaman böyle olsa, bu şekildeki bir tek mü'min, önceki inançtaki pek çok kimseye mukavemet edebilir. İkinci şekil: Kâfirler sadece kendi kuvvet ve saltanatlarına güvenirler. Müslümanlar ise, yalvarıp yakararak, Rablerinin yardımını dilerler. Kim böyle olursa, yardım ve muzafferiyet ona daha layık ve uygundur. Üçüncü şekil: Bu izahı ancak riyazât ve mükâşefe ehli (tasavvufcular) anlarlar: Kendisinde ilim ve marifetullah bulunan kalb sahipleri, mahlukat karşısında çok heybetli görünürler. İşte bundan ötürü alim bir kimse, güçlü ve kuvetli, ama câhil insanlardan müteşekkil bir grup yanında bulunduğunda, o güçlü, kuvvetli ve câhil kimseler, bu alim karşısında korkuya düşer, ona saygı ve ta'zim gösterip, ona hizmet ederler. Hatta diyoruz ki: Güçlü yırtıcı hayvanlar bile, bir insanı gördüklerinde ondan korkar ve ondan uzak durur. Bu heybetli oluş, ancak insanda akıl nurunun bulunması sebebiyledir. Yine hakim bir adamın kalbine marifetuliahın nuru taht kurduğunda, bunun uzuvları güçlü kuvvetli olur. Kalbinde marifetuliahın nuru tecelli ettiğinde çoğu kez daha önce yapamamış olduğu işleri yapabilecek güç ve kuvvete erişir. Bunu iyice anladığın zaman deriz ki: Mü'min bir insan, cihada yöneldiğinde sanki canını ve malını, Allah'ın rızasını elde etmek için harcamış gibi olur. Böylece de sanki o, Allah'ın celâlinin nurunu müşahede eder, bunun peşi sıra kalbi güçlenir, ruhu kemale erer ve başka insanların yapamayacağı şeyleri yapar. İşte "mükâşefe" ile ilgili bütün bu haller, mü'min kimsenin, kâfirden daha kuvvetli olduğuna delalet eder. Eğer bu olmaz ise, bunun sebebi o ilahi tecellinin insanın kalbinde nadiren ve zaman zaman zuhur etmesinden ötürüdür. Allah en iyi bilendir. Yüz Mümin İki Yüz Kâfiri Yenmelidir 66"Şimdi Allah sizden yükü hafifletti. Bildi ki sizde bir bir za'af var. O halde eğer içinizden sabırlı yüz kişi olursa, iki yüz kâfiri yenerler; eğer, sizden bin kişi olursa, iki bin kâfire, Allah'ın izniyle galebe çalarlar. Allah sabr-u sebat edenlerle beraberdir". Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), on müslümanı, yüz kişilik bir kâfir ordusuna karşı gönderiyordu. Nitekim Hazret-i Hamza (radıyallahü anh)'yı Bedir Savaşı'ndan önce, otuz süvari ile birlikte kâfir bir topluluğa gönderdi. Onları, Ebu Cehil üçyüz süvari ile karşıladı. Müslümanlar o kâfirlerle savaşmak istediler ama, Hazret-i Hamza onlara engel oldu. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Abdullah b. Üneys (radıyallahü anh)'i, Halid b. Safvan el-Hüzeli'yi öldürmeye gönderdi. Halid, bir grup insan içinde bulunuyordu. Bundan dolayı Abdullah onu tanıyamadı, koşup, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geri geldi ve: "Ey Allah'ın Resulü, onu bana tavsîf et" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Onu gördüğünde şeytanı hatırlarsın ve tüylerinin ürperdiğini hissedersin. Onun, benim için bir ordu topladığı haberini aldım. Git ve onu öldür" buyurdu. Abdullah der ki: "Ben de o tarafa gittim. Ona yaklaşınca, içimde bir ürperti hissettim. O da benim için, "Bu adam da kim?" deyince, ben, "Bir Arap... seni ve ordunu duydum sana katılmaya geldim" dedim. Onun yanında gitmeye başladım. Bir fırsatını bulunca onu kılıcımla öldürdüm ve oradan hızla uzaklaşıp, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gittim ve onu öldürdüğümü söyledim. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de bana bir âsâ vererek, "Bunu tut. Çünkü bu, Kıyamet günü benimle senin aranda bir alâmet olacak" buyurdu. Burada Nesh Bulunup Bulunmadığı Önceki ayetteki mükellefiyet müslümanlara zor ve ağır gelince, Cenâb-ı Hak, bu ayetle müslümanların üzerinden o yükü kaldırdı. Atâ'nın rivayetine göre İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "İlk emir inince, muhacirler niyazda bulunarak: "Ey Rabbimiz, biz açız; düşmanımız ise tok. Biz gurbetteyiz, düşmanımız ise yurdunda ve ailesi içinde. Biz memleketimizden, mallarımızdan ve çoluk çocuğumuzdan ayrı düşmüşüz, düşmanımız ise böyle değii" dediler. Ensar da: "Biz hem düşmanımızla uğraşıyoruz, hem de din kardeşimiz olan muhacirlere yardım ediyoruz" dediler. İşte bunun üzerine, hükmü hafifleten bu ayet indi." İkrime de şöyle der: "Müslümanların sayısı az iken, bir müslüman on kâfire veya on müslüman yüz kâfire karşı sabr-u sebat göstermekle emrolunmuşlardı. Fakat muslümanların sayısı çoğalınca, Cenâb-ı Hak, onlar hakkındaki bu hükmü hafifletti. İşte bundan ötürü İbn Abbas: "Üç kişiden kaçan mü'min. firar etmiş olmaz. Ama iki kâfirden kaçan, firar etmiş sayılır" demiştir. Velhasıl âlimlerin çoğu, "Şimdi Allah sizden yükü hafifletti.." ayetinin, önceki ayeti neshettiğini söylemişlerdir. Ebû Müslim el-İsfehânî ise, bunu nesih saymamıştır. Ebu Müslim'in görüşü şu şekilde izah edilir: Allahü teâlâ, bir önceki ayette, "Eğer sizden sabr-u sebata mâlik yirmi kişi bulunursa, onlar ikiyüz kâfire galip gelirler" buyurmuştur. Farzet ki biz bu haber cümlesini (galip gelsin manasında) bir emir sayıyoruz. Fakat bu emir, o yirmi kişinin, ikiyüz kâfire karşı koymaya sabredebilmeleri şartına bağlıdır. "Şimdi Allah sizden yükü hafifletti" ayeti ise, bu şartın bunlarda mevcud olmadığına delâlet eder. Binâenaleyh bunun neticesi şu olur: Önceki ayet, o hususî ve belli şart bulunduğunda, o hükmün sabit olacağına delalet eder. Bu ayet ise, o şartın bu bahsedilen cemaatta bulunmadığına delâlet eder. İşte bu sebeple de o hüküm, bunlar için söz konusu olmamış olur. Böyle olması hafinde de asla bir nesh tahakkuk etmiş olmaz. Eğer diğer alimler: "Ayetteki, "Eğer sizden, sabr-u sebata malik yirmi kişi bulunursa, onlar ikiyüz kâfire galip gelir" ifadesi, "içinizde, ikiyüz kâfire karşı koymaya sabreden yirmi kişi bulunsun" manasındadır. Bu manaya göre, bunda bir neshin olmuş olması gerekir" derlerse, biz deriz ki: Bu ayetten muradın, "Eğer sizden, ikiyüz kişiye karşı koyacak, sabırlı yirmi kişi bulunursa, o ikiyüz kişiye karşı cihad etsinler" şeklinde bir mana olduğu niçin söylenemesin? Netice olarak ayetin lafzı, bir haber cümlesi şeklindedir. Biz ayetin zahirine muhalefette bulunarak, onun emir manasında olduğunu söyledik. Ama şart nazar-ı dikkate alındığında, bu ifadeyi zahirine göre anlarız. Buna göre bu kelamın takdiri, “Eğer" sizden, ikiyüz kişiye mukavemet edebilecek sabırda yirmi kişi bulunursa, onlar, o ikiyüz kâfire mukavemet etsinler" şeklindedir. Bunun manasının böyle olması halinde de, nesh söz konusu olmaz. Buna karşılık eğer o âlimler, "Şimdi Allah sizden (yükü) hafifletti" ayeti bu mükellefiyetin, onlara daha önce yönelmiş olduğu hissini vermektedir" derlerse, biz deriz ki: "Hafifletme" lafzının, daha önce ağır bir mükellefiyetin bulunduğuna delâlet ettiğini kabul etmiyoruz. Çünkü Arapların âdeti, bu gibi ifadeleri de "bir ruhsat" manasına kullanmaktır. Bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, hür bir erkeğe, bir cariyeyi nikâhlamâ ruhsatı verdiği ayetındeki, "Allah sizden hafifletmek ister..." (Nisa, 26) ifadesi gibidir. Burada bir nesh söz konusu değildir. Bu, hür kadınlarla evlenme gücüne sahip olmayan hür erkeklerin, cariyelerle evlenebileceklerini ifade etmektedir. İşte (tefsir ettiğimiz) bu ayette de böyledir. Sözün özü şudur: O yirmi kişi, bu sabr şartı kendilerinde tahakkuk ettiği bir yerde idiler. Binâenaleyh bu mükellefiyet, onlara vacib olmuştur. Bundan dolayı, Cenâb-ı Hak, o şartın bunlar hakkında bulunmadığını ve bunların içinde onu yapamayacak zayıf kimselerin bulunduğunu beyân edince, onlar bu sıkıntıdan kurtuldular. İşte bundan dolayı haklarında, "Şimdi Allah sizden yükü hafifletti" denilmesi doğru oldu. Allahü teâlâ'nın bunu, önceki ayetin hemen peşinden getirmesi de, burada bir nesh olmadığına delâlet eder. Çünkü nesneden ayeti, mensûh ayetle peşpeşe getirmek caiz değildir. Şayet o âlimler, "Nâsih ve mensûh meselesinde nazar-ı dikkate alınan, o ayetlerin okunuş sıraları (Kur'an'da yer alış sıraları) değil, nazil oluş sıralarıdır. Çünkü âyet okunuşta bazan önde yer alır, bazan sonda yer alabilir. Baksana, kocası ölmüş kadının iddeti hakkındaki nâsih ayet, (Kur'an'da) mensûh ayetten önce yer almıştır" derlerse, biz deriz ki: Nâsih ayetin, mensûh ayetle bir arada bulunması caiz olmadığına göre, bunun okunurken de (yani Kur'an'daki sırasıyla da) caiz olmaması gerekir. Meğer ki kesin bir sebep ve delil bulunsun. Siz ise böyle bir delil getirmiyorsunuz. Sizin, kocası ölmüş kadının iddeti ile ilgili nâsih ayetin, mensûhtan önce yer aldığından bahseden sözünüze gelince, biz deriz ki: "Ebu Müslim, Kur'an'da neshin olduğunu hiç kabul etmiyor. Binâenaleyh bu sözle, onu susturmak nasıl mümkün olur?" İşte Ebu Müslim'in görüşünün izahı budur. Ben de derim ki: Eğer Ebu Müslim'den önce, mutlak manada bu neshin mevcud olduğunda ümmetin bir icması varsa, bu hususta hiçbir söz söylenemez. Yok eğer böyle bir icmâ tahakkuk etmemiş ise, Ebu Müslim'in görüşü sahih ve güzeldir. Hişam, ayetteki, "Şimdi Allah sizden yükü hafifletti. Bildi ki hiç şüphesiz sizde bir za 'af var' ifadesini, Hak teâlâ'nın cüz'iyyatt (teferruatı) ancak, onlar var olurken bilebildiğine delil getirerek şöyle demiştir: "Bu ifade, "Allah, şu anda içinizde zayıfların olduğunu bildi.." demektir. Bu ise, Allah'ın, onların içlerinde zayıfların bulunduğunu ancak o vakitte bildiğini gösterir." Kefamcılar, Hişam'ın bu görüşüne şu şekilde cevap vermişlerdir: "Bu ayet, "Allahü teâlâ, birşey henüz meydana gelmeden, onu meydana gelmiş ve olmuş olarak değil, meydana gelecek birşey olarak bilir. Ama o iş meydana gelip olurken de, onun meydana gelmiş olduğunu bilir. Binâenaleyh ayetteki, "Şimdi Allah sizden yükü hafifletti. Bildi ki hiç şüphesiz sizde bir zaaf var" buyruğunun manası, "şu anda onun olup bittiğine dâir ilim tahakkuk etti. Daha önce var olan bilgi ise, o şeyin olacağı ve meydana geleceğine dair olan bilgi idi" şeklindedir." Âsim ve Hamza, bu kelimeyi hem bu ayette, hem de Rûm Sûresinde (54 ayette) dâd harfinin fethası ile; diğer kıraatimamları ise, her iki yerde dâd'in zammesi ile, du'fen şeklinde okumuşlardır ki, her iki kıraat de, sahih iki kullanış şeklidir. Da'f ve du'f kelimeleri, tıpkı meks ve muks gibidir. Hafs, bu kıraatte Asıma muhalif olarak, her iki ayette de kelimeyi zamme ile okumuş ve: "Bunun dışında, Kur'an'ın hiçbir ayetinin kıraatinde Âsım'a muhalefet etmedim" demiştir. Mü'minin Kâfirden Kaçması Haramdır Bu ayetin gereğine göre, üzerine mükellefiyetin bina edildiği şey, ister köle ister hür olsun, iki müşrike karşı duran her baliğ ve mükellef müslümanın, elinde savaşabileceği bir silahı bulunduğu müddetçe, onlardan kaçmasının haram olmasıdır. Ama etinde savaşabileceği bir silahı kalmaz ise, o zaman kaçabilir. Eğer o müslümana karşı üç kâfir savaşıyorsa, onun kaçması helâldir ama, sabretmesi daha güzeldir. Vahidi, "Basit" adlı eserinde şunu rivayet etmiştir: "Komutanları sırayla, Zeyd b. Harise, Ca'fer b. Ebû Talib, Abdullah b. Revâhâ olan üç bin kişilik Mu'te Ordusu, ikiyüzbin kişilik müşrik (Bizans) ordusuna karşı durmuştur. Bunların yüzbini Rumlardan, yüzbini de Araplaşmış kimselerden idi. Bu Araplaşmış olanlar, Lahm ve Cüzam kabileleridir." Ayetteki, "Allah'ın izniyle" ifadesinde, bu galibiyetin ancak Allah'ın izniyle olabileceği izah edilmiştir. Bu ifadedeki "izin" kelimesi ile "irade" manası kastedilmiştir. Bu da biz (ehl-i sünnetin), fiillerin yaratılması ve bütün işlerin irâde edilmesinin Allah tarafından olduğu görüşümüze delâlet eder. Bil ki Allahü teâlâ, ayetini, "Allah sabr-u sebat edenlerle beraberdir" buyruğu ile tamamlamıştır. Bununla, bir önceki ayetindeki, "Eğer içinizden sabr-u sebata malik yirmi kişi bulunursa, onlar ikiyüz kişiye galip gelirler" ifadesi ile anlatılan sabr-u sebata mâlik kimseler kastedilmiştir. Böylece Cenâb-ı Allah, bu ayetin sonunda Kendisinin sabredenlerle birlikte olduğunu bildirmiştir ki bu, "O yirmi kişi eğer sabreder ve düşmana karşı sebat gösterirterse, benim yardımım ve muvaffak kılmam onlarla beraberdir" manasına gelir, Bu da, Ebu Müslim'in görüşünün doğruluğuna delâtet eder. Ebu Müslim'in görüşü, bu hükmün mensûh olmayıp, aksine bu şekliyle sabit olduğudur. Çünkü o yirmi kişi, eğer ikiyüz kişiye karşı koyabilirlerse, o hüküm devam ediyor demektir. Yok eğer buna kadir olamazlarsa, bu ayetteki hüküm ortadan calkmış demektir. 67Âyetin tefsiri için bak:69 68Âyetin tefsiri için bak:69 69"Hiçbir peygamberin yeryüzünde ağır basıp (harb edip) zaferler kazanmcaya kadar, esirler alması vâki olmamıştır. Siz geçici dünya malım arzu ediyorsunuz. Halbuki Allah âhireti ister. Allah azizdir, hakimdir. Eğer Allah'ın geçmiş bir hükmü olmasaydı, aldığınız şeyde size herhalde büyük bir azab dokunurdu. Artık elde ettiğiniz ganimetlerden helal ve hoş olarak yiyin. Allah'a itaatsizlikten sakının. Şüphesiz ki Allah gafurdur, rahimdir". Bil ki ayetin gayesi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e cihad ve savaşın bir diğer hükmünü öğretmektir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Ebu Amr, tâ ile buradaki fiili, en tekûne; diğer kıraat imamları ise yâ ile, en yekûne şeklinde okumuşlardır. Ebu Amr'ın bunu tâ ile okumasının sebebi, esra kelimesinden ötürüdür. Çünkü esrâ (esirler) kelimesi ile erkek esirler kasdedildiği için müzekkerlik kastedilir ise de bu, lafız olarak müennesdir. (Onun için fiil de müennes kılınmıştır.) Yâ ile okunmasına gelince, bunun sebebi şudur: a) Fiil önce zikredilmiştir. b) Esrâ kelimesi mana bakımından müzekkerdir. c) Burada fiil ile fail arasına bir fasıla (başka bir kelime) girmiştir. Bu üç sebepten herbiri mevcud olduğu için, fiili müzekker getirmek gerekir. Bu tıpkı senin (Adamlar geldi), (Kabilen hazır oldu); (Kadıya bir kadın geldi) cümlelerinde olduğu gibidir. O üç sebeb biraraya gelince fiili müzekker olarak getirmek daha evlâ olur. Keşşaf sahibi şöyle demiştir "Ayetteki (......) kelimesi, marite olarak şeklinde; esra kelimesi, usârâ şeklinde; yushine kelimesi şeddeli olarak yüsahhine şeklinde de okunmuşlardır." Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına, içlerinde amcası Abbas ile Akil b. Ebu Talib'in bulunduğu yetmiş esir getirildi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu esirler hakkında Hazret-i Ebu Bekir ile istişare edince o, "Bunlar senin kavmin ve akrabalarındır. Onları hayatta bırak. Belki Allah onlara tevbe nasîb eder. Onlardan, ashabına güç ve kuvvet kazandıracak fidye al" dedi. Hazret-i Ömer de bunun üzerine ayağa kalktı ve, "Onlar seni yalanladılar ve seni yurdundan çıkardılar. Binâenaleyh onları öne çıkar ve boyunlarını vur. Çünkü onlar küfrün ileri gelenleridir. Üstelik Allah seni fidye almaktan müstağni kılmıştır. Bundan dolayı Hazret-i Ali'ye Akît'i, Hazret-i Hamza'ya Abbas'ı, bana da akrabam olan falancayı öldürme müsaadesi ver de, onların boyunlarını vuralım" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Allah birtakım insanların kalblerini yumuşatır ve onların kalbleri sütten daha yumuşak olur. Yine Allah birtakım kimselerin kalblerini sertleştirir ve onların kalbleri taştan daha sert olur. Ey Ebu Bekir, sen tıpkı Hazret-i İbrahim gibisin. Çünkü O, "Kim bana uyarsa işte o, bendendir. Kim de bana karşı gelirse, (ey Rabbim) sen gafur ve rahimsin" (ibrahim, 36) demişti. Yine "Sen tıpkı Hazret-i İsa gibisin. Zira o, "Eğer kendilerine azab edersen şüphe yok ki onlar senin kullarındır. Eğer onları yarlığarsan, mutlak galip ve yegâne hüküm ve hikmet sahibi olan da, hakikaten sensin sen!." (Maide, 118); Ey Ömer, sen de tıpkı Hazret-i Nuh gibisin; zira o, şöyle demişti: "Ey Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma." (Nûh. 26); "Keza sen, Musa gibisin, çünkü O, "Sen onların mallarını yok et ey Rabbimiz, kalblerini şiddetli sık ki onlar o çetin azabı görecekleri zamana kadar iman etmeyeceklerdir "(Yunus. 88) demiştir..." buyurdu. Neticede, Allah'ın Resulü, Hazret-i Ebu Bekr'in görüşüne meyletti. Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber Hazret-i Ömer'e "Ey Ebâ Hafs dedi -bu ona künyesiyle ilk hitab edişi idi-; sen bana amcam, Abbas'ı öldürtmemi mi teklif ediyorsun?..." dedi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer: "Vay Ömer'in haline, anası ona ağlasın, onu kaybetsin!" demeye başladı. Rivayet olunduğuna göre Abdullah İbn Revana da, o esirlerin, odunu bol bir ateş üzerinde yakılmalarını teklif etti de, bunun üzerine Abbas ona: "Sen, sıla-i rahmi kestin" dedi. Yine rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "onlardan fidye almadan veya boyunlarını vurmadan hiçbirini bırakmayın!" dedi. İbn Mesud diyor ki: " Ben Süheyl İbn Beydâ hariç. Zira ben onu, müslüman olduğunu söylerken duydum..." oedim. Bunun üzerine Allah'ın Resulü sustu, benim de korkum şiddetlendi. Daha sonra da Allah'ın Resulü, "Süheyl İbn Beydâ hariç!" dedi..." Ubeyde es-Selmanî'den de, Allah'ın Resulünün, ashabına şöyle dediği duyuldu: "İsterseniz onlan öldürünüz; isterseniz, onlardan fidye alırsınız, fakat sizden de onların sayısınca şehid düşer. " Bunun üzerine ashâb, "Hayır, biz fidye alırız " dediler. (Böyle diyenler), Uhud'da şehid oldular. Esirlerin fidyesi yirmi; Abbas'ın fidyesi ise kırk okiyye idi. Muhammed İbn Şîrîn'den, onların fidyelerinin yüz okiyye olduğu rivayet edilmiştir. Bir okiyye, kırk dirhem (gümüş) veyahut da altı dinar (altın)dır. Rivayet Sunduğuna göre ashâb fidyeyi alınca, işte bu ayet-i kerime"nazil oldu. Bunun üzerine Hazret-i Ömer, Allah'ın Resulünün yanına girdi; bir de ne görsün, Allah'ın Resulü ve Ebu Bekir ağlıyorlar!.. Bunun üzerine Hazret-i Ömer, "Ya Resûlellah, bana söyle bakalım.. Eğer ağlayabilirsem ağlayayım. Yok, ağlayamazsam, ağlamaya çalışayım..." dedi Buna karşılık Hazret-i Peygamber: "Ben, ashabımın fidye almasından dolayı, onlara ağlıyorum." Yakınındaki bir ağacı kastederek, "Bana, onların azabı şu ağaçtan daha yakın olarak gösterildi. Şayet bir azab inecek olsaydı, Ömer ve Sa'd îbn Muâz hariç, hiç kimse kurtulamazdı " dedi. İşte, bu ayetin sebeb-i nüzulü hakkındaki söz bundan ibarettir. Hazret-i Peygamber'in İsmet Vasfına Haksız Yere İtiraz Peygamberlerin ismet sıfatı hakkında ileri geri konuşup, bunu kabul etmeyenler, birkaç yönden bu ayete tutunmuşlardır: 1) Hak teâlâ'nın, "Hiçbir peygamberin yeryüzünde ağır basıp (harb edip) zaferler kazanıncaya kadar, esirler alması vaki olmamıştır. " buyruğu esir almanın Allah tarafından yasaklanmış olduğu hususunda sarîh bir ifadedir. Ama, bu savaşta esirler alınmıştır. Burada esirler alındığına da, şu iki husus delâlet etmektedir: a) Hak teâlâ'nın bu ayetten sonra gelen, "Ey peygamber, ellerinizdeki esirlere de ki... " (Enfal, 70) buyruğudur. b) Bahsettiğimiz rivayetler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın o kâfirleri öldürmeyip, aksine onları esir edindiğine delâlet eder. Binâenaleyh, işte bu bakımdan, peygamber için bir günah söz konusudur. 2) Allahü teâlâ, gerek Hazret-i Peygambere, gerekse Bedir'e katılan ashabının tamamına, kâfirlerini öldürmelerini emretmiştir. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "hemen vurun boyunlarının üstüne, vurun onların herbir tarafına... "(Enfâl. 12) ifadesidir. Halbuki, emrin zahiri vücûb ifade eder. Binâenaleyh, onlar öldürmeyip, onları esir edinince, bu esir atma işi bir günah olmuş oldu. 3) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), fidye alınmasına hükmetmiştir. Halbuki, fidye almak da masiyettir. Fidye almanın masiyet olduğuna şu iki husus delâlet eder: a) Cenâb-ı Hakk'ın, "Siz geçici dünya malını arzu ediyorsunuz. Halbuki Allah ahireti ister" buyruğudur. Müfessirler bu ayette geçen arada'd-dünya tabiriyle fidye almak manasının kastedildiği hususunda ittifak etmişlerdir. b) Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer Allah'ın geçmiş bir hükmü olmasaydı, aldığınız şey yüzünden size herhalde büyük bir azâb dokunurdu" buyruğudur. Halhuki, yine müfessirler bu ayette geçen" aldığınız sözüyle, o fidyenin murad edildiği hususunda ittifak etmişlerdir. 4) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Ebu Bekir ağlamışlardır. Halbuki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), sırf fidye alınmasına hükmettiğinden dolayı ağladığını açıkça belirtmiştir. İşte bu da, bunun bir günah olduğuna delâlet eder. 5) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Bu azabın inmesi yaklaşmıştır. Şayet inseydi, ondan sadece Ömer kurtulurdu" buyurmuştur. Bu da, bir günahın söz konusu olduğuna delalet eder. İşte, peygamberlerin ismet sıfatına ta'n eden kimselerin, bu ayete tutunarak yapmış oldukları izahın tamamı budur. Bunların ileri sürmüş olduğu izahların birincisine şu şekilde cevap verilir: Cenab-ı Hakk'ın, "Hiçbir peygamberin yeryüzünde ağır basıp (harb edip) zaferler kazanincaya kadar, esirler alması vâki olmamıştır" buyruğu, esir almanın meşru olduğuna; ancak ne var ki bunun, daha önce yeryüzünde ağır basma, hakimiyet kurma şartına bağlı olduğuna delâlet eder. Ayetteki hatta yüshine tabiriyle öldürmek ve şiddetli bir korku salmak manası kastedilmiştir. Sahabenin Bedir Savaşında büyük bir müşrik kitlesini öldürdüğü hususunda şüphe yoktur. Yeryüzünde hakimiyet kurmanın şartı, insanların, müşriklerin tamamını öldürmek değildir. Sonra ashâb, bu kadar kimseyi öldürdükten sonra bir grubu esir almıştır. Halbuki ayet, yeryüzünde hâkimiyet kurduktan sonra esir almanın caiz olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh bu ayet, İhtiva ettiği hükme göre, esir almanın caiz olduğuna apaçık bir delâletle delâlet etmiş olur. Bu sebeple esir almanın bir günah ve masiyet olduğu hususunda, nasıl olur da bu ayete tutunulabilir? Bu görüş, Cenâb-ı Hakk'ın, "Nihayet onları mecalsiz bir hâle getirdiğiniz zaman artık bağı sıkı tutun. Sonra ise ya karşılıksız, veya fidye karşılığı salıverin" (Muhammed, 4) ayetiyle de kuvvetlenmektedir. Bu durumda, şayet onlar: "Sizin açıklamanıza göre ayet, esir edinmenin caiz olduğuna delâlet eder. Halbuki, caiz ve meşru olanı yapmaya, herhangi bir cezanın terettüb etmesi uygun düşmez. Binâenaleyh daha niçin Cenâb-ı Hak, bundan sonra cezaya delâlet eden şeyi zikretmiştir?" derlerse, biz deriz ki: Bu husustaki izah şudur: Yeryüzünde ağır basıp hakimiyet kurmak, belli, muayyen bir kaideye bağlı değildir. Aksine bundan maksat, kâfirlerin kalblerine korku salacak ve onları, bir daha mü'minlerle savaşmaya cüret ettirmeyecek bir derecede, çokça öldürmektir. Öldürme işinin bu belirli noktaya ulaşması İse, hiç şüphesiz, içtihada Dirakılmış bir meseledir. Belki de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), zann-ı gâlib ile, o savaşta meydana gelmiş olan öldürmenin, aslında durum öyle olmadığı halde, bu maksadın tahakkuku için kâfi geldiğine hükmetmiştir! Binâenaleyh bu, hakkında nass bulunmayan bir mesele hususunda, yapılan içtihadda meydana gelmiş olan bir hata olmuş olur. Halbuki, "Ebrârın (iyi kulların) hasenatı, mukarreblerin (Allah'a en yakın kulların) seyyieleri, günah ve kusurları gibidir." Binâenaleyh, astında kesinlikle bir günah ve masiyet bulunmadığı halde, işte bu sebepten dolayı, bu söze bir cezanın terettüp etmiş olması yerinde ve uygundur. Onların ikinci izahlarına da şu şekilde cevap verebiliriz: Cenâb-ı Hakk'ın, "vurun boyunlarının üstüne..." (Enfal, 12) emrinin zahiri, bu hitabın, sadece ashaba müteveccih olduğunu göstermektedir. Zira müslümanlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bizzat kendisinin kâfirlerle savaşmaya memur olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Öyleyse bu hitâb, sahabeyle alâkalı bir hitâb olup, onlar da öldürmeyi bırakıp esir almaya yönelince, günah, Allah'ın Resulünden değil, onlardan sudur etmiş gibi olur. Yine, nakledildiğine göre, sahabe, kâfirleri bozguna uğratıp, onlardan büyük bir grubu da öldürüp, böylece geriye katan kâfirler de kaçınca, sahabe-i kiram onların peşine düştü ve böylece de onlar, Hazret-i Peygamber'den uzaklaşarak, o kimseleri esir aldılar. Halbuki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onların esir almaya yöneldiklerini, ancak sahabe Hazret-i Peygamber'in huzuruna döndükten sonra öğrenmiştir. Halbuki Hazret-i Peygamber, ne esir almış, ne de esir alınmasını emretmiştir. Böylece bu soru, zail olmuş olur. Eğer, "Farzedelim ki durum böyle olsun... Ancak ne var ki, onlar esirleri, Hazret-i Peygamberin huzuruna getirdikleri zaman, O, Cenab-ı Hakk'ın, "vurun boyunlarının üstüne" (Enfal, 12) ayetine uyarak, niçin onların öldürülmesini emretmemiştir?" derlerse, biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın, "vurunuz..." emri, kâfirler harb ederken, savaşırken, işte bu savaşma haline, o âna tahsis edilmiştir. Ama, harb bittikten sonra bu emir, harbin bitiminden sonraki durumu içine almaz. Bunun kesin delili, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabıyla, onlara nasıl muamele edileceği hususunda istişare etmiş olmasıdır. Binâenaleyh, Allah'ın bu ayeti (Enfâl. 12) savaş sonrası hali de içine almış olsaydı, o zaman Hazret-i Peygamber, kesin nassın varlığına rağmen, ayetin hükmünü terketmiş olur ve bu hükmü, sahabe ile istişarede bulunmak suretiyle elde etmek istemiş olurdu ki, bu imkânsızdır. Hem, Cenâb-ı Hakk'ın, "vurun boyunlarının üstüne" hitabı, bir emirdir. Emirler ise, tekrarı ifade etmezler (bir defaya mahsustur)... İcmâ ile, bu hükmün sadece savaş halinde vâcib olduğu sabittir. Binâenaleyh, savaş anından sonraki duruma delâlet etmemesi gerekir. Bu cevap da, tatmin edici bir cevaptır. Onların: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), fidye alınmasına hükmetmiştir. Halbuki fidye alınmak ise haram kılınmıştı" şeklindeki üçüncü iddialarına da şu şekilde cevap veriyor ve diyoruz ki: Fidyenin alınmasının haram kılınmış olmasını biz kabul etmiyoruz. Cenâb-ı Hakk'ın, "Siz geçici dünya malını arzu ediyorsunuz. Halbuki Allah ahireti ister" buyruğuna gelince, biz diyoruz ki, bu sizin görüşünüze delâlet etmez. Bunu, şu iki bakımdan izah edebiliriz: a) Bu ayetten maksad, fidye almak maksadıyla esir almayı kınamadır. Yoksa bu, fidye almanın mutlak manada haram kılındığına delâlet etmez.. b) Hazret-i Ebu Bekr (radıyallahü anh): "Evlâ olan, bizim ordumuz cihad hususunda kendisiyle güç kuvvet kazansın diye fidye almamızdır!.." demiştir. Hazret-i Ebu Bekir'in bu sözü, ashabın, fidyeyi sırf müslümanlara destek sağlamak, İslâm dinini kuvvetlendirmek gayesiyle istediklerine delâlet eder. Halbuki ayet, fidyeyi, sırf dünya geçimliği sebebiyle taleb eden kimseleri tenkide delâlet etmektedir. Halbuki, bu iki konunun birbirleriyle alâkası yoktur.. Bu iki cevabın bizzat aynısı, onların, Hak teâlâ'nın "Eğer Allah )n geçmiş bir hükmü olmasaydı, aldığınız şeyde size herhalde büyük bir azâb dokunurdu " ayetine tutunmalarına da bir cevap teşkil etmektedir. Onların dördüncü iddialarına da şu şekilde cevap verilir: Hazret-i Peygamberin ağlamasının, bazı sahabenin Allah'ın kâfirleri öldürme emrine muhalefet ederek, esir almayı tercih etmeleri sebebiyle ilahî bir azabı hak etmiş olmalarından ileri gelmiş olması muhtemeldir. Böylece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ashabın başına bir azabın ineceğinden korktuğu için ağlamış idi. Yine bu ağlamayla, bizim bahsettiğimiz şu şeyin kastedilmiş olması da muhtemeldir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), gerçekleştirilen öldürme işinin, Hak teâlâ'nın, kendisine "yeryüzünde ağır basıp (harbedip) zaferler kazanmcaya kadar" buyruğundaki, yeryüzünde hakimiyet kurma derecesine varıp varmadığı hususunda içtihad ederek, bu içtihadında hataya düşmüş olmasıdır. Halbuki, "ebrârın hasenatı, mukarrebûnun seyyiâtıdır." İşte Hazret-i Peygamber bundan dolayı ağlamış olabilir. Onların beşinci iddialarına ise şu şekilde cevap verebiliriz: O azâb, ancak ashabın, Allah'ın o kâfirleri öldürme emrine muhalefet edip, onları savaşta öldürecekleri yerde, esir almakla meşgul olmaları sebebiyle inecekti. İşte, bu mesele hakkındaki sözün tamamı bundan ibarettir. Allah en iyi bilendir. Bu mesele bu ayetin müşkil lafızlarını açıklamayla alâkalıdır. Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğu hakkın-:a birisi şöyle diyebilir: "Bu ayetteki, en yekûne kelimesinin başına kâne lafzının getirilmesi, nasıl güzel ve yerinde olmuştur?" Cevap: Ayetteki ma kâne lafzının manası, nefyetmek ve tenzih etmektir. Yani, Bahsedilen mana, peygambere uygun düşmez ve yakışmaz " demektir. Bunun bir benzeri de, "Allah'ın evlâd edinmesi olacak şey (Meryem, 35) buyruğudur. Ebû Ubeyde, bu ayetin "Hiçbir nebî için böyle bir şey olmamıştır. Binâenaleyh, senin için de olamaz" manasında olduğunu söylemiştir.. Ama bu ifadeyi, marife olarak (......) şeklinde okuyanlara göreyse, bunun manası, "Bu hükmün, bu nebî, yani Hazret-i Muhammed için tahakkuk etmesi uygun düşmez, yaraşmaz.." şeklindedir. Zeccâc, "esrâ kelimesi, çoğul bir kelimedir. Üsârâ da çoğulun çoğulu bir kelimedir. " demiştir. Ben caiz olmasına rağmen, bu kelimeyi üsârâ okuyan birisini bilmiyorum. Keşşaf sahibinden de naklettiğimiz gibi, o (ez-Zemahşerî), bazı kimselerin bu şekilde üsârâ okuduğunu nakletmiştir... (......) buyruğu hakkında iki bahis bulunmaktadır: Birinci bahis: Vahidî şöyle demektedir: İshân, kuvvetli ve şiddetli olma demektir. Nitekim bir kimsenin üzerinde hastalığın ağırlık ve şiddeti iyice hissedilince, Arapça'da, (Hastalık onu bitkin hale getirdi) denilir. Yine (yara onu bitkin hale getirdi) denilir sehâne kalınlık, kabalık anlamına gelir. O halde, kalın olan her şeye, sâhîn denilir. Şu halde taribirin manası, "yüryüzünde kuvvet, şiddet, galibiyyet, hakimiyyet ve ezici bir üstünlük kuruncaya, elde edinceye kadar.." demektir. Daha sonra müfessirlerden pek çoğu, bundan muradın, peygamberin düşmanlarını öldürme hususunda, ileri gitmesi, çok şiddetli davranması olduğunu söylemişlerdir. Onlar şöyle demişlerdir: "Biz, lafzı bu manaya aldık. Zira mülk ve devlet, ancak öldürme ile güç kuvvet kazanır? Nitekim, şair de, "Yüce mertebe ve makam, eziyyet ve sıkıntıdan hâlî olamaz. Onun çevresinde kanlar akıtılmadıkça bu şeref gerçekleşmez" demiştir. Bir de, çokça öldürmek, son derece korkutma ve dehşete düşürme doğurur. Bu da insanları yersiz davranışlardan ve haksız saldırılardan alıkor. İşte bu sebepten dolayı Allah bunu emretmiştir. İkinci bahis: Ayetteki hattâ kelimesi, "intihâ-i gaye" içindir. Binâenaleyh "Hiçbir peygamberin yeryüzünde ağır basıp (harb edip) zaferler kazanmcaya kadar, esirler alması (vâkî) olmamıştır" ayeti, peygamberin, ancak yeryüzünde tam bir hakimiyet kurduktan sonra esir edinebileceğine delâlet eder. Hak teâlâ'nın "Siz geçici dünya malım arzu ediyorsunuz" buyruğundaki dünya malından maksad esirlere karşı alınan fidyelerdir. Dünya mal ve menfaati manasında, "araz" kelimesi kullanılmıştır. Çünkü dünya malı sebatlı ve devamlı değildir. Sanki (arızî birşey gibi) önce ortaya çıkıyor, sonra da ortadan kayboluyor. İşte bundan ötürü kefamcılar, "âraz"ları "araz" diye adlandırmışlardır. Bu arazlar da, aynen madde gibi sebatsızdırlar. Çünkü arazlar, maddelere arız olur ve o maddeler devam ettikleri halde, onlar maddeden silinip kaybolur. Allahü teâlâ daha sonra, "Halbuki Allah âhireti ister" buyurmuştur. Bu, "Allah, hemen ortaya çıkan ve sonra kaybolup giden dünyevî saadetlere ulaştıran şeyleri değil, değişmekten ve zail olmaktan korunmuş, devamlı ve ebedî âhiret saadetlerine götüren şeyleri yapmanızı istiyor" demektir. Cübbaî ve Kâdî bu ayeti, "Kul'dan sâdır olan herşeyi Allah dilemiştir" diyen (ehl-i sünnetin) görüşünün yanlış olduğuna delil getirerek şöyle demişlerdir: "Çünkü bu esirler sahabe tarafından işte bu şekilde elde edilmişlerdir. Allah ise bunu dilemediğini, aksine sahabenin ahiret sevabına götürecek şeyi; yani içinde isyan ve günah bulunan şeyi değil de taat olanı yapmalarını murad ettiğini açıkça belirtmektedir." Ehl-i Sünnet buna şöyle cevap vermiştir: "Allahü teâlâ, sahabenin böyle esir almasının bir taat ve makbul bir iş olmasını murad etmemiştir. Binâenaleyh bu esir alma işinin bir taat olmasının reddedilmesinden, onun varlığının irade edilmesinin de nefyedilmesi gerekmez. Filozoflar da, "Birşey, zatı itibarı ile istenmediği halde araz itibariyle irade edilmiş olabilir" derler. Hak teâlâ daha sonra, "Allah azizdir, hakimdir" buyurur. Bu, "Eğer siz ahireti isterseniz, düşmanlarınız size galip gelemez. Çünkü Allah, mağlub edilemeyecek ve hükmedilemeyecek bir azizdir, kainattaki faydaları gözetip yöneten bir hakîmdir" demektir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Bu hüküm ancak Bedir Günü olmuştur. Çünkü o gün müslümanların sayısı azdı. Bundan dolayı, müslümanların sayısı çoğalıp, hükümranlıkları güç kuvvet bulunca, Allahü teâlâ esirler hakkında, "Nihayet onlan mecalsiz bir hale getirdiğiniz zaman, artık bağı sıkı tutun. Bundan sonra, ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin, ta ki harb ağırlığını bıraksın" (Muhammed, 4) ayetini indirmiştir." Ben derim ki: Bu söz, Hak teâlâ'nın, "Bundan sonra, ya karşılıksız veya fidye karşılığ salıverin " ifadesinin, tefsir ettiğimiz ayetin hükmüne ilave yeni bir hüküm getirdiği zannını uyandırıyor. Halbuki durum böyle değildir. Çünkü her iki ayet de birbirine uygundur. Zira ikisi de, önce yeryüzünde bir hükümranlık sağlanması gerektiğine, esirlere karşı fidye alınmasının daha sonra olacağına delalet etmektedir. Daha sonra Cenâb-ı Allah "Eğer Allah'ın geçmiş bir hükmü olmasaydı, aldığınız şeyde size herhalde büyük bir azab dokunurdu" buyurmuştur. Bil ki bu ayette bahsedilen, "geçmiş bir kitap (hüküm)" tabirinin ne manaya geldiği hususunda alimler pekçok görüş ileri sürmüşlerdir. Bunları ve bu husustaki bahisleri zikredelim: Birinci görüş: Said b. Cübeyr ile Katâde'nin görüşüne göre ayetin manası, "Ey Muhammed, ganimetlerin sana ve ümmetine helal olması hususunda, Allah tarafından daha önce mevcud olan bir yazı bulunmasaydı, sizi mutlaka azab tutardı" şeklindedir. Bu görüş, müşkildir. Çünkü ganimetlerin ve fidyenin helal kılınması ya o esnada mevcud idi, yahut henüz mevcut değildi. Binaenaleyh eğer helallik ve buna müsaade o vakitte var idiyse, onların üzerine Allah'ın azab indirmesi imkânsızdır. Çünkü daha önce müsaade edilmiş bir şeyi işlemeden dolayı, ikâb (ceza) terettüb etmez. Yok eğer o esnada henüz buna izin olmadığını söylersek, o fiil o esnada haram olmuş olur. Bu konuda söylenecek son söz şudur: Allah'ın ezelî ilminde (takdir-i ilahîde); kendisinin bu hâdiseden (Bedir'den) sonra bunları helal kılacağı hükmü vardı. Fakat bu, ganimet ve fidyenin o anda haram oluşlarına zarar vermez. Buna göre eğer o görüşte olanlar, "Onun ileride helal kılınacak olması, bu ikâbın hafifletilmesini gerektirir" derlerse, biz deriz ki: Durum böyle olunca, bu sebepten dolayı ikâbın indirilmesi imkânsız olur. Bu da o ikâbın inmesi ile insanları korkutmaya manidir. İkinci görüş: Muhammed b. İshak, buna şu manayı vermiştir: "Eğer daha önce mevcut bir kitabım olmasaydı, ben ancak nehyetîikten sonra, sizin yapacağınız o şeylerden dolayı size azab ederdim." Allahü teâlâ ise, onları fidye almaktan nehyetmemiştir. Bu görüş de zayıftır: Çünkü biz diyoruz ki, bunun neticesi şudur: Fidye almanın haramiığını gerektiren şer'î bir delil (hüküm) yoktu. Bunun haramlığını gerektiren aklî bir delil ise, ya vardır, ya da yoktur. Biz, böyle aklî bir delilin olduğunu söylersek, o zaman Hak teâlâ, o aklî delile göre bunun haram kılındığını beyan etmiş olur ve Allah'ın bunun haram olduğunu beyan etmediği söylenemez. Yok eğer nehyi gerektiren ne aklî, ne de şer'î bir delilin olmadığını söylersek, bu durumda da bir yasağın-nehyin söz konusu olması imkânsız olur. Aksi halde bu, "teklif-i mâ-lâ yutak" olmuş olur. Yasak mevcut olmadığı zaman, müsaade var demektir. Müsaade mevcut olunca da, o işi yapmadan dolayı nasıl olur da ceza terettüp edebilir?" Üçüncü görüş: Bazı alimler de bu ayete, "Bedir'de peygamberle bulunacak kimselerden hiçbirine azab etmeyeceği hususunda Allah'ın hükmü mevcut idi" manasını vermişlerdir ki, bu da müşkildir. Çünkü bu, onların küfürden, günahlardan, zina ve içkiden menedilmedikleri ve dinen çirkin olan bu şeyleri yapmalarından dolayı, ilahi bir va'îd ile tehdid edilmemiş olduklarını söylemeyrgerektirir. Bu da, onlardan yükümlülüğün kaldırıldığı neticesine götürür. Bunu ise hiçbir aklı başında insan söylemez. Hem sonra onlar eğer böyle olsalardı, Allahü teâlâ nasıl olur da, bizzat bu yerde ve bu hâdisede onları muaheze eder ve onlara böylesine şiddetli bir va'îd yöneltirdi? Dördüncü görüş: Bilmeyerek günah işleyen herkesi, Cenâb-ı Hakk'ın, o günah sebebiyle sorumlu tutmayacağına dair daha önce geçmiş bir yazısı, yani hükmü olmasaydı, onları mutlaka bir azab tutardı. Bu da daha önce geçenferin cinsindendir. Bil ki âlimler bu hususta çok söz söylemişlerdir. Bu konuda itimada şayan olan şey, şöyle dememizdir: Biz (ehl-i sünnetin) görüşüne göre diyoruz ki: Allahü teâlâ'nın büyük günahları affetmesi caizdir. Binâenaleyh ayetteki, "Eğer Allah'ın geçmiş bir yazısı olmasaydı..."buyruğunun manası, "Şayet Cenâb-ı Hak, ezelde, bu hadiseyi affedeceğine hükmetmiş olmasaydı, hiç şüphesiz onları büyük bir azab tutardı" şeklinde olur ki, Hak teâlâ'nın, "Rabbiniz kendi üzerine şu rahmeti yazdı" (En'am, 54) ayeti ile, "Rahmetim gazabımı geçti" hadis-i kutsisinden murad edilen mana oudur. Büyük günahların affedilmesini caiz görmeyen Mu'tezile'ye göre ise, bunun manası, "Büyük günahlardan sakınan kimsenin küçük günahlarının affedileceğine dair, Cenâb-ı Allah'ın daha önce geçmiş bir hükmü olmasaydı, onları mutlaka büyük bir azab tutardı" şeklindedir. Bu hüküm, her nekadar bütün müslümanlar hakkında sabit ise de, Bedir'dekilerin taatları çok büyüktü. Bu da, onların İslâm'ı kabul etmeleri, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e inkıyâd etmeleri ve silahsız-hazırlıksız olarak kâfirlerle savaşmaya yönelmeleridir. Binâenaleyh şöyle denilmesi uzak bir ihtimal olmaz: Onların, böylesi taatlarından ötürü hak ettikleri mükâfaatları, şüphe yok ki bu günahtan ötürü müstehak olduktan cezadan daha fazladır. Binâenaleyh onların bu günahları elbette bağışlanmıştır. Biz, bu günahın diğer müslümanlardan sâdır olduğunu farzedersek, o zaman bu bağışlanmaz. İşte bu fark sebebiyle bu hüküm, Bedir ehline has olmuş olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak "Artık elde ettiğiniz ganimetlerden helal ve hoş olarak yiyin" buyurmuştur. Rivayet olunduğuna göre ashab, ganimetlerden uzak durup, onlara el uzatmayınca bu ayet nazil oldu. Bu ayetin, fidyeyi mubah kılan ayet olduğu da söylenmiştir. Eğer, "Ayetteki lafzının başındaki fâ edatı niçin gelmiştir?" denilirse, biz deriz ki: "Bunun takdiri, "Size ganimetleri ııübah kıldım, dolayısıyla artık ganimetlerden helal hoş olarak yiyiniz" şeklindedir. Bu ayetteki helâlen lafzı, "ganimet kılınan şeylerden" hal olarak mansubtur. Yahut da bu, mahzuf masdarın (meful-ü mutlak'ın) sıfatı olarak mansubtur. "Helal bir yiyişle onu yiyin" demektir. Hak teâlâ, "Allah'a itaatsizlikten sakının. Şüphesiz ki Allah gafurdur, rahimdir" buyurmuştur. Buna göre mana, "Allah'dan korkunuz. Artık bundan sonra günaha yeltenmeyiniz. Biliniz ki Allah, geçmişteki hatalarınızı ve zellelerinizi bağışlamış; işlemiş olduğunuz günah ve suçlarınızı atfetmiştir" şeklindedir. Binâenaleyh ayetteki, "Allah'a itaatsizlikten sakının" ifadesi geleceğe, "Şüphesiz ki Allah gafurdur, rahimdir" ifadesi ise geçmişe işarettir. Esirlere Yapılan Muamele ve Hazret-i Abbas'ın Kıssası 70Âyetin tefsiri için bak:71 71"Ey peygamber, ellerinizdeki esirlere de ki: "Eğer, Allah kalblerinizde hayır olduğunu bilirse, O, size, sizden almandan daha hayırlısını verir ve sizi bağışlar. Allah gafur ve rahimdir." Eğer sana hainlik etmek isterlerse, onlar zaten daha evvel Allah'a da hainlik etmişlerdi de O, sana onlara karşı imkan ve kudret vermişti. Allah alîmdir, hakimdir.". Bil ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), esirlerden fidye alıp, esirlerin mallarının ellerinden alınması esirlere güç gelince, Allah onlara hitaben bu ayette şöyle buyurmuştur: "Ey Peygamber, ellerinizdeki esirlere de ki..." İbn Abbas (radıyallahü anh), bu ayetin Hazret-i Abbas, Akıl b. Ebû Tâlib ve Nevfel b. el-Hâris hakkında nazil olduğunu söyleyerek şöyle demiştir: "Abbas, Bedir Günü esir edilenler arasında idi. Beraberinde de, Kureyş kâfirlerine yedirmek (harcamak) için getirdiği yirmi okiyye altını verdi. Bedir'deki Kureyş (ordusuna) yemek yedirmeyi üstlenen on kişiden biri idi.Daha ona yedirme sırası gelmeden esir edilmişti. Bunun üzerine Abbas, "Aslında ben müslümandım. Ama onlar beni buna zorladılar" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Eğer senin söylediğin doğru Fse., Allah seni mükâfaatlandıracaktır.- Ama senin zahirî halin, bize karşı olmuştur" buyurdu. Hazret-i Abbas (radıyallahü anh) şöyle demektedir: "Allah'ın Resulü ile, o altını bana geri vermesi hususunda görüştüm de, o Hazret-i Peygamber "Senin, bizim aleyhimizdekileri desteklemek için yanında getirdiğin o parayı, sana asla veremeyiz" dedi ve kardeşimin oğlu Akil b. Ebû Talib ile Nevfel b. el-Haris'in fidyelerini de yirmi okiyye altın olarak bana yükteyince, ben "Ey Muhammed, beni Kureyş'e el açacak şekilde fakir bıraktın" dedim. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Senin Mekke'den çıkarken (hanımın) Ümmü'l-Fazl'a verdiğin ve "Başıma ne gelir, bilmiyorum. Eğer başıma kötü birşey gelirse bu, sana, Abdullah'a, Ubeydullah'a ve Fazl'a aittir" dediğin o altınlar ne oluyor?" deyince, Hazret-i Abbas da "Bunu nereden biliyorsun?" diye sordu. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Onu bana Rabbim haber verdi" cevabını verdi. Hazret-i Abbas: "Ben, senin doğruluğuna, Allah'dan başka ilah olmadığına ve senin O'nun kulu ve Resulü olduğuna şehâdet ederim. Allah'a yemin olsun ki, bunu Allah'tan başka kimse bilmiyordu. Yine yemin olsun ki, ben o altınları Ümmü'l-Fazl'a gecenin karanlığında vermiştim. Vallahi, senin risaletin hususunda biraz şüphem vardı. Ama sen bunu bana haber verince, artık şüphem kalmadı" dedi. Hazret-i Abbas sözünü şöyle sürdürdü: "Allah bana o altınlardan daha hayırlısını verdi. Şu anda yirmi kölem var. Bunların en az iş yapanı, yirmibin dirhem sermaye ile ticaret yapıyor. Allah bana zemzemi de verdi ki, buna bedel olarak Mekke ahalisinin bütün malları da verilse razı olmam. Böylece ilahî vaadin yarısına nail oldum. İkinci yarısı olan mağfiret vaadini de Rabbimden ümid etmekteyim" Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Bahreyn zekatı seksenbin dirhem olarak getirildiğinde, O öğle namazı için abdest almıştı ama, onu dağıtmadan namazı kıldırmadı. Hazret-i Abbas (radıyallahü anh) da ondan almasını emretti. O da o maldan, taşıyabileceği kadarını aldı ve (bu ayete işaret ederek):"Bu, benden fidye olarak alınandan daha hayırlıdır. Ben, bağışlanacağımı da umarım" dedi. Müfessirler bu ayetin, sadece Hazret-i Abbas hakkında mı, yoksa bütün (Bedir) esirleri hakkında mı olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları, bunun sadece Abbas (radıyallahü anh) hakkında nazil olduğunu söylerken, diğer bazıları bunun, bütün esirler hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Bu ikinci görüş daha makbuldür. Çünkü ayetin zahiri, şu altı sebepten dolayı, umûmî olmasını gerektirir: 1) Ayetteki, "ellerinizdeki" kelimesi; 2) "Esirlere" kelimesi; 3) "Kalblehniz" lafzn 4) "Size daha hayırlısını verir..." ifadesi; 5) "Sizden alınanlardan" tabiri; 6) "Sizi bağışlar" ifadesi... Bu altı ifade, ayetin umûmî olduğuna delâlet ederken, ayetin hususu olmasını gerektiren şey nedir? Bu konuda söylenecek son söz şudur: Ayetin nüzul sebebi, Hazret-i Abbas hâdisesi olsa bile sebebin hususîliğine bakılmaz, aksine lafzın umumîliği nazar-ı itibara alınır. Hak teâlâ'nın "Eğer Allah kalblerinizde hayır olduğunu bilirse..." ifadesi ile ilgili iki mesele vardır: Bu ifadede yer alan "hayır"dan muradın, "iman etme, bütün mükellefiyetlerde Allah'a ve Resûlullah'a itaata azmetme, küfürden ve bütün isyanlardan tevbe etme olması gerekir. Bu "hayra", Allah'ın Resulüne yardım etme, ona karşı savaşmamaya azmetme ve ona karşı savaşmış olmaktan dolayı tevbeye azmetme de girer. Hişamb. el-Hakem, "Allahü teâlâ hâdiseleri, ancak onlar meydana gelirken bilir" şeklindeki iddiasına bu ayeti delil getirerek şöyle demiştir: Allahü teâlâ'nın, "Eğer Allah kalblerinizde bir hayır olduğunu bilirse, şöyle şöyle yapar" şeklindeki buyruğu, bir şart-ceza cümlesidir. (Burada) şart bu bilmenin meydana gelmesidir. Halbuki şart ve cezanın (yani onun neticesi) gelecekle ilgilidir, ki bu da Allah'ın ilminin hadis (sonradan) olmasını gerektirir, " Buna şöyle cevap verilir: "Ayetin lafzının zahiri her nekadar Hişâm'ın ileri sürdüğü şeyi iktizâ ediyorsa da, deliller, Allah'ın ilminin muhdes (sonradan meydana gelen) bir ilim olmasının imkansız olduğuna delâlet ettiği için şöyle denilmesi gerekir: Allahü teâlâ, ilmin mevcut olması, malumun (yani bilinen şeyin) mevcut olmasına delâlet edeceği için, ayette ilmi zikretmiş ve bununla malumu (bilinen şeyi) murad etmiştir. Allahü teâlâ'nın "O size, sizden almandan daha hayırlısını verir' ifadesi ile ilgili olarak da iki mesele vardır: Keşşaf sahibi, Hasan el-Basrî'nin bunu, ma'lum sîgasıyla "sizden aldığından daha hayırlısı" şeklinde okuduğunu söylemiştir. Müfessirler bu ifadede geçen "hayr"ın ne olduğu hususunda şu görüşlere yer vermişlerdir: Birinci görüş: Bununla, onlardan alınan şeylere karşılık, kendilerine dünyada verilen şey kastedilmiştir. Kâdî şöyle demiştir: "Çünkü Allahü teâlâ, "ve sizi bağışlar" buyurarak ahiret işini bu ifadeye atfetmiştir. Binâenaleyh daha önce geçen "hayır" ile, dünyada nasib edilen menfaatların kastedilmiş olması gerekir." Birisi şöyle diyebilir: "Ayetteki "ve sizi bağışlar" ifadesi ile ilahi cezanın kaldırılmış olması da kasdedilebilir. Bu durumda, ayetteki "hayır" ile, ahirette verilecek olan mükâfaat, lütuf ve ihsanın kastedilmiş olması uzak bir ihtimal değildir." İkinci görüş: Ayette geçen "hayır"dan maksad âhiret mükâfaatıdır. Çünkü ayetteki, 'Ve sizi bağışlar" ifadesi ile ahiretteki mükâfaat kasdedilmiştir. Dolayısıyla ayette daha önce geçen birinci "hayr"ın da dünyada olması gerekir. Üçüncü görüş: Bununla her ikisi de, yani hem dünyevi, hem uhrevî hayr murad edilmiştir. Eğer, "siz bu ifadedeki "hayr"ı, dünyevî hayırlar manasına hamlettiğinizde, "Esirlikten kurtulan herkese, Allah ondan atman fidyeden daha hayırlısını verir" diyebilir misiniz?" denilirse, biz deriz ki: Ayetin hükmüne göre, böyle olmuş olması gerekir. Ancak kalben ihlaslı olanı bilemeyiz ki, bize karşı bu hususta böyle bir soru sorulabilsin. Yine biz, Allah'ın kime ilim verdiğini de bilemeyiz. Halbuki biz, imanla birlikte olan az bir dünyalığın, inkârla beraber olan çok dünyalıktan daha üstün olduğunu biliriz. Sonra Cenâb-ı Allah Allah gafur ve rahimdir" buyurmuştur. Bu daha önce geçen 'Ve sizi bağışlar" ifâdesini te'kid etmektedir. Buna göre mana, "Allah gafur ve rahîm iken, nasıl mağfiret vaadini tutmaz " şeklindedir. Cenâb-ı Hakk'ın "Eğer sana hainlik etmek isterlerse, onlar daha evvel Allah'a da hainlik etmişlerdi" ayeti ile ilgili birkaç mesele vardır: Bu ifadede geçen "hainliğin" ne demek olduğu hususunda şu izahlar yapılmıştır: a) Bununla, dinî hainlik kastedilmiştir ki bu da inkardır. Yani, "Eğer onlar seni inkâr ederlerse, bil ki onlar daha önce de Allah'a nainlik etmişlerdi." b) Bundan murad, ödeme mecburiyetinde olduktan fidyeyi vermemeleridir. c) Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onları esirlikten salıverince, onlardan, bir daha kendisi ile savaşmayacaklarına ve müşriklerle anlaşma yapmayacaklarına dâir söz almıştı. Bu, hapislikten ve esirlikten salıverilen kimselere uygulanan bir âdetti. Bunun üzerine Cenab-ı Allah, "Eğer sana hainlik etmek, yani bir ahdi bozmak isterlerse, bil ki onlar daha önce de Allah'a hainlik etmişlerdi" buyurmuştur. Öyleyse bundan maksad şudur: "Onlar, "Eğer bizi bundan kurtarırsan, mutlaka şükredenlerden olacağız"(Yunus, 22) ve "Eğer bize salih bir evlâd verirsen, mutlaka şükredenlerden olacağız" (A'raf, 189) dedikleri halde, sonra nimete ulaşıp beladan kurtulunca, bu verdikleri sözü bozdular. Her nekadar en zahir olan son görüş ise de, hepsinin de bu ifadenin hükmüne girmesine bir mâni yoktur. Müşriklere Karşı Mü'minlere Verilen Fırsat Daha sonra Cenâb-ı Allah, "O (sana) onlara karşı imkan ve kudret vermişti" buyurmuştur. Ezheri şöyle der: "Arapça'da, "İş bana el verdi" denilir." Ayette "imkan" fiilinin mef'ûlü hazfedilmiştir. Buna göre mana, "Allah onlara karşı, mü'minlere fırsat verdi" demektir. Bu da, "Onlar, Bedir Günü Allah'ın Resulüne karşı savaşmak suretiyle Allah'a karşı hainlik edince, Allah da o mü'minlere, onları öldürme ve esir alma fırsatı verdi. İşte bu fırsat vermenin ve muzaffer kılmanın son noktasıdır" manasına gelir. Böylece Allahü teâlâ bununla, onların yaptıkları hıyanetin vebalini taddıklarına, daha sonra yine aynı şeyi yapmaya yellenirlerse, onlara karşı mü'minlere böyle fırsat vereceğine dikkat çekmiştir. Bu ifadede, hainlik eden ve ahdini bozan kimselere karşı, mü'minlere bir fırsat verileceğine dair Hazret-i Peygamberin müjdelenmesi sözkonusudur. Allahü teâlâ daha sonra, buyurmuştur. Bu, "Allah onların içlerindekini ve gönüllerindekini hakkıyla bilir ve amellerine göre onlara karşılık verir" demektir. İman Basamakları: İman, Hicret ve Cihad 72Âyetin tefsiri için bak:75 73Âyetin tefsiri için bak:75 74Âyetin tefsiri için bak:75 75"İman edip hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihadda bulunanlar, muhacirleri barındırıp yardım edenler yok mu, işte onlar birbirinin mirasta velîleridir. İman edip de hicret etmeyenlere ise, hicret edecekleri zamana kadar, sizin onlara hiçbir hususta velayetiniz yoktur. Bununla beraber eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse yardım etmek üzerinize borçtur. Fakat bu yardımı sizinle aralarında muahede bulunan bir kavim aleyhinde olmamak şartıyla yapabilirsiniz. Allah, yapacaklarınızı hakkıyla görür. Kâfir olanlar bile birbirlerinin yardımcılarıdır; eğer siz bunu yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük fesat olur. İman edip de Allah yolunda hicret ve cihâd edenler muhacirleri barındıranlar ve onlara yardım edenler, işte gerçek mümin olanlar bunlardır. Mağfiret ve uçsuz bucaksız rızık da onlarındır. Sonradan iman edip de hicret ve sizinle beraber cihâd edenler de sizdendir. Akrabalar Allah'ın kitabınca birbirine daha yakındırlar. Allah her şeyi hakkıyla bilendir". Bil ki Allahü teâlâ, Allah'ın Resulü zamanında mü'minleri dört kısma ayırmış ve herbirine ait hükmü de belirtmiştir. Bu taksimatı şu şekilde izah edebiliriz: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e risalet Mekke'de verilmiş; bunun üzerine O, insanları orada dinine davet etmiş; daha sonra da Mekke'den Medine'ye geçmiştir. Hazret-i Peygamber Mekke'den Medine'ye hicret ederken, mü'minler iki kısma ayrılmışlardı: a) Hicrette O'na uyanlar. b) Hicret hususunda Hazret-i Peygamber'e muvafakat etmeyip de orada kalanlar. Birinci kısma gelince, ki bunlar ilk hicret edenlerdir. Allah bunları"İman edip hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihadda bulunanlar..." diye vasfetmiştir. Biz, bu ayetle kastedilenlerin ilk hicret edenler olduğunu söyledik; zira Allahü teâlâ, bundan sonraki ayette, "Sonradan iman edip de hicret ve cihad edenler yok mu..." buyurmuştur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, bu ilk muhacirlerin şu dört sıfatla vasfedilmiş oldukları ortaya çıkar: Birinci sıfat: Onların, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman ederek, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kendilerine tebliğ ettiği bütün mükellefiyetleri kabul edip, bu hususlarda di ret memeleridir. İşte ayetin baş tarafındaki kısmı, bu manayı ifade etmektedir. İkinci sıfat: Hâcerû "hicret edenler" buyruğudur. Yani, "onlar, vatanlarından ayrıldılar ve Allah'ın rızasını taleb etmek maksadıyla, akrabalarını ve komşularını terkettiler.." demektir. Bu durumun, çetin bir hal olduğu malûmdur. Nitekim Cenâb-ı Hak, bu hususu beyan için, "Kendinizi öldürün, yahud yurtlarınızdan çıkın.."(Nisa, 66) buyurmuş, vatanı terketmeyi, kişinin kendi kendini öldürmesine denk tutmuştur.. Binâenaleyh, bunlar ilk planda Allahın rızasını talep etmek amacıyla, eski dinlerini; ikinci derecede de yine Allah rızası için, akrabalarını, dostlarını, vatanlarını ve komşularını terketmişlerdir. Üçüncü sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın, "... Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihadda bulunanlar" ayetinin ifade ettiği husustur. Mal ile cihadda bulunmaya gelince, bu böyledir; zira onlar vatanlarını terkedince, evleri, meskenleri, gelir getiren arazileri ve mezraları zayi olup, düşmanlarının eline geçti. Hem onlar, bu karar ve azimleri sebebiyle büyük masrafa girip harcama yapmak ihtiyacını hissettiler. Yine onlar, o savaşlar için de mallarını infak ediyorlardı. Canlarıyla cihadda bulunmalarına gelince, bu da şöyle olmuştur: Silahları, hazırlıkları, teçhizatları bulunmadığı halde harp gayesiyle gelmiş çok sayıdaki teçhizattı düşmana karşı Bedir savaşına girişmişlerdi. Bu da onların, dünya hayatına dair arzu ve isteklerini sona erdirdiklerine ve canlarını Allah yolunda seve seve harcadıklarına delâlet eder. Dördüncü sıfat'a gelince, bu onların bu fiillere herkesten önce girişmeleri ve bu halleri üstlenmiş olmalarıdır. Bu yarışmanın, dini kuvvetlendirme konusunda büyük bir etkisi bulunmaktadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "İçinizde fetihten önce Allah yolunda harcayan ve muharebe eden kimseler, diğerleriyle bir olmaz. Onlar derece itibariyle sonra harcayan ve muharebe edenlerden daha büyüktür. Bununla beraber, Allah hepsine cenneti va'adetmiştir." (Hadid. 10) ve "Öncü muhacirler ve ensâr ile onlara güzellikle tâbi olanlar yok mu, Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'dan razı olmuşlardır. " (Tevbe, 100) buyurmuştur. Hiç şüphesiz, bu fazileti gerektiren şey, önceliktir. Çünkü onların bu fiilleri yapmaları, başkalarının kendilerine uymalarını gerektirir. Böylece de bu husus, kuvvetin ve kemâlin bir sebep ve vesilesi olmuş olur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Kim de bir canı kurtarırsa, bütün insanları diriltmiş gibi olur" (Maide, 32) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de "Kim güzel bir iş başlatır, iyi bir çığır açarsa, gerek kendisinin, gerekse onunla amel edenlerin ecirleri -onların ecirleri noksanlaştırılmaksızm- Kıyamete kadar bu çığırı açan kimse için de verilir..." İbn Mâce, Mukaddime, 14 (1/74); Müsned, (4/362). buyurmuştur. İnsanların davalarının, gerek dini gerekse dünyevî haller hususunda, görmüş oldukları örneklerle kuvvetlenip gelişmesi, onların âdetlerindendir. Nitekim sıkıntılar, belâlar, o hususta başkalarının da müşterek olmaları sebebiyle, insanların kalblerine hafif gelir, acıtan hafifler. Böylece, bu ilk muhacirler için söz konusu olan bu dört sıfatın, onların faziletlerinin ve şereflerinin son derece üstün ve çok çok fazla olduğuna ve bunun, onların, müslümanların reisleri ve onların efendileri olduklarını itiraf etmenin gerektiğine delâlet ettiği sabit olmuş olur. Hazret-i Peygamber zamanında mevcut olan mü'minlerin ikinci kısmını ensar oluşturur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir grup ashabıyla beraber onların yanına hicret edince, bu durumda şayet onlar, o muhacirleri himaye etmeseler, onlara yardımda bulunmasalar, Hazret-i Peygambere yardımcı olma ve O'nun ashabının işlerini düzenleme hususunda canlarını ve mallarını harcamasalardı, maksat kesinlikle tamamlanmazdı. Muhacirlerin Ensardan Faziletli Olmalarının Sebepleri Şu sebeplerden dolayı, muhacirlerin halinin, fazilet bakımından ensârınkinden daha üstün olması gerekir: a) Muhacirler, faziletlerin reisi, en başta geleni; şereflerin de unvanı, lideri olan iman hususunda en önde gelenlerdir. b) Onlar, zaman zaman ve uzun müddet, Kureyş'ten her türlü işkence ve meşakkati görmüş ve buna sabretmişlerdi. Halbuki böylesi bir durum, ensâr için söz konusu değildir. c) Onlar, vatanlarından, çoluk çocuklarından ve komşularından ayrılmalarından dolayı meydana gelen her türlü sıkıntıya da katlanmışlardır. Halbuki bu da, ensâr için siz konusu değildir. d) Allah'ın Resulü Hazret-i Peygamber'in dinini ve şeriatını kabul etme hususunda kapının açılması, ancak muhacirler tarafından başlatılmıştır. Ensâr ise onlara uymuş ve onlara benzemeye çalışmışlardır. Halbuki biz az önce, Hazret-i Peygamber'in, "Kim güzel bir iş başlatır, iyi bir çığır açarsa, gerek kendisinin gerekse onunla amel edenlerin ücreti (...) Kıyamete kadar bu kimseye de verilir " buyurduğunu zikretmiştik. Şu halde tâbi olan kimsenin derecesinin, kendisine uyulanın derecesinden daha aşağı olması gerekir. Bu sebeple, bütün bu durumlar fazilet, derece ve menkıbe bakımından, ilk muhacirlerin, ensâra takdim edilmelerini gerektirir. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, her nerede bu iki grubu ele almışsa, muhacirleri ensardan önce zikretmiş, onları onlara takdim etmiştir. İşte bu ayette de, aynı tertib üzere zikredilmişlerdir. Velayet Ve Vali Kelimelerinin İzahı Bil ki Allahü teâlâ, bu ayette bu iki kısım mü'mini ele alınca, 'İşte onlar birbirinin (mirasta) velileridir..." buyurmuştur. Alimler, bu ayette bahsedilen velilikle, dostlukla neyin kasdedildiği hususunda ihtilâf etmişlerdir.. Bu cümleden olarak el-Vahidî, İbn Abbas ve bütün müfessirlerden şunu nakletmiştir: "Bundan murad, mirastaki velayettir." Müfessirler, sözlerine devamla şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, akrabalığı değil de hicret ve yardımı, verasetin sebebi kılmıştı. İman edip de, hicret etmeyen akraba, hicret etmediği ve yardımcı olmadığı için, vâris olamıyordu." Bil ki, "velayet" lafzı, bu manayı ihsas ettirmemektedir. Zira bu lafız, bu kitabın birkaç yerinde de belirttiğimiz gibi, yakınlığı ihsas ettirmektedir. Nitekim, "Sultan, velîsi olmayan kimsenin velîsidir" denilmektedir. Ama bu ifadede geçen velayet" lafzı varis olmayı ifade etmez. Allahü teâlâ da: "Haberiniz olsun ki Allah'ın velîleri için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir"(Yunus, 62) buyurmuştur ki, bu da mirasçı olmayı ifade etmez. Aksine vetâyet, yakınlığı ifade eder. Binâenaleyh, bu ayetteki velayeti de "vâris olma" manasının dışındaki bir manaya hamletmek mümkündür ki, bu mana da, onların birbirlerine saygı duymaları, birbirlerinin işleriyle ilgilenmeleri ve birbirlerine muavenette bulunarak, yardımlaşmalarıdır. Ki, bunun da gayesi, onların düşmana karşı tek yumruk gibi olmaları ve onlardan herbirinin, diğerine karşı duyduğu sevginin, kendisine karşı duyduğu sevginin yerini alması yani onu da kendisi kadar sevmesidir. Lafız, bu manaya muhtemel olunca, bunu vâris olmak anlamına hamletmek, lafzın delâletinden uzak bir mana olur. Özellikle de onlar, "Bu hüküm Cenâb-ı Hakk'ın, ayetin sonundaki "Akrabalar birbirine daha yakındırlar" buyruğu ile mensûh olduğunu söylerlerse bizi, lafzı, lafzın ihsas ettirmediği bir manaya hamletmeye sevkeden, sonra da onun, aynı yerde zikredilen başka bir ayetle mensuh olduğu hükmünü verdiren gerekçe ne olabifir ki? Doğrusu bu çok uzak bir ihtimaldir, meğer ki müfessirler maksadın bu olduğunda ittifak etmiş olsunlar.Bu durumda, bu manayı kabul etmek lazım. Ancak ne var ki, bu hususta bir icmânm bulunduğunu söylemek de uzak bir ihtimaldir. İman Edip Hicret Etmeyen Müminler Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in zamanındaki mü'minlerin üçüncü kısmı da, hicret hususunda Allah'ın Resulüne uymayıp Mekke'de kalan mü'minler teşkil etmektedir ki, bunlar da Cenâb-ı Hakk'ın, İman edip de hicret etmeyenler ise..." buyruğu ile kastedilen kimselerdir. Böylece Allahü teâlâ, onların hükmünü de şu iki yönden açıklamıştır: a) Cenâb-ı Hakk'ın, "hicret edecekleri zamana kadar, sizin onlara hiçbir hususta velayetiniz yoktur" ayetinin ifade ettiği durumdur. Bu hususta birkaç mesele vardır: Bil ki bu şekildeki olumsuz velayet, daha önce geçen olumlu velayetin aynısıdır. Binâenaleyh kim o velayeti, "varis kılma" manasına hamletmişse, bu ayette bahsedilen olumsuz velayetin vâris kılma manasına geldiğini iddia etmiştir. Kim de önceki velayeti daha önce zikredilen manalara hamletmişse, bu ayette bahsedileni de aynı manaya almıştır. Bu ayette bahsedilen velayetten muradın, "varis kılma" olduğunu benimseyenler şu şekilde istidlal etmişlerdir: "Bu ayette bahsedilen velayetle, "yardım etme" manası murad edilemez. Bunun delili şudur: Cenâb-ı Hak, "Eğer onlar din hususunda sizden yardım İsterlerse, yardım etmek üzerinize borçtur" ifadesini, "Sizin onlara hiçbirşey ile velayetiniz yoktur" ifadesine atfetmiş (bağlamıştır). Bunun, dindeki velayetten ibaret olduğunda şüphe yoktur. Halbuki ma'tûf, ma'tûfun aleyhten başkadır. Binâenaleyh bahsedilen velayetten maksadın, yardım etme manasına gelen velayetten başka olması gerekir." Bu istidlal tarzı zayıftır. Çünkü biz ayette bahsedilen velayeti, saygı duyma ve ikram etme manasına aldık. Halbuki bu, yardım etmeden başka birşeydir. Baksana insan bazan, bazı zımmîlere de bazı işlerinde yardım eder. Yine bazan efendi, ona saygı duyma ve onu yüceltme manasında velayet etmediği halde, yardımcı olma manasında köle ve cariyesine velayet edebilir. Binâenaleyh bu istidlal düşer. Ayetteki "hicret edecekleri zamana kadar..." ifadesi ile ilgilidir. Bil ki ayetteki, "Sizin onlara hiçbir hususta velayetiniz yoktur" ifadesi, onların Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte hicret etmedikleri için, velayetlerinin mutlak manada düşeceği zannını uyandırır. Böylece Allahü teâlâ bu zanm, "Hicret edecekleri zamana kadar., ." kaydı de gidermiştir. Bu ifade, "Eğer onlar hicret edecek olurlarsa, o velayet geri döner ve gerçekleşir" manasındadır. Bunun gayesi, İnsanları hicrete sevk ve teşvik etmektir. Çünkü müslüman, her nezaman Allahü teâlâ'nın, "Eğer bir kimse hicret etmezse, onunla müslümanlar arasındaki velayet de sona erer. Eğer o kimse hicret edecek olursa, o velayet geri döner ve mükemmel olarak gerçekleşir" dediğini duyduğunda, hiç şüphe yok ki bu, onu hicrete teşvik eder. Hicret etmenin gayesi ise, müslümanların çoğalmaları, biraraya gelmeleri, birbirlerine yardım etmeleri ve aralarında ülfet, neticede de kuvvet ile şevketi meydana getirip bölünmemeleridir. Hamza, vâv harfinin kesresi ile kelimeyi, vilayetihim; diğer kıraat imamları ise vâv'ın fethası ile velayetinim şeklinde okumuşlardır. Zeccâc şöyle der: Bunu "velayet"okuyanlar Kelimeyi nusret (yardım) ve neseb (aradaki bağ) manasına almışlardır. "Emirlik" manasına olan "vilayet" kelimesi ise, bu iki manayı birbirinden ayırdetmek için meksür kılınmıştır. Velayet manasında kullanılan bu kelimenin vâvı bazan neksûr kılınabilir. Çünkü bir toplumun birbirlerine velayet etmelerinde, tıpkı (çamaşırcılık) ve (terzilik) kelimelerinde olduğu gibi bir sanat cinsi vardır. Bu manada kullanılan kelimenin ilk harfi ise meksûr olur." Ebu Ali el-Farisı ise, "Bu kelimeyi burada meftûh okumak daha güzeldir. Çünkü buradaki velayet dinî manadaki velayettir. Bunun kesrelisi ie, emirlik manasınadır" demiştir. Hicret Etmeyenlere Dinî Hususta Yardım Şarttır Bu üçüncü kısmın hükümlerinden ikinci hüküm de, Hak teâlâ'nın "Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse, yardım etmek üzerinize borçtur" ayetinin ifade ettiği husustur. Bil ki Allahü teâlâ, mü'minlerden bu grup arasındaki velayetin kesilmesi hususundaki hükmünü beyan edince, bundan muradın, tıpkı kâfirler hakkında olduğu gibi, velayetin tam manasıyla kesilmesi olmadığını, aksine hicret etmeyen o rriü'minlehn, o muhacirlerden yardım istemeleri halinde onların onlara yardım etmelerinin gerekli olduğunu ve onları yardımsız bırakmamaları gerektiğini beyan buyurmuştur. Rivayet olunduğuna göre, Hak teâlâ'nın, "Hicret edecekleri zamana kadar, sizin onlara hiçbir hususta velayetiniz yoktur" ayeti nazil olunca, Zübeyr (radıyallahü anh) ayağa kalktı ve "Bizden yardım istemeleri halinde, herhangi birşey hususunda onlara yardım edebilir miyiz?" deyince, "Eğer onlar din hususunda sizden yardım İsterlerse, yardım etmek üzerinize borçtur" ayeti nazil oldu. Daha sonra Cenâb-ı Hak "Fakat bu yardımı, sizinle aralarında muahede bulunan bir kavmin aleyhine olmamak şartıyla yapabilirsiniz" buyurmuştur. Bu, "sizin o mü'minlere, aranızda ahid bulunan kâfirlere karşı yardım etmeniz caiz değildir. Çünkü aranızdaki anlaşma buna manîdir" demektir. Allahü teâlâ sonra, "Kâfir olanlar bile birbirlerinin yardımcılarıdır' buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır: Ayetteki Grupların Sıralanmasındakı Hikmet Bil ki Allahü teâlâ'nın bu ayette nazar-ı dikkate aldığı bu sıra, son derece güzeldir. Çünkü Hak teâlâ buralarda şu üç kısımdan bahsetmiştir: Birinci kısım: Muhacir ve ensârdan olan mü'minlerdir. Bunlar, insanların en faziletlileridir. Allahü teâlâ bunların birbirlerine dost ve yardımcı olmaları gerektiğini beyan buyurmuştur. İkinci kısım, hicret etmemiş olan mü'minlerdir. Bunların, iman etmiş olmalarından dolayı bir tür üstünlükleri ve faziletleri vardır. Hicret etmemiş olmaları sebebiyle de, bir çeşit düşüklükleri söz konusudur. Binâenaleyh bunların hükümlerinin, yücelik ile alçaklık arasında orta bir hüküm (yer) olması gerekir. Bu hüküm de, birinci kısımdaki tere tanınan velayetin, bu kısımdakiler için olmamasıdır. Fakat bu kısımdakiler, eğer mü'minlerden yardım isterler ve onların yardımını beklerlerse, onlar onlara yardım eder ve desteklerler. Binâenaleyh bu hüküm, alçaltına ile yüceltme arasında orta bir hükümdür. Kâfirlere gefince, onlar için fazîlet sebeplerinden hiçbiri yoktur. Bundan dolayı müslümanların, onlarla hiçbir şekifde bağlarının olmaması, onlarla aralarında hiçbir yönden bir velayetin ve münasebetin bulunmaması gerekir. Böylece bu tertibin son derece güzel ve yerinde olduğu ortaya çıkmış olur. Bazı âlimler şöyle demişlerdir: "Hak teâlâ'nın, "Kâfir olanlar bile birbirlerinin yardımcılarıdır" buyruğu, kâfirlerin, dinleri farklı da olsa birbirlerine vâris olmaları hususunda, adetâ aynı dinin mensupları gibi olduklarını gösterir. O halde mecûsî, putpereste; hristiyan da mecûsîye vâris olabilir. Çünkü Allahü teâlâ, "Kâfir olanlar bile birbirlerinin velileridir" buyurmuştur." Bil ki bu söz, ancak biz bu ayetlerde bahsedilen velayeti, vâris olma manasına aldığımız zaman doğru olur. Bu hususla ilgili görüşümüz daha önce geçmişti. Aslında bu hususta sözün doğrusu şudur: Kureyş kâfirleri, yahudilere son derece düşman idiler. Ama Hazret-i Muhammed'in davası ortaya çtkınca, O'na eziyet etme ve O'nunla mücadele etme hususunda birbirlerine yardım ettiler ve birbirlerini desteklediler. Bu sebeble ayetten, işte bu mana kastedilmiştir. Bu hususta sözün özü şudur: Biraraya gelmenin illeti ve sebebi, aynı cinsten (milletten) olmadır. Bir şeye benzeyen o şeye doğru cezbolunur. Müşrik, yahudi ve hristiyanlar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e düşmanlıkta ortak olunca, işte bu yön onların birleşmelerine ve birbirlerine yaklaşmalarına sebep olmuştur. Bu da onların, dinlerinden ötürü bu düşmanlıkta bileşmediklerini gösterir. Zira onlardan herbiri, diğerinin dinini şiddetle reddeder. Bu, onların o düşmanlığının sırf hased, azgınlık ve inad yüzünden olduğuna delalet eden delillerden birisidir. Müslümanların Birbirleriyle İlgisizliği Yeryüzünü Bozar Daha sonra Allahü teâlâ bu hükmünü beyan edince, Eğer siz bunu yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat olur" buyurmuştur. Bu, "Şayet siz, size daha önce bahsedilen tafsilatlı hükümlerde size emrettiğim şeyleri yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat meydana gelir" demektir. Bu fitne ve fesat birkaç yönden izah edilir: 1) Müslümanlar, eğer kendilerinin zayıf, sayılarının az, kâfirlerin ise güçlü ve sayılarının çok olduğu bir zamanda kâfirlere karışacak olurlarsa, çoğu zaman bu karışma müslümanların kâfirlere iltihak etmelerine (onlar içinde erimelerine) sebep olur. 2) Eğer müslümanlar darmadağınık olsalardı, onlardan böyle büyük bir cemaat (devlet) meydana gelmezdi. Böylece bu da kâfirlerin, onlara karşı cesaretlenmelerine sebep olurdu. 3) Müslümanların topluluğu, sayıca ve hazırlıkça gün be gün artınca, bu, onların üzerinde oldukları dine daha fazla bağlanmalarına; muhaliflerin de onlara katılma arzularının artmasına sebep olur. Bil ki Allahü teâlâ, bu üçüncü kısmı da zikredince, tekrar birinci ve ikinci kısma dönerek"İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler, muhacirleri barındıranlar, ve onlara yardım edenler... İşte gerçek mü'min olanlar bunlardır. Mağfiret ve uçsuz bucaksız rızık da onlarındır" buyurmuştur. Bil ki bu ifade bir tekrar değildir. Zira Hak teâlâ, onlardan, ilk önce kendileriyle ilgili hükmü açıklamak için zikretmiştir.. Bu hüküm, onların birbirlerine karşı velayetleri, yardım ve destekleridir. Daha sonra burada, Allahü teâlâ onları, şanlarının ve derecelerinin çok büyük ve yüce olduğunu bildirmek için zikretmiştir. Bunu şu iki bakımdan izah ederiz: a) Onların yeniden zikredilmeleri, onlara daha fazla önem verildiğini gösterir. Bu ise, bir şerefi ve bir saygıyı gösterir. b) Allahü teâlâ burada onları şu üç yönden medh-ü sena etmiş olmaktadır: 1) Ayetteki, "İşte gerçek mü'min olanlar bunlardır" ifadesi ile yapılan medih... Buradaki, "İşte mü'min olanlar bunlardır" ifadesi hasr manasını ifade eder. Ayetteki, "gerçek" sözü de, onların, dinleri yolunda haklı ve muhakkik olmakla iyice mevsuf olduklarını ifade eder. Durum hakikatte böyledir. Çünkü dini hususunda "muhik" olmayan, geçmiş dinlerini terketmeye, çoluk çocuğundan ve vatanından ayrılmaya, bu uğurda canını ve malını harcamaya katlanamaz, bütün bu hususlarda yarışanlardan ve ileri gidenlerden olamaz. 2) Ayetteki, "Mağfiret onlarındır" kısmının ifade ettiği medih... Bu ifadede "mağfiret" lafzının nekire getirilmesi tıpkı, "Andolsun sen o yahudileri hayata, insanlardan daha düşkün bulursun" (Bakara, 96) ayetindeki, "hayat" kelimesinin, o yahudilerce dünya hayatının mükemmel kabul edildiğine delâlet edişi gibi, bu mağfiretin de mükemmel olacağını gösterir. Buna göre mana, "Onlar için, bütün günahlardan ve kovuşturmalardan uzak, tam ve mükemmel bir mağfiret vardır" şeklindedir. 3) Ayetteki "Kerim (uçsuz bucaksız bir) rızık da onlarındır" kısmının ifade ettiği medih. Bu ifade ile, çok yüce ve kıymetli mükâfaatlar kastedilmiştir. Netice olarak diyebiliriz ki Allahü teâlâ, onların gerek dünyevî, gerekse uhrevî hususlardaki hallerini anlatıp ortaya koymuştur. Dünyevî olanlara gelince, Cenâb-ı Hak onları, "İşte gerçek mü'min olanlar bunlardır" diye tavsif etmiştir. Uhrevî olanlara gelince, bundan murad ya ikâbı gidermek, ya da mükâfaatı vermektir. İkabı (cezayı) giderme, ayette "Mağfiret onlarındır" buyruğu ile; mükâfaat verme de, "uçsuz bucaksız rızık da onlarındır" ifadesi ile anlatılmıştır. Bu yüce saadetler, ancak o mü'minterin dünyada maddî lezzetlerden yüz çevirip, çoluk çocuğunu ve vatanını terkedip bu uğurda canını ve malını harcaması ile gerçekleşir. İşte bu da, mutluluğu elde etmenin yolunun, ancak bu maddî şeylerden yüzçevirme ile olacağına dikkat çekmektedir. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanındaki mü'minlerin dördüncü kısmı, hicret hususunda Hazret-i Peygamber'le beraber hareket etmeyip, daha sonra hicret etmiş olurlar. Bu, Hak teâlâ'nın "Sonradan İman edip de, hicret ve sizinle beraber cihad edenler de sizdendir" buyruğu ile anlatılanlardır. Bununla ilgili birkaç mesele vardır: Alimler, Hak teâlâ'nın min ba'dü ifadesiyle neyin murad edildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Vahidî, İbn Abbas'ın bu ifadeye, "Hudeybiye'den sonra..." manasını verdiğini nakletmiştir ki, bu da ikinci hicrettir. Bu ifadeye, "Bu ayet indikten sonra.." ve, "Bedir Gününden sonra..." manaları da verilmiştir ki, en doğru olan, bundan muradın, birinci hicretten sonra hicret eden kimseler olmasıdır... İşte bunlar, "güzelce tâbi olanlar" diye bahsedilenlerdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "onlara güzelce tâbi olanlar yok mu, Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'dan razı olmuşlardır" (Tevbe, 100) buyurmuştur. En doğru olan, hicretin Mekke'nin fethi ile sona ermiş olmasıdır. Zira, Mekke fethedilince, orası İslâm beldesi olmuştur. Hasan el-Basrî de şöyle demektedir: "Hicret, hiçbir zaman sona ermez." Hazret-i Peygamberin "Fetihten sonra hicret yoktur!" buyruğuna gelince, bununla hususî hicret murat edilmiş olup, bu, Mekke'nin fethi ve İslâm'ın kuvvet bulması ile sona ermiştir. Ama, herhangi bir zamanda bir beldede mü'min kimseler bulunur, sayıları da az olur, onların kâfirlerle birlikte bulunmaları sebebiyle, kâfirlerin güç ve kuvveti artıyor; müslümanların o beldeden hicret etmeleri ve diğer bir beldeye geçmeleri halinde de kâfirlerin bu güç ve kuvvetleri za'afa uğruyorsa, işte bu durumda, Hasan el-Basri'nin dediğine göre, onların hicret etmeleri Zira. (Hazret-i Peygamberin) Mekke'den Medine've hicretinden illet ve sebebin aynısı bu durumdaki kimseler hakkında da tahakkuk etmiştir. Hak teâlâ'nın "onlar da sizdendir" ifadesi, bu kimselerin derecesinin, önceden hicret eden ilk muhacirlerin derecesinden düşük olduğuna delâlet eder. Çünkü, Allahü teâlâ bunları onlara katmış ve onları şereflendirme sadedinde, bu ikincileri birincilerden saymıştır. Şayet, birinci kısmı teşkil edenlerin dereceleri daha üstün olmasaydı, böyle bir mana doğru olmazdı. Allahü teâlâ'nın, bu ayetlerde zikretmiş olduğu dört kısmın izahı bundan ibarettir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Akrabalar, Allah'ın kitabınca birbirine daha yakındırlar" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır: Hak teâlâ'nın, "İşte onlar birbirinin velîleridir" buyruğu ile, mirastaki veliliğin kastedildiğini söyleyenler, bu ikinci ayetin mirası neshettiğini söylemişlerdir. Çünkü Allahü teâlâ bir önceki ayette, verasetin, hicret ve nusret (yardım) sebebiyle olduğunu beyân etmişti. Şu anda ise, bu durum mensüh olmuştur. Binâenaleyh, veraset, ancak akrabalık sebebiyle meydana gelebilir. O'nun, "Allah'ın kitabınca..." ifadesiyle de, Nisa sûresinde bahsedilen hisseleri, payları murad edilmiştir. Ama, o ayetteki velayeti, yardım etmek, birbirlerini sevmek ve ta'zim etmek manalanyla tefsir edenlere gelince onlar şöyle demişlerdir: "O ayette bahsedilen velayet, miras sebebiyle meydana gelen velayete de muhtemel olunca, Allahü teâlâ işte bu ayette, -delilin tahsis ettiği durumlar hariç- varis olmanın, ancak akrabalık sebebiyle meydana gelebileceğini beyan etmiştir. Binâenaleyh, işte bu ayetin maksadı böyle bir düşünceyi izâle etmektir. " Bu görüş daha evlâdır. Zira, gereksiz ve zaruret olmaksızın neshi, mensûh ayetlerin sayısını arttırmak caiz değildir. Şia'nın Bu Ayete Tutunmak İstemesi (bu Hasan ibn Ali İbn Ebî Tâlib (radıyallahü anh), Ebû Cafer el-Mansûr'a: 'Allah'ın Resulünden sonra imamın Ali İbn Ebî Tâlib olduğu hususuna dair vazmış olduğu mektupta bu ayetle istidlal ederek şöyle demiştir: "Akrabalar, birbirine (...) daha yakındırlar" ayeti, velayetin bulunduğuna delâlet eder. Halbuki bu ayette, bu evleviyyetin sabit olduğu hususunda muayyen bir ifâde yer almamıştır. Binâenaleyh, delilin tahsis ettiği durumlar hariç, bunu bütün durumlara hamletmek gerekir. Delilin bulunması esnasında ise, bu ayetin hükmüne, imamet meselesi de girer. Hazret-i Ebu Bekr'in, "ulû'l-erhâm"dan olduğu da söylenemez. Zira, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Hazret-i Ebu Bekr'e, kavme tebliğ etsin diye Berâe sûresini verdiği, daha sonra da, arkasından Ali'yi göndererek, bu tebliğcinın Ali olduğunu emrederek, "Bunu ancak, benden (benim ehlim ve âlimden) olan birisi yerine getirecektir" dediği nakledilmiştir. Bu da, Ebu Bekr (radıyallahü anh)'in Hazret-i Peygamber'in ehlinden olmadığına delâlet eder." İşte, bu ayetle yapılan istidlalin izahı budur. Cevap: Şayet bu delâlet doğru ve yerinde olsaydı, o zaman Abbâs'ın imamete daha lâyık olması gerekirdi. Çünkü Abbas, Hazret-i Peygamber'e, Ali'den daha yakındır. İşte Ebu Cafer el-Mansûr da, bunu bu şekilde cevaplandırmıştır. Ebû Hanîfe (r.h)'nin arkadaşları, "zevi'l-erhâm"ın mirasçı kılınmaları hususunda, bu ayete tutunmuşlardır. Bizim (Şafiî) alimleri de buna, şu şekilde cevap vermişlerdir: Hak teâlâ'nın, "Akrabalar, birbirine (...) daha yakındırlar" buyruğu, bu yakınlığın, daha yakın olmanın, hangi şeyde (kimde) bulunduğu hususunda mücmel bir ifadedir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, "Allah'ın kitabınca..." buyurunca, bu, "Allah'ın, kitabında beyan etmiş olduğu hükme göre.." manasında olmuş olur. Böylece, bu daha yakın olma hali, Allahü teâlâ'nın, kitabında beyan etmiş olduğu hükümlerle kayıtlanmış olur. Halbuki o hükümler, sadece "asabe"nin mirasına dair hükümlerdir. Binâenaleyh, bu mücmel ifadeden, sadece bunun murad edilmiş olması gerekir. Böylece bu ifadenin hükmü, "zevi'l-erhâm"ın mirasçı olmasıyla alâkalı olmaz. Daha sonra Cenâb-ı Hak bu sûreyi bitirirken, "Allah, her şeyi hakkıyla bilendir" buyurmuştur. Bu, "bahsettiğim ve mufassalan açıkladığım bu hükümlerin tamamı, bir hikmet, bir sevap, doğruluk ve bir salâhtır, kurtuluştur. Bu hükümlerde, abes ve bâtıl namına bir şey yer almamıştır. Zira bütün malûmatı bilen, ancak doğru olana hükmeder. Bunun bir benzeri de, meleklerin, "Orada bozgunculuk edecek, kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?" (Bakara, 30) dediklerinde, Cenâb-ı Hakk'ın, onlara cevap vererek, "Sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim"(Bakara, 30) buyurmuş olmasıdır. Bu, "Siz, benim, bütün malûmatı bildiğimi bildiğinize göre, biliniz ki benim hükmüm, yanılma ve hatadan münezzeh olur" demektir. İşte burada da böyledir. Allah, en iyi bilendir. Hamd ve şükür, Allah'ın lâyık ve müstehak olduğu bir şekilde, ancak O'nadır. Bu sûrenin tefsiri, Hicrî 601 senesinde, Ramazanın birinci gününde, Bağdan denilen bir köyde tamamlandı. Biz Allah'dan, zamanın korkunç ve şiddetli belâlarından, zulüm ve hızlan sahiplerinin hile ve tuzaklarından bizi kurtarmasını niyaz ediyoruz. Zira O, el-Meliku'd-Deyyân'dır. O'nun satât ve selâmı, Rahmân'ın habîbi, çeşitli mucize ve burhanların sahibi Muhammed Mustafa'ya olsun. |
﴾ 0 ﴿