24

"Ey iman edenler, sizi, size hayat verecek şeylere davet ettiği zaman, Allah'a ve Resulüne icabet edin. Bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer ve siz hakikaten sadece O'na götürülüp toplanacaksınız".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ebu Ubeyde ve Zeccâc: "Ayette geçen (......) kelimesinin "icabet edin" manasına olduğunu söylemişlerdir.

Nitekim şair de bir beytinde: ile. demiştir.

Emr Sığasının Farziyyet Manası

Fakîhlerin çoğu, emrin zahirinin vücûb (farziyyet) ifade ettiği kanaatindedirler. Onlar, görüşlerinin doğruluğuna bu ayeti, şu iki bakımdan delil getirmişlerdir:

Birincisi: Bir fiili yapmasını emrettiği herkesi Allah, o fiili yapmaya davet etmiş demektir. Bu ayet de, Allah'ın davet ettiği her hususa icabet edilmesi gerektiğine delâlet eder. Buna göre eğer, ayetteki "Allah'a ve Resulüne icabet edin" ifadesi bir emirdir. O halde ne diye siz, "Bu, vücuba delâlet eder" diyorsunuz. Çünkü münakaşa bu husustadır. O halde bu sözün neticesi, emrin vücûb (farziyyet) ifade etmesine binâen, emrin vücûb için olduğunu isbat etmeye dayanır. Bu ise birşeyi, yine kendisi ile isbat etmeyi gerektirir ki bu imkansızdır" denilirse, buna şöyle cevap verilir: "Allah'ın emrettiği herşeyin teşvik edildiği, yapılması istendiği zaruri (kesin) olarak bilinen bir husustur. Binâenaleyh eğer biz, ayetteki, "Allah'a ve Resulüne icabet edin" buyruğunu bu manaya hamledersek, açık olanı açıklamak kabilinden birşey yapmış oluruz ki bu, abestir. Şu halde bunu, yeni (başka) bir manaya hamletmek gerekir ki bu da ayetin bu parçasını manasız olmaktan korumak için, farziyyeti gösterdiğini söylemektir. Bu husus, ayette bundan sonraki "Bilin ki şüphesiz Allah kişi ile kalbi arasına girer ve siz hakikaten sadece O'na götürülüp toplanacaksınız" buyruğunun bir tehdid ve va'îd sadedinde getirilmiş olması ile de güç kazanır. Bu tehdid ve va'îd, ancak vücûb (farziyyet) söz konusu olduğu zaman uygun düşer.

İkincisi: Bu, Ebu Hureyre (radıyallahü anh)'nin rivayet ettiği şu hadistir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Übeyy b. Ka'b'ın kapısına vardı. O namaz kılıyor iken ona seslendi. Ubeyy (radıyallahü anh) de namazını acelece bitirip geldi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "seni çağırdığımda hemen icabet etmekten seni alıkoyan nedir?" deyince, o, "Namaz kılıyordum" cevabını verdi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bana vahyedilen Kur'an'da, "Allah'a ve Resulüne icabet edin" diye bildirildiğinden haberdâr değil misin?" deyince, Übeyy b. Ka'b (radıyallahü anh), "şüphesiz ki siz, beni, artık ne zaman çağırırsanız ben icabet ederim" dedi."

Bu hadis ile şu şekilde istidlal edilmiştin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onu çağırıp, Übeyy de ona hemen icabet etmeyince; Hazret-i Peygamber onu, icabet etmeyişinden dolayı tenkid etti ve bu hususta bu ayeti delil getirdi. Eğer bu ayet vücûba delâlet etmeseydi, bu şekildeki bir istidlal doğru olmazdı. Bir kimsenin, "Emir, vücûb ifade eder meselesi, kesin bir mesele olup, bu hususta haber-i vahidi delil getirmek caiz değildir" şeklindeki sözü zayıftır. Zira biz, emirin vücûb ifade ettiği meselesinin kesin olduğunu kabul etmiyoruz. Aksine bu, bizce zannî bir meseledir. Çünkü bundan maksad, ameldir. Amel ile ilgili konularda ise zannî deliller de yeterlidir.

Buna göre onlar eğer, "Allahü teâlâ, mutlak olarak icabet etmeyi emretmemiş, aksine bunu belli bir şarta, yani "size hayat verecek şeylere davet ettiği zaman..." şartına bağlı olarak emretmiştir. O halde, nasıl "Bu şart, bütün emirlerde vardır" diyebilirsiniz?" derlerse, biz de deriz ki: Übeyy b. Ka'b (radıyallahü anh)'ın hadisesi, hükmün umumî olduğuna ve belli bir şarta bağlı kılınmadığına delâlet eder. Hem sonra ayette aecen, "hayat verme"yi, bizzat "diriltme " manasına hamletmek mümkün değildir. Çünkü zaten canlı olanı diriltmek imkansızdır. Dolayısıyla buna başka bir mana vermek gerekir ki bu da, "mükâfaat elde etme" manasıdır. O halde, Allah'ın kendisine çağırdığı ve yapılmasını teşvik ettiği herşey bir mükâfaatı bulundurur. Bu sebeple, ayetin hükmü, bütün emirler hakkında umûmî bir hüküm olmuş olur. Bu da, bizim varmak istediğimiz neticeyi ifade eder.

Hayat Veren Şeyler

Alimler, "Size hayat verecek şeylere davet ettiği zaman..." ifadesi hakkında şu izahları yapmışlardır:

1) Süddî bunun, iman ve İslam olduğunu; iman ve İslam'da hayatın bulunduğunu; çünkü imanın kalbin hayatı, küfrün ise kalbin ölümü olduğunu ve bu hususa Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah ölüden diri çıkarır" (Al-i İmran, 27) ayetinin delâlet ettiğini; buna "O, kâfirden mü'min (evlâd) çıkarır" manası verildiğini söylemiştir.

2) Cenâb-ı Hak, "Hayat verecek şey" tabiri ile Kur'an-ı Kerim'i kastetmiştir. Bu, "Kur'an'da olan şeylere icabet ediniz. Çünkü hayat, kurtuluş ve korunma ondadır" manasına gelir. Cenâb-ı Hak, Kur'an'a "hayat" demiştir. Çünkü Kur'an ilmin (bilmenin) sebebi ve vasıtasıdır. İlim ise hayattır. Binâenaleyh hayatın sebebi olan şeyin, "hayat" diye adlandırılması caizdir.

3)Alimlerin çoğu, bu tabir ile cihadın kastedildiğini söylemişlerdir. Cihada "hayat" denmesinin sebebi hususunda da şu izahlar yapılmıştır:

a)İki düşmandan birinin zayıflaması, diğeri için hayattır. Binâenaleyh, müslümanların işi, kâfirlerle savaşarak ancak güç ve kuvvet kazanır.

b) Cihad, şehidlik sebebidir. Şehidlik ise, (cennette) ebedî hayatı temin eder. Nitekim Allahü teâlâ, "Allah yolunda öldürülenleri, sakın ölüler sanma. Bilakis onlar Rableri katında diridirler. (Öyle ki Allah'ın) lutf-u inayetiyle, kendilerine verdiği şeylerle, hepsi şâd, rızıklanırlar" (Al-i İmran. 169) buyurmuştur.

c) Cihad, insanı bazan ölüme götürür. Ölüm ise, ahiret hayatına kavuşturur. Ahiret yurdu da.hayatın kaynağıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Şüphe yok ki o, (asıl) hayatın ta kendisidir" (Ankebût, 64) buyurmuştur. Yani, daimî ve ebedî hayattır.

4) Cenâb-ı Hakk'ın, "Size hayat verecek şeylere " tabirine, "hak ve doğru olan her şeye " manası verilmiştir. Böyle olması halinde bu ifadenin içine Kur'an, îman, cihad ve her türlü iyilik ve tâat olan işler dahil olmuş olur. O halde, Allah'ın, "Size hayat verecek şeylere" ifadesiyle, devamlı ve güzel olan bir hayat murad edilmiştir. Nitekim, Cenâb-ı Hak "Hiç şüphesiz onu, çok güzel bir hayat ile yaşatırız" (Nahl. 97) buyurmuştur.

Allah Kişi İle Kalbi Arasına Girer

Cenab-ı Hak, Bilin ki, “Allah kişi ile kalbi arasına girer”buyurmuştur. Bu ifâdenin tefsiri, alimlerin cebr ve kader meselesindeki ihtilâflarına göre değişir. Cebr'e taraftar olanlara gelince, Vahidî, İbn Abbas ve Dahhâk'ın bu ayete, "Allah, kâfir olan kişi ile, onun yapacağı taati arasına girer. Yine Allah, İtaatkâr olan kişi ile, onun yapacağı isyan arasına girer, mani olur. O halde saîd, iyi ve itaatkâr olan Allah'ın "saîd" kıldığı; şakî, günahkâr ve bedbaht olan da, Allah'ın dalâlete düşürdüğü kimsedir. Binâenaleyh, kâfir bir kimse iman etmek ister, Allah da onun iman etmesini istemezse, Allah onunla o kimsenin kalbi arasına girer. Mü'min bir kimse de kâfir olmak ister, Allah da onun kâfir olmasını dilemezse, Allah, bu kimseyle onun kalbi arasına girer" manasını verdiklerini nakletmiştir. Ben derim ki, biz durumun böyle olduğunun doğruluğuna dair aklî delillerle delil getirmiş, istidlalde bulunmuştuk. Bu böyledir, zira kalbin halleri, ya inançlardır, ya irâde ve isteklerdir veyahut da, "daîler" sebepler, faktörlerdir. Akidelere gelince bu, ya ilim olur, ya cehl. İlme gelince, bunu elde etmeye yönelmek isteyen kimse ancak onun bir ilim olduğunu bildiğinde ona yönelir. Bunu da ancak, bu itikadın malûm olan, bilinen şeye mutabık olduğunu bildiği zaman bilebilir. Bu hususu da ancak, daha önce malûmu bilip tanıdığı zaman bilebilir. İşte bu durum da, bir şeyin kendisine dayanmasını gerektirir. Cehle gelince: İnsan bunu ancak, bunun bir ilim olduğunu zannettiği zaman tercih eder ve ister. Halbuki bu zan ancak daha önce geçen diğer bir cehalet sebebiyle meydana gelir. Bu da, bir şeyin kendisine dayanmasını gerektirir.

"Daîler" -sebepler ve faktörler- ile irâdelere gelince, "bunlar" eğer bir fail olmaksızın meydana gelmişlerse, o zaman bu tıpkı, îcâd edici, muhdis olmaksızın bir hadisin, sonradan meydana gelenin meydana gelmiş olması gibi olur. Yok eğer bunlar, bir fail vasıtasıyla meydana gelmişlerse, o zaman bu fail, ya kuldur yahut da Allah'dır. Birincinin olması bâtıl ve yanlıştır; aksi halde bu niyyet ve kasdın, başka bir niyet ve kasda dayanması gerekir ki, bu imkânsızdır. Böylece inançların, iradelerin ve sebeplerin failinin sadece Allah olduğu ortaya çıkar. Kur'an'ın nassı da, kalbin hallerinin Allah'dan olduğuna delâlet eder. Aklî deliller de bunu gösterir. O halde, hak ve doğru olanın, bizim söylemiş olduğumuz şey oldğu sabit olur.

Mutezile'nin Bu Ayeti Yorumlaması

Kaderiyye (î'tizâl) görüşünü benimseyenlere gelince, onlar, bu ayetten muradın, bizim benimsemiş olduğumuz görüş olamayacağını öne sürmüşler ve bunu şu izahlarla açıklamışlardır:

Birinci izah: Cübbâî şöyle demiştir: "Allah'ın, kendisiyle imanı arasına girdiği kimse, âcizdir. Acize emretmek ise, akılsızlık, sefîhliktir. Şayet böyle bir şey caiz olsaydı, o zaman Allah'ın, bize göklere tırmanmayı emretmesi de caiz olurdu. Halbuki ulemâ, kötürüm olan kimsenin, ayakta namaz kılmakla emredilmesinin caiz olamayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. O halde bu, Allah hakkında nasıl caiz olabilir? Hem Allahü teâlâ, "Allah, hiç kimseye gücünün yettiğinden başkasını vüklemez" (Bakara, 286) buyurmuştur. Yine O, "zıhâr" yapan kimse hakkında da, "Buna da güç yetiremezse, altmış yoksul doyursun" (Mücâdele, 4) buyurmuş, böylece, oruç tutamayan kimselerden orucun farziyyetini düşürmüştür."

İkinci izah: Allahü teâlâ, Allah ve Resulüne icabet etmeyi emretmiş ve bu sözü, Dir hatırlatma ve icabet etmemeden sakındırma sadedinde zikretmiştir. Binâenaleyh, şayet bu ifadeden, ileri sürmüş olduğunuz şeyler kastedilmiş olsaydı, icabet etmeme hususunda çok kuvvetli bir mazeret olur ve böylece bu ifade de, icabet etmemeden Dir men ve yasaklama olmazdı..

Üçüncü izah: Allah, Kur'an'ı, kâfirlerin lehine, peygamberin aleyhine bir delil olsun diye değil, tam aksine peygamberin lehine, kâfirlerin aleyhine bir hüccet olsun diye indirmiştir. Binâenaleyh, şayet ayetin ifade ettiği mana, sizin ileri sürdüğünüz şekilde olsaydı, hiç şüphesiz bu ayet, kâfirlerin lehine, peygamberin de aleyhine olan delillerin en kuvvetlilerinden olur, o zaman da kâfirler, "Allahü teâlâ, bizi iman etmekten men edince, daha nasıl, bize iman etmemizi emreder?" derlerdi.. Binâenaleyh, yaptığımız bütün bu izahlarla, ayeti, Cebriyye'nin ileri sürdükleri manaya hamletmenin mümkün olmadığı iyice anlaşılır.

Mutezile sözüne devamla şöyle der: Biz bu ayet hakkında şu izahları yapabiliriz:

a) Allahü teâlâ, kişi ile, kişinin kalbinden istifâde etmesi arasına, ölüm sebebiyle girer." Bu, şu demektir: "Size mutlaka gelecek olan ölüm gelmeden ve sizinle, sizin taatınız ve tevbeniz arasına girmeden önce, size mecbur kılmış olduğum cihad ve benzeri amellere icabet edip koşmada gecikmeyiniz, acele ediniz!" Kâdî şöyle demiştir: "İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, bu ifadenin hemen peşinden, bu manaya delalet edecek şeyi de getirmiştir ki, bu da O'nun, "ve siz hakikaten sadece O'na götürülüp toplanacaksınız" ifadesidir. Bu ayetin maksadı, taate mani olacak ölüm gelmeden önce, itaatta bulunmaya teşvik etmektir."

b) Bu ayetle, Allahü teâlâ, "kişi ile, kişinin kalbinin arzu edip istediği şeyin arasına ölümün girmesini" murad etmiştir. Çünkü "ecel", bütün emel ve arzuların önüne geçer. Buna göre, Cenâb-ı Hak sanki şöyle demek istemiştir: "Salih amellere koşunuz. Kalbinize gelen, uzun ömür sürme sevdasına itibar etmeyiniz. Çünkü bu, kendisine güvenilecek bir husus değildir." "Kalb" lafzının, kalbde bulunan arzu ve emelleri ifade etmek için kullanılması, güzel ve yerindedir. Çünkü bir şeyi, tıpkı Arapların "Vadi aktı, dolup taştı" sözlerinde olduğu gibi, zarfının, mahallinin ismiyle adlandırmak caizdir.

c) Mü'minler, Bedir günü savaşmaktan korkuyorlardı. Bu sebeple onlara sanki, "Taatlere koşunuz; kalbinizde hissettiğiniz zayıflık ve korkaklık sebebiyle, taatlardan kaçınıp imtina etmeyiniz. Zira Allahü teâlâ, halleri değiştirir ve tebdil eder. Böylece de, zayıflık ve acizliğinizi, kuvvete; korkaklığınızı da cesarete dönüştürebilir. Çünkü Allahü teâlâ, kalbleri evirip çevirendir" denilmek istenmiştir.

d) Mücahid şöyle demiştir: "Ayette geçen "kalb" sözü ile, "akıl", insanın aklı murad edilmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah kişi ile kalbi araşma girer" buyruğunun manası şudur: "Siz, aklınız başınızda iken salih amellere koşunuz. Çünkü, yok olduğunda teklif ve mükellef tutulmanın sözkonusu olamıyacağı aklınızın zail olmasından emin olamazsınız!" Kalb'in, akıldan kinaye addedilmesi caizdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki bunda kalbi olan... kimseler için elbette bir öğüt vardır" (Kâf. 37) buyurmuştur. Yani, "aklı olan kimseler için..." demektir."

Hasan el-Basri: "Allah kişi ile kalbi araşma girendir" mealindeki ayetin, "Allahü teâlâ'nın kuluna olan yakınlığının, kulun kalbinin kula olan yakınlığından daha fazla olduğu" manasına geldiğini söylemiştir. Bu ifadenin maksadı ise, kulun gönlünde ve kalbinde bulunan hiçbir şeyin Allah'a saklı kalmadığına dikkat çekmektir. "Biz ona şah damarından daha yakınız" (kaf. 16) ayeti de, bunun bir benzeridir." İşte bu konuda, Cebriyye ve Kaderiyye (Mutezile)'nin ileri sürmüş oldukları izahların tamamı bundan ibarettir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Ve siz hakikaten sadece O'na götürülüp toplanacaksınız" buyurmuştur. Yani, "Sizin O'na, Allah'a götürülüp O'nun huzurunda toplanacağınızı; başıboş ve kendi halinize bırakılmayacağınızı biliniz " demektir. Bu ifadede, çalışıp çabalamaya bir teşvik ve tembellikten, vurdumduymazlıktan iyice bir sakındırma vardır.

Umuma Gelen Musibet

24 ﴿