34"Onlara ayetlerimiz okunurken şöyle demişlerdi: "işittik. Eğer dilersek, biz de elbet bunun benzerini söyleriz. Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir." Hani bir zaman da, "Allah'ım! eğer bu senin katından gelen hak kitabın kendisi ise, derhal bizim üstümüze gökten taş yağdır. Yahut bize acı veren bir azab getir" demişlerdi. Halbuki sen onların içinde iken, Allah onlara azab etmez. Onlar istiğfar ederlerken de yine, Allah onlara azab etmez. Allah onlara ne diye azab etmesin ki, Onlar Mescid-i Haram'dan, kendileri ona ehil (lâyık) olmadıkları halde, insanları menedip duruyorlar -ki müttakilerden başkası, onun ehli değildir, - fakat onların (kâfirlerin) çoğu bunu bilmezler". Bil ki Allahü teâlâ, o müşriklerin Hazret-i Peygamber'in şahsı aleyhinde kurdukları tuzakları nakledince, bu sefer de onun dîninin aleyhinde kurdukları tuzakları haber vermiştir. Rivayet olunduğuna göre Nadr b. Haris, bir tacir olarak Hire'ye gidiyor, orada "Kehle ve Dimne" masallarını satın alıp öğreniyordu. Müslümanlarla alay ve istihza edenlerle birlikte oturup kalkıyordu. Kendisi de istihza edenlerden idi. Onlara geçmiş milletlerin uydurma masal ve efsanelerini okuyor, bunların, tıpkı Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in geçmiş ümmetlerle ilgili olarak bildirdiği kıssalar gibi olduğunu iddia ediyordu ki, işte ayetteki, "Onlar şöyle demişlerdi: "İşittik. Eğer dilersek, biz de elbet bunun benzerini söyleriz. Bu, eskilerin masallarından başka birşey değildir" ifadesi ile anlatılan bu husustur. Burada şöyle bir mesele vardır: "Kur'an-ı Kerim'in mucize oluşunda itimat edilen husus, Hazret-i Peygamber'in Araplara bu Kur'an ile meydan okuması ve onların da bunun bir benzerini yapamamalarıdır. Bu ayet ise müşriklerin, Kur'an'ın bir benzerini getirebileceklerine bir işarettir. Binâenaleyh bu, Kur'an-ı Kerim'in mucize oluşunda, dayanılan delilin düşmesini icab ettirir? Buna şöyle cevap verilir: Lev, yani eğer edatı, başka birşey (şart koşulan şey) bulunmadıkça, birşeyin bulunmayacağını ifade eder. O halde ayetteki, "Eğer dilersek, biz de elbet bunun benzerini söyleriz" ifadesi müşriklerin bunu dilemediklerine ve dolayısıyla söylemediklerine delâlet eder. Binâenaleyh Nadr b. Haris'in, Kur'an'a muârazada bulunamayacağını ikrar ettiği ve ancak bir kimsenin eğer dilerse bunun bir benzerini getirebileceğini söylediği sabit olmuş olur. Böylesi bir söz ise zayıf ve tutarsızdır. Çünkü maksad, ancak Kur'an'a bizzat muaraza etmekle (yani onun benzerini getirebilmekle) gerçekleşir. Ama sırf boş bir iddiada herhangi bir fayda yoktur. Kâfirlerin Kur'an'a karşı ileri sürdükleri ikinci şüpheleri de, ayetteki şu sözleridir: "Allahım! Eğer bu, senin katından gelen hak kitap ise, derhal bizim üstümüze gökten taş yağdır. Yahut bize acıklı bir azab getir." Yani, yahut ondan (taş yağdırmadan) daha şiddetli ve bize daha güç bir azab ver." Eğer, "Bu söz, şu iki bakımdan müşkilat çıkarmaktadır: 1) Ayetteki, "Allah'ım! eğer bu, senin katından gelen hak kitabın kendisi ise, derhal bizim üstümüze gökten taş yağdır. Yahut bize acı veren bir azab ver" ifadesini, Allah kâfirlerin sözü olarak nakletmektedir. Binâenaleyh bu kâfirlerin sözüdür. Bu da, Kur'an'ın nazmının cinsinden bir sözdür. Dolayısıyla bu kadarcık da olsa, Kur'an'ın benzerini getirme işi tahakkuk etmiştir. Yine Cenâb-ı Allah, kâfirlerin "Bizim için şu yerden bir pınar akıtmadıkça, sana katiyyen inanmayız" (Isra. 90) dediklerini nakletmiştir. Bu da kâfirlerin sözüdür. Binâenaleyh onların sözleri içinde, Kur'an'ın nazmına uygun olan ve ona muâraza edecek olan birtakım sözler bulunmuş demektir. Bu da kâfirlerin sözüdür. Binâenaleyh onların sözleri içinde, Kur'an'ın nazmına uygun olan ve ona muâraza edecek olan birtakım sözler bulunmuş demektir. Bu da muarazanın gerçekleştiğini gösterir. 2) Kureyş kâfirleri de Allah'ın varlığını, kudret ve hikmetini itiraf ederler ve başlarına azab gelmesi hususunda Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den birçok tehdid işitirlerdi. Binâenaleyh eğer Kur'an'ın nüzulü bir mucize olsaydı, onlar onun bir mucize olduğunu anlarlardı. Zira onlar da fesahat ve belagat erbabı kimselerdi. Eğer onlar bunu anlamış olsalardı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvveti hususunda en azından şüphe ederler (hemen inkâr etmezlerdi). Eğer onlar böyle olsalardı, "Allahım! Eğer bu, senin katından gelen hak kitabın kendisi ise, derhal bizim üstümüze taş yağdır" deme cesaretini gösteremezlerdi. Çünkü en azından şüpheli olan ve kesin karara varamamış olan kimse, böyle ileri derecede sözleri söyleyemez. O kâfirler böyle dediklerine göre, Kur'an'ın mucizevî yönlerinden hiçbirisinin onlara görünmediğini anlarız?" Bu sorulardan birincisine şöyle cevap verilir: Kur'an'a karşı mu'ârazanın gerçekleşmesi için, bu kadarcık söz yeterli olmaz. Çünkü bu kadarcık bir sözde, fesahat ve belagat yönlerinin ortaya çıkması mümkün değildir. Ancak, "Meydan okuma, Kur'an'ın bütün sûreleri hakkında olmayıp, sadece kelamın kuvvetinin ortaya çıkmasına imkân verecek kadar uzun bir sûrede olur" dediğimiz takdirde geçerli olur. İkinci probleme de şu şekilde cevap verilir: Farzet ki o müşrikler, Kur'an'ın mucize oluşunu anlayamamışlardır. Fakat Kur'an mucize olunca, onlar bunu bilseler de bilmeseler de, bu hakikat değişmez. Ayetteki ifadesi hakkında Zeccâc şöyle demiştir: "Hak" kelimesi, kâne'nin haberi olarak mansubtur. Aradaki huve ise, zamir-i fasi olup, i'rabtan mahalli yoktur. Bu tıpkı, te'kîd için olan mâ edatı gibidir. Bu, "Hak" kelimesinin, hazâ lafzının sıfatı değil, kâne'nin haberi olduğunu göstermek için araya girmiştir. "Hak" kelimesinin merfû olması da caizdir. Ama ben, bunu merfû olarak okuyan kimseyi duymadım. Bunun merfû okunabileceği hususunda nahivciler arasında bir ihtilaf yoktur. Fakat kıraat sünnettir." Keşşaf sahibi, A'meş'in bu kelimeyi merfû olarak okuduğunu rivayet etmiştir. Bil ki Allahü teâlâ bu iki şüpheyi nakledince, kâfirlerin birinci şüphelerine, yani, "Eğer dilersek, biz de elbet bunun benzerini söyheriz" şeklindeki iddialarına bir cevap vermemiş, ama ikinci şüphelerine "Halbuki sen onların içinde iken, Allah onlara azab etmez. Onlar istiğfar ederlerken de yine, Allah onlara azab etmez" diyerek cevap vermiştir. Müşriklerin İmha Edilmeyişlerinin Sebebi Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır: Bil ki bu cevabın izahı şöyledir: Kâfirler fazla ileri gidip, "Allah'ım! Muhammed haklı ise, üstümüze gökten taş yağdır" deyince, Allahü teâlâ, "Her ne kadar Muhammed haklı ise de, şu iki sebebten ötürü, O'nun düşmanlarının ve peygamberliğini inkâr edenlerin başına taş yağdırmam" demiştir: Birinci sebeb: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), onlarla birlikte olduğu müddetçe, Allah onlara bunu yapmaz. Bu, Allah'ın Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e verdiği değerden ötürüdür. Önceki bütün peygamberler hakkında da Allah'ın âdet ve sünneti böyledir. Çünkü Allah, ancak peygamberlerin; o kâfir beldelerden çıkardıktan sonra onlara azab etmiştir. Tıpkı, Lût, Salih ve Hûd (aleyhisselâm) hakkında olduğu gibi. İmhaları Matlup Değilse, Niçin Onlarla Kıtal Yapılıyor? Eğer: "Peygamberlerin, kavimleri içinde bulunmaları, Allah'ın o kavimlere azab indirmesine mani olduğuna göre, Cenâb-ı Hak daha nasıl, "Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları azablandırsın." buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki: Önceki ile, "kökünü kazıma azabı"; bu ayetteki (......) de, savaş ve vuruşma sebebi ile olacak azab kastedilmiştir. İkinci sebep: Ayetteki, "Onlar istiğfar ederlerken de yine, Allah onlara azab etmez" tabirinin anlattığı husustur. Bu ifadenin tefsiri hususunda da, şu izahlar yapılmıştır: a) İçlerinde, istiğfar eden mü'minler olduğu sürece, Allah o kâfirlere azab etmez. âfız, her ne kadar umumî ise de, bu umum lafızla onların bir kısmı kastedilmiştir. Mtokim, bir kısmı murad edilerek, "Mahallenin halkı, bir adam dttürdü" ve "Falanca beldenin halkı, fesada yöneldi" denilir. b) Allah, onların Allah'a iman eden, O'na istiğfarda bulunan birtakım çocukları : acağını bildiği sürece, o kâfirlere azab edici değildir. Böylece onlar, çocuklarının ve zürriyetlerinin sıfatlarıyla sıfatlanmış olurlar. c) Katâde ve Süddî, bu ifadeye "Şayet onlar, mağfiret talep etmiş olsaydılar, azab olunmazlardı" manasını vermişlerdir. Böylece, bu ifadenin zikredilmesinden kastedilen, onların mağfiret talebinde bulunmalarını istemektir. Yani, "Onlar, eğer magfıret talebinde bulunmuş olsalardı, Allah onlara azab etmezdi" demektir. İşte sebebten dolayı bazı kimseler, burada zikredilen istiğfarın, "müslüman olmak" manasına geldiğini söylemişlerdir. Buna göre mana, "Allah'ın ilm-i ezelîsine göre, onların içinde, müslüman olacak bir kavim bulunduğu müddetçe..." şeklinde olur. Meselâ, Ebu Süfyân İbn Harb, Ebu Süfyân İbn el-Haris İbn el-Muttalib, Haris İbn Hişam, Hakîm İbn Hizam... gibi kimseler bunlardandır. Buna göre, "Onlar istiğfar ederken de yine, Allah onlara azab etmez" ifadesinin manası, "Sen ve Allah'ın ilminde, işin sonunda iman edecek olan kimseler bulunduğu müddetçe..." şeklinde olur. Ehl-i maânî şöyle demiştir: "Bu ayet, mağfiret taleb etmenin bir emniyyet ve ilahî azaptan bir kurtuluş olduğuna delâlet eder." İbn Abbas da şöyle demiştir: "Onlar hakkında iki emân bulunuyordu: a) Allah'ın nebisinin onların arasında bulunması; b) Onların mağfiret talep etmesi. Nebî, gelip geçti; mağfiret talebi ise Kıyamete bakîdir. Müşriklerin Azabı Hakkındaki Müşkilin İzahı Daha sonra Cenab-ı Hak, "Allah onlara ne diye azâb etmesin?" buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ, önceki ayette, Allah'ın Resulü onların içinde bulunduğu sürece onlara azâb etmeyeceğini; bu ayette ise, onlara azâb edeceğini beyan buyurmuştur. Buna göre mana, "O, onlara aralarından peygamberi çıktıktan sonra azab eder.." şeklinde olur. Daha sonra âlimler, bu azabın ne olduğu hususunda ihtilaf ederek, bir kısmı meselâ şöyle demiştir: "Onlara, tehdit edildikleri bu azâb, Bedir Günü gelmiştir." Bu azabın, Mekke'nin fethi günü olduğu da ileri sürülmüştür. İbn Abbas ise şöyle demiştir: "(İkinci ayette geçen) bu azâb, ahiret azabı; Allah'ın onlardan kaldırdığı azâb ise, dünya azabıdır." Daha sonra Cenâb-ı Hak, hangi sebepten dolayı onlara azâb edeceğini beyan ederek, "Onlar, Mescid-i Haram'dan... (İnsanları) men edip duruyorlar..." buyurmuştur. Onların Hudeybiye yılında Mescid-i Haram'dan (mü'minleri) nasıl men ettiklerine dair haberler bilinmektedir. Cenâb-ı Hak, onların hangi sebepten dolayı insanları men ettiklerine dikkat de çekmiştir. Zira onlar, kendilerinin o Mescid-i Haram'ın sahipleri olduğunu iddia ediyorlardı. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu iddianın bâtıl olduğunu, "Kendileri ona ehil (lâyık) değillerdir.. Müttakilerden, yani münkerâttan sakınan kimselerden başkası, onun ehli değildir" diyerek beyan etmiştir. Bu münkerât, meselâ, o müşriklerin Kabe'de ıslık çalıp el çırpmaları gibi... şeylerdir. Cenâb-ı Hakk'ın bu tabirden kasdı, durumu böyle olan kimselerin Mescid-i Haram'ın velisi, ehli olamayacaklarını beyan etmektir. O halde onlar bu durumda, kılıçtan geçirilmeye ve kendileriyle savaşılmaya müstehak kimselerdir. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hak onları Bedir Günü öldürdü; daha önce de izahı geçtiği üzere, bu şekilde İslâm'ı aziz kıldı. |
﴾ 34 ﴿