TEVBE SÛRESİ

Bu sûre -son iki ayeti müstesna Medenidir Son iki ayet ise Mekki dir. Ayet sayısı 129 olup, Mâide sûresinden sonra nazil olmuştur.

Bu Sûrenin Diğer İsimleri

1

Âyetin tefsiri için bak:2

2

"Allah ve Resulünden, muahede yapmış olduğunuz müşriklere ültimatomdur: Ey müşrikler, haydi yeryüzünde dört ay daha dolaşın. Bilin ki siz Allah'ı aciz bırakabilecekler değilsiniz. Allah muhakkak ki kâfirleri rüsvay edecektir".

Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Bu sûrenin pekçok ismi vardır. Meselâ Berâe, Tevbe, Mukaşkışe, Mübaşire, Müşerride, Muhziye, Fâdiha, Musire, Hâfire, Münekkile, Müdemdime ve Sûretu'l-Azâb." Keşşaf sahibi, sözüne devamla şöyle der:"Zira bu sûrede, mü'minlerin tevbelerinin kabulünden ve tevbeye muvaffak kılınmalarından bahsedilmektedir.

Bu sûreye, nifaktan uzaklaştırdığı için Mukaşkişe, münafıkların iç yüzlerini deşeleyip ortaya serdiği için Müba'sire, ve o gizlilikleri meydana çıkardığı için Müsîre; onları eşelediği için Hâfire; münafıkları rüsvay ettiği için Muhziye; onları cezalandırdığından Münekkile; ürküttüğü için Müşerride denilmiştir.

Huzeyfe'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Sizler bu sûreye, Tevbe sûresi adını veriyorsunuz. Allah'a yemin olsun ki bu sûre, hiç kimseyi hariç bırakmaksızın herkesi sarsmış ve sorgulamıştır."

İbn Abbas'tan da, bu sûre hakkında şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu sûre, Fâdıha (münafıkların sırlarını ortaya döküp, onları rezil rüsvây eden)dir. Bu sûre, hep münafıklar hakkında nazil olmuş ve onların durumuyla ilgilenmiştir. Öyle ki biz, nerdeyse hiç kimseyi dtşarda bırakmayacağından endişelendik. Enfâl Sûresi Bedir; Haşr Sûresi de, Benî Nadîr hakkında nazil olmuştur."

Tevbe Sûresinin Başında Besmelenin Bulunmayışının Hikmeti

Şayet, "Bu sûrenin başına, besmelenin yazılmayışının sebebi nedir?" denilirse, biz deriz ki:

Alimler bu hususta şu izahları yapmışlardır:

Birinci izah: İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ben, Osman İbn Affân'a şöyle dedim: "Sizin, Mîûn'dan olan Berâe (Tevbe) süresiyle, Mesânî'den olan Enfâl sûresini birleştirerek araya besmele koymamanızın sebebi nedir?" Bunun üzerine Hazret-i Osman şöyle dedi: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), her ne zaman kendisine bir sûre nazil olsa, "Onu, falan yere koyun!" derdi. Berâe suresi ise Kur'an'ın en son nazil olan sûrelerindendir. Dolayısiyle Hazret-i Peygamber, onun nereye konulacağını beyân etmeden irtihâl etti. Berâe sûresi ile Enfâl Sûresi'nin anlattıkları hususlar birbirine yakın olduğu için, bu iki sûre peşpeşe yazılmıştır. " Kâdî şöyle demektedir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bu sûrenin, Enfâl suresinin peşinden gelen bir sûre olduğunu beyan etmediği söylenemez. Zira Kur'an, gerek Allah, gerekse Resulü tarafından nakledildiği biçimde tertib edilmiştir. Binâenaleyh şayet biz, bazı sûrelerin tertibinin Allah'dan, yani vahiy yoluyla olmadığını caiz görürsek, aynı şeyi diğer sûreler ve tek bir sûrenin ayetleri hakkında da caiz görebiliriz. Halbuki bunu caiz görmek ise, İmâmiyye'nin, "Kur'an'da fazlalık ve noksanlıklar vardır" şeklindeki iddiasını benimseyip caiz görmek manasına gelir. Bu da, Kur'an'ı hüccet olmaktan çıkarır. Aksine, doğru olan, Hazret-i Peygamber'in vahye dayanarak, Enfâl sûresinden sonraya koyma emrini vermiş olması ve sûrenin başındaki besmeleyi de, onun yine vahye dayanarak hazfetmiş olmasıdır?

İkinci izah: Bu konudaki ikinci izah da Ubeyy İbn Ka'b'den rivayet edilen şu husustur: O şöyle demiştir: "Ashâb, şundan ötürü bu zanna kapılmıştı: Enfâl sûresinde ahidler zikredilmiş, Berâ'e sûresinde ise ahidlerin geri alınması meselesi bulunmaktadır. İşte bu yüzden, o sûreler yanyana konulmuştur."

Avnı soru burada da söz konusudur.

Çünkü bu izah ancak biz, "ashâb, bu sûreyi, işte bu sebepten dolayı kendiliklerinden Enfâl sûresinden sonraya koymuşlardır" dediğimizde tamam olur.

Üçüncü izah: Sahabe, Enfâl ve Tevbe sûrelerinin, tek sûre mi, yoksa iki ayrı sûre mi olduğu hususunda ihtilâf etmiştir. Bu cümleden olarak bazıları şöyle demişlerdir: "Bu iki sûre, tek bir sûredir. Zira, her iki sûre de savaş hakkında nazil olmuş olup, bu iki sûrenin toplamı da, yedi uzun sûrelerden olmuş olur ki, bunların sayısı da böylece yediye baliğ olmuş olur. Bunlardan sonra da, Mîunlar (ayet sayısı yüz civarında olanlar) gelirler. " Bu görüş açıktır. Zira, bu iki sûre beraberce, 206 iikiyüzaltı) ayet olup, her ikisi de tek bir sûre durumundadır. Ashabtan bazısı da bu iki sûrenin, ayrı ayrı iki sûre olduğunu söylemişlerdir. Binâenaleyh, sahabe arasında bu konuda bir ihtilâf zuhur edince onlar, "Bu iki sûre, ayrı ayrı iki sûredir" diyenlerin görüşüne dikkat çekmek için, aralarında bir boştuk bırakmışlar; "bu iki sûre, tek bir sûredir" diyenlerin görüşüne de dikkat çekmek için, bu iki sûre arasına besmeleyi yazmamışlardır. Bu görüşe göre de, bizim, İmamiyye'nin mezhebini caiz görmemiz gerekmemiş olur. Bu böyledir, zira sahabe arasında bu hususta bir karışıktık, bir kapalılık meydana gelince, onlar bu iki görüşten birisine kesinlikle hüküm vermeyip, bu kapalılığın her zaman sözkonusu olduğuna delâlet edecek bir şekilde muamelede bulunmuşlardır. Binâenaleyh onlar, bu kadarcık bir şüphede müsamahalı davranmayınca, "adam sende!" demeyince, bu, onların Kur'an'ı tahrif ve tağyirden koruma hususunda ne kadar titiz olduklarına ve ne kadar şedîd, müsamahasız olduklarına delâlet eder ki, bu da İmâmiyye'nin görüşünü iptal eder.

Dördüncü izah: Allahü teâlâ, Enfâl sûresini, mü'minlerin birbirlerini dost edinmelerinin ve kâfirlerden de tamamiyle uzak durmalarının gerekliliğini belirterek sona erdirmiştir. Daha sonra da, işte Cenâb-ı Hak bu hususu, "Allah'dan ve Resulünden bir ültimatomdur" çrevbe, i) ayetiyle açıkça beyân etmiştir. Bu, daha önceki sözün bir tekidi ve onun ifade edilmesi mahiyetinde olunca, aralarına bir fasılanın girmesi gerekmiştir. Binâenaleyh, bu iki sûrenin başka başka sûreler olduğuna dikkat çekmek için, aralarına bir fasıla sokulmuş; bu mananın, bizzat o cananın aynısı olduğuna dikkat çekmek için de, aralarında Besmele'nin yazılması terkedilmiştir.

Beşinci İzah: İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'ye. "Bu iki sûre arasında niçin Besmele yazılmadı?" diye sorduğumda, o, "çünkü Besmele bir ezandır (emniyeti ifade eder). Halbuki bu sûre kılıçla vuruşma ve ahidlerden vâzgeçmeyi emretmiş olup, bunda bir emân manası yoktur" dedi." Rivayet olunduğuna göre, Süfyan b. Uyeyne aynı şeyi söyleyerek, bu hususu, "Size ilümanca selam verene, dünya hayatının geçici menfaatini isteyerek, "Sen mü'min değilsin" demeyin "(Nisa. 94) ayetini delil getirerek te'kid etmiştir. Ona. "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), harbî olan kâfirlere Besmele ile mektup yazmıyor muydu?" denildiöinde. su cevabı verdi: "Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onları, direkt olarak Allah'a davet etmesidir. Bu durumda Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onlarla olan ahidlerini bir tarafa atması söz konusu değildir. Baksana O (sallallahü aleyhi ve sellem), mektubunun sonunda, "Allah'ın selâmı, hidayete tâbi olanlaradır" diye yazıyordu. Ama bu sûre savaşma hükmünü ve ahidlerden vazgeçme hükmünü ihtiva etmektedir. Binâenaleyh bu ikisi arasındaki fark ortaya çıkmaktadır.

Altıncı İzah: Alimlerimiz şöyle demişlerdir: "Belki de Allah, bazı kimselerin, besmelenin Kur'an'dan olduğu hususunda münakaşa edeceklerini bildiği için, besmelenin her sûrenin başında bir ayet olduğuna ve onun, bu sûrenin başında, bir ayet olmadığına, bu sebeple yazılmaması gerektiğine dikkat çekmek için pek yerinde olarak yazılmamasını emretmiştir. Bu da, besmelenin diğer sûrelerin başına yazıldığı için onun her sûreden bir ayet olması gerektiğine delâlet eder.

"Allah ve Resulünden muahede yapmış olduğunuz müşriklere ültimatomdur: (Ey müşrikler, haydi) yeryüzünde dört ay daha dolaşın. Bilin ki siz Allah'ı aciz bırakabilecekler değilsiniz. Allah, muhakak ki kâfirleri rüsvay edecektir" (Tevbe, 1-2) ayet-i kerimesi ile ilgili birkaç mesele vardır:

Berâe Kelimesinin Manası

Berâe kelimesinin manası, ilgi ve alâkanın kesilmesi, bağın sona ermesi demektir. "Aramızdaki münasebetler kesildi; aramızda herhangi bir ilgi kalmadı!" manasında olmak üzere, denilir. İşte, yine bu manada olmak üzere, "Borçtan kurtuldum" denilir.

Hak teâlâ'nın, bu ayetin başındaki berâe kelimesinin merfû okunması hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür:

a) Bu kelime, mahzûf bir mübtedânın haberidir. Yani, (......) demektir. Ferrâ şöyle demektedir: "Bunun bir benzeri de senin, güzel bir adama bakarak, "Güzel, vallahi..." demendir. Yani, "Bu, vallahi güzeldir" demektir. Lafzatullahın başındaki min harf-i cerri, ibtidâ içindir. Buna göre mânâ, "Bu, Allah ve Resulünden, antlaşma yapmış olduğunuz müşriklere ulaşan, gelen bir ültimatomdur" şeklinde olur. Bu, tıpkı senin, "Bu, falancadan falancaya bir mektuptur.." demen gibidir.

b) (......) lafzının mübtedâ, ifadeleri mübtedânın sıfatı, ifadesinin de, mübtedânın haberi olmasıdır. Bu, senin tıpkı, "Temîmoğullarından olan bir adam, evdedir" demen gibidir.

Eğer: "Berâetin, Allah ve Resulüne; muahedenin de müşriklere izafe edilmiş olmasının sebebi nedir?" diye sorulacak olursa biz deriz ki: Allah, müşriklerle andlaşma hususunda müsaade vermiştir.. Böylece de müslümanlar, Allah'ın Resûlüyle birlikte bir araya geldiler ve o müşriklerle muahede yaptılar. Daha sonra da müşrikler, ahdi bozdular. Bunun üzerine Allah da, onların ahdini bir kenara atıp artık tanımamayı vâcib kıldı. Bu sebeple müslümanlar, kendilerini bundan sakındıran şeye muhatap oldular da, onlara "Allah ve Resûlullah'ın, sizin müşriklerle yapmış olduğunuz andlaşmalardan berî ve uzak olduğunu bilesiniz., ." denildi.

Yapılmış Muahedenin İptal Edilmesi

Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebük Seferi'ne çıktığında, münafıklar geri kalarak asılsız ve yalan haberler uydurunca, müşrikler ahidlerinı bozdular. Bunun üzerine, Allah'ın Resulü onlarla olan ahidleri iptal ederek, durumdan da kendilerini haberdar etti. Şayet, "Hazret-i Peygamber'in, ahdini bozması nasıl caiz olur?" denilirse, biz deriz ki: Ahid, ancak şu üç sebepten dolayı bozulabilir:

a) Peygamber aleyhinde, o müşrikler tarafından gizli bir hainlik tertip edildiğinin ortaya çıkması. Peygamberin de, onların vereceği zarardan endişelenerek, böylece, ahdin bozulduğunu onlara da bildirmek için, peygamberin ahdini tanımaması. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer muahede eden bir topluluğun hainliğinden endişeye düşersen, hak ve adalet üzere durumu kendilerine bildir ve ahidlerini al..." (Enfal, 55) ve, "Onlar, içlerinden kendileriyle muahede ettiğin kimselerdir ki, muahededen sonra her defasında ahidlerini bozarlar" (Enfal, 56) buyurmuştur.

b) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, andlaşma yaparken, bazı kimselere, zikredilen müddet hususunda, Allah'ın ahdin sona erdiğini emretmesine kadar, o ahdi tanıyacağım şart koşmuş olmasıdır. Binâenaleyh Allahü teâlâ, aralarındaki ahdin sona e'mesini emredince, işte bu şarttan dolayı ahid de sona ermiş olur.

c) Ahdin, bir zamana bağlanmış olmasıdır. Buna göre o müddet sona erince, ahid sona ermiş olur. Bu "berâet"in ortaya konulmasından maksat ise, o müşriklerle, peygamberin r-rar ahid yapmayacağını ve onlarla savaşmaya azimli olduğunu ortaya koymaktır. Şu üç halin dışında ahdi bozmak, kesinlikle caiz değildir. Çünkü bu, bir zulüm ve va'adinden dönmek gibi olmuş olur. Halbuki, Allah ve Resulü böyle bir şeyden berî ve uzaktırlar. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak: "Muahede yaptığınız müşriklerden size hiçbir eksiklik yapmamış düşmanlarınızdan hiçbir kimseye aleyhinizde yardım etmemiş olanlar bu hükümden müstesnadır.. O halde onların müddetleri bitinceye kadar ahıdlerini tamamlayın " (Tevbe, 4) buyurmuştur. Bazı kimseler hariç, müşriklerin pekçoğunun ahidlerini bozdukları da söylenmiştir. Bozmayanlar ise, Damra ve Kinâneoğullarıdır

Ültimatomun Hazret-i Ali Tarafından Müşriklere Tebliği

Rivayet olunduğuna göre Mekke, hicretin sekizinci yılında fethedildi. O sırada Mekke Emîri Attâb İbn Useyd idi. Bu sûrenin inişi ise, hicretin dokuzuncu yılında olmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hicretin dokuzuncu yılında Hazret-i Ebu Bekr'i hacc emîri tayin etmişti. Bu sûre nazil olunca, Hazret-i Peygamber, bu sûreyi haccda bulunanlara okuması için Hazret-i Ali'ye talimat verdi.. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber'e: "Keşke, bu sûreyi Ebû Bekir'e gönderseydin de, o okusaydı!" denildiğinde Hazret-i Peygamber, "Bunu benim akrabamdan olan birisinin îfa etmesi iyi olur" dedi.

Hazret-i Ali yaklaşınca, Ebu Bekir bir deve böğürtüsü duydu. Bunun üzerine o durarak: "Bu, Resûluflah'ın devesinin sesidir" dedi. Hazret-i Ali, Hazret-i Ebu Bekr'e katılınca, Hazret-i Ebu Bekir: "Emir mi, oldun; yoksa, memur musun?" deyince, Hazret-i Ali: "Memur!" dedi.. Sonra da, beraberce yürüyüp gittiler. Terviye gününden önce, Ebu Bekr bir hutbe irad etti ve haccdakitere, haccın menâkisikinden (hükümlerinden) bahsetti. Kurban bayramının birinci günü, Cemretü'l-Akabe'nin yanında da, Hazret-i Ali ayağa kalktı ve: "Ey nâs! Ben size, Allah'ın Resulünün elçisi olarak gelmiş bulunmaktayım " dedi. Bunun üzerine onlar: "Niçin?" dediler. Hazret-i Ali bunun üzerine onlara, (bu sûreden) otuz veya kırk ayet okudu. Mücâhid'den bunun onüç ayet olduğu da rivayet edilmiştir.. Daha sonra da Hazret-i Ali: "Ben şu dört şeyi açıklamakta emrolundum:

1) Bu yıldan sonra hiçbir müşrik, bu Beytuflah'a yaklaşamaz.

2) Hiç kimse, çıplak olarak Kabe'yi tavaf edemez.

3) Cennete ateak mü'min olanlar girer.

4) Ahdi olan herkese verilmiş olan mühlete riayet edilir."

Bunun üzerine onlar: "Ey Ali, bizim, ahidlerimizi geri aldığımızı, bizimle o peygamber arasında mızrakla vuruşma ve kılıçla savaşmanın dışında, bir ahdin bulunmadığını amcanoğluna ulaştır tebliğ et” dediler.

Tebliğ İşinin Hazret-i Ali'ye Verilmesinin Sebebi

Alimler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, hangi sebepten dolayı Hazret-i Ali'ye, bu sûreyi onlara okumayı emrettiği ve bu mesajı onlara tebliğ ettirdiği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak onlar şöyle demişlerdir: Bunun sebebi şudur: Ahid yapmayı ve onu bozmayı, kişinin ancak akrabasından olan bir kimsenin üstlenmesi, bir Arap örfü idi. Binâenaleyh, bunu şayet Ebu Bekir deruhte etmiş olsaydı, o zaman onlar: "Bu, ahdi bozma hususunda bizim bildiğimiz âdetin hilâfınadır" diyebilir ve bundan dolayı, bunu kabul etmeyebilirlerdi. Bunun üzerine, Hazret-i Ali'nin bu işi üstlenmesi ile, onların bu tür mazeretleri ortadan kalkmış oldu.

Şu da ileri sürülmüştür Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hacc emirliğini Hazret-i Ebu Bekir'e verince, kalblerini hoşnut etmek ve etrafını gözetmek için, tebliğ işini de Hazret-i Ali'ye vermiştir.

Şu da ileri sürülmüştür: Hazret-i Peygamber Hazret-i Ebu Bekir'i hacc mevsiminin emîri olarak tayin etti; arkasından da bu mesajı tebliğ etmek üzere Hazret-i Ali'yi gönderdi. Böylece, Hazret-i Ali, Hazret-i Ebu Bekr'in arkasında namaz kılmış oldu ki, bu hareket tarzı âdeta, Hazret-i Ebu Bekir'in imametine (halifeliğine) dikkat çekmek gibi oldu. Allah en iyisini bilendir.

Câhız da bunu ortaya koyarak, şöyle demiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ebu Bekir"i hacılara emîr olarak gönderdi ve onu hacc mevsiminin emîri tayin etti. Hazret-i Ali'yi de, insanlara, Berâe sûresinden birkaç ayet okuması için yolladı. Böylece Ebu Bekir imam, Ali de, imâma uyan kimse oldu. Hazret-i Ebû Bekir hutbe okudu, Ali de dinleyen oldu. Ebu Bekir, hacc mevsiminin emîri, hacıların önderi ve onların âmiri idi. Halbuki, Hazret-i Ali için böyle bir şey söz konusu olmamıştı.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Bunu. ancak akrabamdan olan bir kimse tebliğ eder" şeklindeki sözü, Hazret-i Ali'nin, Hazret-i Ebu Bekir'den üstün tutulduğuna delâlet etmez. Ancak ne var ki, Hazret-i Peygamber Araplara, aralarında maruf olan, bilinen bir şekilde muamele etmiştir. Onların en büyük idarecisi, bir toplulukla andlaşma yaptığında ya da onlarla muahedede bulunduğunda bu andlaşmayı ve muahedede bulunmayı, ancak onun, meselâ kardeşi, amcası gibi, yakın akrabalarından birisi yapardı. İşte bundan dolayı, Hazret-i Peygamber bu sözü söylemiştir.

Müşriklere Dört Ay Mühlet Verilmesi

"Yeryüzünde dört ay daha dolaşın" buyruğu hakkında birkaç bahis bulunmaktadır:

Birinci bahis: Siyâhe Kelimesi, az yiyip az içmekle beraber, yeryüzünde yürümek, uzun süre yürümek ve şehirlerden, mamur olanlardan uzak kalmadır. Yemeyi içmeyi terkettiği için, bu yönüyle de seyyaha benzediği için, oruç tutan kimseye de 'sâlih" denilir. Müfessirler, ifadesine, "Yeryüzünde, istediğiniz gibi yürüyün, gezin dolaşın..." manasını vermişlerdir. Halbuki bu, bir emir değildir. Aksine bundan maksat, mübahlık, mutlaktık ve emânın tahakkuk edip, korkunun da zail olduğunu bildirmektir. Yani, "Bu müddet içinde siz, öldürülmekten ve savaşmaktan eminsiniz" demektir.

Bu Süreden Maksat

İkinci bahis: Müfessirler şöyle demektedirler: "Bu, Allah tarafından müşriklere dört aylık bir mühlet tanımadır." Dolayısiyle "Muahedesinin müddeti dört aydan daha fazla olan kimseler, süreyi dört aya indirdiler.. Andlaşma müddetleri dört aydan az olanlar da, onu dört aya çıkardılar. Bu duyurunun maksadı ise şunlardır:

a) Onların, kendi kendilerine düşünmeleri, bu iş (yani İslam gerçeği) kendi lehlerine olarak ihtiyatlı tutumu izlemeleri ve bu müddetten sonra, kendileri için sadece şu üç şeyin (İslâm'a girmek, yahut cizye vermek yahud da kılıcı kabul etmek) söz konusu olacağını bilmeleridir. Böylece bu durum onları, İslâm'ı açıktan açığa kabul etmeye sevketmiş olur.

b) Ahdi bozmanın, müslümanlara izafe edilmemesi.

c) Allah'ın, cihadı, bütün müşriklere teşmil etmeyi, yaygınlaştırmayı dilemiş olmasıdır. Böylece Cenâb-ı Hak, ültimatomu da herkese tamîm etmiş ve onlara dört aylık bir süre tanımıştır. Bu da, İslâm'ın kuvvet bulması ve kâfirlerin korkutulması için olmuştur. Bu ise ancak, ahidlerin bozulması ile gerçekleşebilir.

d) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, gelecek yılda hacc yapmayı murad etmiş olmasıdır. Böylece Hazret-i Peygamber, çıplak tavaf yapanları müşahade etmemek için, bu ültimatomu, berâeti izhâr etmekle emrolunmuştur.

Üçüncü bahis: İbnu'l-Enbari şöyle demektedir: "Hak teâlâ'nın fesîhü emrinin başında bir kavi fiili gizli olup, buna göre kelamın takdiri "onlara, yeryüzünde dört ay daha dolaşınız" de!" şeklindedir. Veyahut da bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı "Rableri de onlara gayet temiz bir içecek içirmiştir. Bu şüphe yok ki sizin için bir mükâfattır. Sa'yiniz meşkur olmuştur "(insan.21-22) ayetinde olduğu gibi, gâibten muhataba geçiştir (iltifattır)!'

Alimler, bu dört ayın hangi aylar olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Zührî'den şu rivayet edilmiştir: "Berâe sûresi, şevval ayında nazil olmuştur. O halde bu dört ay. Şevval, Zilka'de, Zilhicce ve Muharrem aylarıdır. Bu ayların, Zilhicce'nin yirmisi ile, Muharrem, Safer, Rebîu'l-evvel ve Rebîulahir'den on gün olduğu da ileri sürülmüştür Bu aylarda öldürme ve savaşmak haram kılındığı için, bu aylar hurum (haram aylar) diye adlandırılmıştır. Şu halde "Eşhuru'l-hurum" (haram aylar)da, öldürmek ve savaşmak haram olunca, bunlar, haram olmuş olurlar.

Şu da ileri sürülmüştür: Bu müddetin dilimlerinden, kısımlarından biri haram aylardan olduğu için, bu ayların hepsine "haram" ismi verilmiştir. Zira, Muharrem ayıyla beraber Zilhicce'nin yirmisi, haram aylara dahildir. Bu müddetin, Zilka'de'nin onundan başlayarak Rebîulevvelin onuna kadar devam ettiği de ileri sürülmüştür. Çünkü, o sene yapılan hacc, kendilerinde bulunan "nesî" (tehir etme, erteleme) uygulaması sebebiyle, o vakitte yapılmıştı. Daha sonraysa ertesi senede hacc, Zilhicce'de yapıldı; bu da Veda Haccı'dır. Bunun delili ise, Hazret-i Peygamber'in, "Zaman döndü de, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı gündeki durumuna rücû etti..." Buhâri, Bed'ü'l-Halk, 2; Müslim, Kasâme, 29 (3/1305)şeklindeki ifadesidir.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Bilin ki siz Allah'ı aciz bırakabilecekler değilsiniz" buyruğuna gelince, bunun, "Bu zaman tanımanın, herhangi bir acziyyetten dolayı olmadığını; tevbe edenler tevbe etsinler diye, bir maslahat ve lütuftan dolayı olduğunu biliniz!.." manasında olduğu ileri sürüldüğü gibi, bunun "Allah'ı, hiçbir surette acze düşüremiyeceğinizi bilerek, geziniz, dolaşınız. " manasında olduğu da ileri sürülmüştür ki, bunun gayesi, "Ben size mühlet tanıdım; ve sizi serbest bıraktım, salıverdim. O halde, teçhizat ve hazırlık yapmaya dair yapılması mümkün olabilecek her şeyi yapınız. Zira, sizler Allah'ı acze düşünmezsiniz. Aksine Allah, sizi aciz bırakır ve sizin üzerinizde hükmünü yürütür " manasıdır. Bu ifadeye, "Bu mühlet, sizin Allah'ın elinden kaçıp kurtulamıyacağınız hususunda asla endişe duyulmadığını bilmeniz için verilmiştir. Zira siz, nerede olursanız olun, Allah'ın mülkünde ve O'nun hükümranlığı altındasınız " manası da verilmiştir.

Cenâb-ı Hak "Allah muhakkak ki kâfirleri rüsvây edecektir' buyurmuştur. İbn Abbas, ayette bahsedilen rezil rüsvay etmenin, kâfirlerin dünyada öldürülmeleri, âhirette de ilahî azaba duçar olmalarıyla olacağını beyân etmiştir. Zeccâc da şöyle demektedir "Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, kâfirlere karşı mü'minlere yardım edeceğini tekeffül etmesidir, üstlenmesidir. İhzâ, utandırıcı tarafları ortaya koyarak zelil kılma, alçaltma demektir. Bu kökten olan hizy ise "utardırıcı ceza" manasına gelir.

Muhtıranın Mahiyeti

3

"Ve, bu Hacc-ı Ekber günü, Allah'dan ve Resulünden insanlara şöyle bir ilâmdır: Allah ve Resulü, müşrikleri himaye etmekten artık katiyyen uzaktır. Bununla beraber eğer tevbe ve rücû ederseniz; bu sizin için hayırlıdır. Eğer yüz çevirirseniz, şunu bilin ki, şüphesiz, siz Allah'ı aciz bırakabilecek değilsiniz. O küfredenlere acıklı bir azabı müjdele!".

Bil ki, Cenab-ı Hakk'ın, "Allah ve Resulünden muahede yapmış olduğunuz müşriklere ültimatomdur" buyruğu müşriklere tahsis edilmiş tam bir cümledir. O'nun "Ve bu, Hacc-ı Ekber günü, Allah'dan ve Resulünden insanlara şöyle bir ilâmdır (Tevbe, 3) ifadesi de, birinci cümleye atfedilmiş diğer tam bir cümledir. Ve bu, bütün insanlar hakkında umumî bir ifadedir. Zira bu, bu hususla İlgili hükmün herkese gerekli olması bakımından mü'min ve müşrikin bilmesi gerekli olan şeylerdendir. Binâenaleyh mü'minin, savaşılabilecek zamanı, savaşmanın haram olduğu zamandan ayırdetmesi vâcibtir. Böylece Cenâb-ı Hak, bu bildiriyi, haber herkese ulaşsın ve yayılsın diye, "en büyük kalabalık" anlamına gelen "en büyük hacc günû"nde emretmiştir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Ezan Kelimesinin Manası

Ayette gece, ezan kelimesi, i'lâm, bildirmek demektir.. Ezherî şöyle demektedir: "Arapça'da, birine birşeyi bildirmek manasına: denilir. O halde "ezan", izan (bildirmek) yerine geçen bir isimdir. Hakikî masdar olan da îzân'dır. Namazın ezanı da bu manadadır. O halde Cenâb-ı Hakk'ın buyruğunun manası, "Bu, Allah ve Resulünden sâdır olup insanlara ulaşan bir bildiri, bir ilamdır" şeklindedir. Bu tıpkı senin, "Bu, falancadan falancaya hitaben bir ilâmdır, bildiridir" demen gibidir."

"Hacc-ı Ekber" Ne Demektir?

Alimler, hacc-ı ekber (en büyük hacc) gününün ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, İkrime'nin rivayetine göre, İbn Abbas (radıyallahü anh) bunun, "arefe günü" olduğunu söylemiştir ki, bu aynı zamanda Hazret-i Ömer, Sa'îd İbn el-Mühid'in görüşüdür. Hazret-i Ali'den gelen iki farklı rivayetin biri de bu manadadır. Misver b. Mahreme'nin rivayetine göre de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), arefe günü akşamı bir hutbe okuyarak: "Şimdi bundan sonra biliniz ki bu hacc-ı ekber günüdür" buyurmuştur.

Atâ'nın rivayetine göre, İbn Abbas (radıyallahü anh), hacc-ı ekber gününün, Kurban Bayramı günü olduğunu söylemiştir. Bu, Şa'bî, Nehâî ve Süddî'nin de görüşüdür. Hazret-i Ali'den gelen ikinci rivayet de bu manadadır. Muğîre b. Şu'be ve Sa'îd b. Cübeyr de aynı görüşü ifade etmişlerdir.

Bu hususta üçüncü bir görüş de, İbn Cüreycin Mücâhid'den rivayet etmiş olduğu şu husustur: Mücahid, hacc-ı ekber gününün, Mina günlerinin tamamı olduğunu söylemiştir. Bu, aynı zamanda Süfyan es-Sevri'nin görüşüdür. O, şöyle derdi: "Hacc-ı ekber günü, Minâ günlerinin tamamıdır. Nitekim, hâdisenin cereyan ettiği zaman parçasının tamamı kasdedilerek mesela "Cemel günü" "Sıffın günü" denir. Çünkü bu harblerden herbiri, o savaş günlerinin hepsinde devam etmiştir. Hacc-ı ekber gününün, "arefe günü" olduğunu söyleyenlerin delili, Hazret-i Peygamber'in Hacc Arafat'tan (ibarettir)" İbn Mâce. Menâsik. 57 (2/1003).

şeklindeki hadisidir. Bir de, hacc amellerinin en büyüğünün Arafat'ta vakfe yapmak olmasıdır. Çünkü Arafat'ta vakfe'ye yetişen, o senenin haccına yetişmiş olur ve ona yetişemeyen hacca yetişememiş olur. Binâenaleyh hacc, ancak o günde meydana gelir.

Hacc-ı ekber gününün, Kurban bayramı günü olduğunu söyleyenlerin delili şudur: "Çünkü tavaf, kurban, traşve şeytan taşlamak gibi hacc amelleri ancak bu günde tamamlanır. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre, birisi onun atının geminden tutarak, "Hacc-ı ekber nedir?" diye sorunca, o, "İçinde bulunduğun şu gündür. Haydi, "hayvanımın gemini bırak" dedi. İbn Ömer (radıyallahü anh), Allah'ın Resulü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Veda Haccında, şeytan taşlama esnasında, Kurban bayramı günü durarak: "Bu, hacc-ı ekber günüdür" dediğini rivayet etmiştir.

"Hacc-ı ekber günü ile, o günlerin tamamı murad edilmiştir" diyenlerin görüşüne gelince, bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu, tek bir "gün"ün, "birçok gün" manasına alınmasını gerektirir ki, bu zahirin hilafınadır. İmdi şayet, "Bu, niçin en büyük hacc (hacc-ı ekber) diye adlandırılmıştır?" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:

1) "Umre", hacc-ı asgar (küçük hacc) diye adlandırıldığı için, buna da, "hacc-ı ekber" (büyük hacc) denilmiştir.

2) Arafat'ta vakfeye durmaya, hacc-ı ekber denilmiştir. Çünkü vakfe, haccın en büyük farzlarındandır. Zira vakfeye yetişemeyen, hacca yetişememiş olur. Bununla, Kurban Bayramı gününün kastedilmiş olması da bundan dolayıdır. Zira o günde yapılan ameller de, hacc-ı ekberin en önemli fiillerindendir.

3) Hasan el-Basrî şöyle demektedir: "O gün, kendisinde müslümanlar ile müşrikler bir araya gelmiş oldukları için ve o gün ehl-i kitabın bayramlarına denk gelip, ne bundan önce, ne de bundan sonra bir daha böyle denk gelmediği için, hacc-ı ekber günü diye adlandırılmıştır. Böylece o gün, her kâfir ve mü'minin katında büyük kabul edilmiştir." Esamm bu izahı, "Kâfirlerin bayramında gazab vardır" diye tenkid etmiştir. Bu tenkid zayıftır. Çünkü bundan murad, o günün bütün grupların (dinlerin), büyük ve kıymetli saydığı bir gün olmasıdır ve onu "en büyük" diye tavsif edenlerden murad da, o gruplardır.

4) O yılda hem müslümanlar, hem de müşrikler Kabe'yi haccettikleri için, bu adla isimlendirilmiştir.

5) "En büyük", Arafat'ta vakfedir, "en küçük" de, Kurban kesmedir. Bu, Atâ ve Mücâhid'in görüşüdür.

6) Hacc-ı ekber, hacc-ı kırandır; hacc-ı asgar (küçük hacc) da, hacc-ı ifraddır. Bu görüş de, Mücâhid'den nakledilmiştir.

Daha sonra Hak teâlâ, bu i'lâm'ın neden dolayı olduğunu beyân ederek, "Allah ve Resulü, müşrikleri himaye etmekten artık katiyyen uzaktır' buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç bahis vardır:

1. ile 2. Ayetin Muhtevasının Farkı

Birinci bahis: Birisi çıkıp şöyle diyebilir: "Hak teâlâ'nın, "Allah ve Resulünden muahede yapmış olduğunuz müşriklere ültimatomdur"(Tevbe, 1) ifadesi ile, "Allah ve Resulü, müşrikleri himaye etmekten artık katiyyen uzaktır" (Tevbe, 2) ifadesi arasında fark yoktur? Öyleyse bu tekrarın hikmeti nedir?" diyebilir.

Buna birkaç yönden cevap verilebilir:

Birincisi: İlk ayetin maksadı, bir beraatın (muhtıranın) bulunduğunu haber vermektir. İkincisinin maksadı ise, bütün insanlara, meydana gelen ve neticelenen durumu bildirmektir.

İkincisi: Birinci ayetten maksad, ahdin geri alınmasıdır. İkincisi ile ise, men ve tehdid yerine geçen, dostluğun zıddı olan, bir muhtıra kastedilmiştir. (Bu iki ayet arasında) böyle bir farkın bulunduğuna, "berâat"in birinci ayette ilâ harf-i cerrt ile, ikinci ayette ise, min harf-i cerri ile kullanılmış olması delalet eder ki bunun gayesi şudur: Allahü teâlâ, Enfal Sûresi'nin sonunda, müslümanlara, birbirlerini dost edinmelerini emretmiş ve böylece de onların, kâfirleri dost edinmemeleri, kâfirlerden uzak durmaları gerektiğine dikkat çekmiştir. Allahü teâlâ burada da, mü'minlerin, yine mü'minleri dost edinmeleri gerektiğini ve müşriklerden uzak durup, onları tenkid ve onlara lanet etmeleri gerektiği gibi, Hazret-i Peygamber'in de böyle yapması gerektiğini beyan etmiştir. İşte bundan ötürü de, bunun peşisıra, berâeti (uzaklığı) kaldıran "tevbe"yi zikretmiştir.

Üçüncüsü: Allahü teâlâ birinci ayette, kendileriyle anlaşma yapılmış olup da, ahidlerini bozan müşriklerden berî oluşu bildirmiş, bu ayette ise, bu berî (uzak) oluşu gerektiren şeyin, onların küfür ve şirkleri olduğuna dikkat çekmek için, onları belli bir vasıfla tavsif etmeksizin, "müşrikler"den uzak olmayı belirtmiştir.

Ayetteki İ'rab Meselesi

İkinci bahis: Hak teâlâ'nın, buyruğunda bir hazif vardır ve bunun takdiri, şeklindedir. Fakat sözden anlaşıldığı için, bunun başındaki bâ harf-i cerri hazf edilmiştir.

Bil ki ayetteki resûlühü kelimesinin merfû oluşu hususunda şu izahlar yapılır:

a) Bu, mübteda olarak merfü olup, haberi mahzuftur. Takdiri ise, "Peygamberi de onlardan beridir" şeklindedir. Bu mahzûf habere, "Allah" lafzı celâlinin haberi delalet etmektedir.

b) Bu kelime berkin lafzının tahtında mukadder olan zamire atfedilmiş olup, takdiri "O ve peygamberi, müşriklerden beridir, uzaktır" şeklindedir.

c) Ayetteki ennellâhe, mübtedâ olarak mahallen merfû olup, berîün de onun haberidir. Resûlühü lafzı da, mübtedânın mahallineatfedilmiştir. Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Bu ifade, enne edatının ismi üzerine atfedilerek mansub olarak da okunmuştur. Çünkü bunun başındaki vâv, vav-ı ma'iyyedir. Yani '"Allah, Resulü ile birlikte, o müşriklerden beridir" demektir. Bu kelime, "civar"dan (Merur'a komşu oluşundan) ötürü mecrur olarak da okunmuştur. Bu kelimenin kasemden ötürü de mecrur olarak okunduğu söylenmiş olup, buna göre takdir, "Allah, Resulünün hakkına yemin olsun ki, müşriklerden uzaktır" şeklindedir!'

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bununla beraber eğer şirkinizden tevbe ve rücû ederseniz, bu sizin için hayırlıdır" buyurmuştur. Bu ifade, Allah tarafından tevbeye ve Allah ile Resûlullah'ın, kendilerinden berî olmalarına sebep olan şirkten sıyrılıp çkmalarına bir teşviktir.

Allahü teâlâ, "Eğer şirkten dolayı tevbeden yüz çevirirseniz, şunu bilin ki, şüphesiz siz, Allah'ı âciz bırakabilecek değilsiniz" buyurmuştur. Bu, büyük bir tehdiddir. Çünkü bu söz, Hak teâlâ'nın onların üstüne en şiddetli azabı getirebileceğini gösterir.

Daha sonra Hak teâlâ şöyle buyurdu: "O inkâr edenlere âhirette acıklı bir azabın olacağını müjdele ki dünya azabı geçip bitince, âhiretteki ilahî azabdan kurtulunacağı zannedilmesin. Aksine şiddetli azab, Kıyamet günü onlar için hazır beklemektedir." Buradaki "müjdeleme" istihza için getirilmiştir. Bu tıpkı, "Onların selamı dayak, ikramı sövmedir" sözüne benzer.

Ayetteki Hükmün İstisnası

4

"Muahede yaptığınız müşriklerden, size, hiçbirşeyi eksik yapmamış ve aleyhinizde hiç bir kimseye yardım etmemiş olanlar, müstesna... Onların müddetleri bitinceye kadar, ahidlerini tamamlayın. Çünkü Allah müttakîlerisever".

Ayetteki yapılmış olan bu istisnanın, ne ile ilgili olduğu hususunda şu iki izah yapılmıştır:

1) Zeccâc bunun, (Tevbe, 1) ayetiyle ilgili olup, takdirinin, "Ahidlerini bozmayan müşrikler müstesna, bu, Allah ve Resulünden, muahede yapmış olduğunuz müşriklere bir muhtıradır" şeklinde olduğunu söylemiştir.

2) Keşşaf sahibi şöyle demiştir; "Bunun en iyi izahı, bu ifadenin, "(Ey müşrikler) haydi yeryüzünde dört ay daha dolaşın"(Tevbe, 2) ayetinin hükmünden yapılmış bir müstesna olmasıdır. Çünkü, (tefsir ettiğimiz ayetteki) söz, müslümanlara yönelik bir hitabtır. Buna göre bunun takdiri: "Bu, Allah ve Resulünden, kendileriyle ahid yapmış olduğunuz ve (ahidlerindeki) hiçbirşeyi eksik yapmamış olan müşriklere bir ültimatomdur. Binâenaleyh bunlarla olan ahdi tamamlayın" şeklindedir.

Bil ki Allahü teâlâ, bu müşrikleri şu iki sıfatla tavsif etmiştir:

1) Ayetteki, "Hiçbirşeyi eksik yapmamışlardır" ifadesi ile anlatılan husus.

2) Ayetteki, "Aleyhinizde hiç bir kimseye yardım etmemiş olanlar" ifadesi ile anlatılan husus. Bu hususta, en doğru görüşe göre, birincisi ile, onların bizzat müslümanlara karşı savaşa yeltenmeleri; ikincisi ile de, diğer bazı (kâfirleri) buna teşvik ederek, onlara yardım etmeleri ve onları savaşa teşvik etmeleri kastedilmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Allah"Onların müddetleri bitinceye kadar, ahidlerini tamamlayın" buyurmuştur. Bu, "Şu iki yönden ahidlerini bozmayan kimselerin, ahidlerini tamamlayın; ahidlerini tutanları, ahidlerini tutmayanlar gibi saymayın" demektir. Buna göre mana, "onlara, o ahidlerini tastamam yerine getiriniz" şeklindedir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demektedir: "Kinâneoğullarından bir cabîlenin muahedeleri dokuz ay devam etti. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlarla olan bu ahdi bozmadı."

Cenâb-ı Hak, "Çünkü Allah müttakileri sever" buyurdu. Bu, "İttika, bu iki kısım kâfirin (ahde vefa gösteren ile göstermeyenin) bir tutulmamasıdır" demektir. Yahut bu ifade ile şu murad edilmiştir: "Bu kısım müşrikler, Mi bozmaktan ve andtaşmayı bırakmaktan sakındıkları için, Allah tarafından, ahıdlerinin bozulmayıp korunmasına hak kazandılar." Rivayet olunduğuna göre Bekiroğulları Kabilesi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bulunmadığı bir sırada, Huzaaoğullarına saldırdılar.

Kureyşliler de onları silah vererek desteklediler, Derken Amr b. Salim el-Huzaî elçi olarak Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldi ve şu şiiri okudu: "Allah'ım! Kadîm baba dostumuz Muhammed'den istirham ediyorum: O Kureyşliler sana verdikleri sözde durmadılar, verdikleri ahdi bozdular. Vetîr mevkiinde uyurken gece baskını yapıp rükû ve secde vaziyetinde bizi kılıçtan geçirdiler."

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Size yardım etmezsem, ben de zafer yüzü görmeyeyim" diyerek (ona yardım vaadetti).

Bu ayetteki (......) kelimesi, dâd harfi ile (sizinle olan ahidlerini bozmazlarsa ) şeklinde de okunmuştur.

5

"Haram aylar çıktığı zaman, artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları esir olarak yakalayın, onları hapsedin, onların bütün geçit yerlerini tutun. Eğer tevbe ederler, namaz kılarlar, zekat verirlerse yollarını serbest bırakın. Çünkü Allah gafur ve rahimdir".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Ayın Başlangıcı ve Bitimi Hakkında Tabirler

Leys şöyle demiştir: "Arapça'da bir aydan çıkıldığı zaman, "Bu aydan çıktım (tamamladım);; denilir." Ebu'l-Heysem buna "Arapçada denilir. Bunun manası şudur? Falanca aya girdik, yani onu giyindik." Böylece biz, o ayın yarısı geçinceye kadar, ona gittikçe daha çok bürünmüş; sonra biz onu, ikinci yarısı, gün be gün tamamlanınca, sanki kendimizden soyup çıkarmış oluruz" diye izah etti ve şu şiiri söyledi:

Ben derim ki bu hususta, tam izah şöyledir: Tıpkı nasıl bir yer bir şeyi kuşatıp onun zarfı, kılıfı olursa, aynı şekilde bir zaman dilimi de, bir şeyi kuşatır ve onun adetâ zarfı, kılıfı olur. Birşeyin mekânı, sarılan cismin dış yüzeyine temas eden, saran cismin ic vüzevinden ibarettir. Binâenaleyh birşey derisinden sıyrılıp çıktığında, o, o derinin iç yüzeyinden, o satıhtan sıyrılıp çıkmış olur ki işte bu yüzey gerçekte onun mekanıdır. Tıpkı bunun gibi, bir ay tamam olduğunda, kendisini kuşatan şeyden sıyrılıp, başka bir aya girilmiş olur. O halde "selh", birşeyin, belli bir mekandan ayrılıp çıkmasıdır. Binâenaleyh bu, o şeyin, belli bir zamandan çıkıp ayrılması hakkında da kullanılmıştır. Zira mekan ile zaman arasında çok sıkı ve tam bir ilgi vardır.

Sürenin Bitiminde, "Müşrikleri Öldürün"

"Haram Aylar" meselesini biz, (Tevbe, 2)ayetinin tefsirinde açıklamıştık: Bu aylar, Kurban Bayramı gününden Rebi'üt-Âhir'in onuncu gününe kadar olan zamandır. Bunlara, "haram" denilmesi Allahü teâlâ'nın o aylarda, öldürmeyi ve savaşı haram kılmış olmasından dolayıdır.

Daha sonra Allahü teâlâ, bu aylar sona erince, şu dört şeye müsaade etmiştir:

a) "Artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün."

Bu'ayet, mutlak manada, yani nerede ve ne zaman olursa olsun, müşriklerin öldürülmelerini emretmektedir.

b) "Onları esir olarak yakalayın." Arapça'da lafzı, "esir" manasınadır.

c) "Onları habsedin." "Hasr", bir şeyi, kendini kuşatan şeyin dışına çıkmaktan men etmektir. İbn Abbas (radıyallahü anh), Cenâb-ı Hakk'ın, bu tabir ile, "Eğer kendinizi koruyabilirseniz, onları engelleyin, muhasara edin" manasını kastettiğini söylemiştir. Ferrâ da, onların "hasr"ının, Beytullah'dan uzak tutulmaları ve men edilmeleri olduğunu söylemiştir.

d) "Onların bütün geçit yerlerini tutun." "Marsad", düşmanın rasad edildiği (gözetildiği) yer demektir. Bu, Arapların, birisini gözettiğinde söyledikleri "Falancayı gözetledim" şeklindeki deyimlerinden alınmıştır.

Müfessirler bu ayetin manasının, "Onların Beytullah'a, veya çöle veya ticarete gitmek için tuttukları bütün yolların üzerinde oturup, gözetleyin" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Ahfeş, bu ayette bir hazfın bulunduğunu ve kelamın takdirinin, "Onların bütün geçit yerleri üzerine.." şeklinde olduğunu söylemiştir.

Allahü teâlâ daha sonra "Eğer tevbe ederler, namaz kılarlar, zekat verirlerse, yollarını serbest bırakın" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Namazı Terkeden Müslüman Hakkındaki Hüküm

Şafii (r.h) bu ayetle, namazı terkeden kimsenin öldürüleceğine istidlal ederek şöyle demiştir: "Çünkü Allahü teâlâ mutlak olarak bütün yollar ile kâfirlerin öldürülmelerini mubah kılmış ve sonra ancak şu üç şey birlikte yapıldığında, yani, küfürden tevbe edildiğinde, namaz kılındığında ve zekat verildiğinde, onların kanını haram kılmıştır. Dolayısıyla bu üç şey bir kimsede bulunmadığı zaman, onun kanının (öldürülmesinin) mubah oluşunun asliyyeti üzere kalması gerekir."

Buna göre şayet bu görüşte olmayanlar (Hanefîler), "Bundan murad, o ibâdetleri kabul edip, onların farz olduğuna inanmak olabilir. Bunun delili de, zekat vermeyenlerin öldürülmemeleridir" derlerse, Şafiîler şöyle cevap verirler: "Sizin ileri sürdüğünüz bu şey, ayetin zahirini bırakmaktır. Zekat vermeyenin öldürülmemesi meselesine gelince, bu tahsis görmüş (bir başka nass ile istisna edilmiş)tir." Eğer onlar (Hanefiler), "Bu lafzın tahsis edildiğini söylemek, niçin bu sözü, namaz ve zekatın farziyyetini ikrar etme manasına hamletmekten daha makbul olsun?" derlerse, biz deriz ki: "Fıkıh usulünde şöyle bir kaide vardır: "Her ne zaman, bir lafzın mecazi manası ile tahsis edilmesi arasında bir tezad meydana gelirse, tahsisli manayı tercih etmek evlâdır."

Zekatı Reddedelerın Hükmü

Hazret-i Ebu Bekir es-Sıddîk (radıyallahü anh)'in, zekatı vermeyenler hakkında şöyle dediği nakledilmiştir: "Ben, Allah'ın birlikte zikrettiği şeyleri birbirinden ayıramam." Belki de Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) bununla bu ayeti kastetmiştir Çünkü Allahü teâlâ, ancak tevbe eden, namazını kılan ve zekatını veren kimselerin yollarının serbest bırakılmasını emretmiştir. Binâenaleyh Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh), zekat vermeyen mürtedlerle savaşmayı farz görmüştür. Onların zekâtın farziyyetini inkâr etmeleri halinde bu hükmün böyle olacağı açıktır. Ama onların, zekatın farz olduğunu kabul ettikleri halde, özellikle Hazret-i Ebu Bekir'e vermekten imtina etmelerine gelince, Hazret-i Ebu Bekir'in, onların zekâtı "halife"ye vermeyip, bundan imtina etmeleri açısından onlarla savaşmanın farz olduğuna kâm olmuş olması da düşünülebilir. Onun bu husustaki görüşü, tıpkı şeriatın diğer zahirî hükümlerinin bilinmesi gibi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'în dininden anlaşılan bir şeydir.

Üçüncü Mesele

Biz, "tevbe"nin manasını, Bakara sûresinde (Bakara. 37) ayetinin tefsirinde ele almıştık. Hasan el-Basrî şunu rivayet etmiştir: "Bir esir, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e duyuracak şekilde, üç defa, "Ben Muhammed'e değil, Allah'a tevbe ederim" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Hakkı ehline verdi, onun olduğunu bildi, onu sahn" buyurdu.

Dördüncü Mesele

Allahü teâlâ'nın "Yollarını serbest bırakın " ayetine gelince, buradaki "yollar", "Beytullah'a giden yolları " yahut, "İşlerini görmek için gidecekleri yollar " manasınadır. Allah, tevbe edip iman edenleri bağışlar ve onlara rahmet eder. Burada şöyle bir incelik vardır: Allahü teâlâ, bütün hayır yollarını onlar için daraltmış ve onları çeşitli belâların içine atmış, sonra da onların, küfürden tevbe etmeleri, namazı kılmaları ve zekatı vermeleri halinde, dünyevî hertürlü afetten kurtulacaklarını beyan etmiştir. Binâenaleyh biz de, Kıyamet günü durumumuzun böyle olmasını fazl-ı ilahiden umarız. Dolayısıyla tevbe, nazarî (fikri) kuvveti, cehaletten; namaz ile zekat da, amelî kuvveti, uygun olmayan şeylerden temizlemektir. Bu da, en mükemmel saadetin, bunlara bağlı olduğunu gösterir,

İltica Eden Müşrike Yapılacak İşlem

6

"Eğer, o müşriklerden biri senden eman dilerse, ona eman ver, ta ki Allah'ın kelâmını dinlesin. Sonra onu emin olacağı bir yere kadar (selâmetle) ulaştır. Çünkü onlar bilmeyen bir kavimdir".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu ayetin, daha önceki ayetlerle münasebeti hususunda, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediği nakledilmiştir: Müşriklerden birisi, Hazret-i Ali (k.v)'ye: "Biz, bu (muahede) müddeti bittikten sonra, Allah'ın kelâmını dinlemek için veya herhangibir ihtiyaçtan dolayı Peygamber'e gelmek istersek, öldürülür müyüz?" deyince, Hazret-i Ali: "Hayır, çünkü Allahü teâlâ, "Eğer o müşriklerden biri senden eman dilerse, ona eman ver- Ta ki Allah'ın ielammı dinlesin" buyurmuştur" der. Bu sözün izahı şöyledir: Allahü teâlâ, haram aylar çıktıktan sonra, müşriklerin öldürülmelerini emredince, bu, Allah'ın hüccetinin onların aleyhine olarak devam ettiğine ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, daha önce söylediği her türlü delil ve beyyinenin, onların mazeretlerinin ve ileri sürecekleri şeylerin kabul edilmemesi hususunda yettiğine delâlet eder. Bu da, müşriklerden herhangi birisinin, bir delil ve hüccet istemesi halinde, bu isteğinin nazar-ı itibara alınmayıp, ondan müslüman olmasının, aksi takdirde öldürüleceğinin söylenmesini gerektirir. Binâenaleyh bu hüküm kalblere doğunca (şâyî olunca), Allahü teâlâ böyle bir şüpheyi ortadan kaldırmak için bu ayeti zikretmiştir. Bundan maksad, bir kâfirin bir hüccet ve delil istemek için, yahut Kur'an'ı dinlemek için gelmesi halinde, ona mühlet verilmesinin vacib olup, öldürülmesinin haram olduğunu ve kendisini emin hissedeceği bir yere kadar ulaştırılmasının vâcib olduğunu beyân etmektir. Bu da, öldürmeyi meşru kılmanın hikmetinin, din-i İslam'ın kabulü ve tevhidin ikrarını temin olduğuna delâlet eder. Yine bu, Allah'ın dini üzerinde tefekkürün, en yüce makam ve derece olduğuna delâlet eder. Çünkü kanı helâl sayılan bir kâfir, kendisinin dinî tefekkür ve istidlale talib olduğunu açıklayınca, bu helal sayılma hükmü ortadan kalkar ve Peygamberin onu, emin olacağı bir yere kadar sağ salim ulaştırması vacib olur.

İkinci Mesele

Ayetteki ehad kelimesi, ayette yer alan istecâre fiilinin açıklamış olduğu mukadder bir fiil ile merfû olup; takdiri, şeklindedir, Bu kelimenin mübtedâ olarak merfû olması caiz değildir. Çünkü, fiillerde âmil olan in edatı, fiilin dışındaki şeye gelmez. (Gelmişse, orada hazfedilen bir fiil var demektir.)

Buna göre şayet, "Ayetin takdiri sizin bahsettiğiniz gibi olduğuna göre, bu hakiki gerçek tertibin terkedilmesinin hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki:

Bu husustaki hikmet, Sîbeveyh'in bahsettiği şu husustur: "Araplar, en mühim olanı ve kendisiyle daha çok ilgilendikleri şeyi öne alırlar." Biz burada, delilin zahirinin, müşriklerin kanını akıtmanın mubah olduğunu gerektirdiğini beyan etmiştik. Binâenaleyh, (sığınmaları halinde) onların kanının heder edilmekten korunmaya daha çok itina gösterildiğine delâlet etsin diye, ehad kelimesi önce zikredilerek bu tertibe riayet edilmiştir. Zeccâc şöyle demektedir: "Bu, "şayet senden, onlardan birisi, Allah'ın kelamını dinleyinceye kadar öldürülmekten emin kılınmasını talep ederse, onu emin kıl, himaye et" demektir.

Kelamullah Hakkında Mutezıle'nin İddiası

Mutezile şöyle demiştir: "Bu ayet, Allah'ın kelâmını kâfir-mü'min, zındık-sıddîk herkesin dinlediğine delalet eder. Halkın çoğunluğunun dinlediği şey ise, sadece bu harfler ve bu seslerdir. Böylece bu, Allah'ın kelâmının, işte bu harfler ve bu seslerden ibaret olduğuna delâlet eder. Bu harfler ve seslerin kadîm olmadıktan, zarurî olarak bilinen bir husustur. Zira, Allah'ın bu harflerle konuşması, ya bir anda, yahut da sırayla olmuştur. Binâenaleyh, şayet Cenâb-ı Hak bu harfleri birden, aynı anda konuşmuşsa, bundan muntazam bir kelam meydana gelmez. Çünkü söz ancak, bu harfler varlık âlemine ardarda ve peşpeşe girdikleri zaman muntazam olur. Binâenaleyh, şayet o harfler ardarda değil de aynı anda meydana gelecek olurlarsa, bir intizâm meydana gelmez, böylece de bir kelâm teşekkül etmez. Ama o harfler ve sesler ardarda ve peşpeşe meydana geldiklerinde, "önce olanın bitmesi, sonra olanın da (bundan sonra) meydana gelmesi gerekir ki bu da, hadis olmayı, sonradan olmayı doğurur. Binâenaleyh bu, Allah'ın kelâmının rnuhdes olduğuna delâlet eder" Mutezile sözüne devamla şöyle der: "Şayet siz, Allah'ın kelâmı, harf ve seslerden başka bir şeydir" derseniz (biz deriz ki) bu bâtıldır. Zira Allah'ın Resulü, "Allah'ın sözü" ifadesiyle, ancak bu harf ve seslere işaret etmiştir."

Haşviyye ile bazı ahmak kimselere gelince, onlar, şöyle demektedirler: "Bu ayet ile, Allah'ın kelâmının, ancak bu harfler ve sesler olduğu ve Allah'ın kelamının kadîm olduğu sabit olmuştur. Binâenaleyh, harflerin ve seslerin de kadim olduğuna hükmetmek gerekir."

Bil ki, Üstad Ebû Bekr İbn Fûrek, şunu öne sürmüştür: "Biz, bu harf ve sesleri dinlediğimizde, bununla birlikte Allah'ın kelâmını da duymuş oluyoruz." Ama diğer alimler, onun bu görüşünü kabul etmemişlerdir. Zira o kadîm olan kelâm, ya bu harfler ve seslerin bizzat kendisidir veyahut da bundan başka bir şey olur. Birinci görüş, cahil kimselerin ve Haşviyye'nin görüşü olup, hiçbir akıllıya bunu söylemek yakışmaz. İkincisi de bâtıldır; çünkü böyle olması halinde biz, harfleri ve sesleri dinlediğimizde, bu harf ve seslerin mahiyetine muhalif olan diğer bir şeyi de dinlemiş oluruz. Ancak ne var ki biz, zarurî olarak, bu harf ve sesleri dinlediğimizde, bunun dışında başka bir şey duymaz; duyu organlarıyla, bunlardan başka diğer bir şeyi de idrâk edemeyiz. Böylece, bu söz de itibardan düşmüş olur.

Mutezile'nin görüşüne karşı verilecek en doğru cevap, şöyle dememizdir: Bizim dinleyip durduğumuz bu şeyler, size göre, Allah'ın kelâmının aynısı değildir. Çünkü Allah'ın kelâmı, ilk defa yarattığı harfler ve seslerdir. Daha doğrusu o harfler ve sesfer, sona ermiş, bitmişlerdir. Halbuki bizim dinleyip durduğumuz şey ise, insanın yaptığı, meydana getirdiği, okuduğu harfler ve seslerdir. Binâenaleyh, sizin bizim aleyhimize olarak söylediğiniz ve bizi ilzam etmek istediğiniz şey, sizin aleyhinize de vaki olur.

Bil ki, Ebu Ali el-Cübbaî, bu ilzamın çok kuvvetli olmasından dolayı, şaşırtıcı bir yol tutarak, şöyle demiştir: "Allah'ın kelâmı, harflere ve seslere benzemeyen, onlardan farklı bir şeydir. Ve o kelâm, her okuyucunun okumasıyla beraber devam eder. " Mutezile bile, bu görüşün zayıflığı ve tutarsızlığı hususunda mutabakat halindedirler. Allah en iyisini bilendir.

Taklid Kâfi Değil, Mutlaka Tefekkür Gereklidir

Bil ki bu ayet, dinde taklidin yeterli olmadığına, mutlaka tefekkür etmenin ve düşünmenin gerektiğine delâlet etmektedir. Bu böyledir, zira taklid yeterli olsaydı, bu kâfire mühlet verilmemesi; aksine ona, "ya iman edeceksin; yahut da seni öldüreceğiz" denilmesi gerekirdi. Aksine, biz ona bunu söyleyemiyor, ona mühlet veriyor, korkuyu ondan gideriyor ve bize de, onu, kendisini emniyette hissedeceği bir yere ulaştırmamız vâcib olunca, biz bunun, ancak, dinde taklidin yeterli olmadığı; tam aksine, mutlaka hüccet ve delilin gerekli olduğu gerekçesiyle olduğunu anlamış oluyoruz. İşte bu sebepten dolayı, bir düşünme ve istidlalde bulunma zamanı olsun diye, ona mühlet veriyor ve ona bir süre tanıyoruz.

Bu sabit olunca biz diyoruz ki: Ayette, bu sürenin ne kadar olacağına delâlet eden herhangi bir açıklama yoktur. Belki de, bunun miktarı ancak örf ile tayin edilir. Binâenaleyh, her ne zaman bir müşrikte, onun hakkı, hakikati aradığı; istidlal etmenin yollarını araştırdığına dair alâmetler görülürse, o zaman ona mühlet tanınır, yakası da bırakılır. Yok, eğer onda, hakdan yüz çevirdiğine, yalanlarla oyalayarak zamanı geçiştirdiğine dair bir şeyler hissolunursa, o zaman ona iltifat edilmez. Allah en iyisini bilendir.

Müşriğin Kur'an Dinleme Talebi

Bu ayette zikredilen bir başka husus da, o müşriğin Kur'an'ı dinlemek istemesidir. Bu sebeple biz diyoruz ki, onun delilleri dinlemesi ve şüphelerine karşı cevap talebinde bulunması da, bu hususa dahildir. Bunun delil şudur: Allahü teâlâ, o emin kılmanın ve himaye etmenin vâcib olduğunu, onun bilgisizliğine bağlamıştır. Zira Cenâb-ı Hak, "Çünkü onlar, bilmeyen bir kavimdir" buyurmuştur. Buna göre mana, "Bilmeyi istediği, hakka ulaşmayı arzuladığı için onu emin kıl, himaye et" şeklinde olur. Şu halde, kendisinde böyle bir illet ve sebep bulunan herkese emân vermek vâcib olur.

Burada Kelamullah Ne Demektir?

Cenâb-ı Hakk'ın, "Ta ki Allah'ın kelâmını dinlesin..." ifadesi hakkında da şu izahlar yapılmıştır.

a) Cenâb-ı Hak, bu ifadeyle, Kur'an'ın tamamını dinlemesini murad etmiştir, Zira, delîl ve beyyinelerin tamamı, Kur'an'dadır.

b) Cenâb-ı Hak, bu tabirle onun, Berâe sûresini dinlemesini murad etmiştir. Çünkü bu sûre, müşriklere karşı nasıl muamele edileceğine dair hükümleri ihtiva etmektedir.

c) Cenâb-ı Hak bu tabirle, delillerin tamamını dinlemesini murad etmiştir. Kur'an-ı Kerim, delillerin büyük bir çoğunluğunun yerine geçen bir kitap olduğu için, burada özellikle zikredilmiştir.

Cenâb-ı Hak, "Sonra onu emin olacağı bir yere kadar selamette ulaştır" buyurmuştur. Bu, "Onu, içinde, gerek canları gerekse malları hususunda kendilerini emniyyette hissedecekleri kavimlerinin memleketlerine ulaştır" demektir. Ancak bundan sonra, onlarla savaşmak ve onları öldürmek caiz olur.

Yedinci Mesele

Fukahâ şöyle demiştir: "Meselâ, İslâm'a girme ümidiyle Allah'ın kelâmını dinlemek gibi şer'î bir maksat; yahut da ticari bir gayeyle yurda girmek için eman dilemiş olması hariç, kâfir olan bir harbî (kendisiyle savaşılan), İslâm memleketine girdiği zaman, malıyla beraber kendisi de ganimet malı olmuş olur. Binâenaleyh, şayet o, bir çocuğun veya bir delinin emân vermesiyle İslâm beldesine girmiş olursa, bunların emânlan da bir tür emân sayılır. Binâenaleyh o kimsenin kendisini emniyyette hissedeceği yere ulaştırılması gerekir. Bu da o kimsenin ve malının korunmuş bir vaziyyette, kendisi için emniyyet beldesi olan bir yere ulaştırılmasıdır. Yine o müşriklerden, İslâm memleketine elçi olarak giren olursa, bu elçilik de onun hakkında bir "emân" sayılır. Yine bir kimse, İslâm beldesine bir mal almak gayesiyle girerse, hem onun matı, hem de kendisi için emân söz konusudur. Allah, en iyisini bilendir.

Müşrikler Ahidlerine Bağlı Kalırlarsa Siz de Bağlı Kalınız

7

"O müşriklerin Allah yanında, Resulü yanında nasıl bir ahdi olabilir? Mescid-i Haram'ın yanında muahede yaptıklarınız müstesnadır. O halde bunlar size karşı doğrulukla hareket ederlerse, siz de kendilerine öylece doğrulukla muamele edin. Şüphesiz ki Allah, sakınanları sever".

Bu ayetin başındaki keyfe "nasıl?" kelimesi, istifhâm-ı inkârî'dir. Bu, senin tıpkı, "Beni geçemez, onun beni geçmesi uygun düşmez!" manasında, "Senin gibi birisi nasıl olur da beni geçebilir!" demen gibidir. Ayette bir hazf olup, bunun takdiri, "Yapılmış olan ahdi bozmayı kalblerinde gizledikleri halde, buna rağmen, müşriklerle daha nasıl bir ahid yapılabilir? Ahdi bozmayıp ona vefasızlık göstermedikleri için, Mescid-i Haram'da kendileriyle ahidleştiğiniz kimseler müstesna. -Bunların, Kinâne ve Damraoğulları olduğu söylenmiştir.- Siz, bunların akibetlerini gözetiniz. Onları öldürmeyiniz.. Onlar, sizin ahdinize doğrulukla muamele ettikleri sürece, siz de onlara, aynı şekilde doğrulukla muamele edin. Zira Allah muttakileri sever Yani, "Allah'ı sayan herkes, ahid yapmış olduğu kimselere karşı, ahdini tastamam îfâ eder" demektir. Allah en iyisini bilendir.

Kâfirlerin Galip Geldiklerinde Tutumları

8

Âyetin tefsiri için bak:10

9

Âyetin tefsiri için bak:10

10

"Onların nasıl ahdi olabilir ki; eğer size galebe ederlerse hakkınızda ne bir yemin ne de bir vecibe gözetip tanımazlar. Sizi ağızlarıyla (güya) hoşnut ederler, fakat kalbleri dayatır. Onların çoğu fâsıkdırlar. Onlar, Allah'ın ayetleri mukabilinde az bir pahayı satın aldılar da, O'nun yolundan halkı zorla menettiler. Gerçekten, onların yapageldikleri şeyler ne kötüdür! Onlar bir mümin hakkında ne bir yemin, ne de bir vecibe gözetip tanımazlar. Onlar, taşkınlarınta kendileridir".

Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın, bu ayetin başındaki keyfe tabiri, müşriklerin sözlerinde durmalarının ihtimal verilmeyen, uzak görülen bir şey olduğunu ifade etmek için tekrar getirilmiştir. Malûm olduğu için de, fiili hazfedilmiştir. Yani, "Onların halleri, yeminlerini ve ahidlerini kuvvetlendiren birtakım şeylerin geçmesinden sonra, size galip gelmeleri halinde herhangi bir ahde ve andlaşmaya vefa göstermeyip, sizin hakkınızda bunları devam ettirmeyecekleri bir vaziyet olduğu halde, onlarla nasıl başka bir ahid yapılır?" demektir. İşte ayetin ifade ettiği mana budur.

Bu ayette bulunan lafızların açıklanması gerekmektedir. Arapça'da, bir kimseden üstün olduğun zaman, iyine damın üzerine çıktığın zaman, denilir.

Leys de şöyle demiştir: "Zuhur", bir şeyi elde etmek, onu elde etmeye muvaffak olmak demektir. denildiğinde, bunun manası, "Allah o müslümanları o müşrikler üzerine yüceltti, üstün getirdi" şeklinde olur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Su suretle de galip çıktılar" (Saf, 14) ve "O hak dini bütün dinlerden üstün kılacaktır"(Saf. 9) ayetleri de bu manadadır. Yani, "onu, bütün dinlere üstün kılmak, üstün getirmek içindir, demektir.

Bu husustaki sözün özü şudur: Başkasını yenen kimsede, bir kemal sıfatı meydana gelir. Böyle olan herkes, kendisini galip ve üstün görür.. Mağlup olan ise, noksanmış gibi olur. Noksan olan da, kendisini gösteremez, noksanlığını gizler.. Böylece zahara fiili, kinaye yoluyla, galip gelmek manasına gelmiş olur. Zira galip gelme manası da onun levâzımındandır, zarurî sonuçlarındandır. Binâenaleyh, tabiri "Onlar size güç yetirirlerse, size galip gelirlerse..." manasını taşımaktadır. "Gözetip tanımazlar.. buyruğu hakkında Leys şöyle demektedir: "Arapça'da "gözetme" anlamında denilir. Bu, kişinin birini beklemesi, gözetlemesi, gözetmesi anlamına gelir. Yine Arapça'da bekçileri, muhafızları manasında, "kavmin bekçisi..." denilir." Ayette "Sözüme bakmadın" (Tâha, 94)varid olup, manası "sözümü tutmadın, onu gözetmedin" demektir.

İll Kelimesinin Manası

Ayetteki (......) kelimesine gelince, bu hususta da şu görüşler ileri sürülmüştür:

a) Bu, "ahid" anlamına gelir. Nitekim şair şöyle demiştir: "Biz onların, ahidlerinden caydıklarını gördük.. Oysa ki, ahid ve söz sahibi olan kimse, (bundan cayarak), yalan söylemez..." Burada (......), ahid manasındadır.

b) Ferrâ, (......) kelimesinin yakınlık, karabet manasına geldiğini söylemiştir. Nitekim şair: "Hayatın hakkı için, senin Hassan Kureyş'e olan yakınlığın, deve yavrusunun, deve kuşu yavrusuna olan yakınlığı gibidir" demiştir.

c) (......) kelimesi, yemin anlamındadır Nitekim Evs Ibn Hacer beytinde, bu kelimeyi yemin manasında kullanmıştır. Yani, "yemin.." demektir.

d) (......) kelimesi, Allah (c.c)'ın isimlerindendir. Ebu Bekr es-Sıddîk (radıyallahü anh)'in, Müseylime'nin hezeyanlarını dinlediğimde, "Bu söz, (......)'den (Allah'dan) sudur etmez!.." dediği rivayet edilmiştir. Zeccâc bu görüşü tenkit ederek, "Allah'ın isimleri, gerek hadislerden, gerekse Kur'an'dan öğrenilmiştir. Hiç kimsenin, "Yâ (......)!" dediği duyulmamıştır" demiştir.

e) Zeccâc şöyle demektedir: "Bana ve Arapça'nın muktezâsına göre, gerçekte (......) kelimesi, bir şeyi keskinleştirme anlamındadır. Nitekim, Arapça'da, kargıya (......) denilmiş olması bu manadadır. Yine "şekilli, dik ve güzel kulaklar" manasında olmaküzere, denilir.

f) el-Ezherî şöyle demiştir: (......), Cenâb-ı Allah'ın İbranice'deki isimlerinden birisidir. Bunun Arapçalaştırılmış olması ve böylece de (......) denilmiş olması mümkündür.

g) Bazıları şöyle demişler: "Bu kelime, birşey saf hale gelip parladığında, Arapların, bunu ifade için kullandıktan fiilinden alınmıştır.lnci satana (incilerin) parlaklığından ötürü, denilmesi de bu köktendir. Yine parlaklıkta, kargıya benzeyen kulağa da, denilir. Arapçada, denilir, yani, "Onun, sesini yükselttiği bir iniltisi vardır" demektir. Kadın vaveyla kopardığında, İlgili denilir. O halde ahd, bozulma şaibelerinden arınmış, uzak ve adetâ parlak olduğu için, "ili" adını almıştır; yahut da, cemiyetler anlaşma yaparken, seslerini yükselttikleri ve onu ilan ettikleri için bu ismi almıştır.

Zimme Kelimesinin Manası

Cenâb-ı Hakk'ın "ne de bir vecîbe (gözetirler)" ifadesindeki "zimmet" ahd manasında olup, cem'i zımem ve zimâm şeklinde gelir. Zimmet, "insanın üzerine gerekli (vacib) olan her şey" manasınadır ve bu zayi etme (gereğini yapmama) halinde, ilgilinin kınanmasına sebep olacak şeydir. Ebu Abdullah şöyle demiştir: "Zimmet, kendisinden dolayı utanılan, yani ondan dolayı zemmedilmekten kaçınılan şey demektir. Nitekim, "O, kendi kendini kınadı, tenkid etti" manasında denilir. Bunun bir benzeri de (günahtan kaçındı), (günahtan vazgeçti) ve (zorluktan çekindi) fiilleridir. Cenab-ı Allah'ın "Sizi ağızlarıyla güya hoşnut ederler, fakat kalbleri dayatır" ifadesi, "Onlar dilleri ile tatlı ve güzel sözler söylerler, halbuki kalblerinde bunun tam aksi bulunur. Çünkü onlar, içlerinde sadece kötülük ve eğer oelirse size ezivet etme niyeti tutarlar" demektir.

Allahü teâlâ, "Onların çoğu âşıklardır" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili şu iki soru vardır:

Birinci soru: Bu sıfatı taşıyanlar, kâfirlerdir. Küfür ise, fısktan daha çirkin ve kötüdür. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın onları iyice zemmedilmeleri gereken bir yerde, "fâsıklar" diye tavsif etmiş olması nasıl güzel ve yerinde olabilir?"

Kâfirlerin Hepsi Fâsık mıdır?

İkinci soru: Kâfirlerin hepsi fâsıktır. Binâenaleyh Cenâb-ı Allah'ın, "Onların çoğu fasıklardır" demesinin manası ne olabilir?

Birinci soruya şu şekilde cevap verilebilir: Kâfir, dini hususunda bazan âdil, bazan da fâstk ve kötü nefisli olur. Bundan dolayı, bu ayetle murad edilen, ahid bozmayı âdet haline getiren o kâfirlerin ekserisinin, gerek dinleri hususunda, gerekse kavimleri nezdinde fâsık olmalarıdır. Binâenaleyh "fâsık" vasfı da, iyice tenkidi ifade etmektedir.

İkinci sorunun cevabı da, geçen cevabın aynısıdır. Çünkü kâfir bazan, yalandan, ahdi bozmaktan, hile ve tuzaktan sakınır, bazan da bu işleri yapar. Böylesi insanlar, bütün insanlara ve bütün dinlere göre kınanmıştır. O halde ayetteki, "Onların çoğu fasıklardır" ifadesiyle, "Onların çoğu, bu kötü sıfatlara sahiptir" manası kastedilmiştir.

İbn Abbas (radıyallahü anh) da bu ayet için, "O kâfirlerin bir kısmının müslüman olup şirklerinden tevbe etmeleri ihtimali vardı. Nitekim bu hal gerçekleşti. İslam'ı kabul edecek olanların bu hükmün haricinde kaldığını göstermek üzere, "Onların çoğu fasıklardır" demiş olması uzak bir ihtimal değildir" demiştir.

Allahü teâlâ "Onlar Allah'ın ayetleri mukabilinde, az bir pahayı satın aldılar da. O'nun yolundan halkı zorla men ettiler" buyurmuştur. Bu hususta şu iki görüş vardır:

1) Bununla, müşrikler kastedilmiştir. Mücâhid şöyle der: "Ebu Süfyanb. Harb, kendi müttefiklerine ziyafet vermiş, Hazret-i Peygamberin müttefiklerini (bunun dışında) bırakmıştır. Bunun üzerine onlar, bu ziyafetten dolayı, aralarında olan ahdi bozmuşlardır.

2) Bu ayette bahsedilenlerin, ahdi bozma hususunda müşrikleri destekleyen bir grup yahudi olması da uzak bir ihtimal değildir. Binâenaleyh bu tabirden maksad, o yahudileri kınamak olmuş olur. Bu, Kur'an-ı Kerim'de, sanki hep yahudilere has kılınmış bir ifade gibidir. Bu husus, Allahü teâlâ'nın; "(Onlar), hakkınızda ne bir yemin, ne de bir vecîbe gözetip tanımazlar" ifadesini, bu ayette iki kere tekrar etmesi ile de kuvvet kazanır. Binâenaleyh eğer bu ifade ile müşrikler kastedilmiş olurlarsa bu, sırf (lüzumsuz) bir tekrar olur. Ama bununla yahudiler kastedilmiş olursa, bu bir tekrar olmaz. Bunun için, ikinci mana daha uygundur.

Allahü teâlâ daha sonra da, "Onlar, taşkınların tâ kendileridir"buyurmuştur. Bu, "Onlar, Allah'ın dini hususunda, kanun koyduğu hususlar ile, ahd ve anlaşmanın gerektirdiği şeyleri çiğneyip geçerler" demektir. Bunda, son derece ileri bir tenkid (kınama) vardır. Allah en iyi bilendir.

Dönüş Yapan Müşriklerin Durumu

11

Âyetin tefsiri için bak:12

12

"Bununla beraber eğer tevbe ve rücû ederler, namaz kılarlar, zekat verirlerse, artık onlar sizin dinde kardeşlerinizdirler. Biz, ayetleri, bilecek kimseler için açıklarız. Eğer ahidlerinden sonra yine yeminlerini bozar ve dininize saldınrlarsa. o zaman küfrün o önderlerini hemen öldürün. Çünkü onlar, andlan olmayan adamlardır. Umulur ki onlar bu suretle taşkınlıktan vazgeçerler".

Bil ki Allahü teâlâ, kendisi hakkında ne bir (yemin), ne de bir vecibe gözetmeyen, ahdini bozan, münafıklıkta birleşen ve Allah'ın koyduğu kanunları çiğneyip geçen kimselerin hallerini beyân edince, bunun peşine, onların namaz kılmaları, zekat vermeleri halinde, haklarındaki hükmün nasıl olacağını beyan buyurmuş ve bu hükmü de, "Artık onlar sizin dinde kardeşinizdirler" ifadesinde toplamıştır. Bu ifade, imanın bütün hükümlerini taşır. Eğer bu, tafsilatlı bir şekilde açıklanacak olsa, çok uzar.

"İn" Şart Edatının Hükmü

İmdi şayet, "Bir şarta in (eğer) edatıyla bağlanan şey, o şart bulunmadığı zaman, söz konusu olmaz. Bu da, ayette bahsedilen üç şart bulunmadığı zaman, din kardeşliğinin tahakkuk etmemesini gerektirir. Halbuki bu müşkildir. Çünkü çoğu kez o kimse fakir olabilir, yahut zengin olsa bile, (malının üstünden) bir sene geçmeden zekat vermesi ona farz olmaz" denirse, biz deriz ki: Bu hususu, (Nisa, 31) ayetini tefsir ederken, "Bir şarta in edatı ile bağlanan şeyin, o şart bulunmadığı zaman, bulunmaması gerekmeyeceğini" beyan etmiştik. Böylece bu soru zail olur. Alimlerden, "Bir şarta in (eğer) edatı ile bağlanan şey, o şart bulunmadığı zaman bulunmaz" diyenler, bu ayet hususunda şunu söylemişlerdir: Müslümanlar arasında İslam sebebiyle meydana gelen kardeşlik, namaz ve zekat şartlarının ikisine birden bağlanmıştır. Çünkü Allahü teâlâ, kardeşliğin meydana gelmesi hususunda, zekatın verilmesini de şart koşmuştur. Binâenaleyh üzerine zekat vermek farz olmayan kimsenin de, zekatın farz olduğunu kabul etmesi farzdır. Bundan dolayı o (fakir) kimse, zekatın farz olduğunu kabul edince, din kardeşliğinin şartını yerine getirmiş olur. İbn Mes'ûd (radıyallahü anh), "Ebu Bekr'e Allah rahmet etsin, O, dinî konularda ne derin bir fakihti" demiştir. İbn Mes'ud (radıyallahü anh), bu sdzü ile, Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh)'in, zekat vermek istemeyenler hakkındaki, "Allah'a yemin ederim ki, onun birlikte zikrettiği iki şey yani namaz ile zekat arasında ayırım gözetmem" sözünü kastetmiştir.

Allahü teâlâ, "Artık onlar sizin din kardeşinizdirler" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili iki bahis vardır:

İhvan ve İhve Kelimelerinin Kullanılışı

Birinci bahis: Ferrâ, ayetteki (......) kelimesinin, bir mübtedanın takdiri ile "Onlar, sizin kardeşlerinizdir" manasında olduğunu söylemiştir. Bu tıpkı, "Şayet babalarının kim olduğunu bilmeseniz de, zaten onlar sizin din kardeşlerinizdir..." (Ahzab, 5) ayetinde olduğu gibidir.

İkinci bahis: Ebu Hatim şöyle demiştir: "Bütün Basra ulemâsı, "ihve" kelimesinin, neseb bakımından kardeş olanlar hakkında; "ıhvân" kelimesinin de, "dostluk" manasında kardeşlik için kullanıldığını söylemişlerdir." Bu görüş yanlıştır. Zira, hem dostlar hem de dost olmayanlar hakkında ihvan ve ihve kelimeleri kullanılır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Mu minler ancak kardeştirler (ihvetun)" (Hucurat, 10) buyurmuş; ama, neseb yönünden olan kardeşliği kastetmemiştir. Yine ayette, "gerek kardeşlerinizin (ihvani-kum) evlerinden..." (Nur, 61) ayetinde ise neseb yönünden kardeş olanlar hakkında ihvan tabirinde kullanılmıştır.

İbn Abbas: "Bu ayet, ehl-i kıblenin kanını akıtmayı haram kılar" demiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Biz ayetleri bilecek kimseler için açıklarız" buyurmuştur. Keşşaf sahibi: "Bu, iki cümle arasına girmiş bir itiraziyye cümlesi olup, bundan maksat, andlaşma yapılan müşriklere ait hükümlerle, o hükümlere riayet etmeye dair tafsilatlı olarak açıklanan şeyleri düşünmeye teşvik etmeye sevketmektir" demiştir.

Ahdi Bozmaları Hakkında

Daha sonra "Eğer ahidlerinden sonra, yine yeminlerini bozar ve dininize saldırırlarsa... " buyurulmuştur. Arapça'da tıpkı, yön ipliğinin eğirildikten sonra, (geri çevrilerek) bozulması gibi, andlaşmayı kesinleştirdikten ve katîleştirdikten sonra, onu bozan kimseler hakkında, denilir. "ipini sağlamca bükdükten sonra söküp bozan..." (Nahl, 92) ayetinde de böyledir. Eymân kelimesi, yemin ve kasem etmek manasında olan, yemîn kelimesinin çoğuludur. Sağ elin ismi olan yemîn kelimesinin, aynı zamanda yemin hakkında kullanılmasının sebebinin ise, andlaşma yapan kimselerin, bu andlaşmayı yaparken sağ ellerini birbirine uzatmış olmaları olduğu ileri sürüldüğü gibi, yeminini yerine getiren kimsenin yeminindeki bereket ve uğurdan dolayı da, kaseme yemin adının verildiği de söylenmiştir. Buna göre ayetteki ifadesi, "onar ahidlerini bozarlarsa..." manasındadır. Burada bozulan ahid hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür:

1) Bu, ekseri ulemânın görüşü olup, buna göre bundan maksat, onların Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e verdikleri ahdi bozmuş olmalarıdır.

2) Buradaki ahid, iman ettikten sonra müslüman olmak manasına hamledilmiş olması mümkündür. Böylece bununla, onların iman ettikten sonra mürted olmaları murad edilmiş olur. İşte bundan dolayı, bu ayeti bazıları, (......) şeklinde okumuşlardır. Hem meşhurdan kıraatten, hem de bu ayetin, ahdi bozanlar hakkında nazil olmasından dolayı, birinci tefsir daha evlâdır. Zira, Allahü teâlâ onları iki gruba ayırmışur. Allah, onlardan tevbe edenleri seçip ayırınca, geriye sadece ahdi bozmaya devam eden kimseler kalmış olur. Cenâb-ı Hakk'ın "ve dininize saldırırlarsa.." buyruğuna gelince, Arapça'da "Onu, kargısıyla dürttü, yaraladı" ve "Kötü sözle yaraladı. ' deniliyor. Leys, şöyle demektedir: "Bazı Araplar, şeklinde kullanır ve bu tabirleri bu şekilde birbirinden ayırırlar. " Buna göre ayet-i kerimenin manası, "Onlar dininizi ayıplar ve dininizi tenkit ederlerse" şeklinde olur.

İnkâr Edenlerin Cezası

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O zaman küfrün o önderlerini hemen öldürün " buyurmuştur. Bu, "Her ne zaman onlar böyle yaparlarsa, siz de bunu yapın " demektir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Nâfi, İbn Kesir ve Ebû Amr, ikinci hemzenin de telyini ile eimmete'l-küfr; diğer kıraat imamları da iki hemze ile eimmetel-küfr şeklinde okumuşlardır. Zeccâc şöyle demiştir. Eimme'nin aslı " dir. Nasıl misal'in cem'i emsile gelirse, bu kelime de imam'ın cem'idir. Ancak ne var ki, iki mim bir araya gelince, birincisi ikincisine idğam edilir ve harekesi ikinci hemzeye verilir. Böylece de kelime elmme haline gelmiş olur. Aynı kelime de iki hemzenin bir arada bulunması nahoş olduğu için ikincisi meksur olan yâ'ya dönüşmüş olur. Bu, bütün nahivcilerce tercih edilen görüştür.

Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki: Keşşaf sahibi şöyle der: Eimme lafzı, hemze ile başlayan ve kendisinden sonra, yâ ile hemze arası bir hemze bulunan bir lafızdır. Açık iki hemze ile okumak, Basralıtara göre makbul olmasa dahi, meşhur olan bir kıraattir. Ama, ikinci hemzeyi açık bir yâ ile okumak ise meşhur bir kıraat değildir. Bunun kıraat olması da caiz değildir. Binâenaleyh, bunu açık bir yâ ile okuyan kimse, kırâatta hataya düşmüştür ve lafzı tahrif etmiştir.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın buyruğunun manası, "Bütün kâfirleri, öldürün" demektir. Ancak ne var ki Allahü teâlâ, tebaayı da bu bâtıl şeylere teşvik edenler onlar olduğu için, özellikle onların liderlerini ve reislerini zikretmiştir..

Üçüncü Mesele

Zeccâc şöyle der: "Bu ayet, zımmînin, İslâm aleyhinde konuşması halinde öldürülmesi gerektiğini ifade eder. Zira, onunla yapılan andlaşma, İslâm aleyhinde bulunmama şartına bağlıdır. Binâenaleyh şayet İslama ta'n edecek olursa, ahdini bozmuş ve ahdine vefa göstermemiş olur."

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "çünkü onlar, yeminleri olmayan adamlardır" buyurmuştur. İbn Âmir, bunu, hemzenin kesresiyle îmane şeklinde okumuştur. Bu kıraat hakkında şu iki izah yapılmıştır:

a) "Onlar için bir emân yoktur." Yani, "Onlara emân vererek emîn kılmayınız.." demektir. Böylece bu ifade, korkutmanın zıddı olan îman (emân vermek) fiilinin bir masdarı olmuş olur.

b) "Onlar kâfirdirler, onların İmanları yoktur." Yani, "Onlar için bir tasdik ve bir din söz konusu değildir" demektir. Diğer kıraat imamları ise, hemzenin fethası ile, eymâne şeklinde okumuşlardır ki, bu, "yemin" kelimesinin çoğulu olup, manası, "Onların gerçekten yeminleri, andları yoktur. Onların yeminleri, yemin değildir" şeklindedir. Ebu Hanîfe (r.h), kâfirin yemininin yemin addedilmeyeceği hususunda, işte bu ifadeye tutunmuştur. Şafiî (r.h)'ye göreyse, onların yeminleri de bir yemindir. Ebu Hanîfe'ye göre bu ayetin manası, "Onlar, yeminlerine vefa göstermeyince, onların yeminleri, sanki yemîn olmamış gibi olur" şeklindedir. (Şafiî'ye göre) bunların yeminlerinin bir yemin olmasının delili de, Allahü teâlâ'nın ifadesinde, onların, yeminlerini "bozmakla" vasfeditmiş olmalarıdır.. Binâenaleyh, şayet o yeminler yemin sayılmasaydı, onların bozulmasından bahsetmek yerinde ve doğru olmazdı.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Umulur ki onlar (bu taşkınlıktan) vazgeçerler" buyurmuştur. Bu ifade, Cenâb-ı Hakk'ın, "O zaman küfrün önderlerini hemen öldürün" emriyle ilgilidir. Yani, "Onlardan sudur eden bunca büyük kabahat ve suçlardan sonra, onlarla savaşmanızdaki maksadınz, onları içinde bulundukları küfürden vazgeçirmek olsun" demektir. İşte bu, Allahü Teâlâ'nın insana olan sonsuz keremi ve lütfundandır.

Ahidlerini Bozup Peygamberi Çıkartanlarla Savaş

13

"Ey mü'minler yeminlerini bozan, ve peygamberi sürüp çıkarmayı kuran ve bununla beraber ilk önce sizinle kendileri muharebeye başlayan bir güruh ile dövüşmez misiniz? Onlardan korkacak mısınız? Eğer gerçekten inanmış kimselerseniz, kendisinden korkmanıza daha çok lâyık olan biri varsa o da Allah'dır".

Bil ki Allahü teâlâ, "Ozaman küfrün o önderlerini hemen öldürün" buyurunca, bunun peşinden, o müslümanları onlarla savaşmaya teşvik eden sebebi de zikrederek: "Ey mü'minler, yeminlerini bozan., bir güruh ile dövüşmez misiniz?" buyurmuştur.

Bil ki Allahü teâlâ bu ayette, herbiri tek başına bile, onlarla savaşmayı gerektiren üç sebepten bahsetmiştir. Artık bu üç sebebin bir arada bulunması halinde durum nasıl olur, siz düşünün'. Bunlar şunlardır:

1) Onların, ahidlerini bozmalarıdır. Bütün müfessirler bunu, "ahdi bozmak" manasına hamletmişlerdir. İbn Abbas, Süddî ve Kelbî, bu ayetin, Hudeybiye'den sonra yeminlerini bozan ve Huzâ'a Kabilesi'nin aleyhine Bekroğulları'na yardımda bulunan Mekke kâfirleri hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Bu ifâde, bir caydırıcılık özelliği taşısın ve başkalarına bir göz dağı olsun diye, andlaşma yaptıktan sonra, onu bozanlarla savaşmanın, başka kâfirlerle savaşmaktan daha gerekli olduğuna delâlet eder.

2)Cenâb-ı Hakk'ın "Peygamberisürüp çıkarmayı kuran..." tabirinin ifade ettiği husustur. Hiç şüphesiz ki bu hal, savaşı gerekli kılan en kuvvetli sebeplerdendir.

Alimler, bu hususta ihtilaf ederek, bazıları bundan muradın, Hazret-i Peygamber hicret ederken, O'nun Mekke'den çıkarılması olduğunu söylerken, bazıları da, o kâfirlerin Hazret-i Peygamberi öldürmek maksadıyla bir araya gelip meşverette bulunduktan sonra, Hazret-i Peygamber'i Medine'den çıkarmalarının kastedildiğini söylemişlerdir.

Diğer bazıları da şöyle demişlerdir: "Tam aksine onlar, Hazret-i Peygamber'i, Mekke'den çıkmaya sevkeden şeyler için bir araya geldiklerinde, O'nu Mekke'den çıkarmayı kastetmişlerdir. Bu şey de, ahdi bozmak ve peygamberin düşmanlarına yardım etmektir. Böylece çıkarma işi, onlardan sudur eden ve Mekke'den çıkmaya sevkeden şeye nisbetie, onlara izafe edilmiştir. " Hak teâlâ'nın "Peygamberi sürüp çıkarmayı kurdular" ifadesinde anlatılan husus, ya bilfiil tahakkuk etmiştir veyahut da, o fiil tamamiyle tahakkuk etmese bile, buna azmetmekle meydana gelmiştir.

3) Hak teâlâ'nın "bununla beraber ilk önce sizinle kendileri muharebeye başlayan" buyruğunun ifade ettiği husustur.

Yani, "Bedir'de savaşmaları ile " demektir. Çünkü onlar, kervan sapasağlam kurtulduğunda, "Biz, Muhammed ve onunla beraber olanların kökünü kazımadıkça dönmeyiz " demişlerdi.

Bir ikinci görüşe göre de Allah, o kâfirlerin, Huzâ'aoğullarının müttefikleriyle savaşmalarını kastetmiştir. Böylece onlar, ilk önce ahdi bozanlar olmuş oldular. Bu görüş, âlimlerin ekserisinin görüşüdür. Cenâb-ı Hak, bu işi başlatanın daha zâlim olduğuna dikkat çekmek için, "ilk önce sizinle kendileri muharebeye başladılar" buyurmuştur.

Allah, bu üç sebebi açıklayınca, buna ilavede bulunarak "Onlardan korkacak mısınız? Eğer gerçekten inanmış kımselerseniz, kendisinden korkmanıza daha çok layık olan biri varsa O da Allah 'dır" buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın bu ifadesi, yukarıda zikredilen savaş sebeplerini birkaç yönden kuvvetlendirir:

a) Güçlü ve yeterli birtakım gerekçeler saymak, onları açıklamak onları kuvvetlendirir.

b) Sen bir kimseye "Hasmından korkuyor musun?" dediğinde, bu ifade, o kimseyi hasmından korkmayı kendisine yed iremeyeceği için, bir tahrik olmuş olur.

c) Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendisinden korkmanıza daha lâyık olan biri varsa o da Allah'tır" buyruğu da bunu ifade eder.

Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Eğer bir kimseden korkuyor, onu nazar-ı dikkate alıyorsan, son derece kudretli, kibriyâ ve celâl, azamet sahibi olduğu için, bilesin ki Allah, kendisinden korkulmaya, nazar-ı dikkate alınmaya daha lâyıktır. Halbuki, o insanlardan gelecek olan zararın en son haddi, öldürülmektir. Ama, Allah'dan beklenene gelince bu, bu dünyada kaçınılmaz olan kınama ve zemm ile âhiretteki çok şiddetli olan azâbdır."

b) Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer (gerçekten) inanmış kimselerseniz..." ifadesi "Siz, şayet Allah'a iman ederek inanmış iseniz, sizin bu savaşa atılmanız gerekir. " anlamındadır. Bu da, "şayet siz, böyle bir savaşa atılamtyor iseniz, sizin mü'min olmamanız gerekir" demektir. Böylece bunun, o mü'minleri o ahdi bozan kâfirlerle savaşmaya sevkeden bu yedi tür manayı ihtiva ettiği sabit olmuş olur. Geriye, ayetle ilgili birkaç bahis kalmıştır:

Birinci bahis: Vahidî, ehl-i meânî'nin şöyle dediğini nakletmiştir: "Sen, "Bunu yapmıyorsun" dediğinde, bilesin ki bu ifade, meydana gelmesi düşünülmüş olan bir şey hakkında kullanılmış olur. Ama sen, "Yapmadın mı?"

dediğinde, sen bu sözü, bilfiil meydana gelmiş, bulunmuş bir iş hakkında söylemiş olursun. Bu iki söz arasındaki fark şudur: Hiç şüphesiz lâ edatı ile, muzarî fiiller olumsuz yapılır. Binâenaleyh, sen bu olumsuzluk edatının başına elif getirdiğinde, bu, gelecekteki bir şeyi yapmaya bir teşvik olmuş olur da, böylece bunu sen, şu andaki işi nefyetmek için kullanmış olmazsın. Binâenaleyh, bunun başına etif geldiğinde elâ, (bu aynı zamanda) hali gerçekleştirmek manası ifade etmiş olur."

İkinci bahis: İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ayetteki "(şöyle şöyle olan) bir kavim ile döğüşmez misiniz" ifadesi, Mekke'nin fethi hususunda bir teşviktir. "Yeminlerini (yani andlarını) bozan bir kavim" ifadesi ile Cenâb-ı Hak Kureyş'in, Hazret-i Peygamler (sallallahü aleyhi ve sellem)'in müttefikleri olan Huzâ'a Kabilesi'ne karşı Bekr Oğulları Kabilesi'ne yardım edişlerini kastetmiştir. Bundan dolayı Allahü teâlâ, Peygamberine, Kureyş'e karşı harekete geçmesini ve Huzaa Kabilesi'ne yardım etmesini emretmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bunu yerine getirdi ve ashabına, Mekkelilere karşı hazırlanmalarını emretti. Ebu Süfyan b. Harb, Rum (Bizans) İmparatoru Herakl'in yanında bulunuyordu. Bunun üzerine oradan döndü ve Medine'ye gitti. Kendisinden yardım istemek (şefaatçi olmasını taleb etmek) için, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kızı Hazret-i Fatıma'ya gitti. Ama o bunu kabul etmedi. Hazret-i Fatıma bu hususu, oğulları Hasan ve Hüseyin'e söyledi, onlar da bunu kabul etmedi. Bunun üzerine. Ebu Süfyan, Hazret-i Ebu Bekir'den bunu istedi. Oda kabul etmedi. Daha sonra Hazret-i Ömer'e başvurdu. Hazret-i Ömer de işi sıkı tuttu. Hazret-i Ali'ye başvurunca, Hazret-i Ali de keza onun isteğine icabet etmedi. Ebu Süfyan bunun üzerine, Hazret-i Abbas (radıyallahü anh) ile, kendisi ile samimi dost olduğu için ondan eman diledi, o da ona eman verdi. Böylece Hazret-i Abbas eman verdiği için, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de ona eman vererek, onu saldı. Bunun üzerine Hazret-i Abbas (radıyallahü anh): "Ey Allah'ın Resulü, Ebu Süfyan'da şöhret arzusu ve büyüklük duygusu var. Binâenaleyh ona (bir şeref) ver" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "(Mekkelilerden) kim, Ebu Süfyan'ın evine girerse, o emin olacaktır (ona dokunulmayacak)" dedi. Ebu Süfyan Mekke'ye döndü ve: "Kim evime girerse, o emindir (garantidedir)" diye nida etti. Mekkeliler de, onun başına üşüştüler ve onu güzelce dövdüler. İşte bu esnada Mekke fethedildi. İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın söylemek istediği budur.

Hasan el-Basri ise: "Bu ayet ile, bunun murad edifmiş olması caiz değildir. Çünkü Berâe Sûresi, Mekke'nin fethinden bir yıl sonra nazil oldu" demiştir. Bu meselenin doğrusunu yanlışından ayırdedebilme, ancak hadislerle (sahih rivayetlerle) bilinir.

Üçüncü bahis: Ebu Bekr el-Esamm şöyle demiştir: "Bu ayet, Hak teâlâ'nın "Ey mü'minler! Sizin hoşunuza gitmediği halde, üzerinize savaş farz kılındı..." (Bakara, 216)ayetinde de olduğu gibi, mü'minlerin bu savaşı hoş görmediklerine delâlet eder. Bundan dolayı Hak teâlâ onlara, bu ayetleri ile emin kıldı (garanti verdi)."

Kâdi de şöyle der: "Allahü teâlâ bazan, bir farzı yerine getirmeyi kerih görmeyen ve onda kusur etmeyen kimseleri de, yine o farzı yapmaya teşvik eder. Binâenaleyh şayet o, cihada bu gibi teşviklerin fayda vermeyeceğini, mutlaka orada savaşın kerih (nahoş) görüleceğini kastetmiş ise, bu da doğru olmaz. Çünkü Hak teâlâ'nın, böyle bir teşvik olmasa da mutlaka vuku bulacak olan o kerih görmenin meydana gelmemesi için, cihada bu şekilde teşvik etmiş olması da caizdir.

Dördüncü bahis: Bu ayet, bir mü'minin Rabbinden korkması, O'nu nazar-ı dikkate alması, O'nun dışındaki hiçkimseden korkmayıp nazar-ı dikkate almaması gerektiğine detâlet eder.

Savaşı Gerektiren Durumlar

14

Âyetin tefsiri için bak:15

15

"Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onlan azablandırsm; onları rüsvay etsin; size, onlara karşı nusret versin; müminler zümresinin göğüslerini ferahlandırsın ve kalblerinizden gayzı gidersin. Allah, dilediği kimseye tevbe nasib eder. Allah alimdir, hakimdir ".

Bil ki Allahü teâlâ, bir önceki ayette, "Ey müminler, yeminlerini bozan (...) bir kavim ile dövüşmez misiniz?" buyurunca, bunun peşinden, herbiri mü'minlere savaşa yönelmesini gerektiren yedi husus zikretmişti. O, bu ayette savaş emrini tekrar ederek, savaşın beş faydasını saymıştır ki, bunların da herbirinin, tek tek de olsalar, kıymeti çok büyüktür, ya bunların hepsi birden bulunursa, o zaman durum nasıl olur?

Savaşın faydalarından birincisi "Allah sizin ellerinizle onları azablandırsm" ayeti ile ifade edilen faydadır. Bu ifade ile igili birkaç bahis vardır:

Birinci bahis: Yapılan bu iş meşru olduğu halde Allah, bunu "azab" diye ifade etmiştir. Çünkü Allahü teâlâ kâfirlere azab edecektir. Binâenaleyh O, isterse o azabı bu dünyada peşin olarak verir, isterse ahirete bırakır.

Resulullah Kavminin Azaplandırılması

İkinci bahis: Bu ayette bahsedilen azab etme ile, bazan öldürme, bazan esir alma, üçüncü bir husus olarak onların mallarının ganimet olarak alınması kastedilmiştir. Bundan dolayı, "azablandırma"nm içine üçü de girer. Buna göre şayet, "Allahü teâlâ, "Sen içlerinde iken (ey habibim), Allah onlara azab etmez" (Enfâl, 33) buyurmamış mıdır? Binâenaleyh daha nasıl, "Allah sizin ellerinizle onları azablandınr" demiştir?" denilirse, biz de deriz ki: "Allah'ın, "Sen içlerinde iken (ey habibim), Allah onlara azab etmez" (Enfal, 33) ayeti ile, onların köklerini kazıyacak bir azab; "Allah sizin ellerinizle onları azablandırır" ayeti ile de, öldürme ve onlarla savaşma azabı kastedilmiştir. Bu iki azab arasındaki fark şudur: "Kökü kazıma azabı, her nekadar (kökü kazınan kavim içindeki) günahsız kimselerin sevablarının artmasına sebeb olsa da, bazan günahsız kimselere de şamil olan, katil (öldürme) azabı ise sadece günahkar kimselere mahsus olan bir azaptır.

Üçüncü bahis: Alimlerimiz, "külün fiilini de Allah yaratır" şeklindeki görüşlerine, "Allah sizin ellerinizle onları azabiadırır" ayetini delil getirmişlerdir. Çünkü bu "azablandırma" ile, öldürme ve esir alma manası kastedilmiştir. Ayetin zahiri, bu öldürüp esir almanın, aslında Allah'ın işi olduğuna, ancak O'nun, bu işini, kullarının elleriyle varlık âlemine getirdiğine delâlet eder ki bu, biz (ehl-i sünnetin) görüşü hususunda, açıktır.

Cübbâî buna karşı cevap vererek şöyle der: "Allahü teâlâ'nın, mü'min kullarının elleriyle, kâfirlere azab ettiği söylenebilecek olsaydı, o zaman, kâfirlerin elleriyle de mü'min kullarına azab ettiği, peygamberlerini kâfirlerin lisanlarıyla yalanladığı ve yine kâfirlerin lisanlarıyla müslümanları lanetlediği de söylenebilirdi. Çünkü Allahü teâlâ bunun da yaratıcısıdır. Şu halde bu, Cebriyye'ye göre (ehl-i sünnetçe) caiz olmadığına göre, Allahü teâlâ'nın, kulların fiillerinin yaratıcısı olmadığı anlaşılır. Allahü teâlâ bu tefsire göre, bütün taatlan kendisinin fiili olarak belirttiği gibi, zikrettiğimiz bu şeyleri de, O'nun emri ve lûtuflan ile meydana gelmiş olmasından dolayı, mecazî olarak zatına izafe etmiştir." Alimlerimiz Cübbâî'nin bu iddiasına cevap olarak şöyle demişlerdir: "Bize karşı, ilzam ettiğiniz şeye gelince, gerçekten durum böyledir. Ancak ne var ki biz, Allahü teâlâ'nın, bütün cisimlerin yaratıcısı olduğunu bildiğimiz halde, bunu dil ile söylemeyiz. Mesela biz, "ey idrarların ve dışkıların (pisliklerin) yaratıcısı; Ey böcekleri ve kurtçukları meydana getiren!" demeyiz. İşte burada da böyledir. Yine biz, zinanın, livâtanın ve diğer çirkin fiillerin ancak Allah'ın onu yapmaya kadir kılması ve imkân vermesi ile meydana geldiği hususunda mutabıkız. Ama, "Ey zina ve livâtayı kolaylaştıran" veya "Ey bunların önündeki engelleri kaldıran" denilmez. İşte burada da böyledir. Cübbâî'nin, "Öyleyse murad, kudret vermektir" şeklindeki sözü hususunda deriz ki: "Bu, sözü zahirinden saptırmaktır. Bu ise, ancak kahir ve kesin başka bir delil bulunursa olabilir. Kahir ve kesin delil, burada bizden yanadır. Çünkü fiil ancak, meydana gelmiş bir dâî (sebeb)ten ötürü sadır olur. Bu dâî ise ancak Allah tarafından meydana getirilir.

Savaşın İkinci Faydası: Kâfirleri Zelil Kılmak

Savaşın faydalarından İkincisi, Cenâb-ı Hakk'ın "Onlan rüsvay etsin" buyruğunun anlattığı husustur. Bu, "Allah onların başına öylesine bir zillet ve hakirlik verir ki, kendilerini mü'minlerin ellerinde kahrolmuş, zefîl ve rezil-rüsvay bulurlar" demektir. Vahidî, "Bu tabirin manası, "Siz onları öldürdükten sonra, Allah onları rezil eder" demektir" der. Bu, o rezil rüsvay oluşun, onlar için ahirette meydana geleceğine delâlet etmektedir: Bu görüş, rezil-rüsvay oluşun dünyada vâkî olduğunu beyân ettiğimizden ötürü, zayıftır.

Üçüncü Fayda: Mü'minlere Zafer Sağlama

Üçüncü fayda, Hak teâlâ'nın "Size, onlara karşı nusret versin" ayetinin ifade ettiği husustur. Bunun manası şudur: "Kahredilmeleri yüzünden, onların rezil ve rüsvay olmaları gerçekleşince, onlara karşı kahir ve üstün olmaları sebebi ile, müslümanlar için de yardım ve muzafferiyet meydana gelmiştir."

Buna göre eğer bazıları, "Bu rezil-rüsvay oluş, mü'minler için o yardımın meydana gelmesini gerektirince, bu yardımı (nusreti) ayrıca zikretmek abes ve manasız olur" derlerse, biz deriz ki, "Durum öyle değildir. Çünkü onların bu rezil ve rüsvay oluşlarının, mü'minler eliyle meydana gelmiş olması, fakat başka bir sebepten ötürü mü'minlerin başına da bir bela gelmesi muhtemeldir. İşte Cenâb-ı Hak, "Size, onlara karşı nusret (yardım-muzafferiyet) versin" buyurunca, bu ifade mü'minlerin bu yardımdan, fetihden ve zaferden istifâde ettiklerine delâlet eder.

Dördüncü Fayda: Mü'minleri Sevindirme

Dördüncü fayda, Cenâb-ı Hakk'ın "Mü'minler zümresinin göğüslerini ferahlandırsın" buyruğunun ifade ettiği husustur. Daha önce Huzâa Kabilesi'nin müslüman olduğunu, Kureyş'in Huzaa'ya karşılık Bekiroğullarına karşı yardım ettiğini, böylece onların başına bela ve musibetler getirdiğini, bunun üzerine de, Allahü teâlâ'nın Bekiroğulları'nın yaptıktan bu şeylere karşılık onların (Huzaalıların) kalblerine şifâ verdiğini zikretmiştik. Malumdur ki, düşmanından uzun bir süre eziyet çeken bir kimseye, Allah, o düşmanına karşı en güzel bir şekilde güç-kuvvet verince, onun bundan duyduğu şükür ve ferahlık çok büyük olur. Bu, onun kalbinin kuvvetlenmesine ve azminin artmasına bir sebep teşkil eder.

Beşinci Fayda: Kalblerden Gayzı Giderme

Savaşın beşinci faydası, ayetteki, "Ve kalblerinden gayzı gidersin" tabiri ile anlatılan husustur.

Bir kimse şöyle diyebilir: "Cenâb-ı Hakk'ın, "Mü'minler zümresinin göğüslerini ferahlandırsın" ifadesi, Allah'ın gayzdan doğan eleme şifa verdiğini ifade eder. Binâenaleyh bu, gayzı gidermenin ta kendisidir. O halde ayetteki, 'Ve kalblerinden gayzı gidersin" tabiri, bir tekrardır." Buna şöyle cevap verilir: Allahü teâlâ, bu fethin (Mekke Fethi'nin) onlara nasib ve müyesser olacağını va'adetmişti. Bundan dolayı onlar, bunun ne zaman olacağını beklemekten ötürü bir sıkıntı içinde idiler. Nitekim, "İntizâr (beklemek), kırmızı ölümdür" denilir. İşte Cenâb-ı Allah, onların kalblerinde, bu beklemeden doğan zahmet ve sıkıntıyı gidermiş, ferahlık vermiştir. Bu izaha göre, ayetteki, "Mü'minler zümresinin göğüslerini ferahlandırsın" ifadesi ile, "Kalblerinden gayzı gidersin" ifadesi arasındaki fark ortaya çıkar.

Cenâb-ı Hakk'ın, savaş için zikrettiği beş fayda, işte bunlardır. Bunların hepsi de, insandaki "gazab kuvvefinden neş'et eden şeyleri teskin etmeye yöneliktir. Gazab kuvvetinden neş'et eden şeyler ise, düşmanının başına büyük bela getirmek, ondan intikam almak ve gayzını tatmin etmek, gidermektir. Allahü teâlâ, bu faydalar içinde, mal (ganimet) elde etmeyi ve yiyecek-içecek elde etmeyi zikretmemiştir. Çünkü Araplar, bir hamiyyet (taassub) ve izzet-i nefis duygusu üzerine yaratılmış bir topluluktur. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, onların bu karakterlerine daha uygun ve münasip düştüğü için, onları bunlarla teşvik etmiştir. Bu hususla ilgili geriye birkaç bahis kalmıştır:

Birinci bahis: Bu açıklamalar, Mekke'nin fethine uygundur. Çünkü Mekke'nin Fethi hadisesinde cereyan eden şeyler, ayette bahsedilen şeylere benzemektedir. İşte bundan dolayı, ayetin Mekke'nin fethi hakkında olduğunu söylemek mümkündür.

İkinci bahis: Ayet-i kerime, mucizeye delalet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu hallerin meydana geleceğini (önceden) haber vermiştir. Bu haller de, ayetteki habere uygun olarak meydana gelmiştir. Böylece bu, gaybtan haber verme olmuştur. Gaybden haber verme ise bir mucizedir.

Üçüncü bahis: Bu ayet-i kerime, sahabenin, Allah'ın ilminde (katında) hakiki bir iman ile mü'min olduklarına delâlet eder. Çünkü bu ayet, onların kalbterinin, dinden (İslam'dan) ötürü, gayz ve hamiyyet duygusu ile dopdolu olduğuna, İslam dininin yücelip yayılması için büyük bir arzu ve istek duyduklarına delâlet eder. Böyle haller ise ancak mü'minlerin kalblerinde bulunur.

Bil ki Hak teâlâ'nın, bunları böyle sıfatlarla vasfetmiş olması, onların merhametli ve şefkatli olmalarına mani değildir. Nitekim Cenâb-ı Hak onları, "Onlar müminlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı ise onurlu ve zorludur" (Mâide, 54) ve "Onlar, kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler"(Fetih, 29) diye tavsif etmiştir.

Allahü teâlâ daha sonra, "Allah dilediği kimseye tevbe nasib eder" buyurmuştur.

Ferrâ ve Zeccâc şöyle demişlerdir: "Bu ifade, müste'nef (yeni) bir cümle olarak zikredilmiş olup, sözüne bir cevap (netice) olması mümkün değildir. Çünkü "Allah dilediği kimseye tevbe nasib eder" ifadesini, mü'minlerin kâfirlere karşı savaşmasına bir ceza ve mükâfaat saymak mümkün değildir." Ferrâ ve Zeccâc şöyle devam ederler: "Bunun bir benzeri de "Fakat Allah dilerse senin kalbini mühürler" (Şura, 24) ayetidir. Söz (mana) bu ifâdede tamamlanmış, sonra Allahü teâlâ aynı ayetin devamında yeni bir söze başlayarak 'Ve Allah bâtılı Mahveder" (Şura, 24) buyurmuştur.

Bazı alimler ise, "Bu tevbenin, o savaşın bir mükâfaat ve cezası olması mümkündür" derler. Bunun, birkaç yönden izahı yapılır:

1) Allahü teâlâ onlara, savaşı emredince, Esamm'ın görüşüne göre, muhtemelen bu onlardan bazılarına zor gelmiştir. İşte mü'minler savaşa atılınca, bu amel, onların önceki isteksizliklerine ve zorunsamalarına karşı bir tevbe yerine geçmiş olur.

2) Nusret ve zaferin, gerçekleşmesi büyük bir nimettir. Kul, Allah'ın nimetlerinin peşpeşe geldiğini müşahede ettiği zaman, bu müşahedenin onu bütün günahlarından tevbe etmeye sevketmesi uzak bir ihtimal değildir.

3) Yardım, nusret ve fetih gerçekleşip, ellerine çokça mal (ganimet) ve nimetler geçtiğinde, bunların lezzetleri haram olan bir yoldan elde edilecekken, o mal ve makam elde edildiğinde helâl yoldan elde etmek de mümkündür. Böylece mal ve makamın çokluğu, bu yönlerden insanı tevbeye sevkedici olur.

4) Bazıları şöyle derler: "İnsan nefsi, dünya ve onun lezzetlerine karşı büyük bir temayül duyar. Dünyanın kapıları insana açılıp, Allahü teâlâ da onun için hayırlar murad edince, o kul dünya zevklerinin değersiz ve önemsiz olduğunu anlar. O zaman dünya, onun gözünde çok değersiz bir hale gelir. Böylece bu, nefsin dünyaya iltifat etmemesine vesile olur. İşte bu, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'dan naklettiği, "Bana öyle bir mülk ver ki, o benden başka hiç kimseye lâyık (nasib) olmasın" (Sad, 34)şeklindeki sözünün tefsirinde zikredilen açıklamalardan birisi de budur. Yani, "Bu mülkün meydana gelmesinden sonra, artık hiç kimse dünyayı taleb etmekle meşgul olmasın" demektir. Sonra bu kul, mülklerin en büyüğü olan bu mülkün tahakkuk etmesi esnasında, onun dünyadan ötürü meydana gelmediğini, onun lezzetlerinde ve arzularında hiçbir faydanın bulunmadığını anlar. O zaman, kalbi dünyadan yüz çevirir ve ona zerrece kıymet vermez. Böylece savaşın olmasının, sayılan bu beş faydayı temin ettiği, bu faydaların meydana gelişinin, tevbeye sebep olduğu ve dolayısı ile tevbenin savaşa bağlı olduğu sabit olmuş olur.

Allahü teâlâ, "... dilediği kimseye" buyurmuştur. Çünkü insanın dünya malına nail olması ve ona dünyanın kapılarının açılması, bazan kalbin dünyadan yüz çevirmesine sebep olur ki, bu ancak Allahü teâlâ'nın kendisi hakkında hayrı murad ettiği kimse için söz konusudur. Bazan da bu hal, insanın dünyaya İyice dalmasına, onun için kendisini âdeta helak etmesine, bu sebeple Allah yolundan uzaklaşmasına da sebep olabilir. İşte zikrettiğimiz şekilde (insanların) durumu farklı farklı olduğu için, Allahü teâlâ, "Allah dilediği kimseye tevbe nasib eder" buyurmuştur.

Sonra Cenâb-ı Hak, yani Allah, mülkünde ve metekûtunda, yaptığı ve istediği her şeyi bihakkın bilir, yani, "ahkâmında ve fiillerinde hikmet sahibi olup, isabet edendir" buyurmuştur.

Cihad İmtihanı Her Mü'mini Beklemektedir

16

"Yoksa siz, Allah sizden cihad edenleri, Allah'dan, Resulünden ve mü'minlerden başkasını sırdaş edinmeyenleri bilmeden kendi halinize bırakılacağınızı mı sandınız? Allah yaptığınız her şeyi bilendir".

Bil ki önceki ayetler, cihada teşvik eden ayetlerdi. Bu ayetten maksad ise, bu teşviki daha çok beyân etmektir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ferrâ şöyle demiştir: "Ayetteki em (yoksa) edatı, sözün ortasında gelen, bir istifham edatıdır. Eğer bu edat ile bir ibtida (yeni bir cümleye başlama) murad edilir ise, elif veya hel edatıyla birlikte kullanılır."

İkinci Mesele

Ebu Ubeyde şöyle demiştir: "Kendi cinsinden olmayan birşeyin içine girdirdiğin herşeye Arapça'da "velîce"denilir. Kelimenin aslı vüluc (girmek) masdarıdır.

Binâenaleyh, kendilerinden olmadığı halde, bir kavmin içine giren ve onlara katılana da "velîce" denilir. Buna göre, "velîce" kelimesi duhûl (girmek) fiilinden gelen dahile kelimesi gibi; vülûc (girmek) fiilinden, faîle vezninde bir isimdir."

Vahidî ise: "Arapça'da, müfred ve çoğul olarak, onlar benim dostumdur" denilir" demiştir.

Gerçek Mü'minin Alâmeti

Bu ayetin gayesi, şunu beyan etmektir: Bu hâdisede mükellef, ikabtan ancak şu iki şeyin olmasıyla kurtulabilir:

a) Allah'ın "siz mü'minlerden cihad edenleri bilmesi..." ile... Burada bilme (ilim) zikredilmiştir. Bundan maksad malum, yani "bilinen şey"dir. Bununla kastedilen, onlardan cihadın sâdır olmasıdır. Ancak ne var ki birşeyin meydana gelmesi için, onun meydana geleceğinin, Önceden Allah tarafından biliniyor olması gerekir. Şüphesiz böylece Allahü teâlâ'nın, onun meydana geleceğini bilmesi, onun var olmasından kinaye kılınmıştır. Hişam b. el-Hakem bu ayeti, "Allahü teâlâ birşeyi, ancak o şey meydana geldiği zaman bilir" şeklindeki görüşüne delil getirmiştir.

Bil ki, ayetin zahiri, her ne kadar Hişam İbn el-Hakem'in söylediği şeyi düşündürse de ayetten kastedilen, bizim beyan ettiğimiz husustur.

b) Ayetteki, "Allah'dan, peygamberinden ve mü'minlerden başkasını sırdaş edinmeyenleri... bilmeden" ifadesiyle anlatılan husus. Bu şartın zikredilmesinden maksad şudur: Mücahid, bazan muhlis olarak değil, münafık olarak, içi dışından başka olduğu halde cihâd edebilir. İşte böyle cihad eden kimse, Allah'dan, O'nun peygamberinden ve mü'minlerden başkasını dost ve sırdaş edinmiş olur. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, onları ancak nifaktan, riyadan ve kâfirlere dostluk göstermekten uzak bir biçimde tam bir ihlâsla ve din yoluna muhalif olan şeyleri iptal edip yok etmek için cihâd ettiklerinde kendi başlarına bırakacağını beyan etmiştir. Bundan maksat, savaşmayı vâcib kılmanın gayesinin, savaşın bizzat kendisi olmayıp, aksine bunun Allah'ın rızasını elde etmek amacıyla canı ve malı feda ederek Allah'ın emrine ve hükmüne boyun eğerek yapılmasıdır. İşte o zaman bu savaştan faydalanılmış olur. Ama, başka gayelerle savaşa yönelmek ise, kesinlikle hiçbir şey ifade etmeyen şeylerdendir.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Allah, ne yaparsanız haberdardır" buyurmuştur. Bu, "Allah, onların niyetlerini ve maksatlarını bilir, bunlara muttalidir; hiçbir şey O'na gizli kalmaz. Dolayısiyle insanın niyetine ve kalbinin hallerine sahip olma hususunda titiz davranması gerekir" demektir. İbn Abbas (radıyallahü anh): "Allahü teâlâ, insanın içinin, dışından başka ve farklı olmasına razı olmaz. O, mahlûkatından ancak istikâmet ve doğruluk ister. Nitekim O: "Gerçekten, "Rabbimiz Allah'dır" deyip de sonra doğruluğu iltizâm edenler, , ."(Fussilet, 30) buyurmuştur" der. Yine o, "Savaş farz kılındığı zaman münafık, münafık olmayandan; mü'minlere dost olan, düşman olandan ayrılmıştır" demiştir.

17

Âyetin tefsiri için bak:18

18

"Allah'a şirk koşanların, kendi küfürlerine bizzat kendileri şahit iken, Allah'ın mescidlerini imâr etmeye ehliyetleri yoktur. Onların hayır namına bütün yaptıkları boşa gitmiştir ve onlar ateşte ebedî kalacaklardır. Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve âhiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah'dan başkasından korkmayan kimseler imâr eder. işte doğru yolu bulmaları umulanlar bunlardır".

Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır:

Muhtıra Karşısında Müşriklerin Tutumları

Bil ki Allahü teâlâ bu sûreye, kâfirlerden berî olunduğunu, hem de tekidli olarak zikretmekle başladı. Sonra bu uzak durmaya sebebiyet veren kabahat ve rezaletlerine yer verdi. Müteakiben onların, bu dışlamayı doğru bulmayıp kendileriyle birlikte yaşamanın gerektiği konusunda ileri sürdükleri şüphelerini nakletti. Bunlardan birincisi, bu ayette zikredilen husustur. Bu böyledir, çünkü onlar (kendilerine göre) güzel sıfatlar ve hoş hasletlerle muttasıftırlar. Bu da onlarla içice bulunmayı, onlarla yardımlaşma ve dayanışmayı gerektirir. Mescid-i Haram'ı imar eden kimseler olmaları, işte bu sıfatlardan birisidir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Hazret-i Abbas, Bedir Savaşı'nda esir edildiğinde, müslümanlar onun yanına gelerek. Allah'ı inkâr ettiğinden ve akrabayla irtibatı kestiği için onu ayıpladılar.. Hazret-i Ali, ona sert bir biçimde konuşarak: "Sizin, övgüye değer hasletleriniz yok mudur?" dedi. Bunun üzerine Abbas: "Biz, Mescid-i Haram'ı imâr ederiz, Kabe'ye perde takarız, hacılara su dağıtırız, köleleri esirlikten kurtarırız..." dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak Abbas'ın sözünü reddederek: "Allah'a şirk koşanların... Allah'ın mescidlerini imâr etmeye ehliyetleri yoktur!" ayetini inzal buyurdu.

Mescidleri İmar Etmek Ne Demektir?

Mescidleri imâr etmek iki kısımdır: Bu, ya onlara devam etmek ve çokça gitmek şeklinde olur; nitekim Arapça'da bir kimse birisiyle fazla içli dışlı olursa, "Falanca, falancanınmeclisini imâr etti" denilir. Yahut da bu, bildiğimiz manada, binaları imar etmek şeklinde olur. Eğer ayetten maksat bu ikinci mâna ise, buna göre mana şu şekilde olur: "Kâfirler, mescidleri onarmaya teşebbüs etmezler. Bu zaten, onlar için caiz de değildi. Çünkü mescid, ibâdet yeridir. Binâenaleyh, ona saygı duyulması gerekir. Kâfir ise onu küçümser ve saygı göstermez. Yine kâfir, Allah'ın, "Müşrikler ancak bir necistir" (Tevbe, 28) ayetinden dolayı, hükmen necistir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Beytimi, tavaf edenler için temizleyiniz..."(Bakara, 125) ayetinden dolayı, mescidi necasetten temizlemek farzdır. Bir de, kâfir, piştiklerden necasetten sakınmaz. Bundan dolayı, onun mescide girmesi, mescidi kirletir. Bu ise, müslümanların ibadetlerinin bozulmasına sebebiyyet verir. Yine kâfirin, mescidi tamire yönelmesi müslümanlara in'âmda bulunmak yerine geçer. Halbuki, kâfirin müslümanlar üzerinde yardım ve in'âm sahibi, minnet sahibi olması caiz değildir.

Farklı Kıraatlere Göre Manalar

İbn Kesir ve Ebu Amr, müfred olarak, mescide'llâhi "Allah'ın mescidi.."; diğer kıraat imamları ise, çoğul olarak mesâcidellahi "Allah'ın mescidleri..." şeklinde okumuşlardır... İbn Kesîr ve Ebu Amr'ın delili, (Tevbe. 19) ayetidir.

Bu ayeti cemi olarak okuyanların ise, birkaç hücceti bulunmaktadır:

1) Burada, Mescid-i Haram kasdediterek "mescid" kelimesi itlâk edilmiştir. Çünkü o, bütün mescidlerin kıblesi ve önderidir. Binâenaleyh, onu imâr eden, bütün mescidleri imâr etmiş gibi olur.

2) Şöyle denilebilir: "Allah'a şirk koşanların, Allah'ın mescidlerini imâr etmeye (ehliyetleri) yoktur!" buyruğunun manası, Allah'a şirk koşanların, Allah'ın hiçbir mescidini imâr etmeye ehliyetleri, selâhiyetleri yoktur" şeklindedir. Durum böyle olunca, onların, mescidlerin en şerefli ve en yücesi olan Mescid-i Haram'ı imâr edememeleri, öncelikle gerekli olur.

3) Ferrâ şöyle demiştir: "Araplar bazan, çoğul yerine müfred; müfred yerine de çoğul kelime kullanırlar. Cemi yerine müfred kullanmaları, "Falanca, dirhemi, parası çok olan bir kimsedir" demeleri gibidir. Müfred yerine çoğul kullanmaları da, bir kimse hakkında, o tek bir hükümdar ile birlikte bulunduğu halde, "Falanca, krallarla düşüp kalkar" demeleri gibidir."

4) Mescid, secde edilen bir yerdir. Binâenaleyh, Mescid-i Haram'ın her parçası bir mescid (secde edilen yer)'dir.

Dördüncü Mesele

Vahidî, "Bu ayet, kâfirlerin, müslümanların mescidlerinden herhangi bir mescidi onarmaktan men edilmiş olduklarına delâlet eder. Eğer kâfir, bunu vasiyyet etse, vasiyyeti kabul edilmez ve mescidlere girmekten men edilir. Yine kâfir, bir müslümanın izni olmaksızın mescide girerse, ona tazir cezası verilir. Ama izinli olarak girerse ona tazir cezası verilmez. Bununla beraber evla olanı, mescidlere saygı göstermek ve kâfirleri mescidlerden uzak tutmaktır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kâfir olan Sakîf kabilesinin heyetini Mescid'de ağırlamış ve yine, kâfir olan Sümâme İbn Esâl el-Hanefi'yi mescidin direklerinden birine bağlamıştı" demiştir.

Cenâb-ı Hakk'ın "Kendi küfürlerine bizzat kendileri şâhid iken.." buyruğuna gelince, Zeccâc, buradaki şâhidîn kelimesinin "hal" olduğunu ve ifadenin manasının, "Onlar kendilerinn küfrüne şâhid olarak mescidleri imâr edemezler" şeklinde olduğunu söylemiştir. Bu şâhid oluşun tefsiri hususunda âlimler, birçok izah zikretmişlerdir:

1) En doğrusu olan bu görüşe göre onlar, kendilerinin putlara taptıklarını, Kur'ân'ı tekzib ettiklerini ve Hazret-i Muhammed'in peygamberliğini inkâr ettiklerini açıkça söylüyorlardı. Bütün bunlar küfürdür. Kim, bütün bunların kendisinde bulunduğuna şehâdet ederse, aslında, küfür olan bir şey hakkında kendisi aleyhine şehadette bulunmuş olur. Yoksa ayetten murad, "Onlar (açıkça) kendilerinin kâfir olduklarını söylerler " manası değildir.

2) Süddî şöyle demiştir: "Onların, kendilerinin küfrüne şehâdet etmeleri şudur: Bir hristiyana, "Sen kimsin ve nesin?" denildiğinde o: "Ben hristiyanım"; yahudi, "Ben bir yahudiyim"; putperest de, "Ben bir putperestim" der. Bu izah, bizim birinci maddede zikrettiğimiz izahla kuvvetlenir.

3) O kâfirlerin aşırıları: "Biz, Muhammed'in dinini ve Kur'an'ı inkâr ediyoruz!" diyorlardı. Belki de maksad budur.

4) Onlar, çırılçıplak bir vaziyyette Ka'be'yi tavaf ediyorlar ve: "Biz, içinde bulunuyorken Allah'a isyan ettiğimiz elbiselerle Kabe'yi tavaf edemeyiz" diyorlardı. Kabe'yi her tavaf edişlerinde de, putlarına secde ediyorlardı. İşte bu, onların, kendilerinin küfür ve şirklerine şahitlik etmeleri demektir.

5) Onlar, "Lebbeyk Allah'ım... Senin hiçbir şerîkin yok! Ancak aslında senin mahlukun olup, kendisi ve malik olduğu her şey sana ait olan bir şerîkin vardır. " derlerdi.

6) İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediği nakledilmiştir: "Bu ayetten maksad şudur: Onlar Hazret-i Peygamberin kâfir olduğuna şehâdet ediyorlardı. Bu tefsir ancak "Andolsun, size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki..." (Tevbe. 128) ayetinden dolayı caiz olabilir.

Kadî ise "Bu izah ayetin hakikî manasından sapmaktır. Bu, ancak lafzı hakikî manasına almak imkânsız olduğu zaman caiz olabilir. Ama, öteki mananın caiz olduğunu beyan ettiğimize göre, artık bu mecazî manayı vermek caiz değildir" demiştir. Ben de derim ki: "Eğer selef-i salihînden birisi, senin "Zeyd, seçkindir" "Amr ise, ondan daha seçkindir.." tabirindeki gibi bu ifadeyi "Onlar, en seçkinlerinin (Hazret-i Muhammed) kâfir olduğuna şehadette bulundukları halde..." şeklinde okumuşsa, ayetin zahir manasından ayrılmaksızın bu izah tarzı geçerli olabilir. Yapılan bu izah doğru olur.

Kâfirlerin Ameli Boşa Gider

Sonra Cenâb-ı Hak, "Onların hayır namına bütün yaptıkları boşa gitmiştir" buyurmuştur. Bundan maksad Kur'an'da bulunan şu kesin ve hak olan hükümdür: O kâfirlerden her ne kadar, ana-babaya iyilik, hanlar inşâ etmek, açlan doyurmak ve zayıflara yardım etmek gibi hayır işleri sâdır olmuş da olsa, bütün bunlar boşa gidecektir. Çünkü, küfürlerinin cezası, bu yaptıkları amellerin sevabından fazladır. Binâenaleyh, yaptıkları bu hayırların, içinde bulundukları küfür karşısında, bir sevab ve ta'zime nail olmada hiçbir tesiri ve etkisi bulunmamaktadır. "Amellerin boşa gitmesi" yani ihbât hususundaki izah, bu tefsirde daha önce defalarca geçtiğinden artık bunu tekrarlamayacağız.

Allahü Teâlâ daha sonra Ve onlar ateşte ebedî kalacaklardır.." buyurmuştur. Bu, onların cehennemde ebedî (muhalled) olacaklarına işarettir. Ehl-i sünnet âlimlerimiz ehl-i kıbleden olan günahkârların cehennemde ebedî katmayacağına, bu ayetle şu iki yönden istidlal etmişlerdir:

1) 'Ve onlar, ateşte ebedî kalıcılardır" ifadesi hasr ifade eder. Yani, "Başkası değil, sadece onlar orada ebedî kalacaktır" demektir. Bu söz, kâfirler hakkında varid olunca, cehennemde ebedî kalmanın sadece kâfirlere has olduğu sabit olmuş olur.

2) Allahü teâlâ, cehennemde ebedî kalmayı, kâfirlerin küfürlerine bir ceza kılmıştır. Binânaleyh bu hüküm, kâfirlerden başkası için de sabit olsaydı, kâfirleri bununla tehdit etmek doğru olmazdı.

Cami Yapanların Sıfatları

Cenâb-ı Allah, kâfirlerin mescidlerin imarı ile meşgul olmamaları gerektiğini beyân edince, müteakiben bu işle meşgul olanın, şu dört sıfatla bezenmiş olması gerektiğini beyan buyurur:

Birinci sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve ahiret gününe iman eden (...) kimseler imâr eder" ayetinin ifade ettiği hüküm. Biz, mescidi imâr eden kimsenin, mutlaka Allah'a iman etmesi gerektiğini söyledik. Zira mescid, içinde Allah'a ibadet edilen yer demektir. Binâenaleyh, Allah'a iman etmemiş olan kimsenin, içinde Allah'a İbadet edilen bir yer bina etmesi imkânsızdır. Biz, böylesi kimsenin, mutlaka Allah'a ve ahiret gününe iman etmesi gerektiğini söyledik. Zira, Allah'a ibadetle meşgul olmak, ancak ahirette bir kıymet taşır. Dolayısıyla ahireti, Kıyameti inkâr eden kimse, Allah'a ibadet etmez. Allah'a ibadet etmeyen kimse de Allah'a ibadet edilmesi için, bir mescid bina etmez.

Burada Resulün Anılmayışının Sebebi

Eğer, "Niçin, Cenâb-ı Hak, bu ayette Allah'ın Resulüne imandan bahsetmemiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:

a) Müşrikler, "Muhammed, liderlik ve krallık istediği için, Allah'ın peygamberi olduğunu iddia ediyor" diyorlardı. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, bu ayette, Allah'a ve ahiret gününe imanı zikretmiş, nübüvveti zikretmeyerek, "Risâleti tebliğ etmekten maksadım, ancak mebde ile meâda iman edilmesini sağlamaktır" demek istemiştir. Böylece Cenâb-ı Hak, risâletten maksadın sadece bu olduğuna kâfirlerin dikkatini çekmek için, asıl maksada yer vermiş, nübüvvetin zikrinden sarf-ı nazar etmiştir.

b) Allahü teâlâ namazdan bahsedip, namaz da ancak ezan, ikâmet, teşehhüdle tamam olup ve bütün bunlar da nübüvetin zikrine şâmil olunca, o zaman bu kâfi gelmiştir.

c) Allahü teâlâ, "salât" lafzını, elif lâmlı olarak (es-salât) zikretmiştir. Başında eliflâm bulunan müfred kelimeler ise, önceden geçmiş ve bilinen şeylere hamledilirler. Müslümanların namazlarıyla ilgili geçmiş olan ve bilinen şey ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yapmış olduğu amellerden başka bir şey değildir. Binâenaleyh, ayette "es-salât" (namaz) kelimesinin geçmiş olması, işte bu yönden peygamberliğin bir delili olmuş olur.

İkinci sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın "namazı dosdoğru kılan..." vasfı. Bu ifadenin yer almasının sebebi şudur: "Mescid yapmanın en büyük maksadı, namaz kılmaktır. Binâenaleyh insan, namazın farziyyetini kabul etmediği müddetçe, onun mescid yapmaya yönelmesi imkânsız olur."

Üçüncü sıfat: Cenâb-ı Hakk'in, "zekâtı veren" ayetinin ifade ettiği husus. Bil ki, mescidin imârında namaz kılıp zekât vermenin nazar-ı dikkate alınması, sanki de mescid imar etmeden muradın, orada bulunma, mevcut olma olduğuna delâlet eder. Bu böyledir, zira insan namaz kıldığı zaman, mescidde bulunur. Böylece de bu namaz ile, mescidin imârı, şenlenmesi gerçekleşmiş olur. Zekât verdiği zaman da, zekât almak için, bütün fakir ve yoksullar mescidde bulunurlar. Böylece, bu yolla da mescid imâr edilmiş olur. Biz, bu ayette geçen "imâr etme" lafzını, bizzat bina etmek manasına hamlettiğimizde de, bu konuda da zekât verme nazar-ı dikkate alınmış olur. Zira zekât vermek farz, mescid yaptırmak ise nafile bir ibadettir. İnsan, farzları yapıp bitirmeden, nafile ibadetlerle meşgul olamaz. O halde, görünen odur ki, insan zekâtını vermediği müddetçe, mescidler yapmakla meşgul olmaz.

Dördüncü sıfat: "Ve Allah'dan başkasından korkmayan..."sıfatı hakkında şu izahlar yapılabilir:

1) Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh), İslâm'ın ilk yıllarında evinin kapısının yanıbaşında bir mescid yapmıştı; orada namaz kılıyor, Kur'an okuyordu. Kâfirler de işte bu sebepten dolayı ona eziyyet ediyorlardı. Binâenaleyh bu ayetten, bu hâdisenin kasdedilmiş olması muhtemeldir. Yani, o mescid yapma hususuna, her ne kadar insanlardan çekinmiş olsa dahi, ancak ne var ki o onlara iltifat etmemiş, onları nazar-ı dikkate almamış; tam aksine, gerçekten Allah'tan korktuğu için mescid yapmıştır" demektir.

2) Bundan maksadın, "Mescid yapmanın bir gösteriş ve desinler vesilesi olsun ve "Falanca, mescid yaptırdı" denilsin diye değil de, tam aksine bunu, yapan kimsenin o mescidi sırf Allah rızasını taleb ettiği ve sırf Allah'ın dinini kuvvetlendirmek için yapmış" olması da muhtemeldir.

Allah'tan Başkasından Çekinmenin Hükmü

Eğer: "Mü'min bir kimse, zalimlerden ve müflislerden çekinip endişelendiği halde, Allah daha nasıl, "ve Allah'dan başkasından korkmayan" demiştir?" denilirse, biz deriz ki: Burada bahsedilen "haşyet"ten maksat, din mevzuundaki haşyet ve takva ile, kişinin başkasının rızasına Allah'ın rızasını tercih etmemesidir.

Bil ki Allahü Teâlâ, "Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a... iman eden., kimseler imâr eder" buyurmuştur. Yani, "Bahsettiğimiz bu dön sıfatı taşıyanlar" demektir. Zira innemâ kelimesi hasr ifâde eder. Bu edatın bu ayette bulunmasında, mescidin, ibadet dışındaki şeylerden korunmasının gerekli olduğuna bir dikkat çekme bulunmaktadır. Binâenaleyh, gereksiz söz söyleme ve dünya işlerini orada halletme gibi hususlar da, bunun hükmüne dahildir (ibadetin dışında sayılır). Nitekim, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den: "Ahir zamanda, ümmetimden bir grup insan gelir, türer... Onlar mescidlere gelirler ve halkalar halinde oralarda otururlar. Ama onların sözleri, dünya ve dünya sevgisidir. Sakın onlarla oturmayınız. Allah'ın onlara ihtiyacı yoktur" dediği rivayet edilmiştir.

Mescidlerin Faziletleri Hakkında

Yine bir hadiste de, "Mescidde konuşmak, tıpkı hayvanların kuru otu yeyip bitirmesi gibi, iyilikleri yer bitirir" şeklinde varid olmuştur. Hazret-i Peygamber, Cenab-ı Hakk'ın bir hadis-i kudsîde "Benim yeryüzündeki evlerim, mescidlerdir. O mescidlerdeki ziyaretçilerim de, oraları imâr edenlerdir. Evinde temizlenip, sonra da benim evimde beni ziyaret eden kula müjdeler olsun.. Çünkü ziyaret edilenin ziyaret edene İkramda bulunması uygun düşer" buyurduğunu belirtmiştir. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Mescidleri seven kimseyi, Allah da sever"; "Bir adamın, mescidlere gitmeyi alışkanlık haline getirdiğini görürseniz, onun mü'min olduğuma şehâdet ediniz" "Kim, herhangi bir mescidde bir kandil yakarsa, onun kandili o mescidde yandığı, aydınlattığı müddetçe, melekler ile Hamele-i Arş, onun için istiğfar ederler" buyurduğu da rivayet edilmiştir. Bütün bu hadisleri Keşşaf sahibi nakletmiştir.

Bu sıfatları zikretmeyi müteakip, Cenâb-ı Hak "İşte doğru yolu bulmaları umulanlar bunlardır" buyurmuştur. Bu hususta da şu izahlar yapılmıştır:

1) Müfessirler şöyle demektedirler: Allah, şekk ve tereddütten münezzeh olduğu için, asâ kelimesi, Allah hakkında kullanıldığında kesinlik ifâde eder.

2) Ebû Müslim şöyle demektedir: "Bu ayette geçen asâ kelimesi kullarla ilgilidir. Dolayısıyla bu kelime, burada recâ, (ummak) manasını ifade eder. Binâenaleyh mana, "Bu taatları yapanlar, onları sırf ihtida, yani, hidayet elde etme ümidiyle yapmışlardır" şeklinde olur. Zira Cenâb-ı Hak, "Korku ve ümit ile Rablerine duâ ederler" (Secde. 16) buyurmuştur. Bu hususta sözün hakikati şudur: Kul bu amelleri yerine getirirken, mükâfaat elde edeceğine kesinkes hükmedemez. Çünkü onun, kabulün tahakkukunda nazar-ı dikkate alınan şartlardan herhangi birini ihlâl etmesi daima mümkündür.

3) Bu izahların en güzeli, Keşşaf sahibi'nin bahsettiği şu husustur: "Bu ayetin ifade ettiği husus, müşriklerin hidayet mevkilerınden uzak olduklarını bildirmek ve onların, gözlerinde büyütüp iftihar ettikleri amellerinden faydalanabilme arzularını kesip atmaktır. Çünkü Allahü teâlâ, iman edip, imanlarına şeriatla amel etmeyi ve Allah'dan korkmayı ekleyen o kimseler için bile ihtidanın, (belki) ile asâ "umulur ki..." arasında dönüp dolaşan bir durumda olduğunu beyan buyurmuştur. Durum böyle olunca, artık nasıl olur da o müşrikler, kendilerinin doğru yolda olduklarına ve Allah katında her türlü hayır ve mükâfaata erişeceklerine kesin olarak hükmedebilirler? Bu ve benzeri tabirlerde "haşyet"in recâ'ya tercih edilmesinde, mü'minler için ortaya çıkan ilahî bir lütuf vardır.

19

"Siz hacılara su temin etmeyi, Mescid-i Haram) onarmayı Allah'a, âhiret gününe inanan, Allah yolunda cihad eden kimselerin amelleri gibi mi tuttunuz? Bunlar, Allah yanında bir olmazlar. Allah zalimler güruhuna hidayet vermez".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Hacc Hizmetleriyle İlgili Ayetin Nüzul Sebebi

Müfessirler bu ayetin nüzulü hususunda çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. İbn Abbas, kendisinden gelen rivayetlerin bazısında şöyle demektedir: Hazret-i Ali, Abbas'a sert ve ağır konuşunca, Abbas: "Şayet siz, müslüman olma, hicret ve cihad etme hususlarında bizden önce davrandıysanız, bilesiniz ki biz de, andolsun ki Mescid-i Haram'ı imâr ediyor, hacılara su dağıtıyorduk..." dedi. İşte bunun üzerine de bu ayet-i kerime nazil oldu.Şu da ileri sürülmüştür: Müşrikler, yahudilere: "Biz hacılara su veriyor, Mescid-i Haram'ı da imâr ediyoruz. Bu durumda, biz mi, yoksa Muhammed ile O'nun arkadaşları mı daha üstünüz?" dediler. Bunun üzerine yahudiler o müşriklere: "Siz, daha üstünsünüz" dediler.

Şöyle bir rivayet de vardır: Hazret-i Ali (radıyallahü anh), Abbas (radıyallahü anh)'a, müslüman olduktan sonra: "Amcacığım, sizler hicret etmediniz. Allah'ın Resulüne de katılmadınız değil mi?" deyince, Hazret-i Abbas: "Ben, hicret olayından daha üstün olan bir hizmeti görmüyor muydum? Allah'ın evini haccedenlere su veriyor ve Mescid-i Haram'ı imar ediyordum " dedi. Binâenaleyh, bu ayet nazil olunca Abbas: "Ben, hacılara su dağıtma işini terketmem gerektiğini görüyorum " dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Sizler, hacılara su dağıtma işine devam ediniz. Çünkü, sizin için bu işte bir hayır vardır" buyurdu.Şu da rivayet edilmiştir: Talha İbn Şeybe, Abbas ve Ali, övünmeye başladılar. Talha: "Ben Beyt'in sahibiyim; onun anahtarları benim elimde. İstesem orada yatıp kalkabilirim..."; Abbas: "Ben, "sikâye" sahibiyim, bu işi devam ettiriyorum"; Hazret-i Ali de: "Ben, cihad erbabıyım" deyince, Allahü teâlâ bu ayeti indirdi.

Karşılıklı Övünmenin Kimler Arasında Olduğu

Musannif (Razî) (r.h) der ki: Bu sözün neticesinden muhtemelen şu çıkar: Bu ayetin, müslümanlar arasında cereyan eden bir övünme yarışması vesilesiyle nazil olmuş olması mümkündür. Keza ayet, müslümanlar ile kâfirler arasında geçen üstünlük taslamadan dolayı da nazil olmuş olabilir.

Bu üstünlük taslamanın müslümanlar arasında geçtiğini söyleyenlere gelince onlar, Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetten sonraki hicret eden mü'minler hakkında buyurduğu, "... bunların Allah yanında derecesi çok büyüktür" (Tevbe, 20) ayetiyle istidlalde bulunmuşlardır. Bu ifade, "mercûh" (ikinci dereceye düşen) kimseler için de, Allah katında derecelerin bulunmasını iktizâ eder. Bu da ancak, mü'min kimselere uygun düşer. Biz bu ayeti tefsir ederken, bu söze cevap vereceğiz.

Bunun, müslümanlarla kâfirler arasında geçen bir üstünlük taslamadan dolayı nazil olduğunu söyleyenlere gelince, onlar, görüşlerinin doğruluğuna, Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesi ile istidlal etmişlerdir. Bu ifade, bu karşılıklı övünmenin, Allah'a iman etmeyenlerle, O'na iman edenler arasında cereyan ettiğine delâlet eder. Buna göre, doğruya en yakın olan görüş budur.

Biz bu sözü şu şekilde de izah edebiliriz: Cenâb-ı Hakk'ın ist ayetinin tefsirinde Abbas'ın, kendisinin üstünlüğüne Mescid-i Haram'ın bakımını yapıp hacılara su vermesiyle istidlal ettiğini nakletmiştik. İşte Allah, buna şu iki şekilde cevap vermiştir.

1) Önceki ayette beyan edilen şu husustur: Mescidi imâr, bu iş ancak mü'minden sudur ettiği takdirde bir üstünlüğü icâb ettirir. Ama, kâfir tarafından yapılmasına gelince, bunda kesinlikle bir fayda bulunmamaktadır.

2) Cenâb-ı Hakk'ın bu ayette bahsetmiş olduğu bütün hususlardır. Bu da şöyle denilmesidir: Farzet ki biz, Mescid-i Haram'ı imâr edip hacılara su dağıtmanın, bir çeşit fazilet sebebi olduğunu kabul edelim. Fakat bu iş, Allah'a iman ve cihada nisbetle, gerçekten çok yetersizdir. Binâenaleyh, Allah'a iman ve cihad mukabilinde bu tür şeyleri zikretmek hata olur. Zira bu, çok şerefli ve çok yüksek olan bir şeyi, yine gerçekten çok değersiz ve önemsiz olan bir şeyle karşılaştırmayı gerektirir ki bu bâtıldır. İşte, ayetin burada zikredilmesindeki izah budur. İşte, ancak bu yolfa, bu ayetin daha önceki kısımla olan gerçek münasebeti kurulmuş olur.

İkinci Mesele

Keşşaf sahibi şöyle demektedir: Sikaye (sulamak) ve imâre (bakımını yapmak) kelimeleri, sıyâne (korumak), ve vikaye (korumak, muhafaza etmek) kelimeleri gibi, sekâ (suladı) ve amere (imar etti) fiillerinin masdarıdır.

Bil ki, bu ayette geçen "sikaye ' ve "imâre" kelimeleri, fiil gibi kullanılmış olup, men âmene tabiri ise, bir faile İşaret etmektedir. Binâenaleyh kelamın zahiri, fiilin fâite, sıfatın da zâta teşbih edilmiş olmasını gerektirir ki, bu mümkün değildir. Dolayısiyle tevil etmek gerekir. Bu tevîl de şu iki şekilde yapılır:

a) Kelamın takdirinin "siz, hacılara su veren ve Mescid-i Haram'ı imâr edenleri, Allah'a iman etmiş kimselerle bir mi tutarsınız?" şeklinde olduğunu söylemektir. Bu izahı, Abdullah İbn Zübeyr'in bu kelimeleri, "Hacıları sulayanlar ve Mescid-i Haram'ı imar edenler " şeklinde okuması da takviye eder.

b) Kelamın takdiri, "Siz, hacılara su dağıtmayı, Allah'a iman eden kimsenin imanıyla bir mi tutarsınız?" şeklinde olduğunu söylemektir. Bunun bir benzeri ifade de (...) (Bakara, 177) ayetidir.

Sikaye ve İmare'nin Mahiyeti

Hasan el-Basri (r.h): "Bu sulama işi, üzüm şırası ile oluyordu" demiştir. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in hurma şırasını, üzümşırasından daha keskin bulduğu zaman, üçte bir oranında su katarak onun keskinliğini kırdığı ve: "Siz bunu çok keskin bulduğunuz zaman, ona su katarak sertliğini kırınız" dediği rivayet edilmiştir. "Mescid-i Haram'ı imar" meselesine gelince, bu ifade ile, onun donatılması ve duyarlarının şeklinin güzelleştirilmesi kastedilmiştir.

Allahü teâlâ, bu iki kısımdan bahsedince, "Bunlar Allah yanında, bir olmazlar" buyurmuştur. Fakat bunların denk olmayışları, hangisinin üstün olduğunu belirtmediği için, üstün olan tarafa "Allah zalimler güruhuna hidayet vermez" diyerek işaret etmiştir. Böylece Allahü teâlâ, kâfirlerin kendi nefislerine zulmettiklerini, çünkü onların iman etsinler diye yaratıldıkları halde, küfre razı olduklarını, bundan dolayı da zâlim olduklarını beyan buyurmuştur. Çünkü zulüm birşeyi, asıl yerinin dışına koymaktır. Onlar, Mescid-i Haram'a karşı da zulüm şlemişferdir. Zira Allahü teâlâ, Mescid-i Haram'ı, Allah'a ibadet etme yeri olsun diye . aratmıştır. O kâfirler ise onu, puthâne yapmışlardır. Binâenaleyh bu da bir zulümdür.

İman ve Hicret Edenlerin Mükâfaatı

20

Âyetin tefsiri için bak:22

21

Âyetin tefsiri için bak:22

22

'İman edenlerin, hicret edenlerin, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanların Allah yanında derecesi çok büyüktür: Kurtuluşa erenler de işte onların tâ kendileridir. Rableri, onlara rahmetini, rızasını, içlerinde tükenmezve ebedî bir naîm bulunan cennetleri müjdeler. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır. Çünkü Allah katında büyük bir ecir vardır".

Bil ki Allahü teâlâ, işaret yoluyla, kendisine iman etmenin ve cihadın, hacılara su vermekten ve Mescid-i Haram'ı imar etmekten daha üstün olduğunu belirtmiş, bunun peşisıra, o üstünlüğü bu ayette açıkça belirterek, "Kim şu dört sıfata sahip olursa, Allah katında hacılara su verme ve Mescid-i Haram'ı imâr etme sıfatlarına sahip olandan daha büyük bir dereceye sahip olur" buyurmuştur. O dört sıfat şunlardır:

a) İman, b) Hicret, c) Allah yolunda mal ile cihad, d) Can ile cihad.

Biz bu dört sıfata sahib olanların, son derece yüce ve kıymetli olduklarını söyledik. Çünkü her insanda mutlaka şu üç şey vardır:

a) Rûh, b) Beden ve c) Mal.

Rûh, insandan küfür zail olup iman tahakkuk edince, kendisine uygun saadet derecelerine ulaşmış olur.

Beden ve mal ise, insanın hicret etmesi ile, noksanlaşır ve eksilirler. İnsanın cihadla meşgul olması sebebiyle de bunlar, helak ve yok oluşla yüzyüze gelirler. İnsanın, malını ve canını sevdiğinde şüphe yoktur. Bu insan, sevdiği şeyden, ancak daha mükemmel bir sevgiliye kavuşacağı zaman yüz çevirir ve vazgeçer. Binâenaleyh böyle olan kimselere göre, Allah'ın rızasını taleb etmek, canlarından ve mallarından daha ileri, daha sevgili olmasaydı, bunlar, âhiret tarafını can ve mala tercih etmez ve Allah'ın rızasını kazanmak için can ve mallarının heder edilmesine razı olmazlardı. Binâenaleyh kişide bu dört sıfatın bulunması halinde o, insanlık mertebelerinin en yükseği ile, melektik mertebelerinin ilkine ulaşmış olur. Bundan dolayı, sırf atalarına uymak, başkanlık (liderlik) elde etmek ve gösteriş yapmak için, hacılara su verme ve Mescid-i Haram'ı imâr etme ile bu derece (mertebe) arasında ne alâka vardır? Böylece bu yakinî ve aklî delil ile, Hak teâlâ'nın, "İman edenlerin, hicret edenlerin, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanların Allah yanında derecesi çok büyüktür. Kurtuluşa erenler de işte onların tâ kendileridir" ayetinin pek yerinde ve münasip olduğu sabit olur.

Bil ki Cenâb-ı Allah, "Bunlar, hacılara su verme ve Mescid-i Haram'ı imâr etme işiyle meşgul olanlardan daha üstün" buyurmadı. Zira O, bunu açıkça zikretseydi, o zaman, o kimselerin üstünlüklerinin, bunlara nisbetle olduğu vehmi ortaya çıkardı. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bunların kimlerden daha üstün olduğunu açıkça zikretmeyince, bu, onların mutlak (kayıtsız-şartsız) olarak, kendilerinden başka herkesten daha üstün olduklarına delâlet eder. Çünkü insan için, bunlardan daha yüce ve mükemmel sıfat düşünülemez.

"İnde" Tabiri ve İndiyyet Mertebesi

Bil ki ayetteki "Allah yanında" tabiri..."Kulun Allah yanında" oluşu tabirinden muradın, "Onun, Allah'a kulluğa ve taata gark oluşu" manası olduğunu gösterir. Yoksa bundan maksat yer ve yön bakımından "yanında oluş" değildir. Bu durumda da melekler için Hak teâlâ'nın, "Allah'ın yanında bulunanlar, O'na ibadet etmekten asla kibirlenmezler" (Enbiya, 19) ayetinde de olduğu gibi, "indiyyet" (yanında oluş) mertebesi (derecesi) sözkonusu olduğu gibi, kutsî ve beşeri ruhların da, bedenî sıfat kirlerinden ve bedenî pisliklerden temizlenip kurtulduğunda, Allah'ın celal nurları ile aydınlandığı, üzerinde kemal âleminin ışıklarının tecellî ettiği ve kulluk mertebesinden yükselip "indiyyet" mertebesine kabul edildiği anlaşılır. Hatta sanki, kulluktaki kemal, ancak "indiyyet" hakikatini müşahede etmektir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Kulunu (Muhammedi) bir gece Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya kadar götüren Allah, her türlü eksiklikten münezzehtir" (isra. 1) buyurmuştur.

Eğer, "siz bu sıfatların müslümanlarla kâfirler arasındaki farkı bildirdiğine göre, kâfirlerin hiçbir (manevi) derecesi söz konusu olmadığı halde, Cenâb-ı Hak nasıl, "Bunların Allah indinde dereceleri daha büyüktür" buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki, buna birkaç şekilde cevap verilebilir:

1) Bu, onların kendileri için Allah katında olduğunu zannettikleri derece ve fazilete göre söylenmiş bir sözdür. Bunun bir benzeri de, "De ki:... "Allah mı daha hayırlı, yoksa kâfirlerin O'na şirk koştukları şeyler mi?"(Neml. 59) ve "Bu mu daha hayırlı, yoksa zakkum ağacı mı?" (Saffat. 62) ayetidir.

2) Bu ifade ile onların bu dört sıfatla mevsuf olmayan mü'minlerden daha üstün olduklarına ve bunların kâfirlerle mukayese edilmemelerinin daha evlâ olacağına dikkat çekmek için "Onlar, bu sıfatlarla mevsuf olmayanlardan daha üstündür" denilmek istenmiştir.

3) Bununla, hicret eden mücâhid mü'minin, hacılara su veren ve Mescid-i Haram'ın bakımını yapandan daha üstün olduğu manası kastedilmiştir. Dolayısıyla o amellerin, bu amellere tercih edilmesi istenmiştir. Yoksa hacılara su vermenin ve Mescid-i Haram'ı imar etmenin de, hayırlı amellerden olduğunda bir şüphe yoktur. Fakat bu iki işi yapması halinde, bunlar kâfirler için bir mükafaatı gerektirmez. Zira en büyük cinayet olan küfrün onlarda mevcut oluşu, bu mükâfaatın meydana gelmesine manî olur.

Hicret ve Cihadın Öneminin Sırrı

Bil ki Allahü teâlâ, iman ve hicret sıfatlarına sahip olanların (mü'min muhacirlerin), Allah katında çok büyük bir dereceye sahip olduklarını bildirince, kurtuluşa erenlerin de onlar olduğunu beyan buyurmuştur. Bu, "sadece onlar" manasını ifade eder. Buna göre ayetin manası, "Allah katında" ifadesi ile işaret edilen, o mukaddes, şerefli ve yüce dereceleri -ki bu "indiyyet" (Allah katında olma) derecesidir, - elde edenler işte sadece onlardır" şeklindedir. Bu böyledir, zira Allah'a iman edip, O'nu itiraf eden insanın kalbinde dünyaya yöneliş çok azdır. Bu durumda insan, rûh cevherinden bu düğümü (azıcık ilgiyi) bile gidermeye çalışır. Dünya sevgisini gidermek ise, ancak ruhu dünya lezzetlerinden uzaklaştırmakla olur. Bu uzaklaştırma devam ettikçe, ruhun dünya sevgisi ile ilgisi gittikçe azalır. Bu uzaklaştırma ve azalma da (bilhassa) hicret ile, olur.

Sonra o kimsenin bunun peşisıra mutlaka dünyayı önemsiz, değersiz görmesi ve dünyanın kusurlarına vakıf olması ve akıllı bir kimsenin gözünde, bırakılması gereken bir şey haline dönüşmesi gerekir. Bu da ancak cihad ile tam olarak meydana gelir. Çünkü cihad, canı ve malı tehlikeye atmaktır. Binâenaleyh bu kimse, eğer dünyaya değer verse, bunu yapamaz. İşte bu noktada bazı muhakkik âlimlerin söylediği şu söz tam olarak ortaya çıkar: "İrfan, ayrılmaktan, noksanlaşmaktan ve terkten başlar. Sonra bu tahakkuk edince kalb, celâl ve ikram sıfatlarına bakmakla meşgul olmaya başlar. Onları görüp müşahede ettiğinde de, canı ve malı harcama gerçekleşir. Böylece de insan, celâl âleminin şahidi ve müşahidi, celâlet nurunun mükâşifi ve kendisine, "Rableri onlara rahmetini, rızâsını, içlerinde tükenmez ve ebedî bir naîm bulunan cennetleri müjdeler. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır" ayeti ile şahidlik edilen kimse olmuş olur. Bu durumda da, tek ve samed Allah'ın huzuruna varılmış olur ki, "Rableri katında" tabirinden anlaşılan budur. İşte o zaman, "vusûl"e vukuf derecesi gerçekleşir."

Ebedî Mutluluktaki Dereceler

Cenâb-ı Allah daha sonra "Rableri, onlara rahmetini, rızasını, içlerinde tükenmez ve ebedî bir naîm bulunan cennetleri müjdeler. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır. Çünkü Allah katında büyük bir ecir vardır" buyurur.

Bil ki bu ayet, pek çok yüksek makamı ihtiva etmekte ve Allahü teâlâ'nın o makamları en şereflisinden en aşağısına doğru sıraladığına işaret etmektedir. Biz bunları, önce ketamcılara göre, sonra da ariflerin usûlüne göre tefsir edelim:

Birincisine gelince, biz deriz ki: O mertebelerin en yücesi ve en kıymetlisi olan birinci mertebe, o rahmet ve rıza müjdesinin Allah tarafından oluşudur. Bu da, o ta'zim (saygı) ve yüceltmenin Allah tarafından olması demektir. Ayetteki, tabiri, onlar için büyük menfaatlerin gerçekleşeceğine işarettir. Ayetteki, "içlerinde... naim bulunan "ifadesi, bu menfaatlerin bulanıklıklardan ve şaibelerden uzak olduğuna işarettir. Çünkü "na'îm", nimetin ileri derecede olanıdır. Nimetin ileri derecede oluşu ise, onun bulanıklıkları ve içine birşey karışmasından uzak olmasıdır. Ayetteki, "tükenmez ve ebedi.." kaydı da, o nimetlerin sona ermeden devam edeceğini gösterir.

Allahü teâlâ, bu devamlı oluşu şu üç ifade ile açıklamıştır:

a) "Mukîm" (tükenmez ve ebedi);

b) "Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır."

c) "ebedî (kalıcıdırlar)" Böylece bu söylediklerimizin toplamından, Allahü teâlâ'nın muhacir ve mücahid olan o mü'minlere, devamlı, hertürlü şaibeden arınmış, saygı ifade eden bir menfaat tahsis ettiğini müjdelediği anlaşılır ki, bu, ödülün en üstünüdür. O menfaat ve mükâfaatın derecesinin tam, mertebesinin yüce oluşunun, mü'minlere tahsis edilişinin hikmeti, bu üstünlüğün, mezkûr dört kayıddan her biri bakımından olmasıdır. Kelamcılardan şöyle diyenler vardır: "Ayetteki Rableri, onlara rahmetini... müjdeler" buyruğu ile, dünyadaki hayırlar; "rızasını" buyruğu ile, "Allah'ın o mü'minlerden, onlar dünya hayatında iken razı olması"; "cennetler" ile, menfaatler ve "Naîm" ile, o menfaat ve nimetlerin, bulanıklık ve şaibelerden uzak oluşu, çünkü na'îm, "nimet'in mübalağa sîgasıdır ve "Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır" ifadesiyle de, mükâfaata mevcud olması gereken, ta'zim ve iclal manası kastedilmiştir.

Ariflere Göre Bu Nimetlerin İzahı

Bu ayeti, kendisini Allah'a vermiş, O'nu seven ariflerin anlayışına göre tefsire gelince, biz deriz ki bu ayette zikredilen şeylerin ilk derecesi, Allah'ın, "Rableri onları müjdeler" cümlesidir.

Bil ki nimetle sevinme iki kısımdır:

a) Bir nimet olduğu için nimetle sevinme.

b) Bir nimet olması bakımından değil de, nimet verenin o nimeti kendisine tahsis etmiş olması bakımından onunla sevinme. Şayet zihnin, bu iki kısım arasındaki farka ulaşmaktan aciz ise, birisi büyük bir sultanın huzurunda duran, diğerleri de onun hizmetine koşan köleleri düşün. O büyük sultan kendisine hizmete koşan o kölelerden birisine bir elma attığında, o köle bundan dolayı sevinç duyar. Aslında bu büyük sevinç, bir elma elde etmekten dolayı olmayıp, aksine sultanın bu ikramı ona layık görmesi sebebiyle olmuştur. İşte burada da böyledir. Cenab-ı Allah, "Rableri, onlara rahmetini ve rızasını... müjdeler" buyurmuştur. Binâenaleyh onların bazılarının sevinci, o rahmeti elde etme sebebiyle; bazılarının sevinci de, o rahmeti elde etmeden ötürü değil de, mevtasının o rahmeti kendisine layık görmesi sebebiyle olmuştur. Binâenaleyh bu ikincilerin sevinci, rahmeti elde etmeden dolayı değil, aksine rahmeti veren kimseden dolayı oimuş olur. Sonra bu makamda da birtakım dereceler bulunur, Binâenaleyh bunlardan bazılarının sevinci, rahmet ettiği için merhamet edene olurken; bazıları da, ihlasta çok ileri bir dereceye ulaşarak, rahmeti unutur ve onun sevinci sadece mevlâsından dolayı olur. Çünkü maksad da budur. Zira kul, rahmet edici olduğu için Hak teâlâ ile meşgul olduğu müddetçe, hakka garkolmamış, bazan hak ile, bazan halk ile olmuş olur. Ama bu iş tam ve mükemmel olduğunda, o kişi halktan kesilir, Hakk'ın nurunun deryasına dalar ve böylece de ne sevgiye, ne sıkıntıya, ne cezaya, ne nimete, ne belâya ve ne de iyiliğe aldırmaz. Muhakkik kimseler, Hak teâlâ'nın, "Rableri onlara... müjdeler" buyruğu karşısında durur. Böylece onların neşeleri ve sevinçleri, bununla olmuş olur ve onlar buna güvenir, buna dayanırlar. Onlardan bu yüksek mertebeye ulaşamayanlar ise, ancak Hak teâlâ'nın "Rableri" onlara merhametini ve rızasını...müjdeler" buyruğunun toplamı ile tatmin olurlar. Böylece de "Rableri" ifadesi ile müjdelenme ile yetinmez. O'nun rahmetiyle müjdelenme ile tatmin olur. "Rahmet ile müjdelenme" demek olan ikinci mertebe muhakkiklerce düşük bir mertebedir.

Bu ayetin inceliklerinden ikincisi de, Hak teâlâ'nın, buyurmuş olmasıdır. Bu cümle, çeşitli rahmet ve ikramları ihtiva etmektedir:

1) Müjde, ancak rahmet ve ihsan hususunda olur.

2) Herkesin müjdesinin, kendi haline uygun olması gerekir. Bundan dolayı bu ayette müjdeleyen, Ekremü'l-Ekremîn (kerîmlerin en kerîmi) olan Allah olduğuna göre, müjde konusu olan hayırların, akılların vasfedemeyeceği, fehimlerin nitelemekten âciz kalacağı hayırlar olması gerekir.

3) Allahü teâlâ, bu ayette, kendisi için, "Rableri" ifadesini kullandı. Bu kelime, "terbiye" masdanndan müştaktır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Sizi dünyada sınırsız nimetlerle terbiye eden o zât, sizi, çok yüksek hayırlar ve mükemmel hayırlarla müjdeler" demek istemiştir.

4) Allahü teâlâ "Rableri" sıfatını kullanarak, kendisini onlara izafe etmiş, ama onları kendisine izafe etmemiştir.

5)Allahü teâlâ, ayette onları kendinden önce zikrederek, "Onları Rahlen... müjdeler" buyurmuştur.

6) Müjde, meydana geldiği bilinmeyen bir şeyin, meydana geldiğini haber vermektir. Meydana geldiği zaten bilinen birşeyi haber vermek, "müjdeleme" olmaz. Baksana fukahâ şöyle demişlerdir: Bir kimse, kölelerimden kim oğlumun geldiğini müjdelerse, o hürdür" dese, bu haberi ilk veren köle, hürriyetini kazanır, ondan sonra haber verecekler ise, azâd edilmezler. Binâenaleyh durum böyle olunca, ayetteki, "Onlara müjdeler" ifadesinin mutlaka, onların daha önce bilmedikleri ve haberdar olmadıkları saadet derece ve mertebelerinden birisinin söz konusu oluşunu haber verme manasında olması gerekir. Halbuki onlar, Kur'an vasıtası ile, daha dünyada iken cennetin bütün lezzetlerini, hayırlarını ve hoş şeylerini bilip öğrenmişlerdi. Binâenaleyh bir müjdenin olacağını bildirme, o müjdenin mutlaka akılların kesinlikle tavsif edemeyeceği ve (bitemiyeceği), birtakım saadetlerle ilgili bir müjde olmasını gerektirir. Allah, kendi fazlı ve keremi ile, bu şeylere ulaşmayı bize nasib etsin.

Bil ki Allahü teâlâ, "Rableri onlara., müjdeler.." buyurunca, onları müjdelediği şeyi de beyan etmiştir. Müjde konusu olan şeyler şunlardır:

1) Allah'ın rahmeti.

2) O'nun rızası... Ne olduğu hususundaki bilgi, Allah katında olmakla birlikte, bu iki şeyle murad edilen, öyle zannediyorum ki, "Ey mutmain nefis, sen Rabbinden, Rabbin de senden razı ve hoşnud olmuş olarak, dön Rabbine "(Fecr, 27-28) ayetinde Allah'ın bahsettiği husustur. Rahmet, kulun Allah'ın kaza ve kaderine razı olmasıdır. Çünkü kendisinde bu hal bulunan kimsenin bakışı (nazarı), nimet ve belânın kendisine değil, bunları verene yönelik olur. Bakışı buna yönelik olan kimsenin hali hiç değişmez.

Çünkü belâyı ve nimeti veren değişmekten münezzehtir. Dolayısıyla bu kişinin halinin de değişmekten uzak olması gerekir. Fakat bunları sırf nefsini düşünerek isteyen kimse ise, devamlı olarak sevinçten hüzne, sürûrdan kedere, sıhhattan hastalığa, lezzetten eleme değişir durur. Böylece tam rahmetin, ancak kulun ilahî kaza ve kadere razı olması halinde gerçekleşeceği sabit olmuş olur. Bundan dolayı Hak teâlâ'nın, "Rableri, onlara rahmetini.. müjdeler" ifadesi, kulun kalbinden, bu halin dışındaki şeylere iltifat etmeyi siler ve onu kaza ile kaderine razı olan birisi haline getirir. Böylece Allahü teâlâ da ondan razı olmuş olur ki bu, ayetteki "ve rızasını" ifadesinden anlaşılan husustur. İşte bu durumda, ayette bahsedilen iki husus, "Sen Rabbinden, Rabbin de senden razı ve hoşnud olarak" (Fecr, 28) ayetinde bahsedilen iki şey olmuş olur. Bu da ruhanî, nurânî, âlî, kutsî ve ilâhî cennettir.

Cenâb-ı Allah, bu kutsî ve âlî cennetten bahsettikten sonra, 'içlerinde tükenmez ve ebedî bir na'îm bulunan cennetleri müjdeler. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır" buyurarak maddî cennetten bahsetmiştir. Bu, mertebelerin izahı daha önce geçmişti.

Hak teâlâ, bu durumlan zikredince, "Çünkü şüphesiz Allah katında büyük bir ecir vardır" buyurur. Bu ifadeden maksad, o hallerin saygıdeğer haller olduğunu açıklamaktır. Biz bu konuyu, (ehl-i sünnet) âlimlerimizin şöyle dediklerini beyân ederek bitirelim: "Hulûd, uzun müddet kalma manasında olup, sonsuz kalma manasına gelmez." Onlar bu görüşlerine, ayetteki "Orada ebedi olarak kalacaklardır" ifadesi ile istidlal etmişler ve şöyle demişlerdir: "Eğer hulûd (halidîn) kelimesi ebedî (sonsuz) kalmayı ifade etmiş olsaydı, bunun peşine "ebeden" (ebedi olarak) kelimesinin getirilmiş olması, lüzumsuz bir tekrar olmuş olurdu ki, bu, (Kur'an için) caiz olmaz."

Küfür Yolunu Seçen Yakınlarınızı Dost Edinmeyin

23

"Ey iman edenler, babalarınızı ve kardeşlerinizi, eğer onlar küfrü sevip, onu imana tercih ediyorlarsa, dost edinmeyin, içinizden kim onları dost edinirse, zâlimlerin ta kendileridir"

Bil ki bu ayetin getirilmesinin gayesi, o kâfirlerin "Kâfirlerden uzak kalmak mümkün değil" şeklindeki bir diğer şüphelerine cevap vermektir. Bu şüpheyi onlar, "Müslüman birisinin bazan babası kâfir olur, bazan da kâfir olan birisinin babası veya kardeşleri müslüman olur. Halbuki o adamın kardeşleri ile babasından tamamen kopması, adetâ imkansızdır. Durum böyle olunca, Allah'ın (siz müslümanlara) emrettiği uzak kalma işi de, çok zor ve âdeta imkansız gibidir" şeklinde ifade etmişlerdir. Binâenaleyh Allahü teâlâ, bu şüpheyi bertaraf etmek için bu ayeti zikretmiştir.

İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediğini nakletmiştir: "Mekke fetholunmazdan önce mü'minlere hicret etmeleri emrolundu. Bu durumda, kâfir olan ebeveyn ve akrabalarından uzaklaşmayanların imanlarını Allah kabul etmedi.

Müellif bunun müşkil olduğunu söyler. Çünkü doğru olan, bu sûrenin Mekke'nin fethinden sonra nazil olmasıdır. Binâenaleyh bu ayeti, onların söylediği hususa hamletmek nasıl mümkün olabilir? Bana göre doğruya en yakın olan, bunu, benim söylediğim şu manaya hamletmektir: Allahü teâlâ mü'minlere, müşriklerden uzak durmalarını emredip, bunun gerekli olduğunu iyice belirtince, mü'minler, "Kişi te babası, anası, kardeşi arasında tam bir kopukluğun meydana gelmesi nasıl mümkün olur?" dediler. Bunun üzerine Allahü teâlâ, atalardan, babalardan, gocuklardan ve kardeşlerden, onlar kâfir oldukları için, ilgiyi tamamen kesmenin vâcib olduğunu beyan buyurdu. Bu, ayette "Eğer onlar küfrü sevip, onu İmana tercih ediyorlarsa..."ifadesi ile beyan buyuruldu. "sevmeyi istedi" manasıhdadır. Nitekim Arapça'da, "Onu sevdi ve ercih etti" manasında, denilir. Bu sanki O. onu sevmeyi istedi" demektir. Allahü teâlâ, müslümanları onlarla içlidışlı olmaktan nehyedip, nehiy ifadesi de, haramlığı veya mekruhluğu ifade etmiş olması muhtemel bir lafız olduğu için, bu İhtimali ortadan kaldırmak gayesi ile, "İçinizden kim onları dost edinirse, zâlimlerin ta kendileridir" buyurmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh): "Cenab-ı Hak bu tabir ile, "o baba ve kardeşlerinin şirkine razı olması sebebiyle, (onları dost edinen), onlar gibi müşrik olur" manasını kastetmiştir. Nitekim fıska (günaha) razı olmak tasvib etmek -ses çıkarmamak. nasıl fısk ise, küfre rıza da küfürdür" demiştir. Kâdî de şöyle der: "Bu nehiy, kâfirin borcunu ödemeye, onu işinde çalıştırmaya mani olmadığı gibi, kişinin dünyada iken, baba ve akrabalarından uzaklaşmasına da manî değildir."

Allah ve Resulünü Herşeyden Çok Sevmeli

24

"De ki: "Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza gitmekte olan meskenler, size Allah'dan, O'nun peygamberinden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevimli geliyorsa, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyedurun. Allah fâşıklar güruhunu hidayete erdirmez".

Bil ki bu ayet, Hak teâlâ'nın bir önceki ayette zikrettiği cevabı izah etmektedir. Çünkü bazı mü'minler: "Ey Allah'ın Resulü, onlardan tamamen uzak durmamız nasıl mümkün olur? Bu uzak durma bizlerin, babalarımızdan, kardeşlerimizden ve akrabalarımızdan kopmamıza, ticaretimizin kesada uğramasına, mallarımızın yok olmasına, evlerimizin harab olmasına ve bizim, herşeyini kaybeden kimseler olarak kalmamıza sebeb olur" dediler. Bunun üzerine Allahü teâlâ, dinin ve imanın sapasağlam kalabilmesi için, böyle dünyevi zararlara katlanılmasının gerekli olduğunu beyan buyurmuş ve; "Eğer size göre, bu dünyevi menfaatları nazar-ı dikkate almak, Allah ve Resulüne itaat etmekten ve Allah yolunda cihaddan daha evla ve sevimli ise, Allah emrini, yani dünyevî ve uhrevî cezasını başınıza getirinceye kadar, sevdiğiniz o şeyleri nazar-ı dikkate almaya devam edin!" demek istemiştir. Bu hitabdan maksud, ilahi bir va'îd ve tehdiddir.

Allahü teâlâ daha sonra "Allah fâsıklar (güruhunu) hidayete erdirmez" yani, "O'na itaattan çıkıp, O'na karşı günaha girenlere hidayet etmez" buyurmuştur ki bu da bir tehdiddir. Bu ayet, dinî meselelerden herhangi biri ile, dünyevî işlerin bütünü arasında bir çelişki meydana geldiğinde, müslümanın, dinini dünyasına tercih etmesinin farz olduğuna delalet eder.

Vahidî şöyle demektedir: "Hak teâlâ, "... aşiretiniz" buyurmuştur. İnsanın aşireti, onun en yakın ehl-ü iyâlidir ki bunlar onunla beraber yaşayan kimselerdir.

Âsım'ın râvisi Ebu Bekr, bu kelimeyi, cemî sigasıyla (......) şeklinde okurken; diğer kıraat imamları müfred olarak okumuşlardır. Cemî sîgasının delili şudur: "Bu ayetin muhatabı olanların her birinin bir aşireti vardır. Binâenaleyh sen bunu çoğul olarak okuduğunda "aşiretleriniz..." dersin."

Bu kelimeyi müfred sîgasıyla okuyanlar da şöyle demişlerdir: "Aşiret kelimesi, cemî için kullanılır. Binâenaleyh onu ayrıca cemilemeye lüzum yoktur." Bu görüşü Ahfeş'in şu sözü de destekler: "Araplar nerede ise, "aşiret" kelimesini, "aşirât" şeklinde hiç cemî yapmazlar. Onu daha ziyade şeklinde cemî yaparlar." Ayetteki, (......) lafzı, "iktisab ettiğiniz, kazandığınız (mallar)" demektir.

Bil ki Allahü teâlâ, kâfirlerle içli-dışlı olmaya sevkeden şeyleri zikretmiş ve bunların da şu dört şey olduğunu belirtmiştir:

1) Akrabalarla beraber olma. Allahü teâlâ, çok akraba arasında şu dört kısmı zikretmiştir: Babalar, oğullar, kardeşler ve eşler. Daha sonra da bunların hepsini içine alan, "aşiretiniz" lafzını getirmiştir.

2) Kazanılmış malları elde tutma temayülü.

3) Ticaret yoluyla mal kazanma arzusu.

4) Evlere bağlı olma arzusu. Bunun, çok güzel bir sıralama olduğunda şüphe yok. Çünkü içli-dışlı olmaya sevkeden en büyük sebep arkabalıktır. Bundan dolayı olan içli-dışlı oluş ile, elde olan matları elde tutma ve muhafaza etme sağlanır. Daha sonra bu içli-dışlı oluştan, elde mevcut olmayan şeyleri kazanmaya ulaşılır. Bu sıralamanın en sonunda, yurtlarda ve diyarlarda, oturmak için yapılmış olan binalarla ığılı arzuya yer verilmiştir. Böylece Allahü teâlâ, bu şeyleri, gerekli bu tertibe göre zikretmiş ve en sonunda da, din ile imanı nazar-ı itibara almanın bütün bunları nazar-ı dikkate almaktan daha hayırlı olduğunu beyan buyurmuştur.

Huneyn Gazvesi ve Ucbün Cezası

25

Âyetin tefsiri için bak:27

26

Âyetin tefsiri için bak:27

27

"Andolsun ki Allah, birçok yerlerde ve Huneyn Gönünde size yardım etti. Çokluğunuz o zaman (Huneyn Günü) sizi böbürlendirmişti de bu, size hiçbir fayda sağlamamıştı. Yeryüzü, o genişliğine rağmen, başınıza dar gelmişti. Nihayet bozguna uğrayarak gerisin geri gitmiştiniz. Sonra Allah, Peygamberinin ve mü'minlerin üzerine sekinetini indirdi, görmediğiniz orduları inzal etti ve kâfirleri azablandırdt. Bu, o kâfirlerin cezası idi. Sonra Allah, bunun ardından, dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah gafur ve rahimdir".

Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki Allahü teâlâ, dinî maslahat ve menfaatların nazar-ı dikkate alınması için, önceki ayette kâfir babalar, oğullar, kardeşler ve akrabalarla içli-dışlı olmaktan ve mallardan, ticaretten, evlerden yüz çevirmenin gerekli olduğunu ifade etmiştir. Allahü teâlâ, bunun insanlara ve kalblere son derece güç ve zor gelen birşey olduğunu bildiği için, dininden ötürü dünyasını terkeden kimseyi, dünyadaki matlubuna da ulaştıracağını gösteren bir ifade zikretmiş ve bu hususta şöyle bir darb-ı mesel getirmiştir: Huneyn Vak'ası'nda Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ordusu, sayıca çok ve son derece kuvvetli idi. Binâenaleyh, onlar çokluklarıyla övünüp ona güvenince, yenildiler. Daha -sonra yenildiklerinde, Allah'a yönetip O'na yalvarıp yakarınca, Allah onları kuvvetlendirdi ve böylece de onlar, kâfirlerin ordusunu hezimete uğrattılar. Bu da, insanın, her ne zaman dünyasına itimad edip güvendiğinde dinini de dünyasını da zayi edeceğine; Allah'a itaat edip dinini dünyasına tercih ettiğinde ise, Allah'ın, o kimseye hem dinini hem de dünyasını en güzel bir biçimde vereceğine delâlet eder. Böylece Cenâb-ı Hak, bu hususu, dinî mashalattan dolayı babalan, oğulları, malları ve meskenleri ile olan ilgilerini kesmelerini emrettiği o kimseler için bir teselli etmek, onlara bunlardan dolayı sabır vermek ve işaret yoluyla, onların böyle yapmaları halinde, o kimseleri akrabalarına, mal ve meskenlerine en güzel bir biçimde ulaştıracağını va'adetmek istemiştir. İşte, bu ayetin, makabli ile olan münasebetinin izahı budur ve bu da son güzel ve yerindedir.

Mevatınu'l-Harb Ne Demektir?

Vahidî şöyle der: Nasr kelimesi, birisine özellikle düşmana karşı yardım etmektir. Mevatın, mavtın kelimesinin çoğuludur. Mavtın ise, insanın herhangi bir sebeple durduğu her yere verilen isimdir. Bu izaha göre iadesi "Savaşın yapıldığı yerler, harp sahneleri" anlamına gelir. Bu kelimenin gayr-i unsartf olması ise, müfredin kullanılmadığı bir manada cemi olmasıdır. ifadesi, Allah'ın Resulünün savaştığı birçok yere işaret eder. Bu yerlerin seksen adat olduğu söylenmiştir. Böylece Allah, mü'minlere yardım edenin kendisi olduğunu ırmiştir, Binâenaleyh, Allah'ın yardım ettiği hiç kimse mağlub olmaz.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "ve Huneyn Gününde ki zaman (Huneyn Günü) çokluğunuz sizi böbürlenmişti" buyurmuştur. Bu, "O derden biri olarak Huneyn Günündeki çokluğunuzun sizi gurura düşürmesini hatırlayınız" demektir.

Huneyn Vak'ası

Ramazan ayının sona ermesine birkaç günün kalmış olduğu bir sırada, Allah'ın Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'yi fethedince, Hevâzin ve Sakîf kabileleriyle savaşmak için oeyn'e yönelerek Mekke'den çıktı... Alimler, Allah'ın Resulünün ordusunun sayısı ffusunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak Atâ, İbn Abbas'ın ordunun sının onaltıbin olduğunu söylediğini belirtirken, Katâde şöyle demiştir: O ordunun onikibindi. On bini, Mekke'de bulunanlar; iki bini de İslâm'a girerek, serbest bırakılan esirlerden meydana geliyordu." Kelbî ise, "bunların sayısının onbin olduğunu" söylemiştir, Netice olarak diyebiliriz ki, askerin sayısı çok idi. Hevazin Sakîf kabilelerinin sayısı ise dörtbin idi. Binâenaleyh, iki ordu karşı karşıya gelince, müslümanlardan birisi: "Biz bu gün bu az sayıdaki ordu karşısında mağlup olmayacağız" dedi. Bu kelime, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i üzdü.. İşte Cenâb-ı Hakk'ın, (......) hitabından maksad budur. Bu sözü, Allah'ın Resulünün söylediği ileri sürüldüğü gibi, Ebu Bekir'in söylediği de ileri sürülmüştür. Bu sözü, Allah'ın Resulüne isnad etmek son derece uzak bir ihtimaldir. Zira, Hazret-i Peygamber, Allah'a güveniyor ve kalbi, dünya ve dünyevî sebeplerden uzak bulunuyordu.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "bu, sizden hiçbir şeyi gidermeye yaramamıştı" buyurmuştur.

İğna' fiili, ihtiyacı giderecek şeyi vermek demektir, O halde, Cenâb-ı Hakk'ın buyruğunun manası, "O çokluğunuz, size ihtiyacınızı giderecek herhangi bir şey sağlamadı" demektir. Binâenaleyh bu sözün burada zikredilmesinin maksadı, Allahü teâlâ'nın o mü'minlere sayılarının çok olmasıyla değil, ancak Allah'ın yardımı sayesinde galip geleceklerini bildirmektir. Dolayısıyla onlar, çokluklarıyla gururlanınca, mağlup olup hezimete uğradılar.

Cenâb-ı Hak, "Yeryüzü, o genişliğine rağmen, başınıza dar gelmişti" buyurmuştur. Arapça'da, denilip "yerin geniş olması" manası kasdedilir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın "O genişliğine rağmen" tabiri, "onca genişliğine rağmen, genişliği ile birlikte" demektir.

Bu sebeple, burada fiille beraber ma masdariyye olarak gelmiştir. (Yani, demektir.) Buna göre mana, "sizin başınıza gelen o şiddetli korkudan ötürü, yer size dar gelmişti de, böylece siz genişliğine rağmen orada düşmanınızdan kaçmaya elverişli bir yer bulamaz hale geldiniz" şeklindedir.

Berâ İbn Azib şöyle demişti: "Hevâzinliler, okçu idiler. Biz onlara hücum edince, bozulup dağıldılar. Bunun üzerine biz de ganimet mallarına üşüştük. Bunun hemen peşinden, onlar bizi oklarıyla karşıladılar. Derken, müslümanlar Hazret-i Peygamberin etrafından dağılıp kaçtılar. O'nunla sadece Abbas İbn Abdulmuttalib ile, Ebu Süfyan kaldı." Berâ, sözüne devamla şöyle der: "Kendisinden başka ilah olmayan o yüce zâta yemin ederim ki, Allah'ın Resulü, asla arkasını dönmedi (kaçmadı). Ben Allah'ın Resulünü, Ebu Süfyan, üzengisinden; Abbas da bineğinin geminden tutmuş olarak "Ben. nebiyim, yalan yok! Ben. Abdulmuttalib'in torunuyum!" deyip, katırını hiç aldırmaksızın kâfirlere doğru mahmuzlarken gördüm. O'nun katırı, kır idi. Daha sonra da Abbas'a: "Muhacir ve ensâra seslen! " dedi. Abbas, sesi gür bir zât idi. Bunun üzerine Abbas: "Ey Allah'ın kulları! Ey Ashâb-ı Şecere! Ey Ashâb-ı Sureti'l-Bakara!" diye çağırıp seslenmeye başladı. Dağılmış olan müslümanlar onun sesini duyunca, tek bir cemaat haline geldiler, Allah'ın Resulü, eline bir avuç çakıl taşı aldı ve bu taşları: "Yüzleriniz kararsın, kahrolun!" diyerek, onların üzerine fırlattı. Bunun üzerine onlar gerisin geriye kaçmaya başladılar; bu hal onları son derece yorgun ve bitkin bir hale getirdi. Derken, Allahü teâlâ onları hezimete uğrattı. O gün, onlardan bu çakıl taşlarının gözünü doldurmadığı hiç kimse kalmadı."

İşte, Cenâb-ı Hakk'ın "Sonra Allah, peygamberinin ve müminlerin üzerine sekînetini indirdi." ayetinin ifade ettiği husus budur.

Müşriklerin Hezimeti, Mü'minlere Sekînet İndirilmesi

Bil ki Allah, çokluğun fayda vermediğini; yardım gerektiren şeyin, ancak Allah'dan olduöunu beyan edince, şu üç şeyi de zikretmiştir:

a) Sekîne'yi indirmek... Sekîne, kalbin ve nefsin kendisiyle sükûnete erdiği, emniyeti ve itminanı veren şeydir. Bu husustaki istiare vechinin şu olduğunu zannediyorum: İnsan, korktuğu zaman, kalbi çarparak kaçar. Ama, emniyete kavuştuğunda telaşı sona erer ve sükûnete kavuşur. Emniyet sükûnete ermeyi gerektirince, "sekîne" kelimesi emniyetten kinaye kılınmıştır.

Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra Allah, peygamberinin ve müminlerin üzerine sekînetini indirdi" buyruğu, fiilin (işin), dâînin (sebebin) bulunmasına dayandığına delâlet eder. Bu da, daî'nin ancak Allah tarafından meydana getirildiğini gösterir.

Birinci mukaddimenin izahına gelince, bu şöyledir: Mü'minler bozulurken, onların kalblerinde sükun ve sebat daîsi (sebebi) meydana gelmemişti. İşte bundan dolayı şüphesiz, sükûn ve sebat tahakkuk etmemiş, aksine mü'minler kaçmışlar ve bozulmuşlardı. Sükûn ve sebatın daîsi, sebebi demek olan "sekîne" meydana gelince, o mü'minler, Allah'ın Resulüne döndüler. O'nun yanında sebat ettiler ve böylece sükûnete kavuştular. Böylece bu, herhangi bir işin meydana gelmesinin, daî'nin bulunmasına, dayandığına delâlet etmiş olur.

O daî'nin, Allah tarafından meydana getirildiği şeklindeki ikinci mukaddimeye gelince, bu, Allah'ın "Sonra Allah, peygamberinin ve müminlerin üzerine sekînetini indirdi" ayetinden açıkça anlaşılan husustur. Akıl da buna delâlet etmektedir. Zira, kalbteki daî kul tarafından meydana getirilmiş olsaydı, bu, başka bir daînin bulunmasına dayanmalı idi. Böylece de, teselsül gerekmiş olurdu. Halbuki teselsül, imkânsızdır.

Huneyn Günü Meleklerin İndirilmesi

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "görmediğiniz orduları inzal etti..." buyurmuştur. Bil ki bu, Allah'ın o günde yapmış olduğu ikinci bir şeydir. Bundan muradın, Cenâb-ı Hakk'ın melekleri indirmesi olduğunda bir hilaf yoktur. Bedir Hâdisesinde zikredildiğinin aksine, burada, ayetin zahirinde meleklerin sayısının ne kadar olduğuna delâlet eden herhangi bir açıklama bulunmamaktadır.

Said İbn Cübeyr Allah'ın, peygamberine beşbin melekle yardım ettiğini söylemiştir. Belki de o, bu sayıyı Bedir Günü'ndekine mukayese ile söylemiştir. Saîd İbnu'l-Müseyyeb de şöyle demektedir: "Huneyn Günü'nde müşriklerin arasında bulunan bir adam bana şunları anlattı: Biz, müslümanları dağıtınca, onları kovalamaya başladık. Kır katıra binen kimsenin yanına varınca, bizi, yüzleri beyaz ve güzel birtakım kimseler karşılayarak: 'Yüzleriniz kararsın! Helak olun! Geri dönünüz!" dediler de, bunun üzerine biz de döndük. Onlar da, bizim omuzlarımıza çullandılar..."

Yine alimler, meleklerin o günde savaşıp savaşmadığı hususunda da ihtilâf etmişlerdir. Saîd İbnu'l-Müseyyeb'ten naklettiğimiz bu rivayet onların savaştığına delâlet eder. Alimlerden: "Melekler sadece Bedir Günü'nde savaşmışlardır. Onların bu günde inmelerinin faydası ise, mü'minlerin kalblerine kuvvet ve güzel düşünceler atarak onları teskin etmektir" diyenler de vardır.

Kâfirlerin Azaplandırılması

Daha sonra Cenâb-ı Hak, 'Ve kâfirleri ise azablandırdi" buyurmuştur. İşte bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yaptığı üçüncü iştir. Bu azablandırmadan maksat, onların öldürülmeleri, esir edilmeleri, mallarının (ganimet olarak) alınması ve soylarının köleleştirilmesidir. Alimlerimiz bunu, kulların fiillerini Allah'ın yarattığına delil getirmişlerdir. Çünkü bu azablandırmadan murad, yakalamak ve esir almaktır. Allahü teâlâ, bütün bunları zatına izafe etmiş kendi fiili olarak göstermiştir. Biz, Hak teâlâ'nın, "Allah, peygamberinin ve mü'minlerin üstüne sekînetini indirdi" ayetinin tefsiri esnasında buna delâlet ettiğini beyân etmiştik. Binâenaleyh bu iki ifadenin toplamı, bu hususta apaçık bir delil olmuş olur.

Bu meselede Mu'tezile şöyle der: "Allahü teâlâ bütün bu işleri kendi emri ile olduğu için kendisine izafe etmiştir." Bunun cevabı defalarca geçti.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bu, o kâfirlerin cezası idi" buyurmuştur. Bu, "O azab kâfirlerin cezasıdır" demektir. Bil ki hakikat ehli, (ehl-i hakikat), ta'zîr cezasıyla birlikte, celde (sopalama) meselesinde, "Zina eden kadın ile zina eden erkekten herbirine yüzer değnek (celde) vurun " (Nûr, 2) ayetine tutunarak şöyle demişlerdir: "Bu ayetteki fe'clidu (celde vurun) emrinin başındaki fâ edatı, bu celdenin bir ceza olduğuna delâlet eder. Ceza ise, "yeterli-kâfi olan şey"dir. Celdenin yeterli olması, onun yanıstra başka bir cezanın daha meşru kılınmasına manîdir." Buna cevaben şöyle deriz: "Ceza, yeterli olana denmez. Bütün müslümanlar, Kıyamette devamlı bir cezanın, o kimseler için ertelendiği hususunda ittifak ettikleri halde, Allahü teâlâ'nın bu ayetteki azablandırmasına, Allah ona "ceza" dediği için ceza denilmiştir. Böylece bu ayet, cezanın, kendisi yeterli (kâfi) olan şeye denmediğine delâlet eder.

Allahü teâlâ daha sonra, "Sonra Allah, bunun ardından dilediğinin tevbesini kabul eder" buyurmuştur. Bu, "Onların başına gelen hertürlü hızlâna rağmen, Allah onların tevbelerini kabul edebilir" demektir. Alimlerimiz şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, kişinin kalbinden küfrü silip, orada İslam'ı (imanı) yaratarak, bazılarının tevbesini kabul eder." Kâdî de: "Bu ifade, "Onların başına gelen geldikten sonra, onlar müslüman olur ve tevbe ederlerse (şirklerinden dönerlerse), hiç şüphesiz Allahü teâlâ onların tevbelerini kabul eder" manasına gelir" demiştir. Kâdî'nin bu görüşü zayıftır. Çünkü ayetteki, "Sonra Allah, bunun ardından dilediğinin tevbesini kabul eder" buyruğunun zahirî, o tevbenin onlar için, ancak Allahü teâlâ tarafından yapıldığına (yani tevbenin kabulü manasında olduğuna) delâlet eder. Bu husustaki tam izah, (Bakara, 37) ayetinin tefsirinde geçmişti.

Cenâb-ı Allah daha sonra, "yani "Allah tevbe edenleri bağışlar, iman edip salih amel işleyenlere de merhamet eder" buyurmuştur. Allah en iyi bilendir.

28

"Ey iman edenler, müşrikler ancak bir necistir. Bundan dolayı bu yıllarından sonra onlar Mescid-i Haram a yaklaşmasınlar. Eğer fakirlikten korkarsanız, Allah dilerse, sizi yakında kendi fazlından zenginleştirir. Çünkü Allah alîm ve hakimdir".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Müşriklere Kabe Yolunun Kapatılmasının Çıkardığı Mesele

Bil ki bu, müslümanların kalblerine düşen üçüncü şüphedir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'ye, Mekke müşriklerine Berâe (Tevbe) sûresinin ilk ayetlerini okumasını, kendileriyle yapılmış olan ahdi geri almasını, yani iptal etmesini) ve Allah ile Resûlullah'ın müşriklerden berî (uzak) olduğunu girmesini emredince, müşriklere hacc yolunun kapatılması, yük taşıyan develerin ticaret kervanlarının) kalmayacağından ötürü bazı insanlar, "Ey Mekkeliler, siz sıkıntılarla karşılaşacağınızı göreceksiniz!" dediler. İşte bu şüpheyi gidermek için ayet indi. Allah bu şüpheyi, "Eğer fakirlikten korkarsanız, Allah dilerse, sizi :nda kendi fazlından zenginleştirir" buyruğu ile cevapladı. Bu ayetin, daha önceki ayetlerle münasebeti böyledir ve son derece muvafık ve güzeldir.

İkinci Mesele

Alimlerin çoğu, "müşrikler" lafzının, sadece putperestleri içine aldığını söylerlerken; bazı kimseler: "Hayır bu, bütün kâfirleri içine alır" demişlerdir. Bu mesele daha evvel geçmişti ve biz bu (ikinci) görüşün daha doğru olduğunu pek çok delille ortaya koymuştuk. Bunun burada böyle olduğunu ifâde eden şey, Hak teâlâ'nın, "Şüphesiz ki Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez, amma bunun dışındaki günahları affeder" (Nisa. 48) ayetine tutunmaktır. Ama bu ayetin buna delil yapılması yanlıştır.

Neces Kavramı

Neces kelimesi, (pis oldu, kirlendi) fiilinin masdarıdır. Bu tıpkı (pisledi, kirletti) fiili gibidir. "Neces", "pislik sahibi, kirli" manasınadır. Leys: "Neces, insanlardan ve herşeyden, pis olan şey demektir. Nitekim, (pis-kirli adam) ve (kirli bir kavim) denilir. Bir başka kullanılış da, (pis ayak); (pis kavim) (pis falan); (Pis adam); (pis kadın) şeklinde (müfredi, cemisi, müzekkeri, müennesi aynı olarak) kullanılır" demiştir.

Alimler, müşriklerin necis (pis) olmasının ne manaya geldiği hususunda ihtilaf etmişlerdir.

Keşşaf sahibi, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın: "Onların bizzat kendileri, aynen köpek ve domuz gibi (pis)tir" dediğini nakletmiştir. Hasan el-Basrî'nin: "Kim bir müşrik ile tokalaşırsa, abdest alır" dediği rivayet edilmiştir ki, bu aynı zamanda Zeydiyye fakihlerinden el-Hâdî'nin görüşüdür. Fukahâ ise, müşriklerin bedenlerinin temiz olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.

Bil ki bu ayetin zahiri, onların necis olduklarını gösterir. Binâenaleyh ayetin zahiri manasının ifade ettiği hükümden, ancak başka bir nass (delil) bulunursa dönülebilir. Bu hususta bir icmânın olduğunu söylemek de mümkün değildir. Çünkü bu hususta ihtilaflar (farklı görüşler) olduğunu gösterdik. Kâdî, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, müşriklerin kaplarından su içtiğini ortaya koyan rivayetlere dayanarak, onların (maddeten) temiz olduklarına istidlal etmiş ve: "Eğer onların bedenleri necis olsaydı, bu, müslüman olmaları sebebiyle değişmez (temiz olmazdı)" demiştir.

Birinci görüşü benimseyenler buna şu şekilde cevap vermiştir: "Kur'an, haber-i vahidden daha kuvvetlidir. Hem haberin (hadisin) sahih olduğu kabul edilse bile, Hazret-i Peygamberin, müşriklerin kaplarından su içilmesinin helâl olduğuna inanmasının, bu ayetin nüzulünden önce olması gerekir. Bunu şu iki yönden izah edebiliriz:

a) Bu sûre, Kur'an'ın, en son inen sûrelerindendir. Kâfirlerle ihtilat (iç içe yaşamak) daha önce caizdi. Allahü teâlâ, bu sûre ile bunu haram kıldı. Yine daha önce kâfirlerle anlaşma yapılabiliyordu. Fakat bu sûre ile Allah, o anlaşmaları kaldırdı. Binâenaleyh, "Daha önce müşriklerin kaplarından yemek-içmek helâl idi, ama Allah sonra bunu da haram kıldı" denilebilir.

b) Asıl olan, hangi kap-kacak olursa olsun, ondan yeyip-içmenin helal oluşudur. Binâenaleyh eğer biz bu aslın, bu ayetin hükmü ile haram kılındığını; daha sonra ise, bu haber-i vahid ile haram kılındığını söylersek, o zaman (üstüste) iki nesh meydana gelmiş olur. Fakat aslolan hükme göre bunun helal olduğunu, Hazret-i Peygamberin de, onların kaplarından bu asıl olan hükme göre içtiğini, daha sonra bunun, bu ayetle haram olduğunu söylersek, o zaman tek bir nesh olmuş olur. Binâenaleyh bunun daha evlâ olması gerekir."

Kâdî'nin, "Eğer kâfirin bedeni (maddeten) pis olsaydı, müslüman olması sebebiyle, bu pislik temizliğe dönüşmezdi" şeklindeki görüşüne de, "Bu, sarih (manası açık) nassa karşı yapılmış bir kıyastır" diye cevap veririz. Hem sonra bu (Mu'tezile) mezhebine mensup olanlar, "Kâfirin, müslüman olduğu zaman küfürden dolayı meydana gelen necaseti (pisliği) gidermek için, gusletmesi (yıkanması) gerekir" derler. İşte bunun izahı da budur.

Fukahânın çoğu, kâfirin bedeninin temiz olduğu hükmüne varmışlar ve bu ayeti şu değişik şekillerde tefsir etmişlerdir:

a) İbn Abbas (radıyallahü anh) ve Katâde: "Onlar cünüblükten ötürü yıkanmaz ve abdestsizlikten ötürü abdest almazlar. (Bunun için necistirler)" demişlerdir.

b) Bu, "Kendilerinden nefret edilmesi gerektiği hususunda, müşrikler âdeta pis bir şey gibidirler" demektir.

c) Onların, ayrılmaz vasıfları olan küfürleri (inkârları), sanki onlara bulaşıp-yapışmış bir pislik gibidir. Bil ki bütün bu izahlar, ayetin zahirinin ifade ettiği hükmü, bir delil olmaksızın bırakmak demektir.

Necesat Gideren Su İle Temizlenme

Ebu Hanife ve talebeleri (Allah kendilerinden razı olsun): "İster cünüblükten, ister abdestsizlikten ötürü olsun, abdestsiz olan kişinin uzuvları hükmen necis (pis)tir" demişler ve bu söze, abdestte ve gusülde kullanılmış olan suyun necis (pis) olduğu hükmünü dayamışlardır. Ebu Yûsuf bunun necâset-i hafife (hafif pislik); İmam Hasan b. Ziyad, necâset-i galîza (ileri derecede pislik) olduğunu söylemiştir. İmam Muhammed b. Hasan ise, bu suyun temiz olduğunu söylemiştir.

Bil ki, Hak teâlâ'nın, "Müşrikler ancak bir necistir." buyruğu, bu görüşün yanlış olduğunu delalet eder. Çünkü "ancak" kelimesi hasr (sadece) manası ifâde eder. Bu da, müşriğin sadece necis olduğunu gösterir. Binâenaleyh abdestsiz kimsenin uzuvlarının (manen) necis olduğunu söylemek, bu nassa terstir. Şaşarım! Bu nass müşriğin pis olduğu, mü'minin ise böyle olmadığı hususunda sarîh bir ifadedir. Buna rağmen bazıları, bu hükmü tersyüz ederek, müşriğin temiz, mü'minin ise, eğer abdestsiz ve cünüb ise pis olduğunu söylerler ve müşriklerin uzuvlarını (el-yüzlerini) temizlemek için kullandıkları suyun temiz ve temizleyici olarak devam ettiğini, en büyük peygamberlerin bile (abdest almak için) uzuvlarında kullandıkları suyun necaset-i galizâ olduğunu (pislendiğini) iddia ederler. İşte bu şaşılacak şeylerdendir.

Müslümanın uzuvlarının temiz olduğunu ifade eden hükmü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Mü'min diri iken de, ölü iken de pis olmaz" Buhâri, Gusl. 23-24; İbn Mâce, Taharet, 80 (1/178). şeklindeki hadis-i şerifi de kuvvetlendirir. Binâenaleyh bu hadis, Kur'an'a uygundur. Daha sonra birtakım itibarî hükümler de, Kur'an'a ve bu husustaki hadislere uymaktadır. Çünkü müslümanlar, bir kimsenin namazda iken üzerinde pislik bulunsa, namazının bâtıl olmayacağı hususunda; yine ıslak bir elin, abdestsiz bir kimsenin eline dokunması halinde, bu elin pis olmayacağı hususunda ve abdestsiz bir kimsenin terlemesi ve bu terinin elbisesine geçmesi halinde de o elbisenin pislenmiş sayılmayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Bundan dolayı ayet, hadis ve icma, abdestsiz mü'minin uzuvlarının temiz olduğu hükmüne mutabakat etmektedir. Öyle ise, bunlara muhalefet nasıl mümkün olur?

Muhalifin şüphesi şudur: "Abdeste "taharet" (temizlik) ismi verilmiştir. Taharet ise ancak bir pislikten dolayı olur." Bu şüphe zayıftır. Zira taharet (temizlik), bazan günah ve hataları gidermek manasında da kullanılır. Nitekim Cenab-ı Hak, Resûlullah'ın ehl-i Beytini anlatırken, "Ey ehl-i beyt, Allah sizden ancak kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak diler" (Ahzab, 33) buyurur. Buradaki tertemiz yapma ile, onların günah ve hatalarının giderilmesi kastedilmiştir. Yine Cenâb-ı Allah, Hazret-i Meryem (aleyhisselâm)'i anlatırken, "Şüphesiz ki Allah, sana seçkin bir hususiyet verdi ve seni tertemiz (büyüttü)" (Al-i imran, 42) buyurmuştur. Bununla Cenâb-ı Hakk'ın onu asılsız töhmetlerden temizlemesi kastedilmiştir.

Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki: "Abdestin, uzuvları günahlardan ve hatalardan temizlediği hususunda da, sahih hadisler vardır. Binâenaleyh Şâri-i Hakîm (Allah), abdesti, bu manada temizleyici kabul edince, bizi buna ters manayı tercihe ve Kur'an'ın, hadislerin ve icmânın hükümlerini bozacak bir hükme sevkedecek şey ne olabilir ki?"

Gayrimüslimlerin Camiye Girmelerinin Hükmü

Şâfii (r.h) şöyle demiştir: "Kâfirler, sadece Mescid-i Haram'dan men olunurlar. İmam Malik ise, onların bütün mescidlerden men edilmelerini (yani oralara sokulmamalarını) söylemiştir. Ebu Hanîfe (r.h) de, kâfirlerin ne Mescid-i Haram'dan, ne de diğer mescid ve camilerden men edilemeyeceğini söylemiştir. Bu ayet, mantûku ile (yani zahirî direkt manası ile) Ebu Hanife'nin görüşünün mefhumu ile (yani dolaylı manası ile) de, İmam Malik'in görüşünün yanlış olduğunu gösterir. Yahut şöyle de diyebiliriz: "Asıl olan men etmemektir, Fakat bu asıl hükme, Mescid-i Haram hususunda, bu açık ve kesin nasstan (ayetten) ötürü muhalefet ettik. Binâenaleyh bu hükmün, Mescid-i Haram'ın dışındaki mescidler hakkında, asla uygun olarak devam etmesi gerekir.

Mescid-i Haram'dan Maksad Harem Bölgesidir

Alimler, bu ayette yer alan "Mescid-i Haram" lafzı ile, bizzat Mescid-i Haram'ın kendisinin mi, yoksa bütün "Harem" bölgesinin mi kastedildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Doğruya en yakın olan, ikinci görüştür. Bunun delili, ayetteki, "Eğer fakirlikten korkarsanız, Allah dilerse sizi yakında kendi fazlından zenginleştirir" buyruğudur. Çünkü (zenginlik vasıtası olan) ticaret yeri, bizzat Mescid-i Haram'ın içi değildir. Binâenaleyh eğer bu ayetin maksadı, müşrikleri sadece mescidden men etme olsaydı, müslümanlar, bu men ediş sebebiyle, fakirlikten ve geçim darlığından endişe etmezlerdi. Onlar, ancak çarşı ve pazarlardan men edildikleri zaman geçim endişesi duyarlar. Bu, ayetle yapılan güzel bir istidlaldir. Bu görüş, âlimlerin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Mirac'a Ümmü Hânî'nin evinden götürüldüğü hususunda ittifak etmeleri ile birlikte, Hak teâlâ'nın, "Kulu (Muhammed'i) bir gece, Mescid-i Haram'dan, Mescid-i Aksa'ya kadar götüren Allah münezzehtir" (İsra, 1) ayeti ile de kuvvet bulur. Yine bu görüş, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet edilen: "Arap yarımadasında, iki din bir arada bulunmaz" hadisiyle de kuvvet kazanır.

Bil ki alimlerimiz şöyle demişlerdir: "Harem-i Şerif, müşriklere haramdır. Şayet imam (devlet başkanı) Mekke'de olsa, müşriklerin de elçisi gelse, imâm, onun mesajını dinlemek için "Hill" bölgesine (Harem'in dışına) çıkar. Şayet bir müşrik gizlice Harem'e girse ve orada hastalansa, biz onu, hasta hasta oradan çıkartırız. Eğer orada ölse ve bilinmeden defnedilse, mümkün olursa, biz onun mezarını yeniden açar ve on'un kemiklerini çıkarırız.

Yedinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın "Bu yıllarından sonra... ifadesiyle, kendisinde müşriklerden uzak durulmasının bildirildiği senenin murad edildiği hususunda şüphe yoktur ki bu sene de hicretin dokuzuncu senesidir.

Ziyaretçiler Azaldı Diye İktisaden Endişelenmeyin

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Eğer fakirlikten korkarsanız (...)" buyurmuştur. Ayle kelimesi, muhtaç olmak fakir olmak demektir. Nitekim Arapça'da, bir kimse muhtaç duruma düştüğünde denilir. Buna göre ayetin ifade ettiği mana, "Şayet, kâfirlerin Mekke'den uzaklaştırılmaları sebebiyle, fakir düşeceğinizden korkarsanız, bilesiniz ki Allah sizi kendi lütf-u keremiyle zenginleştirir " şeklinde olur. Bu ifâdeyle ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Alimler, Hak teâlâ'nın, "kendi fazlından" ifadesindeki "fazl"ın tefsiri hususunda şu görüşlere yer vermişlerdir:

a) Mukâtil şöyle demektedir. "Cidde, San'a, ve Huneyn halkı müslüman oldular. Bu sebeple de yiyecek maddelerini, satmak maksadıyla Mekke'ye gönderdiler. Böylece Allahü teâlâ da, Mekke'deki müslümanları, kâfirlerle alışverişte bulunmaya muhtaç olmaktan onları müstağni kıldı, buna gerek kalmadı. "

b) Hasan el-Basrî de şöyle demiştir: "Allahü teâlâ, buna karşılık onlara cizye gelirini vermiştir."

c) Allah, onları "fey" ile zengin kılmıştır.

d) İkrime de buna, "Allah, onlara yağmur yağdırdı ve böylece de mallarını çoğalttı " manasını vermiştir.

Gerçekleşen Gaybî Haber

Cenâb-ı Hakk'ın yakında kendi fazlından zenginleştirir" müjdesi, gelecekte vuku bulacak büyük bir hâdise hakkında, kesin ve net bir şekilde gaybdan bir haber vermektir. İşte, bu habere uygun ve muvafık olarak gerçekleşmiştir. Binâenaleyh bu, bir mucize olmuştur.

Bu Müjdeye Kayıt Koymanın Manası

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "dilerse" buyurmuştur. Bir kimse bir soru sorarak şöyle diyebilir: "Yukardaki haberden maksat, fakirlik korkusunu ortadan kaldırmaktır. Halbuki, "dilerse" şartı, bu maksadın ifade edilmesine mani olur. " Buna, birkaç yönden cevap verilebilir:

1) Bu, bu gayenin ve maksadın mutlaka tahakkuk edeceğine dair bir güvenin, bir itimadın oluşmasını önlemek içindir.. Böylece insan, hayırları talep etmek ve belaları def etmek hususunda, devamlı bir biçimde Allah'a yalvarır yakanr bir halde bulunur.

2) Bu şartın zikredilmesinin maksadı, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, 'İnşaallah (hepiniz) emniyyet içinde, korkusuzca mutlaka Mescid-i Harama gireceksiniz" (Fetih. 27) ayetinde de olduğu gibi, edebe riâyet etmeyi öğretmektir.

3) Bu ifadenin maksadı, bunun, her zaman ve bütün işlerde olmayacağına dikkat çekmektir. Çünkü Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), duasında "ve ahalisini... mahsullerle rızıklandır" (Bakara, 126) demiştir. Bu ayette bulunan ifadesinde bulunan min edatı " kısmiyyet" ifade eder. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetteki, "dilerse" kaydı ile de işte burada (Bakara, 126) söz konusu olan kısmîlik kastedilmiştir.

Daha sonra, "Çünkü Allah, alîm ve hakimdir" buyurmuştur. Yani, "Allah, sizin hallerinizi en iyi bilen ve en iyi hükmedendir. O, ancak bir hikmet ve doğru olan bir gerekçeden dolayı veren ve vermeyendir" demektir. Allah en iyisini bilendir.

Ehl-i Kitaptan Cizye Alınız

29

"Kendilerine kitâb verilenlerden ne Allah'a, ne ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Peygamberinin haram ettiği şeyleri haram tanımayan, hak dinini din olarak kabul etmeyen kimselerle onlar zelil ve hakîr olarak, kendi elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın..",

Bil ki Allahü teâlâ, müşriklerin ahidlerinin tanınmaması, onlardan uzak durulması, onlarla savaşmanın farz olduğu ve onları Mescid-i Haram'dan uzaklaştırmak gerektiğine dair hükümleri zikredip onların bu hususta ileri sürdükleri müşkillere de ayetlerde yer vererek, bu müşkillerine en doğru cevaplarla cevap verdikten sonra, ehl-i kitapla ilgili olan, cizye verinceye kadar onlarla savaşılması; cizye vermeleri halinde de, içinde bulundukları durumu birtakım şartlara bağlı olarak kabul etmeleri gerektiği ve bu durumda da onların, "zımmîveahid ehlinden oldukları" şeklindeki hükmü zikretmiştir.

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki Allahü teâlâ, ehl-i kitabın, şu dört sıfatla muttasıf ririnpi olmaları halinde, ya müslüman olmaları yahut da cizye vermelerine kadar geçen süre içinde onlarla savaşmanın vacib olduğunu belirtmiştir:

Bazı Yahudilerin Müşebbihe Olduğu

Birinci sıfat: Onların, Allah'a iman etmemeleri. Bil ki yahudiler: "Biz, Allah'a iman ediyoruz" diyorlar. Ancak, gerçek şu ki, yahudilerin ekserisi "Müşebbihe"dir. Müşebbihe ise, cisim veya cisme hulul eden şeyden başka bir varlık bulunmadığını iddia eder. Cisim olmayan ve o cisme hulûl etmeyen varlığı ise, Müşebbihe kabul etmez. Halbuki ilahın, Allah'ın cisim olmayan ve herhangi bir cisme hulul etmeyen bir varlık olduğu, delillerle sabittir. Bu durumda "Müşebbihe", ilâhın varlığını kabul etmiyor demektir. Böylece de yahudilerin, ilâhın varlığını kabul etmedikleri sabit olmuş olur.

Muvahhid Olan Yahudiler

Eğer, "Yahudiler iki kısma ayrılır: Onların bir kısmı tıpkı müsfümanlar gibi, Muvahhid, diğer bir kısmı ise, Müşebbihe'dir. Binâenaleyh farzet ki, onlardan Müşebbihe olanlar, ilahın varlığını kabul etmiyorlar. Öyleyse sizin, yahudilerin Muvahhidleri hakkındaki görüşünüz nedir?" denilirse, biz deriz ki:

Onlar, bu ayetin hükmüne girmezler. Onlara cizyenin farz kılınmasına gelince, bu hususta şöyle denebilir: Onların bir kısmına, cizyenin farz olduğu sabit olunca, arada bir farkın bulunmaması zaruretinden dolayı, bütün yahudilere cizyenin farz olduğuna hükmetmek gerekir.

Hristiyanlara gelince onlar, baba, oğul, rûhu'l-kudüs, hulul ve ittihâd akidesini savunurlar. Bütün bunlar ise, ulûhiyyete aykırıdır.

Allah'ın Sıfatlarında İhtilafın Hükmü

Eğer: "Netice-i kelâm şudur: Allah'ın herhangi bir sıfatı hususunda münakaşa eden herkes, Allah'ın varlığını inkâr etmiş olur. Bu durumda da sizin, "kelâmcıların ekserisinin, Allah'ın varlığını inkâr ettiklerini" söylemeniz gerekir. Çükü onların ekserisi, Allah'ın sıfatları konusunda ihtilaf etmişlerdir. Baksana, ehl-i sünnet bu konuda, çok acâib bir biçimde ihtilaf etmiştir. Mesela Eş'ari, "bekâ"yı bir sıfat olarak kabul ederken, Kâdî bunu kabul etmemiştir. Abdullah İbn Saîd, "kıdem"i bir sıfat olarak kabul ederken, diğerleri bunu kabul etmemişlerdir.. Kâdî, tadların, kokuların, sıcaklık ve soğukluğun idrâk edildiğini kabul ederken, -ki bu şeyler beşer hakkında koku alma, tadma ve tutma idraki diye adlandırılır- Üstad Ebû İshâk bunu kabul etmemiştir. Kâdî, yedi sıfat için, o yedi sıfata bağlı yedi halin bulunduğunu kabul ederken, bu halleri kabul etmeyenler ise bunu kabul etmemişlerdir. Abdullah İbn Saîd, kelâmullahın, ezelde emir, nehiy ve haber olmadığını, o kelamullahın, indirilirken bu hallere dönüştüğünü iddia ederken, diğerleri bunu kabul etmemişlerdir. Ashabın önde gelen ulemâsından bir grup, Allah için, emir, nehiy, haber, haber sorma (istihbar) ve nida hususlarında beş nevi kelimenin bulunduğunu kabul etmişlerdir. Halbuki meşhur olan, Allah'ın kelâmının tek olmasıdır. Yine âlimler, "ma'lûm"un hilafının, takdir edilmiş olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Binâenaleyh böylece. Alteh'ın sıfatları hususunda, zikredilen bu pek çok bakımdan âlimlerimiz arasında ihtilâfların bulunduğu sabit olmuş olur. Allah'ın sıfatları hususunda Mu'tezile ile diğer fırkalar arasındaki ihtilaflara gelince bunlar, tek bir yerde zikredilemiyecek kadar çoktur.

Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki: Sıfatlar hususundaki ihtilâf, ya zâtın inkâr edilmesini gerektirir, veya bunu gerektirmez. Eğer bunu gerektirirse, o zaman müslüman fırkaların ekserisi hakkında, onların ilâhı inkâr ettiklerinin söylenilmesi gerekir. Yok eğer bu bunu gerektirmiyorsa, bir kısım yahudi ve hristiyanların, hulul ve ittihad akidesini benimsemelerinden, onların Allah'a imanı inkâr etmiş olmaları gerekmez. Hem, hristiyanların itikaden mezhebi kelime uknumunun Hazret-i İsa'ya hulul ettiği şeklindedir. Halbuki, müslümanlardan Haşviyye'ye mensûb olanlar, "Allah'ın kelâmını okuyan herkesin, o okuduğu şey, Allah'ın kelâmının aynısıdır. Kelâmullah, Allah'ın bir sıfatt olmasına rağmen, bu okuyucunun ve bütün okuyucuların lisânına girmiştir. Kelâmullah bir maddeye, bir cisme yazıldığında, kelâmullah o maddeye hulul etmiş olur" derler. Binâenaleyh, hristiyanlar hulul ve ittihadın Hazret-i İsa'da tahakkuk ettiğini söylerlerken, bu ahmaklar, Allah'ın kelâmının Kur'an okuyan her insana ve Kur'an'ın üstüne yazıldığı her cisme hulul ettiğini söylerler. Binâenaleyh, işte bu sebepte hristiyanların Allah'a iman etmediklerini söylemek doğru ve yerinde olursa, o zaman, bu hurûfîler ve hulule inananlar hakkında da, onların Allah'a iman etmediklerinin söylenmesinin doğru olması gerekir. İşte, bu sorunun ortaya konulması, bu şekildedir " denilirse, buna şöyle cevap verilir:

Sıfatta İhtilaf İle Zatta İhtilafın Farkı

İlâhın, bir cisim olduğunu söyleyenlerin, Allahü teâlâ'yı inkâr ettiklerine, (şu) delil delâlet etmektedir: Bu böyledir: Zira, âlemin ilâhı, cisim olmayan ve cisme hulul etmeyen bir varlıktır. Dolayısiyle, "Mücessime" bu varlığı inkâr edince, Allah'ın zâtını inkâr etmiş demektir. Bu sebeple, mücessim ile muvahhid arasındaki farklılık sıfatta değil, Cenâb-ı Hakk'ın zâtındadır. Böylece, "Mücessime" ve "Müşebbihe"nin, Allah'a iman etmediğini söylemek doğru olur. Ama sizin naklettiğiniz meselelere gelince bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın sıfatları hususundaki ihtilâflardır. Böylece bu iki şey arasındaki fark ortaya çıkmış olur. Ama, Hulûliyye ve Hurûfiyye mezhebini kabul edenlere gelince, biz kesin olarak onları tekfir ediyoruz. Zira Allahü teâlâ. hristiyanların, Allah kelimesinin Hazret-i İsa'ya hulul ettiğine inanmaları sebebiyle, onları tekfir etmiştir. Bunlar da, Kelimetullah'ın Kur'an okuyan bütün herkesin lisânına, Kur'an'ın yazıldığı bütün cisimlere hulul ettiğine inanmışlardır. Binâenaleyh, Allah'ın, tek bir zâta (İsa'ya) hulul ettiğini söylemek, tekfiri, yani kâfir saymayı gerektirdiğine göre, kelâmullahın bütün şahıslara ve bütün cisimlere hulul ettiğini söyleyenler haydi haydi tekfir edilirler.

Yahudi ve Hıristiyanların Ahiret İnançları

İkinci sıfat: Onların, ahiret gününe inanmamalarıdır. Bil ki, yahudi ve hristiyanlardan nakledilen, bedenî dirilmeyi inkâr ettikleridir. Böylece sanki onlar ruhanî bir dirilişe meyletmiş gibidirler.

Bil ki biz, bu kitapta, ruhanî birtakım mutluluklar ile mutsuzlukları beyan ettik, bu görüşün doğruluğuna dair deliller getirerek, buna pek çok ayetin de delâlet ettiğini beyân ettik. Ancak ne var ki biz, bununla beraber, maddi birtakım mutlulukların ve mutsuzlukların da olduğunu ve Allahü Teâlâ'nın, cennet ehlini yiyecek, içecek ve hurîlerden istifade edebilecek bir biçimde yaratacağını kabul ediyoruz. Hiç şüphesiz, haşri ve bedenî dirilişi inkâr edenler, Kur'an'ın sarih hükümlerini inkâr etmiş olurlar. Yahudi ve hristiyanlar bunu inkâr ettiklerine göre, onların ahiret gününü de inkâr ettikleri sabit olmuş olur.

Üçüncü sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'ın ve peygamberinin haram ettiği şeyleri haram tanımazlar" cümlesinin beyan ettiği husustur. Bu hususta şu iki izah yapılabilir:

a) "Onlar. Kur'an'da ve Resulün sünnetinde haram kılınan şeyleri haram tanımazlar."

b) Ebu Ravk, buna "Onlar, Tevrat ve İncil'de olanı bilmezler; aksine onlar, o Tevrat ve İnciri tahrif ederek, pekçok hükmü kendiliklerinden ortaya koyarlar" manasını vermiştir.

Dördüncü sıfat: Hak teâlâ'nın "Kendilerine kitap verilenlerden... hak dini din olarak kabul etmeyenler" kaydının ifade ettiği husustur. Arapça'da, bir kimse bir şeyi din edindiğinde, " Falanca, şunu din ediniyor. O, ona itikâd ediyor" denilmektedir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın. buyruğu, "Onlar, gerçek din olan İslâm dininin, doğruluğuna inanmazlar" anlamındadır.

Cenab-ı Hak, bu dört sıfatı zikredince, “Kendilerine kitap verilenlerden.." buyurmuş, böylece de bununla, bu dört sıfatla muttasıf olanların ehl-i kitaptan olan kimseler olduğunu beyan buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın bundan da maksadı, ehl-i kitâbt, hüküm bakımından müşriklerden ayırmaktır. Çünkü müşrikler hakkında vacib olan, ya onlarla savaşılması ya da onların müslüman olmasıdır. Halbuki ehf-i kitab için gerekli olan ise, ya onlarla savaşmak, ya onların müslüman olması, yahut da cizye vermeleridir,

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Hakir olarak kendi elleriyle cizye verinceye kadar" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Cizyenin Mahiyeti

Vahidî şöyle demektedir. "Cizye, andlaşma yapan kimsenin, andlaşmasına göre verdiği şeydir. Bu kelime, kışı, üzerinde olan borcu ödediğinde söylenilen yru ifadesinden olmak üzere, fî'le kalıbında bir kelimedir.

Alimler, tabirinin ne manaya geldiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Keşşaf sahibi şöyle der: "Bu ifadeyle, ya verenin veya alanın eli kasdedilmiştir, Binâenaleyh, şayet bununla, veren kimsenin eli kasdedilmişse, bu hususta şu iki izah yapılabilir:

a) Bununla, veren, vermekten kaçınmayan el murad edilmiştir. Zira, itaat edip riuyâd edenin hilâfına, direten ve imtina eden kimse, elini vermez.. İşte bundan dolayı bir kimse itaat edip inkıyâd ettiğinde, "elini verdi" denilir. Arapların, Cilalı "elini, tâatten çekip çıkardı" şeklindeki sözlerine baksana.. Bu tıpkı, "Taat yularını boynundan çıkardı" denilmesi gibidir..

b) Bununla, "Onlar bu cizyeyi, nakden, hemen, peşin olarak: bir başkasının eliyle göndermeksizin; aksine verenin eliyle alanın eli arasına bir vasıta girmeksizin inceye kadar " manası murad edilmiştir. Ama bu tabirle alanın eli kastedilirse, bu hususta da şu iki izah yapılabilir:

1) Bununla, "Onlar, müslümanların onlar üzerinde olan hakimiyetleri sebebiyle cizyeyi verinceye kadar " manası murad edilmiştir. Bu, tıpkı senin Bu işteki el (hakimiyet), falancaya aittir" demen gibidir.

2) "Onlara yapılan bir lütuftan dolayı, cizyeyi verinceye kadar " manasının kastedilmesi. Zira, onlardan cizyeyi kabul edip onların hayatlarını bağışlamak, onlar üzerinde büyük bir nimet olmuştur tabiri "Cizye, onlardan, onlar bir zillet aurumunda olarak alınır" demektir.. Zilletin oluşma şekli şöyledir: Cizyeyi veren kimsenin bizzat kendisinin o cizyeyi, binitsiz olarak yaya getirmesi, onu ayakta olarak seslim etmesi; teslim alanın da oturmuş olması ve onun çevresinden tutularak, ona. cizyeyi her ne kadar ödemiş olsa dahi, "cizyeyi öde" denilmesi ve ensesine (mızrak v.b) şeylerin dipçiğiyle vurulması. İşte, hor ve hakîrliğin manası budur. Bu ayetteki hor ve rnkirtikten maksadın, bizzat cizyeyi vermek olduğu da söylenmiştir. Fukahâ'nın zillet ve hor hakîrlikle ilgili, fıkıh kitaplarında zikredilmiş pekçok hükümleri vardır..

Ayet-i Kefimeden Çıkarılan Bazı Hükümler

Bu, bu ayetteki hükumlere dairdir.

Zımmî-Müslim Arasında Kısas Câri Olur mu?

Birinci hüküm: Müslümanın, zımmîye karşı (kısasen) öldürülemeyeceğme dair bu ayetle istidlal edilmiştir. Bunun izahı şudur: Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'a... inanmayan., kimselerle savaşın" emri, onlarla savaşıl masının, onların öldürülmesinin farz olmasını gerektirir. Bu da, onların öldürülmelerinin mubah olmasını ve onların öldürülmesi sebebiyle kısasın farz olmamasını iktizâ eder. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, "Hakir olarak, kendi elleriyle cizye verecekleri zamana kadar " buyurunca, biz, bu hükümlerin tamamının cizye verildiği esnada sona erdiğini anlamış oluruz.. Bu, hükümlerin tamamının sona ermesinde, o hükümlerden birisinin kaldırılmış olması yeterlidir. Binâenaleyh, onların öldürülmeleri ve kanlarının mubah olmalarının farziyyeti sona erince, o hükümlerin toplamı da sona ermiş olur. Bu sebeple, toplamın kalkmasından, toplamın bütün unsur ve cüzlerinin kalkmasına ihtiyaç kalmaz.

Bu sabit olunca biz diyoruz ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ehl-i Kitaptan şöyle şöyle olanları öldürün, onlarla savaşın " ifadesi, onların öldürülmeleri sebebiyle kısasın farz olmadığına delâlet eder. Hak teâlâ'nın, "cizye verecekleri zamana., " ifadesi, bu hükmün kalkmasını gerektirmez. Zira, bu toplam hükümlerin kalkmasında, o hükümlerin cüzlerinden birisinin sona ermesi yeterlidir. Bu da, onların öldürülmelerini farz kılan hükmün sona ermesidir. Bu sebeple, cizyenin ödenmesinden sonra da, kısasın farz olmaması meselesinin, olduğu gibi (farz olmama üzere) kalması gerekir.

Kâfirlerin Nevileri

İkinci hüküm: Kâfirler iki gruptur.

a) Putlara ve güzel gördükleri her şeye tapanlar.. Bunlar, kendilerinden cizye alınmak suretiyle dinleri üzere kalamazlar. Bunların, 'Lâ ilahe illallah!" demedikçe öldürülmeleri gerekir.

b) Ehl-i Kitap bunlar Yahudi hristivan, sâmirîler ve sabiîlerdir. Ehl-i kitap arasında bulunan bu son iki fırkanın yollan da tıpkı bizim içimizdeki bit'at ehlinin yolu gibidir.

Mecusîler de, ehl-i kitap kabilindendir. Zira, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Onlara, ehl-i kitap muamelesi yapınız..." Muvattâ, Zekat, 42 (1/207). buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Hicr mecusilerinden cizye aldığı da rivayet edilmiştir. Binâenaleyh cizye verinceye veya müslümanlarla cizye vermek üzere anlaşıncaya kadar mecusilerle savaş yapılması gerekir. Biz, sadece ehl-i kitaptan cizye alınacağını söyledik; zira Cenâb-ı Hak, "Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Peygamberinin haram ettiği şeyleri haram tanımayan, hak dinini din olarak kabul etmeyen... kimselerle savaşın..." ayetinde bahsedilen dört sıfatı zikredince, onları, "kendilerine kitap verilenlerden..." ifadesi, ehl-i kitaptan olmakla kayıtlamıştır. Binâenaleyh, bu hükmü başkasına da teşmil etmek, bu açık ve zahir olan kayıtlamanın ilga edilmesini gerektirir ki, bu caiz olmaz.

Cizyenin Miktarı

Üçüncü hüküm, cizyenin miktarı hakkındadır. Enes şöyle demektedir: "Allah'ın Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem), her âkil baliğ olan kimsenin cizyesini bir dinar olarak belirledi. Hazret-i Ömer de, zımmîlerden fakir olanların cizyesini oniki dirhem; orta halli olanlarınkini yirmidört; zengin olanlarınkini de kırksekiz dirhem olarak belirledi.."

Alimlerimiz şöyle demektedirler: Cizyenin en az miktarı bir dinardır; karşılıklı rıza olmadığı müddetçe, bu bir dinardan fazla olamaz. Binâenaleyh onlar, razı olur ve fazla ödemeyi kabul ederlerse, cizye olarak, orta hallilerine iki dinar, zenginlerine de dört dinarlık cizye tesbit ederiz. Bizim bahsettiğimiz bu görüşün delili şudur: Aslolan, mükellefin malının (rızasının dışında) atınmamasıdır. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hakk'ın, "Cizye verecekleri zamana kadar " kaydı, herhangi bir miktarın alınmasına delâlet eder. Binâenaleyh, bizim söylemiş olduğumuz bu miktar, en az miktardır. Bu sebeple, onu almak caizdir. Cizye lafzı, bundan fazlasına delâlet etmez. Öyleyse, bu miktardan fazlası hususunda aslolan, onun haram oluşudur. Bu sebeple de onun, haram oluş üzere terkedilmesi gerekir.

Dördüncü hüküm: Ebu Hanîfe (r.h)'ye göre cizye, senenin başında; Şafiî (r.h)'ye göreyse senenin sonunda alınır.

Beşinci hüküm: Hazret-i Peygamberin "Müslümana cizye yoktur". Tirmizî, Zekat. 11 (3/27); Müsned, 1/223, 285. hadisinden dolayı, Ebu Hanife (r.h)'ye göre cizye, müslüman olma ve ölüm halinde sakıt olur. Şafiî'ye göreyse (yükümlü olduğu sene başlamışsa) o senenin cizyesi ile mükellef olur.

Altıncı hüküm: Ehl-i kitap, hak şeriat olan Tevrat ve İncil ahkâmı üzere yaşayıp ölen cedleri hürmetine, cizye vermek suretiyle, bâtıl dinleri üzere İslamca serbest bırakılmışlardır. Alimlerimiz şöyle demektedir: Hem biz onlara bir imkân tanıdık. Böylece, belki onlar düşünürler de, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğruluğunu ve peygamberliğini anlarlar. İşte bundan dolayı onlara zaman tanınmıştır. Allah en iyisini bilendir. Burada geriye, şu iki soru kalmıştır:

Hristiyanlarla İlgili İki Soru ve Cevabı

Birinci soru: İbnu'r-Râvendî, Kur'an'ı ta'n ederek şöyle derdi: "Allahü Teâlâ, hristiyanların küfrünün çok büyük olduğu hususunda, "Onlar, Rahman hakkında bir evlâd iddia ettiler diye, iftiradan dolayı nerdeyse gökler parçalanacak, yer yarılacak, dağlar dağılıp çökecektir. Halbuki o Rahman'ın bir evlad edinmesi olacak iş değildir" (Meryem. 90-92) buyurmuş, ve onların bu iddialarının, böyle bir raddeye vardığını beyan etmiştir. Sonra da, onlardan tek bir dinar alınınca, onları o dinleri üzere bırakmış ve onları dinlerinden men etmemiştir."

Cevap: Cizye alınmasının maksadı, hristiyanı inkârı üzere bırakmak değildir. Aksine bundan maksat, bu müddet içinde İslâm'ın güzelliklerine ve O'nun delillerinin kuvvetine vâkıf olması, böylece de küfürden imana geçmesi ümidiyle hayat hakkı verilip ona mühlet tanınmasıdır.

İkinci soru: Kanın muhafazası için, cizye vermek yeterli midir, değil midir?

Cevap: Cizye vermesi yanında, o kimseye, küfründen dolayı, zillet ve hor hakîrliğin de mutlaka tattırılması gerekir. Bunun sebebi şudur: İnsanın tabiatı, zillet ve hor hakirliği üstlenmekten kaçınır. Kâfir, İslâm'ın izzet ve şerefini müşahede edip, onun gerçekliğinin delillerini dinleyip, küfürdeki zillet ve aşağılığı da gördüğü halde, ona bir zaman tanınırsa, görünen odur ki, bu durum onu, İslâm'a geçmeye sevkeder. İşte, cizyenin meşru kılınmasının maksadı budur.

Hristiyanlıktaki Şirkin Mahiyeti Hakkında

30

"Yahudiler: "Uzeyr Allah'ın oğludur", hristiyanlar da: "Mesîh, Allah'ın oğludur" dediler. Bu, onların ağızlarında geveledikleri sözleridir ki, (bununla güya) daha evvel küfredenlerin sözlerini taklit ediyorlar. Hay Allah kahredesi adamlar! Nasıl da haktan döndürülüyorlar!".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki Allahü teâlâ, önceki ayette, yahudi ve hristiyanların, kendisine iman etmediklerini belirtince, bu ayette de bunun sebebini beyan etmiştir. Zira Cenâb-ı Hak, onların, Allah'a bir oğul nisbet ettiklerini nakletmiştir. Binâenaleyh, kim ilâh hakkında böyle bir şeyi tecviz ederse, o gerçekte ilahı inkâr etmiş demektir. Yine Cenâb-ı Hak, her ne kadar şirki söyleme yollan farklı ise de, onların müşrikler gibi olduklarını beyan etmiştir. Çünkü, puta tapanlarla, Mesih'e veya başkasına tapanlar arasında bir fark yoktur. Zira şirk, insanın, Allah'ın yanında başka mâbûd veya mabûdlar edinmesi demektir. Binâenaleyh, böyle bir şey tahakkuk edince, şirk de sabit olur. Hatta biz iyi düşünürsek, puta tapanların küfrünün, hristiyanların küfründen daha hafif olduğunu anlarız. Çünkü puta tapan, "Bu put, âlemin yaratıcısı ve âlemin ilâhıdır" demiyor, aksine onu, Allah'a ibadetine vasıta yapıyor. Ama hristiyanlara gelince, onlar Allah hakkında hulul ve ittihadı kabul ediyorlar ki, bu, son derece çirkin bir küfürdür. Böylece, hulule inananlarla diğer müşrikler arasında bir farkın bulunmadığı sabit olmuş olur.. Cenâb-ı Hak, cizyenin kabulünü, sadece onlara tahsis etmiştir. Zira onlar zahirde, kendilerini Hazret-i Musa ve İsa'ya mensup saymışlar ve kendilerinin, Tevrat ve İncil'le amel ettiklerini iddia etmişlerdir. İşte bu büyük iki peygamber, ve o iki zatın kitapları ve hak din üzere yaşayıp ölmüş olan cedleri hürmetine, Allah onlardan cizyenin kabul edilmesi hükmünü vermiştir. Aksi halde gerçekten, onlarla müşrikler arasında bir fark bulunmamaktadır.

Yahudilerin Hazret-i Uzeyr Hakkındaki İddiaları

Cenâb-ı Hakk'ın, "Yahudiler, "Uzeyr" Allah'ın oğludur" dediler" buyruğu ile ilgili şu görüşler bulunmaktadır:

1) Ubeyd İbn Umeyr şöyle demektedir: "Bu sözü, ismi Fenhâs İbn Azûra olan bir tek yahudî söylemiştir."

2) Saîd İbn Cübeyr ve İkrime'nin rivayetine göre de İbn Abbas da şöyle demiştir: "Bir grup yahudi Hazret-i Peygambere geldiler. Bunlar Sellam İbn Müşkim, Nu'mân İbn Evfâ ve Mâlik İbn es-Sayf idi. Onlar şöyle dediler: "Sen, kıblemizi terkettiğin ve Uzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunu kabul etmediğin sürece, sana nasıl ittiba ederiz?.." İşte bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.." Bu iki görüşe göre de bu mezhebi, itikadı benimseyenler, yahudilerin bazısıdır.. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hak, cemâat ismini müfred, tek kimse hakkında kullanma hususunda Arapçada cari üslûba binâen, bu sözü (bu kimselere değil de) bütün yahudilere izafe etmiştir. Nitekim Arapça'da, belki de ömründe sadece bir ata binmiş olan birisi hakkında "Falanca, atlara biniyor" yine, belki de tek bir sultanla bir mecliste oturmuş birisi hakkında: "Falanca, sultanlarla oturup kalkar" denilmektedir.

3) Belki de bu itikad, onlar arasında yaygındı; sonradan kesintiye uğradı. İşte Allahü teâlâ onların daha önce yaygın olan bu itikadını nakletti. Yahudilerin bunu inkâr etmelerine itibar edilmez. Çünkü Allah'ın onlardan naklettiği bu şey, daha doğrudur.

Onların bu sözü söylemelerinin sebebi, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın rivayet ettiği şu husustur: "Yahudiler Tevrat'a aldırmadılar ve hak olmayan şeylere göre amel ettiler. Bunun üzerine Allahü teâlâ da onlara Tevrat'ı unutturdu ve onu, onların hafızalarından sitdi. Bu sebeple Hazret-i Uzeyir, Allah'a çok yalvarıp yakardı da, Tevrat onun kalbine ve hafızasına yeniden döndü. O, bununla kavmini inzâr etmeye başladı. Yahudiler Uzeyr'i denediler ve onun samimi ve emin olduğunu gördüler. Bunun üzerine, "Bu iş, ancak Allah'ın oğlu olduğu için Uzeyir'e müyesser oldu" dediler.Kelbî şöyle demiştir: "Buhtunnasr, bütün yahudi âlimlerini öldürdü. Yahudilerin içinde Tevrat'ı bilen hiç kimse kalmadı."

Süddî de şöyle demiştir: "Onları öldüren Amelikalılardır, Bu yüzden onların içinde Tevrat'ı bilen hiç kimse kalmadı." İşte bu konuda söylenenlerin tamamı budur.

Hristiyanların Hazret-i İsa'yı Tanrılaştırmaları

Cenâb-ı Hakk'ın, hristiyanların, "Mesih (İsa) Allah'ın oğludur" dediklerini nakletmesine gelince, bu açıktır. Fakat bu hususta şu şekilde bir problem vardır: Biz, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın ve ashabının, insanları "Baba-Oğul" inancına davet etmekten beri (uzak) olduklarına kesin olarak inanıyoruz. Çünkü bu, küfür çeşitlerinin en fahişidir. Binâenaleyh böyle bir şey, peygamberlerin büyüklerinden olan birisine nasıl uygun düşer? Durum böylece olunca, hristiyanlardan Hazret-i İsa'yı sevenlerin tamamının, bu küfür üzerinde mutabakat sağlamış olmaları nasıl düşünülebilir? Bu yanlış inancı kim îcad etmiştir ve o, nasıl olmuş da bunu Hazret-i İsa'ya mâl edebilmiştir?

İşte bu probleme cevap olarak müfessirler şöyle demişlerdir: Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın göğe kaldırılmasından sonra da, Hazret-i İsa'ya tabi olanlar hak üzere idiler. Derken hristiyanlarla yahudiler arasında bir savaş oldu. Yahudilerin içerisinde, Pavlos denilen cesur birisi vardı. Bu, Hazret-i İsa'nın taraftarlarının bir çoğunu öldürdü. Sonra da yahudilere dönerek, "Eğer hak İsa ile ise biz kâfir olduk. Varacağımız yer, cehennemdir. Eğer onlar cennete, biz cehenneme girersek mahvolduk gitti! Dolayısıyle ben bir çare düşündüm: Hile kurup onları saptıracağım" dedi.

Atını eğerledi ve yaptığı şeylerden ötürü zahiren (münafıkça) pişmanmış gibi göründü ve pişmanlığını belirtmek için başına topraklar atmaya başladı: "Bana gökten, "Sen hristiyan olmadığın müddetçe tevben (pişmanlığın) kabul değil" diye ses geldi. Ben tevbe ettim" dedi. Bunun üzerine hristiyanlar onu kiliseye aldılar ve o orada hiç çıkmadan bir yıl kalarak, İncil'i öğrendi. Böylece hristiyanlar ona inandılar ve onu sevdiler. O, daha sonra Beyt-i Makdis'e gitti ve yerine Nastûr isminde bir adamı bıraktı. Nastûr'a, İsa, Meryem ve İlah'ın üç (esas) olduğunu öğretti. Oradan da Rum diyarına gitti. Oradaki hristiyanlara da, "Lâhût" ile "Nâsûf'u öğreterek, "Hazret-i İsa, ne insandır, ne cisimdir; o bir ilahtır" dedi. Adı Ya'kub olan bir adama da bunu öğretti. Sonra ismi "Melk" olan birisini çağırdı ve ona "ilah zail olmaz. İsa da zail olmadı (ölmedi)" dedi. Sonra bu üç adamı birden davet ederek, "Herbiriniz benim halifemsiniz. İnsanları (herbiriniz) kendi İncil'ine çağırsın. Andolsun ki Hazret-i İsa'yı rüyamda gördüm. O, benden razı idi. Ben yarın kendimi, Hazret-i İsa'nın rızası için keseceğim" dedi ve mezbahaya girerek kendisini öldürdü. Sonra bu üç kişiden her biri, insanları kendi görüş ve mezhebine davet etti. İşte hristiyanlar içine bu küfrün girişinin yerleşmesinin sebebi budur.

Bu, Vahidî (r.h)'nin naklettiği bir husustur. Bana göre doğruya en yakın olan şöyle demektir: "Belki de tıpkı "halil" (sevgili-dost) kelimesinin, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) için bir şeref payesi olarak kullanılması gibi, "İbn" (oğul) kelimesi de, Hazret-i İsa (aleyhisselâm) hakkında, İncil'de bu manada (yani bir şeref ve mevki ifade etmek için) yer almıştır. Sonra da hristiyanlar, yahudilere olan düşmanlıklarından ve iki tarafın da diğer taraf hakkında aşın taşkınlık ve aleyhdarlığından dolayı, hristiyanlar ileri giderek bu "ibn" (oğul) kelimesini, zahirî olarak "gerçek oğul" manasında tefsir ettiler. Cahiller de buna inandılar ve böylece bu yanlış inanç, Hazret-i İsa'nın dinine tâbi olanlar arasında yayıldı. İşin gerçeğini en iyi Allah bilir.

Ayette Kıraat Farklılığı

Asım, Kisâî ve Ebu Amr'ın râvîsi Abdulvâris, kelimeyi tenvinli olarak (......), şeklinde; diğer kıraat imamları ise, tenvinsiz olarak (......) şeklinde okumuşlardır. Zeccâc, dil bakımından daha fasit şeklin, tenvinli okunuş olduğunu söylemiştir, Buna göre, Uzeyr kelimesi mübteda, kısmı onun haberidir. Bu durumda normal olarak, bunun tenvinli olması gerekir. "Uzeyir", ister Arapça, isterse a'cemi (Arapça'dan başka bir lisandan) olsun, "munsarıf'tır. Munsarıf oluşunun sebebi, şu iki şeydir:

a) O, ism-i tasgîr stgasındadır. Dolayısıyla, "Hûd" ve "Lût" kelimeleri gibi, a'cemî olsa da munsarıftır (tenvin ve cer kabul eder).

b) Bu, ism-i tasgîr sîgasındadır. Halbuki a'cemî isimler, ism-i tasgîr olmazlar. (Binâenaleyh onun Arapça olması gerekir.)

Tenvinsiz kıraatin izahı da şöyledir:

a) Bu kelime, a'cemî ve marifedir. Binâenaleyhiıunun munsarıf olmaması gerekir.

b) Ayetteki "ibn" (oğul) kelimesi sıfattır. Mübtedanın haberi ise mahzûftur. Buna göre kelamın takdiri, "Allah'ın oğlu Uzeyir, bizim ma'budumuzdur" şeklindedir. Abdulkahir el-Cürcânî bu izahı, "Delâilü'l-İ'câz" isimli kitabında tenkid eder ve şöyle der: "İsim, bir sıfat ile tavsif edilir, sonra da, onun için bir haber getirilirse, bu durumda, ismi tekzib eden (yalanlayan), haberi tenkid etmiş, sıfatı ise kabul etmiş olur. Binâenaleyh bunu inkardan maksat, şayet onların, "Allah'ın oğlu olan Uzeyir, bizim ma'budumuzdur" sözü ise, o zaman bu, sadece Uzeyir'in onların ma'budu oluşunu inkâr olup, Uzeyir'in Allah'ın oğlu olduğunu kabul etme manasına gelir. Halbuki bunun da bir küfür olduğu malumdur." Bana göre bu tenkid, zayıftır. Çünkü Cürcani'nin, herhangi bir insanın, herhangi bir şeyle mevsûf olan birisinden haber vermesi ve bu haberi de birisinin kabul etmemesi halinde, o kabul etmeyişin haber ile ilgili olacağı şeklindeki görüşü doğrudur. Ama "Bu, o vasfı kabul etmektir" şeklindeki görüşü kabul edilemez. Çünkü o insanın bu haberi, tekzib etmesinden, onun dışındaki kimselerin bunu tekzib etmeyip, doğrulayacaklarına bir delil gerekmez. Bu, "hitab detili"ne mebni bir husustur. Hitab delili ise, bilhassa bu gibi yerlerde zayıftır.

c) Ferrâ, "Uzeyr" kelimesindeki tenvin, (aslında) sakin nûn harfidir. "İbnullah" ifadesindeki "bâ" harfi de sakindir. Binâenaleyh burada iki sakin harf yanyana gelmiştir. İşte bundan ötürü telaffuzu hafifletmek için, tenvinin nunu hazfedilmiştir" demiş ve şu beyti nakletmiştir: "Onu pek de öyle revbekâr ve Allah'ı zikreden biri bulmadım. "

Bil ki Allahü teâlâ onların bu durumunu nakledince, "Bu, onların ağızlarında geveledikleri sözleridir..." buyurur. Birisi şöyle diyebilir: Her söz ancak ağızdan çıkar. Öyleyse onların sözlerinin, böyle nitelenmesinin - kmetl nedir?" Buna birkaç şekilde cevap verilebilir:

a) Bununla, "Bu, hiçbir aklî delile dayanmayan bir sözdür" manası kastedilmiştir. Binâenaleyh bu, hiçbir gerçekliği olmayıp, sadece onların ağızlarından çıkmış bir lafızdır" demektir. Velhasıl onlar, dilleriyle bir söz söylediler, ama bu sözün akıl yanında hiçbir değeri yoktur. Çünkü ihtiyaçtan, şehvetten, zevciyyet hayatından, parçaları bulunmaktan münezzeh olduğu halde Allahü teâlâ'nın bir çocuğu bulunduğunu söylemek, akıl yanında hiçbir değeri olmayan, bâtıl bir sözdür. Bunun bir benzeri de, "(Onlar) ağızlarıyla kalblerinde olmayanı söylüyorlardı" (Al-i Imran. 167) ayetinde ifade edilen husustur.

b) İnsan, bazan bir mezhebi, ya kinayeli olarak, yahut da remiz ve tariz yoluyla :ercih ettiğini gösterir. Ama bunu açıkça belirtip, dili ile söyleyince, bu, o insanın o -tezhebi tercih ettiğini, ona taraftar olduğunu en açık bir şekilde göstermiş olur. Dolayısıyle bu ayetten maksad, onların, bu inançlarını açıkça ifade edip, onu asla izlemediklerini belirtmektir.

c) Bundan maksad, onların halkı bu inanca davet etmeleridir. Bundan dolayı bu söz, onların ağızlarına iyice yerleşir. Bundan murad. onların, halkı kendi inançlarına savet etmede ileri gitmiş olmalarıdır.

Daha Önceki Kâfirleri Taklid Etmeleri

Daha sonra Cenâb-ı Hak 'Onlar bununla güya daha evvel küfredenlerin sözlerini taklid ediyorlar" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu ifadenin tefsiri hususunda şu izahlar yapılmıştır:

a) Bununla. "Yahudi ve hristiyanların bu sözü, müşriklerin, "melekler Allah'ın kızlarıdır" şeklindeki sözlerine benzer" manası kastedilmiştir.

b) Buradaki "Onlar" zamiri, hristiyanlara aittir. Yani, "Hristiyanların "Mesih (İsa), Allah'ın oğludur" şeklindeki sözleri, yahudilerin "Uzeyir, Allah'ın oğludur" şeklindeki sözlerine benzer" demektir. Çünkü yahudiler, hristiyanlardan daha öncedir.

c) Hristiyanların bu sözü, kendilerinden önce geçip gitmiş olan (atalarının) sözüne benzer, yani bu eski bir küfür olup, yeni icad edilmiş değildir.

İkinci Mesele

Müdâhat "benzemek" demektir. Ferrâ şöyle demiştir: "Arapça'da bu fiil (Ona benzedim) şeklindedir." Bu fiil hakkında dilcilerin çoğunun görüşü budur. Şemîr bu fiilin, "uymak, tâbi olmak" manasına geldiğini, nitekim Arapça'da, "Falanca, lalancaya tâbi oluyor" manasında denildiğini söylemiştir.

Üçüncü Mesele

Âsim, bu fiili hemzeli olarak ve ha harfinin kesresi ile, (yudahiûne); diğer kıraat imamları ise, hemzesiz olarak ve hâ'nın zammesi ile, yudahüne şeklinde okumuşlardır. Bu fiil tıpkı, (geri bıraktı-tehir etti) fiili gibi, hem (......) şeklinde, hem de (......) şeklinde kullanılmaktadır. Ahmed b. Yahya: "Bunu hemzeli okuma hususunda, hiç kimse Asım'a tabi olmamıştır. (Yani sadece o, bunu hemzeli okumuştur)" demiştir.

Cenâb-ı Allah daha sonra, "Hay Allah kahredesice adamlar, nasıl da haktan döndürülüyorlar" buyurmuştur. Bu, "Onlar, sözleri son derece bozuk olduğu için, şaşılarak kendilerine böyle söylen ilmesine çok müstehaktırlar" demektir. Nitekim Arapça'da, "Bu millete bakın! Yırtıcı hayvanlara biniyorlar. Hay Allah kahredesiceler! Ne acaib iş yapıyorlar!" denilir.

(......) "döndürülüyorlar" demektir. Bunun masdarı olan "îfk", dönmek manasınadır. Nitekim, "Adam hayırdan döndü, vazgeçti" denilir. Yine "hayırdan dönmüş adam" manasında, denilir. Buna göre ayetteki tabiri, "deliller apaçık olduğu halde, onlar nasıl da haktan dönüp sapıtıyor ve Allah'a çocuk isnaü ediyorlar, hayret!.." demektir. Ayette bulunan bu "şaşma" manası, insanlar açısındandır. Yoksa Allahü teâlâ, hiç bir şeye şaşıp hayret etmez. Ayetteki bu üslûb, Arapların hitab üslublarına göre getirilmiştir. Allahü teâlâ onların hakkı bırakıp bâtılda ısrar edişleri karşısında, Hazret-i Peygamberi hayret etmeye davet etmiştir.

Ahbar Ve Ruhban Kelimelerinin İzahı

31

"Onlar, Allah'ı bırakıp hahamlarını, rahiblerini ve Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler. Halbuki o (tanrı edindikleri) de ancak, bir olan Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. O'ndan başka hiçbir tanrı yoktur. O, bunların şirk koştukları her şeyden münezzehtir".

Bil ki Allahü teâlâ, "Onlar, Allah) bırakıp, bilginlerini, rahiblerini ve Meryem oğlu Mesih'i tanrı edindiler" buyurarak, yahudi ve hristiyanların bir çeşit şirk içinde olduklarını göstermiştir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ebu Ubeyde: "Ahbar, fakihler (din âlimleri) demektir" demiştir. Alimler, bu kelimenin müfredinin ne olduğu hususunda ihtilaf etmişler; bazıları bunun habr lafzı olduğunu, bazdan da hibr lafzı olduğunu söylemişlerdir. Esmâ'i: "Bunun müfredinin habr lafzı mı, hibr lafzı mı olduğunu bilemiyorum" demiştir. Ebu'l-Heysem de, "bu kelimenin müfredinin ancak habr olduğunu" söylemiş ve kesreli olanı kabul etmemiştir. Leys ve İbnu's-Sikkît ise: "Aslı ehl-i kitap olan, zımmî veya müslüman her alime hibr veya habr denilir" demişlerdir. Me'âni alimleri, hibr, sanatıyla manaları süsleyen ve onları çok güzel izah eden alimdir" demişlerdir.

"Râhib", kalbinde korku ve haşyet yerleşmiş olan, korkunun izi yüzünde ve elbisesinde görünen kimsedir. Örfte "ahbâr", Hazret-i Harun (aleyhisselâm)'un çocuklarından itibaren yahudi âlimleri manasına; "ruhban" ise, manastırlarda kalan hristiyan âlimleri manasına kullanılmıştır.

Tanrılaştırmanın Buradaki Manası

Müfessirlerin çoğu şöyle demişlerdir: "Bu ayette yer alan "rabler"den maksad, o yahudi ve hristiyanların, âlim ve ruhbanlarının âlemin ilahları olduklarına inanmaları manası olmayıp, aksine o ahbar ve ruhbanlarına, hertürlü emir veyasaklarında itaat etmeleridir. Rivayet olunduğuna göre, Adiyy b. Hatim, henüz hristiyanken bir gün Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldi. Hazret-i Peygamber o esnada Berâe (Tevbe) suresini okuyordu. O, bu ayete gelince, Adiyy: "Ben Peygamber'e "Biz, onlara tapmıyoruz ki?" dedim. Bunun üzerine, Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm): "Onlar, Allah'ın helal kıldığını haram kılmıyorlar mı, bundan dolayı siz de onları haram kabul etmiyor musunuz? Yine o ruhban ve ahbar, Allah'ın haram kıldığı şeyleri helal saymıyorlar mı, böylece de sizler onları helal kabul etmiyor musunuz?" buyurdu. Ben de, "Evet" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), 'İşte bu onlara ibadet etmek demektir" buyurdu" demiştir.

Rebî' de şöyle der: Ben, Ebu'l-Âliye'ye, "İsrailoğulları arasındaki o rab edinme nasıl olmuş?" dediğimde, o şöyle dedi: "Hristiyan ve yahudiler çoğu kez, Allah'ın kitabında, âlimlerinin ve ruhbanlarının sözlerine muhalif sözler görüyorlardı, ama buna rağmen onların sözlerini alıyor ve Allah'ın kitabındaki hükmü kabul etmiyorlardı" Muhakkik alimlerin ve müctehidlerin sonuncusu hocamız ve üstadımız şöyle dedi: "Fakihleri taklid eden bir grup kimse müşahade edip gördüm, Onlara bazı meseleler hakkında, Kur'an'dan pek çok ayet okudum. Onların inanç ve mezhebleri bu ayetlere uymuyordu. Onlar bu ayetleri kabul etmediler ve iltifat etmediler. Bana, şaşıp kaldılar. Adeta onlar, "Selefimizden bunların aksine gelen rivayetlere rağmen, nasıl bu ayetlerin zahirleri ile amel edilebilir?" diyorlardı. Sen, gerçekten iyice düşünürsen bu hastalığın, dünyada yaşayanların çoğunun damarlarına sirayet etmiş olduğunu görürsün."

Eğer: "Allahü teâlâ, o yahudi ve hristiyanları, ahbar ve ruhbanlarına itaat etmelerinden dolayı, kâfir olduklarını bildirdiğine göre, fâsık (günahkâr) kimse de şeytana itaat etmiş olmaktadır. Dolayısıyla Haricîlerin dediği gibi, fâsığın da kâfir olduğuna hükmetmek gerekmez mi?" denilirse, şöyle cevap verilir: "Fâsık (günahkâr), her ne kadar şeytanın günaha davetini kabul etmiş ise de, şeytanı gözünde büyütmemiş, aksine ona lanet etmiş ve ona değer vermemiştir. Fakat hristiyan ve yahudiler, din bilginlerinin ve ruhbanlarının sözlerini kabul ediyor, onlara son derece saygı duyuyorlar. Binaenaleyh bu iki durum arasındaki fark meydana çıkmaktadır.

Tanrılaştırmanın Bir Başka Anlamı

Ayette bahsedilen, "Rab edinme" ile ilgili ikinci bir tefsir de şöyledir: Câhiller ve Haşviyye, şeyhlerine ve imamlarına (önderlerine) saygıda çok ileri gittikleri için, bazan onların tabiatları "hulul" ve "ittihad" inancına meyletmektedir. Bu şeyh, dünya peşinde ve dinden uzak biri ise, kendisine uyanlara, işin onların dediği ve inandığı gibi olduğu fikrini vermektedir. Ben, dinden uzak bazı düzenbaz şeyhlerin, tabi olanlara ve taraftarlarına, kendisine secde etmelerini emrettiğini ve onlara: "Sizler benim kullarımsınız" dediğini gördüm. İşte böylece o, taraftarlarına, hulul ve ittihad fikrini telkin ettiğini, bahusus kendisine tabi olan bazı ahmaklarla başbaşa Kaldığında çoğu zaman uluhiyyet iddiasında bile bulunduğunu tesbit ettim. Binâenaleyh bu husus, bu ümmet içerisinde bile müşahade edilip durulurken, böyle birşeyın geçmiş ümmetlerde bulunmuş olması nasıl yadırganır?

Sözün özü şudur: Ayette bahsedilen "rab edinme"den, yahudi ve hristiyanların, Allah'ın hükmüne ters olan hususlarda, din alimlerine ve ruhbanlarına itaat etmiş olmaları manası kasdedilmiş olabileceği gibi, onların küfür (inkâr) sayılabilecek çeşitli şeyleri kabul etmiş olmaları ve bu sebeple Allah'ı inkâr etmiş olmaları manası da kastedilmiş olabilir. Böylece bu, onların, Allah'ı bırakarak, din alimlerini ve ruhbanlarını adetâ rab edinmeleri gibi olur. Bu ifade ile, yahudi ve hristiyanların ruhban ve ahbarları hakkında, (Allah'ın onlara) hulul ettiğine ve onlarla "ittihad" ettiğine inanmış olmaları manasının kastedilmiş olması da muhtemeldir. İşte bu dört husus, ümmet-i Muhammed'de de görülmüştür ve mevcuttur.

Ancak Bir Olan Allah'a Kulluk

Allahü teâlâ daha sonra, "Halbuki onlar, ancak bir olan Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşlardı" buyurur. Bu ifadenin manası açıktır. Bu hususu Tevrat ve İncil gibi diğer ilahi kitaplar da ortaya koymaktadır. Cenâb-ı Allah sonra da, "O'ndan başka hiçbir tanrı yoktur. O, bunların şirk koştukları herşeyden münezzehtir" buyurmuştur. Bu, "Cenab-ı Hakk'ı, emir vermede ve mükellefiyet yüklemede, secde edilme ve ibadet olunma hususunda ve sonsuz saygının ve yüceltmenin kendisine ait olması hususunda herhangi bir ortağı olmaktan, tenzih ve takdis ederiz" demektir.

Hazreti Muhammed'in Peygamberliğinin Delilleri

32

"Onlar Allah'ın nurunu ağızlarıyla (üfleyip) söndürmek isterler. Allah ise, ancak nurunu tamamlamayı ister, kâfirler hoş görmeseler de".

Allah Nurunu söndürmez

Bil ki bu ayetin maksadı, yahudi ve hristiyanların reislerinden sâdır olan, çirkin fiillerden üçüncü bir çeşidini göstermektir. Bu da, o iferi gelenlerin, Hazret-i Peygamberin peygamberlik işini iptal ve onun şeriatının doğru, dininin sağlam olduğunu gösteren delilleri gizlemek için çalışmalarıdır. Ayette bahsedilen "nûr"dan maksad, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğinin hak ve doğru olduğunu gösteren delillerdir. Bu deliller cidden pek çoktur:

Hazret-i Peygamber'in Risaletînin Delilleri

1) O'nun elinde zuhur eden, güçlü ve kesin mucizeler... Çünkü mucize o peygamberin doğruluğuna ya delalet eder, yahut etmez.Binâenaleyh eğer doğruluğuna delil olması sözkonusu ise, mucizenin gerçekleştiği her seferinde doğruluğu kesin olarak ortaya çıkmış olur. Bu sebeple, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in risaletinin doğru olmuş olması gerekir. Yok eğer mucize, doğru ve sadık oluşun delili değil ise, bu, Hazret-i İsa ve Hazret-i Musa'nın nübüvvetini de zedeler.

2) Hazret-i Peygamber ömrünün başından sonuna hiçbir eğitim ve öğretim görmemiş, hiçbir şeyden istifade etmemiş ve herhangi bir kitap mütalaa etmemiş olduğu halde, bu yüce Kur'an, O'nun dilinden zuhur etmiştir. Şu halde bu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in en büyük mucizesidir.

3) Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şeriatının özü, Allah'a ta'zîm, sena, O'nun taatlarına boyun eğme ve nefsi dünya sevgisinden çevirip, ahiret saadetlerine yöneltmektir. Akıl da, Allah'a giden yolun ancak bu şekilde olduğuna delâlet eder.

4) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şeriatı, her türlü kusur ve noksanlıktan uzaktır. Onda, Allah'a uygun olmayan şeylerin, Allah'a izafe edilmesi söz konusu değildir. Onda, Allah'tan başkasına da davet de yoktur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), büyük beldelere sahip ve hakim olmuştur. Ama bu, onun dünyayı önemsememe ve dünyaya "değer vermeme huyunu değiştirmemiştir. Halbuki eğer, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gayesi dünya olsaydı, bu böyle kalmazdı. İşte bu durumlar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sözünün doğruluğu hususunda apaçık deliller ve kesin burhanlardır.

İşte onlar, bu delil ve burhanları, bozuk sözleri, tutarsız şüpheleri ve türlü hile ve tuzaklarıyla, boşa çıkarmaya uğraşmışlardır. Böylece bu gayret, âdeta güneşin nurunu üfleyerek söndürmeye çalışan kimsenin yaptığı şey gibi olmuştur. O nasıl bâtıl ve boş bir gayret ise, bu da böyledir. İşte ayetteki, "Onlar Allah'ın nurunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek isterler..." tabiri ile, bu kastedilmiştir.

Allah Nurunu Tamamlamak İster

Daha sonra Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e daha fazla yardım edeceğini, O'nun derece ve kemalini yücelteceğini vaadederek "Allah ise, ancak nurunu tamamlamayı ister, kâfirler hoş görmeseler de..." buyurmuştur, Eğer, "Arapça'da "Zeyd'in dışındaki hiçbir şeyden hoşlanmıyor veya herşeye kızıyorum" denilmesi caiz olmadığı halde, "Allah, ancak şuna karşı diretmez, yani ancak şunu ister" denilebilmiştir" denilirse, biz deriz ki: "Ayetteki (diretir) lafzı, iş. (istemez) manasındadır. Buna göre ayet,

"Allah, ancak bunu ister" manasındadır. Fakat ebâ, istememenin ileri derecesini ifade eder. Bu ise, men etmek ve imtina etmek demektir. Bunun delili, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Bize zulmetmek isterlerse, bunu şiddetle reddederiz" hadis-i şerifidir. Hazret-i Peygamber bu sözle övündü. Oysa, O'nun, zulmü kerih gördüğünden dolayı kendisini övmesi caiz değildir. Çünkü bu hem güçlü, hem de zayıf insanın söyleyebileceği bir sözdür. Yine "Falanca, zulme karşı diretti, onu istemedi" denilir. Bu, bizim söylediğimiz manadadır.

Cenab-ı Hak, delilleri "nür" diye ifade etti. Çünkü nûr, doğruya götürür. Deliller de, aynı şekilde dinlerdeki doğrulara götürür.

Allah Hak Dini Üstün Kılmıştır

33

"O (Allah), Resulünü hidayet ve hak din ile gönderdi ki o dini bütün dinlere gâlib kıla... Müşrikler hoş görmeseler de".

Bil ki Allahü teâlâ, düşmanların, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini iptal etmeye gayret ettiklerini nakledip, kendisinin ise bu iptali istemediğini ve o peygamberin işini tamamlayacağını bildirince, bu tamamlamanın nasıl olacağını beyan ederek: "O (Allah). Resulünü hidayet ve hak din ile gönderdi..." buyurmuştur.

Dini Tamamlayıp Üstün Kılmanın Manası

Bil ki, peygamberlerin durumunun kemâle ermesi, ancak şu şeylerin toplamı ile olur:

a) Delil ve mucizelerin çokluğu, ki, bu ayettehüdâ "hidayet" ile ifade edilmiştir.

b) Onun getirdiği dinin herkes için doğru, uygun, hikmetli, dünya ve ahiret menfaatlarına muvafık olduğunu ortaya koyacak birtakım şeyleri ihtiva etmesi, ki bu da ayette, "hak din" ile ifade edilmiştir.

c) Onun getirdiği dinin diğer dinlere hükümran olması, onlardan üstün olması, kendisine zıd olanlara gâlib gelmesi ve onu inkâr edenleri delilleriyle ezmesi, ki bu da ayette "O dîni bütün dinlere galip kıla..." ifadesi ile anlatılmıştır.

Bil ki birşeye gâlib gelmek bazan delil ile, bazan çokluk ve bollukla, bazan da hükümran olup, üstün gelme ile olur. Allahü teâlâ'nın, bütün bunları müjdelediği malumdur. Halbuki ancak mevcut olmayan, ama ileride olacak birşeyin müjdelenmesı caizdir. Bu dinin delillerle galip (üstün) olduğu, bilinen ve kabul edilen bir husustur. O halde gereken, bu ayette bahsedilen üstünlüğü, hükümran olarak üstün gelme manasına hamletmektir.

Diğer Dinlerin Devamına Ne Dersiniz?

Buna göre şayet, "Hak teâlâ'nın, "O dini, bütün dinlere galip kılsın diye..." ifadesi, bu dinin, bütün dinlere galip gelmesini iktizâ eder. Halbuki durum böyle değildir. Zira İslâm, Hindistan'da, Çin'de, Rum diyarında ve diğer küfür beldelerinde, diğer dinlere galip gelememiştir!" denilirse, biz de deriz ki, ulemâ buna ovan vermiştir.

Birinci yön: İslâm'ın hilafına olan bütün dinlerin mensuplarını, bütün yerlerde olmasa dahi, bazı yerlerde müslümanlar ezmiş ve onlara galip gelmişlerdir. Bu cümleden olarak, müslümanlar mesela yahudileri kahretmiş ve onları İslâm topraklarından çıkarmışlardır. Şam topraklarındaki hristiyanlara da galip gelmişler, bu Şam topraklarını Rum diyarından ve batıdan izleyen mıntıkaları da ele geçirmişlerdir. Yine, müslümanlar mecusîlere, kendi mülkleri üzerinde oldukları halde galip gelmişler ve yine, Türk ve Hind topraklarına komşu olan pek çok beldede putperestlere de üstün ve galip gelmişlerdir. Diğer dinlere karşı üstünlüğü de böyle olmuştur. Böylece, Allahü teâlâ'nin bu ayetle haber verdiği husus tahakkuk etmiş ve bizzat gerçekleşmiştir. O halde bu, gayb'den bir haber verme ve böylece det bir mucize olmuştur.

İkinci yön: Ebu Hureyre (radıyallahü anh)'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu, Allahü teâlâ'nin, İslâm'ı bütün dinlerden üstün kılacağına dair bir va'adidir. Bu va'adin tamamlanması ise ancak, Hazret-i İsa (âhir zamanda) zuhur ettiği zaman olacaktır..."

Süddî de şöyle demiştir: "Bu, Mehdî zuhur ettiği zaman tamamlanacaktır. O zaman herkes, ya İslâm'a girecek, yahut da "haraç" verecektir. "

Üçüncü yön: Bununla, İslâm'ın, Arap yarımadasında bulunan bütün dinlere galip gelmesi kasdedilmiştir. Bu da gerçekleşmiş ve tahakkuk etmiştir. Zira Allahü teâlâ o yarımadada hiçbir kâfir bırakmamıştır.

Dördüncü yön: Bu ifadeyle murad edilen, "Cenâb-ı Hakk'ın o dine mensup olan kimseleri, dinin ahkâmının ve yasalarının tamamına muvaffak kılması ve onları ona tamamiyle muttali kılmasıdır. Böylece de, o kimseye, bu din hakkında herhangi bir şeyin gizli ve kapalı kalmamasıdır."

Beşinci yön: Cenâb-ı Hak, bu tabirle bu dini hüccet ve açıklama ile galip ve üstün getireceğini murad etmiştir. Ancak ne var ki bu görüş zayıftır; çünkü Allahü teâlâ, bunu ilerde yapacağını va'adetmiştir. Halbuki hüccet ve beyanlar ile dini takviye etmek, İslâm'ın başlangıcında söz konusu idi.

Buna şu şekilde de cevap vermek mümkündür: İslâm dininin ilk yıllarında mü'minlerin zayıf olmaları, kâfirlerin hükümran olmaları ve kâfirlerin, diğer insanları İslâm'ın delilleri hususunda düşünmekten men etmiş olmaları sebebiyle şüpheler çok idi. Ama, İslâm Devleti kuvvetlendikten sonra, kâfirler acze düştüler. Şüpheler zayıfladı, böylece de, İslâm'ın delillerinin zuhuru ise kuvvetlendi. Binâenaleyh, bu ayetteki müjdeden maksat, bu kuvvetin ve gücün artmasıdır.

O Ruhbanlarla Mevcut Bazı Kimseleri Mukayese

34

Âyetin tefsiri için bak:35

35

"Ey iman edenler, şu muhakkak ki, hahamların ve râhiblerin pekçoğu bâtıl yollarla, insanların mallarını yerler. Onları Allah'ın yolundan men ederler. Altın ve gümüş yığıp onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu? İşte bunlara pek acıklı bir azabı müjdele! O gün ki bunlar, cehennem ateşinin içinde kızdırılacak da o kimselerin alınları, böğürleri ve sırtlan bunlarla dağlanacak, "işte bu, denilecek, nefisleriniz için toplayıp sakladıklarınız! Artık saklayıp istif ettiğiniz bu nesnelerin acısını haydi tadın!"

Bil ki Allahü teâlâ, yahüdi ve hristiyanların önderlerini, âlim ve rahiblerini, kibirli, zorba olmak, rububiyyet iddiasında bulunmak ve insanlara tepeden bakmak gibi sıfatlarla nitelendirince kibirli ve zorba olmanın, rububiyyet iddiasında bulunmanın maksadının, haksız bir şekilde insanların mallarını almak olduğuna dikkat çekmek amacıyla, bu ayette de, onların, halkın mallarını almaya düşkün olduklarını bildirmiştir. Yemin ederim ki, kim manastırdakilerle, zamanımızdaki düzenbazların hallerini iyice düşünürse, bu ayetlerin, sanki sırf onların durum ve hallerini açıklamak için indirildiğini görür. Binâenaleyh sen, onlardan her birinin dünyaya iltifat etmediğini, dünyadaki hiçbir şeyle asla ilgilenmediğini, temizlik ve masumiyyette, tıpkı mukarreb melekler gibi olduğunu iddia ettiğini görürsün. Ama durum, bir yufkayı, bir ekmeği elde etmeye varıp dayandığında, sen onun canı pahasına ona atıldığını ve onu elde etmek uğruna, zillet ve alçaklığın en aşağısına bile katlandığını müşahade edersin.

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Sen örfe göre, yahudi alimlerine "ahbâr", hristiyan âlimlerine de "ruhban" denildiğini biliyorsun. Allahü teâlâ, onlardan pek çoğunun, insanların mallarını haksız yere yediklerini beyan buyurmuştur ki, bu hususta birkaç bahis bulunmaktadır:

Bâtılda İttifak Edilmesi Nadirdir

Birinci bahis: Allahü teâlâ. bu yeme işini, bu yolun, hepsinin değil de bir kısmının yolu olduğuna delâlet etsin diye, "onlardan pek çoğu..." tabiri ile kayıtlamıştır. Çünkü, dünyada daima, hakka gönül verenler de bulunur. Herkesin, bâtılda ittifak etmesi, âdeta imkânsız gibidir. Bu, nasıl ki bu ümmetin bâtılda icmâ etmeyeceğini düşündürüyorsa, aynı şekilde diğer ümmetlerin de böyle olmayacağını ihsas ettirmektedir.

Yararlanma Hakkında Mecazen "Yemek" Tabiri

İkinci bahis: Allah, malları alma işini, "yerler" tabiriyle açıklamıştır. Bu mecazın sebebi şudur: Mal biriktirmenin en büyük gayesi, onu yemektir.. Böylece Allah, bu işi, maksatlarının en büyüğü ile isimlendirmiştir. Veyahut da şöyle denebilir: Bir şey yiyen kimse, onu kendi yanına çekip almış ve başkasının ona ulaşmasına mani olmuştur. Binâenaleyh, mal biriktiren kimse de, o malları kendi yanına almış ve onların, başkasına gitmesine mani olmuştur. Yeme ile almak arasında işte bu yönden bir benzerlik bulununca, Cenâb-ı Hak, alma işini "yemek" fiiliyle ifade etti.

Şöyle de denilmesi mümkündür: İnsanların malını alan kimseden, o malı geri vermesi istendiğinde: "Onu yedim; ondan geriye bir şey bırakmadım... Bunun için onu geri veremem!" der. İşte bu sebepten dolayı, "almak" işi, "yemek" fiiliyle ifade edilmiştir.

Bâtıl Yollarla Yeme

Üçüncü bahis: Cenâb-ı Hak, "bâtıl yollarla insanların mallarını yerler" buyurmuştur. Alimler, bu ayette geçen "bâtıl"ın ne anlama geldiği hususunda aşağıdaki şekillerde ihtilâf etmişlerdir:

a) Onlar, şer'î hususlarda hükümleri hafifletmek ve gevşeklik ve müsamaha göstermek için, rüşvet alıyorlardı.

b) Onlar, halkın ve toplumun yanında, Allah'ın rızâsını elde etmenin yolunun ancak kendilerine hizmet ve itaat ile, kendilerinin rıza ve hoşnutluğunun kazanılması suretiyle elde edilebileceğini iddia ediyorlardı. Halk da o yalanlara aldanıyordu.

c) Tevrat, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olarak gönderileceğine delalet eden pek çok ayet ihtiva etmekteydi. Bu sebeple, "ahbâr" ve "ruhbân"lar, o ayetlerinvanlıs birtakım açıklamalarda bulunuyor ve ayetleri, birtakım bâtıl ve yanlış manalara hamlediyorlardı.. Böylece de avam halkın kalbini hoşnut ediyor, onlardan rüşvet alıyorlardı.

d) Onlar, avam halkın yanında, hak dinin kendilerinin dini olduğunu söylüyorlardı. Halk da bunu kabul edince, onlar, "Hak olan dini güçlendirmek vâcibtir" diyorlar, sonra da şunu ilave ediyorlardı: "Bunu güçlendirmenin yolu ancak, o fukahâ (ahbâr ve ruhban)'ın, son derece zengin olmasıdır. İşte bu yolla da halkı, ve onların mallarını, kendilerine hizmet etme hususunda âdeta seferber ediyorlardı. İşte ayette bahsedilen "bâtıl"dan murad, ahbâr ve ruhbân'ın mallarını, bu yolla yemeleridir. Bu husus, tamamiyle, zamanımızdakiler için de söz konusudur ki bu, ekseri cahil ve müzevvirlerin, avam ve câhil halkın malını yemek için başvurmuş olduğu yoldur.

Rahiplerin İslâm'a Girmeyişlerinin Sebebi

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onları Allah'ın yolundan men ederler" buyurmuştur. Bu böyledir; çünkü onlar, kendilerine tabi olmayı temin etmek için insanları öldürüyor ve zamanlarındaki halkın ve âlimlerin hayırlılarına tabi olmaktan onları men ediyorlardı... Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında da, içlerinden hayırlı olanlara (mesela Abdullah İbn Selâm) tâbi olmaktan men etme hususunda da, alabildiğine bütün hile ve tuzaklara başvuruyorlardı.

Musannif (r.h) şöyle demektedir: "Dünyada, halkın son ve nihai amacı, mal ve makam elde etmektir. Böylece Allahü teâlâ, "ahbâr" ve "ruhbân"ın da, kalblerinin bu iki şeyle yanıp tutuştuğunu beyan etmektedir. Binâenaleyh mal, Hak teâlâ'nın "bâtıl yollarla, insanların mallarını yerler...": makam da, Cenâb-ı Hakk'ın, "onları Allah'ın yolundan men ederler" buyruğundan anlaşılmaktadır. Çünkü onlar, Hazret-i Muhammed'in hak üzere olduğunu kabul etselerdi, O'na ittiba etmeleri gerekirdi. Bu durumda da, onların vermiş olduğu hüküm geçersiz olup, saygınlıkları da sona erecekti, İşte böyle bir korku ve endişeden dolayı, onlar Hazret-i Muhammed'e ittiba etmeyi men etmek, şüpheler atmak, çeşitli hile ve tuzaklar hazırlamak ve halkı, hak dinî kabul etmekten ve sahih, doğru olan yola uymaktan uzaklaştırmak hususunda, bütün güçlerini sarfediyorlardı.

Altın Yığıp İnfak Etmeyenler

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Altın ve gümüş yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu? işte bunlara pek acıklı bir azabı muştula!” buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Ebu Zerr (radıyallahü anh)'in "Kenz"i Tefsiri

Cenâb-ı Hakk'ın, "ki onlar..." ifadesiyle ilgili olarak şu üç ihtimal bulunmaktadır:

a) Bununla, o "ahbâr" ve "ruhban" murad edilmiştir.

b) Bazılarının dediğine göre bu, yeni başlayan bir cümle olup, bununla müslümanlardan zekât vermeyenler murad edilmiştir.

c) Bununla ister "ahbâr"dan, ister "ruhbân"dan, isterse müslümanlardan olsun, mal biriktirip de, onun zekâtını vermeyenler kasdedilmiştir.

Bu lafzın, bu üç ihtimalden her birine muhtemel olduğunda şüphe bulunmamaktadır. Zeyd İbn Vehb'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ebu Zerr'e rastladım. "Ya Ebâ Zerr, seni bu beldeye getiren saik nedir?" dedim. Bunun üzerine Ebu Zerr, "Şam'daydım. Cenab-ı Hakk'ın (......) ayetini okudum da bunun üzerine Muaviye: "Bu ayet, ehl-i kitab hakkında nazil oldu" dedi. Ben de: "Bu ayet, hem onlar, hem de bizim hakkımızdadır" dedim. İşte, Muaviye ile benim aramdaki ayrılığın sebebi bu oldu. Bunun üzerine Osman: "Yanıma gel!" diye yazdı. Medine'ye geldiğimde, insanlar benden, daha önce sanki beni hiç görmemişler gibi köşe bucak kaçmaya başladılar. Ben bu durumu Osman'a şikayet edince, o bana, "Buradan biraz uzaklaş!" dedi. Ben de bunun üzerine, "Allah'a yemin ederim ki ben, söylediğim sözden geri dönmeyeceğim " dedim."

Ahnef'in de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Medine'ye geldiğimde, Ebu Zerr'i şöyle derken gördüm: "Kâfirleri, cehennem ateşinde kızdırılmış bir taş ile müjdele. Bu taş, onlardan her birinin iki memesi ucuna bırakılacak da, böylece o taş onun boyun kökünü delip çıkacak, bu şekilde onun vücudunu terkedecek ve yine bu taş, onun boyun köküne konulacak da, böylece o taş onun iki memesinin ucundan söküp çıkacak! " Oradakiler bunu duyunca, Ebu Zerr'i terkettiler. Ben, yanına sokularak ona: "Ben onların, senin onlara söylediğinden hoşlanmadıklarını gördüm " dedim. Bunun üzerine o, "Kureyş'te bundan başka ne tesir uyandıracağı beklenebilirdi ki?" dedi.

Efendi Hazretleri (r.h) şöyle demiştir: "Bu vaîd ve tehdidin, bahsi geçenlere, yani ehl-i kitaba has kılınması düşünülürse, o zaman kelamın takdiri, Allahü teâlâ onları, "batıl yollarla, insanların mallarını yerler" ifadesiyle, insanların mallarını almaya son derece düşkün ve harîs olmakla, "altın ve gümüş yığıp da.." ifadesiyle de, kendi mallarının zekatını vermekten bütün güçleriyle kaçmak ve son derece cimri davranmakla vasfetmiş olur..." şeklinde olur. Yok, eğer bununla, Müslümanlardan zekâtını vermeyenler kastedilmiş olursa, o zaman da takdir-i kelam: "Allahü teâlâ, o ehl-i kitabın (ahbâr ve ruhbanının), haksız yere insanların mallarını almaya son derece düşkün ve haris olmadaki tavır ve davranışlarının çirkinliğini tavsif etmiş, sonra da müslümanları, matlarının zekâtlarını vermeye teşvik ederek, zekâtını vermeyenler hakkında da, bu şiddetli tehdidi beyan buyurmuştur " şeklinde olur. Yok eğer bununla hepsi murad edilmişse, o zaman ifadenin takdiri; "Allah onları, haksız yere insanların mallarını almak konusunda aşırı istek ve hırsla vasfetmiş, sonra da, "Haksız yere kendi malını yığıp istif edip bunun zekâtını vermeyen kimselerin hali bu olursa, başkasının malını, haksız yere, hile yaparak ve düzen kurarak almak için çaba sarfeden kimsenin durumu nice olur?" demek suretiyle, malının zekâtını vermeyen kimselerle ilgili tehdidi de, işte bunun peşinden getirmiştir.

Kenz Ne Demektir?

a) Arapça'da, "kenz" kelimesinin aslı, biriktirmek, bir arava getirmektir. Bir araya getirilen ve birbirine katılan her şeye "kenz" denilmektedir. Nitekim, parçaları bir araya getirildiğinde "Bu, parçaları bir araya getirilmiş olan bir cisimdir" denilir. Sahabenin âlimleri, bu ayette tenkid edilen "kenz" ile neyin murad edildiği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bu cümleden olarak, sahabe âlimlerinin ekserisi, bunun zekâtı verilmeyen mal olduğunu söylemişlerdir. Ömer İbnu'l-Hattab (radıyallahü anh): "Zekâtını verdiğin her şey, kenz değildir" derken, İbn Ömer de: "Velev ki yedi kat yerin altında olsun, zekâtını verdiğin her şey, kenz değildir; ama, yerin üstünde dahi olsa, zekâtını vermediğin her şey kenz'dir" buyurmuştur. Cabir (radıyallahü anh) de şöyle demiştir: "Malının sadakasını verdiğin zaman, sen, o malın şerrini ondan def etmiş, savuşturmuş olursun. İşte bu mal, kenz olmaz." İbn Abbas (radıyallahü anh): "Cenab-ı Hakk'ın, "Onları Allah yolunda harcamazlar" ayetinde, Cenâb-ı Hak, zekâtını vermeyen kimseleri murad etmiştir" demiştir.

Kâdî ise şöyle demektedir: "Bu manayı, zekât vermemeye tahsis etmeye imkân yoktur. Aksine gerekli olan, şöyle denilmesidir: Kenz, içinden verilmesi vâcib olan kısmın, çıkarılıp veritmediği maldır. Bu hususta zekât, keffaretler için verilmesi gerekli olan şeyler, hacc veya cum'a için yerekli olan harcamalar, dinî, hukukî hususlar ile, kişinin çoluk çocuğuna yapacağı harcamalar, telef ettiği şeylerin tazminatı ve suçların "erş" (diyet)leri olarak verilmesi gerekli olan mallar arasında bir fark bulunmamaktadır. Bütün bu kısımların bu tehdidin hükmüne dahil olması gerekir. "

b) Çok mal bir araya getirilip biriktirildiğinde, zekâtı ister verilsin, isterse verilmesin, bu mal, kınanmış "kenz" durumundadır. Birinci görüşü savunanlar, görüşlerinin doğruluğuna şunları delil getirmişlerdir:

1) Cenâb-ı Hakk'ın "kazandığı kendi faydasınadır..." (Bakara, 286) ifadesinin umum olmasıdır. Çünkü bu, insanın kazanıp elde ettiği şeyin, onun hakkı olduğuna delâlet etmektedir. Hak teâlâ'nın, "O. sizden mallarınızı da istemez..." (Muhammed.36) ayeti de böyledir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Salih mal, salih kimse için ne kadar güzeldir!" Müsned, 4/197.

"Herkes, kendi kazandığına daha lâyıktır" ve "Zekâtı verilen her mal, bâtını (saklanabilen) dahi olsa, "kenz" değildir. Ama. zekât verilecek miktara ulaşıp da, zekâtı verilmeyen her mal da. zahirî (saklanamaz) olsa dahi, "kenz"dir" Buhâri, Zekat, 4 (2/111) kısmen. buyurmuştur.

2) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında, Hazret-i Osman, Abdurrahman İbn Avf gibi bir grup (zengin) şahsiyetler bulunuyordu ki, Hazret-i Peygamber onları mü'minlerin büyüklerinden addediyordu.

3) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) (kişi) hastalandığında malının üçde birini veya daha azını vasiyyet etmesine teşvik ediyordu. Şayet, mal biriktirmek haram olmuş olsaydı, o zaman Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hasta olan kimseye malının tamamını tasadduk etmesini söylerdi. Bundan da öteye Hazret-i Peygamber, hasta olmayan kimseye, sağlam olduğu, sıhhatli olduğu zaman da bunu emrederdi.

İkinci görüşü benimseyenler de, şunları ileri sürmüşlerdir:

1) Bu ayetin, umûm olması. Bu ayetin zahirinin, mal biriktirmenin yasak olduğuna defâlet ettiğinde bir şüphe yoktur. Öyleyse, zekâtı verildikten sonra mal biriktirmenin mubah olduğunu söylemek, ayetin zahirî manasını terketmek demektir. Bu sebeple, bu manaya ancak ayrı bir delil ile gidilebilir.

2) Salim İbn Cad'ın rivayet etmiş olduğu şu husustur: Bu ayet nazil olunca. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) üç defa, "Kahrolsun altın, kahrolsun gümüş!" Müsned, 5/366.buyurmuştur. Bunun üzerine ashâb, Hazret-i Peygamber'e "Hangi malı edinelim, biriktirelim?" dediklerinde O: "Zikreden bir dil, huşu duyan birkalb ve sizden birinize dinî hususlarda yardımcı olan bir eş" buyurdu.

Yine, Hazret-i Peygamber, "Kim. altını veya gümüşü yığarsa, o kimse, bunlarla dağlanır" Müsned, 5/168. buyurdu. Derken, bir adam öldü de, onun cebinde bir dinar bulundu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, 'İşte bir dağlanma (sebebi...)" der. Derken, bir başkası öldü, onun da cebinde iki dinar bulundu. Bunun üzerine de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "işte, iki dağlanma (sebebi)!" dedi.

3) Bu konuda, sahabe (radıyallahü anh)'den rivayet edilen haberler... Bu cümleden olarak Hazret-i Ali: "Dört bin dinardan fazla olan her mal, ister zekâtı verilsin isterse verilmesin "kenz"dir" demiştir. Ebu Hureyre (radıyallahü anh): "Kendisiyle sahibinin dağlanacağı her altın veya her gümüş "kenz"dir" der. Ebu'd-Derdâ'dan da şu rivayet edilmiştir: O, bir kervanın mal getirdiğini gördüğünde, yüksek bir yere tırmanarak şöyle derdi: "Bu kervan, ateş yüklü olarak geldi.. "Kenz" (hazine) yığanları, alınlarından, böğürlerinden, sırtlarından ve karınlarından dağlanma ile müjdele. "

4) Allahü teâlâ, kendileri vasıtasıyla ihtiyaçlar giderilsin diye, malları yaratmıştır. Binâenaleyh, insanın ihtiyacını giderebileceği miktarda malı bulunur da, sonra da ondan fazlasını biriktirirse, ihtiyacından fazla olduğu için ve onu, kendisiyle ihtiyacını giderecek olan bir başkasına vermediği için, o kimse (gerçek anlamda) o malından yararlanamaz. Böylece de bu insan, ihtiyaç fazlası malını vermemesi sebebiyle. o malın hikmetinin zuhur etmesine ve Allah'ın lütfunun diğer kullarına geçmesine mani olmuş olur.

Bil ki, doğru olan şey, şöyle denilmesidir: Evlâ olan, dinini taleb eden bir kimsenin, çok mal biriktirmemesidir. Ancak ne var ki dinin zahirî hükümlerine göre de, bu men edilmemiştir. Binâenaleyh, birincisi takvaya, ikincisi de fetva'nın zahirine hamledilmiştir. Ama evlâ olanın, çok mal biriktirme arzusundan sakınmak olduğunun izahına gelince, bunu şu şekilde açıklayabiliriz:

Tercihe Değer Olan, Mal Biriktirmemektir

Birinci vecih: İnsan, bu şeyi sevip de, onu daha çok elde eder ve onu elde etmesinden dolayı da çok haz ve lezzet duyarsa, o kimsenin ona olan sevgisi daha çok ve meyli de daha güçlü olur. Bu sebeple insan, fakir olduğu zaman, sanki o kimse, maldan istifade etme lezzetini tadmamış ve o lezzetten habersiz olmuş gibi olur. Binâenaleyh, o kimse az miktar mala sahip olduğunda, duyduğu lezzet de o kadar olur; aynı şekilde meyli de bu şekilde olur. Ama, onun malı ne zaman cogalırsa, onun o maldan duyduğu lezzet de o kadar fazla olur. Ve onun, o malı arzulama ve onu elde etme meyli de o şekilde şiddetli olur. Böylece, çok mal edinmenin, onu taleb etmedeki'hırs ve isteği çoğaltmanın bir sebebi olduğu sabit olur. Bundan dolayı hırs, ruhu, bedeni ve kalbini yorar; zararı da büyük olur. Binâenaleyh, insanın kendi nefsini zarara sokmaktan kaçınması gerekir.

Hem biz, her ne zaman mal çok olursa, hırsın da o kadar şiddetleneceğini beyan ettik. Binâenaleyh biz, onun mal peşinde olmasının, bu arzusunun sona ereceği ve hırsının biteceği bir noktaya varacağını tahmin etsek, andolsun ki insan o noktaya varma hususunda da gayret gösterir. Ama, her ne zaman maf edinme arzusu çok olduğunda, o mal edinme hırsından meydana gelen zarar da o nisbette çok olduğu ve bu zararın ve bu talebin de bir nihayeti olmadığı delil ile sübut bulunca, insanın daha baştan bu şeyleri terketmesi gerekir. Nitekim şair, "Bir iş hakkındaki kanaat ve tutum (bazan) öyle bir sona ulaşır ki, O'nun bu sonu, başka bir başlangıca dönüşür..." demiştir.

İkinci vecih: Mal kazanmak, zor ve güç iştir. Ama, kazandıktan sonra, onu muhafaza etmek daha zor, daha güç ve daha çetin olur. Binâenaleyh, insan ömrü boyunca, bazan mal kazanma isteği, bazan da onu muhafaza etmenin yorgunluğu içinde kalakalır da, daha sonra da ondan çok az faydalanır, en sonunda da o malını, hasretler ve iç geçirmelerle beraber bırakıp gider ki, işte bu da apaçık bir hüsrandır.

Üçüncü vecih: Mal ve makam çokluğu, azgınlığa sebep olur, Nitekim, Cenâb-ı Hak, "Çünkü insan, kendisini ihtiyaçtan müstağni gördü diye, muhakkak ki azar" (Alak, 6-7) buyurmuştur. Tuğyan, kutun Rahman'ın rıza makamına ulaşmasına mani olur ve onu, hüsran ve hızlana düşürür.

Dördüncü vecih: Allahü teâlâ zekatı farz kılmıştır. Bu, malı noksaniaştırma hususunda bir gayret sarfetmedir. Şu halde onu çoğaltmak bir fazilet olsaydı, şeriat onu noksanlaştırmaya gayret etmezdi.

Buna göre şayet, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) niçin Veren el, alan elden daha hayırlıdır" Buhâri, Vasâya, (3/189); Müslim, Zekat. 94-97 (2/717-718). buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki: O kimse, o az malı verdiği için, ( hayırlılık sıfatı, elin yüksekte olmasını ifade etmiştir ). Onun malında bu az noksanlığın meydana gelmesi sebebiyle, o kimse için "hayırlılık" sıfatı; o az miktarı da fakir aldığı için, "alt olmak" vasfı meydana gelmiştir.

Üçüncü Mesele

Zekatı vermeyenleri tehdit eden, pekçok haber gelmiştir. Ama, paranın zekatını vermeme hususuna gelince, bu Cenâb-ı Hakk'ın, "O gün ki bunlar, cehennem ateşinin içinde kızdırılacak da o kimselerin alınları, böğürleri ve sırtlan bunlarla dağlanacak..." ayetinde ele alınmıştır.

Hayvanların zekatını vermeme işine gelince, bu da hadiste şu şekilde ifade edilmiştir: Allahü teâlâ, zekatlarını vermeyen sürü sahiplerine azâb eder. Cenab-ı Hak bunu şu şekilde yapar: O sürüleri, cüssece en büyükleri olan hayvanın biçimine sokarak, o kimselerin üzerine sevkeder. Böylece o hayvanlar, kendi sahiplerine uğrarlar ve onları tırnaklarıyla çiğner, boynuzlarıyla da süserler. Ardı arası kesilmeksizin, bu hayvanlar sahiplerini böylece çiğnerler. Ve bu iş, insanların hesabı bitinceye kadar devam eder.

Zinet Eşyasının Zekâtı

Bize göre sahih olan, zinetlerde de zekat vermenin farz olduğudur. Bunun delili Cenâb-ı Hakk'ın, "Altını ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu? İşte bunlara pek acıklı bir azabı muştula" ayetidir.

Buna göre şayet, "Bu tehdit, kadıntarı değil, sadece erkekleri içine alır" denilirse, biz deriz ki:

Biz, kadını için zinet alan erkek hakkında konuşmaktayız. Hem bu tehdidin, altın ve gümüş yığmaya terettüb etmiş olması, münasib olan bir vasfa terettüb eden bir hükümdür. Bu vastf da, o malı biriktirmenin, o kimsenin, kendisinin o mala ihtiyacı olmadığı halde, muhtaç olanlara vermesine mani olmasıdır. Çünkü, şayet o kimse, o malı harcamaya ihtiyaç hissetseydi, onu biriktirmezdi. Muhtaç olmayanın, o malı muhtaç olandan men etmeye teşebbüs etmesi, onun da böyle bir mal biriktirmekten men edilmesine uygun düşmektedir. Böylece bu tehdidin, kendisine münasib bir vasfa dayandığı sabit olmuş olur. Kendisine münasib bir vasıftan sonra zikredilen o hükmün, o vasfa bağlanması gerekir. Böylece bu tehdidin, böyle bir mal biriktirmekten dolayı olduğu kesinlik kazanmış olur. Bu sebeple, her ne zaman bu vasıf tahakkuk ederse, onunla birlikte de bu tehdidin bulunup söz konusu olması gerekir. Hem zekâtın farz olması hususunda varid olan haberler, (zinetler) takılar hakkında da variddir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Mallarınızın kırkta birini getiriniz” Ebu Davud, Zekat, 5 (2/100): İbn Mâce, Zekat, 4 (1/570).

"kölelerde de kırkta bir zekât vardır" Müsned, 1/12.

"Ey Ali! Sana zekât düşmez; ama ne zaman yirmi miskale mâlik olursan, bir mıskalın yarısını zekât ver" ve "Malda, zekâtı:) dışında bir hak yoktur. Üzerinden bir sene geçmediği sürece, malda zekât yoktur Ibn Mace, Zekat, 3-5 (1/570-571). buyurmuştur. Binâenaleyh, hem bu ayet, hem de bütün bu haberler, mubah olan zinet eşyalarının da zekâtının verilmesi gerektiğini ifade eder.

Sonra biz diyoruz ki: Kur'an'da, bu delile muarız olan bir delil de bulunmamaktadır. Bu açıktır. Zira, Kur'an'da mubah olan takıların zekâtı verilmeyeceğine dair herhangi bir açıklama bulunmamaktadır. Yine, bu delile, alimlerimizin naklettiği şu haber dışında, muarız olan bi haber de bulunmamaktadır:

Bu haber de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu hadisidir: 'Mubah olan takıların (zinet eşyalarının) zekatı yoktur. Benzeri bir hadis: Tirmizi. Zekat, 12 (3/29)

Fakat Ebu İsâ et-Tirmizi: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, takılar hakkında sahih bir rivayet gelmemiştir" der. Hem sonra bu hadis doğru (sahih) olsa bile, bu takıları "inciler" manasına hamlederiz. Çünkü Hazret-i Peygamber huliyy "takılar" tabirini kutlanmıştır. Huli (takı) kelimesi eliflamlı gelmiştir. Daha evvel, ortada bilinen veya daha önce bahsedilmiş olan birşeyin olması halinde, bu eliflamlı kelimenin ona hamledilmesi gerektiğini söylemiştik. Kur'an'da "hulî" lafzının meşhur manası, "inciler"dir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O (deniz)den, giyeceğiniz (takacağınız) zinet (yani inciler) çıkarırsınız" (Nahl, 14) buyurmuştur. Durum böyle olunca, "el-Hulî" kelimesini, "inciler" manasına hamletmek gerekir. Böylece bu hadisin delilliği düşer. Hem ihtiyatlı olan, takıların zekatının farz olduğunu söylemektir. Bir de, bu nassa, kıyas ile karşı konulamaz. Çünkü nass, kıyastan daha önce gelir. Binâenaleyh doğrusunun, bizim söylediğimiz şey olduğu sabit olur.

Beşinci Mesele

Cenâb-ı Allah bu ayette iki şeyden, yani altın ve gümüşten bahsetmiş, daha sonra da (müfred zamirle), "Onu Allah yolunda harcamayanlar (yok mu?)" buyurmuştur. Bu hususta iki izah yapılmıştır:

Birinci izah: Burada "onu" zamiri, birkaç-bakımdan, manayı göstermektedir:

a) Bunlardan (altın ile gümüşten) her biri bir bütündür. Nitekim "Altın ve gümüş kaplar" denilir. Bu tıpkı, "Eğer müminlerden iki zümre, birbiriyle döğüşürlerse..." (Hucurât, 9)ayetinde olduğu gibidir.

b) Bunun takdiri, "O, kenzleri (biriktirdiklerini) infâk etmeyenler..." şeklindedir.

c) Zeccâc, bu ifâdenin takdirinin, "O malları harcamayanlar..." şeklinde olduğunu söylemiştir.

İkinci izah: Bu zamir, lafza râcidir. Buna göre de şu, takdirler yapılmıştır:

a) Bunun takdiri, "O gümüşü harcamayanlar..." şeklindedir. Bunda, altın hazfedilmiştir. Çünkü altın, malların bedeli (fiyatı karşılığı) olmada, kıymetli iki maden ve kenz (biriktirilme) ile kastedilmiş olma hususunda, gümüş ile müşterek olduğu için, "gümüş" lafzına dahildir. Binâenaleyh bu ikisi pekçok bakımdan müşterek oldukları için, birinin zikredilmesi, diğerinin zikredilmesine ihtiyaç bırakmaz.

b) Bunlardan birinin zikredilmesi, diğerinin zikredilmesine ihtiyaç bırakmaz. Bu tıpkı "Onlar bir ticaret yahut bir oyun eğlence gördükleri zaman, ona yönelip dağıldılar... "(Cum'a, 11) ayetinde olduğu gibidir. Cenâb-ı Hak bu ayette, "ona" zamirini, "ticâret" kelimesine râci kılmıştır. Keza Allah "Kim bir hata veya bir günah işler, sonra da onu bir suçsuzun üzerine atarsa (...) "(Nisa. 112) buyurmuş ve "onu" zamirini "günah" kelimesine râci kılmıştır.

c) Bunun takdiri, "ve o (gümüşü) harcamayanlar... Altın da böyledir" şeklindedir. Bu tıpkı şâirin, "Ben ve Geyar. Orada yabancıyım" yani, "Geyar da böyledir" beytinde olduğu gibidir.

Buna göre eğer, "Altın ve gümüşün, diğer mallardan ayrı olarak özellikle zikredilmesinin hikmeti nedir?" denirse, biz deriz ki: Bu ikisi, mallardan muteber olan iki asıldır. "Kenz" (biriktirme) ifadesi ile kastedilenler de bu ikisidir.

Bil ki Allahü teâlâ, altın ve gümüş biriktirenlerden bahsettikten sonra "İşte bunlara pek acıklı bir azabı müjdele!" buyurmuştur. Bu, "Onlara bu azabı, haber ver" demek olup, istihza üslubuyla gelmiştir. Çünkü altın ve gümüş biriktirenler, ihtiyaç anında bir bolluk ve rahatlık sağlasın diye bunları biriktirirler. İşte bundan dolayı, tıpkı, "Onların selamı, dövme; ikramları da sövmedir" denildiği gibi, onlara sanki, "sizin rahatınız işte bu azab-ı elimdir" denilmektedir. Bir de, müjdeleme (beşaret), kalbe tesir eden ve dolayısıyla yüzün derisinin (beşerenin) renginin değişmesine sebeb olan hayırlı haberler hakkında kullanılır. Bu kelime, yüz derisinin rengini değiştiren sevinç ve keder manasına da gelir.

Allahü teâlâ daha sonra 'O gün ki. bunlar, cehennem ateşinin içinde kızdırılacak da, o kimselerin alınları, böğürleri ve sırtlan bunlarla dağlanacak. "İşte bu, nefisleriniz için toplayıp sakladığınız şeyler" denilecek" buyurmuştur.

Übeyy b. Ka'b (radıyallahü anh), bu ayeti (tefsir kabilinden) "ve karınlan" kelimesini ilave ederek okumuştur. Bu ayetle ilgili birkaç sual vardır:

Birinci Soru: Arapçada denilmeyip, (demiri kızdırdım) denilir. O halde ayette, denilmesinin hikmeti nedir?

Cevap: Bununla, o malların ateş üzerinde kızdırılmaları kastedilmeyip, aksine ateşin o altın ve gümüş üzerinde tutuşturulup kızdırılması manası kastedilmiştir. Bu, "O altın ve gümüşler üzerinde, alabildiğine şiddetli bir ateş yakılır" demektir. Bu tabir, Hak teâlâ'nın "harareti çetin bir ateş" (Karia, 11) tabirinden alınmıştır. Binâenaleyh eğer burada sadece tuhmâ denilseydi, bu manayı ifade etmezdi.

Şayet, "Bundan maksad "Ateşin (cehennemin), o attın ve gümüşler üzerinde yakılıp kızdırıldığı o gün..." manası olduğuna göre, bu fiil niçin yunma diye müzekker getirilmiştir?" denilirse, biz deriz ki "nâr" kelimesi, müennestir. Fakat fiil, zahiren ona isnâd edilmemiş (yani o fiilin faili kılınmamış) aksine, (......) kelimesine isnâd edilmiştir. İşte bundan dolayı, fiilin müzekker getirilmesi de, müennes getirilmesi de mümkün ve yerinde olur. İbn Âmir'in bu fiili, tühmâ şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir.

İkinci soru: Ayetteki yevme kelimesini mansub kılan nedir?

Cevap: Kelamın takdiri: "Cehennem ateşinin bunlar üzerinde kızdırıldığı o gün, onları elim bir azabla müjdele" şeklindedir.

Burada Muayyen Azaların Zikredilmesinin Hikmeti

Üçüncü soru: Ayette niçin bilhassa bu uzuvlar zikredilmiştir? Buna birkaç şekilde cevap verilebilir:

1) Mal kazanmanın gayesi, yüzlerde tesiri görülen kalbî bir ferahlığın; böğürleri dolduran bir tokluğun ve sırtlara giyilen ve övünç vesilesi olan bir giyimin elde edilmesidir. Binâenaleyh insanlar, bu üç uzvun süslü olmasını istedikleri için, :ehennemdeki bu dağlama da, onların alınları, böğürleri ve sırtları üzerine olacaktır.

2) Bu üç uzvun içi boştur ve içlerinde zayıf aletler (başka uzuvlar) vardır. Bunlara ufacık bir tesir gelse, başka uzuvların aksine, bunların duyacağı ızdırab daha çok olur.

3) Ebu Bekr el-Verrâk şöyle demiştir: "Özellikle bu uzuvlar zikredilmiştir. Çünkü zengin, (yüzü) karşısında, yanıbaşında fakiri gördüğünde, ona sırt çevirerek ondan uzaklaşır."

4) Bunun manası, "Onlar şu dört yönden dağlanırlar: Ya önden alınlarına, ya arkadan sırtlarına yahut da sağ ve soldan böğürlerine., " şeklindedir.

5) İnsanın en hassas uzvu alnı, orta hassaslıkta olan uzvu böğürleri, ve en duyarsız olanı da sırtıdır. Bundan dolayı Allahü teâlâ, insanın bu üç kısım uzvunun da dağlanacağını beyan etmiştir ki bundan maksadı, bu dağlamanın, bütün bu uzuvlarda olacağına dikkat çekmektir.

6) İnsan bedeninin en mükemmel hali, güzel ve kuvvetli oluşundadır. Güzelliğin mahalli yüzdür ve yüzün en kıymetli kısmı alındır. Dolayısıyle bu dağlama alın üzerinde olduğunda, güzellik tamamen yok olur. Kuvvetin mahalli ise, insanın sırtı ve yanlarıdır. Binâenaleyh buralar dağlandığında, bedenin kuvveti de yok olur. Netice olarak diyebiliriz ki: Bu üç uzvun dağlanması, bütün güzellik ve kuvvetin zail olmasına sebep olur. İnsan ise, malı güzellik ve kuvvet elde etmeksin kazanmaya çalışır.

Dördüncü soru: İnsanın bedeni üzerinde meydana gelen bu dağlama, bütün malı ile mi, yoksa, vermesi gereken zekat kadarı ile mi olur?

Cevap: Ayetin zahirî manası, bunun, bütün mal ile olduğunu gösterir. Çünkü insan malının zekatını vermediği zaman, zekat, o malın belirli bir kısmının içinde değil, hepsinin içindedir. Bundan dolayı Allahü teâlâ'nın, o malın bütün parçaları ile, o kimseye azab etmesi (onu dağlaması) gerekir.

Daha sonra Cenâb-ı Allah "İşte bu nefisleriniz için toplayıp sakladığınız şeyler..." buyurmuştur. Bu, "Onlara, "İşte kendiniz için toplayıp sakladığınız şeyler! " denilecek" demektedir. Bu ifadenin maksadı, bu ilahi tehdidin dehşetini göstermektir. Çünkü onlar, azab olundukları altınlardan, gümüşlerden veya bunların birinden veya her ikisinden yapılmış, levhalardan dolayı başlarına gelen azabı gördüklerinde, bunun vermedikleri o zekattan ötürü olduğunu düşünebilecekleri gibi, bundan başka şeyden ötürü olduğunu da düşünebilirler. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak onlara, "Bu, sizin kendiniz için biriktirdiğiniz şeylerdir. Siz bunu harcayarak Rabbmizın rızasını (kazanma yolunu) tercih etmediniz. Bundan infâk etmek suretiyle, kendi menfaatinizi ve Rabbinizin ikabından kurtulmayı düşünmediniz. Böylece de, gördüğünüz gibi. sanki bunları, Allah size azab versin diye biriktirmiş oldunuz" demek suretiyle, onları iyice susturmuş cevap veremez hale getirmiştir, Daha sonra "Artık, saklayıp istif ettiğiniz bu nesnelerin acısını haydi tadın bakalım" buyurmuştur. Bu, "sizler o malları, Allah'ın size emrettiği bir şekilde ne dininiz, ne de dünyanız için sarfetmediniz. O halde, başka şeylerin değil, bunların vebalini tadınız" demektir.

36

"Gerçekten Allah katında ayların sayısı, Allah'ın kitabında, tâ gökleri ve yeri yarattığı günden beri, on iki aydır. Onlardan dördü, haram olanlardır, işte bu dini kayyımdır. O halde, bunlarda kendinize zulmetmeyin. Müşrikler sizinle nasıl topyekün harbediyorlarsa, siz de onlarla topyekün harbedin. Bilin ki Allah, müttakilerle beraberdir".

Bil ki bu ayet, yahudi, hristiyan ve müşriklerin çirkin işlerinden üçüncüsünü izah etmektedir. O çirkin iş de, onların Allah'ın hükümlerini değiştirmek için çalışıp durmalarıdır. Çünkü Allahü teâlâ, her vakitte belli bir hüküm gönderip, onlar da o hükümleri, nesî yoluyla tehir etmek suretiyle değiştirince, bu onların kendi heva-ü heveslerine göre, sene ile iigili ilâhî hükmü değiştirme hususunda, onlarca çaba sarfetmeyi gösterir. Binâenaleyh bu, onların küfür ve hasretlerindeki ileri bir dereceyi ortaya koyar.

Araplarda Senenin ve Takvimin Mahiyeti

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki, Araplarca "sene", kamerî yılın oniki ayından ibarettir. Bunun delili hem bu ayettir, hem de "Güneşi ziyah. Ayı nurlu yapan, yılların sayışım ve hesabını bilmeniz için. Ona remiller tayin eden O (Allah'dır)" (Yûnus, 5) ayetidir. Böylece Cenâb-ı Allah aya birtakım menziller takdir edilmesini, yılların sayısının ve hesabının bilinme vasıtası doğru olur. Hem sonra Cenâb-ı Hak, "Sana hilâlleri sorarlar. De ki: "O, insanların birtakım faydalan için, bir de hacc için vakit ölçüleridir" (Bakara, 189) buyurmaktadır.

Başkalarına göre ise "sene", güneşin tam bir devir yaptığı müddetten ibarettir. Kamerî yıl, güneş yılından belli bir miktar daha azdır. İşte bu azlıktan dolayı, kamerî aylar, mevsim mevsim dolaşır. Bundan dolayı hacc (ve ramazan) bazan kışa, bazan yaza rastlar. Binâenaleyh bu durum, Araplara zor geliyordu. Bir de onlar hacca gittiklerinde, ticaret için de gidiyorlardı. Bu vakit bazan, etraftan ticaret için gelinmesine uygun düşmüyordu ve bu durum, dolayısıyla onların ticaretini etkiliyordu. "Zîc (astronomi) ilmi'nde de malum olduğu üzere Kebîse işine yöneldiler ve böylece de güneş yılını nazar-ı dikkate almış oldular. Böylece hacc zamanı, onların menfaatlerine uygun olarak belli bir vakte has kılınmış oldu ve onlar ticaretlerine ve maslahatlarına uygun olan şeylerden istifade ettiler. Binâenaleyh, bu erteleme işi, her ne kadar birtakım dünyevî menfaatlerin gerçekleşmesine sebep olsa dahi, bundan Allah'ın hükmünün değişmesi neticesi ortaya çıkmıştır. Çünkü Allahü teâlâ haccı, belirli birtakım aylara tahsis edip, o hacc da bu erteleme sebebiyle diğer aylara kayınca, Allah'ın (bu husustaki) hükmü değişmiş olur. Binâenaleyh diyebiliriz ki onlar, dünyevî birtakım maslahat ve manfaatlan nazar-ı dikkate alarak, Allah'ın hükümlerini değiştirmek ve O'nun mükellefiyetlerini iptal etmek için çaba göstermişlerdir. İşte bundan dolayı da onlar, bu ayette büyük bir kınamaya müstehak olmuşlardır.

Bil ki, güneş yılı, kamerî yıl'dan fazla olunca, onlar o fazlalığı topladılar. O fazlalığın miktarı bir aya ulaşınca, o seneyi onüç ay kabul ettiler. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ onların bu işini reddedip, Allah'ın hükmü, ne daha az ne de daha fazla olmaksızın, senenin oniki ay olmasıdır. Halbuki onların bazı yılların onüç ay olduğuna dair verdikleri hüküm, Allah'ın hükmüne aykırı bir hükümdür. Bu hüküm Allah'ın yüklediği mükellefiyetlerin değiştirilmesine yol açar. Bütün bunlar ise, dinin hilafına olan şeylerdir.

Bil ki Arapların ilk zamanlardaki metodu, yılın, şemsî değil kamerî olmasıdır. Bu, onların Hazret-i İbrahim ve İsmail (aleyhisselâm)'den varis oldukları bir hükümdür. Ama, yahudî ve hristiyanlarda İse, bu böyle değildir. Daha sonra, Arapların bir kısmı kebîseyi yahudi ve hristiyanlardan öğrendiler. Böylece de "kebîse" Arap beldesinde de görülmeye başladı.

Ayetteki İ'rab Meselesi

Ebû Ali el-Farisî şöyle demektedir: "Cehab-ı Hakk'ın, tabirindeki fi harf-i cerrinin O'nun ifadesine taalluk etmesi caiz değildir. Çünkü bu sıla ile mevsûlün, haber olan (......) kelimesiyle bölünmüş olmasını iktiza eder ki, bu caiz değildir.

Ben de derim ki, bu âyetin i'râbı hususunda şu izahlar yapılabilir:

1) (......) ifadesinin mübtedâ, (......) ifâdesinin haber; (......) ifâdeleri de birbirlerinden bedel olan birer zarf olduklarını söylemekteyiz. Buna göre kelâmın takdiri şeklindedir. Ard arda gelen bedellerin hikmeti, bu sayının, Allah ilminde ve Allah'ın âlemi yarattığından beri, Allah'ın kitabında kesin bir sayı olduğunu anlatmaktır.

2) Hak teâlâ'nın ifadesindeki fi harf-i cerri, haberin sıfatı olan mahzuf bir kelimeye müteallaktır. Buna göre kelâmın takdiri, "Ayların sayısı, Allah'ın kitabında tesbit edilmiş olan oniki aydır " şeklindedir. Hem sonra bu ayetteki "kitap"tan muradın, herhangi bir kitap olması caiz değildir. Çünkü "kitap" kelimesi, "Gökleri ve yeri yarattığı gün" ifadesindeki "yevmi" (gün) kelimesinin müteallakıdır. Halbuki ayrıların (eşyanın) isimleri zarf almazlar. Meselâ sen, diyemezsin. Aksine ayette "kitap" kelimesi masdardır. Buna göre takdiri, "Allah katında, Allah'ın kitabında, yani Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı gün kararlaştırıp yazdığı hükümde, ayların sayısı onikidir" şeklinde olur.

3) Bu ifâdedeki "kitap" kelimesi bir isimdir, "yevm" kelimesi ise mahzûf bir fiile taalluk etmektedir. Buna göre ayetin takdiri, "Allah katında ayların sayısı, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günde yazmış olduğu ilâhi kitapta yazıldığı gibi, oniki aydır" şeklindedir.

Bu Ayette "Allah'ın Kitabı" Tabirinin Manası

Bu mesele, ayetin hükümlerini tefsir etme hakkındadır. Cenab-ı Hak, "Gerçekten Allah katında ayların sayısı, Allah'ın kitabında yani ilminde, (...) on iki aydır" buyurmuştur. Burada geçen "Allah'ın Kitabı"nın ne demek olduğu hususunda da şu izahlar yapılmıştır:

1) İbn Abbas şöyle demiştir: "Allah'ın, bütün mahlukatın hallerini ayrıntılı olarak yazdığı Levh-i Mahfuz, Allah'ın peygamberlerinin hepsine indirdiği kitapların aslıdır."

2) Bazıları bu ayetteki "kitap" ile, Kur'an-ı Kerim'in kasdedildiğini söylemişlerdir, biz, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şeriatında, esas alınan yılın, kamerî yıl olduğuna delalet eden birkaç ayet zikretmiştik. Durum böyle olunca, (bunun manası), "Bu sayı, Kur'an'da böyle yazılmıştır" şeklinde olur.

3) Ebu Müslim şöyle demektedir:" tabiri, "Allah'ın farz kıldığı ve hükmettiği şekilde..." demektir. Binâenaleyh buradaki kitap, "hükmetmek ve farz kılmak" manasına gelir. Bu tıpkı, "Size, savaş yazıldı, yani farz kılındı" (Bakara, 216); "Size kısas farz kılındı" (Bakara, 178) ve "Rabbiniz kendi üzerine rahmeti gerekli kıldı" (En'âm, 54) ayetlerinde olduğu gibidir.

Kâdî: "Bu, uzak bir ihtimaldir. Çünkü Allahü teâlâ bu ayette kitabı, "zarf" olarak zikretmiştir. Bu "kitap", "hesab" manasına hamledildiğinde, bu mana ancak mecazî olarak doğru olur" der.

Buna şöyle cevap verilebilir: Her ne kadar bu mecazî bir ifâde ise de, meşhur bir mecazdır. Nitekim Arapça'da, "İş, falancanın hesabına ve hükmüne göre şöyle şöyledir" denilir.

Cenâb-ı Hakk'ın, "tâ gökleri ve yeri yarattığı günde" buyruğuna gelince, biz "ikinci mesele"de bununla ilgili bazı izahlar yapmıştık. Onlardan doğruya en yakın olanı üçüncü olarak zikretmiş olduğumuz şu izahtır: Bundan murad, "Allah gökleri ve yeri yarattığı gün böyle hükmetti ve böyle yazdı" şeklindedir. Bunun maksadı, bu hükmün, âlemin yaratıldığı günden beri yürürlükte olan bir hüküm olduğunu beyan etmektir. Binâenaleyh bu ifade, bir te'kîd ve pekiştirmeyi gösterir.

Muhterem Aylar (Eşhur-i Hurum)a Tanınan Özelliğin Hikmeti

Cenâb-ı Hakk'ın "Onlardan dördü haram olanlardır" ifadesi hakkında, alimler bu dört aydan üçünün, yani Zilka'de, Zilhicce ve Muharrem'in ardarda, Receb ayının ise bunlardan ayrı tek başına olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Ayetteki nurum kelimesi, "O aylarda işlenen günah daha fazla cezayı, itaat da, daha fazla sevabı gerektirir" manasındadır. Araplar bu aylara son derece hürmetkar davranıyorlardı. Hatta onlardan biri, bu aylarda, babasının katiliyle karşılaşsa, ona saldırmazdı.

Buna göre şayet, "Zaman dilimleri aslında hep birbirinin aynıdırlar. Öyleyse bu ayırımın sebebi nedir?" denilirse, biz deriz ki: Böyle bir şey, şeriatlarda tuhaf görülmemiştir. Çünkü bunun misalleri pek çoktur. Baksana Allahü teâlâ, haram beldeleri, daha fazla hürmet edilmesini emrederek, diğer beldelerden; cum'a gününü, daha fazla saygı gösterilmesini emrederek haftanın diğer günlerinden; Arafe gününü, o güne has kıldığı hususi bir ibadet ile (vakfe ile) diğer günlerden; Ramazan ayını, onda oruç tutulmasını farz kılarak diğer aylardan; günün bazı saatlarını, onlarda namaz kılmayı farz kılarak (diğer saatlerden); bir geceyi (yani Kadir gecesini) diğer gecelerden ve bazı insanları da, onlara risâlet hil'ati giydirerek diğer insanlardan ayırmıştır. Bunlar açık ve malum misaller olduğuna göre, bazı aylara daha fazla hürmet (haramlık-saygı) verilmesinde tuhaf görülecek birşey yoktur.

Sonra biz diyoruz ki, "Allahü teâlâ'nın, bu vakitlerde yapılan taat ve ibadetlerin, nefsin temizlenmesinde ve yine bu vakitlerde yapılan isyan ve günahların, nefsin kirlenmesinde daha müessir ve daha ileri olacağını bilmesi uzak bir ihtimal değildir Bu, hükemâca da uzak görülmemiştir. Baksana onların içinde, duaların kabul edileceği umulan vakitlerde, kitap yazanlar vardır ve onlar o belli vakitlerde, bunu gerektiren bazı sebebler olduğunu söylemişlerdir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Hangi oruç daha faziletlidir?" diye sorulduğunda o, "Ramazan ayı orucundan sonra, en efdal oruç, Allah'ın ayı olan Muharrem'de tutulan oruçtur" Müslim, Sıyâm, 202 (2/281); Ebu Davud, Savm, 56 (2/323). demiştir. Yine O (sallallahü aleyhi ve sellem) "Kim, Allah'ın haram aylarından bir gün oruç tutarsa, onun oruç tuttuğu her güne karşılık otuz gün (oruç) sevabı verilir" Kenzu'l-Ummal, 8. cilt, 24236. hadis buyurmuştur.

Pek çok fukaha, bu aylarda meydana gelen öldürme hadiselerinde, katilin diyet cezasını ağırlaştırmalardır. Bu hususta şöyle bir hikmet daha vardır; İnsanların karakterleri, zulmetme ve fesat çıkarma üzerine yaratılmıştır. Binâenaleyh onların bu tür kötülüklerden kaçınmaları, aslında onlara zor gelir. İnsan o vakitlerde ve o yerlerde, kötülüklerden ve kabih (çirkin) işlerden daha çok kaçınsın diye, Allahü teâlâ, bazı vakitlere ve bazı yerlere daha fazla hürmet (saygı) gösterilmesini emretmiştir. İşte bu, şu şekilde bazı fayda ve faziletleri doğurur:

a) O vakitlerde, kötü işleri terketmek, çirkin işlerin sayısını azaltacağı için matlûb olan birşeydir,

b) İnsan o vakitlerde, kötü işleri bırakınca, onun o esnalarda o işleri bırakması poğu kez, onun onlardan tamamen yüz çevirmeye yönelmesine de vesile olur.

c) İnsan o vakitlerde, itaat ve ibâdette bulunup, isyan ve günahtan yüzçevirince, o vakitler geçtikten sonra, eski günah ve kabahatlarını yeniden yapmaya teşebbüs etmesi, o belli vakitlerde ibadet ve taatları eda ederken katlanmış olduğu meşakkat ve güçlüklerin boşa gitmesine sebeb olur. Halbuki aklı olandan, buna razı olmaması beklenir. Binâenaleyh bu, o insanın günahlardan tamamen uzaklaşmasına bir sebeb olabilir. İşte bazı vakitlere ve bazı yerlere daha fazla haramlık (saygı hükmü) verilmesinin hikmeti budur.

Daha sonra Cenâb-ı Allah "İşte bu, din-i kayyımdır" buyurmuştur. Bu tabir ile ilgili bir bahis vardır:

Birinci bahis: Ayetteki zâlike (işte bu) ifadesi, ya "Gerçekten Allah katında ayların sayısı... oniki aydır. (Ne daha fazladır, ne de daha azdır)" ifadesine, ya da "Onlardan dördü haram olanlardır" ifadesine rşarettir. Bence, bunun birincisine işaret sayılması daha münasiptir. Çünkü kâfirler de, bunlardan dördünün haram olduğunu kabul ediyorlardı, Ama onlar, şubat'a bir gün ekleyerek, çoğu kez böylece ayların sayısını onüçe çıkarıyor ve ayların yerlerini değiştirmiş oluyorlardı. Binâenaleyh bu ifâdenin gayesi, kâfirlerin bu tutumunu reddetmektir. Bundan dolayı zâlike "işte bu" ism-i işaretini buna hamletmek gerekir.

"Din" Kelimesinin Mânası

İkinci bahis: Bu ayette geçen "din" kelimesinin tefsiri hususunda şu izahlar yapılmıştır:

1) "Din" kelimesi ile, bazan "hesaba çekme, hesab etme" manası kastedilir. Nitekim Arapça'da "Akıllı olan, kendisini hesaba çeken (muhasebe eden) kimsedir" denilir. "Kayyim" ise, dosdoğru demektir. Buna göre ayetin manası, "İşte bu, dosdoğru, sağlıklı, adil ve tastamam bir hesaptır " şeklinde olur.

2) Hasan el-Basrî, bu tabire "İşte bu, değişmeyen ve değiştirilemeyen bir din-ı kayyimdir" manası vermiştir. Buna göre bu ayette, "kayyim" değişmeyen ve değiştirilemeyen, kâim, sona ermeyen dâim manasınadır ki böyle olan bir din. insanların fıtratlarının kendisi üzere yaratılmış olduğu bir dindir.

3) Bazıları da buna şu manayı vermişlerdir: "Bu ibadet, İslam'da gerekli olan dindir."

Kâdi "Din" lafzını ibâdet manasına hamletmek, "hesap" manasına hamletmekten daha uygundur. Çünkü onun, "hesap" manasına kullanılışı mecazidir" demiştir.

Buna şöyle cevap verir: "Din lafzının esas manası, inkiyâd (boyun eğme, itaat etme)dir. Nitekim Arapça'da "Ey boyunların, önünde eğildiği zat!" denilir. Binaenaleyh hesap (hesaba çekme) de, inkıyadı gerektirdiği için, dolayısıyla "din" diye ifâde edilmiştir. Ayların sayısı da, "din" diye ifâde edilmiştir. Bundan dolayı "din" kelimesini "ibadet" manasına almak, "hesap" manasına almaktan daha uygun olamaz. İlim ehli şöyle demişlerdir: "Bu ayetin ifade ettiği hükme göre, müslümanlara gereken, alış-verişlerinde, borçlarının zamanlarım ayarlamada, zekatın yıllarını ayarlamada ve diğer (zamanla ilgili işlerinde), kamerî aylara göre olan Arap yılınr nazar-ı dikkate almalarıdır. Onların, rûmî veya a'cemi (başka) yıllan nazar-ı itibara almaları caiz değildir.

Daha sonra Cenâb-ı Allah, "O halde, bunlarda kendinize zulmetmeyin" buyurmuştur. Bu ilahî buyrukla ilgili iki bahis vardır:

Birinci bahis: Ayetteki "fîhinne kelimesindeki "bunlar" zamirinin neye işaret ettiği hususunda iki görüş vardır:

1) İbn Abbas (radıyallahü anh)'in görüşüne göre, bu, "O oniki ayda kendinize zulmetmeyiniz" manasındadır. Bunun gayesi insanı, bütün ömründe, mutlak olarak (her halükarda), fesada ve günaha yönelmekten alıkoymaktır.

2) Ekserî alimlerin görüşüne göre ise bu zamir, dört haram aya râcidir. Bunun sebebi şudur: Bazı vakitlerin yapılan taat ve ibadetlere daha fazla mükâfaat; yapılan isyan ve günahlara daha fazla ceza verilmesinde bir tesiri vardır. Bu görüşün daha kuvvetli oluşunun delilleri şunlardır:

a) Ayetteki, "fihinne" zamiri, kendisinden önce zikredilmiş bir şeye râcidir. Binâenaleyh bunun, daha önce zikredilmiş olanlardan, zamire en yakın olan isme raci olması gerekir. En yakın olan da, "Onlardan dördü" kelimesidir.

b) Allahü teâlâ, şu ayetinde bu aylara daha fazla saygıyı emretmiştir: "Hacc aylan, bilinen aylardır. Kim o aylarda haca kendisine farz eder, (ihrama girer)se. artık o hacc da kadına yaklaşmak, günah işlemek ve kavga etmek yoktur" (Bakara, 197). Bu sayılan işler, aslında hacc ayları dışında da caiz değildir. Fakat Cenâb-ı Hak, bu ayların daha şerefli olduğuna dikkat çekmek için, o durumda, bunları daha tekidli olarak yasaklamıştır.

c) Ferrâ şöyle demiştir: "Evlâ olan bu zamirin, "Onlardan dördü..." kelimesine râci olmasıdır. Çünkü Araplar, üç ile on arasında sayılara râci olacak zamirleri, fihinne şeklinde; ondan daha fazla olan sayılarda ise fiha şeklinde kullanırlar. Bunda temel kaide şudur: "Cem-i kılletlere râci kılınan zamirler, tıpkı cem-i müenneslere râci kılınacak zamirler gibi; cemi kesretlere râci olacak zamirler de, tıpkı müfred müenneslere râci olacak zamir gibi getirilir. Nitekim Hassan b. Sabit (radıyallahü anh): "Bizim kuşluk vakti parıldayan beyaz leğenlerimiz var. Kılıçlarımızdan da, galibiyetten dolayı, kan damlamaktadır" demiştir. O, bu şiirinde, (cemi müennes olarak) yelme'ne ve yakturne fiillerini kullanmıştır. Çünkü esyaf (kılıçlar), cefenat kelimelerinin vezinleri, cem-i kıllettir. Eğer bunlar cem-i kesret olsalardı, o zaman şair, fiilleri, şeklinde (müfred müennes olarak) getirirdi. Tercih edilen kullanış budur. Ama bunlardan birini, diğerinin yerine kullanmak da mümkündür.Nitekim Nâbiga: "Onların hiçbir kusuru yoktur; ancak ne var ki onların kılıçları, ordularla savaşmaktan dolayı kırıklarla doludur" demiş ve burada, "Suyûf" (kılıçlar) kelimesini cem-i kesret olduğu halde, zamiri bihinne şeklinde (cemi müennes) kullanmıştır" demiştir.

"Zulm"ün Bu Ayetteki Mânası

İkinci bahis: Bu ifadede geçen, zulmün ne demek olduğu hususunda, şu görüşler vardır:

1) Bununla, onların yaptığı ve böylece de haca, Allah'ın edâ edilmesini emrettiği aydan kaydırdıkları ve Allah'ın yüklediği mükellefiyetleri değiştirdikleri (nesi) işi murad edilmiştir.

2) llah Teâla, o aylarda savaşmayı yasaklamıştır.

3) Allahü teâlâ, bizim de söylediğimiz gibi, bu ayların sevabın ve cezanın daha fazla verilmesine tesiri olduğu için bunlarda bütün günahları yasaklamıştır. Bence doğruya en yakın olan, buradaki zulmü, nesî yapmak manasına hamletmektir. Çünkü Allahü teâlâ, hemen bu ayetten sonra, "nesî"i zikreder.

"Kâffeten" Kelimesinin Manası

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Müşrikler sizinle. nasıl topyekün harbediyorlarsa, siz de onlarla topyekün harbedin" buyurmuştur. Bu emirle ilgili birkaç bahis vardır:

Birinci bahis: Ferrâ şöyle demiştir: "Bu ayette bulunan kâffe kelimesinin manası, "toptan, hepiniz" demektir. Bu kelime, erkeklerin veya kadınların sayısına göre. müzekker çoğul veya müennes çoğul olarak getirilerek veya denilmez.

Ancak ne var ki bu kelime, müfred ve sonuna, durulduğu zaman hâ olabilen bir tâ eklenmiş olarak şeklinde kullanılır. Çünkü bu lâfız, her ne kadar vezni üzere gelen bir kelime olsa dahi, bu kelime tıpkı (hususî, has) ve (âmm, umumi) kelimelerinde olduğu gibi masdar kalıbındadır. İşte bundan dolayı Araplar, bu kelimenin başına elif lâm getirmezler. Çünkü, meselâ, "Toptan kalktılar" deyimi tıpkı senin, veya (Beraberce kalktılar, hep birlikte kalktılar) demen gibidir." Zeccâc da şöyle demiştir: Kâffe kelimesi, hal olarak mansûbtur. Bunun, tesniye ve cemî olarak getirilmesi caiz değildir. Bu, senin tıpkı tesniye veya cemi yapmaksızın, "Onların hepsiyle savaşın, onların hepsini öldürün" demen gibidir. (......) kelimesi de böyledir.

İkinci bahis: Ayetteki kâffe kelimesiyle ilgili iki görüş ileri sürülmüştür:

1) Bununfa, "onlarla, tıpkı onların sizinle savaşmaları gibi, topyekün, hep birlikte, topunuz birlikte savaşın" manası kastedilmiştir. Yani Cenâb-ı Hak, "İşte bu hususta yardımlasın, birbirinize destek olun, birbirinizi yardımsız bırakmayın, birbirinizden ayrılmayınız. Ey Allah'ın kulları! düşmanlarınızla savaşma hususunda bir araya geliniz ve birbirinizle ülfet edip uyum sağlayınız " manasını kasdetmiştir.

2) İbn Abbas bu ifâdeye "onların, sizin topunuzu öldürmeyi helâl sayıp mubah addetmeleri gibi, siz de onların hepsiyle savaşın, onların hepsini öldürün; öldürmemek suretiyle de onların bir kısmıyla dost olmayın!" manasını vermiştir. İki taraftan birinin diğerine kıyas edilebilmesi için, birinci görüş doğruya daha yakındır.

Üçüncü bahis: Cenâb-ı Hakk'ın, "Siz de onlarla topyekün harbedin. buyruğunun zahiri, o müşriklerle bütün aylarda savaşmanın mubah olduğunu gösterir.. Bazı alimler de "Onlardan dördü, haram olanlardır(...) O halde bunlarda, kendinize zulmetmeyin " ifâdesinin delaletiyle, o aylarda, kâfirlerle savaşmanın haram olduğunu söylemişlerdir. Yani, "O aylarda, savaşı ve baskın yapmayı helâl saymak suretiyle, kendinize zulmetmeyiniz " manasını vermişlerdir. Biz bu meseleyi, Bakara sûresinde (Bakara. 217) ayetini tefsir ederken ele almıştık.

Daha sonra, Allah "Bilin ki Allah, müitakilerle beraberdir' buyurmuştur. Cenâb-ı Hak bu ifade ile, kendisinin tâat olan şeyleri ifa etme, haram kılınmış olan şeyleri ifa etme, haram kılınmış olan şeylerden de kaçınma hususunda kendisini nazar-ı dikkate alan, kendisinden ittikâ eden dost, veli kullarıyla beraber olmasını kastetmiştir. Zeccâc, bu cümlenin, "Cenâb-ı Hakk'ın, onlara yardım etmeyi tekeffül ettiği" manasına geldiğini söylemiştir.

Nesî: Haram Ayları Erteleme

37

"Haram aylan ertelemek, ancak küfürde ileri gitmedir. Onunla kâfirler şaşırtılır, onlar bunu bir yıl helâl, bir yıl haram sayarlar ki, Allah'ın haram kıldığına sayıca uysunlar da, (varsın) Allah'ın haram ettiğini helâl kılmışolsunlar! Bu suretle de onların amellerinin kötülüğü kendilerine süslenip güzel gösterildi. Allah kâfirler toplumunu hidayete erdirmez".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu ayette geçen (......) kelimesinin ifâde ettiği mana hususunda ıkı goruş bulunmaktadır:

Birinci görüş: Bu kelime, geciktirmek, ertelemek manasına gelir. Ebu Zeyd şöyle demektedir: "Arapça'da birini bir yerden uzaklaştırıp tehir ettiğinde bu tabir kullanılır.

Bu kelime(den) türeyen isim ise, "gecikme" anlamına gelen ve kelimelerdir. "Allah, falancanın ecelini geciktirdi. O kimse, ecelinde gecikti" tabirleri de böyledir." Ebu Ali el-Farisî şöyle demiştir: Nesî kelimesi, tıpkı nezir (inzâr etmek) ve nekir (yadırgamak, inkâr etmek) kelimeleri gibi, bir masdardır. Bunun, tıpkı katil kelimesinin maktul (öldürülmüş) manasına gelmesi gibi mensû (tehir edilmiş, geciktirilmiş) manasına gelmesi de muhtemeldir. Ancak ne var ki bu kelimenin burada mefûl manasında olması mümkün değildir. Zira bu kelime buna hamledilirse, o zaman manası, "Ertelenmiş şey, ancak küfürde bir artmadır" şeklinde olur. Halbuki tehir edilen şey, aydır. Binâenaleyh, bu durumda ayın bir küfür olması gerekir ki, böyle bir şey olmaz. Tam aksine, buradaki nesî kelimesinden inşâ (tehir etmek) manasında olmak üzere, masdar anlamı murad edilmiştir. Aylarda yapılan tehir, "nesî" bir ayın haramlığını, kendisinden haramlık bulunmayan başka bir aya ertelemek, tehir etmekrlomûldir

"Şibl tarikiyle İbn Kesifin şöyle okuduğu da rivayet edilmiştir: "Nef (fayda) vezninde olan nes' kelimesi, hakiki bir masdardır. Bu, Arapların "tehir ettim" manasında söyledikleri fiilinin masdarıdır. " Yine İbn Kesir'in, bu kelimenin şeddesiz olarak nes' şeklinde geldiğini okuduğu da rivayet edilmiştir. Belki de bu, tıpkı ve (tehir etmek, ertelemek) kelimelerinden olduğu gibi, hemzeli olarak kullanılan nes' kelimesinin bir başka kullanılışıdır. Yine İbn Kesir'den, şeddeli ve hemzesiz olarak nesiy şeklinde'okuduğu da rivayet edilmiştir. Bu, kıyası olarak yapılan takhîf kabilindendir.

İkinci görüş: Kutrub, nesî kelimesinin aslında arttırma, ilâve etme manasına geldiğini söylemiştir. Buna göre Arapça'da, "zamana ilave etti, artırdı" manasında denilir. Süte, kendisinde suyun fazlalığından dolayı nes'i denilmesi de böyledir.. Kadın hamile olduğu zaman da, denilir. Böylece çocuktan ötürü kadında meydana gelen fazlalık, tıpkı sütteki suyun fazlalığı gibi kabul edilmiş olur. Yine deveye, yürüyüşünü hızlandırsın, arıtırsın diye, "onu kovaladım" manasında denilir. O halde, bir şeyde meydana gelen her ilave, "nesî"dir, .

Vahidî şöyle demiştir: "Doğru olan birinci görüş olup, bu da "nesî"in asıl manasının "ertelemek" manasına gelmesidir.. Kadın hamile olduğu zaman, hayzı gecikeceği için "biribirlerine girerek, yürümenin güzelliğine mani olmasın diye, deveyi diğer devlerden geri bıraksın" manasında, ;sütü geciktirdiğinde, böylece de onun suyu fazlalaştığında, denilir."

Bu iki görüşü iyice kavradığın zaman biz deriz ki: Müşrik Araplar, hesaplarını kamerî aya göre düzenlemeleri halinde, hacc zamanının bazan kışa, bazan da yaza tesadüf edeceğini biliyorlardı. Ve bu zamanlarda, hacc yolculuğuna çıkmak, kendilerine zor ve meşakkatli geliyordu. Ve onlar, bu alışverişlerinden ve ticaretlerinden pek faydalanamıyorlardı. Çünkü diğer beldelerden gelen başka insanlar, ancak uygun ve elverişli zamanlarda Mekke'de bulunabiliyorlardı. Böylece o müşrik Araplar, bu durumu, kameri yıla göre ayarlamanın, dünyevi menfaat ve çıkarlarını haleldar ettiğini anladılar. Bundan dolayı da onlar, ay takvimini bırakarak güneş takvimini nazar-ı dikkate almaya başladılar.

Güneş yılı, belli bir miktar ay yılından daha fazla olunca da onlar, şubat ayına bir gün ilave etme ihtiyacını duydular. Ve bu ilaveden dolayı da, onlar için şu iki netice meydana geldi:

a) Onlar, bu ilavelerin bir araya gelmesi sebebiyle, bazı yılları onüç ay kabul etmeye başladılar.

b) Böylece hacc mevsimi, malum olan hacc aylarından çıkıp, onların dışındaki diğer aylara aktarılmış oldu. Bu sebeple de hacc, bazı yıllar zilhiccede, ondan sonra muharremde, ondan sonra da safer ayında oldu. Ve bu devir, tekrar zilhicceye gelinceye kadar devam edip gitti. İşte, şubat ayına bir gün ilave edilmesi sebebiyle de şu iki netice ortaya çıktı;

1) Ayların sayısında artış;

2) Kendisi için haramlığın söz konusu olduğu ayın, bir başka aya aktarılması. Halbuki biz, "nesî" lafzının Ulemanın ekserisine göre erteleme manasını; diğer alimlere göreyse ilave etmek, arttırmak anlamını ifade ettiğini beyan etmiştik. Her iki takdire göre de, ayetin ifâde ettiği mâna, bu iki hususu kapsamaktadır.

Bu sözün neticesi şudur: İbâdetleri kameri yıla göre yapmak, dünyevî menfaatleri haleldar eder. O ibadetleri güneş yılına göre yapmak da dünyevî menfaatlerin nazar-ı dikkate alındığını ifade eder. Halbuki Cenâb-ı Hak, Hazret-i İbrahim ve İsmail (aleyhisselâm) zamanından beri, işlerin ay yılına göre ayarlanmasını emretmiştir. Binâenaleyh onları dünyevi menfaatlerini nazar-ı dikkate aldıkları için, Allah'ın kameri yılın nazar-ı dikkate alınması yolundaki emrini terketmiş, güneş yılını nazar-ı dikkate almışlardır. Böylece de hacc ibadetini, haram ayların dışındaki başka bir ayda yapmışlardır. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak onları kınamış ve bunu, onların küfürlerinin artmasının bir sebebi saymıştır. Bu, onların küfürlerinin artmasına sebep olmuştur; zira, Allahü teâlâ onlara, hacc ibadetlerini haram aylarda yapmalarını emretmiş, onlarsa, şubat ayına bir gün ilave etmeleri sebebiyle hacc ibadetlerini malûm ayların dışında yapmışlar ve kendilerine tabi olanlara da, vâcib olanın kendilerinin yapmış olduğu bu iş olduğunu; haccı "kameri" aylara göre yapmanın vâcib olmadığını telkin etmişlerdir, Böylece bu, onların bile bile Allah'ın hükmünü kabul etmeyip O'nun hükmüne karşı koyma olmuştur ki, bu da bütün müslümanların ittifakıyla küfrü gerektirir. Bu sebeple onların nesî hususunda yaptıkları bu işin, küfürlerinde bir artışa yol açtığı sabit olur. O kebîseler sebebiyle meydana gelen fazla günlerin öğrenilmesini temin eden hesap usûlü, astronomi ilminde bildirilir.

Müfessirler, bu ertelemenin sebebi hususunda bir başka gerekçe olarak da şunu zikretmişlerdir: Araplar, dört ayı haram addediyorlardı. Ve bu, Hazret-i İbrahim ve Hazret-i İsmail'in zamanından beri yürürlükte olan meşhur bir hüküm idi. Halbuki Araplar, savaşçı ve baskın yapan kimselerdi. Bunun için savaşmadıkları ardarda gelen üç ayı beklemek onlara zor geliyordu. Ve onlar, "Eğer hiçbir nasibimiz olmayan üç haram ay ardarda gelirse, biz ölürüz, helak oluruz " diyorlar, böylece de muharrem ayının haramlığını safer ayına erteliyor, bu sebeple de safer ayını haram, muharrem ayını da helâl addediyorlardı. Vahidî şöyle demektedir: "Ulemânın ekserisi, bu erteleme işinin tek bir aya mahsus olmadığı, aksine bunun bütün aylar için cari olduğu kanaatindedirler. " Bu görüş, daha önce de belirttiğimiz gibi bize göre doğru olan görüştür. Alimler şu görüşte ittifak etmişlerdir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Veda Haccı'nı yaptığı sene, hacc yapmak istediğinde hacc (tabii olarak) zilhicce ayına rastlamıştı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "İyi biliniz ki zaman dönüp dolaşıp Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı gündeki durumuna geldi. Sene. oniki aydır " buyurarak, bu ifadesiyle haram ayların eski yerlerine döndüğünü kasdetmiştir.

İnkârın İleri Derecesi

Cenâb-ı Hakk "(Haram ayları) geciktirmek, ancak küfürde bir artış sebebidir" buyruğunda onların pek çok çeşit küfrünü nakletmiştir. Binâenaleyh onlar, o küfürlerine bu işi de ilave edip, biz de bu ilave işinin bir küfür olduğunu delilleriyle anlatınca, bu işin, daha önceki o küfür çeşitlerine katılması, küfürde bir ilâve, bir fazlalık olmuş olur " manasındadır. Cübbâî, "İman, sırf inanç ve ikrardan ibarettir" diyenlerin görüşünün yanlışlığına bu ayetle istidlalde bulunarak şöyle der: "Çünkü Allahü teâlâ bu amelin, küfürde bir artış olduğunu beyân etmiştir. Halbuki küfürde meydana gelen artışın, o küfrü tamamlayan, onu ikmâl eden bir şey olması gerekir. Böylece bu erteleme işini yapmamak, bir iman olmuş olur. Halbuki, bu erteleme işi, ne bir bilgi, ne de bir ikrar değildir. Böylece, kalbin bilmesi ve dilin ikrar etmesinden başka bir şeyin de, bazan iman olduğu sabit olmuş olur. Musannif (r.h.) şöyle demektedir: "Bu istidlal zayıftır. Zira biz, Allahü teâlâ'nın onlara, kameri aylardan mesela zilhicce ayında hacc yapmalarını farz kıldığını düşünelim. Biz güneş yılını nazar-ı dikkate aldığımızda, hacc bazan muharrem ayına, bazan da safer ayına denk gelecektir. Onların "Bu hacc, kifayet eden doğru bir hac'dır ve "Bizim, haccı zilhiccede yapmamız vâcib değildir" şeklindeki sözleri, şayet onlardan, Hazret-i İbrahim ve İsmail'in dininden olduğu zaruri olarak bilinen bir hükümden dolayı sudur etmişse, onlar kesin olan bu meseleyi öğrenip ikrar etmemeleri sebebiyle bir küfür işlemiş olurlar.

Cenâb-ı Hak "Onunla kâfirler sapıtır" buyurmuştur. Bu şekildeki ya'nın fethası ve dâd'ın kesresi ile olan bu kıraat ammenin kıraati olup; sapma işi küfredenlere isnâd edilmiş olması sebebiyle güzeldir. Zira onlar, şayet kendi kendilerine sapmışlarsa, sapmanın onlara isnâd edilmesi güzel ve yerinde olmuş olur. Onların, başkalarını saptırmaları halinde de bu kıraat güzeldir. Çünkü başkasını saptıran da hiç şüphesiz haddizatında sapmış kimsedir. Kûfelilerin yâ'nın dammesi, dadın fethasıyla yudallu (saptırılır) şeklindeki kıraatlarının manası, "onların liderleri, onları, aylardaki bu tehir etme işine sevketmeleri sebebiyle saptırmıştır. " şeklindedir. Böylece fiil, mefülüne isnâd edilmiş olur. Bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetteki "Bu suretle de onların amellerinin kötülüğü kendilerine süslenip güzel gösterildi" ifadesi gibidir. Yani, "onlara bunu, onları buna sevkedenler süslü gösterdi" demektir. İbn Miksem tarikiyle gelen bir rivayete göre Ebû Amr, yânın dammesi, dâd harfinin de kesresiyle, (......) şeklinde okumuştur ki, bunun şu üç şekilde izahı yapılabilir:

1) Bununla Allah, kâfir olanları saptırır.

2) Bununla şeytan, kâfir olanları saptırır.

3) En kuvvetli olan bu görüşe göre, bununla kâfirler, kendilerine tâbi olanları ve sözlerini dinleyenleri saptırırlar. Bu üçüncü izah daha kuvvetli kabul edilmiştir, zira ayette ne Allah'dan, ne de şeytandan bahsedilmemiştir.

Bil ki, ifadesindeki zamir, nesi'e aittir. Keza ifadelerindeki mefûl zamirleri de "nesî" kelimesine râcidir. Buna göre mana, "Onlar, o ertelemeyi bir yıl helâl, bir yıl da haram sayıyorlardı" şeklinde olur. Vahidî şöyle demektedir: "Onların geciktirmeyi helâl saydıkları yıl, muharrem ayında savaşmak istedikleri yıldır. Geciktirmeyi haram saydıkları ytl da, onların muharrem ayını haramlığı üzere bıraktıkları yıldır." Musannif (r.h) şöyle der: "Bu tevîl, ancak biz, "nesî"yi onların bazı yıllarda muharrem ayını ertelemeleri şeklinde tefsir ettiğimiz zaman doğru olur. Bu da, muharrem ayının bazan helâl olmaya, bazan da haram olmaya dönüşmesini gerektirir... Bu da ancak, biz "nesî"yi, ism-i mefûl (geciktirilmiş, tehir edilmiş) manasında aldığımız zaman doğru olur... Biz bunun müşkil olduğunu söylemiştik. Çünkü böyle bir mana, tehir edilmiş ayın bir küfür olmasını gerektirir ki, bu mümkün değildir. Ancak biz, "nesî"den muradın, ism-i mefûl manası olduğunu söyler ve Hak Teâla'nın. "(Haram ayları) geciktirmek ancak küfürde bir artış (sebebi)dir..." buyruğunu ancak, "nesî"nin küfrün artmasına sebebiyet verecek tarzda bir iş yapmak manasına aldığımızda bu tevil güçlenip kuvvet kazanır. buyruğu konusunda dil alimleri şöyle demektedirler: "Arapça'da, sen birisiyle bir şey üzerinde muvafakata varıp anlaşma sağladığında, dersin. Müberred de şöyle demektedir: "Arapça'da bir topluluk bir şey üzerinde ittifak ettiğinde, denilir. Böylece de o topluluktan her biri adeta öbürünün ayak bastığı (vat'ettiği) yere ayak basmış sayılmıştır. Şiirdeki da bundandır. Bu da, kasidede, iki kâfiyenin aynı lâfız ve aynı manada getirilmesidir.

İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demektedir: "Onlar, haram aylardan helâl addettikleri ayın yerine, helal olan aylardan birisini haram yapıyorlardı. Yine onlar, helâl olan aylardan haram kıldıkları ayın yerine haram aylardan birisini helâl yapıyorlardı. Bunu, haram ayların sayısı dört olsun ve Allah'ın zikrettiği hususa uysun diye yapıyorlardı. İşte bahsedilen (uymak) tabirinden maksat budur."

Allahü teâlâ, bu işin küfür ve yasaklanmış olduğunu beyan buyurunca "Su suretle de onların amellerinin kötülüğü kendilerine süslenip güzel gösterildi. Allah, kâfirler toplumunu hidayete erdirmez" buyurmuştur. İbn Abbas ve Hasan el-Basri, Cenab-ı Hakk'ın bu ifadeyle, "şeytan onlara bu amelleri süslü göstermiştir. Ve Allah, kâfir ve günahkâr olan hiçbir kimseyi hidayete ulaştırmaz " manasını murad ettiğini söylemişlerdir.

38

"Ey iman edenler, ne oldunuz ki size "Allah yolunda elbirlik gazaya çıkın!" denildiği zaman yere çakılıp kaldınız?.. Ahiretten (vazgeçip yalnız) dünya hayatına mı razı oldunuz? Fakat bu dünya hayatının faidesi, âhiretin yanında pek azdır".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır;

Cihaddan Kaçıp Yere Mıhlananlar

Bil ki Allahü teâlâ, o kâfirlerin ayıplarını ve kusurlarını iyice açıklayınca, onlarla savaşmaya teşvike yönelerek, "Ey iman edenler, ne oldunuz ki, size: '"Allah yolunda elbirlik gazaya çıkın!" denildiği zaman yere çakılıp kaldınız?, . " demiştir.. Bu sözün izahı şudur: Allahü teâlâ geçmiş olan ayetlerde, onlarla savaşmayı gerektiren pek çok sebepten bahsetmiş, "id Allah sizin ellerinizle onları azablandırsm, onları rezil rüsvay etsin, size onlara karşı nusret versin.." Tevbe, hjayetinde olduğu gibi, onlarla savaşmaktan pek çok menfaatin hasıl olacağını belirtmiş ve onların, gerek dinî, gerekse dünyevî hususlardaki çirkin sözlerini ve kötü amellerini zikretmiştir. Bu durumda insan için geriye, onlarla savaşmaya engel olarak, sadece savaştan korkup hayatı çok sevmesi hususu kalır. Böylece, Allahü teâlâ bu engelin de önemsiz ve değersiz olduğunu beyan buyurmuştur. Zira dünya saadeti ahiret saadetine oranla, tıpkı damlanın denize nisbeti gibidir. Halbuki, bu azıcık kötülük için çok büyük olan hayrı terketmek bir cehalettir, bir akılsızlıktır.

Nüzul Sebebi: Tebuk Seferi

İbn Abbas'dan bu ayetin, Tebük Gazvesi ile ilgili plarak nazil olduğu rivayet edilmiştir.Bu böyledir, zira Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Taıf den dönünce Medine de ikamet etti ve Bizans ile cihâd edilmesini emretti. O vakit ise, sıcağın çok şiddetli olduğu ve Medine'deki meyvelerin gelişip olgunlaştığı bir zaman (hasad zamanı) idi. Böylece ashâb, Bizans ile savaşmayı gözlerinde büyüttüler ve onları çok büyük gördüler. İşte bundan dolayı bu ayet nazil oldu.

Muhakkik ulemâ da şöyle demiştir: "Ashâb, bunu şu sebeplerden dolayı çok ağır buldu:

a) O yazdaki sıkıntı ve kıtlık..

b) Gidilecek olan mesafenin uzak oluşu ve diğer savaşlarda yapılan hazırlıktan daha fazla hazırlık yapmaya ihtiyaç duyulması.

c) O vakitte, Medine'deki meyvelerin yetişip olgunlaşması.

d) O vakitte, sıcağın çok şiddetli olması.

e) Bizans ordusunun çok kalabalık olması. İşte bütün sebepler bir araya gelmiş ve böylece de, Ashab'ın bu savaş konusunda yere çakılıp kalmasına yol açmıştı. Allah en iyi bilendir.

Üçüncü Mesele

Arabça'da, devlet başkanı, insanları savaşa çağırıp ona teşyik ettiği zaman, denilir. Hazret-i Peygembar (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Savaşa çağırıldığınızda, gidiniz..."hadisi de bu manadadır. Nefr kelimesinin aslı, vâcib (gerekli) olan bir işten dolayı, herhangi bir yere gidip çıkma anlamına gelir. Bu çıkıp giden topluluğa da, nefîr (topluluk, cemaat) denilir. Arapların "Falanca, ne kervan içindedir, ne de ordu içinde. (Onun hiçbir önemi yoktur)" sözü de böyledir. (......) tabirinin aslı (......) dir. A'meş de, bu kelimeyi bu şekilde okumuştur.. Manası ise, "Yavaş davrandınız, ağırdan aldınız" şeklindedir. Cenab-ı Hakk'ın "birbirinizle atıştınız..."(Bakara.72) ve "Senin yüzünden uğursuzluğa uğradık" (Neml. 47) kelimeleri de, (i'lâf bakımından) böyledir.

Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Bu kelime, mâle (meyletti) ve (ebedilik duygusuyla yere yöneldi) fiillerinin manasının o tazammun ettiği için ilâ harfi cerriyle kullanılmıştır. Buna göre mana, "Siz, dünyaya ve dünyadaki lezzetli şeylere meyledip, seferin sıkıntılarını ve onun yorgunluklarını istemediniz, hoş karşılamadınız" şeklinde olur. " Cenâb-ı Hakk'ın, "Fakat o yere saplandı, hevasına uydu. "(Araf 176) ayeti de bu manadadır. Bunun, "Yerde kalmaya ve orada devamlı bulunmaya meylettiniz" anlamına geldiği de ileri sürülmüştür. Cenâb-ı Hakk'ın, "Ne oldunuz ki size..." ifadesi, zahiren her ne kadar bir istifham ise de, ancak ne var ki bununla onları iyice yadırgamak gayesine yöneliktir.

Asıl Matlup Âhiret Mutluluğudur

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Ahiretten (vazgeçip yalnız) dünya hayatına mı razı oldunuz? Fakat bu dünya hayatının faidesi, ahiretin yanında pek azdır... " buyurmuştur. Bunun manası, "Biz, savaşmaya davet eden pek çok gerekçeden bahsettik, savaşıldığında elde edilecek çok menfaatleri açıkladık ve onların, aklı olan insanları onlarla savaşmaya sevkedecek nice nice kusur ve kabahatleri olduğunu beyan ettik. Ama buna rağmen, oütün bunları bıraktınız! Sizin, Mabudunuz (Allah), size onlarla savaşmayı emretmedi mi? Ve siz, Mabuda itaat etmenin ahirette çok büyük mükâfaatların vesilesi olduğunu bilmiyor musunuz? Binâenaleyh, dünyada elde edilecek azıcık bir menfaat uğruna, insanın, ahiretteki o büyük mükâfaatı terketmesi uygun düşer mi?" demektir. Dünya metâının ahirettekilere nisbetle az oluşunun delili şudur: Dünya lezzeti, haddizâtında değersiz, kıymetsiz, çeşitli afet ve sıkıntılarla içice olup, şüphesiz, çok zamanda sona erer. Halbuki ahiretin menfaati ise, şerefli, yüce, her türlü âfetten arınmış, daimî, ebedî ve sermedidir. İşte bu, dünya menfaatinin ahiret menfaatlerine nisbetle çok değersiz ve çok az olduğuna kesinkes hükmetmemizi gerektirir.

Dördüncü Mesele

Bil ki bu ayet, her halükârda cihadın farz olduğuna delalet eder. Zira Allahü teâlâ, ashabın cihada karşı yavaş davranarak çakılıp kalmasının kötü bir iş olduğunu açıkça belirtmiştir. Şayet cihâd farz olmasaydı, bu yavaş davranma, çakılıp kalma kötü bir iş olmazdı. Birisi, "cihâd, ancak kâfirin hücum etmesinden korkulduğunda vâcib olur" da diyemez. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Bizans'ın kendisine hücum edeceği endişesini taşımıyordu. Buna rağmen Cenâb-ı Hak, onlara cihadı farz kılmıştır. Cihadın sağladığı faydalar, Al-i İmrân sûresinde tafsilatlı olarak geçmişti. Hem bu farz-ı kifayedir. Binâenaleyh, bir kısım kimseler bunu ifa edince, sorumluluk diğerlerinden düşer.

Beşinci Mesele

Bir kimse, "Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey İman edenler..." hitabı bütün mü'minlere yöneliktir. O'nun "Ne oldunuz ki, size: "Allah yolunda elbirlik gazaya çıkın!" denildiği zaman, yere çakılıp kaldınız?.." buyruğu da bütün mü'minlerin bu emir karşısında çakılıp kaldıklarına delâlet eder. Halbuki bu çakılıp kalmak, bir günahtır. Binâenaleyh bu, bütün ümmetin günah üzere ittifak ettiklerine delalet eder.. Böyle olması da, ümmetin icma'ının bir hüccet olması hususunu zedeler " diyebilir. .

Cevap: Bir kısmının murad edilerek, bütüne hitâb etmek, gerek Kuran'da, gerekse diğer sözlerde meşhur olan bir mecazdır.. Diğer sözlerden, mesela şairin,

"Kızım sana söylüyorum, gelinim sen işit!.." sözünde olduğu gibi.

Cihadın Sebepleri

39

"Eğer emrolunduğunuz bu cihada elbirlik çıkmazsanız. Allah sizi pek acıklı bir azaba duçar eder. yerinize sizden başka bir kavmi getirir. Siz O'na hiçbir surette zarar veremezsiniz. Allah her şeye hakkıyla kadirdir".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki Allahü teâlâ, önceki ayette, ahiret mükâfaatına teşvik etmek üzere cihada teşvik edince, bu ayette de cihat etme sebeplerini kuvvetlendirecek diğer bazı şeylere binaen, yine cihada yöneltmiştir. Bu şeyler üç nevidir:

a) Hak Teâla'nın "(Allah) sizi pek acıklı bir azaba duçar eder buyruğunun ifade ettiği husustur. Bil ki, bununla dünya azabının kastedilmiş olması muhtemel olduğu gibi, ahiret azabının murad edilmiş olması da muhtemeldir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: "Allahın Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem), ashabı savaşa teşvik etti de, bunun üzerine ashâb, adeta çivilenip kaldı. İşte bundan dolayı Allahı Teâlâ, ashâbtan yağmuru kesti.." Hasan el-Basrî de: "Allah, o ashabın başına gelen azabı en iyi bilendir " demiştir. Bu azâb ile, ahiret azabının kasdedildiği de ileri sürülmüştür. Çünkü, "acıklı olmak" vasfı, ancak ahiret azabına uygun düşer. Yine bunun, dünya azâbı, ahiret azabı ve dünyevî ve uhrevî menfaatlerin kesilerek sona ermesi gibi, her türlü azab ile bir tehdit olduğu da ileri sürülmüştür.

b) Cenâb-ı Hakk'ın, "yerinize sizden başka bir kavmi getirir. buyruğunun ifade ettiği husustur. Bu ifadeyle, Allahü teâlâ'nın, düşmanlarına karşı Hazret-i Peygamber'e yardımı tekeffül ettiğine; binaenaleyh, şayet o peygamberle beraber onlar da savaşa çıkmaya yönelirlerse, bu yardımın onlar vasıtasıyla tahakkuk edeceğine; yok eğer, onlar ayrılır da Peygamberle beraber savaşa katılmazlarsa, bu yardımı başkaları vasıtasıyla tahakkuk ettireceğim ve onların da kınanıp azarlanacağına onların dikkatleri çekilmiştir. Bu uyarı, onlar, din düşmanlarına galip gelmenin ve İslâm'ın güç kuvvet bulmasının sadece , kendileri vasıtasıyla gerçekleşebileceği zannına kapılmamaları için yapılmıştır. Ayet-i kerimede, sadece onların kastedildiğine dair bir delalet, açıklama bulunmamaktadır. Bunun ber benzen de: "Ey İman edenler, içinizden kim dininden dönerse (dönsün!) Çünkü Allah, kendisinin onları, onların da kendisini seveceği bir kavim getirir ki... "(Maide.54) ayetidir.

Getirilecek Olan Başka Bir Kavim

Sonra müfessirler "Sizden başka bir kavim" tabiriyle kimlerin kastedildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak İbn Abbas, bunların tâbiûn; Sard İbn Cübeyr, Farslılar; Ebu Ravk da, bunların Yemenliler olduklarını söylemiş'erdir. Bütün bu izahlar, ayetin bir tefsiri değildir. Çünkü ayette, bunu hissettirecek herhangi :r açıklama buunmamaktadır. Aksine bu, bu mutlak ifadeyi, onların görüp müşahede ettiği belirli şekil ve misallere hamletmekten ibarettir.

Esamm da, bunun manasının, "Cenab-ı Hak bu peygâmberi sizin aranızdan çıkarır..." şeklinde olduğunu; bu kavmin de Medine halkı olduğu söylemiştir. Kâdî şöyle demektedir: "Bu, zayıftır. Çünkü burada lafzın, Hazret-i Peygamber'in Medine'den başka bir yere geçtiğine delaleti söz konusu değildir. Binâenaleyh, Allah'ın Medine'de, savaş hususunda Hazret-i Peygamber'e yardım edecek birtakım kimseleri ve toplulukları ortaya çıkarması imkânsız olmadığı gibi, o peygambere, orada bulunduğu halde bir grup melek ile yardım etmiş olması imkânsız değildir.

c) Cenâb-ı Hakk'ın "Siz O'na hiçbir surette zarar veremezsiniz.." buyruğunun ifade ettiği husustur. Hasan el-Basri'nin görüşüne göre, buradaki hüve zamiri, Allah'a râcidir. Buna göre mana: "Sizler Allah'a zarar veremezsiniz; zira O, âlemlerden müstağnidir " şeklinde olur. Diğerlerinin görüşüne göreyse bu zamir, Hazret-i Peygamber'e râcidir. Buna göre mana, "Sizler Peygambere zarar veremezsiniz. Zira Allah O'nu, insanlardan korumuştur. Bir de, siz O'nun cihad davetine karşı ağır davranarak yere mıhiansanız bile, Allah O'nu yardımsız bırakmaz. " şeklindedir.

Daha sona Cenâb-ı Hak "Allah her şeye hakkıyla kadirdir" buyurmuştur. Bu, Allah'ın acziyyete düşmeyen bir kudrete sahip olması bakımından, tehdit ve men'inin çok şiddetli olduğuna dikkat çekmedir. Binâenaleyh O, bir ceza ile tehdit etti mi, mutlaka onu ifâ eder.

İkinci Mesele

Hasan el-Basri ve İkrime bu ayetin, Cenab-ı Hakk'ın, "Mü'minlerin hepsinin topyekûn savaşa çıkmaları münasip değildir... "(Tevbe, 122) ayetiyle mensuh olduğunu söylemişlerdir. Muhakkik âlimler ise, bu ayetin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, cihada teşvik ettiği halde, kendisine katılmayan kimselere yönelik bir hitab olduğunu, dolayısıyla bir neshin söz konusu olmayacağını söylemişlerdir.

Cübbâî şöyle demiştir: "Bu ayet, ehl-i kıblenin va'îde muhatab olduğuna delalet eder. Çünkü Cenâb-ı Allah, mü'minlerin, cihad davetine icabet etmemeleri halinde, onlara çok elîm bir azab vereceğini beyan etmiştir ki, bu elîm azâb cehennemdir. Çünkü cihadı terk, ancak mü'minler için söz konusudur. Binâenaleyh bununla. "Mürcie"nin, "Ehl-i Salât, Allah'ın va'îdlerinin muhatabı değildir" şeklindeki görüşü bâtn piur. Onların, cihâdı terketme konusunda bir va'ide muhatap oldukları sabit olduğuna göre, cihad dışındaki hususlarda da bu söz konusudur. Çünkü bunlar (ibadetler) arasında bir tartan bulunduğunu hiç kimse söylememiştir. Bil ki, biz "va'îd" meseleâni, Bakara sûresinde tafsilatlı olarak anlatmıştık.

Üçüncü Mesele

Kâdî şöyle demiştir: "Bu ayet, Peygamberle birlikte olsa da, olmasa da cihadın farz olduğunu gösterir. Çünkü Allahü teâlâ, "Ey iman edenler, size ne oldu ki, "Allah yolunda elbirlik gazayai'kın" denildiğ) zaman yere çakılıp kaldınız" buyurmuş ve bu sözü söyleyenin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğunu açıkça belirtmemiştir. Buna göre şayet. "Ayetteki, "Allah o zaman, yerinize başka bir kavim getirir" ve "Siz O'na hiçbir surette zarar veremezsiniz" ifadelerinden ötürü, bu sözü söyleyenden muradın Hazret-i Peygamber olması gerekir. Çünkü bununla, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den başkasının kastedilmiş olması mümkün değildir " denilirse, biz deriz ki: Usul-ü fıkıh"da da anlattığımız gibi, ayetin son kısmının hâs olması, baş tarafının âmm olmasına mâni değildir."

Hicret Sırasında Allah'ın Teyidi

40

"Eğer siz O'na yardım etmezseniz, (bilin ki) kâfirler onu iki kişiden biri olarak Mekke'den çıkardıkları zaman, bizzat Allah O'na yardım etmişti. Hani O ikisi mağarada iken Peygamber, arkadaşına. "Tasalanma, hiç şüphe yok ki Allah bizimle beraberdir" diyordu. Allah da O'nun üzerine sekinetini indirdi, onu görmediğiniz ordularla teyid etti ve kâfirlerin kelimesini alçalttı. Allah'ın kelimesi ise çok yücedir. Allah aziz ve hakimdir"

Bil ki bu onları cihada teşvik için zikredilen bir başka yoldur. Çünkü Allahü teâlâ önceki ayette, ashabın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendilerini teşvik ettiği halde savaşa çıkmamaları ve O'na yardımla meşgul olmamaları durumunda, kendisinin O'na yardım edeceğini belirtmiştir. Bunun delili, Allahü teâlâ'nın. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte (Sevr Mağarası'nda) sadece tek bir kişi bulunduğu halde, Peygamberine yardım edip, onu takviye etmiş olmasıdır. Binâenaleyh Allah O'na şimdiki durumda haydi haydi yardım eder.

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Birisi, "Ayetteki, "Bizzat Allah O'na yardım etmişti" ifadesinin, nasıl olup da buradaki şartın cevabı olduğunu sorabilir.

Buna şöyle cevap verilebilir: "Ayetin takdiri, "Eğer siz O'na yardım etmezseniz, O'na beraberinde tek bir kişi bulunduğu veya hiç kimsenin bulunmadığı zamanda yardım etmiş olan, yine yardım eder" şeklindedir. Binâenaleyh ayet, "Nasıl Allah o vakit O'na yardım etmiş idi ise, şu anda da yardım eder" manasındadır."

İkinci Mesele

Allahü teâlâ "Kafirler onu iki kişiden ikincisi olarak çıkardıkları zaman... " buyurmuştur. Bu. "Allah O'na. kâfirler onu Mekke'den çıkardıkları (hicrete mecbur ettikleri) o vakit yardım etmişti" demektir. Ayetteki (......) tabiri hal olarak mansubtur, yani "O, o iki kişiden ikincisi iken O'na yardım etti" demektir. Bu tabirin izahı. (Maide. 73) ayetinin tefsirinde geçtiği gibidir. Bu hususta sözün özü şudur:

İki kimse birlikte olduklarında, bunlardan herbiri o ikilik içerisinde, diğerine nazaran ikincidir. İşte bundan ötürü alimler şöyle demişlerdir: "Arapça'da "O ikisinden biri" manasında, "Falanca, o ikinin ikincisidir" denilir."

Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Ayetteki bu dabir şeklinde de okunmuştur. Ayetteki (......) kelimesi ifadesinden bedeldir. Gâr kelimesi, dağdaki büyük oyuk manasınadır. Bu dağa "Sevr" ismi verilmiş olup. Mekke'nin sağında, bir saatlik mesafededir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) orada, (hicret ederken) Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) ile üç gün kalmıştı. Ayetteki (......) kelimesi de, (......) kelimesinden ikinci bedeldir.

Hazret-i Peygamber ile Hazret-i Ebu Bekir Sevr Mağarasında

Alimler şöyle anlatmışlardır: "Kureyşliler ile diğer Mekkel müşrikler Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i öldürme hususunda anlaşmışlardı. Bunun üzerine, "Hani bir zaman o kâfirler, seni tutup bağlamak veya öldürmek yahut yurdundan çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı" (Enfal, 30) ayet-i kerimesi indi. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) ile birlikte, gecenin ilk saatlerinde çıkıp Sevr Mağarası'na gitmesini emretti. Binâenaleyh ayetteki, "Kâfirler onu çıkardıkları zaman..." ifadesiyle, onların onu. çekip gitmeye mecbur bırakmaları kastedilmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de. Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) ile birlikte, gecenin başlangıcında çıkıp mağaraya gittiler. Böylece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), karartısı kâfirlerin kendisini aramalarına mani olsun diye. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'ye, yatağında yatmasını emretti. Böylece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) arkadaş Hazret-i Ebu Bekir ile birlikte, Allah'ın gitmelerini emrettiği yere ulaştı. O ikisi, Sevr Mağarasına varınca, orada ne olup olmadığını araştırmak için, önce Hazret-i Ebu Bekir içeri girdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, ona, "Sana ne oluyor?" deyince, Hazret-i Ebu Bekir: "Anam babam sana feda olsun (yâ Resulullah), mağaralar, yırtıcı hayvanların ve haşeratın sığınağıdır. Eğer burada birşey varsa, o, senin değil, benim başıma gelsin" dedi. Mağarada bir delik vardı. Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) oradan Hazret-i Peygambere zarar verecek birşey çıkmasın diye, topuğunu onun üzerine koydu. Müşrikler onların izlerini sürüp mağaraya yaklaştıklarında, Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için endişeye kapılarak ağladı. İşte o zaman "Tasalanma, Allah bizimledir" Buhârî, Menâkıb, 25 (4/169); Müslim, Zühd, 75 (4/2310). dedi. Hazret-i Ebu Bekir: "Gerçekten Allah bizimle mi?" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Evet" dedi. Bunun üzerine, Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh), yanağındaki göz yaşlarını silmeye başladı. Hasan el-Basri'den rivayet edildiğine göre, o, Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh)'in mağaradaki ağlayışını hatırlayınca ağlıyor, onun gözyaşlarını silişini hatırlayınca da, kendisi de göz yaşlarını siliyordu. Yine rivayet edildiğine göre, müşrikler mağaranın üstünde belirince Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh), Allah'ın Resulü için tir tir titreyerek: "Eğer bu gün senin başına birşey gelirse, Allah'ın dini yok olur" dedi. Bunun üzerine Resûlullah "Sen, üçüncüleri Allah olan iki kişi hakkında ne düşünürsün? (ne tasalanıyorsun?)" buyurdu.

Rivayet edilmiştir ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) mağaraya girince, Hazret-i Ebu Bekir bir tutam ot alarak mağaranın önüne koydu. Allah iki güvercin gönderdi ve o iki güvercin, mağaranın girişinde o otların üzerine yumurtladılar. Bir örümcek de, mağaranın kapısına ağını dokudu. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Allah'ım! Sen onların gözlerini kör et" diye dua etti. O kâfirler mağaranın etrafında dönüp dolaştılar ama hiç Kimseyi göremediler.

Ayet Hazret-i Ebu Bekr'in Faziletine Delildir

Bu ayet. birkaç bakımdan Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh)'in faziletine delalet eder:

1) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kâfirlerin kendisini öldürecekleri endişesine kapıldığı için, mağaraya gitmek istediğinde, Hazret-i Ebu Bekir'in bâtınında gerçek, sadık ve sıddık mü'minlerden olduğu hususunda emîn olmasaydı, onu bu yolda kendisine arkadaş yapmazdı. Çünkü eğer Hazret-i Ebu Bekir'in bâtını zahirine uymaması mümkün görülecek Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, onun düşmanlarına işarette bulunmasından veya onun kendisini öldürmesinden çekinmesi gerekirdi. Şu halde Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onu kendisine bu yolculukta arkadaş seçtiğine göre bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Hazret-i Ebu Bekir'in bâtınının zahirine uygun olduğuna kesinkes inandığını gösterir.

2) Hicret, Allah'ın izni ve emriyle olmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, hizmetinde bulunan (emrine âmâde) pek çok ihlaslı kimseler vardı ve onlar, nesebce Hazret-i Peygambere Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh)'den daha yakın idiler. Şayet Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, o çetin ve korkunç hadisede (yolculukta), Hazret-i Ebu Bekir'i arkadaş edinmesini emretmemiş olsaydı, o zaman zahirî duruma göre, böyle bir arkadaşlığın Hazret-i Ebu Bekir'e has kılınmaması gerekirdi. Dolayısıyla Allahü teâlâ'nın, böylesi bir şerefi Hazret-i Ebu Bekir'e vermesi, onun dindeki makamının çok büyük ve yüce olduğuna delâlet eder.

3) Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) dışındaki herkes, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den ayrı olarak hicret ettiler. Fakat o, başkaları gibi, Hazret-i Peygamberden önce bunu yapmadı, aksine beraberinde hiç kimsenin kalmadığı o şiddetli korku esnasında (yolculukta) dahi, Hazret-i Peygamberle arkadaşlığa, ona hizmete ve ondan ayrılmamaya devam ve sebat etti. İşte bu da büyük bir fazileti gerektirir.

4) Allahü teâlâ, Hazret-i Ebu Bekir için, "İki kişiden ikincisi" buyurdu. Binâenaleyh o, mağarada iken, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ikincisi kılındı. Alimler, Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh)'in, pek çok dinî makam ve mevkilerde, Hazret-i Muhammed'den sonra ikinci olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), insanlara peygamber olarak gönderilip ve ilk defa İslam'ı Hazret-i Ebu Bekir'e teklif edince, Hazret-i Ebu Bekir hemen iman etti. Sonra Ebu Bekir (radıyallahü anh) gitti ve İslamiyet'i, (daha sonra) sahabenin büyüklerinden olan, Hazret-i Talha, Hazret-i Zübeyir, Hazret-i Osman ve benzeri kimselere tebliğ etti. Bunların hepsi de, Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) vasıtasıyla imâna erdiler. Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) kısa bir zaman sonra, birkaç gün içinde Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e getirdi. Binaenaleyh o, Allah'a (İslam'a) davette, iki kişiden ikincisi olmuş oldu. Yine o, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) her ne zaman bir savaşta bulunsa, Hazret-i Peygamberin hizmetinde (yanında) bulunur ve ondan hiç ayrılmazdı. Dolayısıyla Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in meclislerinde de, ondan sonra ikinci olmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hastalanınca, insanlara namazlarında imam olmada onun yerini almış ve böylece de o, iki kişiden ikincisi olmuştu.

Yine Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) vefat edince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına defnedildi. Böylece orada da, onun ikincisi oldu.

Hazret-i Ebu Bekrin Faziletini Kabul Etmeyen Rafizilere Cevaplar

Bazı ahmak Raftzîler (Şiî) alimlerin bu izahlarını tenkid ederek şöyle demişlerdir: "Hazret-i Ebu Bekir'in Hazret-i Peygamber'den sonra ikinci olması, "Herhangi bir üç kişiden fısıltı vâkîolsa. muhakkak O (Allah), onların dördüncüsüdür. Bu (fısıltı), bir beş kişiden vâki olsa, mutlaka O, onların altıncısıdır.." (Mücâdele, 7) ayetinde bahsedildiği gibi, Hak teâlâ'nın, her üç kişinin dördüncüsü oluşundan daha önemli olamaz. Sonra bu (son ayetteki) durum, kâfir olsun, mü'min olsun, herkes için umumidir. Binâenaleyh Allah ile ilgili olan bu mana, insanın üstünlüğüne delalet etmeyeceğine göre, Peygamberle ilgili olan bu mana, insanın üstünlüğüne hiç delâlet etmez."

Buna şu şekilde cevap verilebilir: Bu, son derece zayıf bir zorlamadır. Çünkü bu ayette (Mücadele, 7) bahsedilen, Allah'ın ilmi ve idaresi bakımından onlarla birlikte oluşu ve herkesin kalbinde olana muttali oluşudur. Ama bu (tefsir ettiğimiz) ayette, "İki kişiden ikincisi" ifadesi ile, bu sıfat Hazret-i Ebu Bekir'e, bir yücelik sadedinde verilmiştir. Hem biz, yaptığımız geçen üç izah ile, Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh)'in, bu yolculukta, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bulunuşunun, Hazret-i Peygamberin, onun zahiri ile bâtınının bir olduğuna kesinkes inanmış olduğu hususunda kafi bir delil olduğunu ortaya koymuştuk. Böyle olunca, bu iki ayet, birbiriyle nasıl mukayese edilebilir?

5) Bu ayetin, Hazret-i Ebu Bekir'in faziletine delil getirildiği hususlardan birisi de, rivayetlerde yer alan şu noktadır: Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) endişe duyunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Sen, üçüncüleri Allah olan iki kişi hakkında ne düşünürsün?" demiştir. Şüphe yok ki, bu, yüce bir makam ve yüksek bir dereceyi gösterir. Bil ki Rafızîler (Şiîler), dinî bir meselede yemin ettikleri zaman, "Altıncısı Cebrail olan beş kişinin hakkı adına (yemin ederim ki...)" derler ve bununla, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Mübahale gününde (hristiyanları lanetleşmeye davet ettiği gün), Hazret-i Ali, Hazret-i Ffitıma, Hazret-i Hasan ve Hs. Hüseyin'i bir örtü altında toplayışını kastederler. İşte o zaman Hazret-i Cebrail (sallallahü aleyhi ve sellem) de gelmiş ve altıncıları olarak onlara katılmıştır. Alimler, alim, fazıl babama (r.h.), Rafızilerin böyle dediklerini nakledince, O (Allah ona rahmet etsin): "Sizin onlara karşı, bundan daha kuvvetli bir deliliniz vardır. O da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu sözüdür: "Sen (ey Ebu Bekir), üçüncüleri Allah olan iki kişi hakkında ne düşünürsün?" Bu sözün, daha ileri ve daha kuvvetli olduğu, kesin olarak bilinir.

6) Allahü teâlâ, Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh)'i, Hazret-i Peygamberin arkadaşı olarak göstermiştir. Bu da Hazret-i Ebu Bekir'in faziletinin mükemmelliğine delalet eder. Hüseyin b. Fudayl el-Becelî şöyle demektedir: "Kim Hazret-i Ebu Bekir'in, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in arkadaşı olduğunu kabul etmezse kâfir olur. Çünkü Hak teâlâ'nın, "Peygamber o zaman arkadaşına... diyordu" ifadesindeki "arkadaş" ile, Hazret-i Ebu Bekr (radıyallahü anh)'in kastedildiği hususunda ümmetin ittifakı vardır. Bu ifade, Cenab-ı Hakk'ın, Hazret-i Ebu Bekr'i, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in arkadaşı olarak tavsif ettiğini gösterir.

Rafızîler bu delile karşı çıkarak şöyle derler: "Allahü teâlâ, "Arkadaşı ona cevap vererek dedi ki: "Seni bir topraktan... yaratan Allah'ı İnkâr mı ediyorsun?" (Kehf, 37) ayetinde, kâfiri mü'minin arkadaşı olarak göstermiştir."

Buna şu şekilde cevap verilir: Her ne kadar burada Cenâb-ı Hak, kâfiri mü'minin arkadaşı olarak nitelemiş ise de, bunun peşisıra o kâfirin hor, hakir ve zelil olduğunu gösteren şu ifadeyi getirmiştir: "Allah'ı inkar mı ediyorsun?" Ama (tefsir ettiğimiz) ayette Cenab-ı Allah, Hazret-i Ebu Bekir'i, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in arkadaşı olarak gösterdikten sonra, onun yüce, saygıdeğer ve kıymetli olduğunu gösteren şu ifadeyi getirmiştir: "Tasalanma, hiç şüphe yok ki Allah bizimle beraberdir." Binâenaleyh hiçbir ilgisi olmayan, bu mesele ile ilgi kurmanın, Hazret-i Ebu Bekr'e olan aşırı düşmanlık hissinden başka bir sebebi yoktur.

7) Ayetteki "Tasalanma, hiç şüphe yok ki Allah bizimle beraberdir" ifadesi de, Hazret-i Ebu Bekr'in faziletine delalet eder. Burada bahsedilen "beraber"liğin, ilahî muhafaza, yardım ve gözetme manasında bir beraberlik olduğunda şüphe yoktur.

Netice olarak diyebiliriz ki Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), bu beraberlikte, kendisi ile Hazret-i Ebu Bekr'i eş saymıştır. Binâenaleyh o Rafızîler, bu beraberliği yanlış bir manaya hamlettikleri takdirde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i de o manaya sokmaları gerekir. Yok onlar bu beraberliği yüce ve kıymetli bir manaya hamlederlerse, Hazret-i Ebu Bekr'i de o manaya dahil etmeleri gerekir. Bir diğer ifade ile şöyle diyebiliriz: Bu ayet, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Ebu Bekir ile olduğuna delalet eder. Allah'ın, kendisi ile beraber olduğu herkes, muttakilerden ve muhsinlerdendir. Çünkü Cenab-ı Allah, "Çünkü Allah hiç şüphesiz, muttakilerle ve muhsinlerle beraberdir" (Nahl, 128) buyurmuştur. Bu ayet, hasr (sadece) manasını ifade eder. Binâenaleyh bu, "Allah başkalarıyla değil, sadece muttaki ve muhsinlerle beraberdir" demektir. Bu da, Hazret-i Ebu Bekr (radıyallahü anh)'in, muttaki ve muhsinlerden olduğuna delalet eder.

8) Ayetteki, "Hiç şüphe yok ki Allah bizimle beraberdir" ifadesi, bu beraberlikten dolayı olan şeref hususunda, Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh)'in, o iki kişiden ikincisi olduğunu gösterir. Bu tıpkı, Hazret-i Ebu Bekr'in, mağaradaki o iki kişiden ikincisi oluşu gibidir. Bu da. hiç şüphesiz son derece şerefli bir makamdır.

9) Ayetteki, "Tasalanma" ifadesi, tasalanmayı kesin olarak yasaklamadır. Halbuki nehiyler (yasaklamalar), devamlılığı ve tekrarı gerektirir. Bu da, Hazret-i Ebu Bekr'in, bundan sonra kesinlikle, ne ölümünden önce, ne ölürken, ne de ölümünden sonra mahzun olmayacağını gösterir.

10) Cenâb-ı Hak, "Allah onun üzerine sekinetini indirdi" buyurmuştur. Bu ifadedeki, "onun üzerine" zamirinin, Hazret-i Peygamber'e raci olduğunu söyleyenlerin görüşü şu sebeplerden ötürü bâtıldır.

a) Zamirin, kendinden önce zikredilenlerden, en yakın olanı göstermesi gerekir. Bu ayette zikredilenlerden, zamire en yakın olan Hazret-i Ebu Bekr'dir. Zira Allahü teâlâ, bundan önce "Peygamber o zaman arkadaşına, ., diyordu" buyurmuştur. Buna göre kelamın takdiri "Hani Muhammed, arkadaşı Ebu Bekr'e "Tasalanma..." diyordu" şeklindedir. Bu takdirde, daha önce bahsedilen zatlardan, (onun üzerine) kelimesine en yakın olan Hazret-i Ebu Bekr olmuş olur. Dolayısıyla bu zamirin ona râci olması (onu göstermiş olması) gerekir.

b) Korku ve tasa, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'de değil, Hazret-i Ebu Bekir'de idi. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem). Allah ona, Kureyş'e karşı yardım edeceğini vaadettiği için, sakin ve emin idi. Binâenaleyh Hazret-i Peygamber, Hazret-i Ebu Bekr'e 'Tasalanma..." deyince, o da emin oldu. Bundan dolayı, Hazret-i Ebu Bekir'in korku ve tasasının son bulmasına bir sebep olması için, ayetteki "sekine"yi, Hazret-i Ebu Bekr'e vermek, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e vermekten daha uygundur. Çünkü Hazret-i Peygamber zaten önceden de sakin ve kendinden emin idi,

c) Eğer ayetteki "sekine"nin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirildiği kastedilmiş olsaydı, o zaman, bundan önce Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in korkmakta olduğunu söylemek gerekirdi, Halbuki eğer durum böyle olsaydı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Hazret-i Ebu Bekr (radıyallahü anh)'e: "Tasalanma, hiç şüphe yok ki Allah bizimle beraberdir" demesi mümkün olmazdı. Çünkü kendisi endişelenen bir kimsenin, başkasının korkusunu giderip teskin etmesi nasıl mümkün olur? Eğer durum o Râfizîlerin (Şiilerin) dediği gibi olsaydı, o zaman ayette, "Allah sekinesini o (peygamberinin) üzerine indirdi, o da arkadaşı (Ebu Bekr'e), "tasalanma..." dedi" denilirdi. Halbuki durum hiç de böyle olmayıp, aksine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) arkadaşına "Tasalanma" demiş ve daha sonra ayette, fâ-i takibiyye ile (bunun peşi sıra olduğunu göstererek), "Allah da onun üzerine sekinetini indirdi" buyurulunca, biz, bu sekinenin inmesinden önce, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbinde zaten bir sükûnet ve emniyetin mevcut olduğunu anlıyoruz. Durum böyle olduğuna göre, o sekinenin Hazret-i Ebu Bekr (radıyallahü anh)'in kalbine inmiş olması gerekir.

Eğer: "Allah da onun üzerine sekinesini indirdi" ifadesi ile, bu sekinenin Hazret-i Peygamberin kalbine indirildiği murad edilmiştir. Bunun delili, "Ve (Allah) onu görmediğiniz ordularla te'yid etti" ifadesini buna atfetmiş olmasıdır. Bu (yani görünmeyen ordularla te'yid edilme) ise ancak Peygambere uygundur. Matufun matufun aleyh ile müşterek olması gerekir. Öyleyse ma'tuf Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ilgili olduğuna göre, matufun aleyhin de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ilgili olması gerekir" denilirse biz deriz ki: "Bu zayıftır. Çünkü ayetteki 'Ve (Allah) onu görmediğiniz ordularla te'yid etti " ifadesi, Bedir Savaşı'na bir işaret olup, ayetin başındaki "Bizzat Allah ona yardım etmişti" ifadesi üzerine atıftır. Binâenaleyh ayetin takdiri, "Eğer siz ona yardım etmezseniz, (biliniz ki), Allah zaten Peygambere mağara hâdisesinde yardım etmişti. Çünkü o, arkadaşına (Ebu Bekr'e) "Tasalanma, üzülme, hiç şüphesiz Allah bizimle beraberdir" demişti. Bunun üzerine Allah, Ebu Bekr'e sekinetini indirdi ve o peygamberini Bedir hadisesinde de, sizin görmediğiniz ordularla destekledi" şeklindedir. Bu durumda, o soru düşer.

11) Hazret-i Ebu Bekr'in, Hazret-i Peygamber'e hicret için binek hayvanı satın almış olduğu, keza oğlu Abdurrahman ile kızı Esmâ'nın. mağarada onlara yemek getiren kişiler olduğu hususunda herkesin ittifak etmiş olması da, Hazret-i Ebu Bekr'in faziletine delalet eden şeylerdendir. Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ben ve arkadaşım, hurmadan başka hiçbir yiyeceğimiz olmaksızın o mağarada on küsur gün kaldık" buyurmuştur. Alimler şunu anlatmışlardır: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) aç iken, Cebrail (sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek, "Esma, hays (hurma, yağ ve kavrulmuş undan yapılan) yemeği getiriyor" diye haber verdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de sevinerek, bunu Hazret-i Ebu Bekr (radıyallahü anh)'e haber verdi. Allah, Peygamberine Medine'ye hicret etmesini emredince, o bunu Hazret-i Ebu Bekr'e bildirdi. Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) de, oğlu Abdurrahman'a iki erkek deve, iki palan ve iki elbise almasını ve bunlardan birer adedini Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ayırmasını emretti. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh), Medine'ye yaklaştıkları zaman, bu haber ensara ulaştı. Onar da hemen onları karşılamaya koştular. Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) ensârın Hazret-i Peygamberi tanıyamamaları endişesine kapılarak, onların daha önce görmüş oldukları Peygamberi tanıyabilmeleri için, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellemya, daha önceki elbisesini giydirdi. Ensar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yaklaşınca, ona secdeye kapandılar. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Rabbinize secde edin ve kardeşinize ikram edin " Müsned, 3/432. buyurdu. Sonra devesini Ebu Eyyüb el-Ensârî (radıyallahü anh)'nin kapısının önüne çöktürdü. Biz bu rivayetleri, Ebu Bekr el-Esamm'ın "Tefsir"inden naklettik.

12) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye girerken, yanında Hazret-i Ebu Bekr (radıyallahü anh) vardı. Ensâr, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında Hazret-i Ebu Bekir'den başka birini görmediler. İşte bu durum, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, gerek yolculukta, gerek mukim iken ashabı içinden Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh)'i kendisi için arkadaş seçtiğine delalet eder. Alimlerimiz buna şu hususu da ekleyerek, şöyle demişlerdir; "Bu yolculuğunda Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında.Hazret-i Ebu Bekr (radıyallahü anh)'den başka hiç kimse olmadığına göre, faraza bu yolculukta Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in vefat etmiş olduğunu düşünsek, bu takdirde, Hazret-i Ebu Bekr (radıyallahü anh)'den başka hiç kimse O'nun emrini yerine getiremez, O'nun ümmetine olan vasiyetini ulaştıramaz ve bu yolculuk esnasında Hazret-i Peygamber'e inen vahiyleri, ondan başka hiç kimse haber veremezdi. Bütün bunlar, Hazret-i Ebu Bekr (radıyallahü anh)'in faziletinin çok yüksek ve derecelerinin çok yüce olduğunu gösterir.

Rafizîlerin İddialarına Cevaplar

Bil ki Râfızîler bu ayet ve bu hâdise ile çok zayıf, tutarsız ve adeta güneşi balçıkla sıvama kabilinden istidlaller yaparak, Hazret-i Ebu Bekr (radıyallahü anh)'e tân etmişlerdir:

1) Onlar şöyle demişlerdir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ebu Bekr'e, "Tasalanma..." demiştir. Eğer bu tasalanma yerinde ve uygun ise, Peygamber O'nu bundan nasıl nehyedebilir? Yok eğer bu yersiz bir tasa ise, o zaman Hazret-i Ebu Bekr'in, bu tasasından dolayı günah işlemiş olması gerekir."

2) Şöyle denebilir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ebu Bekr'i Mekke'de bırakması halinde, O'nun kâfirlere kendisinin yerini bildireceğinden ve onlara sırlarını vereceğinden endişe ettiği için, O'nu yol arkadaşı yapmış ve bu şerri giderebilmek için, onu yanına almıştır."

3) Bu durum her ne kadar Hazret-i Ebu Bekr'in faziletine delalet ediyorsa bile, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ali'ye de yatağında yatmasını emretmiştir. Binâenaleyh kâfirlerin Resûlullah'ı öldürmeye azmettikleri bir sırada, böylesi karanlık bir gecede, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yatağında yatmanın, canı ölüme atmak olduğu malumdur. Öyle ise Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin bu işi, Hazret-i Ebu Bekr'in, Peygambere yol arkadaşı oluşundan daha faziletli ve daha yücedir." Rafizîlerin bu hususta ileri sürdükleri iddialı şeylerin hepsi budur.

Rafizîlerin birinci delillerine şöyle cevap verilebilir: "Ebu Alî el-Cübbâi, Rafizîlerin bu şüphesini nakleder ve onlara "Bu durumda onlara, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Musa'ya "Korkma, üstün gelecek olan muhakkak sensin sen.." (Taha, 68) demiş olmasının, Hazret-i Musa'nın o korkuyu duymakla günahkâr olduğuna, delalet etmesi; yine meleklerin Hazret-i İbrahim (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, o onlara kızarmış buzağı sunduğu hadisede söyledikleri "Korkma.." (Zariyat. 28) sözlerinde de, yine Hazret-i İbrahim'in aynı durumda olduğuna; Hazret-i Lût'a yine, "Korkma ve tasalanma. Çünkü biz seni de, aileni de kurtaracağız"(Ankebut, 33) demelerinde, Hazret-i Lût'un da böyle (o korkusundan dolayı günah işlemiş) olduğuna delalet etmesi gerekir " der.

Eğer buna karşı Rafızîler, "Bu korkular insan olmadan dolayıdır. Allahü teâlâ bir eminliğin ve kalb huzurunun olması için, "Korkma" (Taha, 68) demiştir" derlerse, biz de: "Bu meselede de durum aynıdır" deriz.

İmdi eğer onlar, "Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber'e, "Allah seni insanlardan korur" (Maide, 67) buyurmamış mıdır? Öyle ise o bu ayeti bildiği halde nasıl korkar?" derlerse, biz de deriz ki; "Bu ayet Medine'de nazil olmuştur. Bu hadise ise, ayetin inzalinden önce olmuştur. Hem farzet ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), öldürülmeyeceğinden emindi; ama dövülmekten. yaralanmaktan ve acı çekmekten emin olamazdı. Şaşıyorum o Râfızîlere! Şimdi biz Hazret-i Ebu Bekr'in korkmadığını söylersek, onlar o zaman da, O'nun, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bir belaya uğramasından dolayı sevindiğini söyleyeceklerdi. Hazret-i Ebu Bekir korkup ağladığı için de, böyle çarpık şeyler ileri sürmüşlerdir. Bu da onların gerçeğin peşinde olmadıklarını ve maksadlarının sadece ve sadece tenkid olduğunu gösterir.

Rafızîlerin ikinci delillerine de şu şekilde cevap verilir: Onların ileri sürdükleri bu husus, sofistlerin (şüphecilerin) şüphelerinden daha değersizdir. Çünkü Ebu Bekir (radıyallahü anh) eğer böyle bir niyette olsaydı, müşrikler Sevr Mağarası'nın kapısına dayandıklarında, onlara seslenir ve "Biz burdayız" derdi. Yine oğlu Abdurrahman ve kızı Esma, o kâfirlere: "Biz Muhammed'in yerini biliyoruz, size gösterebiliriz" derlerdi. Allah'dan, insanı böylesi çarpık düşüncelere sevkeden taassubtan bizi korumasını niyaz ediyoruz.

Rafızîlerin üçüncü delillerine de birkaç şekilde cevap verilir:

1) Biz, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin, o karanlık gecede, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yatağında yatmasının büyük bir taat olduğunu ve büyük bir makamı gösterdiğini inkâr etmiyoruz. Ama Hazret-i Ebu Bekr (radıyallahü anh)'in Hazret-i Peygamber'e yol arkadaşı olduğunu ve böylece her zaman Hazret-i Peygamber'in hizmetinde bulunmuş olduğunu, Hazret-i Ali'nin ise böyle olmadığını iddia ediyoruz. Halbuki hizmette daha çok bulunan, bulunmayandan daha üstün haldedir.

2) Hazret-i Ali, sıkıntıya, sadece o gece katlandı. Ama, o geceden sonra müşrikler, Hazret-i Muhammed'in bulunmadığını anlayınca, Hazret-i Ali'nin yakasını bıraktılar ve ona ilişmediler. Ama, Hazret-i Ebu Bekir'e gelince o, mağarada üç gün Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bulunmuş olması sebebiyle, en şiddetli sıkıntılar içinde kaldı." Binâenaleyh, Hazret-i Ebu Bekr'in katlandığı sıkıntı daha şiddetli olmuştur.

3) Hazret-i Ebu Bekr (radıyallahü anh). insanları Hazret-i Muhammed'in dinine teşvik ve onları o dine davet etmek suretiyle, sahabe arasında meşhur olmuştu. Halbuki onlar, Hazret-i Ebu Bekr'in, sahabenin önde gelenlerinden bir topluluğu bu dine davet ettiğini ve onların da, o dini ancak Hazret-i Ebu Bekr'in daveti sebebiyle kabul ettiklerini, böylece de, imkânları nisbetinde kâfirlere düşman olduklarını ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i canlarıyla ve mallarıyla müdafaa ettiklerini görüp müşahede etmişlerdir. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'ye gelince, o vakit o henüz küçük idi. Ondan, ne delil, ne hüccet ve ne de kılıç ve kargıyla (o çağda) bir cihad sâdır olmamıştı. Hazret-i Ali'nin kâfirlerle savaşması, Medine'ye geçmelerinden uzun bir süre sonra vaki olmuştur. Binâenaleyh, hicret esnasında, Hazret-i Ali'den böylesi haller zuhur etmemişti. Durum böyle olunca, şüphesiz kafirlerin Hazret-i Ebu Bekr'eolan öfkeleri, Hazret-i Ali'ye olan öfkelerinden daha şiddetli olmuştur. İşte bundan dolayı da onlar o yatakta yatanın Hazret-i Ali olduğunu anlayınca, ona asta ilişmediler ve onu ne dövdüler ne de incittiler. Böylece, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hizmet hususunda, Hazret-i Ebu Bekir'in kendi zâtı hakkındaki endişesi, Hazret-i Ali (k.v)'nin endişesinden daha şiddetli idi.. Böylece, bu derece, daha efdal ve daha mükemmel olmuş olur. Bizim bu konuda kısaca arzedeceğimiz hususlar bundan ibarettir.

Cenâb-ı Hakk'ın "Onu, görmediğiniz ordularla teyid etti" buyruğuna gelince, bu kelamın takdiri şöyle denilmesidir: "Eğer siz ona yardım etmezseniz..." ona bu yardım, şu iki şekilde olacaktır:

a) Allahü teâlâ ona, hicret hadisesinde yardım etmiştir. Çünkü, "(Bilin ki) kâfirler onu iki kişiden biri olarak çıkardıkları zaman, bizzat Allah ona yardım etmişti. Hani o ikisi mağaradaydılar. Peygamber o zaman arkadaşına "Tasalanma, hiç şüphe yok ki Allah bizimle beraberdir" diyordu. Allah da onun üzerine sekinetini indirdi..." buyurmuştur.

b) Bedir hadisesidir ki bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onu. görmediğiniz ordularla teyid etti" buyruğundan kastedilen husustur. Çünkü Allahü teâlâ, Bedir Günü melekleri indirmiş ve onlar vesilesiyle Resulüne (sallallahü aleyhi ve sellem) yardım etmiştir. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onu, görmediğiniz ordularla teyid etti" ifadesi, O'nun, "(Bilin ki) kâfirler onu çıkardıkları zaman " ayetine atıftır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Ve kâfirlerin kelimesini alçalttı. Allah'ın kelimesi ise çok yücedir" buyurmuştur. Bu ifade, "Allahü teâlâ Bedir Günü, şirkin kelimesini alçak, rezil ve düşük kıldı.. Allah'ın kelimesi ise en yüce olanıdır. Bu kelime de, "Lâ ilahe illallah!" kelimesidir " manasındadır.

Vahidî şöyle demektedir: "Hak teâlâ'nın ifadesinin merfü okunması, tercih edilen bir kıraat olup, bu, müste'nef bir cümle olarak, âmmenin kıraatidir..."

Ferrâ şöyle demektedir: "Nasb ile kelimete şeklinde de okunabilir. Ama ben bu kıraat ile okumayı tercih etmiyorum. Çünkü bir kimse bunu mansûb okursa o zaman en güzel olan ifade şekli "Allah, kelimetullahı da en yüce kıldı.." biçiminde olurdu.. Baksana sen, "Baban kölesini azâd etti" dersin ama, denilmesi doğru olmaz..."

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah, azız ve hakimdir" buyurmuştur. Yani, "Allah, kahirdir, galibdir; O, sadece doğru olanı yapar.." demektir.

Allah Yolunda Seferberlik

41

"Ey mü'minler sizler gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak elbirlik savaşa çıkın. Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihâd edin. Eğer bilirseniz bu, sizin için çok hayırlıdır".

Bil ki Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamberle birlikte savaşa çıkmayanları tehdit edip anlattığımız biçimde darb-ı mesel getirince, bunun peşinden bu kesin emrini getirerek, "Ey mü'minler sizler gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak elbirlik savaşa çıkın" buyurmuştur. Yani, "Siz, ister cihad size ağır gelecek bir durumda, isterse hafif gelecek bir durumda, savaşa çıkınız demektir. Bu vasıfların manaları pek çok hüküm getirmektedir. Müfessirler ayette geçen ifadelerine şu manaları vermişlerdir:

Hifaf ve Sikal Kelimelerinin Şerhi

1) Ona arzu ve iştiyakınızdan dolayı, ona olan nefretiniz hafif olarak; o size zor geldiği için de, ona karşı duyduğunuz nefret ağır olarak.

2) Çoluk çocuğunuz az olduğu için, hafif olarak; çok olduğu için, ağır olarak.

3) Hafif silahlarla; ağır silahlarla.

4) Binitli olarak; yaya olarak.

5) Gençler olarak; ihtiyarlar olarak.

6) Zayıf olarak; şişman olarak.

7) Sıhhatti olarak; hasta olarak. Bu hususta sahih olan, bütün bu bahsedilenlerin hepsinin bu ifadenin muhtevasına dahil olmasıdır. Çünkü, zikredilen vasıf, bütün bu cüz'iyyatın içine dahil olduğu umumî bir vasıftır.

İmdi şayet, "Siz, bu emrin, bütün insanları, hatta hastaları ve acizleri de içine aldığını mı söylüyorsunuz?" denilirse biz deriz ki:

Bu ifadenin zahiri bunu gerektirir. İbn Ümmi Mektûm'un, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: "Benim de savaşa çıkmam gerekir mi?" dediğinde, Hazret-i Peygamber'in de: "Sen ya hafifsin, ya da ağır, "sakîl"sin..." dediği, bunun üzerine İbn Ümmî Mektûm'un, ailesine dönerek silahını kuşandığı ve Hazret-i Peygamber'in önünde oenlediği; bunun üzerine de Cenâb-ı Hakk'ın: "Âmâya göre bir hareç, darlık ve günah yok" (Nur, 61) ayetinin nazil olduğu rivayet edilmiştir.

Mücâhid şöyle demektedir: "Ebû Eyyüb el-Ensarî, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'le birlikte Bedir'de bulundu ve müslümanların savaşlarının hiçbirinden geri kalmadı. Zira o, şöyle derdi: "Allah, "Sizler gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak elbirlik savaşa çıkın" buyurmuştur... Binâenaleyh ben kendimi, ya hafif ya da ağır, "sakil" olarak hissediyorum."

Safvân İbn Amr'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ben, Hımış valisi idim. Derken, Şamlılardan bir ihtiyarın, savaşmak maksadıyla, binitine baktığını gördüm.. Ben, 'Amca, sen Allah katında mazursun.." dediğimde, o bakışını kaldırarak, "Yeğenim! Allah bize, ister hafif isterse sakîl, ağır olsun, savaşa çıkmamızı emretmiştir. İyi bil Allah sevdiği kimseleri imtihan eder, dedi."

Zührî'den de şu rivayet edilmiştir: "Said İbn'l-Müseyyeb, bir gözü görmediği halde savaşa çıkmıştı. Ona: "Sen, hastasın; senin sıkıntın var " denilince o: "Allah, -afif olanın da, ağır olanın da savaşa çıkmasını emretmiştir. Şayet ben savaşamıyorsam, hiç olmazsa kalabalığı artırırım ve eşyaları korurum" dedi.

Yine Mikdâd İbn Esved'e. savaşa katılmayı istediği bir sırada: "Sen mazursun..." aenildiğinde, o: "Allah bize, Berâe suresinde, "Sizler, gerek hafif, gerek ağır olarak emirlik savaşa çıkın" buyurdu" dedi.

Bil ki, bahsettiğimiz bu görüşün sahipleri, "bu ayetin, Hak teâlâ'nın, "Âmâya bir hareç yoktur(...)" (nûr 61) ayetiyle mensûh olduğunu söylerken, Atâ el-Horasanî, bu ayetin Cenâb-ı Hakk'ın, "Mü'minlerin hepsinin topyekûn savaşa çıkmaları doğru değildir (...)" (Tevbe 122) ayetiyle mensûh olduğunu söylemiştir.

Bir kimse şöyle diyebilir: "Alimler, bu ayetin Tebük Savaşı hakkında nazil olduğu ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in geride, bazı kadın ve erkekleri bıraktığı hususunda ittifak etmişlerdir. Bu durum, cihâdın, farz-ı ayn değil, farz-ı kifayeden olduğuna delalet eder. Öyleyse Hazret-i Peygamber'in savaşa katılmasını emrettiği herkesin, ister hafif isterse ağır olarak savaşa katılması gerekir. Ama, Hazret-i Peygamber'in orada kalmalarını emrettiği kimselerin de, orada kalmaları ve savaşa iştirak etmemeleri gerekir. Böyle olması halinde, ayetin mensûh olduğunu söylemeye gerek kalmaz.

Malla-Canla Cihâd

Daha sonra Cenab-ı Hakk, "Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihâd edin " buyurmuştur. Bu buyrukla ilgili iki görüş bulunmaktadır:

Birinci görüş: Bu cihâdın ancak malı ve canı olan kimselere farz olduğuna delâlet eder. Öyleyse bu, cihâda müsait bir canı, bedeni, nefsi bulunmayan ile, savaş araç-gereçlerini elde edecek malı ve kudreti olmayan kimselere, cihâd etmenin farz olmadığına delâlet eder.

İkinci görüş: Cihâdın, tek başına kaldığı ve gücü de yettiği zaman, can ile yapılması vâcib olur. Bedenen cihâd edilemediğinde, mal ile cihâd etmek farz olur. Binâenaleyh, bu görüşe göre, bedenen cihâd yapmaktan aciz olan kimsenin, yanında bulunan mal ile, kendi yerine bir kimseyi göndermesi gerekir. Böylece de bu kimse, kendisi şahsen savaşarnadığı için, malıyla mücahid olmuş olur. Alimlerin pek çoğu bu görüşü benimsemiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer bilirseniz bu. sizin için çok hayırlıdır " buyurmuştur.

Buna göre eğer, "Savaşa katılmama, oturup kalmada herhangi bir hayır bulunmazken, nasıl "Cihâd. savaşa katılmamaktan daha hayırlıdır" denilmiştir?" denilirse, biz deriz ki:

Buna şu iki şekilde cevap verilebilir:

Birinci şekil: Hayr kelimesi iki manada kullanılır:

a) "Bu, şundan daha hayırlıdır.." manasında;

b) "Bu, haddizatında hayırdır" anlamında. Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbim, gerçekten ben, bana indireceğin hayra muhtacım" Kasas, "Gerçekten o insan, mal sevgisine çok düşkündür. "(Adiyât. 8) ayetlerinde böyledir. Nitekim Arapçada "Serid Allah'dan bir hayırdır. Allah'tandır, yani Allah tarafından meydana gelmiş manasındadır. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğu ile bu ikinci mana kastedilmiştir. Bu izaha göre, bu soru sakıt olmuş, düşmüş olur.

İkinci şekil: Biz bundan muradın, "daha hayırlı olmak" manası olduğunu kabul etsek bile, ancak ne var ki kelamın takdiri, "Cihâd ile elde edilen ahiret nimetleri, ona katılmayanların elde etmiş olduğu rahatlık, huzur ve bunlardan yararlanmak kabilinden elde etmiş oldukları nimetlerden daha hayırlıdır" şeklinde olur. İşte bundan dolayı da Cenâb-ı Hak, "Eğer bilirseniz " buyurmuştur. Zira, cihâddan dolayı ahirette elde edilecek olan hayırlar, ancak teemmül yoluyla elde edilebilir. Bunu ancak, Kıyametin hak olduğunu, mükâfaat ve cezanın gerçek olduğunu delil ile bilen mü'min anlayabilir.

Tebûk Gazasına Gitmeyenler

42

Eğer çağırıldıkları savaş, yakın ve dünyevî bir menfaat, orta bir sefer olsaydı elbette senin arkana düşerledi. Fakat meşakkatle katedilecek olan mesafe onlara uzak geldi. (Bununla beraber onlar, sen, "Tebük"ten dönünce): "Eğer gücümüz yetseydi, elbette biz de sizinle beraber çıkardık" diye Allah'a yemin edeceklerdir. Bunlar bu suretle kendilerini helake sürüklerler. Allah biliyor ki onlar kesinlikle yalancıdırlar" ,

Bil ki Allahü teâlâ, ashabı, Allah yolunda cthâd etmeye iyice teşvik edip, "Ey iman edenler, ne oldunuz ki size: "Allah yolunda elbirlik gazaya çıkın" denildiği zaman yere çakılıp ağırlaştınız..?" (Tevbe, 38) ayetini gönderince, onların ağır davranıp, adeta çakılıp kalmalarını beyana tekrar başlamış; geçmiş olan bunca tehdide ve cihada teşvike rağmen, bazı kimselerin Tebük savaşına katılmadıklarını beyan etmiş ve "Eğer çağırıldıkları savaş yakın ve dünyevî bir menfaat, orta bir sefer olsaydı, elbette senin arkana düşerlerdi" buyurmuştur.

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Araz kelimesi, sana sunulan dünya menfaatleri anlamına gelir. Nitekim Arapça'da, "Dünya, kendisinden iyinin ve kötünün yemiş olduğu hazır bir metadır, arazdır" denilir.

Zeccâc şöyle demektedir: "Ayette, takdiri şöyle olan bir hazif bulunmaktadır: "Şayet kendisine davet olundukları şey orta bir sefer olsaydı..." Böylece, önce geçmiş olan ifade kendisine delâlet ettiği için, kâne fiilinin ismi hazfedilmiştir.. Zeccâc, Hak teâlâ'nın ifadesine, "kolay ve yakın bir yolculuk" manasını vermiştir. Bu, darb-ı mesele "kâsıd" denmiştir. Çünkü ifrat ile tefrit arasında orta yerde olan şeye "muktesid" denir. Nitekim Cenâb-ı Hak "Onlardan kimi nefsine zulmedendir, kimi de mutedildir" (Fatır, 32) buyurmuştur. İşin doğrusu, çokluk ile azlık arasında orta, mutedil olan şeye herşey yönelir, böylece de kâsıd (yönelen) diye adlandırılır. Bu "kâsıd" kelimesi zü kasd (mutedil olan) manasınadır ve tıpkı Arapların sütçü, hurmacı, ticaretçi manasında kullandıkları lâbin, tâmir ve râbih kelimeleri gibidir.

Cenâb-ı Hak, "Fakat meşakkatle katedilecek mesafe onlara uzak geldi" buyurmuştur. Leys şöyle demiştir: "Şukka kişinin uzak bir yere olan uzun yolculuğudur. Nitekim Arapça'da, "uzun bir yolculuk" manasında, şukkatun şâkketun denilir. Buna göre ayetin manası, "Onlara o uzak yolculuk, uzun geldi" şeklinde olur. Uzun yolculuğa böyle denilmesinin sebebi, o yolu katetmenin insanlara meşakkatli gelmesidir."

Keşşaf sahibi (Zemahşerî), İsâ b. Ömer'in bunu, (......) şeklinde okuduğunu nakletmiştir.

İkinci Mesele

Bu ayet, Tebük Seferi'ne katılmayan münafıklar hakkında nazil olmuştur. Buna göre mana, "Eğer menfaatler yakın ve yolculuk kısa olsaydı, onlar o menfaatleri elde etme ümidi ile, seninle birlikte gelirlerdi. Ama yol uzun olunca, Bizans'a karşı savaşmayı gözlerinde büyüttükleri için, adeta ganimet elde edemeyecekleri tarzında ümitsizliğe düştüler ve bundan dolayı savaşa katılmadılar.

Daha sonra Cenâb-ı Allah, cihaddan döndüğü zaman Peygamberin onları, "Eğer gücümüz yetseydi muhakkak biz de sizinle beraber çıkardık" diye Allah'a yemin eder" bulduğunu haber vermiştir. Onlar bu yemini, ya savaşa katılmadıkları için azarlandıkları zaman, yahut da doğrudan doğruya savaşa katılmayışlarına özür beyan etmek için yapmışlardır. Cenâb-ı Hak daha sonra da, onların bu yalanları ve nifakları ile kendilerini helak etmiş olduklarını beyan buyurmuştur.Bu, yalan yere yemin etmenin helaki gerektirdiğine delalet eder. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Yemin-i Gamûs (bile bile yapılan yalan yere yemin), beldeleri ıssız bırakır" Beyhaki, Sünen, 10/35-36; Tergib, 2/622. buyurmuştur.

Allahü teâlâ daha sonra, yani, "Allah onların, "Biz, savaş için çıkmaya muktedir değildik" şeklindeki sözlerinde yalancı olduklarını biliyor. Çünkü onlar savaşa çıkabilecek güçte idiler" buyurmuştur.

Üçüncü Mesele

Ayet, "Gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak elbirlik savaşa çıkın" buyruğunun, sadece savaşa gidebilecek kimseleri kapsadığına delâlet eder. Çünkü savaşa çıkmaya muktedir olamama, savaşa katılmama hususunda bir mazeret sayılır.

Dördüncü Mesele

Ebu Ali el-Cübbâî, bu ayeti, "istita'a ma'al-fıil" (insan bir fiili yaparken, ona muktedir kılınır) görüşünün yanlışolduğuna delil getirerek şöyle demiştir: "Eğer istita'a ma'al-fiil olsaydı, o zaman savaşa çıkanlar, savaşmaya muktedir olamazlardı. Şayet durum da böyle olsaydı, o zaman onlar, "Biz buna muktedir değiliz" demekle doğru söylemiş olurlardı. Allah, onları, bu sözlerinde yalanladığına göre, anlıyoruz ki istita'a kable'l-fiildir (yani insanın gücü fiilleri yapmazdan önce kendisinde mevcuttur)." Ka'bî de aynı şekilde ayeti delil getirerek, kendi kendine, "Bununla, "Onlar için bir azık ve binek yoktu" manası kastedilmiş olamaz. Onlar bu sözle, bizzat kudretin kendisini kasdetmemişlerdir" der ve şöyle cevap verir: "Bir bineği olmayan kimse, eğer savaşa katılmamada mazur sayılırsa, savaşa muktedir olamayan haydi haydi mazur sayılır. Hem sonra, "istita'a" ile mal varlığı değil, bedenî güç anlaşılır. Şayet bu kelime ile malî güç murad edilmiş ise, bu ancak, kişinin bedenen yaptığı şeylere yardımcı olmasından dolayı murad edilmiştir. Binâenaleyh herhangi bir mecburiyet yok iken kelimenin hakiki manasının bırakılıp mecazî manasının alınmasının bir anlamı yoktur."

Alimlerimiz buna şu şekilde cevap vermişlerdir: Mutezile, bir fiili yapabilecek kudretin, ancak fiilin yapılmasından biraz önce bulunabileceğini kabul etmişlerdir. Fakat o fiilden çok önce kudretin mevcut olması imkansızdır. Çünkü bir yerde oturan insan, aynı anda, uzak başka bir yerde, diğer bir işi de yapmaya kadir olamaz. Aksine o ancak oturduğu yere bitişik bir yerde bir iş yapabilir. Binâenaleyh Mutezile'ce kudretin fiilin yapılmasından biraz önce bulunduğu kabul edildiğine göre, Hazret-i Peygamber'den ayrılan (savaşa gitmemiş olan) o kimseler, Mu'tezile'nin düstûruna göre de, savaşa kadir olamamışlardır. Binâenaleyh Mutezile'nin, bu ayetten biz (ehl-i sünnetin) aleyhine olarak yaptıkları istidlal, kendilerinin de aleyhinedir. Bu durumda da hem onlara hem bize düşen, bu ayette geçen "istita'a" (güç yetme)yi "bineği ve azığı olma" manasına hamletmektir. Bu durumda, Mutezile'nin istidlali düşer,

Beşinci Mesele

Alimler şöyle demişlerdir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onların ileride yemin (ile mazeret beyan) edeceklerini haber vermiştir. İşte bu, istikbal ile ilgili gaybtan bir haber veriştir. İş, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in haber verdiği gibi tahakkuk edince, bu bir gaybtan haber verme olur ve böylece de bir mucize olmuş olur. Allah en iyi bilendir.

Hazret-i Peygamberin Müsaade Ettikleri

43

"Hay Allah affedesice, sâdık olanlar sana besbelli olup yalancıları bilmeden neden onlara izin verdin?

Bil ki Allahü teâlâ, "Eğer çağırıldıkları şey yakın ve dünyevî bir menfaat, orta (kısa) bir yolculuk olsaydı, elbette senin arkana düşerlerdi" (Tevbe.42) ifadesi ile, bazı kimselerin o savaştan geri kaldıklarını bildirmiştir. O ayette, onların bu katılmayışlarının Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in izni ile olup olmadığı belirtilmemiştir. Hak Teâla o ayetin peşisıra, "Hay Allah affedesice... neden onlara izin verdin?.." buyurunca, onların içinde, Hazret-i Peygamber'in müsaadesi ile savaşa katılmayanların bulunduğu anlaşılır.

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Hazret-i Peygamberden Günah Sâdır Olur mu?

Bazı kimseler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den günah sâdır olabileceğine bu ayet ile şu iki bakımdan istidlal etmişledir:

1) Allahü teâlâ, "Hay Allah affedesice" buyurmuştur. Af, daha önce bir günahın yapılmış olduğunu gösterir.

2) Allahü teâlâ, "Neden onlara izin verdin?" buyurmuştur. Bu, inkârı bir istifhamdır. Binâenaleyh bu, bu izin verişin bir masiyet ve günah olduğuna delalet eder. Katâde ve Amr İbn Meymun şöyle demektedir: "İki şeyi, Hazret-i Peygamber, onlar hakkında herhangi şekilde emrolunmadığı halde yapmıştır:

a) Münafıklara izin vermesi.

b) Esirlerden fidye alması. İşte bunun üzerine Allah, işte sizin de duyup dinlediğiniz gibi, Resulüne itabta bulunmuştur. "

Birincisine şu şekilde cevap verebiliriz: Biz, Allah'ın, "Hay Allah affedesice..." ayetinin bir günahın işlendiğini ifade ettiğini kabul etmiyoruz. Bu hususta şöyle denilmesi niçin caiz olmasın? "Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Peygamberi iyice ta'zim edip yücelttiğine delâlet eder. Bu tıpkı, bir adamın, kendisi nezdinde çok kıymetli olan birisine, "Hay Allah affedesice, benim şu işimi nasıl yaptın? Allah senden razı olsun; benim bu sözüme karşılık senin cevabın nedir? Allah sana afiyet versin, sen benim kadrimi bilemedin!" demesi gibidir. Binâenaleyh, bu kimsenin bu sözünden maksadı, o kimseyi iyice tebcil etmekten başka bir şey değildir. Ali İbn el-Cehm, sürgün edilmesi emrolunduğunda, Mütevekkil'e hitaben şöyle demiştir:

Hay Allah affedesice, benim uzaklaştırılmamı bağışlamana müncer bir büyüklük göstermeli değil miydin? Sen hiç, haddini aşan bir köle (yani, ben)i affeden bir efendi ve doğruyu bulmuş aklı başında birini, yani seni görmedin mi ne dersin? Beni azâd et ki, seni daima koruyup kötülükleri senden men eden (Allah) da, seni azâd etsin!, "

İkincisine de şu şekilde cevap veririz: Cenâb-ı Hakk'ın, Neden onlara izin verdin?" buyruğu ile istifhâm-ı inkârî manasının murad edilmiş olması doğru değildir. Zira diyoruz ki: Peygamberden, bu hadisede, ya bir günah sudur etmiştir veya sudur etmemiştir. Binâenaleyh, şayet biz, o peygamberden herhangi bir günahın sudur etmediğini söylersek, Cenâb-ı Hakk'ın bu ifadesinin bir ettiğini söylersek, bu durumda Cenâb-ı Hakk'ın, hitabı, onun affedildiğine delalet eder. Affın tahakkuk etmesinden sonra da, o peygambere bir yadırgamanın yönelmesi muhal olur. Binâenaleyh, bütün bu takdirlere göre, Cenâb-ı Hakk'ın, "Neden onlara izin verdin?" hitabının Hazret-i Peygamber'in günahkâr olduğuna delalet ettiğinin söylenilmesinin imkânsız olduğu kesinleşir. İşte bu, kesin ve yeterli bir cevaptır.

İşte bu durumda da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Neden onlara izin verdin?" ifadesi, daha evlâ ve daha mükemmel olanın yapılmaması manasına hamledilir. Özellikle bu vaka, harbler ve dünyevî maslahatlarla ilgili şeyler cinsinden olunca.

Hazret-i Peygamberin İçtihad Etmesi

Bazı alimler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bazı hadiseler hakkında, içtihadın muktezasına göre hükmetmiş olduğunu söyleyip, buna "İşte ey akıl ve basiret sahipleri, siz bundan ibret alın" (Haşr, 2) ayetinin, akıl ve basiret sahiplerinin kıyas yapmaları ve içtihadda bulunmaları hususunda bir emir olduğu şeklinde istidlalde bulunmuşlardır. Bu kimseler, sözlerine şu şekilde devam etmişlerdir: "Hazret-i Peygamber akıl ve basiret sahiplerinin efendisidir. Binâenaleyh O, bu emrin hükmüne dahildir. "

Sonra da bu hususu, bu ayetle te'kid ederek şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, bu izin hususunda, Peygamber'e ya müsaade etmiştir yahud da O'nu, böyle bir izin vermekten men etmiştir. Veyahut da, bu hususta ne izin vermiş, ne de O'nu izinden men etmiştir.

Birinci ihtimal geçersizdir; aksi halde Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Peygamber'e, "Neden onlara izin verdin? demesi imkansız olur.

İkincisi de geçersizdir. Çünkü böyle olması halinde o zaman Hazret-i Peygamber'in, Allah'ın indirdiği hükümden başka bir şeyle hükmettiğinin ve böylece de, "Kim Allah'ın indirdiği (ahkâm) ile hükmetmezse, onlar zalimlerin ta kendisidir " (Maide 44) ve "kim Allahtn indirdiği (ahkâm) ile hükmetmezse onlar fâsıkların ta kendileridir" (Maide.47)ayetlerinin hükmüne girmiş olması gerektiğinin söyenmesi icab eder. Halbuki bu, çok net ve açık bir biçimde, bâtıl ve yanlıştır.

Binâenaleyh geriye sadece üçüncü kısım kalmıştır ki, bu da Hazret-i Peygamber'in ya içtihadına dayanarak, ya da böyle olmaksızın bu hâdisede kendiliğinden izin vermiş olmasıdır. İkinci husus, sırf arzusuna göre vermiş olacağı bir hüküm olduğu için. bâtıldır. Zira, sırf arzusuna uyarak verilen hüküm, Cenâb-ı Hakk'ın "Sonra. arkalarından öyle kötü bir nesil geldi ki, namazı bıraktılar, şehvetlerine uydular' (Meryem. 59) ayetinden dolayı bâtıldır. Binâenaleyh geriye Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in o hâdisede, içtihadına dayanarak hüküm verdiğinin söylenmesi kalır ki bu da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, içtihadı muktezasınca hükmetmiş olduğuna delalet eder.

Buna göre eğer, "Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, içtihadına göre hüküm vermesinin, daha evla olamayacağına delalet eder. Çünkü, Allahü teâlâ O'nu, böyle bir hüküm vermekten, "Neden onlara izin verdin?" hitabıyla men etmiştir " denilirse, biz deriz ki Allahü teâlâ O'nu, böyle bir izin vermekten mutlak anlamda men etmemiştir.

Çünkü, Cenâb-ı Hak "Sadık olanlar sana besbelli olup yalancıları bilinceye kadar" buyurmuştur. Hatta kelimesiyle bir noktaya kadar götürülen hükmün, o noktada sona ermesi gerekir. Bu da, bizim görüşümüzün doğruluğuna delâlet eder.

İmdi şayet onlar, Cenab-ı Hakk'ın "yetebeyyene (besbelli oluncaya)..." ifadesinden, vahiy yoluyla besbelli olmanın kastedilmiş olması niçin caiz olmasın?" derlerse, biz deriz ki:

Sizin söylemiş olduğunuz şey, muhtemeldir. Ancak ne var ki, sizin bu takdirinize göre, Peygamberin mükellefiyeti, (bu hususta) kesinlikle bir hüküm vermemesi; vahiy ininceye ve nass ortaya çıkıncaya kadar sabretmesi gerektiği olmuş olur.. Binâenaleyh, o böyle yapmadığına göre, bu, büyük bir günah olmuş olur. Ama, bizim yapmış olduğumuz takdire göreyse bu, içtihadda yapılan bir hata olmuş olur. Böylece de, Hazret-i Peygamber'in "Kim içtihad eder de, hataya düşerse O'nun için de bir ecir vardır Buhârf, İ'tisâm, 21 (8/157):(Benzer hadis), Müslim, Akdiye, 15 (3/1342). hadisinin hükmüne girmiş olur. Binâenaleyh, sözü, bu manaya hamletmek daha evlâdır.

Üçüncü Mesele

Bu ayet Peygamberin, imamın, idarecinin, kişinin, her topluluğa kendine yakınlaştırma veya uzaklaştırma gibimüstehak olduğu şekilde muamele edebilmesi için, acele davranmaktan kaçınmasının, teenni ile hareket etmesinin, işlerin zahirine göre davranarak yanılmaktan sakınmasının ve iyiden iyiye araştırmasının farz olduğuna delalet eder.

Dördüncü Mesele

Katâde şöyle demiştir: "Sizin de dinlediğiniz gibi, Cenâb-ı Hak, bu ayette, Peygamberine itabta bulunmuş sonra da O'na, Nûr sûresinde ruhsat vererek, "O halde bazı işleri için senden izin istedikleri zaman.sen de onlardan dilediğin kimseye izin ver" (Nûr, 62) buyurmuştur."

Beşinci Mesele

Ebu Müslim el-İsfehani şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hakk'ın, "Neden onlara izin verdin?" hitabında bu iznin nehakkında olduğuna dair hiç açıktama bulunmamaktadır. Binâenaleyh, onların bazısının, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den savaşa katılmama hususunda izin istemeleri ve peygamberin de onlara müsaade etmiş olması muhtemel olduğu gibi, bir kısmının da, savaşa iştirak etmek hususunda Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den izin istemiş olmaları; Hazret-i Peygamberin de onlara, onlar, münafıkların müslümanlar içindeki casusları olduğu, böylece de birtakım fitneler çıkarıp, belâ ve kargaşalıklar peşinde koşacakları için, Peygamber'le birlikte çıkmaları uygun olmadığı halde, onlara müsaade etmiştir. İşte bundan dolayı, onların Peygamber'le çıkmalarında, (müslümanlar lehine) bir maslahat ve fayda bulunmuyordu."

Kadî şöyle demektedir: "Bu, uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu ayet, savaşa katılmayanları zemmetmek, katılanları da medhetmek için, Tebük Savaşı hakkında nazil olmuştur. Hem, bu ayetten sonra gelen ayetler, oturup savaşa katılmayanları zemm ve onların hallerini beyân etmeye delâlet eder.

44

Âyetin tefsiri için bak:46

45

Âyetin tefsiri için bak:46

46

"Allah'a ve âhiret gününe iman edenler mallarıyla, canlarıyla cihâd etmeleri hususunda senden izin istemez(ler). Allah takva sahiplerini çok iyi bilendir. Senden ancak. Allah ve âhiret gününe inanmayan, kalbleri şek ve şüpheye düşüp de. o şüpheler içinde şaşırıp bocalayan kimseler izin isterler. Eğer onlar harbe çıkmak isteselerdi, elbette bunun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah, onların sefere çıkmalarını istemedi. Kendilerim alıkoydu.. Onlara: "Oturun oturanlarla beraber!" denildi".

Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır:

Müminler Cihad ve Hizmetten İzin İstemezler

İbn Abbas, tabirine: "Senden, Tebük Savaşı'ndan sonra izin istemezler" manasını verirken, diğer alimler şöyle demişlerdir: "Bu, doğru değildir. Zira bu ayetin hem öncesi, hem de sonrası, Tebük Savaşı'yla ilgili olarak gelmiştir. Çünkü bu ayetlerin maksadı, mü'minleri münafıklardan ayırdetmektir. Zira müminler, her ne zaman savaşa çıkmakla emrolunurlarsa, duraklamaksızın oraya koşar hiç gecikmezler. Münafıklar ise beklerler, ıssız yerlere çekip giderler ve çeşitli mazeretler beyan ederler. Böyle bir mana, ister mazi, isterse muzari lafzıyla olsun, mevcuttur. Bu ifadelerin maksadı, Allahü teâlâ'nın o vakitte nifak alametini, "izin isteme" olarak belirtmiş olmasıdır. Allah en iyisini bilendir.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hak"Allah'a ve ahiret gününe iman edenler cihad etmeleri hususunda senden izin istemezler" buyurmuştur. Bu ifadede bir hazf bulunup, bunun takdiri, şeklindedir.. Ancak ne var ki, böyle bir hazf, çok açık ve net olduğu için, güzel ve yerinde olmuştur. Bu hususta iki görüş ileri sürülmüştür:

Birinci görüş: Bu ayeti, herhangi bir takdirde bulunmaksızın, zahirî manasına hamletmek. Buna göre mana, "Cihad etmek hususunda senden izin istemek mü'minlerin adeti değildir" şeklinde olur. "Biz, cihad hususunda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den müsaade istemeyiz. Çünkü Rabbimiz defalarca bizi cihada teşvik etmiştir. Hal böyle iken izin istememizin ne mânası olabilir ki!" derlerdi. Hazret-i Peygamberin, kendilerine savaşa katılmamalarını emretmesi halinde bu onlara zor gelirdi. Baksana, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'ye, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'de kalmasını emir buyurunca, bu ona çok zor gelmiş ve Hazret-i Peygamber, "Senin, benim katımdaki yerin, Harun 'un Musa katındaki yeri gibidir" deyinceye kadar razı olmamıştır.

İkinci görüş: Burada, mutlaka, başka bir takdirde bulunmak gerekir. Zira, cihada iştirak hususunda imamdan izin istemeyi terketmek caiz değildir. Cenâb-ı Hak, bu kimseleri izin istemedikleri için zemmetmiştir. Binâenaleyh, mutlaka bir takdirin yapılmasının gerekli olduğu sabit olmuş olur. Buna göre kelamın takdiri, “Bu kimseler, cihada katılmama hususunda senden izin talep etmezler.” şeklindedir.. Ancak ne var ki, nefiy edatı olan lâ, burada hazfedilmiştir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah size, şaşırmayasınız diye açıklıyor" (Nisa, 176) buyruğudur. Böyle bir hazfin bulunduğunu, ayetin öncesinin ve sonrasının, bu kınamanın, ancak oturup kalma hususunda, savaşa katılmama hususunda izin istemeden dolayı olduğuna delâlet etmesi de gösterir. Allah en iyi bilendir..

Münafıklar Cihaddan Kaçmak İsterler

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Senden ancak. Allah'a ve âhiret gününe inanmayan, kalbleri şekk ve şüpheye düşüp de, o şüpheler içinde şaşırıp bocalayan kimseler izin isterler..." buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

İmanda Şüphe Olmaz

Cenâb-ı Hakk, bu izin isteyişin, ancak Allah'a ve âhiret gününe iman bulunmadığı zaman olacağını beyan buyurmuştur. Bu imansızlık, bazan bu hususlarda meydana gelen bir şüphe yüzünden olabileceği gibi, bazan da Allah'ı ve ahireti kesinlikle inkâr suretiyle olabileceği için, Allahü teâlâ, bu kimselerin imansızlığının, şekk ve şüpheden dolayı olan bir imansızlık olduğunu bildirmiştir ki, bu da imanda şüphesi bulunanın, Allah'a hiç iman etmemiş sayıldığına delâlet eder.Burada hatıra şu iki soru gelmektedir:

Soru: Şüpheden Kaçmak Taklide Yol Açmaz mı?

Birinci soru: İlim, istidlal yoluyla elde edildiği zaman, delil ile ilgili bir şüphe medlulde de (neticede de) bir şüphenin olmasını gerektirir. Halbuki delilin mukaddimelerinden (öncüllerinden) birinde bir şüphenin bulunması, bütün delilin doğruluğu hususunda bir şüphenin olması için yeterlidir. Bu da mü'min bir kimsenin, getirdiği delilin mukaddimelerinden biri ile ilgili bir müşkili bulunduğu zaman, onun medlulde de (neticedeki hükümde de) şüphe etmesini gerektirir. Bu da mü'min bir kimsenin, her an kalbine gelebilecek olan bir müşkil ve ukde sebebiyle imandan çıkmasını gerektirir. Bunun ise böyle olmadığı malumdur. Binâenaleyh imanın delile değil, taklide dayanmış olduğu sabit olur. Bu ayet, işte bu bakımdan, imanda asıl olanın "taklid" olduğuna delalet etmiş olur.

Buna şöyle cevap verilir: Müslümanın bir delilinin, bir mukaddimesinin doğruluğu hususunda kendisine bir şüphe arız olsa bile, diğer delilleri ona göre tenkidden

Soru: İmanda İstisna Meselesi

İkinci soru: Sizin âlimleriniz, "İnşaallah (eğer Allah dilerse), ben mü'minim" demiyorlar mı? Halbuki bu söz, bunu söyleyende bir şüphenin bulunduğunu gösterir.

Cevap: Biz bu meseleyi, Enfal sûresinde (Enfâl, 4) ayetinin tefsirinde enine boyuna inceledik.

İkinci Mesele

Kerrâmiye, Allahü teâlâ bu ayette o kimselerin mü'min olmadıklarını bildirmesine rağmen, "İman, sırf ikrar ve itiraftan ibarettir" demişlerdir.

İman ve Şüphenin Yeri Kalbtir

Ayetteki ifadesi, şüphenin mahallinin sadece kalb olduğuna delâlet eder. Şüphenin yeri kalb olduğuna göre, marifetullah ve imanın yeri de kalbtir. Çünkü birbirine zıd olan iki şeyden birinin yerinin, aynı zamanda diğerinin de yeri olması gerekir. İşte bundan dolayı Allah "Onlar o kimselerdir ki (Allah) imanı kalblerine yazmıştır. (Mücâdele, 22) buyurmuştur. Marifet (iman) ve küfrün yeri kalb olunca, gerçekte mükâfaata veya cezaya müstehak olan da kalb olmuş olur. Diğer uzuvlar kalbe tabidirler.

Şüphenin Kısa Tahlili

Ayetteki (......) ifadesi, "şekk ve şüphe içinde olan kimse, menfî veya müsbet karşılık verme hususunda şaşırır kalır. Bu iki taraftan ve bu iki zıd şeyden birisine karar veremez ve hükmedemez" manasınadır. Bu şöyle izah edilir; İnanç, ya kesindir, ya değildir. Kesin olan eğer vakıaya uygun değil ise sırf cehalettir; eğer vakıaya mutabık olup yakînî bir bilgiden kaynaklanırsa ilimdir. Aksi halde bu, mukallidin inancıdır. Eğer inanç kesin değilse, o zaman bakılır: Eğer iki taraftan birisi daha üstün ise, üstün olan taraf "zann", aşağı olan taraf "vehim"dir. Eğer her iki taraf dengede ise işte bu da şekk ve şüphedir, Bu durumda insan iki taraf arasında bocalayıp durur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer onlar (harbe) çıkmak isteselerdi, elbette bunun için bir hazırlık yaparlardı" buyurmuştur. Udde kelimesi, uddetehu, ayn harfinin esresi ile, izafetli ve izafetsiz olarak, iddeten ve iddetehu şekillerinde de okunmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh), Hak teâlâ'nın bu kelime ile, (savaşa çıkacak olanın) yiyeceği, içeceği ve binitini kastettiğini söylemiştir. Çünkü Tebük Savaşı'na katılanların yolculuktan hem uzun olmuş, hem de bir darlık zamanına rastlamıştı. Bu kimselerin böyle bir hazırlık yapmamış olmaları, savaşa katılmaya istekli olmadıklarının delilidir. Diğer alimler ise, bunun, onların bolluk içinde olduklarına ve böyle bir hazırlığı yapabileceklerine bir işaret olduğunu söylemislerdir.

Allahü teâlâ daha sonra, "Fakat Allah onların sefere çıkmalarını istemedi de, kendilerini alıkoydu" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

İnbiâs kelimesi, "bir işe koyulmak, yola çıkmak" manasınadır. Nitekim Arapça'da "Deveyi saldım, o da gitti"; "Falancayı şu işe gönderdim, o da gitti" ve "O, onu şöyle bir işe saldı" yani, "O, onu şu işe soktu" denilir. Sebbeta (tasbit) kelimesi ise, insanı, niyetlendiği birşeyden alıkoymaktır. Buna göre ayetin manası, "Allah, onların Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile savaşa çıkmalarını uygun bulmadı da, onları bu işten alıkoydu" şeklindedir.

Münafıkların Harbe Katılmamalarındaki Faydalar

Eğer, "Onların, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile çıkmalarının faydalı, yahut zararlı olduğu söylenebilir. Eğer biz bunun zararlı birşey olduğunu söylersek, bu durumda Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i niçin azarlamıştır. Yok eğer bunun faydalı birşey olduğunu söylersek, Cenâb-ı Hak niçin, onların Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile çıkmalarını kerih gördüğünü belirtmiştir?" denilirse, buna en doğru cevap şu olur; Onların, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte savaşa çıkmalarında bir fayda yoktu. Bunun delili, Hak teâlâ'nın, daha sonra getirdiği, "Eğer sizinle birlikte onlar da savaşa çıksalardı, sizin için şerr ve fesadı artırmaktan başka birşey yapmazlardı" (Tevbe, 47) ayetidir.

İzin Konusunda Resulullah'a İtab Etmenin Sebebi

Şu halde geriye şöyle demek kalır: "En doğru ve uygun olanı, onların savaşa çıkmaması olduğuna göre, Cenâb-ı Hak, niçin Resulünü, onlara izin verdiği için azarlamıştır?" Bu hususta diyoruz ki: "Ebu Müslim el-İsfahânî'nin, "Hak teâlâ'nın, "Onlara neden izin verdin?" ifadesinde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, savaşa katılmama hususunda onlara izin verdiğini gösteren birşey yoktur. Aksine onların kendisi (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte savaşa gitmek için izin istemiş olmaları ve bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onlara izin vermiş olması ihtimali de vardır" demiştir. Buna göre, bu soru sakıt olur. Ebu Müslim şöyle der: "Bu sözümüzün doğruluğunun delili şudur: "Ayet, onların, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte savaşa çıkmalarının zararlı birşey olduğuna delâlet etmektedir. Binâenaleyh bu azarlamanın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, onlara kendisi ile savaşa çıkmış olmalarına izin vermesinden dolayı olduğuna delâlet eder. Bu husus, başka ayetlerle de desteklenmektedir. Mesela Allahü teâlâ, "Eğer Allah seni onlardan bir zümrenin yanına döndürür de, onlar başka bir savaşa çıkmaya senden izin isterlerse, de ki: "Bundan sonra benimle birlikte katiyyen çıkamazsınız" (Tevbe, 83) ve "Siz ganimetler almak için gittiğiniz vakit, o geri bırakılanlar diyecekler ki, "Bırakın, biz de arkanıza düşelim." Onlar bununla, Allah'ın sözünü değiştirmeyi isterler. Onlara de ki: "Siz bizim arkamıza asla düşemezsiniz" (Fetih, 15) buyurmuştur. İşte bu izah, o soruya, Ebu Müslim'in izahına göre verilen bir cevaptır.

Soruya ikinci bir şekilde de şöyle cevap verilir: Biz, Hak teâlâ'nın, "Onlara neden izin verdin?" hitabındaki itabın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, o kimselere savaşa katılmama hususunda izin vermiş olmasından ileri geldiğini kabul edelim. Buna göre şöyle deriz: O itâb, onların savaşa katılmamalarının zararlı birşey olmasından ötürü aeğil, aksine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onların katılmayıp oturmalarına izin vermesinin zararlı birşey olmasından ötürüdür. Bunu şöylece birkaç şekilde izah edebiliriz:

1) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), iyice araştırmadan ve tam olarak düşünüp taşınmadan, onlara izin vermiş olabilirdi. İşte Cenâb-ı Hak bundan ötürü, "Sadık olanlar sana besbelli oluncaya ve sen o yalancıları bilinceye kadar (beklemeden), onlara neden izin verdin?" (Tevbe, 43) buyurmuştur.

2) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, onlara savaşa katılmamaları hususunda izin vermediğini farzedelim. Bu durumda onlar, kendiliklerinden (izinsiz olarak) savaşa katılmamış olurlar. Böylece de bu katılmama işi, onların münafıklıklarının bir alâmeti olurdu. Onların münafık oldukları belli olunca da, müslümanlar onlardan uzak durur ve onların sözlerine aldanmazlardı. Halbuki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onlara savaşa katılmama hususunda izin vermesi halinde, onların nifakı gizli kalır ve neticede elde edilmesi matlub olan bu faydalar elden kaçmış olurdu.

3) Onlar, Hazret-i Peygamber'den izin isteyince, Hazret-i Peygamber onlara kızmış ve zecr ve men üslubuyla, "Onlara, "oturun oturanlarla beraber!" demişti. Nitekim Cenâb-ı Hak bu ayetin sonunda "Onlara, "oturun oturanlarla beraber!" denildi" diyerek bu sözü nakletmiştir. Sonra o münafıklar, bu ifadeyi ;animet addederek, "Peygamber bize izin verdi!" dediler. Bunun üzerine de Cenâb-ı Hak, "neden izin verdin onlara?" (Tevbe, 43) buyurdu. Yani, "Niçin onlara istismar edecekleri bu fırsatı verip bu sözü söyledin?" demektir.

4) "Peygamberlerin içtihad yapması caiz değildir!" diyenler, şöyle demişlerdir: Peygamber, kendi içtihadına göre izin verdi. Halbuki, içtihad yapması caiz değildi. Zira o peygamberler, vahiyle bilgi elde etme imkânına sahip olup, bununla beraber içtihada yönelmeleri, âdeta nass bulunmasına rağmen içtihad yapmaları gibi olur. Binâenaleyh, nasıl nass varken içtihad yapmak caiz değilse, bu da caiz değildir.

İkinci Mesele

Basra Mutezilîleri şöyle demektedirler: "Ayet, Cenâb-ı Hakk'ın, irade sıfatıyla muttasıf olduğuna delâlet ettiği gibi, "kerâhet-istememe" sıfatıyla damuttasıf olduğuna delâlet eder. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, fökfl "Fakat Allah, onların davranmalarını çirkin gördü, istemedi de" ifadesidir." Alimlerimiz, bu ayetteki ifadesinin manasının, "Allah, o şeyin yokluğunu, olmamasını murad etti" şeklinde olduğunu söylemişlerdir.

Basra Mutezilîleri yine, şöyle demişlerdir; "Yokluk, müteallak olamaz (yani bir şeyin olmayışına irade taalluk etmez). Bu böyledir, zira "irade", mümkinin iki tarafından (varlık ile yokluk), birini diğerine tercih etmeyi gerektiren bir sıfattan ibarettir. Halbuki "adem", mahza sırf yokluktur. İrâde, müstemir (sürekli) ademin yok olmasına ta'alluk edemez. Çünkü, hâsıl'ı tahsîl, muhaldir. Keza ademi madum kılmak (yani yoku tekrar yok kılmak) da imkânsızdır. Böylece, "irade"nin yokluğa taalluk etmesi imkânsızdır. Şu halde, ayette geçen "kerahet", istemenin, "yokluğu irade etmek" olduğunu söylemek imkânsızdır."

Alimlerimiz buna şu şekilde cevap vermişlerdir: "Biz, Allah hakkında kullanılan "kerahet"i, Cenâb-ı Hakk'ın "o şeyin zıddını murad etmesidir" diye açıklıyoruz.. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak onların, sefere çıkmamalarını, geri kalmalarını murad etmiştir. Öyleyse, Cenâb-ı Hak bu iradesini, "Kendisinin, onların Hazret-i Peyamberle birlikte savaşa çıkmalarını kerih görmesi " ile beyan etmiştir.

Üçüncü Mesele

Alimlerimiz, kaza ve kader meselesinde, "kendilerini alıkoydu..." ifadesiyle istidlal etmişlerdir. Yani, "Allah onları tembelleştirdi ve onların davranma, yola çıkma hususundaki arzularını azalttı " demektir. Bu husustaki sözün neticesi, ancak bizim hak olan şu şeyi açıklamamızla tam ve mükemmel olur: Bir fiilin meydana gelmesi, ona sevkeden "daî"nin varlığına dayanır. Binâenaleyh bu daî, gevşek ve zayıf olduğu zaman, o kimseden fiilin sâdır olması imkânsız olur. Sonra bu sebebin, kuvvetçilik veya gevşeklik haline dönüşmesi şayet kul tarafından meydana gelmişse, o zaman teselsül gerekir. Eğer bu, Allah tarafından meydana gelmişse, işte o zaman maksad tahakkuk etmiş olur. Çünkü, sebepleri kuvvetlendiren, sadece Allah'dır. Bu takviye ve kuvvetlendirme meydana gelince, fiilin meydana gelmesi gerekir. Bu durumda da, bizim "kaza" ve "kader" meselesi hakkındaki görüşümüz doğru olmuş olur.

Daha sonra, Cenâb-ı Hak bu ayetini, "Onlara, "oturun oturanlarla beraber!" denildi" buyurarak sona erdirdi. Bu ifadeyle ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu sözün söylenmesinin maksadı, onların kınandıklarına; kadınlara, çocuklara, isteri evde oturmak olan âcizlerekatılmış olduklarına dikkat çekmektir. Bunlar, evde oturanlar ve geride kalanlardır. Nitekim, Cenâb-ı Hak bu hususta, "Onlar oturanlarla beraber olmalarını hoş gördüler" (Tevbe, 87) buyurmuştur.

İkinci Mesele

Alimler, bu sözün ("denildi"), kimden sudur ettiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Binâenaleyh, bu sözü söyleyenin, vesvese vermek için şeytatvolması muhtemel olduğu gibi, savaşa katılmama hususunda birlik sağlamayı istedikleri için, onların bunu biribirlerine söylemiş olmaları da muhtemeldir. Çünkü, bozgunculuk ve fesadı üstlenen herkes, kendisi gibi olanların çoğalmasını arzular. Yine, bu sözü söyleyenin, savaşa katılmama hususunda kendilerine izin verip de Cenâb-ı Hakk'ın, 'itabına muhatap olan, Hazret-i Peygamber olması da muhtemeldir. Yine bu sözü söyleyenin, Allahü teâlâ olması da muhtemeldir. Çünkü Cenâb-ı Hak, bozgunculuk yapacakları için, onların savaşa çıkmalarını istememiştir... Buna göre murad edilen mana, "Siz, ifsadda bulunmayı istediğiniz için, Allah sizin işte bu hususta davranmanızı, yola çıkmanızı kerih görmüş de, geride kalıp oturmanızı emretmiştir " şeklinde olur.

Savaşa Katılan Münafıkların Bozgunculuğu

Cenab-ı Hak bu hususu,

47

"Eğer içinizde onlar da savaşa çiksalardı, sizde şer ve fesadı artırmaktan başka bir şey yapmazlar, aranıza muhakkak ki fitne sokmak isteyerek bozgunculuğa koşarlardı. İçinizde onlara iyice kulak verecekler de vardır. Allah o zalimleri çok iyi bilendir".

ayetiyle beyan etmiştir.

Bil ki Allahü teâlâ bu ayette, onların savaşa katılmaları halinde meydana gelecek şu üç çeşit fesatlarını beyan etmiştir:

1) Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer sizinle birlikte onlar da savaşa çıksalardi. sizde şer ve fesadı artırmaktan başka bir şey yapmazlardı ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Hebal kelimesi, her şeyde meydana gelen şer ve bozukluk anlamına gelir, Nitekim bunaklığın hebel; bunağın da mahbul diye adlandırılması bu anlamdadır. Müfessirler bu kelimeye, değişik manalar vermişlerdir: Kelbî, şer; Yemân, tuzak ve hîle manalarını, vermişlerdir. Bu kelimeye, "azgınlık ve tuğyan" manası da verilmiştir. Dahhâk, bunun manasının, zulüm ve gadr olduğunu söylemiştir. Hebal kelimesinin, düşüncede tereddüt anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu, ihtilaf etsinler ve sözleri birlik olmasın diye, bir şeyin bir topluma güzel, bir topluma da çirkin gösterilmesiyle sağlanır.

İkinci Mesele

Bazı nahivciler illâ hebâlâ ifadesinin, istisnâ-i munkatî olduğunu söylemiştir. İstisnâ-i munkatî, müstesnanın, müstesna minh'in cinsinden olmamasıdır. Bu, tıpkı senin meselâ, "Onlar sizin hayrınızı değil, fakat sıkıntınızı artırdılar" demen gibidir. Halbuki ayette, müstesna minh zikredilmemiştir. Müstesna minh zikredilmeyince de, istisna, daha umumî olan bir şeyden yapılmış olur. Daha umumî olan da, "şey" kelimesidir. Binâenaleyh müstesna, müstesnâ-i muttasıl olup, kelamın takdiri şeklinde olur.

Üçüncü Mesele

Mu'tezile şöyle demektedir: "Allahü teâlâ, önceki ayetteki onların savaşa çıkmalarını istemeyip kerih gördüğünü; bu ayette de, bu davranmanın fesada, şerre ve fitneye sebebiyyet vereceğini bildiği için, onu kerih gördüğünü beyan buyurmuştur. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın mutlak olarak şerri, fitneyi, fesadı kerih gördüğüne, sadece hayra razı olduğuna ve sadece, tâatı dilediğine delâlet eder.

2) Cenâb-ı Hakk'ın "aranıza muhakkak ki fitne sokmak isteyerek (bozgunculuğa) koşarlardı..." ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ayetin izahı hususunda, Vâhidî'nin nakletmiş olduğu iki görüş bulunmaktadır:

Birinci görüş: Bu, ekseri dil âlimlerinin görüşü olup, buna göre (......) kelimesi, deveyi düşmanın üzerine sürmek anlamına gelir. Deve, kendi başına hızlı ve istekli bir biçimde yürüdüğü zaman, tabiri kullanılmaz. Ama, deve, kendi başına koştuğu zaman, binicisi onu bir şey üzerine sürdüğü zaman da, denilir."

Ferrâ da şöyle demektedir. "Arablar, demektedirler.

Bazan onlar, binicinin sürmesi hakkında, vada'a kelimesini kullanırlar. "

İkinci görüş: Ahfeş ve Ebu Ubeyd'in görüşü olup, buna göre, deve kendi kendine ve arzulu bir biçimde koştuğunda binicisinin onu koşturduğu manası da murad edilmeksizin, (......) denilir.. Ebu Ubeyd, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in vakarlı ve sakin bir biçimde Arafat'tan çıktığını, sonra da devesinin, Muhassir Vadisi'ne doğru koştuğunu rivayet etmiştir.

Lebîd şöyle demiştir:

"Kendimizin, yiyecek içecekleri bırakarak, gaybın hükmüne doğru koşan kimseler gibi olduğunu görüyorum..."

Lebîd, mûdı'ine kelimesinden, müsriîne "hızlı olarak" "koşarak" manasını kasdetmiştir. Bu ifadeyle, şairin, onların develerini koşturduklarını murad etmiş olması caiz değildir. Çünkü, şair bununla, devenin yolda yürümesini murad etmemiştir. Ömer İbn Ebî Rebîa ise şöyle demiştir:

"Kahrolsunlar, düşmanlıklar o kadınların başına!., Çünkü onlar beni tanıdılar ve "O. haddi aşan. yiyen ve sonra da çekip giden birisidir" dediler!..

Vahidî, ayetin, Ahfeş ve Ebu Ubeyd'in görüşünü desteklediğini söylemiştir,

Bil ki, her iki görüşe göre de ayetten kastedilen, müslümanların arasını bozmak ve söz götürüp getirmek hususunda, münafıkların" gösterdiği çalışma kastedilmiştir. Binâenaleyh, şayet biz birinci görüşü nazar-ı dikkate alırsak, ayetin manası, "Onlar, binitlerini aramızda koşturmuşlardır. Yani, aramızda aralıksız olarak söz götürüp getirmişlerdir. Çünkü binitli olan, yayadan daha hızlıdır..." şeklinde olur. Şayet, ikinci görüşü nazar-ı dikkate alırsak, bu tabirden kastedilen. "Onlar bozgunculuk çıkarmaya koşarlar...' manasıdır.

Dördüncü Mesele

Keşşaf sahibi, İbn Zübeyr'in, bu kelimeyi (......) şeklinde okuduğunu nakletmiştir ki bu, Arapların, deve hızlı yürüyüp de. (sırtından attığı sahibinin boynunu kırdığında) söyledikleri (......) tabirinden alınmıştır. Bu ifade, (bırakırlar, düşürürler) şeklinde de okunmuştur. Buna göre şayet. "Kur'an-ı Kerim'e, niçin bir elif ziyadesiyle şeklinde yazılmıştır?" denilirse. Keşşaf sahibi buna şu şekilde cevap vermiştir: "Arap yazısından önce fethâ, elif ile ifade ediliyordu. Arap yazısı, Kur'an'ın nüzulüne yakın bir zamanda icâd edilmişti. Binâenaleyh, Arapların, zihninde bu eliften bir iz kaldı. Böylece onlar, hemzenin şeklini elif olarak yazdılar ve onu, diğer bir elif ile de fethalı yaptılar." Cenâb-ı Hakk'ın, "Onu herhalde çetin bir azaba uğratacağım "(Neml, 21) ayeti de bu şekilde yazılmıştır..

Beşinci Mesele

Ayetteki hılâleküm ifadesinin manası, "aranıza, aranızda..." demektir. Cenâb-ı Hakk'ın "Onların arasından bir de ırmak fışkırtmıştık" (Kehf. 33) ve "Onlar evlerin aralarına kadar girip araştırdılar." (isra. 5) ayetlerindeki hilâl kelimeleri de böyledir. Bu kelimenin aslı, halel kelimesidir ki. halel kelimesi, iki şey arasındaki boşluk olup, bunun çoğulu hilâldir Hak teâlâ'nın. "Sonra görüyorsun ki yağmur bunların arasından çıkıyor... "(Nur. 43) buyruğu da bu manadadır. Bu ayetteki (Nur, 43) bu kelime, min hatedh şeklinde de okunmuş olup, yağmur tanelerinin kendisinden çıkıp döküldüğü yer anlamına gelir. Esmaî şöyle demektedir: "Arapça'da sen, aralarına girdiğin zaman, "Kavmin arasına girdim"; "evlerinin arasında, ortasında oturduk. " manasında olmak üzere de, denilir, denilir.

Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın buyruğu, "Lâf götürüp getirme ve fesad. çıkarma ile-.." manasında; ifadesi de, "sizin için fitne isterler..." anlamındadır. Esmaî şöyle demektedir: "Arapça'da, "onu benim için iste, taleb et!" manasında, denilir. O halde ifadelerinin manası aynıdır. Binâenaleyh, bir kimse (......) dediğinde bunun manası, "Arzuladığım o şey hususunda bana yardım et!. " demektir. Bu ayette geçen "fitne" kelimesi ise, söz birliğinin bulunmaması ve karışıklık çıkarma, anlamına gelir.

Bil ki, bu açıklamalara göre sözün neticesi şudur: "Onlar, şayet o müslümanların arasında savaşa çıkarlarsa, onlar, onlara "habâl"dan başka bir şey arttırmalar. "Habâl" ise, görüş ihtilaflarına sebebiyet veren bozgunculuk anlamındadır ki, bu, savaş esnasında sakınılması gereken şeylerin başında gelir. Çünkü, fikirlerde ihtilaf ve ayrılıklar meydana geldiğinde de hezimet ve hüsran pek kolayca tahakkuk eder. Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların, bununla yetinmeyip, aksine, ileri gelenler arasında söz götürüp getireceklerini, dedikodu yapacaklarını beyan buyurmuştur ki, bu şekilde ifsâd daha da çoğalacaktır. İşte bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, ayetiyle murad edilen husustur.

3) Cenâb-ı Hakk'ın "İçinizde onlara iyice kulak vereceklerde vardır.

buyruğunun ifade ettiği husustur. Bu hususta iki görüş bulunmaktadır:

a) "Aranız da sizden duyduklarını onlara ileten gözcüleri bulunmaktadır. " manası murad edilmiştir. Bu, Mücahid ve İbn Zeyd'in görüşüdür.

b) Katâde buna şu manayı vermiştir: "Aranızda, onların sözlerine kulak veren ve onların görüşlerini kabul edenler bulunmaktadır. " Binâenaleyh onlar onlara, kalblerinin zayıflamasına sebep olacak çeşitli sözler telkin ettiklerinde, berikiler o sözleri kabul eder ve bundan dolayı cihad işini lâyıkıyla yerine getirmede gevşeklik gösterirler.

Eğer, "Dinleri ve cihad niyetleri çok kuvvetli olduğu halde, mü'minler için böyle bir şey nasıl düşünülebilir?" denilirse, biz de deriz ki: Münafıkların sözlerinin, İslam'a yeni girmiş kimseler üzerinde tesirli olması imkansız değildir. Yine bazı kimselerin, korkak, gevşek ve zayıf kalbli olarak yaratılmış olması da imkansız değildir. Binaenaleyh münafıkların sözleri, bu gibi kimselere tesir eder. Yine, bazı müslümanların, ileri gelen münafıkların akrabaları olmaları ve bundan dolayı münafıkların onları pohpohlayarak, maksadlarından geri çevirme ihtimalleri de yok değildir. İşte bu sebeple, münafıkların reislerinin sözleri, onlar üzerinde tesir edebilir. Şöyle de denebilir: Münafıklar iki kısımdırlar: Birincisi, Mü'nafıklıkla yetinip, ayrıca yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışmayanlardır. İkinci grup ise, müminlere şüpheler ve asılsız haberler telkin ederek, birinci guruptakileri yeryüzünde fesat çıkarmaya sevkedenlerdir.

Allahü teâlâ daha sonra bu ayeti, "Allah o zalimleri çok iyi bilendir" diye bitirmiştir. Bu, "Allah, kâfir ve münafık olmak sureti ile kendi kendilerine zulmedenlerle, başkalarını çeşitli belalara ve ihtilaflara, çekişmelere düşürmek suretiyle, başkalarına zulmedenleri bilir" demektir. Allah en iyi bilendir.

Münafıkların Fitne Çıkarma Peşinde Olmaları

48

Âyetin tefsiri için bak:49

49

"Andolsun ki onlar bundan evvel de fitne peşine düşmüş ve senin hakkında birtakım işler çevirmişlerdi. Nihayet hak geldi ve onların hoşuna gitmemiş olsa da, Allah'ın emri ortaya çıktı. Onlardan kimi de, "Bana izin ver, beni fitneye düşürme" diyeceklerdir. Haberin olsun ki onlar zaten fitne çukuruna düşmüşlerdir. Cehennem o kâfirleri mutlaka çepeçevre kuşatacaktır".

Bil ki bu ayette, münafıkların tuzaklarından ve içlerinde sakladıkları kötü niyetlerden bir çeşidi mevzubahs edilmekledir. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Andolsun ki onlar bundan evvel de yani Tebük savaşından daha önce de. fitne peşine düşmüşlerdi" buyurmuştur. İbn Cüreyc, bunu şu şekilde anlatır: "Münafıklardan oniki tanesi Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i öldürmek için, Akabe gecesi Seniyyetu'l-Veda'da pusu kurmuşlardı Ayrıca denilmiştir ki: Ayetteki bu ifadeyle, Abdullah b. Übeyyin, Uhud Günü, yandaşları ile birlikte Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den ayrılıp gitmeleri kastedilmiştir. Bu ifadeye, "Onlar senin ashabını dinlerinden çevirip küfre döndürmeyi ve insanları senden ayırmayı isterler" manası da verilmiştir. Buna göre ayetteki "fitne" kelimesi ile, "daha önce sevgi ve muhabbet varken, ayrılığı doğuran ihtilaf" manası kastedilmiştir ki işte münafıkların, müslümanlar hakkında niyetlendikleri şey budur." Allah müslümanlan bu fitneden korusun (âmin).

Cenâb-ı Allah, "Senin hakkında birtakım işler çevirmişlerdir" buyurmuştur. "İş çevirmek", bir iş hususunda düşünüp tefekkür etmek için, onu evirip çevirmektir. Yani "Onlar senin aleyhine tuzaklar kurmak, sana karşı hile yapmak için çalışıp çabalarlar" demektir. Nitekim Arapça'da, çeşitli hileler yapan kimse hakkında "falanca huvvel ve kullebdir" denir, yani "envai türlü hileleri bilmekte mahir olduğu böylece anlatılır" demektir.

Allah Onların Hitelerini Fâş Eder

Allahü teâlâ daha sonra, "Onların hoşuna gitmemiş olsa da. Allah'ın emri ortaya çıktı" buyurmuştur. Bu, "O münafıklar, zahiren dinleri olan hak gelinceye kadar, çeşitli hile ve tuzaklar kurmaya, fitneleri deşmeye ve insanları dini kabulden soğutmaya devam ederler" demektir. Ayetteki "hak" kelimesi ile, "Kur'an" ve "Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in tebliği (dini)" murad edilmiştir. Sanki üstü örtülü imiş gibi olan Allah'ın emri artık ortaya çıkmıştır. Ayetteki, 'Allah'ın emri" ifadesi ile, Allah'ın ortaya çıkardığı ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şeriatının kuvvetlenmesinde müessir kıldığı sebepler kasdedilmiştir. O münafıklar ise bunu, yani hakkın gelmesini ve Allah'ın emrinin ortaya çıkmasını hoş görmüyorlardı. Bu ifadede, münafıkların şerrin yayılması için çalışıp çabalamalarının hile ve tuzaklarının bir tesiri olmadığına dikkat çekilmektedir. Çünkü onlar hile ve tuzak □eşinde oldukları müddetçe, Allah, onların hilelerini kendi ibaşlarına geçirmiş; gaye ve maksadlarını altüst etmiş ve istediklerinin zıddını yaratmıştır. Binâenaleyh durum geçmişte böyle olunca, gelecekte de böyle olacaktır.

Münafıklar Cihadı Fitne Sayarlar

Daha sonra Cenâb-ı Hak, 'Onlardan kimi de. "Bana izin ver, beni fitneye düşürme" buyurmuştur. Allahü teâlâ bununla, "Savaşa gitmeme hususunda bana müsaade et, savaşa çıkmamı emrederek, beni fitneye düşürme" manasını kastetmiştir. Alimler bu hususta şu izahları yapmışlardır:

1) "Beni fitneye düşürme" ifadesi, "Bana müsade etmemek suretiyle, fitneye yani günaha düşmeme sebep olma. Çünkü eğer sen beni savaşa katılmamaktan men edersen ve ben de senin iznin olmadığı halde savaşa gitmezsem, günaha düşmüş olurum" demektir. Bu manaya göre, o münafıkların bu sözü alay ederek söylemiş olmaları ihtimali olduğu gibi, ciddi olarak da söylemiş olabilirler. Çünkü o münafık, her ne kadar münafık da olsa -kesin inancı olmasa bile- en azından Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sâdık olduğu hususunda zann-ı galibi vardır.

2) Bu, "Beni ölüme sürükleme. Çünkü şu zaman, sıcakların şiddetli olduğu bir andır ve benim sıcağa tahammülüm yok" demektir.

3) Bu, "Eğer seninle savaşa gidersem, malım ve evlad-u iyalim helak olur" demektir.

4) Ced b. Kays "Ensar, benim kadınlara düşkün olduğumu bilir. Binâenaleyh sen, Rumların sarışın kızları yüzünden fitneye düşürme. Fakat sana, (savaşa) mal vererek yardım ederim. Benim yakamı bırak" demiştir. Bu kelime, tf'al babından, şeklinde de okunmuştur.

Cenâb-ı Allah, "Haberin okun ki onlar zaten fitne (çukuruna) düşmüşlerdir" buyurmuştur. Bu, "Onlar fitneye düşmekten sakınıyorlar ama, zaten fitnenin içine düşmüş haldeler. Çünkü en büyük fitne, Allah'ı ve Resûlullah'ı inkâr etmek ve mükellefiyetleri kabul etmemekte ısrar etmektir" demektir. Yine onlar, müslümanlara karşı muhalefette kalmışlar ve Allah'ın, nifaklarını açıklayacak ayetler indirerek kendilerini rezil ü rüsvay etmesinden korkmuşlardır. Übeyy b. Ka'b (radıyallahü anh)'ın Mushaf'ında bu kelime şeklinde (müfred olarak) geçmiştir. Çünkü ayetteki edatı lafzen müfred, mana itibarı ile cemidir. Meânî âlimleri şöyle demişlerdir:

Bu ifadede, Allah'ın, herhangi bir niyet ve gayeden ötürü isyan eden kimsenin o niyet ve maksadını Allahü teâlâ'nın mutlaka boşa çıkaracağına bir işaret vardır. Baksana, münafıklar bir fitneye düşmemek için savaşa katılmama yolunu tercih etmişler, Allahü teâlâ da onların fitnenin ta göbeğinde, içinde olduklarını ve zaten ona düşmüş bulunduklarını bildirmiştir.

Allahü teâlâ daha sonra, "Cehennem o kâfirleri mutlaka çepeçevre kuşatacaktır" buyurmuştur. Buna, "cehennem, Kıyamet günü onları kuşatır" manası verildiği gibi, "Kuşatma sebepleri şu anda mevcut olduğu için, onlar sanki şu anda cehennemin ortasındadırlar" manası da verilmiştir.

İslâm feylesofları şöyle demişlerdir: "Onlar, marifetullah, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve Kıyamet gününe iman nurundan mahrumdurlar. Onlar, dünya ve dünyevî mal-makam dışında, bir saadet ve kemale inanmazlar. Hem sonra onlar, halk arasında nifak, dini tenkid ve peygambere kötülük yapmayı düşünme işleri ile meşhurdurlar. Onlar İslam devletinin devamlı olarak gelişip yüceldiğini ve kuvvetinin arttığını görüp müşahede ediyorlar, böylece de canları, malları ve evlâd-u iyalleri hususunda çok endişe ediyorlardı. Velhasıl onlar her türlü ruhi ve manevi mutluluktan mahrum olmuşlar, böylece de dünya menfaatleri hususunda çok şiddetli bir korkuya düşmüşlerdi. İleri derecedeki cehaletle birlikte bulunan böyle bir korku ise, ruhi cezaların en büyüğüdür. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, münafıkların bu hallerini, "Cehennem o kâfirleri mutlaka çepeçevre kuşatmıştır" diye anlatmıştır."

Musibet Geldiğinde Münafıkların Tutumu

50

Âyetin tefsiri için bak:51

51

"Eğer sana bir iyilik isabet ederse, bu onların hiç hoşuna gitmez. Eğer sana bir musibet gelirse. "Biz. daha önceden tedbirimizi almışızdır" derler ve böb'ürlene böbürlene dönüp giderler. De ki: "Allah'ın bizim için yazıp (takdir ettiğinden) başkası asla bize erişmez. O. bizim Mevlâmızdır. Öyleyse, mii'minler sadece Allah'a tevekkül etsinler"

Bil ki bu. münafıkların tuzaklarından ve içlerinde sakladıkları pisliklerden bir diğer çeşididir. Bunun manası şöyledir: "Eğer, bir savaşta sana, ister bir zafer ve ganimet, ister etrafındaki bir krallığın sana boyun eğmesi şeklinde bir iyilik isabet ederse, bu, o münafıkları üzer Ama başına bir bela, bir sıkıntı, bir felaket, bir kötülük ve bir musîbet gelirse, onlar buna sevinerek, "Biz, evvelden beri yapmakla meşhur olduğumuz işi yapmıştık, yani uyanık davranarak tedbirimizi almıştık" derler." Ayetteki, "daha önceden" tabiri, "bu musibetten önce" demektir. Onlar bu sözü söyledikleri o toplantı yerinden dönüp, sevinçli olarak ve böbürlenerek kendi ailelerinin yanına giderler. İbn Abbas (radıyallahü anh) ayetteki "hasene" (bir iyilik) ve "musibet" kelimelerini. Bedir'deki iyilik ve Uhud'da uğranılan musibet diye tefsir etmiştir. Eğer muradın bu mana olduğu bir haber ile sabit ise, bu manayı tercih etmek gerekir. Aksi halde bunları, her türlü iyilik ve her türlü musîbet manasına hamletmek gerekir. Çünkü münafıkların bilinen genel halleri, her iyilik ve her musibete karşı Allah'ın bahsettiği gibidir.

Allah'ın Takdirinden Başkası Olmaz

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "De ki: "Allah'ın bizim için yazıp (takdir ettiğinden) başkası asla bize erişmez" buyurmuştur. Bu hususta birkaç görüş vardır:

Birinci görüş: Mana, "Bize isabet eden, her türlü hayır ve şer, korku ve ümid, bolluk ve darlık, bizim için takdir edilmiş ve Allah katında yazılmıştır. Bütün bunların Allah katında yazılıp takdir edilmiş olması, hepsinin Allah tarafından bilindiğine ve böyle hükmedildiğine delâlet eder. Çünkü Allah'ın dışında bütün varlıklar, "mümkin"dir. Mümkin varlığın, varlığı ancak vacibu'l-vücudun (Allah'ın) tercihi ile, yokluğuna tercih edilmiştir. "Mümkin" olan bütün varlıklar, Allah'ın kaza ve kaderine dayanır.

Bil ki âlimlerimiz bu ayetle, Allah'ın kazasının bütün "muhdes" varlıkları kapsadığı ve Allah'ın hükmettiği birleyin değişmesinin mümkün olmadığına istidlal etmişlerdir. Bunu birkaç yönden izah edebiliriz:

a) Mevcud varlıklar, ya vacibu'l-vücûd, ya mümkinü'l-vücûddur. Mümkin olan varlıkların iki tarafından birinin, diğerine kendiliğinden üstün gelmesi imkansızdır. Öyleyse bu hususun, zatı gereği vâcib olanın tercihine dayanması gerekir. Zâtı gereği vâcib olan varlığın dışındaki herşeyin, o yüce varlığın yaratması, tesiri ve var etmesi ile olması gerekir. İşte bundan ötürü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Kader kalemi, Kıyamete kadar olacak şeyleri yazmış, mürekkebi kurumuştur " Keşfu'l-Hafa, 1/332 buyurmuştur.

b) Allahü teâlâ, bütün bu halleri, Levh-i Mahfuz'da yazmış olduğuna göre, onları bilmiş ve onlara bu şekilde hükmetmiştir. Binaenaleyh iş, takdir edildiğinin aksine olacak olsa, o zaman Allah'ın ilmi, cehalete; doğru ilmi, yalana dönüşmüş olur.

Halbuki bütün bunlar imkansızdır. Biz bu konuyu, (Bakara. 6) ayetinin tefsirinde uzunca anlattık.

Eğer denilse ki: "Allahü teâlâ bu sözü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in üzülmesinden ve başına gelen musibetlerden dolayı münafıkların sevinmelerine karşı, peygamberini teselli için zikretmiştir. Öyleyse bu izahın ayetle ne ilgisi var?" Biz deriz ki: "Bunun sebebi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Kim Allah'ın kader ile ilgili sırrını bilirse, ona musibetler kolay gelir" hadis-i şerifinde anlattığı husustur. Çünkü insan, vaki olan şeyin, vaki olmamasının imkansız olduğunu bildiği zaman, nefsindeki karşı koyma zail olur ve olana razı olma hali meydana gelir.

İkinci görüş; Mana, "Bizim düşmana galip ve üstün gelme işimizde, bize ancak Allah'ın yazdığı şey isabet eder" şeklindedir. Bu ifadenin gayesi, peygamberin ve müslümanların halleri, her nekadar sevinç ve keder arasında değişse de, neticede üstünlüğün, fethin ve zaferin onlar tarafında olacağını münafıklara bildirmektir. Bu, münafıkları öfkelendirir ve onların bu sevincini kursaklarında bırakır.

Üçüncü görüş: Zeccâc şöyle demiştir: "Bu ifade, "Biz mağlûb olduğumuz zaman, büyük bir ecre ve büyük bir mükafaata müstehak oluruz. Galip geldiğimizde ise, âhirette mükafaata, dünyada büyük mal ve ganimet ile şan-şeref elde ederiz. Durum böyle olunca da, bu yüce dereceleri kazanma hususunda, öyle musîbet ve sakıntılara katlanılır" demektir'Bu görüşlerin hepsi de güzel ise de, birinci görüş daha doğru ve gerçektir.

Daha sonra ayette "O bizim mevlâmızdır" buyurulmuştur. Bununla kastedilen, âlimlerimizin de söylediği gibi, şu manadır: 'Âlemin mâliki ve yaratıcısı olduğuna ve hiçbir fiiline itiraz edilemeyeceğine göre, Allahü teâlâ'nın, âlemde istediği ve dilediği şekilde tasarrufta bulunması, pek güzel ve yerindedir." İşte bu izah da. daha önce geçen şeyle, görüşle, tıpatıp uyum halindedir. Bundan dolayı biz diyoruz ki: Allahü teâlâ. kullarından bazısına şayet çeşitli musibetler, belalar verirse, onlara razı olmak gerekir. Çünkü Allah, onların mevlaları, onlarsa O'nun kullarıdır. Binâenaleyh, Allah tarafından yapılan o tasarruflar, sırf O'nun, onların mevlâsı olması ve fiillerinden herhangi birinde kendisine itiraz edilememesi sebebiyle, güzel ve yerindedir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Öyleyse, mü'minler sadece Allah'a tevekkül etsinler" buyurmuştur. Bu, "Her ne kadar, kullarından herhangi birisinin Allah üzerinde vacib olan herhangi bir hakkı yok ise de, ancak ne var ki O. bununla birlikte rahmeti geniş, fazl-ü ihsanı çok olandır. Öyleyse, mü'min kimsenin, esasen sadece O'na tevekkül etmesi ve O'nun fazl-ü kereminden ümit kesmemesi gerekir " anlamındadır. Zira Cenâb-ı Hakk'ın, "Öyleyse, mü'minler sadece Allah'a tevekkül etsinler" ayeti, hasr ifade eder. Bu, münafıkların hallerinin, mü'minlerin hallerine uymadığı ve onların, sadece dünyevi sebeplere, geçici olan dünyevi izzetlere tevekkül edip, onlara güvendiklerine adeta dikkat çekmektedir.

Mümine İki Güzel Şeyden En Az Biri Verilir

52

"De ki: "Siz. bize iki güzel şeyden birinin gelmesinden başkasını mı bekliyorsunuz? Halbuki biz Allah'ın size ya kendi katından, yahud bizim elimizle bir azâb getireceğini bekliyoruz.. Haydi siz gözetleyip durun, biz de sizinle beraber bekliyoruz".

Bil ki bu, münafıkların mü'minlerin başına gelen musibetlere sevinmelerine karşı verilen ikinci cevaptır. Bu böyledir. Çünkü müslüman savaşa çıktığında, eğer mağlup olur, öldürülürse, dünyada güzel bir isim, ahirette de, Cenâb-ı Hakk'ın şehidler için hazırlamış olduğu büyük bir mükâfaat elde etmiş olur. Yok eğer galip gelirse, dünyada helâl mal (ganimet) ile, kahramanlık, saltanat ve kuvvet demek olan güzel bir nam ile büyük âhiret mükâfaatı elde eder. Ama münafığa gelince, evinde oturup kalırsa, kınanır ve korkaklığa, gevşekliğe, kalbî zayıflığa ve kadınların, çocukların, acuzelerin müşterek olduğu, dünyada âdî olan şeylerle yetinme ahlâkına izafe edilir. İşi gücü bu değersiz şeylerle uğraşmak olur. Sonra bunlar, kendileri çoluk-çocuklan ve malları hususunda devamlı bir endişe içinde olurlar. Bunlar öldüklerinde, âhirette, Kıyamette devamlı bir azaba dûçâr olurlar. Eğer Cenâb-ı Hak, dünyada iken onların öldürülmelerine izin verirse, onlar öldürülme, esir alınma ve mallarının yağmalanması gibi şeylerin içine düşer ve böylece de dünyadan cehennem azabına geçerler. Binâenaleyh münafık, mü'min hakkında bahsedilen iki durumdan birini gözetir durur. Halbuki bu iki durumun her biri de, yüce, kıymetli ve şereflidir.

Münafığın. Akibeti İki Kötüden Biridir

Müslüman da, münafığın bahsedilen şu iki durumundan birini gözetir. Bu iki durum, hor ve hakirlik içinde, rezilü rüsvay olarak dünyada kalmak; yahut da bu hor ve hakirliğın yanısıra, öldürülmeleri, mallarının yağmalanması ve böylece ahiret azabına geçmeleridir. Bu iki durumun herbiri son derece âdî ve değersizdir.

Daha sonra Cenâb-ı Allah, münafıklara. yani, "siz bizim için, şu iki şerefli halden birisini gözetleyedurun! Çünkü biz de sizinle beraber, sizin o iki âdî ve değersiz halden birisine düşmenizi bekleyip duruyoruz' (de)" buyurmuştur. Vahidî şöyle demiştir: "Arapça'da birisi, bir insanın başına bir kötülük gelmesini bekleyip durduğunda, denilir." Bu hususta, daha önce izah geçmişti. Meânî âlimleri şöyle derler: Terabbus, birşeyin zamanının gelmesini gözleyip durmaktır. İşte bundan ötürü, bir kimse, malının (yiyeceğinin) fiyatının artmasının zamanını beklemeye takılıp kaldığında denilir. "Hüsnâ", "ahsen" (daha iyi ve güzel) kelimesinin müennesidir.

Alimler ayetteki, "kendi katından yahut bizim elimizle bir azap" buyruğunun tefsiri hususunda ihtilaf etmişlerdir. "Allah katından, yani Allah'ın onların başına dünyada iken indireceği bir azab; bizim ellerimizle, yani Allah'ın sizi öldürmemize izin ve müsaade vermesiyle olacak bir azab" manası verildiği gibi. "Allah katından bir azab" tabirinin, dünya ve âhiret azabını kapsadığı, yahut "ellerimizle" ifadesinin ise "öldürülmeyi" ifade ettiği de söylenmiştir. Buna göre eğer, "Şayet onlar münafık iseler, zahiren mü'min olduklarını söyledikleri için, onları öldürmek helal değildir. Öyle ise Cenâb-ı Hak, niçin böyle buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki: "Hasan el-Basrî, "bizim elimizle bir azab" tabirine, "Şayet münafık olduğunuz ortaya çıkarsa, ellerimizden tadacağınız bir azab..." manasını vermiştir. Çünkü onların münafık oldukları ortaya çıktığında, onlar mü'minler için bir harbî (kendilerine karşı savaşılacak kimse) olma bakımından, tıpkı diğer müşrikler gibi olurlar. Ayetteki, "gözetleyip durun" ifadesi, bir emir sîgası ise de, bununla bir va'id murad edilmiştir. Bu tıpkı, "Tat o azabı! Çünkü sen. (evet iddianca) çok ulu ve çok şerefli idin!" (Duhan. 49) ayetinde olduğu gibidir.

Münafığın İnfakı Kabul Edilmez

53

"De ki: "Gerek gönül rızasıyla infâk edin, gerek istemeyerek. Sizden, hiç birşey kabul olunmayacak. Çünkü siz, fâsıklar güruhundan oldunuz".

Bil ki Allahü teâlâ, önceki ayette, o münafıkların akıbetlerinin, hem dünyada, hem de âhirette azâb olduğunu bildirince, bu ayette de, her türlü iyiliği yapsalar bile, ahirette bundan fayda göremiyeceklerini beyan buyurmuştur. Bu ayetin gayesi, dünya ve âhiretteki azab sebeplerinin, münafıklar hakkında bir araya geldiğini, rahat ve hayır sebeplerinin ise hem dünyada, hem âhirette onlardan zail olduğunu beyan etmektir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Hamza ve Kisâî, hem bu ayette, hem de Nisa ve Ahkâf sûrelerinde kelimeyi, kâf harfinin zammesi ile kürhen; Asım ve İbn Âmir, Ahkâf suresinde, "sıkıntı ve meşakkat" manasına olmak üzere yine kâfin zammesiyle kürhen; Nisa suresinde ve burada "ikrah" (zorlamak) manasında fethalı olarak "kerhen"; diğer kıraat imamları ise hepsinde de kâfin fethası ile kerhen şeklinde okumuşlardır. Kelimenin bu iki kıraatinin, aynı manaya gelen iki kulanıllışı, olduğu söylendiği gibi, kâfin zammesi ile, "sıkıntı ve meşakkat" manasına; fethası ile def "ikrah" manasına geldiği de söylenmiştir.

İkinci Mesele

İbn Abbas (radıyallahü anh), bu ayetin, Ced b. Kays'in, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Bana müsaade et, savaşa katılmayayım. Sana şu malımla yardım ederim" dediği zaman, onun hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Bil ki, ayetin nüzul sebebi hususî ise de, hükmü umumidir. Bundan dolayı. "'Gerek gönül rızasıyla infâk edin. gerek istemeyerek..." tabiri, her ne kadar zahiren emir şeklinde ise de, bir şart ve ceza (cevap) manasındadır. Bunun manası, "ister isteyerek, ister isteksiz olarak infâk edin. yaptığınız infâk kesinlikle kabul olunmayacaktır" şeklindedir. Bil ki haber ve emir şeklindeki cümleler, birbirine yakındırlar. Binâenaleyh bunların herbirinin, diğeri yerinde kullanılması güzel ve yerindedir. Emir cümlesinin, haber makamında kullanılışı, hem bu ayette, hem de "Onlar için ister istiğfar et, ister etme.." (Tevbe. 80) ve "De ki: "Kim sapıklık içinde ise. Rahman (Allah) ona yardım etsin" (Meryem. 75) ayetlerinde olduğu gibidir. Haber sîgasının, emir yerinde kullanılışı ise, "Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme müddeti beklerler (yani beklesinler)"(Bakara, 228) ve "Anneler, çocuklarını iki bütün yıl emzirirler" (yani emzirsinler)" (Bakara. 233) ayetlerinde olduğu gibidir. Nitekim

Kuseyyir de "Ey sevgili, bize ister cevr-ü cefa et. istersen iyi davran!.. O sevgili bize kızıp buğzetse de, biz onu ne kınarız, ne de ona buğzederiz..." demiştir.

Cenâb-ı Hak, tav'an ev kerha "Gerek gönül rızasıyla gerek istemeyerek" buyurmuştur. Bu iki masdar ile ism-i fail manası kastedilmiştir. Yani bunlar, "isteyenler veya istemeyenler olarak" demektir. Bu hususta iki izah yapılmıştır:

a) "İsteyenler" yani, kendilerine Allah ve Resülullah tarafından yüklenmiş bir mecburiyet olmaksızın (infâk edenler) demektir. Yine "istemeyenler olarak", "Allah ve Resülullah tarafından zorlanılmış olarak" demektir. Onlar münafık oldukları için, mecburiyet onlar hakkında ikrah (zorlama) gibi olmuştur. Binâenaleyh Allah'ın onlara infâkı vâcıb ve mecbur kılması, tıpkı' bir zorlama gibi onlara zor gelmiştir.

b) Bunun takdiri, "Liderlerinizden bir zorlama olmaksızın, kendiniz isteyerek, yahut onlarca zorlanmış olarak..." şeklindedir. Çünkü münafıkların reisleri, kendilerine uyanları, infakta bir fayda gördükleri için, onları infâka zorluyorlardı.

Cenâb-ı Hak daha sonra, "Sizden hiç bir şey kabul olunmayacak" buyurmuştur. Bu ifade ile, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, onlardan infak edecekleri malları kabul etmemesi kastedilmiş olabileceği gibi, infâk edilen o malların Allah katında makbul olmayacakları manası da kastedilmiş olabilir.

Daha sonra Allahü teâlâ, "Çünkü siz, fâsıklar güruhundan oldunuz" buyurmuştur. Bu, infak ettikleri mallarının kabul edilmeyişinin, onların fâsık olmaları yüzünden olduğuna bir işarettir. Cübbâî şöyle demektedir: "Ayet, fasıklığın, taat ve ibadetleri boşa çıkardığına delâlet etmektedir. Zira Allahü teâlâ, onların infaklarının kesinlikle kabul edilmeyeceğini beyan buyurmuş ve bunu onların fasık olmalarına bağlamıştır. Kabulün manası, mükâfaat vermek, medh-ü sena etmektir. Binâenaleyh bunlar kabul edilmeyeceğine göre, bu kabul edilmeyiş, "Onlar için herhangi bir medih ve mükâfaat yoktur" manasına getir. Cenab-ı Hak bunu fasıklığa bağlayınca, bu, fıskın mükâfaat ve medhin olmayışında müessir olduğuna delâlet eder." Cübbâî, bu hususu, daha sonra bu konudaki meşhur şu delili ile te'kid etmiştir: "'Fısk, devamlı bir kınamayı ve ikâbı; taat ise devamlı bir medh ve mükâfaatı gerektirir. Bu ikisini birlikte bulundurmak imkansızdır. Şu halde bunların hakettirecekleri şeylerin de birlikte bulunması imkansızda."

Bil ki Cübbai'ye düşen, Cenâb-ı Hakk'ın bu şüpheyi en beliğ bir şekilde gidermesinden sonra, böyle bir istidlalde bulunmaması idi. Şüpheyi gideren bu şekilde, Hak teâlâ'nın, "İnfaklarının onlardan kabul edilmesine mani olan, (başka birşey değil), ancak Allah ve Resulünü inkâr edip. namaza üşene üşene gelmeleridir" (Tevbe. 54) ayetinin ifade ettiği husustur. Böylece Allahü teâlâ, onların amellerinin kabul edilmeyişinde tesirli olan esas şeyin sadece inkârları olduğunu açıkça beyan buyurmuştur. Bu durumda ayetin bu tabiri fasıklığın (günahın), tâatları boşa çıkarmadığına delâlet eden en açık bir delil olur. Zira Allahü teâlâ, "Çünkü siz, fâsıklar güruhundan oldunuz" buyurunca, sanki birisi ona bir soru sorarak, şöyle demiştir: "Bu hüküm, işlerin fısk olarak damgalanmasına dair hüküm ile mi mualleldir (sebeplendirilmiştir), yoksa o işlerin, bu fısk sebebiyle nitelendirilmesi itibariyle hususi hüküm ile mi mualleldir? Allahü teâlâ bu şüpheyi giderecek tarzda şöyle cevap vermiştir: "Kabul etmeme genel hüküm halinde îısk sebebine bağlı olmayıp, buradaki özel durumuna yani o fıskın küfür olması durumuna bağlıdır. Öyleyse bu tarzdaki istidlalin batıl olduğu meydana çıkar.

54

"İnfaklarının onlardan kabul edilmesine manî olan (başka birşey değil), sırf Allah'ı ve Resulünü ipkar edip. namaza üşene üşene gelmeleridir. Onlar. ancak isteksiz olarak infakta bulunurlar"

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Fısk Konusunda Mu'tezile'nin Yanlışı

Bu ayet, infakların kabul edilmeyişinde, fıskın, bir fısk olarak tesiri olmadığına açıkça delalet etmektedir. Bu da. demin özetlediğimiz ve açıkladığımız üzere, Mu'tezile'nin görüşünün bâtıl olduğu hususunda açık bir delildir.

Başlıca Münafıklık Sıfatları

Ayetin zahiri, şu üç şeyin yani Allah ve Resûlullah'ı inkâr, namazı ancak üşene üşene kılmak ve isteksiz olarak infakta bulunma hususlarının topunun birden bulunuşunun, bu kabul edilmeyişe sebep olduğuna delâlet etmektedir.

Bir kimse şöyle diyebilir: "Allahı inkâr etmek, onların infaklarının kabul edilmeyişinde, tek başına yeterli bir sebeptir... Böyle, tek başına bir sebebin bulunması halinde, diğerlerinin herhangi bir tesiri kalmaz.., Şu halde bu hüküm, diğer iki sebebe ayrıca nasıl isnâd edilebilir?"

Cevap: Bu problem, Mutezüe'nin görüşüne yöneliktir.. Çünkü onlar, "Küfür, bir küfür olduğu için bu hükme tesir eder" demektedirler. Ama bize göreyse, fiillerden herhangi bir şey, muhakkak olarak ne mükâfaatı ne de ikâbı gerektirmez. Bunlar, ancak birtakım tarif edicilerdir. Aynı şey üzerinde, müteaddit tarif edici bulunması imkânsızdır. Hatta biz diyoruz ki Hiç şüphesiz bu, bu fiillerin bu hükümlerde, kendilerine raci pek çok durumdan dolayı müessir olmadığına dair yakînî ve katî delillerin en kuvvetlilerindendir. Bunun delili de şudur: "Allahü teâlâ, o münafıklarda bu üç şeyin bulunduğunu beyan etmiştir. Şayet bunlardan herbiri, bu hükmün, tam bir mucibi, gerekçesi olsaydı, o zaman tek bir netice üzerinde, pek çok müstakil sebebin içtima etmesi, müessir olması gerekirdi. Halbuki bu, imkânsızdır. Çünkü eser (malûl), o sebeplerden herbiri sayesinde, diğerlerinden müstağni olabilir. Binaenaleyh eserin, bütün müessirlerin, aynı anda hem tamamen muhtaç, hem de tamamen onlardan müstağni olması lazım gelir ki bu da muhaldir. Böylece, bu fiillerden herbirinin, o hükümlerde müessir olduğunu söylemek, bizi muhale, imkânsızlığa götürür. Dolayısiyle, bunun böyle olduğunu söylemek bâtıl olur.

İmansız Amel Makbul Değildir

Bu ayet, Allah'ı inkâr eden kimsenin, iyi amellerinden herhangi bir şeyinin, Allah katında makbul olamayacağınadelâlet etmektedir.

Her Amelin Fayda Veya Zararı Meselesi

Buna göre şayet, bu ayetle Cenâb-ı Hakk'ın, "İşte kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa, onun mükâfaatını görecek..."(Zilzal. 7) ayetinin arası nasıl uzlaştırılabilir?" denilirse, biz deriz ki:

Bunu, "Cezanın hafifletilmesinde müessir olmak" manasına yorumlamak gerekir.

Yine ayet, namazın kâfirlere de vâcib olduğuna delâlet etmektedir. Eğer böyle olmasaydı, Cenab-ı Hak, onları (o münafıkları) üşene üşene namaz kılmalarından dolayı tenkid etmezdi.

Eğer bu hususta muarızlar: "Zemmi, tenkidi gerektiren, namazı terketmek değil, aksine o namazı, kıyam ve kuûd gibi diğer rükûnlarını tembel bir şekilde ifa etmeleridir. Onların (mü'minlerin) tembel bir şekilde kuudları, taatlarının kabulüne mani olmadığı gibi, namaz onlara vâcib olmasa dahi, kıyam ve kuûd onların (kılmaları halinde) namazlarında da vâcibtir" denilmesi niçin caiz olmasın? Derlerse...

Namazdaki Üşengeçliğin Tahlili

Küsâlâ lafzının tefsiri, Nisa süresindeki 142. ayetin tefsirinde geçmişti. Keşşaf sahibi, gerek kâfin dammesi, gerekse fethasıyla olan kusâlâ ve kesâlâ lafzının, keslân kelimesinin çoğulu olduğunu, bunun tıpkı, sekran (sarhoş) ve hayran (şaşkın) kelimelerinin çoğulu olan sükârâ ve huyâra kelimeleri gibi olduğunu söylemiştir. Müfessirler şöyle demektedirler: "Burada geçen (tembellik) küsâla kelimesinin manası, "Şayet o, bir toplum içinde bulunursa, namaz kılar, yok eğer yalnız başına olursa kılmaz" şeklindedir." Musannif (Râzî) şöyle demektedir: "İşte bu manadır ki onların taatlarının kabul edilmeyişinde müessir olmaktadır. Çünkü bu mana, o kimsenin, namazını, Allah'ın emri olan bir taat olarak kabul edip kılmadığına, onun o namazı, sadece insanların kınamasından çekindiği için kıldığına delâlet eder. Bu kadarcık bir şey, onun küfrüne delâlet etmez. Ama, Cenâb-ı Hak bu hususu, onları küfürle tavsif ettikten sonra zikredince, bu, o tembellik ve üşenmenin, onların ancak, o namazın vâcib olmadığına inandıkları için meydana geldiğine delâlet eder ki, işte küfrü gerektiren de budur."

Zekât Gönül Ferahlığı İle Verilmelidir

Ayet-i kerimedeki "Onlar, ancak isteksiz olarak infakta bulunurlar..." buyruğunun manası, "Onlar, Allah'a itaat maksadıyla infak etmeyip, aksine zahirî bir menfaat gözettikleri için infâkta bulunurlar " şeklindedir. Bu böyledir, zira onlar, infâkı, boşa yapılmış bir harcama ve bir ziyan addederler ki, bu da, zekât verirken ya da Allah yolunda bir harcamada bulunulurken, nefsin hoşnut olması gerektiğini gösterir. Zira Allahü teâlâ, münafıkları, infâkı gönülden istemeyip kerih görmelerinden dolayı kınamıştır. Bu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "mallarınızın zekâtını, gönülleriniz hoşnut olarak veriniz" hadisinin ifade ettiği husustur. Binâenaleyh bir kimse, zekâtını, hoş karşılamayarak, istemeye istemeye verirse, bu küfür ve nifak alâmetlerinden olmuş olur. Musannif (Râzî), sözünü şöyle sürdürmektedir: "Bu bahislerin neticesi, tâatların özünün, onları sırf kulluk maksadıyla yapmak ve taâtta tam inkıyâd içinde bulunmak olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh, şayet kişi bu tâatlarını bu maksatla yapmazsa, onda herhangi bir fayda olmaz; aksine çoğu kez bu, onu yapan üzerine bir yük olmuş olur.

Beşinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın buyruğunu.Hamza ve Kisaî, yukbele; diğer kıraat imamları ise, müennes sîğasıyla tukbele şeklinde okumuşlardır. Fiili müzekker okuyanlar, nefekât kelimesini, (müzekker olan) infak manasına alarak okumuşlardır. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, (Bakara, 275) ayetinde olduğu gibidir. Bunu, bu fiili müennes okuyanlar ise, bu fiilin bir müennes isme isnad edilmiş olmasından dolayı böyle okumuşlardır. Keşşaf sahibi, bu kelimenin hem müfred, hem de cemî sîğasıyla nefekâtühüm ve nefeketühüm şeklinde okunduğunu söylemiştir, Sülemî de, fiilin failini Allah kabul ederek, "Allah'ın onlardan, nafakalarını kabul etmesi (...)" şeklinde okunmuştur..

Kâfirlerin Servetine İmrenmeyiniz

55

"Artık onların ne malları, ne evlâdları seni imrendirmesin. Allah bunlar sebebiyle ancak kendilerini dünya hayatında azaba çarptırmayı ve canlarının, kendileri kâfir olarak, güçlükle çıkmasını murad eder.

Bil ki Allahü teâlâ, önceki ayette, münafıkların, bütün ahiret menfaatlarından ümidlerini kesince, onların, faydasını umdukları şeylerin ancak dünya hayatında olduğunu beyan buyurmuştur. Çünkü Allahü teâlâ o şeyleri, onların bu dünyada tazim edilmelerinin, aynı zamanda da, sıkıntı ve belâların onlar üzerinde toplanıp bir araya gelmesinin sebebi kılmıştır. Binâenaleyh, kim bu ayetleri iyiden iyiye düşünürse, bunların çok güzel bir biçimde sıralanmış olduklarını anlar. Çünkü yüce Allah, onların fiillerinin çirkinliğini, amellerinin de rezilliğini beyan buyurunca, onlar için ahirette meydana gelecek olan çok şiddetli azâb ile, bu dünyada meydana gelecek çeşitli bela ve sıkıntıları da beyân etmiştir. Bundan sonra da, onların yapmış oldukları o iyi amellerden, ahirette kesinlikle yararlanamıyacaklarını açıklamıştır. Daha sonra bu ayette de, onların, dünyevi faydalardan addettikleri o şeylerin, gerçekte onların azap ye belâya uğramalarının ve sıkıntılarının artmasının bir sebebi olduğunu beyân buyurmuştur. Bu durumda da. nifakın, gerek dini, gerekse dünyevi hususlarda, bütün afetleri ve bütün belâları celbettiği ve gerek dinî gerekse dünyevi hususlardaki bütün hayırları iptal edip boşa çıkardığı ortaya çıkar. İnsan, bu tertibe iyice vakıf olunca, sözü, bundan daha güzel bir biçimde sıralamanın mümkün olamıyacağını anlar. Muvaffakiyet ancak Allah'dandır. Bu hususta birkaç mesele vardır:

Ayetteki Hitap Meselesi

Bu hitâb, zahirde her ne kadar Hazret-i Peygamber'e tahsis edilmisse de, ancak ne var ki aslında bundan maksat, bütün mü'minlerdir. Yani, "Ey mü'minler, o münafık ve kâfirlerin mallarına, çocuklarına ve Allah'ın onlara vermiş olduğu diğer nimetlere imrenmeyiniz" demektir. Bunun bir benzeri de, "Onlardan bir sınıfa, kendilerini fitneye düşürmemiz için, faidelendirdiğimiz bu dünya hayatına ait zinetlere ve debdebelere sakın gözlerini dikme..." (Taha, 131) ayetidir.

İ'cab: Kendini Beğenme

İ'cab kelimesi, bir çeşit iftihar duyarak ve başkasında da, ona denk herhangi bir şeyin bulunmadığına inanarak, bir şeyden ötürü sevinmektir. İşte bu durum, nefsin, o şeye gark olduğuna ve Allah'tan uzaklaştığına delâlet eder. Çünkü Allah'ın hükmünde, o şeyi o insandan alıp başkasına vermesi uzak bir ihtimal değildir. İnsan, işte her ne zaman bu hususu düşünürse, onun, herhangi bir şeyden dolayı kendisini beğenme hali yok olur. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Şu üç şey helak edicidir: İtaat olunan hırs: tabi olunan hevâ, heves: ve kişinin kendisini beğenmesi..." Benzeri bir hadis: İbn Mâce, Fiten. 21 (2/1331). buyurmuştur.

Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "müksirön. helak olmuştur... " Kenzu'l-Ummâl, 3. Cilt. 6286- hadis. ve Senin malından ancak, yeyip bitirdiğin. giyip eskittiğin veyahut da tasadduk edip de üzerinde durmadığın senindir..." Müslim, Zühd, 3 (4/2273): Tirmizi, Zühd. 31 (4/572) buyurmuştur. Ubeyd b. Umeyr'in Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet ettiği merfû bir hadiste Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kimin malı çok olursa. (Kıyamette) hesabı da zor olur. Kimin alışverişi çok olursa, şeytanları da çok olur. Kimin sultana (idarecilere) yakınlığı artarsa, o nisbette de Allah'dan uzaklığı artar." Müsned, 2/371.

Bu konuya uygun hadisler pek çoktur. Bu hadislerin gayesi, insanı dünyaya meyletmekten alıkoymak ve dünya sevgisi uğruna kendisini adetâ helak etmesinden ve onunla böbürlenmekten men etmektir.

Bazı muhakkik âlimler şöyle demişlerdir: Varlıklar, aklın taksimine göre dört kısımdır:

a) Ezelî ve ebedî olan varlık. Bu, Allah celle celâluhudur.

b) Ne ezelî, ne de ebedî olan. Bu, dünyadır.

c) Ezelî olup, ebedi olmayan:. Böyle birşeyin var olması imkansızdır. Çünkü deliller ile ezelîliği sabit olan bir şeyin, ademinin (yok olmasının) imkansız olduğu sabit olmuştur.

d) Ebedî olup, ezelî olmayan. Bu da âhiret hayatı ve bütün mükellef varlıklardır. Çünkü ahiretin bir başlangıcı vardır, ama sonu yoktur. Mükellef varlıklar da böyledir. İster itaatkâr olsun ister günahkâr olsun, onun hayatının bir başlangıcı vardır, ama sonu yoktur.

Bu sabit olunca, mükellef insan ile ahiret arasında mevcut olan münasebetin, insan ile dünya arasındaki münasebetten daha sıkı olduğu sabit olur. Yine bundan, insanın dünya için değil, âhiret için yaratılmış olduğu; binâenaleyh onun dünyaya fazla hayranlık duymaması ve kalbinin dünyaya meyletmemesi gerektiği ortaya çıkar. Çünkü onun gerçek yurdu, dünya değil, âhirettir.

Ayet-i kerimedeki "Allah, bunlar sebebiyle ancak kendilerini dünya hayatında azaba çarptırmayı murad eder" buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Nahiv âlimleri şöyle demişlerdir: Bu ayette, muhzuf bir ifade bulunmaktadır. Sanki şöyle denilmektedir: "Allah, sırf onlara azab etmek için, bu dünyada onlara mühlet vermeyi murad eder." Yine ayetteki ta'lil lâm'ının, "Allah size açıkça bildirmek diler" (Nisa.26) ayetindeki lâm gibi, (......) manasına olması da mümkündür. (Yani "Onlara azab etmeyi" manasındadır.)

İkinci Mesele

Mücâhid, Süddî ve Katâde şöyle demişlerdir: "Ayette bir takdim-tehir bulunmaktadır. Buna göre ayetin takdiri şu şekildedir: "Sakın, onların malları ve çocukları seni dünya hayatına imrendirmesin. Muhakkak ki Allahü teâlâ, bu mal ve çocuklardan dolayı onlara âhirette azab etmeyi murad ediyor."

Kâdî şöyle demiştir: "Burada iki soru bulunmaktadır:

1) Şöyle denilebilir: "Mal ve evlâd, bir azab olamazlar. Bilakis bunlar, Allahü teâlâ'nın kullarına olan nimetleri cümlesindendir. Bu güçlüğü gidermek için, âlimler takdim-te'hir çaresine başvurdular. Oysa bu çare müşkili halletmez. Zira bu takdim-te'hirden sonra şöyle denilebilir: "Mal ve evlat nasıl azab olabilir?" Öyleyse, onların ister istemez kelamda bir hazf bulunduğunu söylemeleri gerekir. Mesela onlar, azaba sebep teşkil etmeleri itibariyle, onlarla azaplandırmayı kasdetmiş olduğunu söyleyebilirler. Bu izahı benimsemeleri halinde ise takdim-te'hir çaresine ihtiyaçları kalmaz. Zira "onlar azaba sebep olmaları itibariyle Allah dünyada onlarla (mal ve evlatla) kendilerini azaplandırmayı diler" denilmesi makul ve geçerlidir. Keza "onların dünya hayatındaki malları ve evlatları seni imrendirmesin" buyurulsaydı, buradaki "dünya hayatındaki" ilavesinin fazla bir manası olmazdı, Zira mal ve evladın sadece dünyada bir hoşlanma sebebi olduğu zaten malumdur; oysa azap hali böyle değildir, çünkü azap bazan ahirette olduğu gibi bazan dünyada da olabilir. Böylece takdim-tehir çaresinin pek de zikre değer izah olmadığı meydana çıkar."

Mal ve Evlâdın Azap Sebebi Olması

Mal ve evlâdın dünyada bir azab vesilesi olması muhtemel olduğu gibi, ahirette de bir azab vesilesi olması muhtemeldir.

Dünyada Azap Sebebi Olması

Bunların dünyada bir azâb sebebi oluşları birkaç bakımdandır:

a) Birşeyi aşın derecede seven bir kimsenin, o şeyi kaybetmekten dolayı duyacağı hüzün ve kalb elemi, o derece fazla ve onu kaybetme endişesi de aynı şekilde büyük olur. Çok malı ve evladı olan kimselere gelince, eğer mal ve evladlan yanlarında iseler, odları kaybetmekten son derece korkarlar ve endişe duyarlar. Eğer bu şeyler yok ve helak olmuş iseler, o zaman da bunların kaybolmasından dolayı şiddetli bir üzüntü ve elem içinde olurlar. Böylece anlaşılır ki maddî saadetin vesilesi olan bu şeyler, mal ve evlad bulunduğu zaman bile ya onları ilende kaybetme endişesiyle veya onları kaybetmiş olmaktan dolayı duyulan hüzün ve keder ile. kalb daima elem içinde bulunur.

b) Bu şeylerin, elde edilip kazanılmasında, şiddetli bir yorgunluğa ve büyük bir meşakkate düşülür. Sonra bunlar elde edildiği zaman da, onları korumak için, çok yorgunluklara, zorluklara ve meşakkatlere dûçâr olunur. Böylece de, elde ettikten sonra malı korumak ve muhafaza etmek, onu kazanmaktan daha zor olur. Bu şekilde de, her zaman için mala ve evlâda çok düşkün olan kimse, malını yok olmaktan koruma ve muhafaza etme yorgunluğuna düşer. Hem sonra o kimse malından da çok az istifade edebilir. Kısaca, çok yorgunluk, az fayda...

c) İnsanın mal ve evlâd sevgisi çok olduğunda bu mal ve evlâd, ömrünün sonuna kadar ya onun yanında kalır, ya da kalmayıp, zayi olur. Birinci durum söz konusu olursa, insanın ölümü esnasında duyacağı hüzün ve hasret çok şiddetli olur. Çünkü sevilen şeylerden ayrılmak çok zordur. Sevileni terketmek çok acı ve meşakkatlidir. Bu şeylerin, daha insan hayatta iken zayi olması şeklindeki ikinci durumda da, insanın bunlardan dolayı üzüntüsü çok büyük olur ve kalbi çok şiddetli elem duyar. Böylece çok mal ve evlâda sahib oluşun, daha dünyada iken azab ve sıkıntı sebebi olduğu ortaya çıkar.

d) Dünya tatlı ve güzeldir. İnsanın hisleri ona meyleder. Dünyanın güzellikleri, çok ve peşpeşe olduğu zaman, duyular dünyada boğulur ve gönül tamamen ona yönelir. Böylece bu, onun Allah'ın zikrinden mahrum olmasına bir sebep haline gelir. Sonra onun kalbinde bir çeşit kasvet, katılık ve bir kahır meydana gelir. İşte her nezaman mal ve makam çok olsa, bu kasvet de o zaman o derece fazla olur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Çünkü insan, kendisini malı sebebi ile ihtiyaçtan, azade gördüğü için, muhakkak azar" (Alak.6-7) ayeti ile işte buna işaret edilmektedir. Böylece mal ve evlad çokluğunun, Allah sevgisi ile âhiret sevgisinin kalbten uzaklaşmasına, bunların yerine kalbte dünya sevgisi ile arzularının meydana gelmesine kuvvetli bir sebeb olduğu ortaya çıkar. Böylece de, ölüm esnasında insan bir bahçeden, adeta bir hapishaneye; yakınlar ve dostlar meclisinden, gurbete ve bir sıkıntı diyarına geçmiş olur da elemi büyür, şiddetli pişmanlık ve üzüntü duyar. Sonra haşr vaktinde ise, dünyanın helal malları hesab vesilesi, haram malları da ikâb ve ceza sebebi olur. Böylece mal ve evlad çokluğunun dünya ve ahirette azab sebebi olduğu anlaşılır.

Münafıklara Özellikle Azap Sebebi Olması

Eğer, "Bu husus herkes için söz konusudur. O halde bu azabın, münafıklara has olduğunu söylemenin hikmeti nedir?" denilirse, biz şöyle deriz: Bu konuda münafıkların durumu özellikle fazlalık arzeder. Şöyle ki:

1) Kişi, Allah'a ve ahiret gününe iman ettiği zaman bilir ki, kendisi dünya için değil âhiret için yaratılmıştır. İşte bu bilgisinden dolayı, onun dünyaya olan sevgisi zayıflar. Ama münafık mutluluğun sadece bu dünyevi mal ve. mülklerde olduğuna inandığı için, onun bunlara rağbeti çok olur ve bunları fazlasıyla sever. Bunları kaybetmekten ötürü, meydana gelecek elem ve acılarda, o münafık için daha fazladır. Bu elem ve acılar, ölüm yaklaşıp, alâmetleri belirmeye başladığında daha da kuvvetlenir. İşte azabın bu çeşidi mala ve evlada olan sevgileri sebebiyle daha dünyada iken onların başına gelir.

2) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onları bu malları hayır yollarında infâk etmekle mükellef kılıyor ve onlara mal veevlâdlarını. savaşa harcamayı ve göndermeyi teklif ediyordu. Bu ise. çoluk çocuğu öldürülmeye maruz bırakmayı gerektirmektedir. O münafıklar ise, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğu hususunda doğru söylemediğine inanıyorlar ve bu sebeble de mallarını infâk etmenin, onları boşuboşuna harcayıp, zâyî etmek ve çocuklarını ölüme göndermenin de, faydasız olup arzu edilmeyen bu sıkıntılı işi yüklenmek olduğunu düşünüyorlardı. Şüphesiz ki bu durum, kalbe daha ağır ve meşakkatli gelir. İşte azab duymada bu fazlalık münafıklar için söz konusudur.

3) Onlar kalbleri ile, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e buğzediyorlar, sonra da, ona hizmet için (mecburen) mallarını, çocuklarını ve canlarını seferber ediyorlardı. Şüphe yok ki bu, son derece zor ve meşakkatli bir haldir.

4) Onlar, rezil ve rüsvay edilmekten, nifak ve küfürlerinin tam olarak ortaya çıkıp da, böylece kâfir olan diğer harbi kâfirler durumuna düşüp, o zaman da Resûlullah'ın kendilerini öldürmeye, çoluk-çocuklarını esir etmeye ve mallarını ellerinden almaya yönelmesinden korkuyorlardı. Onlar, ne zaman bir ayet inse, bununla kendi rezil ve rüsvaylıklarının ortaya çıkmasından endişe ediyorlardı. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onları çağırsa, belki de onun kendilerinin yaptıkları çeşitli hile ve kötülüklerden birine vâkıf olmuş olmasından korkuyorlardı. İşte bütün bunlar, onların kalblerinin çok acı duymasına ve çok azab çekmelerine sebeb oluyordu.

5) Pek çok münafığın, muttaki çocukları olmuştur. (Şehid düştüğünde) melekler tarafından yıkanan Hanzala b. Ebi Âmir ve Abdullah b. Übey gibi: ki bu Abdullah Bedir Savaşına katılmıştır ve Allah katında üstün bir mertebesi vardır. İşte böyle olanlar, nifaktan uzak çok sayıda bir topluluk olup. babalarının nifak yollarını kabul etmemişler, onları tenkid etmişler ve onlara itiraz etmişlerdi. Oğul böyle olunca, (münafık) babanın ondan dolayı duyacağı elem, sıkıntı ve keder daha büyük olur. Böylece de böylesi evlâdlarının bulunması, onlar için azab vesilesi haline gelir.

6) Sahabenin yoksul ve güçsüzleri, savaşlara katılarak, Resûlullah'ın hizmetine koşuyorlar; sonra da şerefti bir nam, büyük bir medh-ü sena ve elde ettikleri pek çok ganimetle geri dönüyorlardı. Münafıklar ise, çok olan mallarına ve güçlü kuvvetli evlâdlarına rağmen, adetâ yatalak, zayıf ve güçsüz kimseler gibi evlerinin köşesinde kalakalıyorlardı. Sonra herkes onlara hınç ve istihza ile bakıyor, onları nifak damgalı görüyorlardı. Sanki mal ve evlad çokluğu, onlar için bu hallerin meydana gelmesine bir sebep olmuştur. Yapılan bu izahlar ile, münafıkların mal ve evlâdlarının çokluğunun, dünyada iken onların daha çok azab çekmelerine sebep olduğu ortaya çıkar.

Mutezile'nin Bu Ayeti Tevili

Alimlerimiz, varlık alemine giren herşeyin, Allahü teâlâ'nın iradesi ile olduğunu isbaî hususunda "Allah, onların canlarının, kendileri kâfir olarak, güçlükle çıkmasını diler" ayetini delil getirip şöyle demişlerdir: "Çünkü ayetin manas;, "Allahü teâlâ, onların canlarını kâfir olarak çıkarmayı dilemiştir" şeklindedir. Bunun böyle olmasını irade eden, küfrü de murad etmiş demektir."

Cübbâî buna şöyle diyerek cevap vermiştir: "Ayetin manası, "Allahü teâlâ'nın, onlar kâfir olarak, onların canını çıkarmayı irade eder" şeklindedir. Bu ise, Hak teâlâ'nın küfrü murad etmiş olmasını gerektirmez. Baksana, hasta bazan doktora "Ben, hasta iken, yanıma gelmeni isterim" diyebilir. İşte bu isteme, o kişinin kendisinin hasta olmasını istediği manasına gelmez. Doktora o, bazan da şöyle der: "Yaralarımı iyileştirmeni isterim." Bu söz de, hastanın, bu yaranın olmasını istediği manasına gelmez. Bir padişah askerlerine, bazan. "savaşa kalkıştıklarında o azgın ve asîleri öldürün" diyebilir. Bu söz, hükümdarın böyle bir harbi istediği manasına delalet etmez, İşte bu ayette de böyledir."

Buna şöyle cevap verilebilir: Cübbâî'nin bu sözü, enterasan bir aldatmacadır. Çünkü onun getirdiği bütün misaller, neticede bir noktada toplanır. Bu da, birşeyi "izale etmeyi, gidermeyi" istemektir. Buna göre hasta, doktoruna, "Ben, hasta iken, yantma gelmeni isterim" dediğinde, bu "Hastalığımı gidermeye çalışmanı istiyorum" demektir. Yine doktora, "Yaralarımı iyileştirmeni isterim" dediğinde, bu, "o yaralan benden gidermeni istiyorum" demektir. Hükümdar da, "Savaşa kalkıştıklarında o azgın ve asileri öldürün" dediğinde bu. "Böyle bir savaşı izale etmenizi, tesirini boşa çıkarmanızı ve yok etmenizi istiyorum" demektir. Böylece sabit olur ki, bütün bu misallerde istenilen müşterek taraf, bahsedilen şeylerin izale edilip, giderilmesidir. Binâenaleyh ayette olanın hilâfına olarak, bu şeyleri yok etmenin murad edilmiş olması imkansızdır. Çünkü kâfirin canını almak, onun küfrünü gidermek değildir. Yine bu can alış, böyle bir gidermeyi de gerektirmez. Aksine bu ikisi, birbirine uygun (beraber bulunabilecek) iki durum olup, aralarında kesin olarak bir terslik yoktur. İşte Hak teâlâ bu ayette, onların canını kâfir olarak çıkarmayı dilediğini zikredince. O'nun bu can çıkarma işinin olduğu anda, onların kâfirler olmasını murad etmiş olması gerekir. Bu tıpkı şunun gibidir: Bir kimse, "Evde bulunduğu bir sırada falancayla karşılaşmak istiyorum" dese, bu ifade o kimsenin, , ötekinin evde olmasını istemiş olmasını gerektirir. Bu değerlendirmede, söylenebilecek olan son söz şudur: Allah'ın, kâfir iken kâfirin canını alması, ancak o küfrün mevcud olması halinde mümkün olur. Birşeyi isteyen, irâde eden, aynı zamanda o şeyin zaruri neticelerini ve ayrılmaz hususiyetlerini de istiyor demektir. İşte Allahü teâlâ, onların canını, onlar kâfir iken almayı murad edip, -birşeyi murad edinir o şeyin zaruri neticelerini, ayrılmaz hususiyetlerini de istemiş olacağı sabit olunca, Allahü teâlâ'nın o küfrü murad etmiş olması gerekir. Bu şekilde de Cübbai'nin zikrettiği bütün misallerin sırf bir aldatmaca olduğu ortaya çıkar.

Münafıklar Yalandan Mü'minlerle Olduklarına Yemin Ederler

56

Âyetin tefsiri için bak:57

57

"Onlar muhakkak'sizden olduklarına dair Allah'a yemin ederler. Halbuki onlar sizden değildir. Fakat onlar daima korkan bir kavimdirler. Eğer sığınacak bir yer. yahut barınabilecek mağaralar veya girecek bir delik buisalardı. yüzlerini o tavafa çevirip koşarlardı"

Bil ki Allahü teâlâ, onların her türlü dünya ve ahiret zararını toplamış olduklarını ve her türlü dünya ve ahiret faydasından ellerinin boş kaldığını beyan edince, yine onların kabahatlarını ve rezil işlerini zikretmeye dönüp, onların yalancı bir imana yöneldiklerini beyan ederek, Yani, "Münafıklar, beraber oturdukları zaman, müminlere. "Biz sizdeniz". "Sizin dininiz üzereyiz" diye yemin ederler" demektir.

Sonra Cenâb-ı Hak "Halbuki onlar sizden değildir. yani sizin dininizde değildirler. Fakat onlar öldürülmekten korkan: bundan dolayı da, zâhiren mümin görülüp nifaklarını gizleyen bir kavimdir" buyurmuştur. Bu, "Onlar iman edenlere rastladıkları zaman. İnandık!" derler. Şeytanlarıyla yalnızca (başbaşa) kalınca ise. "Emin olun. biz sizinle beraberiz. Biz ancak istihza edicileriz" derler" (Bakara, 14) ayeti gibidir.

Ferak kelimesi korku anlamına gelir. Bu kökten olarak, "çok korkan adam" anlamında denilir. Bu ayetin manalarından birisi de şöyledir: "Eğer onlar, içine sığınıp da, kendilerini sizden emin hissedecekleri bir sığmak buisalardı, oraya kaçar ve sizi terkederlerdi. Zannetmeyin ki onların size, mesken ve yurt hususundaki muvafakatları, sizlerle birlikte oluşları, kalblerinden gelmektedir..."

Melce, Meğâra ve Müddehal Kelimelerinin İzahı

Ayetteki melce ifadesi, "sığınak, korunak" anlamına gelir. Hemzeli ve "maksûr" olarak okunan (......) kelimesi de bunun gibidir. Bu kelimenin aslı, (Falan yere sığındı) fiilinden gelmektedir., (......) fiili de bunun gibidir. (......) tabiri de, "Onu şuna zorladım, mecbur kıldım" anlamındadır.

Ayetteki megârat kelimesi, megâre kelimesinin çoğuludur. Bu, insanın içine girip gizlendiği, saklandığı yer, mağara anlamındadır. Ebû Ubeyde, "içine girip de kaybolduğun bir yere megâre denilir..." demiştir. Yine bu kökten olmak üzere, "Su toprağın içinde kayboldu-Göze kayboldu, battı..." denilir" demektedir.

Ayetteki (......) kelimesi hususunda Zeccâc: "Bu kelimenin aslı. dır. Dâl'dan sonraki te harfi, dala çevrilmiştir.. Çünkü te harfi "hems" sıfatına; dal harfi de cehr sıfatına sahiptir; aynı zamanda her ikisi de tek bir mahreçten çıkmaktadır. Bu kelime, duhûl kelimesinden müfteal kalıbında bir kelimedir. Vülûc (girmek) kelimesinden olan müttelec (girilen yer, medhal) kelimesi de böyledir. Buna göre müddehal kelimesi, içine girilerek gizlenilen, saklanılan gedik anlamındadır" demiştir. Kelbî ve İbn Zeyd, "Bu kelime, köstebeğin çıkış yolu, kanal, tünel gibi bir yer anlamına gelir" demişlerdir. Buna göre ayetin manası, "Münafıklar, bu üçünden birisini bulsalar, onlar en kötü yerler olmasına rağmen, hemencecik kaçıp oraya giderlerdi, rücû ederlerdi" şeklindedir.

Arapçada, bir kimse bir yere yönetip gittiğinde (......) başkasını götürdüğündeyse, "onu götürdü, oraya çevirdi" denilir. Ayetteki (......) tabiri, "Onlar hiçbir şey geri dönderemiyecek bir biçimde süratle giderler; gemi azıya almışçasına..." anlamındadır. Bu manada, Arapçada "At, gemi azıya aldı" denilir. Yine, binildiğinde gemle dizginlenemeyen ata da, (......) denilir. Ayetteki bu tabirden maksad şudur: "O münafıklar, Hazret-i Peygamber ve müslümanlardan son derece korkup, çekindikleri ve adeta onlardan eziyyet gördükleri için, bu halde oldular. "

Bil ki Allahü teâlâ, burada üç şey zikretmiştir: Melce', megâra, ve müddehal... Doğruya en yakın olan, bunların herbirini, diğerinden farklı bir manaya hamletmektir, Binâenaleyh "melce" kaleler; "magârât" dağlardaki oyuk ve mağaralar; "müddehalen" kelimesi de kuyu, v.b. toprağın altındaki menfezler, kanallar manasına hamledilir. Keşşaf sahibi şöyle demiştir. Dehale fiilinden olan müddehal kelimesi, edhale'den (girdirdi)'den ism-i mekân olarak, müdhalen şeklinde de okunmuştur. Bu, insanların, kendilerini soktukları yer anlamındadır." Ubeyy İbn Ka'b, bu kelimeyi mütedehhelen şeklinde ve (......) kelimesini de (......) şeklinde okumuştur ki, bu, "oraya sığınır, iltica ederler" anlamındadır. Enes (r.h). yecmehûn kelimesini (hızlıca koşarlar) şeklinde okumuştu . Ona bundan sorulunca, o şöyle dedi:" aynı anlamlara gelir. "

Hazret-i Peygamberi Kınama Edepsizliği

58

Âyetin tefsiri için bak:59

59

"İçlerinden sadakaların taksimi hususunda seni ayıplayacaklar da var. Çünkü. eğer içlerinden kendilerine diledikleri bir şey verilirse, hoşlanırlar. Şayet, yine kendilerinden olanlara diledikleri şey verilmezse, derhal kızarlar. Eğer onlar. Allah ve Resulü kendilerine ne verdiyse, buna razı olsalardı da. "Bize Allah yeter, yakında bize lütf-u kereminden verir. Resulü de... Biz ancak Allah'a rağbet ederiz, ümidimiz hep O'na bağlıdır"deselerdi (ne olurdu)?".

Bil ki bundan maksat, o münafıkların rüsvaylıkları ile kabahatlerinin bir başka çeşidini açıklamaktır ki, bu da onların, zenginlerden sadaka alması sebebiyle, Allah'ın Resulünü tenkit etmeleri ve "O, sadakaları, kendi yakınlarından ve sevdiği kimselerden dilediğine veriyor" diyerek, O'nun adaletsizlik yaptığını söylemeleridir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ebû Saîd (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), mal taksim ediyordu. Derken O'nun yanına, Mikdâd İbn Zî'l-Huvaysıra, et-Temîmî denilen, Hurkûs İbn Züheyr –ki Hurkûs, (daha sonra) Haricîlerin reisi olmuştur- gelir, "Adil ol ya Resûlallah" der. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Yazıklar olsun sana, ben adalet yapmazsam kim yapar?" deyince, bu ayet nazil olur.

Kelbî şöyle demiştir: "Münafıklardan Ebu'l-Cüraz denilen bir adam, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: "Sen, Allah'ın sana, sadakaları fakirlere ve yoksullara vermeni emrettiğini iddia ediyorsun. O halde niçin koyun çobanlarına sadaka veriyorsun?" der. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: "Ey babasız kaiasıca! Musa çoban değil miydi? Davûd çoban değil miydi?" der. Adam çekip gidince, Hazret-i Peygamber: "Bu adamdan ve bunun arkadaşlarından sakının, çünkü onlar münafıktırlar..." buyurur.

Ebu Bekir el-Esamm (r.h), tefsirinde şunu rivayet etmiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ashabından birisine: "Falanca hakkında ne biliyorsun?" dedi. O da: "Onun hakkında hiçbir bilgim yok. Bildiğim ancak odur ki, siz onu meclisinizde kendinize yakın oturtuyor ve ona boî atiyyeler veriyorsunuz " deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "O münafıktır: ama. nifakına rağmen onu İdare edip geçiştiriyorum- Onun. kendisinden başkasına kötülük yapmasından korkuyorum ' buyurdu. Bunun üzerine o sahabî: "Keşke, ona verdiğinin birazını da falancaya verseydin " deyince, Hazret-i Peygamber: "O. mü'mindir. Onu. imanına havale ediyorum, ama öbürü ise, münafıktır: onun fesadından korktuğum için. onu idare ediyorum " der.

Lemz Kelimesinin Manası

Ayetteki yelmizuke tabiri hakkında Leys şöyle demiştir: "Kelimenin masdan olan lemz (ayıplamak) kelimesi, yüze karşı ayıplamak anlamına gelen hemz kelimesi gibidir. Yüzüne karşı seni ayıplayan adama, gıyabında seni ayıplayanada denilir."Zeccâc şöyle demiştir: "Birisini ayıpladığın zaman, dersin. Yine birini ayıpladığın zaman, aynı şekilde dersin. Hümeze ve lümeze kelimeleri, insanları ayıplayıp onların gıybetini yapan kimseye denilir." Bu, Zeccâcın hemz ile lemz kelimelerini aynı manaya aldığına delâlet eder.

Ezherî, hemz ve lemz kelimelerinin asıl manası, "savuşturmaktır. "'8ir şeyi savuşturdum" manasında denilir" demiştir.

Ebu Bekr el-Esamm, bu iki kelimenin farklı manalarda olduğunu söyleyerek şöyle demiştir: "Lemz kelimesi, kişinin arkadaşına, beraber oturduğu kimsenin ayıbını ve kusurunu göstermesidir. Hemz kelimesi ise, kişinin, beraber oturduğu kimse aleyhinde, arkadaşına göz kırpmasıdır."

Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki: İbn Abbas (radıyallahü anh), ayette geçen yelmizuke tabirine: "Senin gıybetini yaparlar"; Katâde, "Seni tenkid ederler"; Kelbî de: "Herhangi birşey hususunda seni ayıplarlar" manasını vermiştir. Bu rivayetler arasında sadece görünüşte-lafzen bir farklılık vardır. Ebu Ali el-Fârisî, bunda bir hazfin bulunduğunu ve bunun takdirinin de: "Sadakaların taksimi hususunda seni ayıplarlar" şeklinde olduğunu söylemiştir. Allâme Mevlâna Dâî-ilallah şöyle demiştir: "Kurandaki lafız, yani "içlerinden bazısı sadakaların taksimi hususunda seni ayıplar(...)" ifadesi, bu ayıplamanın, rivayette geçen sebepten olduğuna delâlet etmez. Ancak ne var ki, bahsettiğimiz o rivayetler, ayetteki ayıplamanın o sebepten olduğunu gösterir. Binâenaleyh eğer bu rivayetler olmasaydı, ayet bu rivayetlerin ifade ettiğinden başka şu manalara da gelebilirdi:

1) Onların, "Zekat almak mutlak manada caiz değildir. Çünkü insanın mal ve kazancını elinden çıkarması caiz değildir" demeleridir. Bu konuda söylenecek son söz şudur: Zekat ve sadakayı alan, onu fakirlere vermek için almıştır. Fakat onlardan câhil olanlar, "Allah zenginlerin en zenginidir. Binâenaleyh fakir kullarının menfaatine olacak şeyleri Allah'ın üstlenmesi gerekir. Onun, bize zekatı emretmesi makul değildir" demişlerdir. Bahsettiğimiz bu şey, Cenâb-ı Allah'ın bazı yahudilerden naklettiği, "Gerçekten Allah fakirdir, biz ise zenginiz" (al-i imran. 181) sözünün ifade ettiği husustur.

2) Onların şöyle demeleridir: "Farzet ki sen zekatları topluyorsun. Fakat senin aldığın nisbet çoktur. Binâenaleyh daha az nisbette alman gerekir."

3) Onların şöyle demeleridir. "Farzet ki sen, zekatı böyle fazla nisbette alıyorsun. Fakat bunu, yerinde harcamıyor (ehline vermiyorsun)." İşte Hazret-i Peygamberi ayıplayıp tenkid edenlerin bu manaları kastettiklerine, bu haberler delâlet etmektedir.

Meânî alimleri şöyle demişlerdir: "Bu ayet o münafıkların ahlâklarının zayıflığına ve karakterlerinin düşüklüğüne delâlet etmektedir. Zira onlar sadaka ve zekat alma hususundaki aşırı hırslarından dolayı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i ayıplamışlar ve böylece de O'nun, insanlar içinde dünyaya meyletmekten en uzak kimse olmasına rağmen. zekatın ve sadakanın taksimatında haksızlık yaptığını söylemişlerdir." Dahhak şöyle demiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Cenâb-ı Hakk'ın kendisine verdiği az veya çok her malı onlar arasında taksim ediyordu. Mü'min olanlar kendilerine düşene razı oluyor ve bundan ötürü Allah'a hamdediyorlardı. Münafıklar ise, eğer kendilerine fazla verilirse seviniyorlar, az verilirse kızıyorlardı. Bu da onların razı oluş ve kızışlarının, dinî bir meseleden ötürü değil, aldıkları paydan dolayı olduğunu gösterir." Şu da söylenmiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), o gün Mekkelilerin kalblerini, kendilerine bol ganimet vererek hoşnut ediyordu. İşte münafıklar, bu sebeple kızmışlardır." Ayetteki

"Derhal kizarlar"buyruğundaki iza edatı "müfâce'e" (sürpriz) manasını ifade eder. Buna göre ayetin manası, "Eğer o münafıklara ganimetten birşey verilmezse hemen kızarlar" şeklindedir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak buyurmuştur. Bunun manası şudur: "Onlar. az da olsa Resûlullah'ın kendilerine verdiği ganimete razı olup, gönülleri bundan hoşnud olsa ve: "Bu bize yeter. Allah bize başka ganimetler de nasib eder. Böylece de Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), o zaman, bugün verdiğinden daha fazlasını bize verir. Biz ancak Allah'a itaata, O'nun lütuf ve ihsanına rağbet ederiz" deselerdi. " Bil ki buradaki lev "eğer" edatının cevabı mahzûf olup, takdiri, "Bu, onlar için daha hayırlı olurdu ve onlara daha uygun düşerdi" şeklindedir. Bu böyledir. Çünkü münafıklıkları ağır basıp, kalblerinde de iman mevcut olmadığı için, onlar tam manada Allah'a tevekkül edememişlerdir. Bu gibi yerlerde cevabı hazfetmek (getirmemek), daha müessir ve daha müthiş bir mana ifade eder. Bu tıpkı birisine, cevâbını (neticesini) söylemeksizin, "Bir bize gelsen!.." demen gibidir. Bu, "Eğer sen bunu yapmış olsaydın, pek memnun olacağın bir iş yapmış olurdun" demektir.

Allah'ın Verdiğine Razı Olmak

Ayet, dünya peşinde koşanların, dinî hususlardaki işlerinin neticede nifaka varıp dayanacağına delâlet eder. Ama Allahü teâlâ'nın müsaade ettiği nisbette dünyalık peşinde olup. bundan esas gayesi de dini birtakım maslahat ve faydaları elde etmek olan kimseye gelince, işte bunun yolu gerçek yoldur. Bu hususta esas kaide, insanın Allah'ın kaza ve kaderine razı olmasıdır. Baksana Cenab-ı Hak. "Eğer onlar, Allah ve Resulü kendilerine ne verdiyse, buna razı olsalardı da. "Bize Allah yeter ve O, yakında bize lütf-u kereminden verir. Resulü de... Biz. ancak Allah'a rağbet ederiz. (Ümidimiz ve arzumuz hep O'na bağlıdır)" deselerdi (ne olurdu)" buyurmuş ve burada dört mertebeden bahsetmiştir:

Birinci mertebe: İnsanın, Allah'ın abesten ve hatadan münezzeh, işlerin neticesini en iyi bilen bir hakîm olduğunu bildiği için, Allah ve Resûlullah'ın verdiğine razı olmasıdır. Allah'ın hükmü ve takdiri olan herşey doğru ve gerçek olup, bu hususta O'na itiraz edilemez.

İkinci mertebe: Bu razı oluşun neticesinin, insanın lisanında ifadesini bulmasıdır. Bu da, onların, "Allah bize yeter" şeklindeki sözleridir. Bu, "Bizden başkaları daha çok mal aldılar. Biz Allah'ın hüküm ve kazasına razı olduğumuz için, bu büyük kulluk mertebesine nail olduk. Binâenaleyh bize Allah yeter" demektir.

Üçüncü mertebe: İnsanın kendisine ulaşıldığında "Allah bize yeter" denilen o yüksek derece ve makama ulaşamadığında, diğer bir mertebeye inip "Allah, yakında bize lütf-u kereminden verir, Resulü de..." demesidir. Bu lütf-u kerem, ya takdîr-i ilahi gereği bu dünyada olur, yahut da ahirette olur. Ahirette olması daha efdaldir.

Dördüncü mertebe: İnsanın "Biz ancak Allah'a rağbet ederiz. Biz iman ve taat ile, mal alıp dünyevî makamlar elde etmeyi istemiyoruz. Bizim gayemiz ya âhiret saadetlerini elde etmek, yahut da, "Biz ancak Allah'a rağbet ederiz" ifadesinin de delâlet ettiği gibi, kulluğa gark olmaktır" demesidir. Bunlar, "Biz, Allah'ın vereceği mükâfaata rağbet ederiz" dememişlerdir. Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i İsa (aleyhisselâm), Allah'ı zikretmekte olan bir topluluğa rastladı da: "Sizi buna sevkeden nedir?" diye sordu. Onlar: "Allah'ın cezasından duyduğumuz korkudur" dediler. Hazret-i İsa (aleyhisselâm) da: "İsabet ettiniz" dedi. Sonra Allah'ı zikreden bir başka topluluğa rastladı ve "Sizi buna sevkeden nedir?" diye sordu. Onlar, "Allah'ın vereceği mükafaatı elde etme arzumuzdur" dediler. Hazret-i İsa (aleyhisselâm) da, "İsabet ettiniz. (Doğru yapıyorsunuz)" buyurdu. O, daha sonra yine zikrullah ile meşgul olan üçüncü bir topluluğa uğradı ve aynı soruyu sordu. Onlar. "Biz Allah'ı, ne ikâbından korktuğumuz, ne de mükafaatını umduğunuz için zikretmiyoruz. Aksine biz ubûdiyyetin zilletini ve rububiyyetin izzetini ortaya koymak, kalbi marifetullah ile ve lisanı O'nun kutsiyyetine ve izzetine delâlet eden lafızlarla şereflendirmek için O'nu zikrediyoruz" diye cevap verdiler. Bunun üzerine Hazret-i isa (aleyhisselâm), "Siz hakkı bulmuşsunuz" dedi.

60

"Sadakalar, Allah'dan bir farz olarak, ancak fakirlere, yoksullara, bu iş üzerine memur olanlara, kalbleri alıştırılmak istenenlere, kölelere, esirlere, borçlulara. Allah yolunda ve yolda kalmışlara mahsustur. Allah alîm ve hakîmdir..

Ayetin Makabli İle Münasebeti

Bil ki münafıklar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, zekat ve sadaka dağıtımı hususunda tenkid edip ayıplayınca, Hazret-i Peygamber onlara, sadakaların (zekatların) verileceği kimselerin ancak bunlar olduğunu, kendisinin bununla bir ilgisi olmadığını ve onlardan kendisi için hiç bir pay olmadığını beyan etmiştir. Böylece geriye, münafıkların, sadaka (zekat) aldı diye Hazret-i Peygamber'i tenkid edecek bir tutamakları kalmamıştır. Bu ayetle ilgili birkaç makam vardır:

Birinci makam: Zenginlerin malından az miktarda bir kısmının alınıp, muhtaç insanlara verilmesinin hikmetini izah hususundadır.

İkinci makam: Bu ayette bahsedilen o sekiz sınıfın durumlarını beyan etme hususundadır.

Zenginden Yoksula Zekât Çıkarmanın Hikmeti

Birinci makam hususunda deriz ki: Zekatın farz kılınmasının hikmetleri, bir kısmı zekatı verenle, bir kısmı da zekatı olanla ilgili olmak üzere pek çoktur.

Zekâtın, Zekât Veren Yönünden Hikmetleri

Birinci, yani zekatı verenlerle ilgili hikmetler şunlardır:

1) Mal, tabiî olarak sevilir. Bu sevginin sebebi şudur: Güç ve kudret, bir kemâl sıfatı olup, başka birşeyden dolayı değil, li-zâtihi (kendisi itibariyle) sevilir. Çünkü, "Herşey, başka bir şeyden ötürü sevilir" denilemez. Aksi halde ya teselsül ya devr-i fasit lâzım gelir ki bunların ikisi de imkansızdır. Binâenaleyh sevilen şeyler hususunda işin neticede li-zatihi sevilen şeylere varıp dayanması gerekir. Kemâl (mükemmellik), zâtı gereği sevilir. Noksan (eksiklik) de, yine zâtı gereği sevilmez. Binâenaleyh güç ve kudret bir kemal sıfatı olup, kemal sıfatları da zatı gereği sevilen şeylerden olduğuna göre, kudret de zâtı gereği sevilir. Mal, insan için bir kudret ve mükemmellik vasıtasıdır. Dolayısiyle mal, insan için güç ve kudret sebeplerinin en kuvvetlilerindendir.Sevginin varıp dayandığı şey sevilir. Binaenaleyh mal da sevilir. İşte malın, sevilen bir şey olmasının sebebi budur.

Fakat onu çok fazla sevmek, insanı Allah sevgisinden ve âhiret hazırlığından alıkor. İşte bundan ötürü ilâhî hikmet, mal sahibine, nefsinin mala olan aşırı sevgisini kırmak, onu tamamen mal sevgisine düşmekten men etmek ve insanın saadetinin, mal elde etme peşinde koşmakla olmayıp aksine Allah rızası için, mal infak etmekle elde edileceğine dikkat çekmek için, malının bir bölümünü çıkarıp vermesini farz kılmıştır.

Öyleyse zekâtı farz kılmak, dünya sevgisi hastalığını kalbden silmek için, belirlenmiş en uygun ilaçtır. İşte bu hikmetten ötürü Allahü teâlâ, zekatı farz kılmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Onların mallarından sadaka (zekat) al ki. bununla kendilerini günahlarından temizlemiş ve onların iyiliklerini bereketlendirmiş olasın" (Tevbe. 103) ayetinden kastedilen budur. Bu, "sen onları dünya talebine garkolma kirinden temizlemiş olasın" demektir.

2) Mal çokluğu, güç ve kudret çokluğuna sebep olur. Mal çokluğu, kudret çokluğuna; kudret çokluğu da, o kudretle daha fazla lezzet almaya vesiledir. Daha fazla tad ve lezzet almak da, inşanı daha fazla lezzet elde etme sebebi olan malı elde etmeye koşmaya sevkeder. Böylece de, bu bir devr-i dâim (halka) olur, Çünkü vcsar, koşuşturdukça malı artar, mal da kudreti artırır. Bu da, dünyadan daha fazla tad almaya sebep olur. Bu tad ve lezzet de insanı, daha fazla mal ve para kazanmaya sevkeder. Mesele, bir devr-i daim meselesı olunca, bunun bir durağı ve sonu olmaz. Bundan dolayı şeriat buna bir durak ve son tesbit etmiştir. Bu da, mal sahibine, o sonu olmayan zulmânî (karanlık) yoldan dönsün ve böylece de Allah'a kulluk ve Allah'ın rızâsını talep âlemine yönelsin diye, o malının bir kısmını Allah rızası için infâk etmeyi farz kılmadır.

3) Mal çokluğu, azgınlığın ve kalbin kararmasının sebebidir. Bunun sebebi de, bahsettiğimiz şu husustur; Mal çokluğu, güç ve kuvvet sahibi olmanın bir vesilesidir. Kudret, zâtı gereği sevilen bir şeydir. Aşık maşukuna ulaştığında, onda âdeta boğulur. O halde de, insan mal talebine gark olur. Binâenaleyh, insan için bu yolda bir mâni çıkarsa o, malı ve kudreti ile o engeli aşmaya çalışır. İşte, tuğyandan maksad da budur. Cenâb-ı Hakk, bu hususa "Çünkü insan, kendisini ihtiyaçtan müstağni gördü diye, muhakkak ki azar"(Alak, 6-7) ayetiyle işaret etmiştir. Buna binaen zekatı farz kılmak, tuğyanı azaltır ve kalbi Rahman'ın rızasını talep etmeye yöneltir.

4) İnsanın, iki kuvveti vardır;

a) Nazarî kuvvet.

b) Amelî kuvvet.

Nazari kuvvetin en mükemmeli, Allah'ın emrine ta'zim göstermededir.

Amelî kuvvetin en mükemmeli de, Allah'ın mahlûkatına şefkat duymadadır. Binâenaleyh, Cenab-ı Hak, ruh cevheri için böyle bir kemal ve mükemmellik meydana gelsin diye, zekâtı farz kılmıştır. Bu kemal de, o zekât veren kimsenin, mahlûkata iyilikte bulunmak, onlara hayırları ulaştırmak için sa'y-ü gayret göstermek ve onlardan afetleri, belâları gidermek gibi hasletlerle muttasıf olmasıdır. İşte bu incelikten dolayı

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Allah'ın ahlakıyla ahlâklanınız?" buyurmuştur.

5) İnsanlar, bir kimsenin, kendilerine hayır ve hasenatın ulaştırılması ve kendilerinden belâların savuşturulması için gayret gösterdiğini bildiklerinde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de: "Kalbler, kendilerine iyilik edenleri sevmek ve kendilerine kötülük edenlere de buğzetmek duygusu üzerine yaratılmışlardır " Keşful-Hafa. 1/330. buyurduğu gibi, onlar o insanı, tabiatları gereği sever ve muhakkak ki nefisleri o kimseye meyleder. Binâenaleyh, fakir kimseler, zengin bir kimsenin malının bir kısmını kendilerine verdiğini ve ne zaman onun malı daha çok olursa, onun o maldan onlara daha fazlasını vereceğini bildiklerinde o kimseye dua ve gayretleriyle yardımcı olurlar. Çünkü, kalblerin tesiri, ruhların (müessir) bir harareti bulunmaktadır. Böylece o dualar, o insanın hayır ve bolluk içinde kalmasına sebep olurlar. İşte bu hususa Cenâb-ı Hak, "İnsanlara fayda verecek olan şeye gelince: İşte bu, yeryüzünde kalır " (Ra'd 17) ayetıyle, Hazret-i Peygamber de "Mallarınızı, zekâtlarınızla koruma ve muhafaza Keşfu'l-Hafa, 1/361. altına alınız" ifadesiyle işaret etmişlerdir.

6) Bir "şey"den müstağni olmak, bir şeyle müstağni olmaktan daha büyük bir makamdır. Çünkü, bir şeyle müstağni olmak, ona muhtaç olmayı gerektirir. Ancak ne var ki bununla, başka bir şeyden müstağni olma hali sağlanmış olur. Ama, bir şeyden müstağni olmaya gelince, işte tam ve mükemmel müstağni olma hali budur. İşte bundan dolayı "Bir şeyden müstağni olma, Hakk'ın; bir şeyle müstağni olma da, halkın, mahlûkatın sıfatıdır" denilmiştir. Binâenaleyh, Allahü teâlâ, bir kuluna çok mal verince, onu "bir şey ile müstağni olma" babından büyük ve tam bir pay ile nasîblendirmiş olur. Bu sebeple. Cenâb-ı Hak bu kimseye zekât vermesini emredince, O'nun bundan maksadı, o kimseyi, "Bir şey ile müstağni olma" derecesinden, ondan daha üstün ve daha şerefli olan bir makama yükseltmek olur ki, bu makam da, "bir şeyden müstağni olma" makamıdır.

7) Mala, herkesin çok fazla meyli olduğu için, "mat" ismi verilmiştir. Binâenaleyh o, gelip gidici bir şeydir; ve çok çabuk yok olan, daima dağılıp parçalanma ile yüzyüze bulunan bir şeydir. Bu sebeple, mal, bir kimsenin elinde uzun müddet kaldığında, o. yokluk ve bölünüp parçalanma ile yüzyüze gelmiş gibi olur. Bu sebeple insan onu, çeşitli hayır ve yararlı işlerde harcadığında, o zaman mal, zevali mümkün olmayan bir beka ile devam eder. Çünkü o durumda bu mal, dünyada devamlı bir övgüyü; ahirette de, devamlı bir mükafaatt gerektirir, hak ettirir. Birisinin, "İnsan, altınını kabre götüremez " dediğini duyduğumda. "Aksine, bu mümkündür, zira o, o malını Allah'ın en büyük rızasını talep etme hususunda infâk edip harcadığında, onu kabrine götürmüş ve Kıyamete kadar taşımış olur " dedim.

8) Malı infâk etmek, melekler ve peygamberlere benzemek demektir. Onu harcamayıp tutmak ise, kınanmış olan cimri kimselere benzemek demektir. Şu halde malı harcamak, infak etmek daha uygundur.

9) Bu hal hayır ve rahmet lütfetmek, Hak teâlâ'nın sıfatlarındandır. Binâenaleyh, mümkün olduğu kadarıyla, böylesi bir sıfatı elde etme hususunda gayret sarfetmek, Allah'ın edebiyle edeblenme olur ki, bu da, insanlık kemâl ve olgunluğunun son noktasıdır.

10) İnsanın üç şeyi bulunmalıdır: Ruh, beden ve mal. Binâenaleyh, insan iman etmekle emrolunduğunda, ruhunun cevheri, teklife garkolur. O, namazla emrolunduğunda, lisanı, zikir ve Kur'an okumaya garkolur, bedeni de o amellere dalmış olur. Geriye sadece malı kalır. Binâenaleyh, şayet malı, en uygun iyilik ve hayır cihetine sarfedilip harcanmazsa, insanın, malına olan tutku ve ihtirasının, ruh ve bedenine olan hırsının üzerine çıkmış olması gerekir ki bu bir cehalettir. Zira, saadetin dereceleri üçtür:

a) Ruhanî saadetler;

b) Bedenî-cismani saadetler, ki bu orta derecede bulunur ve,

c) Haricî saadetler ki, bunlar da mal ve makamdır. İşte mal ve makam mertebeleri nefsânî mutluluklara hizmet eden şeyler gibi olmuş olurlar. Binaenaleyh ruh, kulluk makamında iyice bezledüip, daha sonra da malı harcama hususunda bir cimrilik ve ihtiras meydana gelirse, o zaman hizmet eden pozisyonunda olan mal ve makamın, asıl hizmet edilen ruhanî mutlulukların üzerine çıkarılmış olması gerekir ki, bu cehalettir. Öyleyse aklı olan kimsenin Allah rızasını elde etmek için, malını harcayıp sarfetmesi "gerektiği sabit olmuş olur.

11) Alimler şöyle demiştir: "Nimetin şükrü, onu, in'âm edenin rızasını elde etmek için harcamaktan ibarettir. Zekât, nimetin bir şükrüdür. Binâenaleyh, in'âm edene, nimet verene şükretmenin farz olduğu sabit olduğu için, zekatın farz olduğuna hükmetmek gerekir.

12) Zekâtı farz kılmak, müslümanlar arasında bir ülfet ve sevginin meydana gelmesini, onlardan kin ve hasedin giderilmesini sağlar. Bütün bunlarsa mühim şeylerdendir.

İşte bunlar, zekâtın farz kılınmasından, onu verenle ilgili olarak ortaya çıkan hikmetlerin beyanı hususunda, nazar-ı dikkate alman muteber açıklamalardır.

Zekâtın, Alan Yönünden Hikmetleri

Zekâtın farz kılınmasından, onu alanlarla ilgili olan fayda ve hikmetlere gelince, bunlar da pekçoktur;

1) Allahü Teâlâ, malları yaratmıştır. O mallardan elde edilmek istenen, onların kendileri ve zâtları değildir. Çünkü, altın ve gümüşün bizzat kendilerinden, pek az durumlar hariç, istifade etmek mümkün değildir. Tam aksine, bunların yaratılmasının maksadı, bunlar vasıtasıyla, bazı faydalar temin edip, muhtemel zararları savuşturmaktır. Binâenaleyh insanın ihtiyacı kadar malı bulunduğunda, bu insan o malını elinde tutmaya, kendisi için ayırmaya, başkalarından daha layıktır. Çünkü muhtaç olmak noktasında, diğer muhtaç kimseler de, o malda müşterektirler. Halbuki mal sahibi, onlardan o malı elde etmek için, sa'y-ü gayreti ile o diğer kimselerden ayrılmıştır. Binâenaleyh o malın ona tahsis edilmesi, başkalarına verilmesinden daha uygundur. Ama, ihtiyacından fazla malı olup, muhtaç olan bir başka kimse de bulunduğunda, burada her biri o malı mülk edinmeyi gerektirecek iki sebep bulunmuş olur:

a) "Malik" hakkında söz konusu olan sebebe gelince, bu, onun o malı kazanma ve elde etme hususunda gayret göstermesidir. Bir de onun, kalbinin bu mal ile daha fazla ilgilenmesi, meşgul olmasıdır. Zira böyle bir ilgi de, bir çeşit ihtiyaçtır.

b) "Fakir" hakkında söz konusu olan sebebe gelince, bu fakirin o mala olan ihtiyacı, onun o mal ile bir alâkasının bulunmasını gerektirir. Binâenaleyh, birbiriyle çelişen böylesi iki sebep ortaya çıkınca, ilahî hikmet, imkân nisbetinde bu iki sebepten herbirini gözetmeyi gerektirmiştir. Bundan dolayı da şöyle denilmiştir: Mâlikin, (o malda), onu kazanmış olma hakkı ile, kalbinin o mal ile alâkalanma hakkı bulunmaktadır. Fakirin de o malda, ihtiyaç hakkı hasıl olmuştur. Böylece biz, deliller arasını imkân nisbetinde uyuşturmak, telif etmek için, mâlikin tarafına ağırlık verip malın çoğunu onun elinde bıraktık ve fakire de o malın pek cüz'î bir kısmını verdik..

2) İnsan, asıl ihtiyacından fazla olan malını elinde tuttuğunda, o mal, yaratılış gayesinden uzak olarak, başıboş bir biçimde evde kalmış olur. Bu da, Allah'ın hikmetinin zuhur etmesini önleme çabasından ibaret olur. Böylece Allahü teâlâ, malın yaratılmasındaki hikmet tamamiyle geçersiz kılınmış olmasın diye, o malın bir kısmının fakire verilmesini emretmiştir.

3) Fakirler, Allah'ın iyâli, (hane halkı) durumunda olan kimselerdir. Çünkü Allahü teâlâ, "Yerde yürüyen hiçbir canlı hariç olmamak üzere, rızıkian Allah'ın üstünedir..." (Hüd, 6) buyurmuştur. Zenginler, Allah'ın hazinelerinin bekçileridirler. Çünkü, onların ellerindeki mallar, Allah'ın mallarıdır. Cenâb-ı Hak, o malları onların eline vermeseydi, onlar o maldan tek bir daneye bile malik olamazlardı. Nice akıllı ve zekî kimseler vardır ki, iyice gayret sarfederler de, karınlarını doyuracak bir yiyecek elde edemezler. Nice ahmak ve beceriksiz kimse de bulunur ki, çok kolay bir biçimde dünyalık elde ederler. Bunun sahibi olan Allah'ın böyle olduğu sabit olunca, gerçek mal bekçisine, "O hazinede bulunan mallardan bir kısmını muhtaç olan kullarıma ver!" demiş olması, yadırganacak bir şey değildir.

4) Şöyle denilebilir: "Mal, ona muhtaç olmadığı halde, tamamiyle zenginin elindedir. Halbuki kazanmaktan tamamiyle âciz olan fakirin tarafını ihmal etmek, Hakim ve Rahîm olanın hikmetine uygun düşmez. Binâenaleyh, zengine, o malın bir kısmını fakire vermesini farz kılması gerekirdi.

5) Şeriat, mal sahibinin elinde, o malın daha çoğunu bırakıp, onun çok az bir kısmını fakire verince, mal sahibi, geride elinde kalan o mal ile ticaret yapıp, kazanç sağlamak suretiyle o noksanlığı telâfi etme imkânı bulur, böylece o eksiklik giderilmiş olur. Ama fakire gelince, onun hiçbir şeyi yoktur. Binâenaleyh zenginlerin malından o fakire bir kısım mal verilmemiş olsaydı, o fakir başı boş, metruk bir biçimde kalmış olur ve yarasını saracak herhangi bir şey bulamamış olurdu. Bu sebeple, zenginin fakire, malının bir bölümünü vermesi uygun olur.

6) Zenginler, fakirlerin işlerini düzeltmemiş olsalardı, çoğu kez, fakirin içinde bulunduğu şiddetli ihtiyaç ve miskinliğin getirmiş olduğu mazarrat, o fakirleri, ya müslüman zenginlerin düşmanlarına katılmaya, veyahut da hırsızlık v.s. gibi kötü fiilleri yapmaya sevketmiş olurdu. Binâenaleyh zekâtı farz kılmak, böyle bir hikmeti ortaya koyar. Bu sebeple, zekâtın farz olduğuna hükmetmek gerekir.

7) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"iman İkiye ayrılır: Yarısı sabır, yarısı da şükürdür." Mal, tabiî olarak sevilen bir şeydir. Bu sebeple onu elde etmek, şükrü; kaybetmek de sabretmeyi gerektirir. Buna göre sanki, "Ey zengin, sana mal verdim, şükrettin.. Böylece de şükredicilerden oldun. Haydi, şimdi de onun bir kısmını elinden çıkar ki, ondan ötürü sabretmen sebebiyle, sabredenlerden olasın. Ey fakir! Sana çok mal vermedim, ama sabrettin ve böylece de, sabredicilerden oldun. Ancak ne var ki ben, o miktar (sadaka, zekât miktarı) mal senin mülküne girdiğinde, bana şükredesin ve böylece de şükredicilerden olasın diye, zengine, o malının bir kısmını sana vermesini farz kıldım!.." denilmek istenmiştir. Şu halde zekâtı farz kılmak, bütün mükelleflerin beraberce, sabır ve şükür sıfatlarıyla bezenmelerine bir vesîle olmuş olur.

8) Hak teâlâ, fakire sanki, "Sana çok mal vermediysem de, ben kendimi, sana karşı borçlu addettim. Ben, zengine çok mal verdiysem de ben onu, o miktar malı kendisinden kabul etmen için senin peşinde koşup, sana yalvarıp yakarmakla mükellef tuttum. Böylece de sanki sen, onu cehennem azabından kurtarmış olduğun için (o sana değil, aksine) sen ona in'-âmda bulunmuş gibi olursun. Şayet o zengin, "sana bu dünyada, in'âmda ve ihsanda bulundum" derse, ey fakir, "Seni dünyada kınanmaktan ve utanmaktan; ahirette de, cehennem azabından kurtardığım için, aksine ben sana in'âmda bulundum " de!" demiştir.

Zekâtın farz kılınmasının hikmeti hususunda, bazısı yakînî, bazısı da iknâî olmak üzere, yapılan izahların tamamı budur. Allah'ın hükümlerinin ve hikmetlerinin sırlarını, sadece kendisi bilir. Allah en iyi bilendir.

İkinci makam: Bu makamla ilgili birkaç mesele vardır:

Zekât Sadece Sekiz Sınıfa Aittir

Cenâb-ı Hakk'ın, "Sadakalar, ancak fakirlere (...) mahsustur" buyruğu, sadakalarda bu sekiz çeşit kimsenin dışında hiç kimsenin hakkı olmadığına delâlet etmektedir, Bu hüküm, üzerinde icmâ ve ittifak edilen bir husustur. Hem, innema edatı, hasr ifade eder. Bunun böyle oluşunun delilleri şunlardır:

a) İnnema kelimesi, in ve ma harflerinden meydana gelmiştir. Halbuki in kelimesi isbat, ma kelimesi ise, nefy içindir. Bunlar bir araya geldiğinde, aynı mana üzere kalmaları gerekir. Böylece de, bu iki harfin mezkûr şeyin varlığını, onun dışındaki şeylerin ise bulunmamasını ifade etmeleri gerekir,

b) İbn Abbas, "fadl ribâ"sının bulunmadığı hususunda Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Riba ancak, nesîededir..." Buhârî, Buyu'. 79 (331): Müslim, Musâkât. 102 (3/1218). ifadesine tutunmuştur. Bu lafız şayet hasr ifade etmeseydi, durum böyle olmazdı. Hem bazı sahabe, "haşefe" miktarının girmesinin guslü gerektirmeyeceği hususunda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Su (gusül), ancak sudan (meniden) ötürüdür" Müslim, Hayz, 81 (1/269); Tirmizî, Taharet, 81 (1/83). hadisine tutunmuşlardır. Bu kelime şayet hasr ifade etmeseydi, bu böyle olmazdı.. Cenâb-ı Hak da, "Allah, ancak bir tek tanrıdır" (Nisa, 171) buyurmuştur.

O'nun bu ifadeden maksadı, başkasında ulûhiyyet niteliğinin bulunmadığını beyan etmektir.

c)Şiirdir... Nitekim A'şâ, 'Sayıcaonlardan daha çok değilsin; izzet ve şeref de ancak; (sayıca) çok olanındır...": Ferazdak da: ce namusu müdafaa edip savunan ve koruyan biriyim!.. Onların kadr ü kıymetlerini de, ancak ben veya benim gibiler müdafaa edebilir" demişlerdir. Bütün bu açıklamalarla, innemâ kelimesinin "hasr" ifade ettiği sabit olur. Sadakaların (zekâtların), sadece bu sekiz kısma verileceğine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bir kimseye: "Şayet sen, sekiz kısımdan birisinden isen, o sadakalarda hakkın vardır. Aksi halde, alman o sadaka, başta bir ağrı ve karında da bir hastalık olur" Müsnedi, 4/169. demiş olması delâlet etmektedir. Yine Hazret-i Peygember "Zenginin ve gücü kuvveti yerinde olan kimsenin sadaka alması helâl olmaz" Tirmizî, Zekat, 23 (3/42); İbn Mâce, Zekât, 26 (1/589). buyurmuştur.

İkinci Mesele

Bil ki Allahü teâlâ, münafıkların, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, sadakaları alma hususunda ayıpladıklarını haber verince, o peygamberin, sadakaları sırf bu sekiz kısım kimse için alıp, kendisi, akrabaları ve ilgisi bulunduğu kimseler için almadığını beyan buyurmuştur. Biz, zenginin malından alınan o az miktardaki malın, fakirin ihtiyacını gidermek için ona verilmesindeki hikmet ve maslahatın bu olduğumu beyan etmiştik. Durum böyle olunca, münafıkların, (Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i) ayıplayıp tenkit etmeleri, beyinsizliğin ve cehaletin ta kendisi olmuş olur. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ben size (o zekâtlardan, sadakalardan), ne bir şey veririm, ne de sizi onlardan men ederim. Ben ancak emrolunduğunu yerli yerinde yapan bir memurum" Buhârî, Humus, 7 (4/49); Müslim, Zekat, 96 (2/718). buyurmuştur.

Üçüncü Mesele

Ebu Hanîfe (r.h.)'ye göre zekât mallarını bu kısımlardan sadece bazısına vermek caizdir. Bu, Hazret-i Ömer, Huzeyfe, İbn Abbas, Said İbn Cübeyr, Ebu'l-Aliye ve en-Nehâî'nin görüşleridir.

Saîd İbn Cübeyr'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Şayet ben, müslümanlardan olan bir ev halkının, fakir ve iffetli olduklarını görürsem, bu zekâtları onlara vermek bana daha hoş gelir. " Şafiî (r.h) ise, "zekât mallarının mutlaka sekiz kısma verilmesi gerekir " demiştir. Bu, Ikrime, Zührî ve Ömer İbn Abdilaziz'in görüşüdür. Şafiî, şu şekilde delil getirmiştir: "Allahü teâlâ, bu taksimatı Kur'an'ın nassında zikretmiş, sonra da bunu, "Allah'dan bir farz olarak..." (Tevbe, 60) ifadesiyle tekid etmiştir. Binâenaleyh, her sınıftan mutlaka üç kimsenin bulunması gerekir. Çünkü, cem'in en azı üçtür; bu sebeple bir kimse, üç ve daha yukarı sayıdaki fakirin hissesini iki fakire verse, üçüncüsünün payını tazmin etmesi gerekir ki bu pay, fukaranın toplam paylarının üçte biridir. Bu sekiz kısım kimsenin hisselerinin mutlaka eşit olması gerekir. Meselâ sen, on dirhem tasadduk etmen gerekir de, sen de bunlardan beş grubu bulabilirsen, her hisse, iki dirhem olmak üzere on dirhemi beş hisseye ayırırsın. Bu kısımlardan birine fazla vermen caiz olmaz. Daha sonra senin, bu her kısma ikişer dirhem vermen gerekir. O gruplardan her birinin asgari sayısı, üçtür. Bu üç kişi arasında eşit davranman gerekmez. Meselâ sen (fakir grubundan) bir kimseye bir dirhem, diğer fakire 5/6 dirhem, diğer fakire de 1/6 dirhem verebilirsin." İşte Şafiî (r.h.)'nin mezhebine göre, zekâtın taksim edilme şekli budur.

Zekâtın Sekize Taksimi Gerekmez

Allah'a dua eden, O'na çağıran Musannif (r.h) şöyle der: "Ayette, Şafiî (r.h.)'nin görüşü hususunda herhangi bir delâlet bulunmamaktadır. Çünkü Allahü teâlâ, sadakaların tamamını, bu sekiz kısım kimseye vermiştir. Bu da mesela, Zeyd'in bizzat sadakasının, bu sekiz kimsenin tamamına verilmesini gerektirmez. Bunun delili ise, hem aklî hem de naklidir.

Naklî olan delile gelince: Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin mutlaka beşte biri Allah'ın, Resulünün, hısımların, yetimlerin, yoksulların, yolcularındır..." (Enfal, 41) ayetidir. Böylece Cenâb-ı Hak, ganimet mallarının beşte birinin bu beş kısım kimseye ait olduğunu beyan etmiştir. Hiç kimse, ganimet olarak alınan her şeyin bizzat kendilerinin bu beş gruba dağıtılmalarının vâcib olduğunu söylememiştir. Aksine âlimler, bundan muradın, ganimet mallarının toplamının bu gruplar için olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Ama, o ganimet mallarının her çeşidinin ve her parçasının bu kimselere taksim edilmesine gelince, bunun böyle olduğunu hiç kimse söylememiştir. İşte burada da böyledir. Sadakaların toplamı, bu sekiz kısım kimsenin hepsine aittir. Ama, Zeyd'e ait sadakanın bizzat bu sekiz gruba dağıtılmasının farz olduğunun söylenmesine gelince, ayetin lafzı, kesinlikle buna delâlet etmemektedir.

Aklî delil de şudur: Toplam hakkında sabit olan hükmün, o toplamın parçalarından her bir parçada tahakkuk etmesi gerekmez. Ve yine, küll ile cüz arasında hiç bir farkın bulunmayacağı da söz konulu değildir. Ayetin lafzının, Şafiî'nin söylediğine delâlet etmediği, işte yapmış olduğumuz bu açıklama ile sabit olmuş olur.

Bizim görüşürhüzün doğruluğuna şunlar delâlet etmektedir:

a) Sadece yirmi dinarı olan bir kimsenin, yarım dinarı zekât olarak vermesi vâcibtir. Binâenaleyh biz, bu kimseye, o yarım dinarını yirmidört parçaya (8x3 = 24) ayırmasını teklif etsek, o zaman, bu parçalardan her biri, son derece küçük ve önemsiz bir miktar olur; böylece de, önemli işlerde yarartanılamayacak derecede az bir hale gelir.

b) Şayet, bu sekiz kısmı buluncaya kadar beklemek muteber olsaydı, o zaman sahabenin ileri gelenlerinin, bunu nazar-ı dikkate almaları, ona riayet etmeleri daha uygun olurdu. Şayet durum böyle olsaydı, bu haber, Ömer İbni'l-Hattâb'a, İbn Abbas'a, Huzeyfe'ye ve diğer büyük sahabîlere ulaşmış olurdu. Bu da onlara ulaşmış olsaydı, onlar böyle bir şeye muhalefet etmezlerdi. Onlar buna uymadıklarına göre, biz bunun nazar-ı dikkate alınmayan bir şey olduğunu anlamış oluyoruz.

c) Şafiî (r.h.)'den zekâtın nakledilmesinin, (başka bir beldeye götürülmesi) caiz olup olmadığı hususunda iki ayrı görüş nakledilmiştir. Meselâ, zekât vermesi gereken bir kimsenin herhangi bir köyde oturmakta olduğunu düşünelim. Orada, ne "mükâteb" bir köle, ne gazi olan bir mücahid, ne âmil (zekât toplayıcı), ne müellefe-i kulûb'dan bir kimse olmasın ve oraya hiçbir yolcu da uğramasın. O köyde de, tesadüf bu ya, borçlu hiçbir kimse bulunmasın. Bu kimsenin, zekâtla ilgili mükellefiyeti nasıl olacaktır? Şimdi biz kalksak, "Bu kimsenin, zekâtını, bu grupları bulabileceği bir beldeye nakletmesi için yolculuk yapması ona farzdır" dersek, bu âlimlerden hiçbirinin söylemediği bir görüş olmuş olur. Biz, bundan böylesi bir mükellefiyeti kaldırdığımızda, o zaman bizim görüşümüz doğru olur. İşte bu konuda bizim söyleyeceğimiz bundan ibarettir. Allah en iyi bilendir.

Zekâtın Sarf Yerlerinin Tarifi

Bu mesele, bu sekiz kısmın tarifi hususundadır. Fakir ve Miskinler

Birincisi ve ikincisi: Birinci ve ikincisi fakirler ve yoksullardır. Bunların, gelirleri giderlerini karşılamayan muhtaç kimseler olduğu hususunda şüphe yoktur Ama alimler, bunları birbirinden ayırdetmek için ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olmak üzere bazı âlimler, daha fazla muhtaç olan, fakirdir derken -ki bu Şafii (r.h.) ve ashabının görüşüdür-; diğer bazıları da "daha muhtaç olan miskindir, yoksuldur" demişlerdir ki bu da Ebu Hanife ve arkadaşlarının görüşüdür. Bazıları da "fakirle miskin arasında bir farkın bulunmadığını, aynı oldukları halde Allahü Teâlâ'nın onları bu iki vasıfla vasfettiğini söylemişlerdir ki bu da Ebu Yusuf ve Muhammed (r.h)'in görüşü olup, Ebu Ali el-Cübbaî'nin tercihidir. Bu ihtilafın olumlu neticesi şöyle bir meselede ortaya çıkar: Meselâ bir kimse (malının bir kısmını) falancaya, fakirlere ve miskinlere vasiyyet etse, "Fakir, miskinden başkasıdır" görüşünü benimseyenler, "Falancaya, o malın üçte biri düşer" derler. "Fakirle miskin aynı kimsedir" diyenler de, "Falanca"ya, o malın yarısı düşer" hükmünü verirler. Cübbaî şöyle demiştir: "Allahü teâlâ, fakir ve miskini, zekât hususundaki durumlarını iyice kuvvetlendirmek, güven altına almak için, iki ayrı isimle zikretmiştir. Çünkü bu sekiz kısım içinde aslolan, vazgeçilemiyecek olanlar, fakir ve miskinlerdir. Hem, bunun diğer bir faydası da, diğerleri gibi değit, sadakalardan buna iki hissenin verilmesidir. "

Bil ki bu ihtilafın neticesi, sadakaların dağıtılmasında ortaya çıkmayıp, ancak "vasiyyet"le ilgili hususlarda ortaya çıkar. Bu, mesela bir kimsenin, "Fakirlere (200), miskinlere de (50) (dirhem) vasiyyet ediyorum.." demesi halinde, Şafii (r.h.)'ye göre ikiyüzü, daha fazla muhtaç olana; Ebu Hanîfe (r.h.)'ye göreyse, daha az muhtaç olana vermek gerekir. Şafiî (r.h.)'nin delili şunlardır:

Şafiî'nin Miskin Konusundaki Görüşünün Delilleri

1) Allahü teâlâ, ihtiyaçlarını gidermek, maslahatlarını görmek için, zekâtın, sadakaların bu sekiz kısma verileceğini belirtmiştir. Bu, ilk başta sayılanın, daha fazla muhtaç olan olduğuna delâlet eder. Çünkü zahir olan durum, "ehemm"in mühimden önce getirilmesi gerektiğidir. Baksana Ebu Bekr ve Ömer diye söze başlanır, Hazret-i Osman'ı Hazret-i Ali'ye üstün görenler, onlardan bahsederlerken, "Osman..., Ali...; Ali'yi Osman'dan üstün görenler, "Ali, Osman..." derler. Hazret-i Ömer, öğüt verici olarak, yaşlılık ve İslâm kâfidir... " beytini terennüm etmiş ve "Keşke şair, İslâm'ı yaşlılıktan önce zikretseydi" demiştir. Binâenaleyh, ayette önce fakirlerle başlanınca, fakirlerin miskinlerden daha muhtaç olmaları gerekir.

2) Ahmed İbn Ubeyd şöyle demiştir: "Fakir, miskinden daha kötü durumda olandır. Çünkü Arapça'da, "fakir" kelimesinin aslı mefkûr olup, bu da "Omurga kemiği dışarı çıkmış" adam demektir. Sonra mefkur yerine fakîr denilmiştir. Zaten Arapça'da bu cari olup, mesela matbûh yerine tabîh, mecruh yerine cerîh denilebilir.

Böylece fakirin şiddetli bir ihtiyaç içinde olduğu halde, fakirliğinden ötürü yerinden kalkamadığından bu ismi almış olduğu sabit olur. Bu kötürümlük hali, onun çalışıp çabalamak için hareket etmesine mani olur. Düşkünlükte, fakirlikte, darlık içinde bulunmada bundan daha fazlasının düşünülemeyeceği malumdur, Dilciler Lebîd'in şu beytini nakletmişlerdir:

Ibnu'l-A'rabî bu beyitteki "fakîr"in, omurgaları kırılmış kimse anlamına geldiğini, iş göremez bir düşkün için bir darb-ı mesel olduğunu söylemiştir..

Fakirin, daha fazla muhtaç olan kimse olduğunu, Cenâb-ı Hakkın, "O gün bazı yüzler kasvetlidir.. Anlar ki, kendisine, bel kemiklerini kıracak (fakire) bir iş yapılacak!" (Kıyame. 24-25) ayeti de delâlet etmektedir.. Cenâb-ı Hak bu ayette fakire lafzını, belâ ve musibet nevilerinden en büyüğüne bir kinaye tutmuştur.

3) Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), fakirlikten (Allah'a) sığınarak, "Fakirlik, neredeyse küfür olacaktı..." Camiu s-Sağir. 2/89.

'buyurmuş, daha sonra da, "Allah'ım, beni miskin olarak yaşat, miskin olarak öldür ve beni, miskinler zümresi içinde hasret" Keşfu'l-Hafâ 1/181. (Tirmizi, Zühd. 37 ve İbn Mâce Zühd, 7). demiştir. Halbuki miskin, fakirden daha kötü durumda olan birisi olsaydı, o zaman bu iki hadis birbiriyle çelişirdi. Çünkü (bu durumda), Hazret-i Peygamber fakirlikten Allah'a sığınmış, sonra da, ondan daha kötü olan bir şeyi Allah'dan istemiş olurdu. Ama biz. fakirin miskinden daha fazla muhtaç olduğunu söylersek, o zaman bu iki hadis arasında kesinlikle bir tenakuz olmaz.

4) Bir kimsenin miskin olması, onun herhangi bir mal sahibi olmasına mani değildir. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "Gemiye gelince: O. denizde iş yapan yoksullarındı.." (Kehf, 79) ayetidir. Cenâb-ı Hak bu ayette, epey miktar altına denk olan gemisi olan bir kimseyi, miskin olmakla vasfetmiştir. Halbuki, Allah'ın, kitabında herhangi bir insanın bir şeye mâlik olduğu halde, fakir diye nitelendirdiğini görememekteyiz.

Eğer onlar, "Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın "Allah ganîdir, siz ise fakirlersiniz..." (Muhammet), 38) ayetidir. Böylece Cenâb-ı Hak, bütün insanları, birçok şeye sahip olmalarına rağmen, fakir olmakla vasfetmiştir" derlerse, biz deriz ki:

Bu. zıddına daha uygun düşer. Çünkü Allahü Teâlâ onları, kendisine nisbetle 'fakirler" olarak nitelemiştir. Zira, Allah'ın dışında kafan herkes, Allah'a nisbetfe, katiyyetle hiçbir şeye sahip değillerdir. O halde, bizim görüşümüz doğru olmuş olur.

5) Hak teâlâ'nın, "Yahut, bir açlık gününde yemek yedirmektir. Yakınlığı olan bir yetime.. Yahud, toprakta sürünen bir yoksula (miskine)" (Beled, 14-16); ayetidir. Halbuki bu ayette şiddetli ihtiyacından dolayı toprağa belenmiş, toprakta sürünen miskin, yani fakir murad edilmiştir. Binâenaleyh, bu ayette geçen "miskin" kelimesini, "toprakta sürünen" ifadesiyle kayıtlamak, bazan böyle olmayan bir miskinin bulunabileceğini gösterir. Bu da ancak o kimsenin bir şeye malik olması halinde böyle olur. O halde, bu o kimsenin miskin olmasının bazı şeylere malik olmasına mani olmadığına delâlet eder.

6) İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Fakir, hiçbir şey bulamayan muhtaç kimsedir.. Bunlar, ehl-i suffe, yani Mescid-i Nebt'nin sefasında kalan kimselerdir. Bunlar, evleri barklan olmayan dörtyüz civarında müslümandı. Binâenaleyh fazla yiyeceği bulunan her müslüman, yiyecek fazlasını akşam olunca onlara getirirdi. "Miskinler" ise, gezip dilenen kimselerdir" Bu istidlalin özü şudur: Ehl-i Suffe'nin alabildiğine fakir olduğu mütevâtir olarak bilinen bir husustur. Binâenaleyh İbn Abbas, "fakirler"i ehl-i suffe olarak; "miskinleri" de gezip dilenen kimseler olarak tefsir etmiş, insanlardan herhangi birşey isteyemeyen muhtaç kimselerin durumlarının, muhtaç olup da dilenenlerden daha güç olduğu sabit olduğuna göre, "fakir"in, "miskin"den daha zor durumda olması gerektiği ortaya çıkmış olur demiştir.

7) "Meskenet", "sükûn" masdarından türemiştir. Binâenaleyh fakir kimse, insanlardan dilenip, yardım istediğinde onların birşeyler vereceğini anlayınca kalbi diner, korkusu ve acizliği zail olur. Bu kimsenin, kendisine red ve men ile karşılık verildiğinde dineceği, sakinleşeceği, kalbinin yatışacağı ve istemeyi tekrar edeceği için bu ismi almış olması da muhtemeldir. İşte bu sebepten ötürü Cenâb-ı Hak, temeskünü, yani miskinliği, "başkasından isteme ve yalvarma"dan kinaye kılmıştır. Nitekim Arapça'da, yumuşayıp, boyun eğdiğinde, denilir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, namaz kılan kimseye, ffmütevazi ve huşu içinde ol" manasını kastederek demiş olması da bu manadadır. Böylece bu, miskinin dilenen kimse olduğuna delâlet etmiş olur.

Bu sabit olunca biz deriz ki: Cenâb-ı Hak, bir başka ayetinde "Onların mallarından sâilin ve mahrumun (yoksulun) da bir hakkı vardır" (Zâriyat. 19) buyurmuştur. Binâenaleyh bizim burada zikrettiklerimizle, "miskin"in, dilenen kimse olduğu sabit olunca, "mahrum"un da, fakir kimse olması gerekir. "Mahrum" kelimesinin, iyice mahrum olmayı ifade ettiğinde şüphe yoktur. Böylece fakirin, miskinden daha kötü ve güç durumda olduğu sabit olmuş olur.

8) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Allahım, beni "miskin" olarak yaşat" Keşfu'l-Hafâ. 1/181. buyurmuştur. Zahir olan odur ki, Allahü teâlâ O'nun duasını kabul etmiş, O'nu bir miskin olarak öldürmüştür. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ederken, bir çok şeye sahipti. Binâenaleyh bu, bir kimsenin "miskin" olmasının, bazı şeylerin sahibi olmasına mani olmadığına delâlet eder. "Fakir"e gelince, bu kelime daha fazla muhtaç olmayı gösterir. Zira Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Fakirlik neredeyse küfür olacaktı" Câmius-Sağîr. 2/89 buyurmuştur. Bununla, fakirliğin, miskinlikten daha ileri derecede olduğu sabit olmuş olur.

9) İnsanlar, tıpkı siyah ve beyazın birbirinin zıddı olması gibi, fakirlik ve zenginliğin iki zıd şey olduğu hususunda ittifak etmişler, ama hiç kimse zenginlik ve miskinliğin iki zıt şey olduğunu söylememiş; aksine onlar şeref ve meskenetin birbirine zıd olduğunu söylemişlerdir. Binaenaleyh herkese boyun eğen, herkesten korkan, herkesin kötülüğüne katlanıp, cevap veremeyen, onlara yalvarıp yakaran kimseler hakkında, insanlar "Falanca zillet ve meskenetini ortaya koydu. O miskindir, âcizdir" derler. Ama "fakir" kelimesine gelince, insanlar bunu zenginliğin zıddı manada kullanmışlardır. Hal böyle olunca da onlar, (haksızlıklara karşı) boyun eğip itaat gösterdiğinde ve karşı çıkmadığında, zengin olan kimseyi de bazen "miskin" diye; yine boyun eğmekten ve zilletten uzak duran fakir kimseyi de "şerefli, asit" diye tavsif ederler. Böylece fakirliğin, malı bulunmama; miskinliğin de, zillet manasında olduğu sabit olur. Birincisi malın bulunması manasına ters olup, ikincisi malın bulunmasına ters değildir.

10) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Mu'âz (radıyallahü anh)'a zekat konusunda "Onu onların zenginlerinden al, fakirlerine ver" Buhâri, Zekal. 1 (2/108); Müslim, iman. 29 (1/50). demiştir. Şayet, "miskin" daha fazla muhtaç manasına olsaydı, o zaman Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "O zekatı, onların miskinlerine ver" demesi gerekirdi. Çünkü daha mühim olanın zikredilmesi daha uygundur. İşte yaptığımız bütün bu izahlar, "fakir"in "miskin"den daha zor durumda olduğuna delâlet eder.

Miskinin Fakirden Daha Yoksul Olduğu

"Miskin"in, "fakir"den daha zor durumda olduğunu söyleyenlerin delilleri de şunlardır:

1) Bu görüşte olanlar, "Yahut toprakta sürünen bir miskine.. "(Beled, 16) ayetini delil getirmişler ve şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Allah, bu ayette miskini, "toprağa belenmiş" diye tavsif etmiştir. Bu da onun, son derece fakr-u zaruret içinde olduğuna delâlet eder. Hem sonra Cenâb-ı Hak, yiyecek cinsinden verilecek keffâretlerin miskinlere verilmesini emretmiştir. Halbuki, açlığı gidermekten daha büyük bir ihtiyaç yoktur.

2) Bu görüşte olanlar bir çobanın şu şiirini defil getirmişlerdir: "Sağımlık hayvanları kendi çoluk çocuğuna göre olan fakire gelince, efendi(si) ona (süt, v.b) bir şey bırakmadı." Şair burada, sağımlık hayvanları olan kimseyi "fakir" diye isimlendirmiştir.

3) Miskin, içinde istirahat edip sükunet bulacağı bir evi olmadığı için, bulduğu yerde yatan ve istirahat eden kimsedir. Bu da "miskin"in son derece sıkıntı ve güçlük içerisinde bulunduğuna delâlet eder.

4) Onlar, Esmâî ve Ebu Amr b. el-Alâ'nın şöyle dediklerini nakletmişlerdir: "Fakir, yiyeceği olan; miskin ise, hiçbirşeyi bulunmayan kimsedir." Yunus da: "Fakir, kendisine yetecek kadar birşeyleri bulunan; miskin ise, hiçbirşeyi olmayandır" demiştir. Ben de, bir bedeviye: "Sen fakir misin?" diye sorduğumda: "Yok, vallahi daha da beterim, miskinim" cevabını verdi.

Razının İki Tarafı Karşılaştırması

Bu görüşte olanların, zikrettikleri ayete tutunmalarına şöyle cevap verilir: Biz, o ayetin, bizim lehimize bir delil olduğunu beyan etmiştik. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu ayette bahsedilen "miskin"i, "toprağa belenmiş" diye tavsif edince bu, bazan böyle bir sıfatta olmayan bir miskinin de olabileceğine delâlet etmiş olur. Aksi halde bü kaydın (sıfatın), bir hikmeti olmaz. Onların, "Allah keffaretlerde vacib olan yiyeceği miskinlere ait kılmıştır" şeklindeki görüşlerine karşı deriz ki: "Evet, Allahü teâlâ, (keffarette yedirilmesi gereken) o yiyeceğin, "toprağa belenmiş" sıfatına sahip miskin için olacağını söylemiştir. Bu, Allah'ın o keffaretin, mutlak manada miskine verilmesini vacib kıldığına delâlet etmez.

Bu görüşte olanların, bir çobanın şiiri ile istidlallerine de şöyle cevap verilir: "O, şu anda fakir olan bu kimsenin, daha önce sağımlık hayvanları olduğunu, ama efendisinin kendisine birşey bırakmadığını söylemektedir. Binâenaleyh niçin şöyle denilemesin: Onun sağımlık hayvanları vardı. Ama efendisi, kendisine hiçbirşey bırakmayınca, artık fakir olarak tavsif edildi.

Onların, "Miskin, evi bulunmadığı için, bolduğu yerde yatıp istirahat eden kimsedir" şeklindeki görüşlerine de şöyle cevap verilir: Aksine miskin, dilenmede ısrar eden ve insanların peşinde dönüp dolaşan kimsedir. O, ya insanlar onu kovup ittiklerinde bile, onlardan uzaklaşmadığı için; yahut da, çok isterse, insanların kendisini boş çevirmeyeceklerini bildiği için, kalbi sükûnette ve rahat olduğu için, bu ismi almıştır.

Onların Ebu Amr ve Yunus'dan rivayet ettikleri hususlara gelince, bu da, İmam Şafiî ve İbnü'l-Enbarî'nin sözleri ile çelişki teşkil, eder. Hem sonra Kaffâl, Tefsir'inde, Cabir b. Abdullah (radıyallahü anh)'ın şöyle dediğini nakletmiştir: "Ayette bahsedilen fakirler, muhacirlerin fakirleri; miskinler de, hicret etmemiş olan müslümanlardır."

Hasan el-Basri'den de şu nakledilmiştir: "Fakir, evinde oturup bekleyen; miskin ise dilenmek için koşuşturandır."

Mücahid: "Fakir, istemeyen; miskin ise isteyen (dilenen) yoksuldur" derken; Zührî: "Fakir, utandığından dilenmek için çıkamayan yoksul; miskin ise dilenen yoksullardır" demiştir. Allah'a dua eden hocamtz der ki: "Bütün bu görüşler, fakirin, dilenmeyen; miskinin ise dilenen yoksul olduğu noktasında birleşmektedir. Binaenaleyh kim dilenirse, birşeyler bulur. Bu sebeple miskin, İhtiyacı ve mağduriyeti daha az olan olmuş olur."

Üçüncü kısım: "Zekât işinde çalışanlar" fıkrasının ifade ettikleridir.

Bunlar, zekat toplamakla görevli memurlardır. Bunlara, yaptıkları iş nisbetinde ücret verilir. Bu, İmam Şafiî (r.h) ile Abdullah b. Ömer (radıyallahü anh) ve İbn Zeyd'in görüşüdür. Mücahid ve Dahhak, "Bunlara zekatın sekizde biri verilir" demişlerdir. Ayetin lafzının zahiri Mücahid'den yanadır. Fakat İmam Şafiî şöyle der: "Bu, yapılan işin ücretidir. Binâenaleyh, işe göre ayarlanmalıdır. Doğrusu şudur: Haşim ve Beni Muttalib kabileleri mensuplarının, azadlılarının zekat malından birşeyler alabilmeleri için, zekat memurları olmaları caiz değildir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebu Râfî'yi, zekat toplamak için görevlendirmek istemiş ve "Bir kavmin mevlalarının (azadlılarının) da onlardan sayıldığını bilmiyor musun?" demiştir. Allahü teâlâ, 'Ve onun (zekatın) üzerine memur olanlar" buyurmuştur. Çünkü alâ edatı velayet (idare, himaye) manası ifade eder. Nitekim bir kimse bir şehrin valisi olduğu zaman, "Falanca, falan belde üzerinde idarecidir" denilir.

Müellefe-i Kulûb

Dördüncü kısım, "Kalbleri alıştırılmak istenenler..." kelimesinin ifade ettiği kimselerdir. İbn Abbas (radıyallahü anh): "Bunlar, her kabilenin asilzadelerinden meydana gelen bir topluluktur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Huneyn Günü bunlara zekattan vermiştir. Hepsi onbeş kişi olup, şunlardır: Ebu Süfyan, Akra b. Habis; Uyeyne b. Hısn; Huveytıb b. Abduluzza, Âmiroğullarından Sehl b. Amr, Haris b. Hişam, Süheyl b. Amr el-Cühenî, Ebu's-Senâbil, Hakîm b. Hizam, Malik b. Avf, Safvan b. Ümeyye, Abdurrahman b. Yerbû, Ced b. Kays;Amr b. Mirdâs ve Alâ b. el-Haris. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bunlardan herbirine yüz deve vermiş ve böylece onları İslâm'a celbetmek istemiştir. Fakat Abdurrahman b. Yerbû'a elli deve, Hakîm b. Hizâm'a yetmiş deve verince, bu: "Ya Resulallah, ben hiçbir insanı senin bu bağışına benden daha lâyık görmüyorum" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ona on tane deve daha verdi. O yine istedi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ona on tane deve daha verdi. O yine istedi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yine verdi. Böyle böyle deve sayısı yüze ulaştı. Daha sonra o: "Ya Resulallah, senin tarafından bana ilk defa verilip de benim yeterli bulmadığım mı daha hayırlı, yoksa yeterli bulduğum şu miktar mı daha hayırlı?" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Senin yeterli bulmadığın..." dedi. Bunun üzerine Hakîm: "Allah'a yemin olsun ki, o miktardan fazlasını almayacağım" dedi" demiştir. Rivayet olunduğuna göre, Hakîm öldüğü zaman, Kureyş içinde en çok malı olan kimse idi. Bu atıyyeleri onlara vermek, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ağır gelmişti ama O, onları bununla İslam'a ısındırmıştı.

Musannif (Râzî) (r.h) şöyle der:"Bu atıyyeler ve hediyeler Huneyn Günü olmuştur. Bunların zekatlarla ilgisi yoktur. Ben, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın bu hadiseyi, niçin bu ayetin tefsiri sadedinde zikrettiğini bilmiyorum. Belki de onun bundan kastı, mallardan bir kısmının müelleferi kulûba verilebileceğini anlatmaktır. Ama bu hadisenin, zekatın müellefe-i kulübe verilmesi hususunda bir tefsir olarak zikredilmesi, İbn Abbas (radıyallahü anh)'a uygun düşmez.

Kaffâl: "Ebu Bekr(radıyallahü anh), irtidâd hadiseleri günlerinde, gerek kendisinin, gerekse kavminin zekatlarını toplayıp getiren Adiyy b. Hâtim'e mal vermiştir" diye nakletmiş ve şöyle demiştir: "Maksad, devlet başkanı (olan Hazret-i Ebu Bekr'in) müellefe-i kulûb vasıtasıyla zenginlerin zekatlarını toplamasıdır."

Vahidî: "Allahü teâlâ müslümanları, müşriklerin kalblerini İslam'a ısındırmaktan (yani müellefe-i kulûbtan) artık müstağnî kılmıştır. Binaenaleyh İslam devlet başkanı, müslüman oldukları takdirde, müslümanlara fayda verecek olan bir topluluğun kalbini İslam'a ısındırmak isterse (yani onlara müellefe-i kulûb olarak davranırsa), bu caizdir. Çünkü malların zekatından, müşriklere birşey vermek caiz değildir. Fakat müşriklerden müellefe-i kulûb olanlara gelince, onlara zekaca demiştir. Ben derim ki: Vahidî, "Allah, müslümanları art-İslâm'a ısındırmaktan müstağni kılmıştır" sözünü, Hazret-i Peygamoe zekattan pay ayırıp verdiği zannını gidermek için söylemiştir. Fakat biz kesinlikle böyle olmadığını beyan ettik.

Hem sonra ayette, "müellefe-i kulûb"un müşrikler olduğuna delâlet eden herhangi birşey yoktur. Aksine Cenâb-ı Hak, "Kalbleri alıştırılmak istenenler buyurmuş olup, bu, müslim- gayr-ı müslim hakkında umumi bir ifadedir.

Doğrusu şudur: Bu hüküm, mensûh değildir. İslâm devlet başkanı bu özellikte birtakım kimselerin kalblerini İslam'a ısındırmak için, onlara zekattan müellefe-i kulübün hissesini verebilir. Çünkü, bu hükmün neshedildiğine dair hiçbir delil yoktur.

Köleler

Beşinci kısım, ayetteki rikab (köleler, esirler) kelimesinin anlattığı kimselerdir. Zeccâc şöyle demiştir; "Bu ifadede hazif bulunup, takdiri "köle azadında..." şeklindedir. Bu ifadenin tefsiri, Bakara suresinde (Bakara, 177) ayetinin tefsirinde uzunca geçmişti. Bu ifadenin tefsiri ile ilgili olarak şu görüşler var:

Birinci görüş: Kölelerin zekattan hissesi, bu hisse ile azâd edilsinler diye, mükâteb köleler için ayrılır. Bu, Şafiî (r.h)'nin ve Leys b. Sa'd'in içtihadıdır. Bunlar İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edilen şu ifade ile istidlal etmişlerdir: O, bu ifade ile ilgili olarak: "Allah bununla mükâteb köleleri kastetmiştir" demiştir. Bu tefsir, "Onlara fyani mükâteb kölelere), Allah'ın size verdiği maldan verin" (Nur, 33) ayeti ile kuvvetlenir.

İkinci görüş: İmam Malik İmam Ahmed ve İshak (b. Râhûye'nin) görüşü olup bunlara göre, zekattan kölelere ait olan bu hisse, köle azadı için ayrılır ve harcanır. Bununla, köle satın alınıp âzâd edilir.

Üçüncü görüş: İmam Ebu Hanîfe'nın talebelerinin, Sa'îd b. Cübeyr'in ve en-Nehâî'nin görüşü olup buna göre, zekat parası ile bir köle tamamen azad edilemez. Ancak o zekattan köleler için bir pay ayrılır ve bundan mükâteb köle de istifade eder. Çünkü ayetteki, "köleler" kelimesi, o kölenin bunda bir payının bulunmasını gerektirir, ama onun bu hususta tam hisse sahibi olmasına ters düşer.

Dördüncü görüş: Zührî'nin görüşü olup, buna göre, kölelerin zekattaki payları ikiye ayrılır: Yarısı müslüman mükâteb köleler içindir. Diğer yarısı ile de namaz kılan, oruç tutan ve daha önce müslüman olmuş olan kölelerden satın alınır ve azâd edilirler.

Alimlerimiz şöyle derler: Kölelere âit zekattaki hisse ile ilgifi ihtiyatlı olan, mükâteb kölenin müsaadesi ile, bu hissenin efendisine verilmesidir. Bunun delili şudur: Allahü teâlâ, önceden zikredilmiş olan dört grup için zekatı lâm-ı temlik ile vermiştir. Bu "Sadakalar ancak fakirlere..." ifadesidir. Cenâb-ı Hak, kölelerden bahsederken bu lam harf-i cerrinin (lâm-ı temlikin-malikiyyeti gösteren lâm'ın) yerine fî harfi cenini getirerek buyurmuştur. Binâenaleyh bu farkın mutlaka bir hikmetinin olması gerekir. O hikmet de şudur: Daha önce zikredilen o dört grup insana, üzerinde istedikleri gibi tasarruf edebilsinler diye, zekattan alacakları hisseleri, bizzat kendilerine verilir. Ama kölelerin zekattan hisseleri, boyunlarının kölelikten kurtulması için ayrılır. Dolayısıyla o hisse onların kendilerine verilmez ve onlar o hissede istedikleri gibi tasarrufta bulunamazlar. Aksine bu hisse, onlar için ödenmek suretiyle, kölelikten kurtulmaları için harcanır.

Borçlular hakkındaki hüküm de böyledir: Bunların zekattan alacakları pay, kendilerine verilmeyip, borçlarının ödenmesi için kullanılır. Gaziler, Allah yolunda savaşa gidenler hakkındaki hüküm de böyledir: Onların zekattan-alacakları o hisse, savaşta ihtiyaç duyacakları şeylerin tedarik ve hazırlığında kullanılır. Yol oğulları yani, yolda kalmış olanlar hakındaki hüküm de aynıdır. Netice olarak deriz ki: İlk dört grup hakkındaki hüküm şudur: Bunların zekattan alacakları mal bizzat kendilerine verilir ve bunlar o hissede (malda) istedikleri gibi tasarrufta bulunabilirler. Ama son dört grup hakkındaki hüküm şöyledir: Bunların zekattan alacakları mal, bizzat kendilerine verilmez, aksine zekattan pay almalarına sebep olan özelliklerine göre muteber ihtiyaçlarına harcanır.

Borçlular

Altıncı kısım: Ayetteki gârimîn kelimesinin anlattığı kimselerdir. Zeccâc şöyle der: "Arapça'da garm kelimesinin asıl manası, güç bir şeyi üstlenmektir. Geram kelimesi de, devamlı olan azab manasınadır. Aşk'a da, meşakkatli ve devamlı olduğu için, "garam" denilmiştir. Birisi, kadınlara düşkün olduğu zaman, bu kökten olarak, denilir. Borç da, insana zor gelip, insan ödemediği sürece ondan kurtulamadığı için, 'garâm" diye adlandırılmıştır. Binâenaleyh ayetteki, "gârimîn" -kelimesi ile borçlular kastedilmiştir. Buna göre diyoruz ki: Eğer borç bir günah sebebiyle meydana gelmiş ise, o. bu ifadenin hükmüne girmez. Çünkü ayette bahsedilen hisse, yardım maksadıyla verilir. Günah ise, yardımı gerektirmez. Eğer borç bir günah sebebiyle meydana gelmemiş ise, bu durumda o iki çeşittir:

a) Zaruri nafaka (geçim) veya bir maslahattan (ihtiyaçtan) dolayı meydana gelmiş olan borçlar.

b) Diyet ve insanların arasını ıslah bulma sebebi ile doğan borçlar. Bunların ikisi de ayetin hükmüne dahildir.

el-Esamm, Tefsir'inde şunu rivayet etmiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ceninin (ana karnındaki çocuğun) diyeti hususunda, köle azâd edilmesine hükmedince, âkile (yani cezalının akrabaları), "Ya Resulallah, bizim hiç kölemiz yok" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), o gün (toplanmış) zekat malları üzerinde görevli olan Hamd b. Mâlik b. en-Nâbiğa'ya, "Müslümanların zekatlarından, bir köle azad ederek, onlara yardımcı oV buyurmuştur.

Yedinci kısım: Ayette "Allah yoluna "diye geçmekte olup müfessirler Cenâb-ı Hakk'ın bu tabirle gazileri (savaşa gidenleri) kastettiğini söylemişlerdir. Şafii (r.h): "Savaşa gidenler, zengin de olsalar, zekat alabilirler" demiştir. Bu aynı zamanda, İmam Malik, İshak ve Ebu Ubeydin görüşüdür.

Ebu Hanîfe ve iki arkadaşı (yani, İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed) (r.h) ise: "Savaşa gidenler, ancak muhtaç İseler, zekattan alabilirler" demişlerdir.

Bil ki, "Allah yolunda" tabirinin zahiri, bu hükmün savaşan müslümanlara (mücahidlere) hasredilmesini gerektirmez. İşte bundan dolayı Kaffâl, Tefsiri'nde bazı fakihlerin, ölülere kefen alıp onları kefenleme, kaleler yapma, mescidleri bina ve imar etme gibi hayır işlerine zekat mallarının harcanabileceğini söylediklerini nakletmiştir. Çünkü ayetteki, "Allah yolunda" tabiri böyle olan herşey hakkında umûmî bir ifadedir.

Sekizinci kısım: Ayetteki "yolcular" tabirinin anlattığı kimselerdir. Şafif (r.h) şöyle der: "Zekata müstehak olan yolcu günah için olmayan bir yolculuğa niyetlenip de, bu yolculuğunu, herhangi bir yardım olmadığı takdirde yapamayacak olan kimsedir." Alimlerimiz, kendi beldesinden, bir ihtiyaçtan dolayı yolculuğa çıkmaya niyetlenen kimseye, zekattan hisse verilmesinin caiz olduğunu söylemişlerdir. Bu sekiz kısım ile ilgili izahımız bundan ibarettir.

Beşinci Mesele

Bu mesele, o sekiz kısımla ilgili hükümler hakkındadır:

Bu Ayette "Sadaka" Zekât Manasınadır

Birinci hüküm: Alimler, ayetteki "sadakalar" tabirine, farz olan zekatın girdiği hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü farz olan zekata da, "sadaka" ismi verilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onların mallarından sadaka al" (Tevbe, 13) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de,

"Beşten daha az devede ve beş vesakîan (ölçekten) daha az malda sadaka yani zekat yoktur" Buhârî. Zekat 32 (2/121): Müslim, Zekat, 3-7 (2/674)buyurmuştur.

Fakat âlimler, "sadakalar" ifadesine nafile olan (farz olmayan) sadakaların dâhil olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları, onların da bu ayetin hükmüne girdiğini söylemiş ve "Çünkü "sadaka" kelimesi, aslında nafile olanlara hastır. Binaenaleyh biz bu kelimenin içine, farz olan zekatı dahil ettiğimize göre, nafile olan sadakalar buna haydi haydi girer ve bunun sağladığı netice şudur: Bütün sadakaların verileceği yerler de sadece bunlardır" demişlerdir. Doğruya en yakın olan, bu ayetteki "sadakalar" İle, farz zekatların kastedilmiş olmasıdır. Bunun delilleri şunlardır:

a) Allahü teâlâ, bu sadakaların lam-ı temlik ile, sekiz kısım için olduğunu bildirmiştir. Bu grupların mülkü olan sadaka ise, farz olan zekatlardır.

b) Ayetin zahiri, sadakaların verildiği kimselerin, sadece bu sekiz kısım insan olduğuna delâlet eder. Halbuki ayetin ifade ettiği bu hasr, ancak ayetteki "sadakalar"ı, farz olan zekatlar manasına hamlettiğimizde doğru olur. Fakat eğer buna nafile sadakaları da sokacak olursak, bu hasr manası doğru olmamış olur. Çünkü nafile sadakaların, mescidlerin, hanların, kalelerin, medreselerin, okulların yapım ve imârına, ölülerin kefenlenmesi ve teçhizine ve diğer hayırlara harcanması caizdir.

c) Ayetteki, "Sadakalar... ancak fakirlere mahsustur" ifadesi, sözün o manaya gelebilmesi için, ancak o sadakaların ve kısımlarının daha önce zikredilmiş olmaları halinde güzel olur. Daha önce kendilerinden bahsedilen ve izah edilen sadakalar ise, farz olan sadakalardır. Dolayısiyle, ayetteki "sadakalar"ı bu manaya hamletmek gerekir.

Zekâtın Toplanması ve Dağıtılması İdareye Aittir

İkinci hüküm: Bu ayet zekatın alımını ve dağıtımını, İslam devlet başkanı veys onun tarafından görevlendirilecek birisinin üstleneceğine delâlet eder. Bunun delil Hak teâlâ'nın zekatı toplamakla görevli olanlara da, zekat mallarından bir pay ayırmış olmasıdır. Bu da, zekatın ifasında mutlaka bir görevlinin bulunması gerektiğine delâlet eder, O görevli ise, devlet başkanının kendisini zekat toplamak için tayin ettiğ kimsedir. Şu halde bu nass, zekatları imâmın (devlet başkanının) alıp toplayacağıra delâlet eder. Bu husus, "Onların mallarından sadaka al" (Tevbe, 103) ayeti île de kuvvet kazanır. Bundan dolayı mal sahibinin, bâtını (herkesin bilmediği) mallarının zekatın, kendisinin vermesinin caiz oluşu, ancak başka bir delil ile anlaşılmıştır. Bunun böyle olduğunu isbat hususunda, "Onların mallarında sâilin (dilenenin) ve mahrumun (iffetinden dolayı dilenemeyenin) bir hakkı vardır" (Zariyat, 19) ayetine tutunmak da mümkündür. Buna göre bu "hak", hem sailin hem de mahrumun olduğuna göre, mal sahibinin bunu o mahruma (dilenmekten utanana) doğrudan doğruya vermesinin caiz olması gerekir.

İmamın Zekat Alıp Alamayacağı

Üçüncü hüküm: Ayetin nassı, zekat memurunun, zekat malında bir hakkı bulunduğuna delâlet etmektedir. Fakat alimler, imamın (devlet başkanının) da zekatta bir hakkı (hissesi) olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazı alimler, onun böyle bir hakkı olduğunu kabul ederek, "Çünkü zekat memuru, bu işi imamın tayin ve desteği ile yapabilmiştir. Binâenaleyh gerçekte "âmil" yani zekatı toplayan, imamın (devlet başkanının) kendisidir" demişlerdir. Bazıları da bunu kabul etmeyerek: "Ayet, zekat mallarının bu sekiz sınıf insana has olduğunu göstermektedir. İmam ise bu sekiz sınıfın dışındadır. Binâenaleyh bundan ona verilemez" demişlerdir.

Zekât Memuru Zengin İse Pay Alabilir mi?

Dördüncü hüküm: Alimler, zekat memurunun zengin bir kimse olması halinde (topladığı) zekattan bir hisse alıp alamayacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir: Hasan el-Basri, "onun, ancak ihtiyaçlı olması halinde bu maldan alabileceğini" söylemiş; diğer âlimler ise, "zengin de olsa, onun bundan bir hisse alabileceğini, çünkü onun bunu, yaptığı işin bir karşılığı olarak aldığım" söylemişlerdir.

Ulemâ, bu payın miktarı hususunda da ihtilaf etmişlerdir. Bazıları onun, zekat malındaki payının "sekizde bir" olduğunu, çünkü Allahü teâlâ'nın zekatı sekiz kısım kimseye taksim ettiğini, bundan dolayı zekat memurunun payının da sekizde bir olarak belirlenmesi gerektiğini ve bunun tıpkı, bir kimsenin, malını sekiz kimseye vasiyet etmesi halinde, onlardan herbirine, o maldan sekizde bir hisse düşmesi tarzında olduğunu söylemişlerdir. Ekseri alimler ise, zekat memurunun hissesinin, o zekatı toplayıp bir araya getirirken yapmış olduğu mesai nisbetinde olacağını söylemişlerdir.

Beşinci hüküm: Alimler, zekat mallarının bu sekiz kısım kimsenin dışında kalanlara verilemiyeceği hususunda ittifak etmişlerdir. Fakat onlar, bu zekatın, o sekiz gruptan sadece bazısına verilip verilemiyeceği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu iki meselenin delilleri daha önce geçmişti. Fakat biz, zekatın o kısımlardan sadece bazılarına verilebileceğini söylediğimizde, bu ancak âmilin (zekat memurunun) dışındakiler hakkındadır. Fakat bütün zekatın, (bu sekiz sınıftan, başka hiçbiri bulunmaksızın), zekat memuruna verilmesi, ittifakla caiz değildir.

Altıncı hüküm: Zamanımızda ne zekat memuru vardır, ne de müellefe-i kulûb. Binâenaleyh zekatla ilgili geriye altı sınıf bulunmaktadır. Evlâ olan, Şafiî'nin dediği gibi, zekatı bu altı sınıfın hepsine vermektir. Çünkü en ihtiyatlı davranış budur. Ama bu yapılamıyorsa, daha önce de beyan ettiğimiz gibi, diğerleri (yani bulunanlar) kifayet eder.

Yedinci hüküm: Ayetteki, "Fakirlere ve yoksullara" tabirinin umumi oluşu, kâfir ve müslüman (fakir ve yoksulları) içine alır. Fakat hadisler, zekatın ancak müslüman olan fakir, yoksul ve diğer zekat alabileceklere verilebileceğine delâlet etmektedir.

Bil ki Allahü teâlâ, bu sekiz sınıfı zikredip onların durumlarını iyice anlatınca, "Allah'dan bir farz olarak" buyurmuştur. Zeccâc, fariza ifadesinin, te'kîd olarak mansûb olduğunu söylemiştir. Çünkü, Cenab-ı Hakk'ın, ifadesi, tıpkı, "Allah sadakaları, onlara kendisinden bir farz olarak farz kılmıştır" takdirindedir. Bunun bu manada oluşu da, âdeta, ayetin zahirine muhalefet etmekten bir men' ve zecr içindir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, "Cenâb-ı Hak. ne mukarreb bir meleğin ne de mürsel bir nebinin, zekâtın dağıtımını üstlenmesine razı olmadı. İşte bundan dolayı da. zekâtın dağıtımını bizzat kendisi üstlendi" dediği rivayet edilmiştir. Bütün bu vurgulu ifadelerin kullanılmasının maksadı, zekâtın bu sekiz kişinin dışındakilere verilmesinin haram olduğunu göstermektedir..

Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Yani, "Allah, maslahatların miktarlarını en iyi bilendir" ve "yalnız en doğru ile en uygun olan hükmü veren bir hakîmdir" demektir. Allah en iyisini bilendir.

Münafıkların Hazret-i Peygamberi İncitmeleri

61

"Yine o münafıkların içlerinde öyle kimseler vardır ki, peygambere ezâ eder, incitirler ve: "O, her söyleneni dinleyen bir kulaktır" derler. De ki: "O, sizin için bir hayır kulağıdır, Allah'a inanır, mü'minler(in sözün)e inanır, içinizden iman edenler için de bir rahmettir O. Allah'ın Resulünü incitenler (yok mu?) En acıklı azâb onlarındır".

Bil ki bu, münafıkların cehaletinin bir başka çeşididir. Zira onlar, ta'n ve tenkid etmek amacıyla, Allah'ın Resulü hakkında, "O, bir kulaktır" demişlerdir.

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Üzn Kelimesinin Okunuşu

A'meş'ın ve Abdurrahman'ın Ebu Bekr'den, Ebu Bekrin de, Asımdan yaptığı rivayete göre Âsim: "Eğer o, sizin dediğiniz gibi ise, bir kulaktır. Sizin için hayırlı olan kulak, sizin söylediğiniz şeyleri kabul eder ve o, sizi tasdik eder. O, sizin için, sizi yalanlamasından daha hayırlıdır " manasında olmak üzere, her iki kelimeyi de merfû ve tenvinli olarak (......) şeklinde okumuştur. Diğer kıraat imamları ise izafetle (......) şeklinde okumuşlardır ki bu: "O, şerrin kulağı değil, hayrın kulağıdır " anlamındadır. Nâfi, Kur'an'ın her yerinde, zât harfinin sükûnu ile üzn şeklinde okurken; diğer kıraat imamları zâlın dammesiyle üzün diye okumuşlardır ki bu.tıpkı unk veya unuk (boyun), zufr veya zufur (tırnak) kelimeleri gibi, iki kullanış şeklidir.

İkinci Mesele

İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demektedir: "Bir grub münafık, Hazret-i Peygamber'i, (O'na) yakışmayan sözlerle yadetmekteydiler. Mesela bazıları: "Yapmayınız, zira biz, söylediğimiz şeyin, onun kulağına varacağından endişe ediyoruz " dediklerinde, Cülas İbn Suveyd: "Tam aksine biz, dilediğimizi konuşur, sonra da ona gider: "Biz söylemedik!" diye yemin ederiz, o da bizim sözümüze inanır. Zira Muhammed, ancak dinleyen, her söyleneni dinleyip kabul eden bir kulaktır!.." deyince, işte o zaman bu ayet-i kerime nazil oldu. "

Hasan el-Basrî de şöyle demiştir; "Münafıklar, "Bu adam sadece (dinleyen) bir kulaktır. İsteyen onu dilediği yere çevirir. Onun bir kararlılığı, azmi bulunmamaktadır " diyorlardı."

Esamm da şunu rivayet etmiştir: "O münafıklardan birisi kavmine: "Eğer, Muhammed'in söylediği hak ve gerçek ise, biz, eşekden daha adi ve kötüyüz" deyince, karısının oğlu bunu duydu ve: "Vallahi o, gerçektir; vallahi sen, kendi eşeğinden daha şerli ve kötüsün..." dedi. Sonra da, bu sözü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ulaştırdı. Bunun üzerine o münafıkların bir kısmı: "Muhammed ancak, (her şeyi dinleyen) bir kulaktır. Şayet sen onunla karşılaşır da, bunu söylemediğine dair yemin edersen, o seni tasdik edip sözünü doğrular " deyince, bu ayet, işte onun o sözünü nakletmek üzere nazil oldu." Bunun üzerine, o sözü Hazret-i Peygamber'e ileten kimse: "Ya Resûlallah, ben de bundan önce müslüman olmamıştım. Şüphesiz, bu delikanlının, benim katımdaki değeri büyüktür. Allah'a andolsun ki, ona teşekkür borçluyum" dedi. " Daha sonra Esamm, sözüne devamla şöyle der: "Allah, peygamberi için bir hüccet ofsun ve o münafıklar, yaptıklarından vazgeçsinler diye, münafıkların saklamış olduğu çeşitli küfürlerini ortaya koyarak, (bir ayetinde), "içlerinden sadakaların taksimi hususunda seni ayıplayacaklar da var..." (Tevbe, 58); peşinden, "(Yine o münafıkların) içlerinde öyle kimseler vardır ki, peygambere eza ederler..." (Tevbe. 61); daha sanra da, "İçlerinden kimi de Allah'a şöyle ahdetmişti..."(Tevbe, 75) buyurmuş, bunların dışmda da, gayble ilgili olan diğer haberleri muhtelif ayetlerinde bildirmiştir. Bütün bunlarda, O'nun Allah katından gönderilmiş gerçek bir nebi olduğuna dair deliller bulunmaktadır.

Üçüncü Mesele

Bil ki Allahü teâlâ, münafıkların içinde Hazret-i Peygamber'e eziyyet verenler olduğunu anlatmış, sonra da bu eziyyet vermeyi, onların, Hazret-i Peygamber'e "Bu, ancak bir kulaktır " şeklindeki sözleriyle beyan etmiştir. O münafıkların, bu sözleriyle kastettikleri. "O peygamberin zekâsı yoktur, anlayışı kıttır... kalbi saf ve duyduğu her şeye de çabucak inanandır" şeklindeki bir manadır. İşte bu sebepten dolayı münafıklar Hazret-i Peygamber'i "O, bir kulaktır" diye vasfetmişlerdir. Bu tıpkı, "casus"a, "ayn" (göz) adının verilmesine benzer. Nitekim Arapça'da, "Falanca, üzerimize bir göz, casus, gözleyici kılındı " denilir. Yani, "İşlerimizi iyiden iyiye araştıran bir casus kılındı" manası kastedilir. İşte burada da böyledir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların bu sözüne, "De ki: "O. sizin için bir hayır kulağıdır" diyerek cevap verdi. Bu tabir "Farzediniz ki, o bir kulak olsun. Ancak ne var ki o, sizin için daha hayırlıdır " takdirindedir. Hak teâlâ'nın üzünü (hayr) tabiri tıpkı "Falanca, sadık ve doğru bir adam: âdil bir şâhiddir" denilmesi gibidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber'in hayırlı bir kulak olduğunu, "Allah'a inanır, mü'minlerin sözüne inanır.. içinizden iman edenler için de bir rahmettir o" ayetiyle beyan etmiştir. Cenâb-ı Hak bu üç şeyi, Hazret-i Peygamber'in "hayır kulağı" olmasının gerekçesi gibi kılmıştır. Öyleyse biz, bunların bu hayırlılığı nasıl gerektirdiğini beyan etmeye çalışalım:

Birincisi: Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'a inanır" tabiridir. Çünkü, Allah'a iman eden herkes, Allah'dan ittikâ eder. Allah'dan korkan ise, bâtıl şeyler sebebiyle eziyyet etmeye yönelmez.

Hazret-i Peygamber'in Mü'minlere İnanmasının Manası

İkincisi: "Mü'minlere inanır " buyruğudur. Bu "O peygamber, mü'minlerin sözlerini kabul eder" demektir. Bu da, "O mü'minler, bir görüş üzerinde ittifak ettiklerinde, Hazret-i Peygamber onların o görüşünü kabul eder" anlamında olup, bu onun kalbinin anlayışsız saf ve çabuk aldanan olmasına mânidir.

Buna göre şayet, yü'minu fiili niçin, Lafzatullah'la birlikte kullanıldığında bâ harf-i cerriyle; "mü'minîn" kelimesiyle kullanıldığında da, lâm harf-i cerriyle müteaddi olmuştur?" denilirse biz deriz ki:

Lafzatullah'a taalluk eden imandan maksat, küfrün zıddı olan tasdik olduğu için bâ harf-i cerriyle; mü'minlerle ilgili olan iman lafzının manası da, onlan dinlemek ve harf-i cerriyle müteaddi olmuştur.. Bu, tıpkı "Sen bize inama değilsin" (Yusuf, 17)"Musa'ya kavminin gençlerinden başkası iman etmedi" "Arkana hep bayağı kimseler düşmüşken, sana iman eder miyiz?" (Şuâra. 111) ve "Ben size izin vermeden siz ona iman ettiniz ha!" (şuara. 49) ayetlerinde olduğu gibidir.

Üçüncüsü "İçinizden iman edenler için de bir rahmettir o..." buyruğudur. Bu da hayırlılığı gerektirir. Zira bu, "O peygamber, sizin işlerinizi, zahire göre yerine getirir. İçinizdekileri iyice araştırmaz ve sırlarınızı ortaya koyma hususunda gayret göstermez" demektir. Binâenaleyh, bütün bu üç vasıftan herbirinin, Hazret-i Peygamber'in bir hayır kulağı olmasını gerektirdiği kesinleşir. Cenâb-ı Hak bunun, bir hayır ve rahmet sebebi olduğunu beyan buyurunca, O'na eziyyet eden herkesin, elîm bir azaba dûçâr olacağını da beyan etmiştir. Çünkü o peygamber o münafıkların son derece adi, rezil ve kepaze olmalarına rağmen, onlara hayrı ve rahmeti ulaştırma hususunda çaba sarfedip, sonra da onlar buna rağmen, onun iyiliğine kötülükle, hayırlarına da serlerle mukabele edince, onların, Allah tarafından çok şiddetli bir azaba müstehak kılınacaklarında şüphe olmaz.

Dördüncü Mesele

Bu iki kelimeyi tenvin ile (......) şeklinde okuyanların bu şekilde okumalarının sebebi hususunda da şu izahlar yapılabilir;

1) Kelamın takdiri, "Habibim, de ki: "Anlayan, kavrayan, hakkı duyan kulak, sizin için, zikretmiş olduğunuz o fasit, yanlış tenkitlerden daha hayırlıdır" şeklindedir. Daha sonra da Cenâb-ı Hak, bu tenkidin yersiz ve yanlış olduğuna delâlet eden, "Allah'a inanır, mü'minlerin sözüne inanır... içinizden iman edenler için de bir rahmettir o" buyurmuştur. Buna göre mana, "Bu sıfatları taşıyan kimse, nasıl tönkid edilebilir ve bu kimse nasıl saflıkla ve çabuk aldanmakla nitelendiririlir?" şeklinde olur...

2) Bu ifadenin başına, bir mübteda getirilerek, takdirin, "O, sizin için hayırlı olan bir kulaktır, ." şeklinde olmasıdır. Bu, "O, sizin hakkınızda hayırlı olmakla vasfedilmiş bir kulaktır. Çünkü o, sizin mazeretlerinizi kabul eder ve sizin cahilliklerinize aldırış etmez. O halde daha nasıl siz bu durumu onun hakkında bir tenkit konusu yapabiliyorsunuz!" anlamındadır.

3) Bu, en-Nazm adlı eserin sahibinin ileri sürdüğü, zoraki ve tekellüflü bir izahtır. Buna göre üzün kelimesi, her ne kadar zahiri itibariyle mübteda olarak merfû kılınmış se de, kelimenin yeri, hal olmak üzere nasb olup, bunun tevili, De ki:"o, bir kulak olarak, hayırlıdır" şeklindedir. Yani, "O bir kulak olduğu zaman, sizin için daha hayırlı olur. Zira o, sizin mazeretlerinizi kabul etmektedir " demektir.

Bu ifadenin bir benzeri de, "O, bir bekçi olarak, sizin için hayırlıdır" ifadesidir. Yani, "O, bir koruyucu olması halinde, sizin için daha hayırlıdır" demektir. Fakat, işbu "hale kevnihi" hazfedilince, hâl müptedâ yerine konularak, takdiri, "O, sizin için hayırlı olan bir bekçidir, koruyucudur.." şeklinde olmuştur. Kur'an'da hüve kelimesi, çokça hazfedilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Üçdür..." diyecekler.." (Kehf, 22) buyurmuştur. Yani, "Onlar, üçtür" demektir. Her ne kadar Vahidî, bunu çok güzel bulmuşsa da, ancak ne var ki bu, son derece zorlamalı bir açıklamadır.

Beşinci Mesele

Hamza, hayr kelimesine atfederek, cer ile ve rahmetû şeklinde okumuştur. Buna göre sanki, (......) denilmek istenmiştir. Yani "O, hayır ve rahmetin sebebi olan sözü dinleyendir.." demektir.

Buna göre şayet, "Rahmet olan her şey, bir hayırdır. O halde, "hayır" kelimesinin peşinden "rahmet" kelimesinin getirilmesinin faydası ve hikmeti nedir?" denilirse biz deriz ki: Hayır çeşitlerinin en kıymetlisi "rahmet"dir. Binâenaleyh, "hayır" kelimesinden sonra "rahmet" kelimesinin getirilmesi güzeldir. Bu tıpkı, (Bakara, 98); ayetinde olduğu gibidir. Ebû Ubeyd, bu şekilde okumanın tuhaf olduğun, zira, matuf ile matufun aleyhin birbirine uzak kaldığını ileri sürerken, Ebu Ali el-Farisî "Uzaklık, atfın yapılmasına mâni değildir. Baksana, "Onun, "Yârab" demesi... "(Zuhruf. 88) ayetini bu şekilde okuyanlar, bunu Cenâb-ı Hakk'ın, "O saatin İlmi şüphesiz ki Allah'ın nezdindedir" (Lokman, 34) ayetine atfederek kelamın takdirinin, "Saatin, Kıyametin ve onun.... şeklindek sözünün ilmi, Allah katındadir " şeklinde olduğunu söylemişlerdir.

Buna göre şayet, "İbn Amir'in, nasb ile rahmeten şeklinde okuması nasıl izah edilir?" denilirse, biz deriz ki: Bu neticesi hazfedilmiş bir illettir. Buna göre ifadenin takdiri "Rahmet olsun diye" size izin vermektedir" şeklindedir. Ancak ne var tabiri buna delalet ettiği için, bu kelime hazfedilmiştir,

Münafıkların Müminlere Yaltaklanmaları

62

"Size gelip gönlünüzü hoş etmek için Allah'a andederler. Eğer bunlar mümin iseler, Allah ve Resulünü razı etmeleri daha doğrudur".

Bil ki bu, münafıkların çirkin fiillerinin bir başkası olup, bu da onların, yalan yere yemin etmeleridir. Bunun, daha önce geçenlere binaen söylenmiş bir tabir olduğu, yani, "Onlar, Peygambere eziyyet ediyor, O'nun hakkında kötü söz söylüyor, sonra da size, bunu söylemediklerine dair yemin ediyorlar" anlamına geldiği ileri sürüldüğü gibi, bunun, Tebük Savaşı'na katılmayan ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye dönünce O'na gelerek mazeret beyanında bulunup, yemin eden bir grup münafık hakkında nazil olduğu da ileri sürülmüştür. Buna göre mana: "Onlar, mü'minleri, yeminleriyle hoşnut etmek için, kendileri hakkında nakledilen şeyleri söylemediklerine dair yemin ve andettiler. Halbuki, gerekli ve vâcib olan, onların, Allah'ı gizledikleri şeyin aksini ortaya koymak suretiyle değil, ihlâs ve tevbe ile razı etmeleridir" şeklinde olur.

Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın (Bakara, 14) ayetidir.

Cenâb-ı Hakk'ın, ayette "Allah ve Resûlullah'dan bahsettikten sonra, zamiri müfred getirerek yurdunu "Onu razı etmeleri "buyurması ile ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır;

1) Allahü teâlâ, başkası ile birlikte mücmel olarak (yani zamirle) zikredilmez. Aksine O'na tazim için, O'nun müstakil alarak zikredilmesi gerekir.

2) Bütün taat ve ibadetlerin gayesi, Allah'dır. Binâenaleyh burudu (o müfred zamir ile) sadece o zikredilerek yetinilmiştir. Rivayet olunduğuna göre bir kâfir, yüksek sesle, "Ben Allah'a tevbe ederim, Muhammed'e değil" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu duyunca, "Hakkı ehline verdi " buyurdu.

3) Bu ifade ile, "o ikisini razı etmeleri..." manası kastedilmiş olup, ama sadece birini zikretmekle yetinilmiş olması da caizdir. Bu tıpkı şairin şu şiirinde olduğu gibidir. "Görüşler farklı oha da, biz, bizdeki (görüşe), sen de sendekine razısın (ondan hoşlanırsın)."

4) Sırları ve kalbleri bilen Allah'dır. Kalblerin ihlaslı olup olmadığını da sadece o bilir. İşte bundan dolayı, Cenâb-ı Hak, sadece kendisini zikretti.

5) Peygamberin rızasının Allah'ın rızasına uygun olması gerektiği, aralarında bir muhalefet ve başkalığın bulunması imkânsız olduğu için, ikisinden birisinin zikredilmesiyle yetinilmiştir. Bu tıpkı, "Zeyd'in (bana) ihsanı ve güzel davranışı, beni mutlu kıldı ve bütün dertlerimi unutturdu" denilmesi gibidir.

6) Takdirin, "onlar tarafından, Allah razı edilmeye daha layıktır; O'nun Resulü de böyledir" şeklinde olmasıdır,

Cenâb-ı Hak, "Eğer bunlar mümin iseler" buyurmuştur. Bu hususta iki açıklama vardır:

a) "Şayet onlar, iddia ettikleri üzere, inanmış iseler.." demektir.

b) Onlar, Resulün dininin doğru olduğunu biliyorlardı. Ancak ne var ki onlar, inadlarından ve hasetlerinden dolayı, küfürlerinde diretip ısrar ettiler. İşte bundan dolayı da Cenâb-ı Hak, "Eğer bunlar mü'min iseler" buyurmuştur. Bu ayette, kalbin tasdiki eşlik etmediği sürece, sadece "iman" kelimesini izhar etmekle, Allah'ın rızasının tahakkuk etmeyeceğine bir delalet bulunmaktadır. Bu ayet-i kerime, imanın, sadece lisanın ikrarı ve ifâdesi olduğunu iddia eden Kerramiyye'nin görüşünü iptal eder.

63

"Hâlâ şu hakikati anlamadılar mı ki: Kim Allah'a ve Resulüne karşı koyarsa oha içinde ebedî kalıcı olmak üzere, cehennem ateşi vardır. Bu (ebedî kalış) ise. en büyük rüsvaylıktır".

Bil ki ayetin gayesi de Tebûk Savaşı'na katılmayan münafıkların durumlarını açıklamaktır. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ehl-i meânî şöyle demiştir: Elem ta'lem "Anlamadın mı?" tabiri uzun bir süre bir şeyi öğrenmek için çaba gösterip de bu hususta iyice gayret gösteren, sonra da onu öğrenemeyen bir kimseye hitabtır. Bunun üzerine, işte bu kimseye: "Bu kadar uzun zaman sonra, hâlâ öğrenemedin mi?" denilir (Ayette de) böyle bir ifadenin getirilmiş olması, son derece isabetlidir, yerindedir, çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), uzun bir süre o münafıklarla birlikte bulunmuş ve O'nun, Allah'a isyan etmekten sakındırmak ve O'na itaata teşvik etmek için, emir ve yasakları çok olmuştur. Ennehû kelimesindeki zamir, iş ve durum (emir ve şe'n) zamiridir. Buna göre mana, "Hiç şüphesiz, iş ve durum şöyle şöyle... dir" şeklinde olur. Bu zamirin getirilmiş olmasının faydası şudur: Şayet enne kelimesinden sonra o mübteda ve haber (açıkça) getirilecek olsa, bunun (gönüllerde) pek fazla tesiri olmaz. Ama sen, "Durum ve iş, şöyle şöyle...dir" dediğin zaman bu ifade, o sözün kıymet ve müessiriyetini, heybetini daha da çok artırır.

Cenâb-ı Hakk'ın tabiri hakkında Leys şöyle demektedir: Arapçada (......) kelimesinin manası "Ona muhalefet ettim" demektir. (......) kelimesi tıpkı, (uzaklaşmak), (düşmanlık yapmak), ve (muhalefet etmek) kelimeleri gibidir. Bu kelime, "sınır çizmek" anlamına gelen hadd kelimesinden türemiştir deyiminin manası, "Falanca falancanın tarafından başka tarafta yer aldı" şeklindedir. Bu tıpkı, bir kimsenin demesi gibidir. Yani, "Onun aksi tarafında bulundu" demektir. Buna göre tabirinin manası, "Kim, muhalefet etmek suretiyle, Allah'ın dostlarının ve velilerinin tarafından, başka bir yerde bulunursa..." şeklinde olur, " Ebu Müslim bu kelimenin, "silahın demiri" manasına gelen hadîd lafzından türediğini söylemiştir. Müfessirlerin bu kelime hakkındaki ifadeleri farklı farklı olmuştur:

a) "Kim, Allah'a muhalefet edeçse..."

b) "Kim, Allah'la muharebe ederse.."

c) "Kim, Allah'a karşı inad edip diretirse..."

d) "Kim, Allah'a karşı haddi aşarsa.." gibi...

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Ona... cehennem ateşi vardır" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili olarak da şu izahlar yapılmıştır:

1) "Cehennem ateşinin onun için olması vâcib ve gerekli oldu."

2) "Cehennem ateşi, onun içindir..." Bu manaya göre enne kelimesi te'kid için getirilmiştir.

3) Bizim (......) ifadesindeki (......)'in cevabının mahzuf olduğunu, kelamın takdirinin, "Onlar, Allah ve Resulü ile mücadele edenlerin helak olduklarını ve cehennem ateşinin onlar için olacağını bilmediler mi?" şeklinde olduğunu söylememizdir. Zeccâc, fâ'dan sonra müste'nef bir söz olarak elif nün maddesinin meksûr okunmasının caiz olduğunu, ancak fetha ile okumanın daha güzel olacağını söylemiştir. Ka'bî de, tefsirinde bu ifadenin meksur olarak okunduğunu da nakletmiştir. Ebu Müslim şöyle demektedir "Cehennem, ateşin isimlerindendir. Dil âlimleri Arapların, çok derin olan kuyuyu cihnâm diye isimlendirdiklerini nakletmektedirler. Binâenaleyh, "cehennem" kelimesinin bu lafızdan alınmış olması mümkündür. Dibinin derin olması da, cehennem azabının nihayeti olmadığı manasındadır. Ayette geçen hafiden kelimesi "devamlı kalmak üzere" anlamında olup, hizy kelimesi de, bazan pişmanlık, bazan da utanma anlamına gelir. Burada pişmanlık anlamına gelmesi daha uygundur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Bunlar azabı görünce, pişmanlıklarını içlerine atarlar.."(Sebe. 33) buyurmuştur.

Münafıkların Fâş Edilme Korkuları

64

"Münafıklar. kalblerinde olanı açıkça haber verecek bir sûrenin tepelerine indirilmesinden daima endişe ederler. De ki: "Siz maskaralık yapadurun, Allah gocunageldiğiniz şeyi, meydana çıkaracaktır".

Bil ki âlimler, Berâe suresini, münafıkların kalbterindekini eşip ortaya koyduğu için diye adlandırmışlardır.

Hasan el-Basri şöyle demektedir: "Oniki münafık, münafıklık olan bir iş hususunda anlaştılar. Cebraîl (aleyhisselâm), Hazret-i Peygamber'e onların isimlerini bildirdi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Birtakım kimseler, şöyle şöyle anlaşmışlar... Binâenaleyh, onlar kalksınlar ve itirafta bulunsunlar Rablerinden bağışlanmalarını dilesinler ki. ben de onlara şefaatçi olayım!." dedi. Ama, hiçbiri kalkmadı. Müteakiben Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Falanca, falanca; sen, sen... kalkın" dedi ve bu kimselerin yanına geldi. Daha sonra onlar; "Biz suçumuzu kabul ediyor ve affımızı istiyoruz..." dediklerinde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Şuanda ben, hiçbir şey olmamış gibi şefaatçi olmayı gönülden arzuluyorum. Allah da, çabucak kabul edecektir. Onun için, yanımdan çıkın " dedi. Bunun üzerine, hiç kimse bir şey söylemeden, orayı tamamen boşalttılar. "

Münafıkların Hazret-i Peygambere Suikasd Teşebbüsleri

Esamm da şöyle demiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Tebük'ten dönerken, oniki kişi, onu öldürmek amacıyla durmuşlardı ve onlar, karanlık bir gecede de yüzlerine birer maske takmışlardı. Derken, Cebrail (aleyhisselâm) bunu Hazret-i Peygamber'e haber verdi ve ona, onların binitlerinin yüzlerine vuracak olan birisini onlara göndermesini emretti. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, bu işi Huzeyfe'ye emretti. Huzeyfe de, onların binitlerinin yüzüne vurup onları kovaladı, böylece bu kimseleri uzaklaştırdı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, Huzeyfe'ye: "Onların hangi topluluktan, kabileden olduğunu anlayabildin mi?" deyince Huzeyfe: "Hiç birisini tanıyamadım " dedi. Sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onların isimlerini teker teker sayarak: "Bunu bana Cebrail haber verdi" dedi. Bunun üzerine de Huzeyfe: "Sen, onların öldürülmeleri için onlara gönderilmedin mi? " deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Arapların, "Muhammed, kendi adamlarıyla savaştı. Zafere kavuşunca da onları öldürmeye başladı" demesinden korkuyorum. Allah, bu hususta bize kâfidir " Kenzu'l-Ummâl, 11. cilt, 31225.s buyurdu.

İmdi şayet, "Münafık, kâfirdir. Binaenaleyh, Hazret-i Peygamber'e vahyin inmesinden nasıl korkabilir ki? denilirse, biz deriz ki:

Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:

a) Ebu Müslim şöyle demektedir: "Bu, münafıklar Hazret-i Peygamber'in her şeyi söylediğini ve söylediği her şeyin vahiy kaynaklı olduğunu iddia ettiğini gördüklerinde, alay ederek izhar ettikleri bir sakınma, korkudur. Münafıklar, kendi aralarında bu hususu kabul etmeyip yalanlıyorlardı. Bunun üzerine Allah, bunu resulüne haber verdi ve O'na, o münafıklara, ortaya çıkmasından korkup sakındıkları sırlarını ortaya çökeceğini bildirmesini emretti. Cenâb-ı Hakk'ın, "siz alay edin, maskaralık vapadurun..." buyruğunda da, bizim bu söylediğimize bir delâlet bulunmaktadır. "

b) Münafıklar, her ne kadar Hazret-i Peygamber'in dinini kabul etmiyor iseler de, onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, saklayıp gizledikleri her şeyi onlara haber verdiğini müşahede ediyorlardı. İşte böyle bir gözlem ve tecrübeden dolayı, onların kalblerine böyle bir korku ve sakınma hissi düşmüştü.

c) Esamm şöyle demektedir: "O münafıklar, Hazret-i Peygamber'in, Allah katından gönderilmiş gerçek bir peygamber olduğunu biliyorlardı."

Kadı: "Allah'ı, O'nun Resulünü, Resulünün getirdiği dinin doğruluğunu bilen kimsenin, Allah ve Resûlullah ile mücadele etmesi uzak bir ihtimaldir" demiştir.

ed-Dâı ilallah O şöyle demektedir: "Bu, pek uzak bir ihtimal değildir. Çünkü, kalbte hased hissi iyice kuvvetlenince, elle tutulur gözle görülür şeyler hususunda bile, çekişilmeye başlanır. "

d) Ayetteki yahzeru kelimesi, sakınmayı emretmek anlamındadır. Yani, "münafıklar bundan sakınsınlar..." demektir.

e) Onlar, Hazret-i Peygamberin nübüvvetinin doğruluğu hususunda şüphe ediyorlardı. O nübüvvetin yanlışlığı hususunda kesin ve kafi bir kanaata sahip değildiler, Şüphe eden korkar. İşte bu sebepten dolayı onlar, durumları hakkında, kendilerini rezil rüsvay edecek olan bir şeyin, Hazret-i Peygamber'e inmesinden korkuyorlardı.

Daha sonra Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Hak teâlâ'nın, buyruğundaki zamirler, mü'minlere; ifadesindeki zamir de münafıklara râcidir. Bütün bu zamirlerin, münafıklara raci olması da mümkündür. Çünkü bu sûre, onların kalblerindeki fikirler ve gayeler hakkında nazil olmuştur. Binâenaleyh, bu sûre, onların aleyhine olarak nazil olmuş demektir. O halde, ifadesinin manası, "Sûre, onlara, sanki "kalblerinizde şunlar şunlar vardır..." demektedir" şeklindedir. Yani "bu sure, onların sırlarını iyiden iyiye ifşa ediyor ve böylece de sanki onlara haber veriyor. "

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Siz maskaralık yapadurun..." buyurmuştur.

Bu, tehditvari bir emirdir ve bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "De ki: "Yapın.. Çünkü hareketinizi Allah (...) görecektir!" (Tevbe, 105) ayeti gibidir.

Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Yani, "Allah, sizin sakındığınız, korktuğunuz o şeyi mutlaka varlık âlemine çıkaracaktır" demektir. Çünkü bir şey, yok iken meydana gelince, o işi yapan, onu yokluktan varlığa çıkarmış olur.

65

Âyetin tefsiri için bak:66

66

"Şayet onlara sorsan, andolsun ki, "Biz ancak (yol zahmetini hissetmemek için lafa) dalmış bulunuyor, şakalaşıyorduk" derler. De ki: "Allah ile mi eğleniyordunuz?" özür dilemeye kalkmayın. Siz imanınızdan sonra kâfir oldunuz. İçinizden bir zümreyi affetsek bile, mücrim oldukları için ötekigüruhu azablandıracağız'

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Ayetin Nüzul Sebebi

Alimler, bu ayetin sebeb-i nüzulü hakkında birkaç şey zikretmişlerdir:

1) İbn Ömer (radıyallahü anh) şunu rivayet etmiştir: "Münafıklardan birisi, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ve mü'minleri kastederek. Tebük Savaşı'nda: "Bunlardan daha korkak, bunlardan daha yalancı ve bunlardan daha ödlek kimse görmedim" dedi. Bunun üzerine sahabeden biri, "Yalan söylüyorsun. Sen bir münafıksın" dedi ve bunu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e haber vermek için gitti ve kendisi daha oraya varmadan, Hazret-i Peygamber'e bu ayetlerin indiğini gördü. O münafık da, devesine binmiş olarak, Hazret-i Peygambere geldi ve: "Ey Allah'ın Resulü, biz şaka yapıyorduk ve yolu (kolayca) katedelim diye kervancılar gibi (abuk-sabuk) konuşuyorduk" dedi. O münafık, "Biz ancak (yol zahmetini hissetmemek için lafa) dalmış bulunuyor, şakalaşıyorduk" deyip duruyor, Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Allah ile, O'nun ayetleriyle, O'nun Resulü ile mi eğleniyordunuz" diyor, münafığın sözüne hiç aldırış etmiyor, bu sözden başka birşey söylemiyordu."

2) Hasan ve Katâde şöyle demektedirler: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebük'e hareket edince, münafıklar aralarında, "Siz bu Muhammed'in Şam'a galip geleceğini, Şam'ın kalelerini ve köşklerini alabileceğini mi sanıyorsunuz? O nerede, bu nerede?" diyorlardı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebük'ten dönünce onları çağırdı ve: "Siz şöyle şöyle diyordunuz" dedi. Onlar da: "Biz bunu ciddi olarak söylememiştik. Biz sadece lafa dalmış şakalaşıyorduk" dediler.

3) Rivayet olunduğuna göre savaşa katılmayanlardan, ne yaptıkları ve niçin katılmadıkları sorulunca, onlar da bu sözü söylediler.

4) Biz, Ebu Müslim'in, "Münafıklar, kalblerinde olanı açıkça haber verecek bir surenin inmesinden daima endişe ederler" frevbe, 64) ayetinin tefsirinde şöyle dediğini nakletmiştik: "O münafıklar, bu sakınma ve endişe tavrını, istihzâvârî ortaya koymuşlardı. Bundan dolayı Allahü teâlâ, bu ayette, onlara "Niçin böyle yaptınız" denildiğinde, onlar, "Biz bunu tenkid için değil, lafa dalıp şakalaşmak için yaptık" dediklerini bildirmiştir.

5) Bil ki bu ayetianlamak için, bu rivayetlere ihtiyaç yoktur. Çünkü ayet onların tenkid ve istihza yolu ile fasit bir söz söylediklerini anlatmaktadır. Binâenaleyh Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara böyle söylemiş olduklarını haber verince, onlar endişeye kapılarak: "Biz o sözü ciddi olarak değil, bir şaka olarak söyledik" diyerek özür beyan ettiler ki işte onların, "Biz ancak (yol zahmetini hissetmemek için lafa) dalmış bulunuyor, şakalaşıyorduk" şeklindeki sözlerinin manası budur. Yani, "Biz bunu sırf şaka olsun diye söyledik" demektir. Bu, innema kelimesinin hasr manası ifade ettiğine delalet eder. Çünkü eğer böyle olmasaydı, onların eğlenceye dalıp şakalaşmalarından dolayı, istihza eden kimseler olmamaları gerekmezdi. Bu durumda da, onların bu mazeret ve cevapları, tam bir mazeret ve cevap olmaz. Vahidî şöyle demektedir: "Havd kelimesinin asıl manası, su ve çamur gibi sıvı bir şeye dalmaktır. Bu kelime daha sonra çokça kullanılarak, kendisinde bir bulaşma ve eziyet bulunan her bir şeye dalma manasına geldi. Buna göre mana; "Biz, kervancıların yolu katetme işine dalmaları gibi, bâtıl sözlere daldık ve şakalaştık" şeklindedir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de onlara, "Allah ile, O'nun ayetleriyle, O'nun Resulü ile mi eğleniyordunuz"? diye cevap vermiştir. Bu tabirle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Senin, "(Allah ile istihza mı ediyorsun?)" sözün ile (Allah ile mi istihza ediyorsun?) sözün arasında fark vardır: Birincisi, istihza işinin yadırganışını; ikincisi ise, bu istihzanın Allah ile ilgili oluşunun yadırganışını ifade eder. Bu şu demektir: "Hadi diyelim ki sen, istihza ediyorsun? Ama nasıl oluyor da bu istihzayı Allah hakkında yapabiliyorsun?" Bunun bir benzeri de, Hak teâlâ'nın "Orada bir humar (başağrısı) da yok" (Saffât, 47) ayetidir. Cenâb-ı Hakk'ın bu tabirden maksadı, baş ağrısının hiç bulunmadığını değil, cennet içkilerinde humar (baş ağrısı) bulunmadığını anlatmaktır.

Allah İle Alay Etmek Ne Demektir?

Allahü teâlâ, o münafıkların, Allah ile, Allah'ın ayetleri ile ve Resûlullah ile istihza ettiklerini anlatmıştır. Halbuki malumdur ki Allah ile istihza etmek imkansızdır. Binâenaleyh bunu te'vil etmek gerekir. Bu hususta şu teviller yapılmıştır;

1) "Allah ile istihza etmek"ten maksad, O'nun teklifleri ile (hükümleri ile) istihza etmektir.

2) Bundan maksad, Allah'ın zikri ile istihza etmek olabilir. Çünkü mü'min Allah'ın isimlerine saygı gösterip Allah'ı ululadığı gibi, kâfir de bazan o isimlerle istihza edebilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Rabbini, yüce ismini tesbih et" (Vakıa, 74) buyurarak, mü'mine Allah'ın isimlerine ta'zim göstermesini emretmiştir. Yine Allahü teâlâ, "En güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na bunlarla dua edin" (A'raf, 180) buyurmuştur. Binâenaleyh, "Allah ile mi?" denilip de, bununla "Allah'ın zikri ile mi?" manasının kastedilmiş olması imkansız değildir.

3) Belki de münafıklar, "Muhammed Şam kalelerini ve köşklerini nasıl ele geçirecek?" dediklerinde, bazı müslümanlar, "Bu işte Allah ona yardım eder ve size karşı O'nu destekler" dediler. Sonra da bazı cahil münafıklar bu sözü, tıpkı dinsiz cahillerin âdeti üzere, Allah'ın kudretini zedeleyecek bir tarzda söylemişlerdir. İşte bundan maksat budur. Ayette geçen "O'nun aletleriyle..." tabiri ile, Kur'an ve din ile ilgili diğer şeyler kastedilmiştir. "O'nun Resulü" ifâdesiyle, kimin kastedildiği açıktır. Bütün bu izahlar, münafıkların, o sözü istihza yollu söylediklerine delâlet eder.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Özür dilemeye kalkmayın. Çünkü siz imanınızdan sonra kâfir oldunuz" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Vahidî, ayetteki (......) kelimesi hakkında, dilcilerin şu iki görüşünü nakletmiştir:

İtizar Kelimesinin Manası

Birinci görüş: Bu, "Günahların bağışlanmasını istemeyin" demektir ve Arapların, evler eskiyip yıprandığında söyledikleri tabirlerinden alınmıştır. Nitekim Arapça'da "Eski bir eve rastladım" denilir. "Binâenaleyh "i'tizâr", "eskimek" "silinmek" ve "silinmesini istemek"tir. Özür beyan eden de, günah ve kusurlarının izlerinin silinmesine uğraşmış olur.

İkinci görüş: İbnü'l-A'râbî şunu nakleder: "İ'tizar" "kesmek" manasınadır. Nitekim Arapça'da (sünnet edilirken) kesildiği için, erkeğin tenasül uzvunun uçunca kılıfına (deriye), (......) denilir. Kızın bekâretine de (......) denilir. Çünkü o da kesilir parçalanır. Sular kesildiği zaman, (......) denilir. Binâenaleyh, "özür", kınamanın kesilip sona ermesine bir vesile olduğu için bu ismi almıştır. Vahidî her iki görüşün birbirine yakın olduğunu, çünkü günahın eserini silme ile kınamanın kesilmesinin birbirine yakın şeyler olduğunu söylemiştir.

İkinci Mesele

Allahü teâlâ, bu istihzanın bir küfür olduğunu beyan buyurmuştur. Akıl da, eğlence olsun diye, küfür (inkâr) olacak bir şeyi yapmanın caiz olmadığını gösterir. Binâenaleyh, onların "Biz lafa dalmış, şakalaşıyorduk" şeklindeki sözlerinin, istihza hususunda geçerli bir mazeret olmadığı sabit olmuş olur. Dolayısiyle, aslında bu bir özür olmayınca, Allahü teâlâ onları mazeret olarak bunu ileri sürmekten men etmiştir. Çünkü bâtıl sözlerden men etmek gerekir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, "Özür dilemeye kalkmayın", yani "Bu suçu savuşturmak için, böyle bir mazeret ileri sürmeyipiz" buyurmuştur.

Dinle Alay Etmenin Bazı Hükümleri

Cenâb-ı Hakk'ın, "(Çünkü) siz imanınızdan sonra kâfir oldunuz" buyruğu bazı hükümlere delalet eder:

Birinci hüküm: Din ile istihza, nasıl Allah'ı inkâr saydır? Bu böyledir, çünkü istihza hafife almaya delalet eder.

Halbuki Allah'a iman hususundaki en büyük gaye, bütün imkânlar kullanılarak Allah'a ta'zimdir. Bu iki şeyi (yani tazim ile hafife almayı) birleştirmek imkânsızda.

İkinci hüküm: Bu, "küfür (inkâr), sadece kalbe ait fiillerde (niyet, düşünce ve inançta) olur" diyenlerin görüşünün bâtıl olduğunu gösterir.

Üçüncü hüküm: Bu, daha önce münafıkça davransalar bile, onlardan çıkan bu sözün gerçekte bir inkâr olduğuna ve inkârın kâfirden, zaman zaman tekrar sâdır olacağına delalet eder.

Dördüncü hüküm: Bu, onların küfrünün mü'min olmalarından sonra meydana geldiğini gösterir.

Birisi "onlar münafık oldukları halde, onlara nasıl "mü'min" denilebilmiştir?" diyebilir. Biz de deriz ki: '"Hasan el-Basri şöyle demektedir: "Bu söz, 'Mü'min olduğunuzu açıklamanızdan sonra, kâfir oldunuz" demektir." Başka alimlerde bunun, "Mü'minler nazarında müslüman olduğunuz halde, o mü'minlerce kâfir olduğunuz anlaşıldı" manasında olduğunu söylemişlerdir ki bu iki görüş, biribirine yakındır.

Daha sonra Cenâb-ı Allah, "İçinizden bir zümreyi affetsek bile, (diğer) bir zümreyi azablandıracağız" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Kıraat Farklılıkları

Âsim, bunu nun ile ve zal harfinin kesresi ile nuazzib ve mansub olarak tâifeten şeklinde okumuştur. Buna göre, Allahü teâlâ kendisinin, onların içinden bir zümreyi affedeceğini, diğer bir zümreye de azab edeceğini bildirmiştir. Diğer kıraat imamları ise, -bunu yâ ile ve yâ'nın zammesi ile müzekker meçhul olarak in yu'fe (Eğer bir zümre affolunur ise);devamını ise müennes meçhul olarak (Diğer Dir zümreye de azab edilir) şeklinde okumuşlardır. Keşşaf sahibi, Mücahid'in bunu müennes meçhul olarak diye okuduğunu naklederek şöyle demiştir; "En uygun olan, bu fiili müzekker okumaktır. Çünkü burada müsnedün ileyh (nâib-i fail), bir zarftır. Bu tıpkı Arapların "Hayvan sürülüp götürüldü" deyip.de, (müennes fiil ile) dememesine benzer. Mücahid'in bunu neden böyle okumuş olduğunun izahı şudur: Belki de o, bunun manasının "Eğer bir zümre affolunursa, sen de affolunu'rsun" şeklinde olduğunu düşünerek bunu böyle okumuştur. Bu mana garibtir, doğru değildir. Güzel olan, ekseri imamların okuduğu gibi, birincisini müzekker olarak (......) şeklinde, ikincisini de müennes olarak, (......) şeklinde okumaktır.

İkinci Mesele

Müfessirler şunu anlatmışlardır: Her iki grub da üç kişi idiler. İkisi alay etmiş, biri de gülmüştü. O halde birinci grup gülen, ikincisi de eğlenen, alay eden gruptur. Gülen grubun günâhı daha hafif olunca, Allah onu affetti. Alay edip eğlenenlerinki daha ağır olunca, Allah onları affetmedi.

Kâdî şöyle demektedir: Bu uzak bir ihtimaldir. Zira Allah her iki grubun da kâfir olduğunu bildirmiştir. Hem de Allah, kâfiri, ancak tevbe edip İslâm'a dönmesinden sonra affeder. Yine Allah kâfire, ancak küfründe ısrar ettiği için azab eder. Ama tevbe edip İslâm'a dönmesi halinde Allah kâfire azab etmez. Binaenaleyh, Alteh, bir topluluğu affedip diğerine azab ettiğini bildirince, burada affettiğini haber verdiği o grubun, küfürlerinden tevbe edip İslâm'a dönmüş olmalarının; kendilerine azab ettiğini haber verdiği o grubun da, küfürlerinde ısrar edip İslâm'a dönmediklerinin tahmin edilmesi gerekir. Belki de o tek grup, tenkid ve ta'n etme hususunda ileri gitmeyip, bu hususta diğerlerine uymadığı için küfrü hafif olmuş, daha sonra da Allah, onu iman etmeye ve küfürden çıkmaya muvaffak kılmıştır. İşte bu bâtıl bir işe dalan kimsenin, onu azaltma gayretine girmesi gerektiğine delalet eder. Zira onun, bunu azaltmasının bereketiyle, Cenab-ı Hakk'ın, onun, o halinin tümü hususunda tövbesini kabul etmesi ve O'nu buna muvaffak kılması umulur.

Üçüncü Mesele

Alimler şöyle demişlerdir: Ayette bahsedilen bu iki grupun üç kişi oldukları rivayetlerle sabit olmuştur Binaenaleyh bu iki gruptan birisinin tek bir insan olması gerekir. Zeccac şöyle der: Arapçada "taife" kelimesinin asıl manası, cemaat ve topluluktur. Çünkü "taife" bir şeyi sarması mümkün olan miktar demektir. Ama tek bir şeyin de "taife" ismini alması, tek bir şeye de taife denmesi mümkündür. Nitekim Cenab-ı Hak, "Müminlerden bir kısım da bunların azabına şahid olsun" (Nur, 2) buyurmuştur, Topluluğun en azı bir kişidir.

Ferra, İbni Abbas'ın şöyle dediğini senediyle birlikte rivayet etmiştir: "Taife" bir ve birin üzerinde olan kimselerdir. Tek bir şahsın, "taife" diye adlandırılması hususunda şu izahlar yapılabilir:

a) Bir mezhebi tercih edip onu destekleyen kimse, onu devamlı müdafaa eder ve onu destekler. Böylece de o kimse sanki, kalbiyle o şeyi kuşatmış ve onu, her taraftan savunmuş gibi olur. İşte bu sebeple de, tek bir kimsenin, "taife" diye isimlendirilmesi uzak bir ihtimal değildir.

b) İbnu'l Enbarî şöyle demektedir: "Araplar cem'i (çoğulu), müfred (tekil) yerinde kullanır ve mesela şöyle derler: "falanca, develer üzerinde Mekke'ye yollandı..." Allahü teâlâ da, Nu'aym İbn Mesûd el-Eşcaî'yi kastederek "Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine, "insanlar, sizin aleyhinizde ordu topladılar. Öyleyse onlardan çekinin(...)" (Al-i imran, 173) buyurmuştur." "Taife kelimesiyle, tekil mana murad edildiğinde, aslının taifen şeklinde olup, mübalağa manası ifade etsin diye, sonuna tâ (......) harfinin getirilmiş olması da uzak bir ihtimal değildir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, ikinci gruba azâb etmiş olmasını, onların "mücrimler", günahkârlar olmasına bağlamıştır. Bil ki, her iki grup da küfürde müşterek olunca, suçta da müşterek olurlar. Halbuki, azâb etmeyi bu iki kısımdan birine tahsis edip, hususi bir hükmü umumî bir sebebe bağlamak caiz değildir. Hem azâb etmek, o anda meydana gelen bir hükümdür. Halbuki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar mücrim idiler" buyruğu, bu suçun, geçmiş zamanda onlardan sâdır olduğuna delalet eder. Şu anda tahakkuk eden bir hükmü, geçmiş (önceki) bir sebebe bağlamak mümkün değildir.

Tam aksine evlâ olan, ayetteki ifâde şeklinin, "Onlar, günahkâr oldukları için" şeklinde olmasıydı.

Bil ki buna şu şekilde cevap verebiliriz: Bu, ikinci grubun suçunun, birincisinden daha ağır ve daha çok olduğuna dikkat çekmektir. Binâenaleyh, hüküm, bu ağır suça bağlanmış olur. Hem bu ifadede, bu suçun hâlâ devam ettiğine, bitmediğine ve dolayısıyla da, azab etmeyi gerektirdiğine bir dikkat çekme bulunmaktadır.

Münafıkların Şerri Yayıp İyiliği Önlemeleri

67

"Münafık erkekler de, münafık kadınlar da birbirinin tamamlayıcı parçasıdırtar (hepsi birbirine benzer). Onlar kötülüğü emrederler, iyilikten vazgeçirmeye uğraşırlar, ellerini cimrilikle sımsıkı yumarlar. Onlar Allah'ı unuttular, Oda onları unuttu. Şüphesiz ki münafıklar, fâsıkların tâ kendileridir".

Bil ki bu, o münafıkların kepazeliklerinin ve kötülüklerinin bir başka çeşidinin açıklanmasıdır ki bunun maksadı, o kötü ameller ve çirkin fiiller hususunda, onların kadınlarının da erkekleri gibi olduğunu beyan etmektir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Münafık erkeklerle münafık kadınlar nifak sıfatı hususunda, birbirinin tamamlayıcı parçasıdırlar" buyurmuştur. Bu, bir insanın tıpkı, "Sen benden; ben de sendenim" demesi gibidir Yani "İşimiz ve durumumuz aynıdır; bu hususta seninle benim aramda bir fark yok " demektir.

Cenâb-ı Hak, bu küllî ifadeyi zikrettikten sonra, onun tafsilatını da zikrederek "Onlar kötülüğü emrederler, iyilikten vazgeçirmeye uğraşırlar, ellerini cimrilikle sımsıkı yumarlar" buyurmuştur. Münker kelimesinin muhtevasına, çirkin ve kötü olan ner şey girer. Ancak ne var ki burada bunların en büyüğü, Hazret-i Peygamber'i yalanlamaktır. Ma'ruf kelimesinin muhtevasına da, her türlü iyilik dahildir. Ancak ne var ki, burada marufun en büyüğü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman etmektir.

Allah'ın Ellerini cimrilikte (sımsıkı) yumarlar" buyruğuna şu manalar verilmiştir:

a) Her türlü, her çeşit hayırdan.

b) Zekât, sadaka ve Allah yolundan infakta bulunmak gibi, farz olan her çeşit hayırdan.

Bu ikinci izah, doğruya daha yakındır. Çünkü, Allahü teâlâ onları, ancak vacib olanı terketmelerinden dolayı kınamıştır ki, bunun hükmüne, cihâd yolunda harcamada bulunmama da dahildir. Ve böylece Cenâb-ı Hak bu ifadeyle de, onların cihâda iştirak etmediklerine dikkat çekmek istemiştir. Bu tabirin kullanılışıyla ilgili olan esas husus şudur: Bir şey veren kimse elini uzatır ve onu verirken elini açar. İşte bundan dolayı, vermeyen, cimri olan kimseye de, "elini yumdu, sıktı " denilmiştir.

Allah'ın, Kâfirleri Unutmasının Manası

Daha sonra Cenâb-ı Hak: Onlar Allah'ı unuttular, O da onları unuttu..." buyurmuştur.

Bil ki, bu ifadeyi zahirî şekliyle anlamak mümkün değildir, Zira, bu tabiri hakiki manada "unutmak" anlamına aldığımızda, onlar bu unutmaktan dolayı birzemme, tenkide müstehak olmazlar. Çünkü unutmak, beşerin takati dahilinde değildir. Hem bu unutma işi, Allah hakkında imkânsızdır. Öyleyse, bu tabiri tevil etmek gerekir. Bu tevil, şu iki yönden yapılabilir:

a) Bunun manası: "Onlar, Allah'ın emrini terkettiler. Böylece de, Allah âdeta unutulan biri durumunda oldu, Allah ise onları, mükâfaat ve rahmetinden mahrum haline getirmekle, adeta unutmakla cezalandırdı" şeklindedir. Böylece bu tabir en güzel bir biçimde (mukabele üslûbu üzere) gelmiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Kötülüğün karşılığı ona denk bir kötülük (bir misilleme) dir.." (Şûrâ, 40) ayeti gibidir.

b) Unutmak, hatırlamanın zıddıdır. Binaenaleyh, o münafıklar, Allah'ı ibadetleriyle zikretmeyi ve O'na sena etmeyi terkedince, Allah da onları, rahmet ve insanıyla zikretmeyi, hatırlamayı terketmiştir. Unutmanın, hatırlanmamadan kinaye yapılması, son derece güzel bir üslubtur. Zira, bir şeyi unutan, onu hatırlayamaz. Böylece, "melzum"un (unutma) ismi, "lâzım"dan (hatırlamama)dan kinaye kılınmış olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki münafıklar, fâsıkların tâ kendileridir..." buyurmuştur. Yani: "O münafıklar, fıskda, dinden çıkmada, hiçbir eksikliği bulunmayan, tam fâsık olan kimselerdir..." demektir. Allah, en iyisini bilendir.

Kâfir ve Münafıkların Cezası

68

Âyetin tefsiri için bak:69

69

"Allah, erkek münafıklara da, kadın münafıklara da, kafirlere de, -kendileri içinde ebedî kalıcı olmak üzere-, cehennem ateşini va'ad etti. Bu, onlara yeter. Allah, onları rahmetinden kovdu. Onlara bitip tükenmeyen bir azâb vardır. (Ey münafıklar), siz de tıpkı kendinizden evvelkiler gibisiniz. Halbuki onlar kuvvetçe sizden daha yamandı, malları, evlâdları daha çoktu. (Bu dünyadaki) nasibleri kadar faydalanmak istediler, İşte, sizden evvelkiler nasıl öyle nasiblerince yaşamak istedilerse, siz de yine kısmetinizce fayda aradınız. Siz de (o batağa) dalanlar gibi daldınız. Onların dünyada da, ahirette de yaptıkları boşa gitti. İşte bunlar da, hüsran içinde kalanların tâ kendileridir".

Bil ki Allahü teâlâ, daha önceki ayette, münafık erkek ve münafık kadınları unuttuğunu, yani onları, Allah'ın tâatına sarılmamaları sebebiyle cezalandırdığını beyan edince, bu tehdidini kuvvetlendirip, bu hususta münafıkları, kâfirlere katarak "Allah, erkek münafıklara da, kadın münafıklara da, kâfirlere de cehennem ateşini va'ad etti" buyurmuştur. Ebedî olan ateşin, en büyük ceza olduğunda şüphe yoktur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bu, onlara yeter" buyurmuştur. Bu, "Bu ceza onlara yeterlidir. Bundan daha şiddetli olan başka bir azâb yoktur, buna başkasını ilave etmek de mümkün değildir " manasındadır.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Allah, onları rahmetinden kovdu" buyurdu. Yani, "Cenâb-ı Hak, o şiddetli cezaya, hor hakir kılmayı, zemmetmeyi ve rahmetinden kovmayı da ilave etmiştir" demektir.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Onlara bitip tükenmeyen bir azâb vardır" buyurmuştur. Bir kimse şöyle diyebilir: "Azabın, mukîm (bitip tükenmez) olmasıyla, hâlid (devamlı, nihayetsiz) olması aynı şeydir. O halde, bu ifade bir tekrar olmuş olur.

Buna şu şekilde cevap verilir: "Bu, bir tekrar değildir. Bu ikisi arasında, birkaç yönden fark bulunmaktadır:

a) Onlar için, daha önce bahsedilen cehennem azabının ve onda ebedî kalışın dışında, devamlı, hiç bitip tükenmeyen başka bir azab bulunmaktadır. Bu (ebedi kalış) cehennem ateşiyle olan azabın, devamlı olduğuna delalet etmez. Halbuki, Cenâb-ı Hakk'ın: "Onlara bitip tükünmeyen bir azab vardır" buyruğu, onlar için, bunun yanında başka bir çeşit azabın bulunduğuna delalet eder."

Bir kimse şöyle diyebilir: "Yaptığınız bu tevil müşkildir. Zira Cenâb-ı Hak, "muhalled, sürekli olan ateş" hakkında, "Bu, onlara yeter" buyurdu. O ateşin yetmesi, başka bir şeyin ona ilave edilmesine mânidir. "

Buna şu şekilde cevap verilebilir: "O, cehennem ateşi, onların canlarını yakma, acı ve sızı verme hususunda kâfi ve yeterlidir. Bununla birlikte bu azaba, onlara daha fazla azâb edebilmek için, bir başka çeşit azâb da ilâve edilebilir. "

b) Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlara, bitip tükenmeyen bir azâb vardır", buyruğu ile onların bu dünyada, yakalarını kurtaramadıkları bir azâb kasdedilmiştir. Bu da onların, nifakın vermiş olduğu yorgunluğu Hazret-i Peygamber'in onların sırlarına, içlerine muttali olma korkusuna ve çok çeşitli bir biçimde rezil kepaze edilmekten çekinmeye katlanmalarıdır.

Daha sonra Cenâb-ı Hakk'ın: münafıklar), siz de tıpkı kendinizden evvelkiler gibisiniz..." buyurmuştur. Bil ki, bu ifade gaibten hitab sigasına geçme olup, ifadenin başında bulunan kâf, teşbih içindir. Binaenaleyh bu ifade, şu manalara gelebilir:

a) Ferrâ şöyle demiştir: "Bu: "Siz, sizden öncekilerin yaptığı gibi yaptınız " anlamındadır. Buna göre mana şu şekilde olur: "Allahü teâlâ, münafıkları, münkeri emredip ma'rûf'dan nehyetme ve ellerini hayırdan geri tutma hususunda, kendilerinden önce geçmiş olan kâfirlere benzetmiş, sonra da o kâfirleri, o münafıklardan daha güçlü, mal ve evlâd bakımından daha fazla olmakla nitelemiştir. Daha sonra da onların, dünyada bunlardan bir müddet faydalandıklarını, sonra da yok olup helak olarak deva: nb, bitip tükenmeyen bir azabın içine düştüklerini beyan buyurmuştur. " O halde, ey münafıklar siz, daha zayıf olduğunuz ve malınız da daha az olduğu için, haydi haydi böyle olacaksınız " denilmek istenmiştir.

b) Allahü teâlâ, münafıkları, dünya lezzetini taleb etmek, elde etmek amacıyla Allah'ın tâatından yüz çevirmiş olmaları hususunda, kendilerinden önce yaşamış olan önceki kâfirlere benzetmiştir. Daha sonra da o kâfirleri, malları ve çoluk çocukları çok olmakla, kendi nasiblerince yaşamış olmakla vasfetmiştir. Ayette geçen halâk kelimesi "nasib" anlamına gelmekte olup, "nasîb" insan için takdir edilip yaratılan mal demektir. Nitekim, "onun bir kısmeti var" anlamında onun bir hissesi, payı var manasında da, denilmektedir.. Yani, "Bunlar, onun için sabittir, kesindir" demektir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, o kâfirlerin kendi nasiblerinden . faydalandığını zikretmiştir. (Bu sebeple Cenâb-ı Hak), "Ey münafıklar, o kâfirlerin, kendi nasib ve kısmetlerinden istifade etmeleri gibi, siz de kendi nasib ve hissenizden istifade eder, yararlanırsınız" demek istemişti".

Buna göre şayet: "Cenâb-ı Hakk'ın, öncekiler hakkında, "nasiblerinden yararlanma" hususunu bir kere zikretmesinin; sonra da bu hususu münafıklar hakkında ikinci olarak; sonra bunu tekrar öncekiler hakkında üçüncü kez getirmesinin faydası nedir?" denilirse, biz deriz ki:

Bunun hikmeti şudur: Allahü teâlâ, öncekileri, dünyevî hazlara, zevklere dalmaları sebebiyle, dünyevî hazları ve zevkleri yerine getirmek suretiyle bunlardan yararlanıp böylece de uhrevî saadetlerden mahrum olmaları sebebiyle zemmetmiş, kınamıştır. Binaenaleyh Cenâb-ı Hak, onları kınadıktan sonra, söze yeniden başlayarak, münafıkların durumunu kâfirlerin durumuna benzetti. Dolayısıyla, bu tabir mübalağa ve te'kîdin zirvesine çıkmış olur. Bunun bir benzeri de şudur: Bazı zalimlerin zulümlerinin çirkinliğine, onların dikkatlerini çekmek isteyen kimse, o kimselere, "Sen tıpkı Firavun gibisin. Çünkü o, suçsuz yere cana kıyıyor ve hiçbir sebep olmadan azab ediyordu. Sen, tıpkı onun yaptığını yapıyorsun " der. Netice olarak diyebiliriz ki, buradaki tekrar bir te'kid ifade etmek içindir.

Cenâb-ı Hak, o münafıkların dünyayı elde etme, ahiretten de yüz çevirme hususunda, kendilerinden önce geçen kâfirlere benzediklerini beyan buyurunca, bu iki grup arasında, peygamberleri yalanlama, onlara tuzaklar kurup hilefer yapma ve onlara zulmetme hususunda bir benzerliğin bulunduğunu da beyan ederek Siz de o batağa dalanlar gibi daldınız" buyurmuştur, Ferra, bu ifadeye: "Cenâb-ı Hak, bununla "Siz, o dalanların dalışı gibi daldınız.." manasını kasdetmiştir" anlamını vermiştir. Buna göre, ayette geçen ellezi kelimesi, fiilin delalet ettiği ve hazfedilmiş bulunan bir masdarın sıfatı olmuş olur..

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Onların dünyada da. ahiretîe de yaptıklar boşa gitti..." buyurmuştur. Yani, "Onların iyi amelleri, iyilikleri, bu dünyada, ölümleri fakirlikleri ve izzetten zillete, kuvvet halinden de zayıflığa geçmeleri sebebiyle: amellerine bir mükafaatın verilmemesi, aksine en şiddetli bir azaba duçar olmaları sebebiyle de ahirette bâtıl olmuş, boşa çıkmıştır. bunlar da hüsran içinde kalanların ta kendileridir." Çünkü onlar nebilere ve resullere sed çekme hususunda kendilerini yormuşlar ve bu hareketleriyle, dünya ve ahirette hayır olan şeyleri elden kaçırarak dünyada ve ahirette bir cezanın içine düşmüşlerdir. Bu ifadenin maksadı şudur: Allahü Teâlâ, o münafıkların durumunu o kâfirlere benzetince böylece Cenâb-ı Hak, o kâfirlerin o münafıklardan daha güçlü; mal ve çoluk çocuk bakımından da daha fazla olmalarına rağmen, onların başına gelmiş olan şeyin amellerinin boşa çıkmış olması, rezil ve rüsvay kılınmış olduğunu; bu çirkin ameler hususunda onlara benzeyen münafıkların da haydi haydi dünya ve ahiret azabına düşeceklerini ve dünya ve ahiret hayırlarından mahrum olacakların; beyan buyurmuştur...

Onlardan Önceki Kâfir Topluluklar

70

"Onlara kendilerinden evvelkilerin, Nûh. Ad, Semûd kavminin, İbrahim kavminin, Medyen sahiplerinin, Mûtefikelehn haberi de gelmedi mi? Peygamberleri onlara apaçık mucizeler getirmişti. Demek ki Allah, onlara zulmediyor değildi, fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı"

Bil ki Allahü teâlâ, münafıkları, dünyayı arzulama, peygamberleri yalanlama ve onlara, alabildiğince ezada bulunup işkence etme hususunda, kendilerinden önce yaşamış olan kâfirlere benzetince, onlardan önce yaşamış olan o kâfirlerin de kimler olduğunu beyan ederek, işte şu altı kısmı zikretmiştir:

Birincisi, Nûh Kavmi'dir ki, Allah onları suda boğmakla yok etmişti . İkincisi, Âd Kavmi'dir ki, Allahü teâlâ onları faydasız, kısır bir rüzgârı üzerlerine salıvermekle imha etmişti. Üçüncüsü Semûd Kavmi'dir ki, Allah onları, sayha ve yıldırım göndermekle imha etmişti. Dördüncüsü İbrahim'in Kavmi'dir ki, Allah onları, nimetlerini kendilerinden çekip almak ve haberlerde varid olan rivayetlere göre Nemrûd'un beynine bir kara sinek musallat etmekle helak etmişti. Beşincisi, Şuayb (aleyhisselâm)'ın Kavmi'dir ki, bunlar Medyen Halkıdır Bunlara bu isim, Medyen İbn İbrahim'in soyundan olmaları sebebiyle verilmiştir. Allah bunları da, "gölge günü" azabıyla helak etmişti. Altıncısı da, Mû'tefike, yani Lût (aleyhisselâm)'un Kavmi'dir ki, Allah bunları da, arazilerinin üstünü altına, altını da üstüne çevirmek ve üzerlerine taş yağdırmak suretiyle helak etmişti.

Vahidî şöyle demiştir: "Mû'tefikât, mû'tefike kelimesinin çoğuludur. Arapça'da, (......) kelimesi, çevrilmek, altüst olmak anlamına gelir. O halde, o belde, halkıyla beraber altüst oldu, altı üstüne geldi, yani üstü altına, altı da üstüne çevrildi, demektir. Nitekim denilir, Yani, "O, onu döndürdü, o da döndü " demektir. Bu açıklamaya göre "mû'tefike" o beldenin sıfatı olmuş olur. Bu tabire "O beldenin halkının iyi hallerinin şerre dönüşmesi " manası da verilmiştir.

Bil ki Allahü teâlâ, ayetin başırida: "Onlara, kendinden evvelkilerin (...) haberi de gelmedi mi?" buyurmuş ve bu altı grubu zikretmiştir. Allah böyle beyan buyurmuştur; zira onlara, onların haberi, bazan onların bu haberleri halktan duymaları, bazan da, bu kavimlerin beldelerinin -ki bunlar, Şam beldeleridir-Arapların beldelerine yakın olmaları ve o beldelerde eski kavimlerin izlerinin görülüp müşahede edilmesi yoluyla ulaşmıştır. Ayetteki "gelmedi mi?" tabiri her ne kadar bir soru ise de, bu cümle ile, takrir manası murad edilmiş olup, "Onlara o kavimlerin haberleri ulaştı.." anlamındadır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Peygamberleri onlara... mucizeler getirmişti.." buyurmuştur ki, bu o grupların hepsiyle alâkalı bir hüküm ve cümledir. Burada mutlaka hazfedilen bir kısmın bulunduğunu, takdirinin de, "O peygamberler mucizeleri getirdiler de [Kavimleri, onları yalanladı; böylece de Allahü teâlâ, onları hemencecik imha etti]" şeklinde olduğunu söylemek gerekir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Demek ki Allah, onlara zulmediyor değildi, fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı" buyurmuştur. Bu, "Allah'ın onlara ulaştırdığı o azab, Allah tarafından yapılmış bir zulüm değildir. Çünkü onlar o azabı, kendi çirkin fiilleri ve peygamberlerini alabildiğine yalanlamaları sebebiyle hak etmişlerdi. Aksine, onlar kendilerine zulmettiler..." demektir.

Mutezile şöyle demiştir: "Bu ayet, Allahü teâlâ'dan zulüm filinin sudur etmesinin doğru olmayacağına delalet'eder. Aksi halde Cenâb-ı Hakk'ın zulmetmemekle övünmesi, yerinde ve güzel olmazdı. Bu, O'nun kesinlikle zulmetmeyeceğine delalet etmektedir. Yine bu, Allah'ın, kâfirde küfrü yaratıp, sonra da ona bu küfründen dolay azâb etmeyeceğine delâlet eder. Yine zulmü işleyenin kul olduğuna, Allah'ın "Fakar onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı " buyurması da delâlet etmiştir. Onların bu iddialarını bu kitapta defalarca öle almış bulunuyoruz.

71

"Mü'min erkekler de mü'min kadınlar da birbirlerinin velileridir. Bunlar iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler, Allah'a ve Resulüne itaat ederler. İşte bunlar yok mu? Allah onları, rahmetine mazhar edecektir. Muhakkak ki O, azizdir, hakimdir".

Bil ki Allahü teâlâ, münafıkları, bozuk amelleri ve çirkin fiilleri ile iyice vasfedip bunun peşinden de onlarla ilgili, gerek dünyevi gerekse uhrevi çeşitli tehditlerini zikredince müteakiben bu ayette, münafıkların sıfatlarının aksine, mü'minleri hayırlı sıfatlar ve iyi amellerle nitelemiş, bundan sonra, burada, omü"minleriçin hazırladığı daimi mükâfaatlan ve devamlı nimetleri zikretmiştir.

Mü'minlerin Sıfatları

Mü'minlerin sıfatlarına gelince bu, "Mü'min erkekler de mü'min kadınlar da birbirlerinin velileridir..." buyruğunda bildirilmiştir.

Şayet "Cenab-ı Hakk'ın, münafıkların sıfatı hakkında, "Münafık erkekler de, münafık kadınlar da birbirlerinin tamamlayıcı parçasidırlar..." (Tevbe. 67) buyurup, bu ayette mü'minlerin sıfatı hakkında da, "Mü'min erkekler de mü'min kadınlar da birbirlerinin velileridir..." buyurmuş olmasının sebebi nedir? O, niçin, münafıklarla ilgili olan ayette min lafzını, mü'minlerle ilgili olan ifadede de (veliler) lafzını zikretmiştir?" denilirse, biz deriz ki:

Cenâb-ı Hakk'ın, münafıkların sıfatıyla alakalı olarak, buyurması, tâbi olanların nifakının, seleflerinin, kendilerinden önce geçmiş olanların" nifakına dayandığına ve ondan filizlenmiş bir şey gibi olduğuna işaret etmektedir. Durum, haddizatında da böyledir. Çünkü halkın, tebaanın küfür ve nifakı, büyüklerini taküt etmeleri ve hevâ, huy ve âdetlerinin muktezası sebebiyle meydana gelmiştir. Ama, mü'minler arasında meydana gelen uyum, ahenk, bir temayül ve bir âdet sebebiyle değil, aksine istidlalde, tevfik-i ilahîde ve hidayet üzre bulunmada müşterek olmaları sebebiyle meydana gelmiştir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, münafıklar hakkında mü'minler hakkında da buyurmuştur.

Bil ki, velayet adavetin, düşmanlığın zıddıdır. Daha önce, "velayet" lafzında aslolan mananın, yakınlık, kurbiyyet olduğunu söylemiştik. Bu mâna, "velayet"in "adâvet"in zıddı olmasıyla da kuvvet kazanır. "Adavet" kelimesi de, bir kimse bir şeyden vazgeçtiğinde söylenilen tabirinden alınmıştır. Bil ki Allahü teâlâ, mü'minleri birbirlerinin velisi, dostu olmakla vasfedince, bunun peşinden, o dostluğun adeta bir tefsiri ve izahı olacak şeyleri de zikrederek, "Bunlar iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, namazı dosdoğru kılar, zekatı verir, Allah'a ve Resulüne itaat ederler " buyurmuş ve böylece, mü'minin münafıktan ayrılmış olduğu bu beş hususu zikretmiştir. O halde münafık Cenâb-ı Hakk'ın geçen ayetinde de vasfettiği gibi, kötülüğü emredip iyilikten sakındırmaya çalışır; mü'min ise, bunun aksini yapar. Münafık, namaza, bir tür tembellikle kalkar; mü'min ise, bunun aksi haldedir. "Ellerini (cimrilikle sımsıkı) yumarlar" (Tevbe. 67) ayetinde de buyurulduğu üzere, münafık, zekat ve diğer farzlar hususunda cimrilik eder, mü'min ise, aksine zekatını ve diğer vecibelerini yerine getirir.

Allah'ın da vasfettiği gibi, Allah ve Resulü, münafığa cihada koşmasını emrettiğinde, o, kendisi cihda katılmadığı gibi, başkalarını da katılmaktan alıkoymak ister. Halbuki mü'min bunun aksini yapar ki, işte bu husus ayette "Allah'a ve Resulüne itaat ederler" lafzıyla beyan edilmiştir.

Cenâb-ı Hak, mü'minlerin sıfatlarını belirtince, münafıklara cehennem ateşini vaadetmesine karşılık mü'minlere de gelecekteki rahmetini, yani ahiretteki mükâfaatını vaadettiğini beyan ederek, İşte bunlar yok mu? Allah onları rahmetine mazhar edecektir" buyurmuştur. (......) kelimesinde sin harfinin getirilmesi, tekid ve mübalağa manasını ifade etmek içindir. Bu, senin tıpkı, "Senden bir gün intikamımı alacağım" sözündeki tehdidi, sin harfiyle ifade etmen gibidir. Yani, "Geç de olsa, sen elime düşeceksin. Benden kaçamayacaksın ' demektir. Bunun benzen olan ayetlerde "Rahman olan (Allah), onlar için bir sevgi verecektir" (Meryem, 96); "Elbette Rabbin sana verecek, sen de hoşnut olacaksın, . " (Duha, 5)ve "Mükafaatlar. kendilerine verilecektir... " (Nisa. 151) ayetleridir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Muhakkak ki O, azizdir, hakimdir" buyurmuştur. Bu ayet, tam bir teşvik ve sakındırmayı ifade eder. Çünkü "azîz", kulları hakkındaki rahmet ve cezasına dair murad etmiş olduğu hükümlerden vazgeçirilemeyen; "hakim" ise, adeletin ve doğruluğun gerektirdiği bir biçimde, kullarının işlerini yöneten kimse demektir.

72

"Allah, mü'min erkeklere de, mü'min kadınlara da -kendileri, içinde ebedî kalıcı olmak üzere- altından ırmaklar akan Adn cennetlerini ve çok güzel meskenler va'adetti. Allah'ın rızası ise mükâfaatların en büyüğüdür, işte bu, en büyük saadettir".

Bil ki Allahü teâlâ, önceki ayette va'adini kısaca zikredince, bu ayette de bu va'adi, tafsilatlı bir biçimde anlatmıştır. Bu böyledir, zira O önceki ayette rahmetini va'adetmişti. Bu ayette ise. bu rahmetin şunlar olduğunu beyan buyuruyor:

Allah'ın Rahmetinin Meyveleri

Birincisi: Ayetteki "O - kendileri içinde ebedî kalıcı olmak üzere- altından ırmaklar akan Adn cennetlerini... " kısmında bildirilen husustur. Doğruya en yakın olanı, Allahü teâlâ'nın bu ayetteki "cennetler" sözüyle, bakan kimsenin bakış alanı içinde olan bahçeleri kasdetmiş olduğunun söylenmesidir. Zira Cenâb-ı Hak bu ifadeden sonra, "Ve çok güzel meskenler va'adetti.." buyurmuştur. Matufun, ma'tufun aleyhden başka olması gerekir. O halde o cennet ehlinin meskenleri Adn cennetleri; manzaraları da, etrafındaki bahçeler olmuş olur. Binaenaleyh, o cennetleri Adn olarak vasıflamanın anlamı, o bahçelerin insanların iskân etmiş olduğu evler yerine geçmiş olmasından dolayıdır. Diğer cennetlere gelince, buntar. insanın gezip dolaşmak ve dostlarıyla karşılaşmak için gittiği bağlan, bahçeler yerine geçmiş olur.

Adn Cennetleri Hakkında

İkincisi: Cenâb-ı Hakk'ın "Adn cennetlerinde güzel meskenler va'adetti " ayetinin ifade ettiği husustur. Hadisçiler, Adn cennetlerinin sıfatı hakkında çok söz söylemişlerdir. Hasan el-Basri şöyle demiştir: "İmrân İbn el-Husayn ile Ebu Hureyre'ye, Cenâb-ı Hakk'ın buyruğunun ne demek olduğunu sordum da onlar: "Tam adamına rastladın, (bilenine rastladın)" diyerek sözlerine şöyle devam ettiler: "Biz bunu Hazret-i Peygamber'e sormuştuk. O da şöyle demişti: "Bunlar, cennette incilerden yapılmış olan köşklerdir. Her köşkte kırmızı yakuttan yetmiş "dâr", her "dâr"da yeşil zümrütten yetmiş ev; her evde yetmiş divan: her divan üzerinde yetmiş yatak: her yatak üzerinde de. pek güzel huriler vardır. Her evde. yetmiş sofra, her sofra üzerinde de yetmiş çeşit yiyecek: her evde de yetmiş hizmetçi vardır. Her sabah vaktinde mü'min kimseye, bütün bu hurilerle bir araya gelebilecek kuvvet verilir.." İbn Abbas'tan Cenâb-ı Hakk'ın bu ifadeyle, hiçbir gözün görmediği ve hiçbir kimsenin de aklına gelmeyen, kendi evlerini kasdettiği nakledilmiştir. Ben derim ki, İbn Abbas belki de şunu demek istemiştir: "Bunlar, Allah katında dereceleri ileri olan (mukarreb) kimselerin evlendir." Zira, İbn Abbas, Allah'ın herhangi bir evinin olamayacağını herkesten daha iyi bilendir. Ebu Hureyre (radıyallahü anh)'den de şu rivayet edilmiştir: "Ya Resûlallah, bana cennetten bahset! Onlar neden yapılmıştır?" dediğimde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Altın ve gümüş kerpiçlerden, ki bunların sıva çamurları, alabildiğince kokan misk; topraklan za'feran, çakıl taşları inci. ve yakutlardır. Orada, külfetsiz elde edilen nimetler, ölümsüz bir ebedî hayat bulunur. Oradakilerin elbisesi eskimez, gençlikleri de son bulmaz... "' Tirmizi, Cennet, 2 (4/672). Buyurdu.

İbn Mes'ud: "Adn cennetleri, cennetin "butnân"ı (tam ortası)dır " demiştir. Ezberi, Cennetin "butnânının", cennetlerin tam ortası, merkezi manasına geldiğini, "vadilerin butnânı" ifadesinin de, sel sularının içinde biriktiği yerler anlamına geldiğini, bu kelimenin müfredinin de batn (karın, göbek) kelimesi olduğunu söylemiştir.

Atâ, İbn Abbas'ın şöyle dediğini söylemiştir: "Adn cenneti, cennetin kasabası olup, tavanı, Rahman olan Allah'ın Arş'ıdır. Burası peygamberlerin, nebilerin, şehidlerin ve hidayete ileten imamların, önderlerin bulunduğu şehirdir, Diğer cennetler ise, bunun etrafındadır. Ve orada, Tesnîm Pınarı vardır. Yine orada, inci, yakut ve altından yapılmış köşkler bulunmaktadır. Arş'ın altından güzel bir rüzgar eser ve böylece orada bulunanların üzerine alabildiğince kokan misk yığınları serper, savurur. "

Abdullah İbn Amr da şöyle demiştir: "Cennette, kendisine Adn denilen bir köşk vardır ki, bunun etrafında burçlar bulunur. O köşkün, beşbin kapısı, her kapıda da, beşbin hür ve âzâde kadın bulunmaktadır. Oraya ancak nebiler, sıddîkler veya şehidler girebilir."

Ben derim ki: Adn cennetleri hususundaki sözün özü şudur:

a) Bu, cennette belirli bir yerin adıdır. Naklettiğimiz bu hadis ve haberler de, bu görüşü kuvvetlendirmektedir. Keşşaf sahibi de, "Adn kelimesi, bir "alem" (özel) isim olup, bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kullarına gıyaben va'ad buyurduğu Ad cennetleridir, . " (Meryem, 61) ayetidir" demiştir.

b) Bu, cennetin sıfatıdır. Ezherî şöyle.demiştir, "Adn" kelimesi, Arapların, bir kimsenin bir yerde ikamet etmesini ifade etmek için söyledikleri tabirinden alınmıştır. Araplar yine, "Falanca kabilenin develerini, devamlı kalmak üzere falanca yere bıraktım" demektedirler. Bu, senin o deveyi o yerde kalmaya zorlaman ve böylece de o devenin oraya alışarak oradan ayrılmaması anlamına gelir. Cevherlerin yaratıldığı ve bulunduğu yere de "ma'din" adının verilmesi bundandır." Bu iştikakı benimseyen kimseler, cennetlerin hepsinin "Adn cenneti" olduğunu söylemişlerdir.

En Büyük Mükâfaat: Allah'ın Rızası

Üçüncüsü: Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetle va'adetmiş olduğu üçüncü mükâfaat buyruğunun ifade ettiği husustur. Bu, "Allah'ın rızast, biraz önce bahsedilenlerin hepsinden daha büyük bu mükâfaattır" demektir. Bil ki bu, ruhani mutlulukların maddi saadetlerden daha kıymetli ve daha üstün olduğunun kesin delilidir. Bu böyledir, zira sevinmek işi, ya Mevtasının o kimseden razı olmasıyla, yahut o rıza sebebiyle, herhangi bir maddi lezzete nail olmasıyla olmuştur, yahut da böyle-olmamış, aksine o kimsenin, Rabbinin kendisinden razı olduğunu bilmesinin, kendisiyle başka bir şey tateb edilmeksizin, zatı gereği bir mutluluk ve sevinci gerektirmestdir. Birincisi bâtıldır; çünkü, bir şeyin vesilesi o gayeden daha yüce olamaz. Binaenaleyh, şayet Allah'ın rızasından maksat, o rıza sebebiyle, Allah'ın cennette hazırlamış olduğu yeme içme gibi lezzetlere ulaşmak olsaydı, o zaman bu rıza ile duyulan sevinç ve mutluluk, vesileyi elde etmekle erişilen bir sevinç ve o lezzetlerle meydana gelen sevinç de, maksadın hasıl olmasıyla meydana gelen sevinç olmuş olurdu. Halbuki biz, vesile ile meydana gelen sevincin gaye ile elde edilen sevinçten, mutlaka daha az olması gerektiğini söylemiştik. Böyle olması halinde, Allah'ın rızasının, cennetler ve güzel meskenler elde etmekten daha az değerli ve daha aşağı derecede olması gerekirdi. Halbuki durum böyle değildir. Çünkü Allahü teâlâ, rızasını elde etmenin daha yüce, daha ulu, daha muazzam ve daha büyük olduğunu açık bir biçimde belirtmiştir. İşte bu, ruhani ve manevi mutlulukların, maddi mutluluklardan daha mükemmel ve daha kıymetli olduğuna kesin bir delildir.

Bil ki, hak ve doğru olan görüş, Allah'ın bu ayette ikisini birleştirdiği gibi, her ikisini birden kabul etmenin gerekli olmasıdır.

Cenâb-ı Hak, bu üç şeyi beyan buyurunca: "İşte burası! bu, en büyük saadettir, ." buyurdu. Bu ifadeyle alâkalı olarak şu iki açıklama yapılmıştır:

1) İnsan, birisi latîf, ulvî, ruhanî; diğeri de kesif, cismanî ve süflî olmak üzere iki cevherden yaratılmıştır. İşte bu iki cevhere, bir mutluluk ve bir de mutsuzluk bitişmiştir. İmdi maddî hayırlar meydana gelip, bu hayırlara da ruhani mutlulukların gerçekleşmesi eklenince rûh, kendisine uygun mutlulukları elde etmiş olur; beden de, kendisine uygun saadetlere ulaşmış olur. İşte bunun, en büyük kurtuluş olduğunda şüphe yoktur.

2) Allahü teâlâ, münafıkları vasfederken, onların, dünyevi nimet ve lezzetlerden istifade etme bakımından kendilerinden önce yaşamış olan kâfirlere benzemekte olduklarını beyan etmiştir. Daha sonra da bu ayette, mü'minlere va'adedilen mükâfaati vasfetmiş, bundan sonra da, 'İşte bu, asıl bu, en büyük saadettir" buyurmuştur. Bu, "münafık ve kâfirlerin peşine düştükleri dünyadaki lezzetli şeylerden istifade etmek değil, evet, en büyük kurtuluş budur!" demektir. Rivayet olunduğuna göre Cenâb-ı Hak, cennetliklere, "Razı oldunuz mu?" der. Bunun üzerine onlar, "Sen bize, yaratıklarından hiç kimseye vermemiş olduğun şeyi vermişken, biz daha nasıl razı olmayalım?, ." derler. Cenâb-ı Hak da, "Bundan daha üstününü yereyim mi size?" dediğinde, cennetlikler, "Bundan daha üstünü nedir ki?" derler. Bunun üzerine de Cenâb-ı Hak, "Size rıdvanımı, rızamı helal kıldım. Size ebediyen gazablanmayacağim" Buhârî, Rıkâk, 51 (7/200); Müslim, Cennet, 9 (4/2176) buyurur.

Bil ki, ruhanî mutlulukların maddi mutluluklardan daha üstün olduğuna bu hadisin delaleti, tıpkı ayetin delaleti gibidir. Ayetin izahı ise, en mükemmel bir biçimde geçmişti.

Kâfirler ve Münafıklarla Cihad

73

"Ey peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla savaş. Karşılarında çetin ol. Onların barınakları cehennemdir. O, ne kötü bir dönüş yeridir!".

Biz, Allahü teâlâ'nın münafıkları, çirkin birtakım sıfatlarla nitelediğini, onları çeşitli cezalarla tehdit ettiğini ve âdetullahın da Kur'an-ı Kerim'de, her tehditle beraber güzel bir va'ad zikretmek şeklinde cereyan ettiğini söylemiştik. İşte bu sebeple hiç şüphesiz Cenâb-ı Hak, bunun peşinden mü'minleri kıymetli, temiz ve güzel birtakım sıfatlarla vasfetmiş ve onlara, yüce mükafaatlar ve yüksek payeler vaadetmiştir. Daha sonra da bu ayette, kâfir ve münafıkların hallerini açıklamaya yeniden başlayarak "Ey peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla mücadele et" buyurmuştur.

Bu ayetle ilgili olarak şöyle bir soru hatıra gelmektedir: "Ayet, münafıklarla cihadın farz olduğuna delalet etmektedir. Halbuki, bu caiz değildir. Zira münafık, küfrünü gizleyen ve lisanıyla onu inkâr eden kimsedir. Durum böyle olduğuna göre, onunla savaşmak caiz olmaz."

Bil ki alimler, işte bu müşkil vesilesiyle birtakım görüşler beyan etmişlerdir:

Birinci görüş: "Kâfirlerle savaşmak, münafıklara da ağır söz söylemek..." Bu, Dahhak'ın görüşüdür. Bu, uzak bir ihtimaldir. Zira Cenâb-ı Hakk'ın "Kâfirlerle ve münafıklarla mücadele et" buyruğunun zahiri, bu grupların her ikisiyle birden savaşılmasını gerektirir. Yine Cenâb-ı Hakk'ın, "karşılarında çetin ol" emrinin zahiri de, bu iki grubun ikisiyle de alakalıdır.

İkinci görüş: Allahü teâlâ; Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, zahire göre hükmetmesi gerektiğini beyan edince, Hazret-i Peygamber de, "Biz, zahire göre hükmederiz" buyurdu. Binaenaleyh, münafıklar müslüman olduklarını söyleyip küfürlerini gizlediklerine göre, onlarla savaşmak caiz olmaz.

Üçüncü görüş: Doğru olan bu görüşe göre cihad, "Gayretin ve gücün, adamakıllı sarfedilmesi" anlamındadır. Ayetin lafzında, bu cihadın kılıçla mı, lisanla mı veya başka bir yolla mı yapılacağına delalet edecek herhangi bir şey bulunmamaktadır. Bu sebeple diyoruz ki ayet, bu iki grupla cihad etmenin vacib olduğuna delalet ediyor. Ama bu mücahedenin nasıl yapılacağına gelince, ayetin lafzında buna delatet edecek herhangi bir şey bulunmamaktadır. Aksine bu husus, ancak bir başka delilden anlaşılabilir.

Bunun böyle olduğu sabit olunca biz diyoruz ki: Diğer deliller, kâfirlerle yapılan cihadın, kılıçla yapılması; münafıklarla yapılan cihadın da bazan hüccet ve delil getirmekle, bazan yumuşak davranmayı bırakıp sert davranmakla, bazan da onları kovmakla olması gerektiğine delalet etmektedir. Abdullah (İbn Mes'ûd), Hak teâlâ'nın, "kafirlerle ve münafıklarla mücahede et!" ayetinin tefsirinde, şöyle demektedir: "Bu, bazan el ile, bazan da dil ile yapılır. Bunlara gücü yetmeyense, onunla karşılaşınca, kin ve gayzdan dişlerini göstersin. Buna da gücü yetmeyen kalbi ile büğz etsin."

Hasan el-Basri, münafıklarla cihad etmeyi, onlar sebeplerini işlediklerinde, onlara had ve cezaların uygulanması anlamına hamletmiştir.

Kâdî şöyle demiştir: "Hasanın söylediği bu görüş bir şey ifade etmez. Çünkü, münafık olmayan kimselere de, "had"leri ikame etmek farzdır. Binaenaleyh, bunun, münafıklara mahsus olması söz konusu olamaz." O, sözüne devamla şöyle der; "Hasan el-Basri, bu tefsiri, şu iki şeyden birisiiçin yapmıştır: "Ya, her fâsık münafık olduğu için, yahud da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında, genel olarak kendilerine had tatbik edilenlerin münafıklar olmasından ötürü..."

74

'Münafıklar söylemediklerine dair Allah'a yemin ediyorlar. Andolsun, o küfür kelimesini söylemişlerdir. Onlar müslümanlıklarından sonra yine kâfir oldular. Başaramadıkları bir şeye de yeltendiler onlar. Halbuki, peygambere ve mü'minlere karşs kin besleyip intikam almaya yeltenmeleri için, Allah ile peygamberinin lütf-u inayeti ile onları zenginleştirmiş olmasından başka bir sebep de yoktu. Eğer tevbe ederlerse, onlar için hayırlı olur. Eğer yüz çevirirlerse, Allah onları dünyada da, ahirette de pek acıklı bir azaba uğratır, yeryüzünde onlar için ne bir yâr, ne bir yardımcı da olamaz".

Ayetin Nüzul Sebebi

Bil ki bu ayet, bir grup münafığın, birtakım yanlış ve hata olan şeyler söylediklerine ve fakat onlara: "Siz, şöyle şöyle söylemişsiniz" denildiğinde, korkup böyle söylemediklerine dair yemin ettiklerine delalet etmektedir. Müfessirler, bu ayetin nüzul sebebi olarak şunları ileri sürmüşlerdir:

1) Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber, Tebûk Gazvesi'nde iki ay geçirdi. Bu arada kendisine Kur'an ayetleri nâzil oluyor ve savaşa katılmayan münafıkları ayıplıyordu. Bu sırada, Cülâs İbn Süveyd: "Allah'a yemin ederim ki, bizim en şereflilerimiz olan ve Medine'de bırakmış olduğumuz kardeşlerimiz hakkında Muhammed'in söylemiş olduğu şeyler şayet doğru ise, biz eşekten daha adiyiz, kötüyüz, demektir" dedi. Bunun üzerine, Amir İbn Kays el-Ensari, Cülas'a "Evet, Allah'a yemin ederim ki, Hazret-i Muhammed doğrudur. Sen, eşekten dana adisin!" dedi. Bu söz, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ulaştı. Bunun üzerine Cülas, Hazret-i Peygamberin huzuruna çıkarıldı. Ve, o bunu söylemediğine dair, Allah'a yemin etti. Bunun üzerine Amir, ellerini yukarıya kaldırarak: "Allah'ım kuluna ve peygamberine, doğru olanı tasdik eden; yalancıyı da tekzib eden hükmünü, ayetini indir!" diye dua etti. İşte, bunun üzerine de bu ayet nazil oldu. Bunun peşinden de Cülas: "Hiç şüphesiz Allah, bu ayette tevbeden bahsetmektedir. Ben bu sözü söyledim, Amir doğrudur " dedi. Tevbe etti ve tevbesinde hep samimi kaldı.

2) Rivayet olunduğuna göre bu ayet, Abdullah İbn Ubeyy hakkında nazil olmuştur. Çünkü o, Hazret-i Peygamberi kastederek: "Andolsun ki, şayet Medine'ye dönersek, aziz ve şerefli olanlar, zelil olanları Medine'den çıkaracaktır " dedi. Zeyd İbn Erkam bunu duydu ve Hazret-i Peygamber'e haber verdi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer, Abdullah İbn Übeyy'i öldürmeye niyetlendi. Bundan dolayı, Abdullah gelerek bunu söylemediğine yemin etti de, hemen bu ayet nazil oldu.

3) Katâde şunu rivayet etmiştir: "Biri Cüheyne, biri de Gıfâr Kabilesinden olmak üzere, iki adam birbiriyle dövüştüler. Gıfâr Kabilesi'nden olan, Cüheyne Kabilesi'nden olana üstün geldi. Bunun üzerine Abdullah İbni Übeyy: "Ey Evsoğulları, kardeşinize yardım ediniz. Allah'a yemin olsun ki, bizim ve Muhammed'in misali, tıpkı "köpeğini besle, seni yesin" darb-ı meselinde olduğu gibidir " diye bağırdı. Bunun, üzerine, orada bulunanlar, bunu Hazret-i Peygambere söylediler. Abdullah, bu sözü söylemediğini ileri sürerek, yemin etmeye başladı. "

Kâdî şöyle demektedir: "Bütün bu hadiselerin, ayetten maksud olması uzak bir ihtimal değildir. Zira, Cenab-ı Hakk'ın, ifadeleri, sonuna kadar çoğul sığasında gelmektedir. Çoğul sığasını tekit manasına almak, aslolan kaidenin hilafına bir durumdur.

Şayet, "Belki de bu tek kimse, bu sözü bir mecliste söylemiş ve orada bulunanlar da buna ses çıkarmamışlardır" denilirse, biz deriz ki: "Bu da. zahirin hilâfınadır. Çünkü sözü söyleyene değil de onu dinleyip ona razı olana isnat etmek, aslolanın hilâfınadır Aksine evlâ olan, bu ayetin, rivayet edilen şu hususa hamledilmesidir; Münafıklar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i Tebük'den dönerken, O'nu öldürmeyi planladılar. Bunların sayısı onbeş olup, gecenin karanlığı Akabe Tepesi'ni bürüdüğünde, Hazret-i Peygamber'i binitinden indirerek uçuruma yuvarlamayı kararlaştırmışlardı. Ammar İbn Yâsir, Hazret-i Peygamber'in binitinin yularını tutmuş, Kuzeyfe de, o hayvanın arkasından onu sürulorau. Derken, Huzeyfe ansızın deve ayaklarının kalkıp indiğini ve silah seslerini duydu. Geriye dönünce, maskeli bazı kimselerle karşılaştı. Bunun üzerine, Huzeyfe: "Savulun! Savulun! Ey Allah'ın düşmanları!.." dedi. Bu nida üzerine onlar da kaçtılar. " Görünen odur ki onlar, işte böyle bir gaye için bir araya geldiklerine göre, Hazret-i Peygamberin nübüvvetini tenkit ediyor, nübüvvet iddiasında O'nu yalanlıyorlardı. İşte, Cenab-ı Hakk'ın ayette bahsetmiş olduğu "küfür kelimesi"nin manası budur. " Bu görüş, Zeccâc'ın tercih ettiği bir görüştür.

"Onlar müslümanlıklarından sonra yine kâfir oldular" buyruğuna gelince, bir kimse şöyle diyebilir: "Onlar müslüman idiyseler, daha naşı bu sözü, yani küfür kelimesini söylemeleri münasip olur?"

Buna şu iki bakımdan cevap verebiliriz:

a) Ayette bahsedilen "İslâm" sözü ile, "Savaş"in zıddı olan barış hah kastedilmiştir. (Böylece mana: "müslümanlıklarından sonra" yerine, "zahiren boyur eğip barış yaptıktan sonra" olur.) Çünkü onlar, münafık olunca, inkîyad edip barış istemişler, barışa yönelmişlerdi. Ama onlar, açıkça savaş ilan edince, onlarla savaşmak vâcib olmuştur.

b) Onlar, müslüman olduklarını izhâr ettikten sonra, " küfürlerini ortaya koymuşlardır.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Başaramadıkları bir şeye de yeltendiler onlar " buyruğuna gelince, bununla, onların Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i öldürme hususundaki anlaşmaları kastedilmiştir. Halbuki Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber'e bunu haber vermişti Böylece de, Hazret-i Peygamber onlardan korunmuş, onlar da amaçlarına ulaşamamışlardı.

Münafıkların Zenginleşmelerinden Maksad

Cenâb-ı Hakk'ın, "Halbuki peygambere ve müminlere karşı kin besleyip intikam almaya yeltenmeleri için, Allah ile peygamberinin lütf-u inayeti ile onları zenginleştirmiş olmasından başka, meydanda bir sebep de yoktu.." buyruğu ile ilgili iki bahis bulunmaktadır:

Birinci bahis: Ayette bahsedilen (......) kelimesiyle ilgili şu iki açıklama yapılmıştır:

a) O münafıklar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye gelmezden önce, bir geçim sıkıntısı içinde bulunuyorlardı. Ne at yüzü görebiliyorlardı, ne de ganimet elde edebiliyorlardı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye geldikten sonraysa, bol ganimetler aldılar, mallar edindiler, böylece güç ve kuvvete erdiler. Bu da, onların, o peygamberi sevmelerine, O'nun uğruna can ve mallarını bezletmede gayret göstermelerine yol açtı.

b) Rivayet olunduğuna göre Cülâs'ının bir kölesi öldürülür. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), o kölenin diyeti olarak onikibin dirhem verilmesini emreder. Böylece de Cülâs, zengin olur.

İkinci bahis: Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesi, ortada, kendisi sebebiyle intikam alınacak herhangi bir şeyin bulunmadığına bir dikkat çekmedir. Bu, şairin tıpkı, "Onların Emeviler aleyhinde olmalarının tek sebebi, onların öfkelendikleri sırada hilim ile davranıp muarızlarını hemen cezalandırmayışlandır."

Ve Nabiğâ'nın "Onların, ordularla savaşmaktan ötürü kılıçlarında pekçok kırıkların bulunmasından başka, hiçbir kusur ve ayıbı yoktur"demesi gibidir. Yani, "Onlarda asla kusur yoktur" demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer tevbe ederlerse, onlar için hayırlı olur.." buyurmuştur. Bu ifadeyle, bu büyük suçun kendilerinden sâdır olmasından sonra, kalblerinin yumuşatılması amaçlanmıştır. Ayetin zahirinde, "onların ancak, tevbe etmeleri halinde hayır elde edecekleri" hükmünden başka bir hüküm bulunmamaktadır. Ama onların, bilfiil tevbe etmeleri hususuna gelince, bu, ayette yer almamaktadır. Biz, âlimlerin, Cülâs'ın tevbe etmesine dair söyledikleri sözü demin zikretmiştik.

Münafıkları Bekleyen Azap

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer, onlar tevbe etmekten yüz çevirirlerse. Allah onları dünyada da. âhirette de pek acıklı bir azaba uğratır" buyurmuştur. Allah'ın ahiretteki azabı malumdur. Ama. onlara bu dünyada yapacağı azaba gelince, bu hususta şunlar ileri sürülmüştür:

a) Bununla şu murad edilmiştir: "İnsanlar arasında, onların kâfir oldukları anlaşılıp yayılınca, onlar tıpkı bir ehl-i harb, "harbî" gibi oldular. Böylece de onların öldürülmeleri, onlarla savaşılması, çoluk çocuklarının esir, mallarının da ganimet olarak alınması helâl olmuş olur.

b) Bununla, onların ölürken ve azâb meleklerini bizzat görürken başlarına gelen murad edilmiştir.

c) Bununla kabir azabı murad edilmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Yeryüzünde onlar için ne bir yâr. ne bir yardımcı da olamaz" buyruğuna gelince bu, "Allah'ın azabı vacib olunca, kimseye, hiçbir dost ve yardımcı fayda veremez!" demektir.

Münafıkların Kısımları

75

Âyetin tefsiri için bak:78

76

Âyetin tefsiri için bak:78

77

Âyetin tefsiri için bak:78

78

"İçlerinden kimi de Allah'a (şöyle) ahdetmişti: "Eğer bize lütf-u kereminden ihsan ederse, andolsun. zekât vereceğiz, muhakkak ki salihlerden olacağız. Allah, kendilerine lütfundan verince de onunla cimrilik edip, arka çevirdiler. Onlar öyle dönektirler. Nihayet. Allah'a olan va'adlerini tutmadıkları, yalan söyledikleri için. O da bu fiillerinin âkibetini kalblerinde. kendisinin huzuruna çıkacakları güne kadar sürecek bir nifak yaptı. Münafıklar, hâlâ bilmediler mi ki, Allah şüphesiz onların içlerinde gizlediklerini de, fısıltılarını da biliyor ve muhakkak ki. Allah gaybleri çok iyi bilendir".

Bil ki bu sûrenin ekseriyeti, münafıkların hallerini açıklamakla ilgilidir. Münafıkların hallerinin çeşit çeşit olduğunda şüphe bulunmamaktadır. Bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak o münafıkları ve onların hallerini, ayrıntılı bir şekilde zikrederek, şöyle buyurmuştur: "Yine o münafıkların içlerinde öyle kimseler vardır ki, peygambere eziyyet ederler..." (Tevbe. 61); "İçlerinden sadakaların taksimi hususunda seni ayıplayacaklar da var"(Tevbe. 58); "Onlardan kimi de: "Bana izin ver, beni fitneye düşürme" (Tevbe. 49); felçlerinden kimi de, Allah'a şöyle ahdetmişti: "Eğer bize lütf-u kereminden ihsan ederse."

Ayetin Nüzul Sebebi

İbn Abbas (radıyallahü anh) şunu anlatmıştır: "Hâtıb İbn Ebî Belte'a'nın, mallarının Şam'dan gelmesi gecikmiş, o da sıkıntıya düşmüştü. Bunun üzerine, Ensâr meclislerinden birisinde bulunduğu bir sırada Allah'a yemin ederek, "şayet bize lütf-u kereminden verirse, ben tasaddukta bulunacağım; Allah'ın vereceği maldaki hakkını, zekâtı vereceğim ve böylece muhakkak ki salihlerden olacağım..." demişti."

Sa'lebe'nin Kıssası

Bu ayetin en meşhur nüzul sebebi olarak şu hadise anlatılmıştır: "Sa'lebe İbn Hâtıb, "Ya Resulallah, Allah'a dua et de, bana mal mülk versin.." dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: "Ey Sa'lebe, şükrünü eda edebileceğin az mal, takat getiremiyeceğin çok maldan daha hayırlıdır.. " Kenzu'l-Ummâl, 3. cilt. 7104. hadis. dedi. Sa'lebe, Hazret-i Peygamber'e tekrar müracaat ederek: "Seni hak olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, şayet, Allah bana mal verirse, her hak sahibine hakkını vereceğim..." dedi. Bunun üzerine de Hazret-i Peygamber onun için dua etti. Derken o, bir koyun edindi. Bu koyun, tıpkı kurtların üreyip çoğalması gibi çoğaldı. Öyle ki, koyun sürüleri Medine'ye sığmaz oldu. Bunun üzerine Sa'lebe, koyun sürülerini bir vadiye götürdü. Ve, öğlen ve ikindi namazlarını kılmaya, diğerlerini ise kılmamaya başladı. Sürü iyice üreyip çoğalınca da, cuma namazları hariç, bütün namazları kılmaz oldu. Daha sonra da, cumayı da terketti. Derken kervancılarla karşılaştığında, "ne var, ne yok?" diye soruyordu. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Sa'lebe'nin durumunu sorduğunda O'na onun durumu anlatıldı. Bunun üzerine, Hazret-i Peygamber: "Yazıklar olsun sana, Sa'lebe!" dedi. İşte bunun üzerine de, "Onların mallarından sadaka al..."(Tevbe, 103)ayeti nazil oldu. Bundan dolayı Hazret-i Peygamber Sa'lebe'ye iki adam yollayarak: "Sa'lebe'ye gidiniz ve zekâtını alınız..." dedi. Bu adamlar Sa'lebe'nin yanına varıp da ona Hazret-i Peygamberin emrini ilettiklerinde O: "Bu, bir cizyedir; ya da, cizyenin benzeridir " dedi ve zekatını vermedi. İşte bunun üzerine de Cenâb-ı Hak, ayetini indirdi. Hakkında, bu ayetin inzal buyurulduğu haber verildiğinde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelerek, kendisinden zekatını kabul etmesini istedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: "Allah beni, bunu kabul etmekten men etti " buyurdu. O, yüzüne gözüne toprak saçmaya başladı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ben sana söyledim, ama sen beni dinlemedin" buyurdu. Hazret-i Peygamber'in evine vardığında, Hazret-i Peygamber ona kapısını açmadı. Sonra, zekâtını Ebu Bekir'e getirdi, Hazret-i Peygamber kabul etmediği için, Ebu Bekir de onu kabul etmedi. Daha sonra da, Hazret-i Ömer de, Ebu Bekir'e uyarak o zekâtı kabul etmedi. Hazret-i Osman da kabul etmedi. Ve Sa'lebe, Hazret-i Osman'ın hilafeti zamanında ölüp helak oldu.

İmdi şayet, "Allahü teâlâ, Sa'lebe İbn Hâtıb'e zekâtını vermesini emretmişti. O halde, peygamberin, onun zekatını kabul etmemesi nasıl caiz olabilir?" denilirse, biz deriz ki:

Şöyle denilmesi uzak bir ihtimal değildir: Allahü Teâlâ Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, başkaları bundan ibret alsın ve böylece de, zekâtlarını vermekten imtina etmesinler diye, Sa'lebe'yi hor ve hakîr kılmak için, zekâtını kabul etmekten men etmişti.

Şöyle de denilebilir: O, zekâtını ihlâslı bir biçimde değil, riya maksadıyla getirmişti: Allahü teâlâ, bunu Hazret-i Peygamber'e bildirdi de, O da işte bundan dolayı o zekâtı kabul etmedi.

Şu da muhtemeldir: Allah "Onların mallarından sadaka al ki, bununla kendilerini temizlemiş (....) olasın"(Tevbe, 103) buyurup, böyle bir maksad da, münafıklığı sebebiyle Sa'lebe'de mevcut olmayınca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onun zekâtını almaktan geri durmuştur. Allah, en iyisini bilendir.

Vaadinde Durmamak Nifak Alâmetidir

Ayetin zahiri, bazı münafıkların, Allah'ın kendilerine mal vermesi halinde, o malın bir kısmını hayır yerlerine sarfedeceleri hususunda Allah'a yemin ettiklerine; Allahü teâlâ'nın da o kimseye mal verdiğinde, onun bu ahdini yerine getirmediğine delâlet etmektedir. Bu tabirle ilgili birkaç soru bulunmaktadır:

Münafığın Ahdi Olabilir mi?

Birinci soru; "Münafık, kâfir olan kimsedir. Halbuki, kâfirin Allah'a ahdetmesi nasıl mümkün olabilir?"

Cevap: Münafık, bazan Allah'ı bilen, tanıyan kimse olabilir. Ancak ne var ki o kimse, Hazret-i Muhammed'in nübüvvetini kabul etmez. Allah'ı tanımış olması sebebiyle, Allah'a andetmesi; Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamberliğini inkâr etmiş olması sebebiyle kâfir olmuş olması mümkündür. Ben bunu nasıl söylemeyeyim ki? Dünyadaki insanların ekserisi, kadir bir yaratıcının varlığını itiraf etmektedirler. Kâfir çeşitferi arasında, Allah'ı inkâr eden pek azdır. Hemen hemen hepsi de, insanlara hayır kapılarını açanın Allahü teâlâ olduğunu itiraf ediyor ye itâatta bulunmakla, mahlûkata iyilik ve ihsanda bulunmakla Allah'a yakınlaşabilmenin mümkün olduğunu biliyorlar. İşte bunlar insanların ekserisinin, üzerinde mutabık oldukları şeylerdendir. Yine şu da mümkündür: O, Allah'a böyle bir ahidde bulunduğu zaman müslüman idi. Sonra, malında cimrilik yapıp ahdini yerine getirmeyince, münafık olmuştur.. Ayetin lafzı da, bizim zikrettiğimiz açıklamayı ihsas ettirmektedir. Çünkü Cenab-ı Hak, "O da, bu fiillerinin akıbetini, kalblerinde (...) bir nifak yaptı..." buyurmuştur.

Ahid Kalbden Niyetlenmekle Olur mu?

İkinci soru: Bu ahdi, dil ile ifade etmek bu andlaşmanın şartından mıdır, yoksa kalbiyle niyet etmesi halinde, onu telaffuz etmeye bir gerek olmadan da bu iş, bu andlaşmanın kapsamına dahil olur mu?

Cevap: Alimlerden bazıları şöyle demişlerdir: Kişinin lisanıyla ifade ettiği veya lisanen ifade etmeyip de kalbiyle niyetlenmiş olduğu her şey, bu ahde dahildir." Mu'temir İbn Süleyman'ın şöyle dediği rivayet olunmuştur: "Denizde şiddetli bir fırtınaya tutulduk. Derken, içimizden bazıları, çeşitli adaklarda bulundular. Ben de bir şeye niyetlendim, ama onu dilimle ifade etmedim. Basra'ya geldiğimde, babama bu hususu sorduğumda, o da, "Evladım, bu adağını yerine getir!" dedi. "

Bu görüşü savunanlar şöyle demişlerdir: Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlardan kimi de Allah'a şöyle ahdetmişti..." ifadesi, onların, içlerinden herhangi bir şeyle niyetlenmiş olduklarını ifade eder. Baksana, Allahü teâlâ da "Münafıklar hâlâ bilmediler mi ki, Allah, şüphesiz onların içlerinde gizlediklerini de, fısıltılarını da biliyor." buyurmuştur.

Muhakkik alimler ise şöyle demişlerdir: Bu ahid verme, dilin ifade etmiş olduğu lâfızlarla mukayyeddir. Bunun delili, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Allah, benim ümmetimden, içlerinden geçen fakat lisanlanyla ifade etmedikleri şeyi bağışlamış, affetmiştir..." buyurmuş olmasıdır. Veyahut da, Hazret-i Peygamber bunu, manası bu olan başka lafızlarla ifade etmiştir. Hem Cenâb-ı Hakk'ın, "içlerinden kimi de Allah'a şöyle ahdetmişti; "Eğer bize lütf-u kereminden ihsan ederse, andolsun, zekât vereceğiz buyruğu, o ahid verenin, bu sözü söylediğini haber vermektedir. Sözü söylemek ise, onun bunu, lisanıyla ifade ettiğini göstermektedir.

Üçüncü soru: Ayetteki "andolsun, zekâtını vereceğiz" ifadesinden maksat, herhangi bir miktar malı çıkarıp vermektir. Sonra, malı çıkarıp vermek iki kısma ayrılır: Bu, bazan farz olur, bazan olmaz. Farz olan da ikiye ayrılır; Vacib olan zekât ve nafakaların verilmesi gibi, doğrudan, şeriatın mecbur tutmasıyla vâcib olan kısım; diğeri de, kişinin, meselâ nezrettiği adaklar gibi, kendiliğinden yerine getirmeyi iltizâm ettiği, üstlendiği farz kısım. Bu üç kısmı iyice öğrendiğinde, biz diyoruz ki: "Andolsun. zekâtı vereceğiz" sözü, bu üç kısmın üçünü de içine alır mı almaz mı?

Cevap: Biz diyoruz ki; Farz olmayan sadakalar, bu ayetin hükmüne dahi değildirler. Bunun delili Cenâb-ı Hakk'ın, o sadakayı "Onunla cimrilik ederler" ifadesiyle vasfetmiş olmasıdır. Şeriat örfünde "buhl" (cimrilik) vâcib olanı vermeme" demektir. Hem Allahü teâlâ, onları, bunu vermemelerinden dolayı tenkit etmiştr Halbuki mendûb, nâfite olanları terkedenler, bir zemme, tenkide müstehak olmazla' Geriye kalan iki kısımdan, şeriatın mecbur tutmasıyla farz olanlar, şüphesiz ayetır hükmüne dahildirler. Bunlar, zekâtlar, haccda ve savaşta harcanılmasına ihtiyaç duyulan mallar ve farz olan nafakaların tedariki hususunda ihtiyaç duyulan mallardır.

Geriye şöyle denilmesi kalmıştır: "Ayet, bu sözü söyleyen kimsenin, nezr, adak yoluyla herhangi bir malı çıkarıp vermeyi üstlendiğine delalet eder mi?" Görünen odur ki, ayetin lafzı, buna delalet etmez. Çünkü ayette zikredilen, onun sadece, "Eğer bize lütf-u kereminden ihsan ederse, andolsun, zekâtını vereceğiz" şeklindeki sözüdür. Bu ise, herhangi bir adağı ihsas ettirmemektedir. Çünkü bu, bir kimse. Allah'ın kendisini zengin kılması halinde, Rabbi ile farz olan infâkları yerine getirme hususunda da bir ahidleşmede bulunabileceğine delâlet eder. Böylece bu, o kimseye vâcib olanın, işte bu iltizam edip üstlenmeden dolayı farz olduğuna delâlet eder. Halbuki zekât, bu üstlenme, iltizâm etme sebebiyle farz olmayıp, "nisâb" miktarına sahip olması ve o malın üzerinden de tam bir yılın geçmesiyle farz olmuştur.

Biz deriz ki, "elbette zekât vereceğiz" tabiri, onların, bu işi hemen yapmalarını gerektirmez. Çünkü bu, bu fiilin ileride de yapılabileceğine dair bir haberdir. Ayetteki bu kadarcık bir ifâde, onun hemen yapılması gerektiği manasına gelmez. Buna göre sanki onlar, "Biz, muayyen bir zamanda tasadduk ederiz" demiş gibi olurlar. Bu, onların tıpkı, "Namazın farz olduğu vakitlerde, biz salihlerden oluruz" demeleri gibidir. Böylece, zikrettiğimiz bu takdirden şu netice çıkmıştır: Bu ahidleşmenin hükmüne giren, şeriatın doğrudan doğruya mecbur kilmasıyla verilmesi gereken malları vermektir. Bu husus, bizim bu ayetin, zekâtını vermeyenler hakkında nazil olduğuna dair nakletmiş olduğumuz rivayetlerle de kuvvet kazanır. Böylece, Cenâb-ı Hak sanki, o münafıkların durumunun, tıpkı peygambere ve mü'minlere karşı nifak içinde bulundukları gibi, Rableriyle anlaştıkları konularda da Rablerine karşı nifak içinde bulunduklarını ve söylediklerini yerine getirmediklerini beyân etmiştir.

Cenâb-ı Hakk'ın bundan maksadı ise, onları tam bir nifak içinde bulunmakla nitelemektir. Bu bölümlerin ekserisi, Kâdî'nin sözüdür.

Dördüncü soru: Ayetteki (......) kelimesinde "fadl"dan ne kasdedilmiştir?

Cevap: Bununla, hangi yolla olursa olsun, yani ister ticaret, ister üretim, isterse bu ikisinin dışındaki bir yolla olsun, mutlak manada mal-mülk vermek kasdedilmiştir.

Beşinci soru: (......) kelimesi nasıl iştikak etmiştir?

Cevap: Zeccâc şöyle demiştir: "Bu kelimenin aslı 'dir. Ancak ne var ki, mahreçleri yakın olduğu için tâ harfi sâd harfine idgâm edilmiştir." Leys şöyle demiştir: "Arapça'da, "musaddık", veren kimseye; "mutasaddık" da isteyen sâile denilir." Esma'î ve Ferrâ bu mananın bir hata ve yanılma olduğunu; veren kimseye

"mutasaddık" denildiğini, nitekim Cenâb-ı Hakk'ın da, 'Hakkımızda ayrıca lütufkârlık da et. Zira Allah lütufkârları mükafaatlandırır " (Yusuf, 88) buyurduğunu söylemişlerdir.

Altıncı soru: Ayetteki "Salihlerden olacağız" tabirinden maksad nedir?

Cevap: "Salih", "müfsid"in zıddıdır. "Müfsid", mükellefiyet hususunda kendisine farz olan şeylerde cimrilik yapan kimse demektir. Binâenaleyh, "Sâlih"in de, mükellefiyette kendisine farz olan husustan yerine getiren kimse olması gerekir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Sa'lebe, Allah'ın kendisine hayır kapılarını açması halinde tasadduk edeceğine, hacca gideceğine dair Allah'a ahid vermişti. "

Ben derim ki: Ayeti kayıtlamak hususunda bir delil bulunmamaktadır. Tam aksine, ayet-i kerimedeki "andolsun. zekâtını vereceğiz" tabiri farz olan zekâtın verilmesine; salihlerden olacağız.." tabiri de, mutlak manada verilmesi gerekli olan her şeyin verileceğine bir işarettir.

Allah Mal Verdiğinde Münafıkın Tutumu

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah, kendilerine lütfundan verince de onunla cimrilik edip, arka çevirdiler. Onlar işte öyle dönektirler..." buyurmuştur. Bu, Allahü teâlâ'nın, onları şu üç sıfatla vasfettiğine delâlet eder:

1) Cimrilik. Bu, hak olanı vermemek demektir.

2) Ahidden dönmek.

3) Allah'ın mükellefiyetlerinden ve emirlerinden yüz çevirmek.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Nihayet... o da bu fiillerin akibetini kalblerinde, kendisinin huzuruna çıkacakları güne kadar sürecek bir nifak yaptı" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır.

Birinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, tabiri daha önce geçmiş olan bir şeye isnâd edilmesi gereken bir fiildir. Daha önce geçen ifadeler ise, "Allah", "ahidleşme", "tasaddukta bulunma", "salâh", "buhl", "tevelli-yüz çevirme" ve"i'râz" kelimeleridir. (......) kelimesini, muahedeye, yahut tasadduka; yahud salâh'a isnâd etmek (bunları onun faili kabul etmek) caiz değildir. Çünkü, bu üç şey hayır amelleridir. Şu halde nifakın meydana gelmesinde bunları müessir saymak mümkün değildir. Bu kelimeyi, "buhl", "tevelli" ve "i'râz"a isnâd etmek de mümkün değildir. Çünkü, bu üçünün bulunması halinde, o kimse farzları yerine getirmeyi terketmiş olur. Binâenaleyh, bunları, kalbdeki nifakın meydana gelmesinde müessir addetmek mümkün değildir. (Farzları terketmek, bir nifak alâmeti değildir.) Çünkü bu nifak, küfür demek olup küfürde cehalettir, Allah'ı tanımamadır. Halbuki, bazı farzları terketmenin kalbte cehaletin (küfrün) meydana gelmesinde müessir kabul etmek caiz değildir. Bir defa, vacibi terketmek yokluktur. Cehalet ise, varlıktır. Halbuki yok olan, var olanda müessir olamaz. İkinci olarak: bu "buhl", "tevellî" ve "i'râz", kendilerinde nifak olmadığı halde, pekçok fasıkta da bulunabilir. Üçüncü olarak: Bu (farzları) terk, şayet kalbte bir küfrün meydana gelmesini gerektirseydi, bu terk, ister şer'an caiz olsun, isterse şer'an haram olsun, onu gerektirirdi. Çünkü, şer'î hükümlerin ihtilâf sebeplen, "müessir" olanı müessir olmaktan çıkarmaz. Dördüncü olarak: Cenâb-ı Hak bu tabirin peşinden, "Allah'a olan va'adlerini tutmadıkları, yalan söyledikleri için " buyurmuştur. Binâenaleyh, şayet "buhl", "tevellî" ve"i'râz"a isnâd edilmiş olsaydı, o zaman ayetin takdiri, "Allah'a olan va'adlerini tutmadıkları ve yalan söyledikleri için, onların cimrilikleri, yüz çevirmeleri ve döneklikleri, onların akibetini kalplerinde bir nifak haline getirdi.." şeklinde olurdu ki, bu da caiz değildir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "tevelli" ile, bu tevellî ile kalbte meydana gelen nifakın arasını birbirinden ayırmıştır. Halbuki bunun yanlış bir söz olduğu malumdur. Dolayısıyla yaptığımız bütün bu. izahlarla, fiilini, Cenâb-ı Hakk'ın dışında, daha önce zikredilmiş olan şeylerden birisine isnâd etmenin caiz olmadığı sabit olmuş olur. Binâenaleyh bu fiilin Allah'a isnâd edilmesi gerekir. Böylece de mâna, "Onların akibetini, kalblerinde nifak haline getiren Allahı Teâlâ'dır..." şeklinde olur. Bu da, kalblerde küfrü yaratanın Allahü Teâlâ olduğuna delâlet eder. İşte bu, Zeccâc'ın söylemiş olduğu şu husustur: "Bu ayetin manası, "onlar geçmişte sapıtınca, Allah da, gelecekte onları dinden saptırmıştır " şeklindedir." fiilinin failinin Allah olduğu görüşünü, O'nun ifadesi de desteklemektedir. Zira, daki zamir Allah'a râcidir. Binâenaleyh daha uygun olan, fiilinin de, Allah'a isnâd edilmiş olmasıdır.

Kadı şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesinden kasdedilen mana "Allah, nifaklarından ötürü, akıbette onlara ceza verdi" şeklinde olur. O ukubet de, onların kalblerinde meydana gelen keder, gönül sıkıntısı, başlarına gelen zillet ve kınanma v.b" dir. Ve bu, onlarla birlikte ahirete kadar devam eder." Biz deriz ki bu, uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu, delilsiz ve herhangi bir şüphe bulunmadan, zahiri terketmektir. Eğer Kâdî, "Aklî deliller, Allahü teâlâ'nın, küfrü yaratmadığına delâlet ediyor!" derse, biz de onların delillerine sapasağlam dağları bile çökertecek kuvvette aklî delillerle mukabele ederiz.

İkinci Mesele

Leys şöyle demektedir: "Birisinin işinin akıbetini pişmanlık kıldığında, yani onu pişman olacak duruma getirdiğinde dersin." Hüzeli de şöyle demektedir: "Oğullarım helak olup gittiler ve ölümlerinden sonra geriye bana, hasretle hiç sona ermeyen gözyaşları bıraktılar:" yine Arapça'da alanca, neticede kendisini hasta edecek olan bir lokma yedi" ve "Allah onun akıbetini hayır kıldı" denilir. Velhasıl Arapça'da, bir şey bir şeyin peşinden meydana geldiğinde, deyimi kullanılır."

Sözde Durmamak Münafıklığa Götürür

Ayetin zahiri, ahdi bozup, sözünden caymanın nifakı doğuracağına delalet etmektedir. Bu sebeple müslümanın, bundan olabildiğince sakınması, kaçınması gerekir. Binâenaleyh bir kimse, herhangi bir iş hususunda Allah'la ahidleştiğinde, onu yerine getirmek için gücünün yettiğince gayret göstermelidir. Hasan el-Basrî (r.h.)'nin görüşüne göre, işte bu husus hiç şüphesiz bir nifaka yol açar. O bu hükmünde, hem bu ayete, hem de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Kendisinde şu üç şey bulunan kimse, namaz kılsa da, oruç tutsa da ve kendisinin mü'min olduğunu iddia etse de münafıktır: Söylediğinde yalan söyleyen, va'adettiği zaman va'adinden dönen ve kendisine bir şey emânet olarak bırakıldığında ona hıyanet eden". Benzen bir hadis: Müsned, 2/200 hadisine tutunmuştur.

Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, "Siz, benim için şu altı şeyi kabul edin, ben de sizin için cenneti tekeffül edeyim: Konuştuğunuzda yalan söylemeyiniz, söz verdiğinizde caymayınız, size bir şey emânet edildiğinde ona ihanet etmeyiniz, gözlerinizi, ellerinizi ve avretlerinizi koruyup haramdan men ediniz. Gözlerinizi hıyanetten; ellerinizi hırsızlıktan, avret mahallerinizi de zinadan..." dediği rivayet edilmiştir.

Atâ İbn Ebî Rabâh şöyle der: "Bana, Câbir İbn Abdullah, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Kendisinde şu üç şey bulunan kimse münafıktır.." Câmiu's-Sağîr, 1/132. hadisini, peygamberle konuştuklarında, O'na yalan söyleyen, sırrını kendilerine emanet ettiğinde ona hiyânet eden ve kendisiyle birlikte sefere çıkacaklarına söz verdiklerinde cayan münafıklar hakkında söylediğini anlattı. " Amr İbn Ubeyd bu hadisi tefsir ederek şöyle dedi: "Allah namına konuştuğunda O'nun dinine ve Resulüne karşı yalan söyler. Va'adettiğinde, Allah'ın kendisiyle ahidleşenler hakkında söylediği gibi, sözünden cayar; Allah'ın dini hususunda kendisine itimâd edildiğinde, o gizlice hiyânet eder. Böylece de kalbi, lisanından başka bir durumda olur."

Vâsıl İbn Atâ'nın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hasan el-Basrı'ye birisi gelerek; "Yakûb (aleyhisselâm)'un çocukları: "Yusuf'u kurt yedi.." şeklinde bir söz söylediler, ama yalan söylediler. "Biz onu, mutlaka himaye edeceğiz.." (Yusuf, 63) sözlerinde de, ona söz verdiler, ama bundan caydılar. Babalan, Yusuf hakkında onlara güvendi, ama onlar ona hiyânet ettiler. Binâenaleyh, şimdi biz bunların münafık olduklarına hükmedebilir miyiz?"deyince, Hasan el-Basrî (r.h.) durdu, bir şey söyleyemedi.

Dördüncü Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendisinin huzuruna çıkacakları güne kadar" buyruğu, bu söz verenin, münafık olarak öldüğüne delâlet eder. Bu ayetin verdiği haber, kendisinden haber verilen hâdiseye uygun olarak tahakkuk etmiştir. Zira, rivayet olunduğuna göre Sa'lebe, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e zekâtını getirmiş, bunun üzerine Hazret-i Peygamber de: "Allah, benî, senin zekâtını kabul etmekten men etti!" buyurmuştur. Ve o, bu hal üzere kalmış ve onun sadakasını, zekâtını, o ölünceye kadar kimse kabul etmemiştir. Böylece bu, bu haberin bildirdiği şeyin, habere uygun olarak meydana geldiğine delalet eder. Böylece de bu, gaybtan bir haber vermek olmuş olur. Bu sebeple de bir mucize olmuş olur.

Beşinci Mesele

Cübbai şöyle demiştir: "Müşebbihe, Allah'ın görülmesini isbat hususunda, O'nun, "Kendisine kavuşacakları gün..." (Ahzâb. 44) ayetine sarılmışlardır. Halbuki "lika", görmek demek değildir. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, münafıklarla ilgili olarak, "Kendisinin huzuruna çıkacakları güne kadar.." ayetidir. Hem ulemâ, kâfirlerin Allah'ı göremeyecekleri hususunda icmâ etmişlerdir. Binâenaleyh, bütün bunlar "likâ"nın görmek demek olmadığına delâlet eder. Bu görüşümüzü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Bir müslümanm hakkını gasbetmek için yalan yere yemin eden kimse, Allah kendisine gazab etmiş olduğu halde, Allah'a mülaki olur" Buhâri, Husûmet, 4 (3/90). hadisi de desteklemektedir. Yine ulemâ, bu hadiste geçen"likâ"dan maksadın, "O kimsenin, Allah katında olan ceza ile yüz yüze kalması..." olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. İşte burada da böyledir." Kâdî, Cübbaî'nin bu sözünü çok beğenmiştir.

Ben derim ki: Ben, böylesi zeki kimselerin, bu tür zayıf ve tutarsız misallerle nasıl yeti nebi İdi kteri ne çok şaşıyorum. Bu böyledir, zira biz, "lika" lafzını gerek bu ayette ve gerekse bu hadiste, ayrı bir delil sebebiyle "görmek" manasına hamletmedik. Fakat bu durum, diğer hallerde likâ'nın "görmek" anlamını terketmemizi gerektirmez. Baksana bizim, umûm olan bazı ifadeleri, ayrı bir delilden dolayı tahsis etmemizden, ayni şeyi umûmî bütün ifâdeler hakkında delilsiz olarak uygulamamızı gerektirmez. Binâenaleyh o gerekmediği gibi, bu da gerekmez.

İmdi şayet o "Bu söz, ancak Arapça'da "lika" kelimesinin "görmek" manasından ibaret olması halinde kuvvet kazanır; oysa ki bu, kabul edilemez" derse, biz deriz ki: "ükâ"nın, ulaşmak, vasıl olmak anlamına geldiğinde şüphe yoktur. Binâenaleyh bir şeyi gören, ona ulaşır, vasıl olur. Bu sebeple de, "idrâk" kelimesi ulaşmak, yetişmek anlamına geldiği gibi, "rü'yet" (görmek) de "lika" anlamına gelmiş olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Musa'nın ashabı dedi ki: "İşte yakalandık!" (Şuara, 61) buyurmuştur. Sonra biz, "likâ"yı, "rü'yet" (görmek) manasına hamlettik. İşte burada da böyledir. Sonra biz şöyle diyoruz: Buradaki "iikâ"nın görmek anlamına gelmediğinde şüphe yoktur. Tam aksine, Cenâb-ı Hakk'ın, da, bu fiillerinin akıbetini kalblerinde, kendisinin huzuruna çıkacakları güne kadar sürecek bir nifak yaptı" buyruğundan kastedilen mana, "O'nun hüküm ve kazasının ifâ edildiği güne kadar..."şeklindedir. Bu tıpkı, bir kimsenin "Sen yarın amelinle karşılaşırsın, onunla başbaşa kalırsın.." demesine benzer. Yani, "Ameline göre karşılık görürsün..." demektir.

Cenâb-ı Hakk'ın buyruğunun manası: "Allahü teâlâ bundan önce sözlerinden cayıp yalan söylemeye cüret ettikleri için, kalblerinde o nifakı meydana getirmek suretiyle onlara azâb etmiştir" demektir.

Necvâ Kelimesinin İzahı

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Münafıklar hâlâ bilmediler mi ki, Allah, şüphesiz onların içlerinde gizlediklerini de, fısıltılarını da biliyor..." buyurmuştur. "Sır" onların kalblerinin gizleyip sakladığı şeydir. "Necvâ" ise kendi aralarında birbirleriyle fısıldaşarak görüşmeleridir. Necvâ, necve'den gelir Bu kelime de gizli söz, gizli konuşmak demektir. Buna göre, fısıldaşan iki kimse, sanki başkasının kendileriyle birlikte olmasını önlemişler ve kendileri dışındakilerder uzaklaşmışlar demektir. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Onu çok münâcaa: eden bir kimse olarak yaklaştırdık... (Meryem, 52); "Vakta ki artık ondan ümitlerin: kestiler, fısıldaşarak bir yana çekildiler" (Yusuf, 80); "günahı, düşmanlığı... fısıldaşmaym. İyiliği, takvayı fısıldasın..." (Mücadele, 9)ve, "Siz peygambere mahrerr. bir şey arzetmek istediğiniz vakit, bu mahrem konuşmanızdan evvel sadaka verin (Mücadele, 12) ayetleridir.

Sen, "sır" ile "necvâ" arasındaki farkı kavradığın zaman, ayetten kastedilen mana şöyle olur: Cenâb-ı Hak sanki, "Onlar, benim sırrı ve fısıldaşmayı bildiğimi, bundan haberdar olduğumu bilmezler mi? Onlar daha nasıl benim, onların hallerini, zâhin bildiğim gibi bildiğimi ve zahire göre azâb ettiğim gibi, gizli olan şeylere göre de azâfc edeceğimi bildikleri halde, aslında aralarında sırlaşmak ve fısıldaşmak demek olar nifaka cüret edebiliyorlar?.." demek istemiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ve muhakkak ki Allah, gaybleri çok iyi bilendir.." buyurmuştur. Allâm, âlim kelimesinin mübalağa veznidir. "Gayb". canlılardan gizli saklı olan şey demektir. Binâenaleyh, bu tabir ile kastedilen, Allahü teâlâ'nın zatının, bütün eşyayı bilmeyi gerektirdiğidir. Binâenaleyh O'nun bütür malumatı bilmiş olması gerekir. Bu sebeple de O'nun, kalblerde ve gönüllerde olan herşeyi bilmesi gerekir. O halde, daha nasıl (herhangi bir şey) ondan saklı tutulabilir? Bu ayetteki bu ifadenin bir benzeri de, Hazret-i İsa'nın, "Şüphesiz ki gayblan hakkıyla bilen sensin sen..." (Maide, 116) şeklindeki sözüdür. Cenab-ı Hakk'ı, allâme kelimesiyle vasfetmek O'na bu ismi vermek ise caiz değildir. Çünkü bu sîga, bu kalıp, bir çeşit öğrenme külfetini hatıra getirmektedir. Halbuki, Allah hakkında tekellüf ise düşünülemez.

Gönülden Maddi Yardımda Bulunanları Münafıkların Tenkidi

79

"Sadakalar hususunda mü'minlerden gönüllü verenlerle güçlerinin yetebildiğinden başkasını bulamayan (fakir)lerle eğlenenler (yok mu?) Allah onları maskaraya çevirmiştir. Onlar için, pek acıklı bir azâb vardır".

Bil ki bu, onların bir başka çirkin fiilleridir. Bu da, o münafıkların, gönüllü ve samimi olarak sadaka veren kimseleri ayıplayıp tenkid etmeleridir. İbn Abbâs (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün, bir hutbe okudu ve ashabı sadaka vermeye teşvik etti. Bunun üzerine Abdurrahman İbn Avf, (sadaka olarak) dörtbin dirhem getirerek şöyle dedi: "Benim sekizbin dirhemim vardı. Bundan dörtbin dirhemini kendim ve çoluk çocuğum için geriye bıraktım; şu dörtbinini de Rabbimin ahiretteki vaadine güvenerek O'nun yoluna yatırdım." Bunun üzerine Hazret-i Peygamber de: "Verdiğin ve vermediğin şeyleri, Allah senin için mübarek kılsın!" buyurdu. Allah'ın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu husustaki duasını kabul ettiği, öyle ki hanımı Tümâdır'ın sekizdebirin dörtte bir hissesi olarak, seksenbin dirhem aldığı söylenmiştir.

Hazret-i Ömer de, aynı miktarda sadaka getirdi. Asım İbn Adiyy el-Ensari de, yetmiş ölçek hurma sadaka getirdi. Osman İbn Affân da, çok büyük miktarda bir sadaka getirdi. Ebû Akil de, bir "sâ" hurma getirerek "Dün gece, hurmalıklarına su salmak için, bir adama ücretli olarak çalıştım. Ve böylece iki "sâ" hurma elde ettim. Bunlardan birisini çoluk çocuğuma bıraktım, diğerini de Rabbimin ahiretteki vaadine güvenerek O'nun yoluna verdim" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem), onun da zekât mallarının içine konulmasını emretti. İşte bunun üzerine münafıklar tenkid ederek: "Onlar sadakalarını ancak, bir gösteriş ve desinler diye getirdiler. Ebu Akil bir "sâ" hurmasını, diğer büyük sahabilerle birlikte anılsın diye getirdi'.... Halbuki Allah, onun bir "sâ" hurmasına muhtaç değildir" dediler de, işte bunun üzerine Allah bu ayeti inzal buyurdu.

Lemz kelimesinin hangi manaya geldiği, Cenâb-ı Hakk'ın, (Tevbe. 58) ayetinin tefsirinde geçmişti.. (......) kelimesinin aslı, (......) kelimesidir. "Tatavvu" "nafile" demek olup bu da, farz olmayan, nafile bir şeyi yapmak suretiyle Allah'a itaatta bulunmak demektir. Tâ harfinin tî'ya idgâm edilmesinin sebebi ise, bu iki harfin mahreçlerinin birbirine yakın olmasıdır. Leys: "Cühd, fakir kimsenin kendisiyle kıt-kanaat yaşadığı az bir şeydir" demektedir. Zeccâc da, bu kelimenin, cimin hem dammesi, hem de fethası ile kullanıldığını söylerken, Ferrâ, dammeyle (cühd) okumanın Htcazlıların; fetha ile (cehd) okumanın ise, başkalarının kullanışı olduğunu söylemektedir. İbn Sikkît bu iki kullanılış arasında fark bulunduğunu naklederek:

"Cühd, takat ve güç demektir. Meselâ, gücüm ve kuvvetim manasında, "Gücüm takatim bu.." dersin" demektedir.

Sen bunu iyice anladığın zaman, bil ki Hak teâlâ'nın, "Sadakalar hususunda gönüllü verenler" ifadesiyle, fazla sadakaları getiren o zenginler; "güçlerinin yetebildiğinden başkasını bulamayan (fakir)ler..." tabiriyle de, bir "sâ" hurma getirdiği için, Ebu Akil kastedilmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, münafıkların onlarla alay ettiğini, Allah'ın da, onların alaylarına karşılık verdiğini beyân buyurmuştur.

Bil ki, Allah rızası için mal vermek, zekâtlarda ve diğer farz olan harcamalarda olduğu gibi, bazan vâcib, bazan da nafile olur. İşte bu ayetten, nafile olanı kastedilmiştir. Sonra nafile sadakayı veren, Abdurrahman İbn Avf ve Osman İbn Affân gibi, bazan zengin kimseler olur da böylece de çok sadaka getirmiş olurlar. Bazan da, fakir olur da, az sadaka getirir ki bu "az", güç ve sıkıntı içinde yaşayan kimsenin, son takatini kullanarak getirdiği şeydir. Mükâfaata müstehak olmak hususunda bu iki miktar sadaka arasında bir fark bulunmamaktadır. Zira zahiri amellerden maksad, niyetin keyfiyeti ile şartların, yani saikferin ve engellerin nazar-ı itibara alınmasıdır. Binaenaleyh bazan, fakirin getirip vermiş olduğu o az miktar, Allah katında, zenginin getirmiş olduğu o çok miktardan daha kıymetli olur.

Sonra o cahil münafıkların bakışları, fikirleri, işlerin zahirini aşamaz, böylece de az sadaka getiren fakiri ayıplar, tenkit ederler. Onların bu ayıplamaları, şu birkaç sebepten ileri gelmiş olabilir:

1) Onların, "O fakir olduğu için, ona muhtaçtır; o halde daha nasıl bunutasadduk edebilir?" demeleridir. Ancak ne var ki (onlar bilmiyorlar ki), bu, faziletten neş'et eden bir husustur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "kendilerinde fakr-u ihtiyaç olsa bile, onları, kendi öz canlarından daha üstün tutarlar, . " (Haşr, 9) buyurmuştur.

2) Onların, "Bu azıcık şeyin ne tesiri olacak ki?" demeleridir. Bu da bir cehalettir. Zira bu adam, sadece buna gücü yetip bunu getirdiğinde, yapabileceği her şeyi yapmıştır. Binâenaleyh, bu kimsenin ameli, Allah katında başkasının amelinden daha kıymetli olur. Zira o, kalbinin alâkasını, elindeki dünya malından uzaklaştırıp kesmiş ve Allah'a tevekkül etmekle yetinmiştir.

3) Onların şöyle demeleridir: "Bu fakir kimse, o az sadakayı, bu durumda, bu makamda, kendisini, büyük ve ileri gelen kimseler arasına katmak için vermiştir." Bu da bir cehalettir, çünkü insanın kendisini hayır ve din ehline katmaya çatışması, onun kendisini tembel, işsiz güçsüz kimselere katmasından daha hayırlıdır.

Cenâb-ı Hakk'ın buyruğu hakkında yapılmış olan temel açıklamayı sen biliyorsun. Esamm şöyle demektedir: "Bundan maksad şudur: Allah, o münafıkların, iyilik nev'inden olan o amellerini zahiren kabul eder; fakat ahifette o amellerinin mükâfaatını vermez. İşte bu da, onlarla alay etme kabilinden olur."

80

"Onlar için ister İstiğfar et, ister etme. Eğer onlar için yetmiş defa istiğfar dahi etsen, yine Allah onları kesinlikle bağışlayacak değildir. Bu. böyledir. Çünkü Allah'ı ve Resulünü İnkâr ederek kâfir olmuşlardır. Allah ise. fâsık bir kavmi hidâyete ulaştırmaz"

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Ayetin Nüzul Sebebi: Münafıklar

İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: "Önceki ayet, münafıklar hakkında nazil olunca onlar, "Ya Resulallah. bizim için mağfiret taleb et!" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Sizin için mağfiret talebinde bulunacağım " dedi ve onlar için mağfiret talebine yöneldi de, bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Bundan ötürü de Allah'ın Resulü, mağfiret talebinde bulunmaktan vazgeçti."

Hasan el-Basrî de şöyle demektedir: "Onlar Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelerek, özür beyanında bulunuyor ve, "Biz sadece en güzel olanı, iyilik ve muvaffakiyet arzu ettik" ( Nisa, 62) diyorlardı. İşte bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu."

Esamm şunu rivayet etmiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hutbe okurken, Abdullah İbn Ubeyy İbn Selûl ayağa kalktı:"Bu, Allah'ın kendisine ikramda bulunup aziz kıldığı, yardım edip desteklediği Allah'ın elçisidir." dedi. Uhud muharebesinden sonra da böyle bir şey için ayağa kalkınca, Hazret-i Ömer ona: "Ey Allah'ın düşmanı, otur! Küfrün ortaya çıkıp aşikâr oldu!" dedi. Bunun üzerine, orada bulunanların hepsi ona cephe alıp, onu lanetlediler. O da, namaz kılmadan mescidden çıktı. Derken, kavminden birisi ona rastladı ve: "Senin mescidden çıkmana sebep nedir? Nereye gidiyorsun?" dedi. Bunun üzerine o da, cereyan eden olayı anlattı. O adam, ona: "Allah'ın Resulüne dön ve senin için mağfiret talebinde bulunmasını iste!" dedi, O da: "Benim için mağfiret talebinde bulunsun ya da bulunmasın; artık aldırmıyorum!" dedi. İşte bunun üzerine: "Onlara, 'Gelin, Allah'ın peygamberi sizin için mağfiret talebinde bulunsun!" denildiği zaman, başlarını çevirdiler.." (Münafikûn, 5) ayeti nazil oldu. Uhud'dan sonra münafıklar, (Hazret-i Peygamberin yanına) gelerek, özür beyanında bulundular ve birtakım sudan bahaneler ileri sürerek, kendileri için istiğfar etmesini istediler.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hak, "Eğer onlar için yetmiş kere dahi istiğfar etsen, yine Allah onları bağışlayacak değildir' buyurmuştur.

Şa'bî'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Abdullah İbn Abdullah İbn Übeyy İbn

Selûl, Allah'ın Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem)'nü, babasının cenazesine çağırdı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Sen kimsin?" deyince o: "Ben, Hubab İbn Abdullah'ım" dedi. Bunun üzerine de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); "Hayır, sen Abdullah İbn Abdullah'sın. Zira "Hubab" şeytanın adıdır" dedi, sonra da bu ayeti okudu.

Kâdî, "Cenâb-ı Hakk'ın, " "Onlar için ister istiğfar et, ister etme" ayetinin zahiri, münafıkların Hazret-i Peygamber'den mağfiret talebinde bulunmasını istediklerine delâlet eder gibidir" dedi. Ben bu husustaki haberleri naklettim.

Bu ayetin daha önceki ifadelerle en yakın ilgi ve alâkası, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın bildirdiği şu husustur: "İstiğfar talebinde bulunanlar, Hazret-i Peygamberi ayıplayıp tenkit edenlerdir. İşte bunun üzerine de bu ayet nazil olmuştur."

"Yetmiş" Kaydını Muteber Sayarlar

Bazı alimler şöyle demişlerdir: "Muayyen bir sayı ile, umumi bir lafzı tahsis etmek, durum ve keyfiyetin, o sayının dışında kalanlar hakkında, tahsis edilen hükmün aksine olduğuna delalet eder. Bu, "hitab delili"ni benimseyenlerin görüşüdür.. Onlar şöyle demişlerdir: "Bunun delili şudur: Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer onlar için yetmiş kere dahi istiğfar etsen, yine Allah onları bağışlayacak değildir" ayeti nazil olunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Allah'a yemin ederim ki, yetmiş kereden de fazla istiğfar ederim " dedi ve Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar için ister istiğfar et, ister etme. haklarında birdir" (Münafikûn, 6) ayeti nazil oluncaya kadar istiğfar talebinden vazgeçmedi. Bu ayet (Münafikûn, 6) nazil olunca da, bundan vazgeçti.

Bir kimse çıkıp şöyle diyebilir: Bu istidlal, bu görüşün aksi için daha uygundur. Zira Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, onları kesinlikle bağışlamayacağını beyan edince, durumun zikredilen bu adedin dışında kalanlar hakkında da, zikredilen aded için söz konusu olan duruma müsav olduğu sabit olmuş olur. Bu da, adedle kayıtlamanın, mezkûr hükmü değiştirmediğini gösterir.

Kâfir ve Münafık Hakkında İstiğfar Etme Caiz midir?

Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), münafıklar için mağfiret talebinde bulunmaya yönelince, Allah onu bundan men etti.

Bazıları da şöyle demişlerdir: Münafıklar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, kendileri için mağfiret talebinde bulunmasını istediler. Allahü teâlâ da Hazret-i Peygamber'i böyle bir şeyden nehyetti. Halbuki bir şeyi nehyetmek, nehyedilenin o fiilden önce bulunmuş olmasına delâlet etmez. Biz, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu sebeplerden ve delillerden dolayı, o münafıklar için mağfiret talebinde bulunmaya yönelmediğini söylüyoruz:

a) Münafık, kâfirdir. Halbuki, Hazret-i Peygamberin getirdiği şeriatta, kâfir için mağfiret talebinde bulunmanın caiz olmadığı açıktır. İşte bu sebepten dolayı Allah, Hazret-i Peygamber'e İbrahim (aleyhisselâm)'in babası hakkındaki, "Muhakkak senin bağışlanmanı isteyeceğim.." (Mümtehine, 4) sözü hariç, Hazret-i İbrahim'e uymasını emretmiştir. Bu, şeriatta meşhur, ve maruf olunca, buna yönelmek nasıl caiz olabilir?

b) Başkasının bir başkası için bir mağfiret talebinde bulunması, o başkası, günah ve isyanda israr ettiği sürece fayda vermez.

c) Hazret-i Peygamberin, münafıklar için mağfiret talebinde bulunmaya yönelmesi, günaha yeltenmeye ve onu işlemeye teşvik etmek gibi olur.

d) Cenâb-ı Hak, peygambere bu hususta icabet etmediği zaman, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in duası, O'nun katında merdûd olmuş olur. Bu da, Hazret-i Peygamberin makam ve mertebesine halel gelmesini, noksanlığını iktizâ eder.

e) Peygamberin yapmış olduğu bu duâ Allah tarafından kabul görseydi, o zaman icabetin meydana gelmesi hususunda, duanın sayısının azı da, çoğu gibi olur, arada bir fark bulunmazdı.

Böylece, bu sözün maksadının şu olduğu sabit olmuş olur: Münafıklar Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den kendileri için mağfiret talebinde bulunmasını istediklerinde Allah, Peygamberini bundan men etmiştir. Bu ayette zikredilen sayıdan maksat ise. men etmeyi sınırlamak, (yani, "Yetmiş defadan fazla duâ edersen kabul ederim." demek) değildir; aksine bu ifade, tıpkı, kendisinden bir ihtiyacının yerine getirilmesini isteyen kimseye, o kimsenin: "Bunu benden, yetmiş defa dahi istesen, ben onu yapmam !" demesi gibidir. Bu kimse bu ifadesiyle, o kimsenin, yetmişden fazla talebte bulunması halinde onu yapacağı manasını kasdetmemiştir. İşte burada da böyledir. Bu görüşü, Cenâb-ı Hakk'ın, ayetteki, "Bu böyledir. Çünkü onlar. Allah'; ve Resulünü inkâr ederek kâfir oldular" ifâdesi de tekid etmektedir. Böylece Cenâb-ı Hak sayısı yetmişlere ulaşsa dahi Peygamberin istiğfarının onlara fayda vermemesinin sebebinin, onların küfür ve fısklan olduğunu beyan etmiştir. Bu sebep, yetmişden fazla olanda da söz konusudur. Böylece bu illet, bu ayetten kastedilenin, küfürde İsrar ettikleri sürece, Peygamberin onlar için mağfiret talebinde bulunmasının kendilerine fayda vereceğine dair taşıdıkları ümidi ortadan kaldırmak olduğunun bir delili olmuş olur. Bu izah, Hak teâlâ'nın "Allah ise, fâsık bir kavmi hidâyete ulaştırmaz " buyruğu da teyid etmektedir. Zira bu ifâde, "Onların fısklan hidâyete mânidir" demektir. Böylece, doğru olanın, bizim bahsetmiş olduğumuz şeyler olduğu sabit olmuş olur.

Beşinci Mesele

Müteahhirûndan olan müfessirler şöyle demişlerdir: "Araplarca "yetmiş" sayısı, son ve nihaî bîr zirvedir. Zira "yetmiş", yedinin on katının toplamı demektir. "Yedi. kıymetli bir sayıdır. Çünkü göklerin, yerin, denizlerin, mıntıkaların, yıldızların ve uzuvların sayısı da yedidir. Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: Cenâb-ı Hak bu sayıyı burada, özellikle şundan dolayı zikretmiştir: Çünkü rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), amcası Hamza'nın cenaze namazında yetmiş defa tekbir aldı. Bunun üzerine sanki, "Hamza'ya kıldırdığın namazda, yetmiş defa, o müşrikler için mağfiret talebinde bulunsan dahi (...)" denilmek istenmiştir, Bu hususta temel kaidenin, Cenâb-ı Hakk'ın "...yedi başak veren, her başakta yüz "dâne" bulunan bir tek tohumun hali gibidir" (Bakara. 261) ayeti ile, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in iyiliğim mükâfaatı, on katından başlayıp yediyüz misline kadar çıkar..." Buhari, İman, 31 (1/15). hadisinin ifâde ettiği husus olduğu da ileri sürülmüştür. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak bu sayıyı katlama sadedinde olmak üzere Resûlü için zikretmiş olunca, bu, bu hususta temel bir sayı olmuş oldu.

Muhallef ile Mütehallif Arasındaki Fark

81

Âyetin tefsiri için bak:82

82

"Allah Resulüne muhalefet için savaştan geri kalan münafıklar, oturmalarımla sevindiler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihâd etmekten hoşlandılar ve: "Bu sıcakta harbe çıkmayın" dediler. De ki: "Cehennemin ateşi daha sıcak!" Ah bir iyice anlasalar! Artık irtikâb etmekte oldukları günahın cezası olmak üzere, az gülsünler, çok ağlasınlar onlar".

Bil ki bu, münafıkların çirkin amellerinin bir başka çeşidi olup, bu da onların savaşa katılmamaktan mutluluk duyup, onu çirkin görmeleridir. İbn Abbas (radıyallahü anh), Cenâb-ı Hakk'ın bu tabirle, Tebük Savaşı'nda Hazret-i Peygamberle savaşa katılmayan münafıkları kastettiğini söylemiştir. Öyleyse, muhallef kelimesi, gidenlerden geri kalan kimse anlamına gelir.

Buna göre şayet: "Onlar, savaşa katılmamak için çareler, yollar aramışlardır.

Binâenaleyh evlâ olan, ayette "Geride kalanlar sevindiler" denilmesi gerekir idi.." denilirse, buna birkaç yönden cevap verilebilir:

a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), fesâd çıkarıp ortalığı karıştıracaklarını bildiği için, bazı kimseleri, kendisiyle birlikte savaşa katılmaktan men etmiştir. İşte bunlar, "geri kalanlar" değil, "geri bırakılanlar" olmuş olurlar.

b) O savaşa katılmayanlar, bu ayetten sonra gelen şu ayette de, "muhallefûn" (geri bırakılanlar) diye vasfedilmiştir: "Eğer Allah seni (Tebük'ten) Medine'ye onlardan (orada kalmış olanlardan) bir zümrenin (münafıkların) yanına döndürür de başka bir savaşa çıkmaya senden izin isterlerse de ki: "Bundan sonra benimle birlikte katiyyen ve ebedî (sefere) çıkamazsınız..." (Tevbe. 83). Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, o münafıkları Hazret-i Peygamberle beraber savaşa katılmaktan men edince, işte bu sebeple onlar "savaştan geri bırakılanlar" olmuş oldular.

c) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), mü'minlerle beraber savaşa çıktıktan sonra, onunfa beraber savaşa katılmayanlar, sefere çıkmayıp şehirde kaldıkları için, "muhallefûn" (geriye bırakılanlar) diye vasfedilmişlerdir. İbn Abbas tabiri ile Allahü teâlâ'nın Medine'yi kastettiğini söylemektedir. Buna göre ayetteki bu kelime, ism-ı mekân (oturulan yer manasında) olmuş olur. Mukâtil, bu tabire "oturmalarıyla..." anlamını vermiştir. Buna göre de bu kelime, masdar (masdar mîmi) olmuş olur.

Cenâb-ı Hakk'ın "Allah Resulüne muhalefet için." buyurmuştur Bu hususta şu iki açıklama yapılmıştır:

1) Bu, Kutrub, Müerric ve Zeccâc'ın görüşü olup, "Hazret-i Peygamber hareket ederken, onların durup kalmaları sebebiyle O'na muhalefet etmek için.." anlamındadır. Bunlar, bu kelimenin "mefûlün leh" olması sebebiyle, mansub olduğunu söylemişlerdir. Buna göre mana, "Allah'ın Resulüne (sallallahü aleyhi ve sellem) muhalefet etmek için oturup kalmalarıyla sevindiler.." şeklinde olur.

2) Ahfeş şöyle demiştir: "Buradaki hilâfe kelimesi, halfe (arka, geri) manasındadır. Yunus, İsa İbn Ömer'den, bunun manasının, "Allah'ın Resulünün peşinden, ondan sonra..." şeklinde olduğunu rivayet etmiştir. " Bu ayeti "Allah'ın Resulünün peşinden, arkasından..." şeklinde okuyanların kıraati de, bu görüşü destekler. Buna göre hilaf kelimesi, tıpkı half kelimesi gibi, muayyen bir cihetin ismi olmuş olur. Bunun, bu manaya gelmesinin sebebi şudur: İnsan, öne doğru yönelmiştir. Binâenaleyh onun arkada kalan ciheti, kendisine müteveccih bir yön olması hususunda, ön tarafına muhalif ve ters bir yöndür. Hilaf kelimesi, half manasına kullanılmıştır. Nitekim, Ebû Ubeyde, Ahvas'ın, şu beytini nakletmiştir. Bu beyitte, hilaf halt (arka) manâsına kullanılmıştır. buyruğunun manası:"Onlar, savaşa katılmama sebebiyle sevindiler, savaşa gitmeyi kerih gördüler" demektir. Bil ki, savaşa katılmama, geride kalma ile sevinmek, savaşa katılmayı kerih görmeye delâlet eder. Ancak ne var ki, Cenab-ı Hak bu ifadeyi tekid için tekrarlamıştır. Bir de belki de bundan maksad, onlar o beldeye alışıp oranın halkı ile ünsiyyet kesbettikleri için, orada kalmaya meyletmiş; malı ve canı öldürmeye ve heder etmeye maruz bırakmak olduğu için de, savaşa çıkmayı uygun görmemişlerdir. Hem onları bundan alıkoyan başka bir husus da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in savaşa çıktığı o zamanın çok sıcak olmasıdır ki, işte bu husus, ayet-i kerîmede, 'Ve, "Bu sıcakta harbe çıkmayın..." dediler' diye beyan edilmiştir. Cenâb-ı Hak, onların bu son mazeretlerine, "De ki: "Cehennemin ateşi daha sıcak!" Ah bir iyice anlasalar!" buyurarak cevap vermiştir: Bu, "Bu dâr-ı dünyadan sonra, başka bir dâr, yurt; bu hayattan sonra bir başka hayat daha vardır. Hem bu son bulan bir meşakkattir. O âhiretinki ise, devam eden bir meşakkat ve sıkıntıdır ' demektir. Keşşaf sahibi şairlerden birisinden şu mısraları nakletmiştir:

"Uzun çağların bir sürür ve neşesi ki, kendisinden sonra, kötülüğü dağlar misali olan bir günle karşılaştın. Peki, bitiminin hemen arkasında uzun çağların kötülükleri bulunan bir saatlik mutlulukla karşılaşman hakkında ya ne düşünürsün?..."

Münafıklar Az Gülüp Çok Ağlamalıdır

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Artık ...az gülsünler, çok ağlasınlar..." buyurmuştur.. Bu, her ne kadar emir sîgasıyla gelmiş bir ifade ise de, bunun manası, bu durumun ileride vaki olacağını bildirmektir. Bunun delili, Cenab-ı Hakk'ın bu ifadenin hemen peşinden getirmiş olduğu "îrtikab etmekte oldukları (günahın) cezası olmak üzere" şeklindeki ifâdedir. Buna göre ayetin manası, "Onlar, bütün ömürleri boyunca sevinseler ve gülseler dahi, bu az bir şeydir, önemsizdir. Çünkü, dünyanın tamamı ve her şeyi önemsizdir, kıymetsizdir. Ama, onların ahiretteki kederleri ve ağlayışları ise çok fazladır. Zira bu, sona ermeyen bir cezadır. Devam edene, nihayete ermeyene nisbetle, sona eren azdır, önemsizdir" şeklindedir. İşte bundan dolayı da Cenâb-ı Hak, "Artık ...az gülsünler, çok ağlasınlar" buyurmuştur. Zeccâc, ayette geçen cezâen kelimesinin, "mef'ûlün leh" olduğunu ve ayetin manasının, "işte bundan dolayı ağlasınlar..." şeklinde olduğunu söylemiştir. Cenâb-ı Hak, "irtikâb etmekte oldukları, dünyadaki nifakları sebebiyle" buyurmuştur. Mutezile'nin, kulun, kendi fiillerinin yaratıcısı olduğuna; Allahü teâlâ'nın da, onlara, kendi kesbleri sebebiyle deği de, doğrudan bir zarar ve azâb ulaştırması halinde, zâlim olacağına dair bu ayetle yapmış oldukları istidlalleri meşhurdur. Onların bu görüşlerini reddeden görüşler ise. tekrar etmeye gerek bırakmayacak şekilde, daha önce geçmişti.

Münafıkların Sefere Çıkmaması Daha İyidir

83

"Eğer Allah seni (Tebük'den Medine'ye), onlardan (orada kalmış olanlardan) bir zümrenin (münafıkların) yanına döndürür de başka bir savaşa çıkmaya senden izin isterlerse, de ki: "Bundan sonra benimle birlikte katiyyen sefere çıkamazsınız. Benimle beraber hiç bir düşmanla muharebe edemezsiniz. Çünkü siz ilk defa oturmayı hoş gördünüz. Artık bundan böyle siz, geri kalan kadın ve çocuklarla beraber oturun".

Allahü teâlâ münafıkların rüsvaylıklarını ve kötü gidişlerini açıklayınca, onlar hakkındaki bunca tecrübeden sonra en münasip davranışın, onları sefere götürmemekte olduğunu açıkladı. Zira onların Hazret-i Peygamber ile savaşa (maları, birçok müşküata sebep ötüyordu. Şöyle buyurdu: "Eğer Allah seni (Tebük'ten ıdineye), onlardan, yani münafıklardan bir zümrenin yanına döndürürde, başka savaşa çıkmaya senden izin isterlerse, de ki: "Bundan sonra benimle birlikte tiyyen sefere çıkamazsınız" buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, (......) ifadesiyie, ayet, Allah seni tekrar Medine'ye döndürürse.." manası murad edilmiştir. Rec' imesi bir şeyin, daha önce bulunduğu yere dönmesi demektir. Nitekim Arapça'da, "Onu, geri çevirdim" denilir. Bu, senin tıpkı, "Onu, iyice reddettim, döndürdüm.." demen gibidir, Cenab-ı Hak, "onlardan bir gruba" buyurmuştur; zira, Medine'dekilerin tamamı münafık olmayıp, aksine onların bir kısmı ihlâslı ve mazereti bulunan kimselerdi. "Şayet onlar, seninle beraber (başka) bir savaşa çıkmak için senden izin isterlerse, de ki: "Bundan sonra artık, siz benimle beraber herhangi bir savaşa katiyyen çıkamazsınız..." Bu, onları tenkîd etme, onları rahmetten uzaklaştırma ve onların nifaklarını ve rüsvaylıklarını ortaya koyma, teşhir etme yerine geçen bir ifadedir. Bu böyledir, zira müslümanları cihada teşvik etmek, Hazret-i Muhammed'in getirmiş olduğu dinde zarurî olarak yer alan bir hükümdür. Onların, savaşa çıkmak için izin talebinde bulunmaya yönelmelerinden sonra, bundan men edilmeleri, onların İslâm'dan çıktıklarının, çeşitli hile ve desiselerle nitelenmiş olduklarının açık bir delilidir. Zira Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onları, hile ve tuzaklarından sakınmak amacıyla savaşa katılmaktan men etmiştir. İşte bu husus, bu bakımdan onları lanetleme ve tardetme, kovma gibi olmuştur. Bunun bir benzeri de, Cenab-ı Hakk'ın, "Siz ganimetler almak için gittiğiniz vakit, o geri bırakılanlar diyecek ki: "Bırakın, biz de arkanıza düşelim. " Onlar (bununla) Allah'ın sözünü değiştirmek isterler. De ki: "Bizim arkamıza asla düşemezsiniz siz..." (Fetih. 15) ayetidir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak bu men etme işini, "Çünkü siz ilkin oturmayı hoş gördünüz" ayetinin ifade ettiği hususa bağlanıştır. Bununla, onların Tebük Savaşı'na katılmamaları murad edilmiştir. Buna göre bu, "İlk defa sizin muvafakatınıza duyulan ihtiyaç daha fazla idi. Bu ihtiyaç sona erip ve siz de, bizim sizin katılmanıza çok ihtiyacımız olan bir şuada savaşa katılmadığınıza göre, şimdi biz de sizi kabul etmiyor ve size iltifat etmiyoruz..." anlamındadır. Bu ayette geçen merre (kere) kelimesiyle ilgili olarak, Keşşaf sahibi şu açıklamayı yapar: Hak teâlâ'nın bu ayetteki merre kelimesi, merrât (defaatle, birçok kere) anlamında olmak üzere zikredilmiştir. Bu kelimeye evvel kelimesi muzâf kılınmıştır. Evvel kelimesi, merrât kelimesinin müfredine delâlet etmiş, onun yerine kullanılmıştır.

Binâenaleyh, evlâ olan ifade tarzının, şeklinde olmasıydı. Yine kendisi, bu soruya şu şekilde cevap vermektedir: Bu iki kullanılışın genel ve umumi olanı, "Hind, kadınların en büyüğüdür" denilip de, denilmeyişidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Artık bundan böyle siz geri kalan kadın ve çocuklarla beraber oturun" buyurmuştur.

Alimler hâlif kelimesinin tefsiri hususunda şunları söylemişlerdir:

1) Ahfeş ve Ebu Ubeyde şöyle demektedirler: (......) kelimesi çoğul olup, bunun müfredî halif'dir. Halif ise, kavmi içinde birine halef olan, onun yerine geçen kimse demektir. Buna göre bunun manası: "Evde halef olup, başkasının yerine geçip oradan ayrılmayan erkeklerle beraber... oturunuz" demektir.

2) Hâlifîn kelimesi, "muhalefet edenler" anlamındadır. Ferrâ şöyle demektedir: "Arapça'da, birisi bir kimseye muhalefet ettiğinde, ona denilir." Ahfeş, evdekilere muhalif olduğu zaman, o kimseye "Falanca, kendi ev halkına çok muhalefet edendir.." denilir. " Leys de, "Muhalefeti çok ve fazla" anlamında, "Bu adam, çok muhalefet edendir" ve "Muhalefet eden kavim, topluluk denilir" demiştir, Bu kelimeyi çoğul yaptığındaysa, hâlifûn dersin.

3) Halif kelimesi, "Fasit olan, bozulan" anlamına gelir.

Esmaî şöyle demiştir: "Arapça'da, tamamiyle uzaklaşıp, bozulduğunda, işe yaramadığında, o şey hakkında (Hiçbir işe yaramadı, bozuldu) denilir. Yine bozulup işe yaramadığında"süt bozuldu"; ve "şıra bozuldu.." denilir."

Sen bu üç manayı iyice kavradığın zaman, bilesin ki, lafzın bu manalardan her birine hamledilebileceğinde hiç şüphe yoktur. Çünkü o münafıklarda bütün bu sıfatlar bulunmaktaydı. Bil ki bu ayet, bir kimse, kendisiyle yakın alâkası bulunan kimselerden hile, desise ve tuzak görüp, bunların gereğini yerine getirme hususunda bütün gücüyle gayret sarfettiklerini müşahede ederse, bu kimsenin onlarla olan münasebetini sona erdirmesinin ve onlarla dost olmaktan kaçınmasının şart ve gerekli olduğuna delâlet eder.

"Münafıkların Cenaze Namazını Kılma"

84

"Onlardan ölen hiç bir kimsenin asla cenaze namazını kılma!.. Kabrinin başında da durma. Çünkü onlar Allah'ı ve Resulünü inkâr ile kâfir oldular ve onlar fasık olarak öldüler... ".

Bil ki Allahü teâlâ. Resulüne, onları yardımsız bırakma, hor ve hakir kılma, zelil etme hususunda sa'yü gayret göstermesini emretmiştir. Önceki ayette bahsedilen, "Onların peygamberle beraber savaşa çıkmaktan men edilmeleri" hususu, onların zelil, hor ve hakir kılınmasını gerektiren sebeplerin en güçlüsüdür. Cenâb-ı Hakk'ın bu ayette bahsetmiş olduğu, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, onlardan ölen kimselere namaz kılmaktan men edilmesi" hususu da, onlam zelil kılınıp yardımsız, kimsesiz ve çaresiz bırakılmalarını gerektirecek diğer bir güçlü sebeptir.

İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "İbn Selûl hastalanınca Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu ziyaret etti. Bunun üzerine Abdullah İbn Ubeyy, Hazret-i Peygamber'den. öldüğünde namazını kıldırmasını ve kabri başınaa dua etmesini istedi. Daha sonra da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e kendisine kefen olsun diye, gömleğini istetmek üzere birisini yolladı. Hazret-i Peygamber de ona, dışından giydiği gömleğini gönderdi. Abdullah bunu gen yollayarak, içten giydiği ve derisine dokunan gömleğini istedi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer fradıyallahü anh): "O pis, necıs kimseye, gömleğini niçin veriyorsun?" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Benim gömleğim, ondan, Allah'ın azabından herhangi bir şeyi savuşturamaz. Fakat umulur ki. Cenâb-ı Hak. bu sayede o münafıkların bin adedini İslâm'a girdirir" dedi.Zira münafıklar, Abdullah dan ayrılmazlardı. Onlar onun, bu gömleğin peşinde olduğunu ve ondan bir fayda umduğunugörünce. o gün onlardan bin adedi müslüman oldu.

Abdullah öldüğünde, oğlu, bu haberi Hazret-i Peygamber'e duyurmak için geldi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, oğluna: "Namazını kıldır ve onu defnet!" deyince, oğlu: "Ya Resulallah, eğer sen onun namazını kılmazsan, hiçbir müslüman kılmaz!" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) namazını kıldırmak için ayağa kalkınca, Hazret-i Ömer de ayağa kalktı ve Hazret-i Peygamber onun namazını kıldırmasın diye, Hazret-i Peygamber ile kıblenin arasına geçerek durdu. İşte bunun üzerine, bu ayet nazil oldu. Cebrail (aleyhisselâm) de, Hazret-i Peygamberin elbisesinden tutarak "Onlardan, ölen hiçbir kimsenin cenaze namazını kılma" dedi.

Vahyin Hazret-i Ömer'i Teyid Etmesi

Bil ki bu husus, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in, medhe değer hususiyetlerinden büyük bir menkîbesine delâlet eder, Gerçekten vahiy, birçok ayette, Hazret-i Ömer'in görüşüne uygun olarak gelmiştir. Meselâ bunlardan birincisi, daha önce de bahsedildiği üzere, Bedir esirlerinden fidye alınması; ikincisi, içkinin haram kılınması; üçüncüsü, kıblenin değiştirilmesi; dördüncüsü, kadınların örtünmesini emreden ayetin inmesi; taşincisi de işte bu ayetin nüzulüdür. Böylece ayetlerin. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in görüşüne muvafık olarak inmesi, onun dindeki mertebesinin çok yüksek ve derecesinin çok kıymetli olduğuna delâlet eder. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Ömer hakkında: "Ey Ömer. şayet ben peygamber olarak göderilmeseydim, peygamber olarak mutlaka sen gönderilirdin" Keşfu'l-Hafa (2/163). demiştir.

Hazret-i Peygamber Neden İbn Übey'in Namazını Kıldırmak İstedi?

Şayet, "Onun kâfir olduğunu ve küfür üzere öleceğini ve bir peygamberin böylesi bir Kirtisenin namazını kılmasının onu tebcil ve tazim etme yerine geçeceğini bilmesine rağmen, Hazret-i Peygamber'in onun namazını kıldırması nasıl caiz olur? Hem, Peygamber onun namazını kıldığı zaman, ona dua edecektir; halbuki bu, sakıncalı bir şeydir. Çünkü Allahü teâlâ, Peygamberine, kâfirleri kesinlikle bağışlamayacağını bildirmiştir. Yine, gömleğini ona vermesi, ona değer verilmesi manasına gelir?" denilirse, buna şöyle cevap verilir;

Bunun sebebi, belki de şudur: O, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, kefenlenmek için, iç gömleğini yollamak üzere, ona adam gönderdiğinde, Peygamber, zann-ı galibiyle, onun iman ettiğini düşünmüş olabilirdi. Çünkü ömrün sonu, günahkârın tevbe, kâfirin de iman edeceği bir vakittir. Binâenaleyh, Hazret-i Peygamber, Abdullah ibn Übeyy'in, müslüman olduğunu izhâr ettiğini görüp, ondan İslâm'a girdiğine dair bu emareleri de müşahede edince, zann-ı galibiyle, onun müslüman olduğunu düşünmüş, buna binâen de onun namazını kıldırmayı arzulamıştır. Ama. Cebrail (aleyhisselâm) gelip ona, onun küfrü ve nifakı üzere öldüğünü haber verince, onun üzerine namaz kılmaktan çekinmiştir.

Hazret-i Peygamber'in, Gömleğini İbn Übeyy'e Göndermesi

Hazret-i Peygamber'in. gömleğini Abdullah İbn Ubeyy ibn Selûl'e vermesi meselesine gelince, alimler bu hususta da şu izahları yapmışlardır:

1) Hazret-i Peygamberin amcası Abbas, Bedir'de esir alındığında, üzerine giydirecek bir gömlek bulamadılar. Zira o, uzun boylu bir kimse idi. Derken, Abdullah İbn Ubeyy, ona gömleğini giydirdi.

2) Müşrikler Hudeybiye Günü Abdullah'a: "Biz Muhammed'e boyun eğmiyoruz. Ancak seni tanıyoruz " demişlerdi. Bunun üzerine de: "Hayır, benim için, Allah'ın Resulünde güzel örnekler vardır " dedi. İşte bundan dolayı, Allah'ın Resûl'ü ona (gömleğini vermekle) teşekkür etmiş oldu.

3) Allahü teâlâ, Hazret-i Peygambere: "İsteyeni sakin azarlayıp kovma" (Duha, 10) buyruğu ile, dileneni geri çevirmemesini emretmiştir. Abdullah İbn Ubeyy Hazret-i Peygamber'den gömleğini isteyince, işte bu sebeple, isteğini yerine getirmişti.

4) Gömleği vermemek kerem ehline yakışmaz.

5) Abdullah İbn Ubeyy'in oğlu Abdullah, salih ve iyi kimselerdendi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, oğlundan ötürü, ona ikramda bulunmuştur.

6) Belki de Allahü teâlâ Hazret-i Peygamber'e "Sen ona gömleğini verdiğinde, bu, münafıklardan binlercesinin İslâm'a girmesine sebep olur" diye vahyetmişti. İşte. Hazret-i Peygamber de bu maksatla böyle yaptı. Rivayet olunduğuna göre onlar, bunu görüp müşahede edince, binlercesi müslüman oldu.

7) Hazret-i Peygamber'in, genel vasfı, şefkat ve merhamet etmektir. Nitekim Cenâb-ı Hakk "Biz, seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik..."(Enbiya, 107) ve "Sen Allah'dan bir merhamet sayesindedir ki, onlara yumuşak davrandm.." (Âl-i imran 159) buyurmaktadır. Böylece, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Allah'ın emrini göstererek, onun namazını kılmaktan kaçındı re'fet ve rahmetini, şefkatini izhar etmek için de, ona gömleğini verdi.

Bunu iyice kavradığında biz deriz ki, "Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlardan ölen hiç bir kimsenin asla cenaze namazını kılma!" ayetindeki mâte fiilinin, Vahidî, mecrûr makamında olduğunu, zira bunun belirsiz olan ehad kelimesinin sıfatı olduğunu, buna göre sanki, "Onlardan ölmüş olan hiçkimse üzerine namaz kılma, dua etme.." denilmek istendiğini söylemiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, ebedâ kelimesi, ehad kelimesiyle alâkalı bir kelimedir. Buna göre kelamın takdiri, "Onlardan birisi üzerine ebediyyen, asla namaz kılma, dua etme" şeklinde olur. Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesi, ya nefy işinin, ya da nefy edilen şeyin tebîdini (ebediyen yapılmamasını) ifade edebilir. Ama bu ayetin maksadı, birincisidir. Çünkü, bu ayetin vermiş olduğu ipuçları ve karineler, bundan maksadın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, onlardan herhangi birisinin namaztnı kılmaktan, onun için dua etmekten ebediyyen ve tamamen men edilmiş olduğuna delâlet etmektedir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Kabrinin başında da durma" buyurmuştur. Bu hususta şu iki izah yapılmıştır:

a) Zeccâc şöyle demektedir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir ölüyü defnedip gömdüğünde, onun kabri başında durur ve ona dua ederdi. İşte burada, bundan men edilmiştir."

b) Kelbî, bunun manasının, "Sen onun kabir işlerini düzenlemekle uğraşma" şeklinde olduğunu, bunun, bir kimse birinin işini üstlenip onu deruhte ettiğinde, Arapların söylemiş oldukları deyiminden alındığını söylemiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i onun namazını kılmaktan ve onun kabri başında durmaktan men edişini, Çünkü onlar Allah'ı ve Resulünü inkâr ile kâfir oldular ve onlar fasık olarak öldüler ayetinin muhtevasına bağladığını beyan etmektedir. Bu ifadeyle ilgili birkaç soru bulunmaktadır

Fısk, Küfürden Beter midir?

Birinci soru: Fısk, küfürden daha aşağı derecededir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak. bu yasaklamanın sebebi olarak onun kâfir olduğunu beyan edince, bundan sonra onu fasık olarak vasfetmesinin fayda ve hikmeti nedir?

Cevap: "Kâfir", dini hususunda bazan adil olabilir. Bazan ise fasık, adi ve kavmince merdûd olabilir. Yalan söylemek, nifak, hilekârlık, tuzak ve düzenbazlık v.b bütün dinlerde çirkin görülmüş bir husustur. Binâenaleyh münafıklar bu sıfatları taşıyınca, Cenâb-ı Hak, nifak yolunun herkes nezdinde kötü, kınanmış bir yol, davranış şekli olduğuna dikkat çekmek için. onları küfürle vasfettikten sonra da, fıskla vasfetmiştir.

Münafığın Cenaze Namazının Hükmü

İkinci soru: Kâfir olduğu halde münafık iman izhar ettiğinden, öldüğünde ona namaz kılınmaz mı?

Cevap: Mükellefiyetler, zahire bina edilmiştir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Biz zahire göre hükmederiz. Gizli haller ise Allah'a aittir" buyurmuştur.

Üçüncü soru: Cenâb-ı Hakk'ın, "Çünkü onlar Allah'ı ve Resulünü inkâr ile kâfir oldular, ve onlar fasık olarak öldüler" buyruğu, bu men'in, yasaklamanın, bu illete bağlanmış olduğu hususunda sarih bir ifadedir. Bu ise, Allah'ın hükümlerinin bir sebebe bağlanmasını iktiza eder. Halbuki bu, olamaz, mümkün değildir. Zira, Allah'ın hükümleri kadimdir. Halbuki illetlerse. muhdestir. Kadîmi muhdese bağlamak ise imkânsızdır.

Cevap: Allah'ın hükümlerini, kulun yararına olan şeylere, maslahatlara bağlamanın caiz olup olmadığına dair söz, uzundur. Ayetin zahirinin buna delâle: ettiğinde şüphe yoktur.

85

"Onların ne malları, ne evlâdlan seni imrendirmesin. Allah bunları bu varlıkları, sırf onlar sebebiyle kendilerini dünyada azaba çarptırmayı ve canlarının, onlar kâfir oldukları halde, güçlükle çıkmasını diler".

Benzeri Olan Tevbe 55 Ayeti İle Farkı

Bil ki bu ayet, aynısıyla, bu sûrede geçmişti. Burada da zikredilmiştir. Bu iki ayet arasında, lafız bakımından farklılıklar bulunmaktadır:

1) Cenâb-ı Hak, önceki ayette, fâ harfiyle (......) (Tevbe, 55) buyurmuş, burada ise, vav harfiyle (......) buyurmuştur.

2) Allahü teâlâ, orada, (......) buyurmuş, burada ise, edatını getirmeyerek (......) buyurmuştur.

3) Orada, (......) buyurmuş, burada da lâm harfinin yerine en edatını getirerek (......) buyurmuştur.

4) Orada (......) buyurduğu halde, burada (......) kelimesini hazfederek, sadece (......) buyurmuştur. Böylece bu iki ayet arasında, işte bu dört bakımdan farklılık meydana gelmiştir. Binaenaleyh, bizim öncelikle, bu dört yönden tezahür eden farklılığın faydalarını ele almamız, sonra da, ayetin mükerrer olmasının faydasını incelememiz gerekmektedir.

Birinci makama gelince, biz diyoruz ki:

Birinci tür farklılık ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın, birinci ayette fa harfiyle olmak üzere ikinci ayette de vav ile, şeklinde getirmesidir. Evet bu farklılığın sebebi şudur: Önceki ayette, Cenâb-ı Hak bu ifadeyi, "Onlar Allah yolunda mal harcadıklarında ancak isteksiz harcarlar" (Tevbe. 54) ayetinin hemen peşinden getirmiş, böylece onları infâk etmekten hoşlanmamakla vasfetmiştir.

Onlar bu infâki, o malların çokluğundan hayrete düşüp, onlara meftun olduklarından dolayı kerih görmüşlerdir. İşte böyle bir sebeplen dolayı Allahü teâlâ onları, bu meftun oluştan, imrenmeden, başında takibiyye fâ'sı bulunan ifadeyle nehyederek, yi buyurmuştur. Ama bu ayette, sözün daha öncek: kısımla münasebeti olmadığı için, bu nehiy, vav harfiyle getirilmiştir.

İkinci çeşit farklılığa gelince ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın, önceki ayette dediği halde, bu ayette demesidir, bunun sebebi şudur: Böylesi sıralamalar en düşüğünden başlayarak, en kıymetlisine doğru yükselir. Meselâ, "Ben, ne emîrin durumuna imrenirim, ne de, vezirin durumuna" denilir. Bu da, o münafıkların, çoluk çocukları ile böbürlenmelerinin mallarıyla olanından fazla olduğuna delâlet eder. Bu ayetteki sıralamaysa, onlar nezdinde, bu iki şey arasında bir fark bulunmadığına delâlet eder.

Üçüncü çeşit farklılık ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın orada, buyurup, buradaysa demesidir. Bu farklılığın faydası, Allahü teâlâ'nın hükümlerinin herhangi bir illete bağlanmasının muhal olduğuna ve her nerede talîl lamı gelirse, bu lamın en manasına geldiğine dikkat çekmektir. Bu, tıpkı, "Oysa kendilerine yalnız Allah'a ibadet etmeleri emrolunmuştu" (Beyyine. 5) ayeti gibidir. Yani, demektir.

Dördüncü çeşit farklılığa gelince bu, önceki ayette bu ayette ise buyurulmuş olmasıdır. Cenâb-ı Hak bu ayette, dünya hayatının değersizlikte 'hayat" olarak isimlendirilmeyecek bir seviyede bulunduğuna dikkat çekmek için, (......) kelimesini zikretmemiştir. Yine onun değersizliğine dikkat çekmek için, "dünya" zikredildiğinde, sadece bu lafızla yetinmek gerektiğine dikkat çekmiştir. İşte bu, lafızlar arasındaki farklılıkların izahı bu olup, Kur'an'ın hakikatlerini, özlerini bilense, ancak Allahü teâlâ'dır.

Aynı Mananın Tekrarlanmasının Sebebi

İkinci makam'a gelince, bu ayetin niçin mükerrer olduğunun izahı olup, bunun sebebi şudur: Kalbleri en fazla kendisine çeken ve gönülleri dünya ile meşgul olmaya sevkeden şeyler, mal ve evlad ile meşgul olmaktır. Böyle olan şeylerdense, defalarca sakındırmak gerekir. Mü'min kimse içinse, en fazla matlûb olan ve nazar-ı dikkate alınması gereken şey ise, Allah'ın mağfireti ve bağışlaması olduğu için, Cenâb-ı Hak pek yerinde olarak, "Şüphesiz ki Allah, kendisine eş koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını, dileyeceği kimseler için, bağışlar"(Nisa, 48) buyruğunu, Nisa sûresinde iki defa getirmiştir (Nisa, 116) Netice olarak diyebiliriz ki, buradaki tekrar, tekîd ve iyice sakındırmak içindir. Mağfiret ayetindeki tekrar da, iyice ferahlandırıp ümit vermek içindir. Şöyle de denilmiştir: Allah, birinci ayetiyle, o ayet inerken kendilerinin malları ve çocukları bulunan bir grup münafığı; bu ayetiyle de, başka bir grup münafığı kastettiği için tekrar etmiştir. Aynı sözün, farklı farklı zamanlarda, birçok yerde birçok defa birçok kimseyle birlikte zikredilmesine ihtiyaç duyulduğunda, o sözün onlardan bazılarının yanında zikredilip söylenmesi, onun, diğerlerinin yanında da söylenmesine manı olmaz ve tekrarlanmasından müstağni kılmaz.

Münafıkların Savaşa Çıkmayıp Âcizlerle Birlikte Oturmaları

86

Âyetin tefsiri için bak:87

87

"Allah'a iman edin, Resulünün maiyetinde cihada gidin" diye bir sûre indirildiği zaman içlerinden servet sahibi olanlar, senden izin isteyip: "Bırak bizi, harbe gitmeyip oturanlarla beraber olalım..." derler. Onar. Oturanlarla beraber olmalarını hoş gördüler. Kalblerine mühür vurulmuş onların. Onlar artık pek anlamazlar".

Bil ki Allahü teâlâ, önceki ayetlerinde, münafıkların Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den geri kalma ve savaşa katılmama müsaadesi alma hususunda yollar ve çareler aradıklarını beyan etmiş, bu ayette de buna şöyle bir incelik ilave etmiştir: Her ne zaman, iman etmeyi ve Hazret-i Peygamber'le beraber cihad etmeyi ihtiva eden, kapsayan bir ayet nazil olduğunda, onların servet ve zenginlik sahibi olanları, savaşa katılmamak için izin isteyerek, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Bizi bırak, aciz kimselerle ve şehirde oturup kalanlarla bir olalım., " derlerdi.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'a iman edin. Resulünün maiyetinde cihada gidin" diye bir sûre indirildiği zaman" buyruğu hakkında birkaç bahis bulunmaktadır:

Birinci bahis: Tıpkı, "Kur'an" ve "Kitab" lafızlarının, Kur'an'ın tamamı veya bir kısmı için kullanılabilmesi gibi, bu ayette bulunan "sûre" kelimesiyle de, bu sûrenin tamamının veya bir kısmının murad edilmiş olmasi caizdir. Burada geçen "sûre" kelimesiyle, içinde hem iman, hem de cihadı emreden ayetler bulunduğu için, "Berâe Suresi"nin kasdedilmiş olduğu söylenmiştir.

İkinci bahis: Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesindeki en edatının i'rabtaki yerinin, Vahidî şu şekilde olduğunu söylemiştir: "Bu kelimenin başına geldiği cümlenin, bu edattan harf-i cerrin hazfedilmiş olması sebebiyle, mahallen mansûb olup takdiri de, şeklindedir. Yani, "İman edesiniz..." demektir.

Mü'mine İman Etme Emri Verilebilir mi?

Üçüncü bahis: Bir kimse şöyle diyebilir: "Cenâb-ı- Hak, mü'minlere, iman etmelerini nasıl emretmiştir? Çünkü böyle bir emir, hâsılı tahsil etmeyi istemek olur ki bu muhaldir."

Alimler buna da şu şekilde cevap vermişlerdir: Mü'minlere imanı emretmenin manası, o imana devam etmelerini ve ileride de ona sımsıkı sarılmalarını istemek demektir. Ben derim ki, böyle bir cevaba gerek yoktur. Çünkü emir, o (münafık)lara yöneliktir. Cenâb-ı Hak, iman etme emrini, cihad etmek emrinden önce zikretmiştir. Çünkü kelamın takdiri şöyledir: Buna göre münafıklara sanki, "Sizin, iman etmeden önce cihada yönelmeniz, hiçbir şey ifade etmez. Öyleyse sizin önce iman etmeniz, sonra da, cihadla meşgul olmanız gerekir, ve cihadfa meşguf olmanız dinde, ancak bundan sonra sizin için bir mâna ifade eder" denilmek istenmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu sûre nazil olduğunda, onların neler söylediğini de naklederek: "içlerinden servet sahibi olanlar, senden izin isteyip: "Bırak bizi, harbe gidemeyip oturanlarla beraber olalım" derler, ., "buyurmuştur. Bu ayette bulunan, "servet sahipleri"ifadesiyle ilgili iki açıklama yapılmıştır:

1) İbn Abbas ve Hasan el-Basri, bundan, malî yönden zenginler murad edilmiştir" derlerken;

2) Esamm, "Bundan maksad, bakışların kendisine yöneldiği liderlerdir" demiştir.

Burada, özellikle "servet sahipleri" tabirinin zikredilmesi hakkında da şu iki görüş ileri sürülmüştür:

a) Sefere ve cihada çıkabilecek durumda olduklarından, çıkmamalarından ötürü onlar kınanmaya müstahak olmuşlardır.

b) Mal ve sefere çıkma kudreti olan kimse, izin istemeye ihtiyaç duymaz.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlar, oturanlarla beraber olmalarını hoş gördüler" buyurmuştur. Hâlif kelimesinin ne demek olduğunu, (Tevbe, 83) ayetinin tefsirinde ele alıp açıklamıştık. Burada bu hususta şu iki izah yapılabilir:

a) Ferrâ şöyle demiştir: "Hevalif kelimesi, evinde oturan, oradan hiç ayrılmayan kadınlar demektir. Buna göre mana, "Onlar, cihada katılmama hususunda, kadınlar gibi olmaya razı oldular" şeklinde olur.

b) Bu kelimenin, hâlife kelimesinin cem'i olması da mümkündür. Hâlife kelimesi ise, asîl olmayan kimse anlamına gelir."

Ferrâ sözüne devamla şöyle der: "Arapça'da fâris (fevâris) (binici, süvari) ve halik (hevalik) (helak olan...) kelimeleri hariç çoğulu fevail vezninde olan fail vezninden kelime bulunmamaktadır, "

Birinci görüş daha tercihe şayandır. Zira, bu kelime kıllet ve zillete daha fazla delâlet eder. Müfessirter, "Münafıklara, kendilerinin kadınlara benzetilmesi çok zor geliyordu" demişlerdir.

Kalbin Mühürlenmesi Meselesi

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Kalblerine mühür vurulmuş onların. Artık onlar pek anlamazlar" buyurmuştur. Sen, biz ehl-i sünnete göre "tab ve hatm"in, imanın tahakkuk etmesine mani olan ve küfrü gerektiren kuvvetli bir sebebin bulunması demek olduğunu biliyorsun. Bu böyledir, zira herhangi bir fiilin sebepsiz olarak meydana gelmesi muhal olunca, küfr için kuvvetli ve derin bir sebep bulununca, kalb, âdeta küfür üzere mühürlenmiş gibi olur. Sonra o sebebin tahakkuku şayet kul tarafından olursa, o zaman teselsül gerekir. Eğer Allah tarafından ise, o zaman maksat hasıl olmuş demektir.

Hasan el-Basri şöyle demiştir: "Tab, kalbin, küfre meyletmek hususunda sanki iman etmeye karşı ölmüş bir hale, bir noktaya varıp ulaşması demektir."

Mutezile'ye göre ise tab, kalbte meydana gelen bir alâmet ve emare demektir. Bu husustaki tafsilatlı açıklama, Cenâb-ı Hakk'ın Bakara süresindeki (Bakara. 6) ayetinin tefsirinde geçmişti. Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Yani "Onlar, Allah'ın cihadı emretmesindeki hikmetinin sırlarını anlayamazlar" demek

Mü'minferin Güzel Sıfatları

88

Âyetin tefsiri için bak:89

89

"Fakat o peygamber ve onun beraberinde bulunan mü'minler mallarıyla, canlarıyla savaştılar. İşte onlar var ya, bütün hayırlar onlarındır. Allah onlar için -kendileri, içinde ebedî kalıcı olmak üzere- altından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte bu, en büyük saadettir".

Bil ki Allahü teâlâ münafıkların cihaddan kaçma hususundaki hallerini ortaya koyunca, peygamber ve ona iman edenlerin durumlarının, bunlarınkine benzemediğini beyân buyurmuştur. Çünkü, Hazret-i Peygamber ve iman edenfer, Allah'ın rızasını talep ve O'na yaklaşma hususunda mallarını ve canlarını harcamışlardır.

Cenâb-ı Hakk'ın, bu ayete lâkin edatıyla başlamasının hikmeti de şudur: Bu, "O münafıklar, savaşa katılmaktan geri dururlarsa, o savaşa, onlardan daha hayırlı, niyyeî ve itikad bakımından daha samimi ve ihlaslı olanlar katılmışlardır" demektir. Bu tıpkı. "Şimdi bunlar bunları tanımayıp da kâfir olurlarsa, biz ona, bunu inkâr etmeyen bir kavmi vekîl kılmişızdır" (En'am, 69) ve "Eğer kibirlenmek isterlerse, Rabbinin nezdinde bulunan melekler hiç usanmadan gece gündüz O'nu tesbih ve takdis ederler" (Fussilet, 38) ayetleri gibidir.

Cenâb-ı Hak onları, çabucak cihada koşmakla vasfedince, onların elde edeceği fayda ve menfaatları da beyan etmiş olup, bunlar şunlardır:

1) Cenâb-ı Hakk'ın, "Bütün hayırlar onlarındır" ayetinin ifade ettiği husus. Bil ki hayrat lafzı, mutlak olarak zikredildiği için, her iki dünyanın hayır ve menfaatlerini de içine alır. "İçlerinde güzel huylu, güzel yüzlü kadınlar vardır" (Rahman, 70) ayetinden dolayı, bu kelimenin, huriler anlamına geldiği de söylenmiştir.

2) "Onlar umduklarına kavuşanların ta kendileridir" ayetinin ifade ettiği husustur. Buna göre, Cenâb-ı Hakk'ın buyruğu ile ilahi mükâfaat, buyruğu ile de ikab ve azabtan kurtuluş kastedilmiştir

3)Allah onlar için kendileri. içinde ebedî kalıcı olmak üzere altından ırmaklar akan cennetler hazırladı" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ayette bulunan cennat lafzının, hayrat ve müflihûn lafızlarının tefsiri olması muhtemel olduğu gibi, hayrat ve müflihûn lafızlarının savaş, ikram, servet, güç, kuvvet ve üstün gelme gibi dünya menfaatleri; cennât lafzının da, ahiret mükâfaatı manasına gelmesi de muhtemeldir.

Cenâb-ı Hak, 'İşte bu, en büyük saadettir" buyurmuştur. Bu, o halin, yüce bir mertebe ve yüksek bir derece olduğunu ifade eder.

90

"Bedevilerden özür dermeyan edenler, kendilerine izin verilsin diye geldiler. Allah'a ve Resulüne yalan söyleyenler de oturup kaldılar. İçlerinde kâfir olanları pek acıklı bir azâb çarpacaktır'.

Bil ki Allahü teâlâ, Medine'deki münafıkların durumlarını bildirince, bedevi olan münafıkların durumlarını açıklamaya başlayarak, buyurmuştur. Ayetin başındaki (......) kelimesinde iki kıraat vardır: Birincisi Dahhak'ın İbn

Abbas'dan naklettiği muazzirûn kıraatidir. İbn Abbas bu ayeti okuduğunda: "Allah lanet etsin muazzirlere!" demişti. Öyle anlaşılıyor ki, ona göre muazzir: "Özrü olmadığı halde özür uyduran kimse" manasına gelmektedir. Gerçek özrü olan kimseye ise mazur denir.

Netice olarak diyebiliriz ki özürünü iyice anlatabilmek için çaba sarfeden kimse demektir. Arapların, "Başına gelecek şeylerden seni sakındıran kimse, artık mazurdur" ifadesi de böyledir. Bu kıraate göre ayetin manası "Allahü Teâlâ, özrü olanlarla, yalan söyleyenleri birbirinden ayırmıştır" şeklinde olur O halde, özür beyan edip mazeretlerini ortaya koyan kimseler demek olur. Bunların, Esed ve Katafân Kabileleri olduğu ileri sürülmüştür. Zira onlar: "Bizim çoluk çocuğumuz var; bizim sıkıntımız var. O halde, savaşa katılmamamız hususunda bize müsaade et" demişlerdir. Bunların. Amir İbn Tufeyl'in kavmi olduğu da ileri sürülmüştür. Zira onlar: "Şayet biz seninle beraber savaşırsak, Tayy Kabilesi'nin bedevileri bize hücum eder" demişlerdi. Bunun üzerine de Allah'ın Resulü, onlara izin vermişti. Mücahid'den, bunların, özür beyan eden bir kısım Katafanlı olduğu da rivayet edilmiştir.

Bu kelimeyi, şeddeli olarak (......) şeklinde okuyanlara gelince ki bu, âmmenin kıraatidir. Bunun Arapça bakımından iki tür izahı yapılabilir:

1) Ferrâ, Zeccâc ve İbnu'l-Enbarî'nin ileri sürmüş olduğu husus. Buna göre bu lafzın aslı, mutezirun'dur. Tâ'nın fethası ayın'a verilip, zel ta'dan ipdal edilip, zel'e idğam edilmiştir. Böylece de zel, şeddeli olmuştur. İ'tizar, bazan yalan söyleme ile de olur. Bu, tıpkı"Onlara döndüğün vakit, size özür beyan ederler" (Tevbe. 94) ayetinde olduğu gibidir. Cenâb-ı Hak, bu özür beyan etmenin fasit ve yanlış olduğunu, "De ki:"Özür dilemeyin " (Tevbe, 94) ifadesiyle beyan buyurmuştur. Bazan da doğru olabilir. Bu, Lebîd'in tıpkı, "Kim tam bir yıl ağlarsa, mazur sayılır" yani, "gerçek bir özür izhar etmiş olur..." sözünde olduğu gibidir.

2) Muazzirûn kelimesinin, taksirde bulunmak anlamına gelen ta'zîr kelimesinden vezninde bir kelime olmasıdır. Nitekim Arapça'da, bir kimse bir şeyde ileri gitmeyip, mübalağada bulunmayıp geri durduğunda denilir. Mesela sen, birisini bir işte yeterli bulup işte kusur işlediğinde "Falanca, bu işi eksik yaptı" dersin. Binâenaleyh, şayet biz bu kelimeyi şeddesiz olarak okursak, o zaman bu kelime yalan söyleyenler anlamını ifade eder. Ama bu kelimeyi şeddeli okur vemu'tezirun anlamına alırsak bu durumda onların bu hususta, doğru olmaları da, yalancı olmaları da muhtemel olur. Bazı müfessirler şöyle demişlerdir: Burada bahsedilen mu'azzirûn kelimesiyle, doğru söyleyenler kastedilmiştir. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, onlardan sonra, "Allah'a ve Resulüne yalan söyleyenler de oturup kaldılar" kısmını getirmiş olmasıdır. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak onları, yalan söyleyen gruptan ayırınca, bu onların yalancı olmadıklarına delâlet etmiş olur.

Vahidî, Ebû Amr'dan, senediyle beraber şunu rivayet etmiştir: "Ona bu ayet sorulduğunda O: "Birtakım kimseler, aslı esası olmayan birtakım mazeretler ileri sürmüşlerdi ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "özür dermeyân edenler... geldiler" buyruğuyla işte bunlar kastedilmiştir. Diğerleri de, hiçbir mazeret ya da, bir mazeret şüphesi bulunmaksızın doğrudan doğruya, Allah'a karşı gelerek savaştan geri kalanlardır ki, Hak teâlâ'nın "Allah'a ve Resulüne yalan söyleyenler de oturup kaidı(lar)" buyruğuyla da işte bunlar kastedilmiştir." Ebu Amr'ın ileri sürdüğü bu açıklama muhtemel olup, ancak ne var ki, birinci görüş daha açıktır.

Cenâb-ı Hak, "Allah'a ve Resulüne yalan söyleyenler de oturup kaldılar" buyurmuştur. Bu ayetle kastedilenler, gelmeyen ve özür de beyan etmeyen bedevi münafıklardır. Böylece bu ifadeyle onların, iman iddialarında, Allah ve Resûlullah'ı yalanladıkları ortaya çıkmıştır. Übeyy, şeddeli olmak üzere, kezzebû şeklinde okumuştur.

Cenâb-ı Hak, "İçlerinde kâfir olanları pek acıklı bir azâb çarpacaktır" buyurmuştur. Onların başına gelecek olan bu elîm azab, dünyada öldürülmeleri, ahirette de, cehennem ateşine duçar olmalarıyla tahakkuk etmiştir. Cenâb-ı Hak, "içlerinde" buyurdu; zira O, ilmi ile onların bir kısmının ilerde iman edeceklerini ve böylece de bu cezadan kurtulacaklarını biliyordu. İşte bundan dolayı, kısmîlik (teb'îz) ifade eden min edatını zikretmiştir.

Savaştan Muaf Olanlar

91

Âyetin tefsiri için bak:92

92

"Allah ve Resulü hakkında iyi düşünmeleri şartıyla, ne zayıflara, ne hastalan ne de fakirliklerinden dolayı seferde harcayacak şey bulamayanlara bir günar yoktur, iyilik edenlere karşı da muahezeye bir yol yoktur. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. Bir de şunlara günah yoktur: Kendilerini yüklemen için ne zaman sana geldilerse "Size bir binek bulamıyorum" dedin, ve harcayacak bir şey bulamadılar da, kederlerinden gözleri yaş döke döke döndüler ".

Bil ki Allahü teâlâ, özrü bulunmaksızın mazereti varmış zannı uyandıranlar hakkındaki tehdidini bildirince, gerçek mazeret sahiplerini de beyân buyurmuş ve bunların savaş ve cihâdla ilgili mükellefiyetlerden muaf olduklarını açıklamıştır. Bunlar birkaç kısımdır;

Birinci kısım: İhtiyarlar gibi, sıhhatli fakat bünyesi zayıf olan ve yaratılışça narin olanlar. İşte, ayette "duafâ" (zayıflar) kelimesi ile kastedilenler bunlardır. Bunun delili Cenâb-ı Hakk'ın 'Ve hastalar" kelimesini buna atfetmiş olmasıdır. Matuf ise ma'tûfun aleyhten başkadır. Ayette geçen "duafâ" kelimesini bizim söylediğimiz manaya hamletmeyenler, onları hastalardan ayrı saymamışlardır.

İkinci kısım: Hastalardır. Bu kısma körler, kötürümler, müzmin hastalar girer. Yine kendisinde muharebe etmesine mani olan herhangi bir hastalığı bulunanlar da bu kısma dahildir.

Üçüncü kısım: Bunlar da hazırlığı, yiyeceği içeceği ve biniti olmayan kimselerdir ve bunlar, harcayacak birşey bulamayan kimselerdir. Çünkü bu gibi kimseler, ancak kendi ihtiyaçlarını karşılayabildikleri takdirde savaşa katılmaları faydalı olur. Bu kimseler, ya kendi mallarından yahut da başka bir kimsenin yardımı ile bu imkânı elde edebilirler. Böylesi bir güç ve imkanı bulamayanlar mücahidlere külfet olur, mücahidleri esas maksadlarıyla meşgul olmaktan engellerler.

Cenâb-ı Hak bu üç kısmı zikrettikten sonra, bunlar için "herhangi bir günah olmadığını" beyan buyurmuştur ki bundan maksadı, bunların savaşa katılmayabileceklerini beyan etmektir. Yoksa bu ayette, onların savaşa katılmalarının haram olduğunu gösteren bir ifade yoktur. Çünkü şayet bunlardan biri, kendisini o mücahidlere bir yük ve bir külfet kılmama şartıyla, ya onların eşyalarını koruyarak yahut da sayılarını çoğaltarak, gücü nisbetinde mücahidlere yardım etmek için savaşa katılırsa, bu makbul bir taat ve ibadet olmuş olur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu katılmayabilme hususunda belli bir şart koşmuştur. O da, . "Allah ve Resulü hakkında iyi düşünmeleri şartıyla..." ayetinin ifade ettiği husustur. Bu, "Onlar şehirde kaldıkları süre içerisinde asılsız haberler yaymaktan ve fitne çıkarmaktan kaçınmaları, ve savaşa katılan mücahidlerin evlerinin işlerini görmek, yahut da mücahidlerin evlerine sevindirici haberler ulaştırmaya gayret göstererek, onlara bayır ulaştırma hususunda çaba sarfetmeleri şartıyla" demektir İşte bütün bunlar, mücahidlere yardım etmek demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, edenlere karşı da muahezeye bir yol yoktur" buyurmuştur. Alimler, cihada katılmamaları sebebi ile haklarında bir günah söz konusu olmayanların, bu ifâdenin hükmüne girmiş oldukları hususunda ittifak etmiş, ama bu tabirin umum ifâde edip etmediği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları, lafzın bu manaya tahsis edilmiş olduğunu, çünkü ayetin bunlar hakkında nazil olduğunu ileri sürerlerken, bazıları da nazar-ı dikkate alınacak şeyin, sebeb-i nüzulün hususiliği değil, lafzın umumiliği olacağını söylemişlerdir.

"Muhsin", "ihsan" fiilini yapan kimsedir. İhsan kapılarının en başta geleni ise, "lâ ilahe illallah" sözüdür. Bu kelime-i tevhidi söyleyen ve buna bu şekilde inanan herkes "müslümanlar"dan olmuş olur. O halde ayetteki, "Muhsinlere (iyilik edenlere) karşı bir yol yoktur" ifadesi, bütün müslümanlara karşı bir yolun olmadığını anlatır. Binaenaleyh bu ifâde, umûmi olması hasebiyle her müslümanın halinde, berâet-i zimmetin asıl olduğunu ve o müslümanın gerek malı, gerek nefsi hakkında başkasının bir talebinin bulunmamasını gerektirir. Böylece bu, başka bir delil bulunmadığı zaman, kişinin canı hakkında asıl olanın, onun öldürülmesinin haram olduğuna; yine ayrı bir delil (dayanak) bulunmadığı müddetçe malının alınmasının haram olduğuna; yine ayrı bir delil olmadığı müddetçe kişiye herhangi bir mükellefiyetin yöneltilemeyeceğine delâlet eder. Böylece bu ayet, işte bu izah ile, berâet-i zimmetin asıl olduğunu gösterme hususunda, şeriatta nazar-ı dikkate alınan bir esas olmuş olur. Binâenaleyh eğer, hususi bir hâdisede, belli bir hükmün gerekli olduğunu gösteren bir nass vârid olursa, o zaman hâss olanı, âmm olana takdim etmek için, bu husûsi nass ile hükmederiz. Aksi halde bujıass, berâet-i asliyyenin bulunduğu hususunda yeterli olur.

Kıyası kabul etmeyen âlimler, bu ayette bu hususta istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Çünkü bu nass, asıl olanın, berâet-i zimmet olup mükellef tutmama olduğuna delâlet eder. O halde kıyas, ya zimmetin berâetine, ya zimmetin meşguliyetine delâlet eder. Birincisi bâtıldır, çünkü beraet-i zimmet bu nassın muktezası ile sabit olunca, artık onu kıyas ile isbât etmek abes olur. İkincisi de bâtıldır, çünkü bu takdirde bu kıyas, bu nassın umumiliğini tahsis etmiş olur ki, bu caiz değildir. Zira nassın kıyastan daha güçlü olduğu sabittir. İşte bu yolla şeriat zabt-u rabt altına alınmış olur, belirlenmiş olur, özetlenmiş olur ve nihayetsiz ihtilaf ve karışıklıklardan uzak olmuş olur. Bu böyledir. Çünkü padişah bir valisini, bir beldeye idareci olarak gönderdiğinde, ona "Efendi! Benim sana ve o memleket halkına teklifim şu şudur" der ve mesela ona yüz çeşit teklif vaadinde bulunur, daha sonra da sözüne devamla, "işte bu mükellefiyetler dışında, onlar üzerinde hiç kimsenin bir yolu yoktur" dediğinde, bu söz padişah tarafından, o halk üzerinde, bahsedilen o yüz çeşit teklif dışında herhangi bir yükümlülüğün bulunmadığı hususunda, açık bir ifade olmuş olur. Eğer bu padişah, bu yüz şeyin dışında kalan yasakları ayrıntılı bir biçimde, açıkça belirtme mükellefiyetini üzerine alsa, bunu yapamaz, bu imkansız olur. Çünkü yasaklar sınırsızdır. Aksine o padişahın, yasak koyma hususunda, "Zikredip tafsilatta bulunduğum şeyler hariç, hiç kimsenin hiç kimseye karşı bir yolu yoktur" demiş olması yeterli olur. İşte burada da böyledir. Allahü teâlâ, "iyilik edenlere karşı bir yol yoktur" buyurunca bu, hiç kimseye karşı bir yolun olmamasını gerektirir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı Kerim'de bin veya daha az veya daha çok mükellefiyetten bahsedince, bu, mükellefiyetin bahsedilen o bin şeye münhasır olduğu hususunda açık bir ifade olmuş olur. Fakat bunun dışında, Allah'ın mahlûkât üzerinde, herhangi bir mükellefiyeti, emri ve yasağı yoktur. İşte bu yolla da şeriatın hükümleri güzelce belirlenmiş, kolay istifade edilir ve çok yardımlı olmuş olur. Kur'an, bütün mükellefiyet ve hükümlerin beyanını tastamam yerine getirmiş, işte o zaman Hak teâlâ'nın "Bugün sizin dîninizi kemale erdirdim" (Mâide, 3) ayetinin ifâde ettiği husus gerçekleşmiş ve işte o zaman Cenâb-ı Hakk'ın, "insanlara, kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasın diye, biz sana Kur'an'ı indirdik" (Nahl, 44)ayetinin ifâde ettiği husus tahakkuk etmiş olur. Herhangi bir hüküm hususunda kıyasa tutunmaya da kesinlikle ihtiyaç kalmaz." İşte Dâvûd el-İsfehânî (ez-Zâhiri) ve arkadaşları gibi, Zahirîlerin bu konudaki izahları bundan ibarettir.

Bil ki Allahü teâlâ ayette zayıfları, hastaları ve fakirleri zikredince, Allah ve Resulü hakkında iyi düşünmeleri şartıyla, cihâda katılmamalarının caiz olduğunu ve onların muhsinlerden olduğunu, onlara karşı hiç kimsenin bir yolu olmadığını beyan buyurmuştur.

Cenâb-ı Hak, mazur sayılacak olanların dördüncü kısmını zikrederek "Bir de şunlara günah yoktur: Kendilerini yüklemen için ne zaman sana geldilerse, "Size bir binek bulamıyorum"dedin ve harcayacak birşey bulamadılar da kederlerinden gözleri yaş döke döke döndüler " buyurmuştur. Buna göre şayet, "Bunlar ayetteki, "Ne de fakirliklerinden dolayı, seferde harcayacaklarını bulamayanlara bir günah yoktur" ifâdesinin hükmüne dâhil değiller midir? Binâenaleyh bunun tekrar edilmesinin hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki: "Harcayacaklarını bulamayanlar", nafakalarından başka kendilerinde birşey bulunmayan fakirlerdir; ayetin bu son ifâdesinde bahsedilenler ise nafakaya sahip olup da, binecek birşey bulamayanlardır.

Müfessirler bu ayetin sebeb-i nüzulü hususunda şunları söylemişlerdir:

1) Mücâhid, "Ayette bahsedilenler üç kardeş olup, Mukarrinoğulları Ma'kil, Süveyd ve Nu'man'dırlar. Bunlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, kendilerini çarıklar ve nâlinlerle (yani yaya olarak) savaşa göndermesini istemişler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Size bir binek bulamıyorum" deyince, onlar ağlaya ağlaya geri dönmüşlerdi " demiştir.

2) Hasan el-Basri şöyle demiştir: Bu ayet, Ebü Musa el-Eş'ârî ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Bunlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelmişler ve kendilerini savaşa göndermesini istemişlerdi. Ama Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu isteği öfke ile karşılayarak: "Vallahi ben sizi sevkedemem ve sizi bindirecek birşey de bulamıyorum" Buhâri, Eyman, 18 (7/228); Müslim, Eyman, 9 (3/1270). dedi. Bunun üzerine onlar da ağlayarak gerisin geriye dönüp gittiler. Derken Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onları geri çağırdı ve onlara en güzel develerden bir zevd (üçten ona kadar sürü) verdi. Bunun üzerine Ebu Musa (radıyallahü anh), "Sen yemin etmemiş miydin ya Resûlallah?" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurdu: "Ama inşaallah ben, bir yemin edip de. ondan daha hayırlısını gördüğümde, o hayırlı olanı yaparım ve yeminime keffaret verinm." Buharî, Eyman, 1 (7/216); Müslim, Eyman, 9 (3/1270).

3) İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, kendilerine bir binek vermesini istemişlerdi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Size bir binek bulamıyorum"demişti. Çünkü yolculuk uzundu. İnsan (böyle yolculuklarda) birisi bineceği, diğeri de azığını ve eşyasını yükleyeceği iki deveye muhtaçtır."

Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Ayetteki tabiri, "Göz, yaş akıtır" sözün gibidir. Bu, "O, gözünün yaşını akıtır" ifadesinden daha beliğdir. Çünkü bunda, yaş akıtan gözün kendisi kılınmıştır.

93

Âyetin tefsiri için bak:94

94

"Mesuliyet ancak o kimseleredir ki zengin oldukları halde senden izin isterler. Bunlar geri kalanlarla beraber olmaya rızâ gösterdiler. Allah da kalblerini mühürledi. Artık onlar bilmezler. Onlara döndüğünüz vakit, size özür beyan ederler. De ki: "Özür dilemeyin, size katiyyen inanmıyoruz. Allah, bize haberlerinizi vermiştir. (Bundan sonraki) hareketinizi de hem Allah, hem de Resulü görecektir. En sonunda gizliyi ve aşikârı bilen Allah'a döndürüleceksiniz. O size. neler yapıyordunuz, hepsini haber verecektir".

Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır:

Harpten Kaçıp Cezayı Hakedenler

Cenâb-ı Hak, bir önceki ayette "İyilik edenlere (muhsinlere-müslimlere) karşı bir yol yoktur" buyurunca,

"Mesuliyet ancak şöyle şöyle olanlaradır.." buyurmuştur. Sonraki birinci ayetteki, "Muhsinlere karşı bir yol, bir mes'uliyet yoktur" ifâdesi ile kastedilenin, savaş ve cihad hususunda olduğunu ve bu ayette bahsedilen "yol olmayış" hükmünün savaşa has olduğunu söyleyenler şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Hakk'ın muhsinlere karşı olmadığını söylediği o yol, yani mes'uliyet, münafıklar için söz konusu olan mesuliyet olup, bu da, cihadla ilgili olan yoldur. Buna göre mana, "Savaşa katılmama hususunda senden izin isteyen o zenginler yok mu, Allah'ın (muaheze) yolu onlar üzerine gereklidir. Allah'ın onlara, savaşa gitmeleriyle ilgili olan mükellefiyeti, onlara yöneltilmiştir ve onların savaşa katılmama hususunda kesinlikle bir mazeretleri yoktur" şeklindedir."

Buna göre şayet, "Ayetteki radû "rıza gösterdiler.." ifâdesinin i'rabtaki yeri nedir?" denilirse, biz deriz ki: "Bu, bir müste'nef cümle olup, sanki "Onlar zengin oldukları halde, niçin izin istiyorlar?" denilmiş de, "Onlar alçaklığa, düşüklüğe, kadınlar içinde oturup kalmaya razı oldular ve Allah onların kalblerini mühürledi" şeklinde cevap verilmiştir. Yani, "Onların cihaddan nefret etmelerinin sebebi, Allah'ın kalblerini mühürlemiş olmasıdır. İşte bu mühürleme yüzünden, onlar cihaddaki dinî ve dünyevî faydaların nefer olduğunu bilememişlerdir" demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Onlara döndüğünüz vakit size özür beyân ederler. De ki: "özür dilemeyin, size katiyyen inanmıyoruz" buyurmuştur. Bu, özür beyân etmekten men etmenin bir sebebidir. Çünkü özür beyan edenin maksadı, özürünü kabul ettirmektir. Binaenaleyh (karşısındaki) topluluğun, kendisinin herhangi bir hususta yalan söylediğini bildiğinde, insanın, özür beyan etmeyi bırakması gerekir. Ayetteki, "Allah bize haberlerinizi vermiştir" buyruğu onlara inanmamanın ifletidir. Çünkü Cenâb-ı Hak, Resulünü, onların kalblerindeki kötülüklere, hilelere ve nifaka muttali kılınca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onları, ileri sürdükleri bu özürleri hususunda tasdik etmesi imkânsız olur.

Allahü teâlâ daha sonra ' "Bundan sonraki hareketlerinizi de hem Allah, hem Resulü görecektir" buyurmuştur. Bu, "Onlar, bu mazeretlerini ifâde ederken, kendiliklerinden peygamberi ve mü'minleri sevdikleri, onlara şefkat duyup, yardım etmek istedikleri zannını uyandırıyorlardı. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Bundan sonraki hareketlerinizi de hem Allah, hem Resulü görecektir", yani Allah ve Resulü, zahiren gösterdiğiniz doğruluk ve saflık üzere kalıp kalmayacağınızı bilir" buyurmuştur."

Daha sonra Cenâb-ı Hak "En sonunda gizliyi ve aşikârı bilen (Allah'a) döndürüleceksiniz" buyurmuştur. Eğer "Allah amelinizi görecek" buyurduğuna göre, niçin "Siz O'na döndürüleceksiniz" demeyip, bunun başına sümme edatını getirmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Allahü teâlâ'yı "gaybın ve aşikârın alimi" diye tavsif etmede, O'nun, onların pis batınlarına ve hile ile, yalan ile dopdolu kalblerine muttali olduğuna bir delâlet vardır. Bu ifâdede çok şiddetli bir korkutma ve onlar için büyük bir sakındırma vardır.

Münafıkların Yalan Yere Yemin ve Mazeret Beyan Etmeleri

95

Âyetin tefsiri için bak:96

96

"Onlara döndüğünüz zaman, kendilerini muaheze etmekten vazgeçmeniz için Allah'a yemin ederler. O halde onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır. İrtikâb edegeldiklerinin cezası olarak varacakları yer cehennemdir. Kendilerinden razı olmanız için size yemin edecekler. Fakat eğer siz onlardan razı olursanız, şüphesiz Allah o fâsıklar güruhundan razı olmaz".

Bil ki Allahü teâlâ, önceki ayette, onların mazeret beyanında bulunduklarını nakledince, bu ayette de onların o mazeretlerini, yalan yeminlerle kuvvetlendirmek stediklerini belirtmiştir.

Cenâb-ı Hakk'ın "Onlara döndüğünüz zaman, kendilerini muaheze etmekten vazgeçmeniz için Allah a yemin ederler" ifâdesine gelince, bil ki bu söz onların, Allah'a yemin ettiklerine delâlet etmekle beraber yeminin konusuna delâlet etmiyor. İşte bu sebeple "Onla cihâda çıkamadıklarına dair yemin etmişlerdir" denilmiştir. Onlar buna, "Siz onlardan yüz çeviresiniz, yani vazgeçesiniz ve onları kınamaktan geri durasınız diye yemin etmişlerdir" de denilmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O halde onlardan yüz çevirir. buyurmuştur.

İbn Abbas şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hak bu emirle onlarla konuşmanın ve selâmı" terkedilmesini kasdetmiştir.."

Mukâtil şöyle demiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye geldiğinde, "Onlar, oturup kalkmayın; onlarla konuşmayın!" Keşfu'l-Hafa (2/395). buyurdu."

Ehl-i maâni de şöyle demiştir: "Onlar yakalarının bırakılması manasında yüz çevirilmesini istediler de, onlara, buğzedilmeme suretiyle, yüz çevirilme cezası verile Daha sonra da, onlardan yüz çevirmenin vâcib olmasının sebebini zikrederek "Çünkü onlar murdardır" buyurdu. Bu, "zira onların içlerindeki pislik ve necaset, rûhani bir pisliktir, Maddi pisliklerden kaçınıldığına göre, manevî pislikler -insana sirayet etmesinden kaçınmak ve insanın tabiatının o tür amellere meyletmesinden sakınmak için onlardan uzaklaşmak öncelikle gerekli olur" demekt.-

Daha sonra Cenâb-ı Hak "htikâb edegeldiklerinır cezası olarak varacakları yer cehennemdir " buyurmuş olup, bunun manası açıktır.

Cenâb-ı Hak, bu ayette, müslümanlar kendilerine eziyyetten yüz çevirsinler diye onların Allah'a yemin ettiklerini beyân buyurunca, onların müslümanlan razı etmek için de yemin ettiklerini açıklamış, daha sonra da, müslümanlan onlardan hoşnu" olmaktan nehyederek "Eğer siz onlardan razı olursanız, şüphesiz Allah o fâsıklar güruhundan razı olmaz buyurmuştur. Bu, "Allah onlardan hoşnut ve razı olmadığı halde, şayet siz onlarda' razı olursanız, sizin isteğiniz Allah'ın isteğine aykırı olmuş olur. Halbuki, bu caiz değildir" demektir.

Ben diyorum ki, bu manalar önceki ayetlerde de bulunuyordu. Allah bu manaları burada tekrarladı. Öyle sanıyorum ki, önceki ayetler, Medine'deki münafıklara; bu ise, bedevi münafıklara ve çöldekilere bir hilâbdır. İster şehirde, isterse çölde olsunlar, münafıkların metod ve yolları birbirine yakın olunca, şüphesiz ki, onlarla alâkalı olan söz de, birbirine yakın üslup üzere îrad edilmiştir.

Bedeviler Nifakta Daha İleridir

97

Âyetin tefsiri için bak:98

98

"Bedeviler, küfür ve nifak bakımından daha şiddetli; Allah'ın. Resulü üzerine indirdiğinin sınırlarını tanımamaya da daha hazırdırlar, Allah, kemâliyle bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir. Bedevilerden öyle kimse vardır ki, harcayacağını bir angarya sayar ve size belâlar gelmesini bekler durur. O belâlar kendi başlarına olsun! Allah hakkıyla işiten, kemâliyle bilendir".

Bil ki bu ayet, bizim söylediğimiz şu hususun doğruluğuna delâlet etmektedir: Allahü teâlâ bu hükümlere tekrar yer vermiştir. Çünkü bu ayetlerle bedevi münafıklara hitâb murad edilmiştir. İşte bu sebeple onların küfür ve nifaklarının daha şiddetli olup Allah'ın indirdiği hükümlerin hududlarını tanımamaya da daha hazır olduklarını beyân buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

A'râb İle E'râb Arasındaki Fark

Dilciler şöyle demektedirler; "Arapça'da, soy bakımından Arap olan bir kimseye, denilir ki, bu kelimenin çoğulu, (......) kelimesidir. Bu tıpkı (mecusi) ve (yahudi) denilip de, cemilerinde nisbet yâ'sıhazfedilerek (mecusiler) ve (yahudiler) denilmesi gibidir. Yine Arapça'da, ister Arap ırkından, isterse mevaliden olsun, çölde yaşayan ve yağmurların yağıp otun bittiği yerleri araştıran kimseye de, elif ile, Bedevî adam denilip, bunun da çoğulu (bedeviler...) kelimeleridir. Bu nedenle, bedeviye, "Ey Arap! (Ey Arabî)" denildiğinde sevinir, ama, irken Arap olanlara, "Ey A'rabî!" denildiğindeyse kızar. O halde, Arap beldelerine yerleşerek oralarda yaşayanlara Arab; çölde yaşayanlara ise "e'râb" ismi verilir. Bu ikisinin farklı şeyler olduğuna şunlar da delâlet eder;

a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Arapları sevmek imandandır" Kenzu'l-Ummal, 12. Cilt. 33924. Hadis. buyurmuştur. Ama, arabîleri (bedevileri) Cenâb-ı Hak, bu ayette kınamıştır.

b) Muhacir ve ensar için, e'râb denilmesi caiz değildir. Zira onlar ancak Arab olup, dinin mertebelerinde e'rabîlerden önce gelirler. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Hiçbir kadın, erkeğe: fâsık. mü'mine: bedevî de muhacire idareci yapılmaz " buyurmuştur.

c) Arapların, Arap olarak isimlendirilmesi şundandır: Çünkü, Hazret-i İsmail'in çocukları "Arebe"de doğup büyümüşlerdir. Arebe ise, Tihâme (Çöl) bölgesindendir. Böylece o çocuklar, beldelerine nisbet edilmişlerdir. Arap yarımadasında meskûn olan ve onların dillerini konuşanlar da, onlardandır. Çünkü bunlar da Hazret-i İsmail'in çocuklarındandır.

Yine, Arapların "Arap" adını almalarının sebebinin, onların lisanlarının kalblerindeki şeyleri i'râb yani ifade etmesi olduğu da ileri sürülmüştür. Arapça'nın, diğer dillerde bulunmayan pekçok fesahat ve akıcılık üslûbu ihtiva ettiğinde de şüphe yoktur.

Hikmet erbabından birinin, yazmış olduğu bir kitapta şöyle dediğini gördüm: "Rumların hikmeti beyinlerindedir. Zira onlar, çok acayip terkibler meydana getirebilirler. Hindlilerin hikmeti vehimlerinde, Yunanlıların hikmetiyse kalblerindedir Bu böyledir, zira çok mal elde etmek, akılla alâkalı bir şeydir. Arapların hikmeti de, lisanlarındadır. Bu, onların lafızlarının çok tatlı ve ibarelerinin de çok çekici olmasındandır."

Bu Ayette Muayyen Bedeviler Kasdedilmıştir.

Bazı kimseler şöyle demiştir: Başında elif-lâm bulunan çoğul kelimelerde asıl olan, onun daha önce geçmiş belirli bir şeye ait olmasıdır. Binaenaleyh, daha önce geçmiş belirli bir şey bulunmazsa, bu kelime zorunlu olarak istiğrak manasına hamledilir. Zira, çoğul sîgaların manalarının tahakkuk etmesinde, üç veya daha fazla miktarın bulunması kâfidir. Elif-lâm, tarif ifâde eder. Öyleyse daha önce geçmiş, malum olan bir topluluk bulunursa, bu kelimenin onlara hamledilmesi gerekir. Yok eğer bulunmazsa. mücmellikten kaçınmak için, istiğrak manasına hamledilmesi gerekir. Bu sabit olunca biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın el-e'râb kelimesiyle, muayyen bir grup bedevi münafık kastedilmiştir ki onlar, Medineli münafıklarla dost idiler. Binaenaleyh, bu lafız onlara aittir.

Üçüncü Mesele

Allahü teâlâ, bedevi Araplar hakkında şu iki hükmü vermiştir: Birinci hüküm: Onların küfür ve nifak bakımından daha beter olmalarıdır. Bunun sebebi şunlardır:

1) Bedeviler, vahşîlere benzerler.

2) Kuru ve yakıcı havanın onları istilâ etmesi. Bu onların, daha fazla şaşırmalarına, kibirlenmelerine, böbürlenmelerine, büyülenmelerine ve tökezleyip yanılmalarına yol açar.

3) Onlar, bir idarecinin idaresi, bir terbiyecinin terbiyesi, bir amirin kontrolü ve emri altında değillerdi. Bu sebeple, diledikleri gibi yaşıyorlardı. Kim böyle olursa, her yönden en büyük fesatçı olur.

4) Akşam sabah Hazret-i Peygamber'in va'z-u nasihatini, şifalı açıklamalarını ve mükemmel terbiyesini müşahede edip gören kimse, nasıl olur da bu hayırlardan etkilenmeyen ve onun bu kutlu haberini duymayan kimseye müsavi olabilir?

5) Şehirde yaşayanlarla çölde yaşayanlar arasındaki farkı bilmek için dağda yetişen yabanî meyveleri, bağda-bahçede yetişen meyvelerle mukayese et!

İkinci hüküm: "Allah'ın, Resulü üzerine indirdiği hükümlerin sınırlarını tanımamaya da daha hazırdırlar" ayetinin ifâde ettiği husustur. Ayetteki ecder kelimesinin manası, daha müsait, daha lâyık" demektir. Bu ayette, takdiri şeklinde olan bir hazf bulunmaktadır, ifâdesinin tefsiri hususunda, "mükellefiyetlerin ve hükümlerinin miktarı"; "adl, tevhid, nübüvvet ve meâdın delillerinin dereceleri" dir denilmiştir. Allah, "Maklûkatın kalblerindekini en iyi bilen, farz kıldığı farzlar hakkında da en iyi hükmedendir' buyurmuştur.

Cenâb-ı Hak "Bedevilerden öyle kimse vardır ki, harcayacağını bir angarya sayar.." buyurmuştur. Mağrem, gerâme gibi masdardır. Bunun manası şudur: "Bedevî Araplardan, Allah yolunda infâk edilen şeyin bir angarya ve ziyan olduğuna inananlar bulunmaktadır. Onun böyle düşünmesinin sebebi şudur: O zatın Allah rızası için ve O'nun mükâfaatını beklediği için değil. Sırf müslümanların tenkidinden korunup gösteriş yapmak için harcamaktadır.

Cenâb-ı Hak, 'Ve size, belâlar gelmesini bekler durur" buyurmuştur. Yani, "ölümünüzü, öldürülmenizi gözetirler" takdirindedir." Bu, "Hazret-i Pevaamberin ölümü sebebiyle işlerinizin alt üst olmasını ve müşriklerin de size galip gelmesini gözetirler" demektir.

Cenâb-ı Hak sonra, bunu onlara iade ederek, "O belâlar kendi başlarına olsun!" buyurmuştur. Dâire kelimesinin tekil bir kelime olması mümkün olduğu gibi, bunun sıfât-ı galibe, mevsûfu hazfolan bir sıfat olması da mümkündür. Bu ancak, tıpkı bir daire gibi insanı kuşatan ve kendisinden kurtulunması mümkün olmayan bir belâ, bir musibet hakkında kullanılır, (......) kelimesi sin harfinin hem ötresi hem de fethası ile okunmuştur. Ferrâ, şöyle demektedir: "Bu kelimeyi, sin'in fethasıyla okumak daha uygundur. Zira, bu senin (kötü olmak) şeklindeki sözünün bir masdandır. Sin harfini ötre ile okuyan, bu kelimeyi isim kabul etmiştir. Bu da tıpkı senin: "Belâ ve azâb dairesi, onların üzerine olsun" demen gibidir. Ne "Senin baban kötü bir adam değildi., " (Meryem. 28) ve de, "Kötü zanda bulundunuz" (Fetih, 12) ayetlerinde sini damme okumak caiz değildir. Aksi halde ayetin takdiri "Senin baban, azâb olan bir adam değildir" ve "azâb zanda bulundunuz" şeklinde olurdu. Bunun böyle olmayacağı malûmdur."

Ahfeş ve Ebu Ubeyd şöyle demişlerdir: "Kim sini fetha ile okursa, bu tıpkı senin şeklindeki sözün gibi olur. Daha sonra da, başına da elif lâm getirilerek "kötü adam" denilir" Bu hususta Ahfeş şu beyti nakletmiştir:

"Sen, bir gün sahibinin (arkadaşının) üzerinde bir kan gördüğünde hemen kanın üzerine atılan kötü bir kurt gibisin."

Sin'i ötre ile okuyanlar ise, sözüyle, zarar vermeyi, şerri, belâyı ve kötülüğü murad etmişlerdir. Buna göre sanki, "Hezimet ve belâ dairesi onların başına olsun. Bu, onların başına insin!" denilmek istenmiştir.

Ebu Ali el-Farisî de şöyle demiştir: "Şayet daire kelimesi, sev' veya sû kelimelerine muzaf kılınmazsa, bundan (doğrudan doğruya) kötülük manası murad edilir. Zira "Zamanın belâ ve musibeti" tabiri ancak, kötülük hakkında kullanılır."

Bunun iyice kavradığında biz diyoruz ki: Buna göre mana, "Belâ ve hüzün, onlar üzerinde dönüp dolaşsın. Onlar, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ve O'nun dini hususunda, ancak kendilerini üzen şeyi görsünler" şeklinde olur.

Daha sonra Cenab-ı Hak, buyurmuştur. Yani, "Allah onların sözlerini bihakkın, niyyetlerini de bihakkın bilendir" demektir.

Makbul ve Salih Bedeviler

99

"Bedevilerden öyle adam da vardır ki Allah'a ve ahiret gününe inanır, infak edeceğini Allah yanında yakınlıklara ve Peygamberin dualarına vesile edinir. Haberiniz olsun ki bu. onlar için gerçek bir yakınlıktır. Allah, onları rahmetine koyacaktır. Şüphesiz ki Allah çok affeden, çok merhametli olandır".

Bil ki Allahü teâlâ, bedeviler içinde Allah yolundaki infakını, bir angarya kabul edenler olduğunu beyan edince, yine onların içinde iman etmiş, salih ve Allah yolundaki infakını, Allah'a yakınlık vesilesi kabul eden mücahid kimseler bulunduğunu da beyân buyurmuştur.

Bil ki Allahü teâlâ bu iki grubu, şu iki vasıfla nitelemiştir:

a) Onun, Allah'a ve ahiret gününe iman etmiş olması. Bu tabirin gayesi, bütün tâatlerde önce mutlaka iman asimin bulunmasına dikkat çekmektir. Bu, cihâdda da böyledir.

b) Onun, yaptığı infakını, Allah'a ve Resulün dualarına yakınlaşma vesilesi bilmesidir.

Bu ifâde hakkında iki bahis bulunmaktadır:

1) Zeccâc (......) kelimesinde, râ'nın ötresi ile kurubat; fethası ile karubat ve sükûnu ile kurbât şeklinde olmak üzere, üç vechin caiz olduğunu" söylemiştir.

2) Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Kurubât kelimesi, (edinir) fiilinin ikinci mef'ulüdür. Buna göre mana, "Onun infakı, Allah'a yakınlığın ve Resulünün dualarının meydana gelmesi içindir; çünkü Resul, tasadduk edenlere hayır ve bereket duaları edip, onlar için mağfiret talebinde bulunur" şeklinde olur. Bu Hazret-i Peygamber'in tıpkı "Allah'ım, sen Ebu Evfâ'nın. aile ve çoluk çocuğuna rahmet et!" demesi gibidir." Cenâb-ı Hak da, "Onlara duâ et" (Tevbe, 103) buyurmuştur. Binâenaleyh, o kimsenin infak ettiği şeyler, Allah'a yaklaşma ve Resulünün dualarının meydana gelme vesilesi olunca, "O, infak ettiği şeylere, Allah'a yakınlık ve Resulünün duâlarına bir vesile edindi" denilmiştir.

Cenâb-ı Hak da, "Haberiniz olsun ki bu, onlar için gerçek bir yakınlıktır" buyurmuştur. Bu ifâde, Allah tarafından, tasaddukta bulunan kimse için, infâkının Allah'a yakınlaşma ve Peygamberinin dualarına vesîle olduğuna dair inancı konusunda bir şehâdettir. Cenâb-ı Hak bu şehâdetini, hem harf-i tenbih olan (dikkat edin, iyi bilin) edatı, hem de tahkik harfi olan edatı ile te'kid etmiştir.

Daha sonra bu tekidi iyice arttırarak "Allah onları rahmetine koyacaktır" buyurmuştur,

Biz, sîn harfinin, te'kîdi iyice arttırdığını söylemiştik. Daha sonra da Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Yani "Allah onların günahlarını bağışlayan, onları böylesi tâatlere muvaffak kıldığı için de, onlara merhamet edendir" demektir. Nafi. râ'nın dammesi ile kurubetun şeklinde okumuştur ki, aslolan budur. Daha sonra bu kelime tıpkı kutb (kitaplar); rusl (peygamberler) ve tunb (uzun ip) kelimelerinde olduğu gibi, tahfifle okunmuştur. Bu kelimelerde de aslolan ötre ile okunmaktır. Bu harfleri sükunla okumak, tahfif ile okumak demektir.

"Sabikûn" (Öncüler)

100

"islam'da birinci dereceyi kazanan, muhacirler ve ensâr ile, onlara güzellikle tâbi olanlardır. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'dan razi olmuşlardır. Allah bunlar için, kendileri, içinde ebedî kalıcılar olmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı, işte bu, en büyük bahtiyarlıktır".

Bil ki Allahü teâlâ, infak ettikleri şeyleri Allah'a yaklaşma ve Resulünün duasına bir vesîle bilen bedevî Arapların faziletlerini ve onlar için hazırlamış olduğu mükâfaatı zikredince onların makam ve mevkilerinden daha yüce makamlar bulunduğunu söylemiştir ki, bunlar da birinci dereceyi kazananların mertebeleridir.

Bu ayetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır:

Birinci Mesele

Alimler, muhacir ve ensardan birinci dereceyi kazananların kimler olduğu hususunda ihtilâf etmişler ve bu hususta birkaç görüş beyân etmişlerdir:

a) İbn Abbas (radıyallahü anh), bunların her iki kıbleye dönerek namaz kılan ve Bedir'e iştirak edenler olduğunu söylerken; Şa'bî'den bunların Bey'atu'r'rıdvân'da bulunanlar olduğu nakledilmiştir. Bana göre bu hususta doğru olanın, bunların, hicret ve yardım etme hususunda birinci dereceyi almış olan kimseler olmasıdır. Bunun böyle olduğuna şu delâlet etmektedir: Cenâb-ı Hak, bunları "öncüler" diye nitelemiş, ama onların hangi hususta ilk ve birinciler olduğunu beyân etmemiştir Böylece lafız, mücmel olarak gelmiştir. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hak onları muhacir ve ensâr olmakla vasfetmiştir. Binâenaleyh bu lafzı onları muhacir ve ensâr kılan manasına hamletmek gerekir ki, bu da onların hicret edip, yardımda bulunmalarıdır. Binâenaleyh, bundan muradın, lafzın mücmelliğini gidermek için, hicret ve yardımda birinci dereceyi işgal eden olması gerekir. Hicretin nefislere güç gelen ve tabiatlara da ters düşen bir iş olması sebebiyle hicret hususunda yarışmak büyük bir tâattır. Binaenaleyh, buna kim önce koşarsa, bu taât hususunda, başkalarına önder olmuş olur ve bu aynı zamanda da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbini takviye etmiş ve O'nun gönlündeki yalnızlık duygusunu silip yok etmeye bir sebep olmuş olur, Yardım etme hususundaki yarışma da böyledir. Zira Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye geldiğinde, şüphe yok ki O'na yardım ve hizmet hususunda yarışanlar, "Bunu. önce ben yapayım" diyenler, büyük bir makama nail olmuşlardır. İşte bütün bu sebeplerden dolayı ayetteki bu tabirden muradın, "hicrette birinci dereceyi işgal edenler" olması gerekir.

Bu sabit olunca biz diyoruz ki: İnsanlar içinde hicrete ilk koşan, Hazret-i Ebu Bekir'dir; çünkü Ebu Bekir, Hazret-i Peygamber'in hizmetinde ve O'nun, her yerde, her zaman arkadaşı idi. Binâenaleyh, onun bu makamdan alacağı hisse ve pay, başkalarınınkinden daha yücedir. Ali İbn Ebî Talib, her ne kadar ilk hicret edenler arasında ise de, ne var ki o, ancak Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hicretinden sonra hicret edebilmiştir. Hazret-i Alî'nin, Hazret-i Peygamber'in işlerinden dolayı Mekke'de kaldığında şüphe yoktur. Ancak ne var ki, hicrete ilk koşma sıfatı, fiili Ebu Bekir için tahakkuk etmiştir. Şu halde Ebu Bekir'in bu faziletten alacağı pay, daha fazla olmuş olur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, Hazret-i Ebu Bekir, Allah'ın kendisinden, kendisinin de Allah'dan razı olmuş olduğuna hükmedilen bir zât olmuş olur ki, bu da üstünlük derecelerinin en üstündedir. Bunun böyle olduğu da sabit olunca, O'nun. Allah'ın Resulünden sonra hak imam, halife olması gerekir. Çünkü, şayet Ebu Bekir'in imamlığı ve halifeliği bâtıt olmuş olsaydı, o zaman Ebu Bekir, laneti ve gazab olunmayı hak etmiş olurdu ki, bu da, böylesi bir üstünlük ve ta'zîmin bulunması ile bağdaşmaz. Böylece bu ayet, Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in üstünlüğüne ve halife olmalarının muteber ve yerinde olduğuna en açık bir biçimde delâlet eden delillerden olmuş olur.

Buna göre şayet: "Ayetin bu ifâdesinden, muhacir ve ensârdan, İslâm'a ilk girenlerin murad edilmiş olması niçin mümkün olmasın? Çünkü bunlar iman etmişlerdir. Gerek Mekke'deki, gerekse Medine'deki müslümanların sayısı az idi, aynı zamanda da güçsüz, zayıf idiler. Böylece İslâm, bunlar sebebiyle kuvvetlenmiş, müslümanların sayısı da, bunların müslüman olması sebebiyle çoğalmış; onların müslümaniığı sebebiyle Hazret-i Peygamberin kalbi güçlenip kuvvetlenmiş ve başkaları da onları görüp örnek almış; onları kendilerine önder edinmişlerdir. Binâenaleyh, onların bu husustaki durumları, güzel bir çığır açanın durumu gibidir. Böylece o yoldan elde edilecek mükâfaat ve o yola göre amel edenlerin mükâfaatı Kıyamete kadar, aynı zamanda bu kimseye de yazılır.

Sonra biz diyoruz ki: Farzet ki Ebu Bekir, muhacirlerin ilki olması sebebiyle bu ayetin hükmüne dahil olmuş olsun. Ancak ne var ki siz onun bu hal üzere devam ettiğini neye dayanarak söyleyebiliyorsunuz? Onun bu halini değiştirdiği ve halifeliğe yönelmesi sebebiyle, bu üstünlüğün kendisinden silinip gittiğinin söylenilmesi niçin caiz olmasın?" denilirse, bunun birincisine şu şekilde cevap verebiliriz:

Ayetteki sabikûn (öncüler) lafzını, zaman itibariyle öne geçenler manasına hamletmek, hakkında delil bulunmayan bir iddiadır. Çünkü ayette geçen sabikûn lafzı, mutlak bir ifadedir. Binâenaleyh bunu, müddet bakımından öncelik manasına hamletmek, diğer hususlardaki öncelik manasına hamletmekten daha gerekli değildir. Halbuki biz bunu, hicret hususundaki öncelik anlamına almanın daha uygun olduğunu beyân etmiştik. Bu soruyu soranın, "Bundan maksadın, müslüman olmadaki öncelik olması mümkün değil midir!" şeklindeki sorusuna da şöyle cevap veriyoruz.

Biz deriz ki: Hicretteki öncelik, müslüman olmadaki önceliği de içine alır. Halbuki müslüman olmadaki öncelik, hicret hususundaki önceliği içine almaz. O halde, bu lafzı, hicretteki öncelik anlamına hamletmek evlâ olur. Farzet ki biz, bu lafzı, imandaki öncelik manasına alalım. Ancak ne var ki Sabikûne'l-evvelûn kelimesi çoğul bir ifâdedir. Binâenaleyh bu kelimeleri bir cemâat ve topluluk anlamına hamletmek gerekir. Böyle olunca da, bu ifâdenin içine, hem Hazret-i Ali (radıyallahü anh), hem de başkaları girmiş olur. Farzedelim ki alimler, Hazret-i Ebu Bekir'in mi, Hazret-i Ali'nin mi daha önce iman ettiği hususunda ihtilâf etmiş olsunlar. Ancak ne var ki onlar, Hazret-i Ebu Bekir'in ilk dereceyi alanlardan olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Hadisciler de, erkeklerden ilk önce müslüman olanların Hazret-i Ebu Bekir, kadınlardan Hazret-i Hatice, çocuklardan Hazret-i Ali, kölelerden de Zeyd İbn Sabit olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Böyle olması halinde de, Ebu Bekir, birinci dereceyi alanlardan olmuş olur.Hem biz, ilk önce iman etmenin, ancak kendisiyle Hazret-i Peygamber'in kalbinin kuvvet kazanması ve başkalarına da önder ve örnek, "muktedâ bih" olması açısından büyük fazilet ve üstünlüğü gerektirdiğini beyan etmiştik. Böylesi bir mana, Hazret-i Ebu Bekir'de daha ileri derecededir. Zira, Hazret-i Ebu Bekir müslüman olduğunda yaşı ilerlemiş ve insanlarca da tanınan bir kimse idi. Kendisine de bu hususta, Sahabe (radıyallahü anh)'nin önde gelenlerinden bir grup uymuştur. Zira, Hazret-i Ebu Bekir müslüman olunca, Talha, Zübeyir ve Osman İbn Affan'a gittiği, onlara İslam'ı arzettiği, birkaç gün sonra onları Hazret-i Peygambere getirdiği ve onların da Hazret-i Peygamberin huzurunda müslüman oldukları nakledilmiştir. Böylece, Hazret-i Ebu Bekir'in İslâm'a girmesi sebebiyle İslâm'a kuvvet katıldığı ve Hazret-i Ebu Bekir'in, başkalarına bir örnek olduğu ortaya çıkmış olur. Halbuki bütün bu hususlar Hazret-i Ali (radıyallahü anh) için söz konusu değildir. Çünkü Hazret-i Ali o zamanlar küçük yaştaydı ve evin içinde dolaşan bir çocuk gibiydi. Onun o vakitte müslüman olmasıyla, İslâm'uı kuvvetinde bir artış olmamıştı ve o zaman, başkalarına da bir örnek olamamıştı. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın "Birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensâr..." buyruğunda işaret edilen önderin Hazret-i Ebu Bekir'den başkası olmadığı sabit olmuş olur.

Ama, bu soruyu soranın, "Siz niçin Ebu Bekir'in, imamete yönelmesinden sonra da bu hal üzere kaldığını söyleyebiliyorsunuz?" şeklindeki sözüne gelince; biz diyoruz ki:

Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da Allah'dan razı olmuşlardır" buyruğu bütün halleri ve zamanlan içine alan bir ifâdedir. Bunun böyle olduğunun delili, her vaktin ve her durumun, bu ifadeden istisna edilebilip de, "Allah, onlardan imamet talep etme zamanı hariç, " razı olmuştur" denilebilmesidir. Halbuki istisnanın gereği, istisna yapılmadığı zaman, istisnanın hükmüne dahil olan şeyleri, hükümden çıkarıp atmaktır, Veyahut biz şöyle diyoruz: "Biz, Allahü teâlâ'nın, onları, "birinci dereceyi işgal eden muhacirler.." diye vasfetmiş olduğunu beyân etmiştik. Bu da bundan muradın, onların, hicret hususunda birinciler olmasını iktizâ eder.

Sonra Cenab-ı Hak onlan bu vasıfla niteleyince, onlar için tazim ihtiva eden bir ifadeye yer vermiştir ki bu da O'nun: "Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da Allah'dan razı olmuşlardır" sözüdür. Hicret hususundaki öncelik, tazim edip saygı duymanın uygun ve münasip bir vasfıdır. Halbuki hükmün, kendisine münasib bir vasfın peşinden zikredilmesi, o hükmün o vasfa bağlandığını gösterir. Binâenaleyh bu, Cenâb-ı Hakk'm: "Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'dan razı olmuşlardır" ifadesinden hasıl olan tazim ve saygının, onların hicret hususunda en önde bulunmuş olmalarına bağlanmış olduğuna delâlet eder. İllet bulunduğu sürece, illete bağlı olan (ma'lûl)ün de o illete terettüp edip bağlı olması gerekir. Onların, hicret hususunda birinciler olması, onların bütün ömürleri boyunca, devam eden bir vasıftır. Binâenaleyh bu ndvan-ı ilahinin de onların yaşadıkları süre içinde bulunması gerekir. Veyahut da biz şöyle diyoruz: Cenâb-ı Hak "Allah bunlar için, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı" buyurmuştur. Bu da, Allahü teâlâ'nın, o cennetleri onlar için hazırlayıp onlara tayin etmiş olmasını iktiza eder.

İşte Cenâb-ı Hakk'ın böyle yapması da, onları cennete layık kılan sıfat üzere bulunmalarını gerektirir.

Hiç kimse şöyle diyemez: "Bu ifadeyle "Allah o cennetleri onlara, onlar iman sıfatı üzere kalmaları halinde hazırlamıştır" manası kastedilmiştir." Zira, biz diyoruz ki bu, aşırı bir takdir yapmak olup, bu da zahirin hilafına bir durumdur. Hem böyle olması halinde, haklarında böylesi bir medıh zikredilenlerle diğer kimseler arasında bir fark kalmaz. Çünkü Allah, iman etmeleri halinde, Firavun, Hâman, Ebû Cehl ve Ebu Leheb için de. "altlarından nehirler akan cennetler hazırlamış olur. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın bu sözü, büyük bir medh ve mükemmel bir övgü, sena sadedinde söylediği malumdur. Binâenaleyh bunu, onların ileri sürdükleri manaya hamletmek, bu medh ve övgünün batıl olmasını gerektirir. Böylece bu soru sakıt olur. Bu ayetin, Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh)'in faziletine ve onun imametinin (devlet reisliğinin) kesinlikle doğru olduğuna delâlet eden bir ayet olduğu ortaya çıkmış olur.

İkinci Mesele

Bu Övgü Bütün Sahabeye Şamil midir?

Alimler, bu ayetteki medhin bütün sahabeyi içine alıp almadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarakbazıları bu ayetin, sadece hicret ve yardımda birinci dereceyi alanlara şamil olduğumu söylemişlerdir. Bu görüşe göre bu ayet, sadece sahabenin ileri gelenlerini içine almış olur. Çünkü min edatı teb'îz (kısmîlik) ifade eder. Bazı âlimler de: "Hayır, bu ifade bütün sahabeye şamildir. Çünkü sahabenin hepsi, diğer müslümanlara nazaran "birinciler (sabikûn)" olarak tavsif edilmişlerdir. Ayetteki "Muhacirlerden ve ensardan" ifadesinin başındaki edatı, "teb'iz" için değil, aksine tebyin içindir. Buna göre bunun manası, "Muhacir ve ensâr olarak tavsif edilen sabikûn (öncüler)..." şeklindedir. Bu tıpkı, "O halde murdar putlardan kaçınınız" (Hacc, 30) ayetinde olduğu gibidir. Alimlerin çoğu bu görüşü benimsemişlerdir.

Humeyd b. Ziyâd'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bir gün Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'ye, aralarında çıkmış olan fitneyi (kargaşayı) kastederek, "Resûlullah'ın ashabının aralarında meydana gelen şey hususundaki durumlarını bana söyle" dedim. Bunun üzerine o da bana: "Allahü teâlâ onların hepsini bağışlamıştır. Onların iyi davrananlarına da, kötü davranmış olanlarına da cenneti vâcib (kesin) kıldığını Kur'an'ında bildirmiştir" dedi. Ben ona, "Allah, Kur'an'ın neresinde, onlara cenneti vacib kıldığını belirtiyor?" dediğimde de, o: "Sübhanallah! Sen, Cenâb-ı Hakk'ın, "islam'da birinci dereceyi kazanan, muhacirler ve ensar ile, onlara güzellikle tabi olanlardır. Allah onlardan razı olmuştur. Onlarda Allah'dan razı olmuşlardır. Allah bunlar için -kendileri, içinde ebedi kalıcı olmak üzere- altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı, işte bu en büyük bahtiyarlıktır" ayetini okumaz mısın? Allah, peygamberin bütün ashabına bu ayette cenneti ve rıdvanını (rızasını) vâcib kılmış, onlara tabi olanlara da, onlara şart koştuğu şeyi şart koşmuştur" dedi. Ben, "O şart nedir?" deyince de o, "Tabiîne, onlara amelde (ibadetle) ihsan ile tâbi olmalarını şart koşmuştur ki bu da, tabiînin, sahabe-ı kiramın iyi işlerinde onlara uyup, başka hususlarda onlara uymamalarıdır" dedi. Şöyle de denilebilir: Bundan murad, tabiînin (sahabeye uyanların), onlara söz hususunda güzellikle tâbi olmalarıdır Bu da o tabiînin ashab hakkında kötü söz söylememeleri ve onları, yaptıkları bazı şeyler hususunda ta'n etmeye (tenkide) yönelmemeleridir. Humeyd b. Ziyâd: "Ben o anda sanki bu ayeti hiç okumamışım gibi hissettim" dedi.

Üçüncü Mesele

Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) ayetini okuyor ve "ensâr" kelimesini merfü kılarak "sabikün" kelimesi üzerine atfediyor, ifadesinin başındaki vâvı hazfederek bunu, "ensar' kelimesinin sıfatı kabul ediyordu. (Bu, "En öne geçen muhacirler ve onlara güzelce tâbi olan ensar" manasında olmuş olur.) Yine rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) (bir gün) bu ayeti bu şekilde okuyordu.Ubeyyb. Ka'b(radıyallahü anh): "Allah'a yemin ederim ki, sen Bakî semtinde karaz satmakla meşgul olurken, Hazret-i Peygamberden ayrılmayan bana, Resulullah böyle yani (Mushaf-ı Şerifteki gibi) şeklinde okutmuştu" dedi. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) de: "Doğru söyledin. Çünkü siz bulundunuz, biz ise bulunamadık. Siz öbür işleri bırakıp Resulün yânında oldunuz. biz ise başka şeylerle meşgul olduk. Yemin olsun ki istesen, "Biz, muhacirleri şöyle barındırdık, onlara şöyle yardım ettik, şunu yaptık, bunu yaptık" da diyebilirsin?" dedi.

Rivayet olunduğuna göre bu münazara (konuşma). Hazret-i Ömer ile Zeyd b. Sabit (radıyallahü anh) arasında geçmişti. Zeyd, Übeyy b. Ka'b'ı delil olarak ileri sürmüştü.

Bu iki kıraat arasındaki fark şudur: Hazret-i Ömer'in kıraatine göre, ayetteki "İslam'da birinci dereceyi kazananlar..." ifadesindeki övgü ve ta'zim, muhacirlere has olup, ensar bu "ta'zim"de onlarla ortak olmamış olur. Böylece de muhacirine daha fazla paye ve övgü gerekmiş olur. Allah en iyi bilendir.

Rivayet olunduğuna göre Übeyy (radıyallahü anh), meşhur olan kıraatin doğruluğuna Enfal suresinin sonundaki "Henüz iman etmiş ve hicret etmiş olanlar..." (Enfal, 75) ayeti ile istidlal etmiştir: "Cenab-ı Hak bu ayeti, bundan önceki ayette muhacir ve ensardan bahsettikten sonra getirmiştir."demiştir

Yine Übeyy (radıyallahü anh), Haşr suresinin "Bunların arkalarından gelenler..." (Haşr, 10) ve "Onlardan, henüz kendilerine katılıp erişmemiş bulunan diğerleri... "(Cuma. 3) ayetleri ile istidlal etmiştir.

Dördüncü Mesele

Ayetteki, "sabikûn" kelimesi merfû ve mubteda; "Allah onlardan razı olmuştur" kısmı da, onun haberidir.

Bu, "Allah onlardan, amelleri ve taatlarının çokluğu sebebi ile razı olmuştur Onlar da. Allah'ın kendilerine, gerek dinî, gerek dünyevi hususlarda yağmur gibi bol bol verdiği yüce nimetlerinden ötürü, Allah'dan razı olmuşlardır" demektir. Mekkelilerin mushafında şeklinde yazılmıştır ki bu, İbn Kesir'in kıraatidir. Diğer mushaflarda ıse.min olmaksızın ; şeklinde yazılmıştır.

Beşinci Mesele

Cenab-ı Hak "Onlara, güzelce tabî olanlar." buyurmuştur. Atâ, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Cenab-ı Hak bu ifade ilie, o tâbi olanların, muhacir ve ensarı, cennetle ve rahmetle yâd ettiklerini, onlar için dua ettiklerini ve onların iyiliklerini sayıp döktüklerini anlatmıştır." Bir başka rivayette de, bu ifadeye, "Onlara, dinleri hususunda Kıyamete kadar güzel bir şekilde tabî olanlar..." manası verilmiştir. Bil ki bu ayet. onlara (yani sahabeye) tâbi olanların. rıza-yı ilâhiye ve mükafaata hak kazanmalarının, onların sahabeye güzellikle tâbi olmaları şartına bağlı olduğunu gösterir. Biz ayette geçen "ihsan" (güzellik) lafzını, "onlar hakkında güzel sözler söylemek" manasında tefsir ettik. Bir şarta bağlı olan hüküm, o şart bulunmadığı zaman, bulunamaz. Binâenaleyh muhacir ve ensar hakkında güzel söz söylemeyenlerin Allah'ın rıdvânına (rızasına) müstehak olmamaları ve bu yüzden mükafaata erenlerden olmamaları gerekir. Çünkü dindarlar, Resûlullah'ın ashabına saygıda ellerinden geleni yapmışlar, onlar hakkında dillerini tutmuşlar ve onları, onlara yakışmayan şeylerle yâd etmemişlerdir.

Nifakta Uzmanlaşanlar

101

"Çevrenizdeki bedevilerden ve Medine ahâlisinden birtakım münafıklar vardır ki onlar nifak üzerinde idman yapmışlardır. Sen bunları bilmezsin. Onları biz bilir: Biz onları iki. kere. azaba uğratacağız. Sonra da onlar daha büyük bir azaba döndürüleceklerdir"

Bil ki Allahü teâlâ, Medineli münafıkların hallerini açıkladı. Daha sonra da bedevilerin yani çöl Araplarının münafıklarından bahsetti. Bunun peşisıra da: bedevi Araplar içinde, mü'min, sâlih ve ihlasiı kimselerin de bulunduğunu bildirdi. Daha sonra da mü'minlerin ileri gelenlerini ve bunların, birinci dereceyi kazanmış olan muhacirler ile ensar olduğunu beyân buyurdu. Bu ayette ise, "Siz onların böyle olduklarını bilmeseniz dahi, Medine'nin etrafında münafık sıfatına sahip bazı kimselerin bulunduğunu haber vererek, "Çevrenizdeki bedevilerden... birtakım münafıklar vardır" buyurmuştur Bunlar Cüheyne, Eşlem, Eşca' ve Gıfâr kabileleri olup, Medine'nin etrafında yerleşmiş vaziyette idiler.

Hak teâlâ'nın "Ve Medine ahalisinden birtakım münafıklar vardır ki onlar nifak üzerinde idman yapmışlardır" ifadesi ile ilgili iki bahis vardır:

1) Birinci bahis: Zeccâc şöyle demiştir: "Bu ifadede bir takdim-tehir söz konusu olup, ayetin takdiri "Çevrenizdeki bedevilerden ve Medine ahalisinden birtakım münafıklar vardır. Onlar nifak üzerinde idman yapmışlardır" şeklindedir."

2) İbnü'l-Enbari "Bu ayetin takdirinin, "Ve Medine ehlinden de, nifak üzerine idman yapmış olanlar vardır" şeklinde olabileceğini ve min edatı delâlet ettiği için, bu men kelimesinin mahzûf olduğunu, bunun, tıpkı "Bizim herbirimiz için belli bir makam vardır" (Saffat, 164) ayetinde olduğu gibi olduğunu ve bu ayetin takdirinde olduğunu" söylemiştir.

Mürûd Kelimesinin İzahı

İkinci bahis: Arapça'da, biri azıp serkeşlik ettiğinde, denilir. İnsan ve cin şeytanlarına da "merid" (azgın) denilir, Yine birisi azıp, haddi aştığında, (O, bize karşı haddi aştı) denilir, İbnü'l-Arâbî şöyle demiştir: Merad kelimesi, çokça kibir gösterip günah işlemek manasınadır. Ayetteki, tabiri de bu manadadır. "Mürûd"un aslı, yumuşak olup, sert olmamaktır. (Uzun ve pürüzsüz köşk) ve (Tüysüz çocuk) ifadeleri de bu köktendir. Mirdâ' kelimesi, üzerine birşey bitmeyen tepe manasındadır. Bu, sanki başkasının sözünü kabul etmeyen ve ona iltifat etmeyen (değer vermeyen) birisinin, kendisinde hiçbir değişiklik olmaksızın, olduğu gibi, asıl hali üzere kalan şey gibi olmasıdır. İşte melâse (pürüzsüzlük, yumuşaklık) budur. Lafzın asıl manasının bu olduğunu iyice kavradığında biz deriz ki: "Ayetteki tabirinin manası, "Onlar bu nifak üzere uzun müddet kaldılar, ona devam ettiler ve ondan dönmediler" şeklinde olur.

Allahü teâlâ daha sonra "Sen bunları bilmezsin. Onları biz biliriz" buyurmuştur. Bu tıpkı "Siz onları bilmezsiniz. Allah onları bilir" (Enfal, 60) ayeti gibidir. Bu, "Onlar nifak sanatında alıştırma yaptılar. Böylece nifak hususunda ustalaştılar ve senin zekân, anlayışın ve kavrayışın kuvvetli olmasına rağmen, onlar, senin kendilerinin münafık olduğunu kestiremeyeceğin bir seviyeye vardılar" demektir.

Münafıkların Çekeceği İki Nevi Azap

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Biz onları iki kere azaba uğratacağız" buyurmuştur. Alimler bu ifadedeki "iki kere"nin ne demek olduğu hususunda pek çok izahlar yapmışlardır:

Birinci izah: İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Cenab-ı Hak bununla, onların dünyada iken hastalanmalarını ve ahirette iken çekecekleri azabı kastetmiştir, Çünkü mü'minin hastalığı, günahlarının affolunmasına vesile olur. Kâfirin hastalığ ise, inkârının ve nankörlüğünün artmasına sebeb olur."

İkinci izah: Süddî, Enes b. Mâlik (radıyallahü anh)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir cuma günü hutbe okurken, "Ey falanca çık. çünkü sen münafıksın. Ey falanca, çık! Çünkü sen de münafıksın" dedi ve bu şekilde Mescidden bazı kimseleri çıkardı ve onları rezil-rüsvay etti. İşte bu iki azabtan biri budur, biri de kabir azabıdır."

Üçüncü izah: Mücahid şöyle demiştir: "Bu azaplar, dünyada iken öldürülmeleri ve esir edilmeleri, bundan sonra da kabirde azab edilmeleridir."

Dördüncü izah: Katâde şöyle demiştir: "Bu iki azab, çıban ile kabir azabıdır. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Huzeyfe (radıyallahü anh)'ye oniki münafığı gizlice bildirip şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hak onların akısını, herbirini yakalayan ve göğsünde çıkan ateşli bir çıbana mübtela eder. Altısı da (mûtâd) ölümle ölürler, "

Beşinci izah: Hasan el-Basrî: "Bu iki azabın biri, onların mallarından zekat almak, diğeri ise kabir azabıdır" demiştir.

Altıncı izah: Muhammed b. İshak şöyle der: "Bunlar, o münafıkların içine dolan İslâm'a karşı öfkelen ve gönülsüz olarak girmeleri ile kabirde görecekleri azablandır."

Yedinci izah: Bu iki azabtan birisi, meleklerin onların yüzlerine ve arkalarına vurmalarıdır. Diğeri ise öldükten sonra dirilirken boğazlarına ateşten bir halkanın geçirilmesidir.

En uygun olan görüş, şunu söylemektir: Hayat, üç türlüdür: Dünya hayatı, kabir hayatı ve Kıyamet hayatı, Binaenaleyh Cenâb-ı Allah'ın bu ifadesinden murad, her türlüsü ile dünya azabı ve kabir azabıdır.

Ayetteki, "Sonra da onlar daha büyük bir azaba döndürüleceklerdir" ifadesi ile de, onların üçüncü hayatta, yani Kıyamet hayatında görecekleri azab kastedilmiştir.

Cenâb-ı Allah ayetin sonunda. "Sonra da onlar daha büyük bir azaba döndürüleceklerdir" buyurmuştur. Bu. "Onlar, ebedi ve devamlı olan bir azaba duçar kılınacaklardır" demektir.

Nifaktan Dönenler

102

Âyetin tefsiri için bak:103

103

"Onlardan diğer bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler. Onlar iyi ameli, başka kötü amel ile karıştırmışlardır. Olur ki Allah onların tevbelerini kabul eder. Çünkü Allah gafur ve rahimdir. Onların mallarından sadaka al ki bununla kendilerini temizleyesin ve tezkiye edesin. Onlar için dua et. Çünkü senin duan onlar için bir sükûnettir. Allah semi ve alimdir"

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetteki, "Onlardan diğer bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler" buyruğu hususunda iki görüş vardır:

1) Bunlar, nifaklarından tevbe edip dönen bir grup münafıktır.

2) Bunlar, kâfir ve münafık oldukları için değil, tembel oldukları için Tebük seferine katılmayan bir kısım müslümanlar olup, yaptıklarına pişman olarak tevbe etmişlerdir.

Birinci görüşü benimseyenler, görüşlerine şöyle delil getirmişlerdir: "Ayetteki âherun 'Ve diğer bir kısmı" kelimesi, "Çevrenizdeki bedevilerden.-, birtakım münafıklar vardır" (Tevbe, 101) kelimesine atıftır. Atıf, ortak kılma zannı uyandırır. Fakat Allah bunları tevbe etmeye nuvaffak kıldı ve bunlar tevbe edip (nifaktan) döndüler. Cenâb-ı Allah birinci grubun nifakta idmanlı olup o hususta ileri gittiklerini belirtince; bu grubun da tevbe ettiklerini ve nifaktan tamamen çıktıklarını bildirmiştir.

Tebük Seferine Katılmadıklarına Pişman Olanlar

Rivayet olunduğuna göre bu ayette bahsedilenler üç kişi olup. Ebu Lübâbe Mervan b. Abdilmunzir, Evs b. Sa'lebe ve Vedi'a b. Hizam idi. Bunların on kişi oldukları da söylenmiştir. Onlardan yedisi, savaşa katılmayanlarla ilgili olarak inen ayetler kendilerine ulaşınca, kendilerini bağladılar. Kendilerinin helak olmuş olduklarına kesin olarak inandılar ve kendilerini mescidin direklerine bağladılar. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) savaştan dönüp, mescide girdi ve iki rekat namaz kıldı. O, hep böyle yapardı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) seferden dönüp onları bağlı olarak görünce, onlara bunun sebebini sordu. Onlar, Allah'ın Resûlu kendilerini çözmedikçe, kendi kendilerini çözmemeye yemin ettiklerini söylediler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Bu hususta bana emir verilmediği müddetçe. yemin ederim ki sizleri çözmeyeceğim" buyurdu. Bu ayet inince, onları çözdü ve affetti. Bunun üzerine onlar, "Ya Resûlallah, iste mallarımız. Biz onlar yüzünden senden geri kaldık. Binâenaleyh onları tasadduk et ve bizi temizle" dediler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Ben sizin mallarınızdan birşey almakla emrolunmadım" deyince, "Onların mallarından sadaka al." ayeti nazil oldu.

Üçüncü Mesele

Hak teâlâ. "Onlar günâhlarını itiraf ettiler" buyurmuştur. Dil âlimleri şöyle derler: "İtiraf, birşeyi bilerek ve mahiyetini anlayarak kabul etmek demektir." Buna göre ayet, "Onlar günahlarını anladılar ve kabul ettiler" manasındadır. Burada bir incelik vardır: Sanki şöyle denilmektedir: "Onlar, savaşa katılmamış olmaları hususunda, diğerleri gibi aslı esası olmayan mazeretler ileri sürmediler. Ama yaptıklarının çok kötü olduğunu anlayıp kabul ettiler, pişmanlıklarını ortaya koydular ve bundan ötürü de, kendilerini kınadılar."

İtiraf Tevbe Sayılır mı?

İmdi eğer: "Günahı kabul ve itiraf etmek, tevbe sayılır mı. sayılmaz mı?" denilirse, biz deriz ki: "Günahı sadece itiraf etmek tevbe olmaz. Ama buna ilaveten, eskiden yaptığına pişman olup, aynı şeyi ileride de yapmamaya azmeder ve pişmanlık da o şeyin Allah tarafından yasaklanmış olmasından dolayı olursa, işte bunların toplamı tevbe olur. Fakat delil, ayette bahsedilenlerin tevbe ettiklerini göstermektedir. Bu delil de. ayetteki "Olur ki Allah onların tevbelerini kabul eder" ifadesidir. Müfessirler Cenâb-ı Allah tarafından kullanılan (olur ki. belki) kelimesinin, kesinlik ifade ettiğini söylemişlerdir.

Daha sonra Cenâb-ı Allah "Onlar iyi ameli, başka kötü amel ile karıştırmışlardır" buyurur. Bu ifade ile ilgili iki bahis vardır:

Birinci bahis: Ayetin bu ifadesi hakkında şu izahlar yapılmıştır:

1) Ayette bahsedilen "sâlih (iyi) amel", günahı itiraf etmek, ona pişman olup tevbe etmektir: "kötü (amel)" ise. savaşa katılmamadır.

2) "Salih amel", onların. Hazret-i Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte, önceki savaşlara çıkmış olmaları; "kötü (amel)" ise. Tebük savaşına katılmamış olmalarıdır.

3) Ayet, müslümanlar hakkındadır. Binâenaleyh iyi amel. müslümanlardan sâdır olan iyi amellere yönelmeleridir.

İkinci bahis: Birisi şöyle diyebilir: Ayette iyi ve kötü amellerden herbirı "karıştırılmış" olarak tavsif edilmiştir. Öyleyse bunların karıştırıldığı sey nedir"

Cevap: Karıştırma, mutlak manada bir araya getirmek, toplamak demektir. Senin "onu karıştırdım" şeklindeki sözün ancak, iki şeyden herbirinin diğerine karışıp herbirinin bu karışma sebebi ile asıl özelliklerini kaybettikleri durumlarda doğru ve yerinde söylenmiş olur. Bu tıpkı "suyu süt ile karıştırdım" demen gibidir. Halbuki ayete uygun olan "karıştırma" ise. mutlak manada toplama, birlikte yapmadır. Çünkü amel-i salih ile kötü amel yapıldığında, bunlardan herbiri. bizim görüşümüze göre. olduğu gibi kalır. Çünkü bize göre, amellerin boşa gitmesi meselesi yanlıştır. Taat. medhi ve mükafaatı, masiyet (günah) ise zemmi ve cezayı gerektırici olarak kalırlar. O haldeayetteki, "Onlar iyi bir ameli, başka bir körü ile karıştırmışlardır" ifadesinde, amellerin boşa gitmediğine ve herbirinin, birbirine tesir etmeksizin, oldukları gibi kaldıklarına bir dikkat çekme vardır. Amellerin boşa gitmediğine. Allahü teâlâ'nın bu ayette, amel-i salih ile kötü ameli, "karıştırma" sıfatı ile nitelemesi de delâlet eder Çünkü birbirine kansan iki şeyin, karıştıkları zaman mutlaka kalmaları (yok olmamaları) gerekir. Zira "karışma", karışanların hepsinin sıfatıdır. Mevsuf olmaksızın, bir sıfatın bulunması imkansızdır. Binâenaleyh bu, o iki çeşit amelin, karışma esnasında yok olmadıklarına delâlet eder.

Allah Hakkında Asâ (Olur ki) Tabirinin İzahı

Daha sonra Cenâb-ı Allah , Olur ki Allah onların tevbelerini kabul eder" buyurmuştur, Bu ifade ile ilgili olarak da birkaç bahis vardır:

Birinci bahis: Burada şöyle bir soru akla gelmektedir: "Asâ (olur ki, belki) kelimesinde bir ihtimal manası vardır. Halbuki ihtimali bilme Allah hakkında imkansızdır." Bu soruya birkaç şekilde cevap verilir:

Birinci izah: Müfessirler, Allahü teâlâ'nın kendisi için kullandığı asâ kelimesinin kesinlik ifade ettiğini söylemişlerdir. Bunun delili "Belki Allah, fethi müyesser kılacak" (Maide. 52) ayetidir. Cenâb-ı Hak böyle buyurmuş ve bunu bu şekilde yapmıştır.

Bu hususta sözün özü şudur: Kur'an-ı Kerim, insanların (Arapların), konuşma örfüne göre inmiştir. Mesela büyük bir padişahtan, bir muhtaç birşey istediğinde, padişah ona, hiç kimsenin-kendisine herhangi bir şeyi mecbur edemeyeceğine ve onu hiçbirşeyle mükellef tutamayacağına, aksine her yaptığını, bir lütuf olarak ve üstünlüğünden dolayı yaptığına dikkat çekmek için, asâ ve lealte (umulur ki, olur ki. belki) kelimelerini Kullanarak, bir ümid verme yoluyla cevap verir. Bundan dolayı o padişah, o kimsenin ihtiyacına cevap vereceğini kesin olarak göstermekle birlikte. işte bu incelikten dolayı, asâ (belki) kelimesini kullanır.

İkinci izah: Bunu kullanmaktan maksad, mükellefin bir korku ve ümid arasında olması gerektiğini göstermektir. Çünkü Allahü teâlâ'nın, söylediği bu şeyi yapmaması ve İhmal etmesi düşünülemez.

İkinci bahis: Alimlerimiz, ayetteki "Olur ki Allah onların tevbelerini kabul eder" ifadesinin, tevbenin de. ancak Allah'ın yaratmasıyla meydana geldiği hususunda açık bir delif olduğunu söylemişlerdir. Akıl da buna delâlet etmektedir: Çünkü tevbede asıl olan. pişmanlıktır. Pişmanlık ise (sırf) kulun ihtiyarı ile meydana gelmez. Zira bir şeyi yapmayı veya yapmamayı irade etmek eğer kulun kendi fiili olursa, kul o fiilini meydana getirme hususunda, başka bir iradeye muhtaç olur. Hem sonra insan bazan, belli bir şeyi yapmaya çok istekli olur. ama sonra aynı şeyi yaptığından ötürü pişman olur. Binâenaleyh o bunu yapmayı çok istediği sırada, onun bu isteğini kalbinden söküp atmak mümkün değildir. Bu isteği pişmanlığa dönüştüğünde de, yine o pişmanlığı kalbinden söküp atmak da mümkün olmaz. Binâenaleyh bu durum, kulun ne bir pişmanlığı ne de bir arzuyu kendi kendine meydana getirmeye kadir olmadığına delâlet eder.

Mu'tezile ayetteki, (......) ifadesini, "Allah onların tevbesini kabul eder" manasında almışlardır. Mu'tezile'ye şöyle cevap veririz: "Sözün zahirini bırakmak (mecazi manasına dönmek), ancak sözü zahiri manasına hamletmenin imkansızlığı delil ile sabit olduğu zaman makul ve yerinde olur. Halbuki burada, aklî delil, ayetin lafzının ancak zahiri manasına hamletmenin mümkün olduğunu göstermektedir. Binaenaleyh ayeti tevil etmek (ona mecazi mana vermek), artık nasıl makul olabilir?

Üçüncü bahis: Hak teâlâ'nın "Olur ki Allah onların tevbelerini kabul eder" buyruğu, bu tevbenin ileride meydana geleceğini gösterir. O'nun "Onlardan diğer bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler" buyruğu ise, bu itirafın geçmişte olduğuna, yapılmış bulunduğuna delâlet eder. Buda, "itirafın" bizzat "tevbe" olmayıp, aksine onun bir başlangıcı olduğuna ve tevbenin ancak bu girişten sonra olacağına delâlet eder.

Zekât Ruhu Temizler

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Onların mallarından sadaka al ki bununla kendilerini temizlemesin ve tezkiye edesin" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Alimler, bu tabirden maksadın ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir Bu cümleden olarak

1) Bazıları, bu tabirin, tevbe eden o kimselerle ilgili olduğunu söylemişlerdir Zira onlar mallarını, sadaka için getirmişlerdi. Cenab-ı Allah da o malların alınmasını vacıb kılmıştı ve bu. onlar için tıpkı bir keffaret gibi olsun diye, tevbelerinin mükemmel olması hususunda, esas kabul edilmiştir. Bu. Hasan el-Basri'nin görüşüdür O şöyle demiştir: "Bu ayetle, farz sadakalar (yani zekat) murad edilmemiştir. Bu, onlardan sâdır olan günahın keffaretinin sadakasıdır."

2) Onlara zekat farzdır. Binâenaleyh onlar savaşa katılmamış olmalarından dolayı tevbe edip güzelce müslüman olup zekatlarını da verince. Cenâb-ı Hak peygamberine, onlardan zekatlarını almasını emretmiştir.

3) Ayetteki bu cümle, yeni başlayan (müstakil) bir cümle olup, zenginlerden zekat almanın farziyyetini ifade eder. Fukahanın çoğu bu ayeti, zekatın farziyyetıne delil getirip, "zekat temizleyicidir" dedikleri zaman, bu görüş üzeredirler.

Birinci görüşte olanlar, görüşlerinin doğruluğuna şu şekilde delil getirmişlerdir: "Ayetler arasında mutlak münasebet bulunması gerekir. Fakat biz bu ayeti, muhtevadan bağımsız olarak zekatı farz kılan ayet kabul edersek, onun ne öncesi. ne de sonrası ile ilgisi kalır ve dolayısı ile, araya girmiş yabancı bir cümle haline gelir. Bu ise, Allah'ın kelâmı için uygun düşmez." Fakat "Bu ayet ile farz olan zekâtın alınması kastedilmiştir" diyenler ise şöyle demişlerdir: "Böyle dedjğimizde de. ayetler arasında bir ilgi ve münasebet olur. Çünkü onlar. Tebük savaşına katılmamış olduklarından ötürü pişmanlıklarını ve tevbelerini ortaya koyup, bu katılmamanın sebebinin, mallarını çok sevmeleri ve onları infaktan son derece sakınmaları olduğunu ikrar ettikleri zaman, onlara sanki şöyle denilmiştir: "Farz olan zekatınızı verip, ve bunu yaparken bir sıkıntı ve zorlanma hissetmemeniz halinde, ancak o tevbe ve pişmanlık iddianızdaki doğruluğunuz ortaya çıkmış olur. Çünkü iddia ancak, gereği yapıldığı zaman isbatlanmış olur. İnsanın ancak imtihan ile değerli mi değersiz mi olduğu meydana çıkar. Şu halde, onlar zekatlarını, içlerinden gelerek verirlerse, onların o tevbe ve pişmanlıkta samimi oldukları ortaya çıkar. Aksi halde, işte bu yol ile yalancı ve sahtekâr oldukları anlaşılır. Fakat ne var ki bu ayeti, ayetler arasındaki ilgi ve münasebet salim olarak kalması ile birlikte, "farzdan zekatı verme" manasına almak daha evlâdır, Hak teâlâ'nın, "Bununla kendilerini temizlemesin ve tezkiye edesin" buyruğu da bununla farz olan zekatların murad edildiğine delâlet etmektedir Buna göre bu ifade, "Sen onları, farz zekatlarını alarak günahlarından temizlersin" manasında olur. Halbuki bu söz, ancak, "O sadaka alınmaz ise, onlar için bir günah söz konusu olur" dediğimiz takdirde geçerli olabilir. Bu da ancak, farz olan zekatın verilmemesi halinde söz konusudur.

Birinci görüşü savunanlar şöyle demişlerdir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), o tevbe edenleri affedip onları salıverdiğinde onlar, "Ya Resulallah, işte bizi seninle beraber sefere çıkmaktan alıkoyan mallarımız! O halde onları, bizim namımıza tasadduk et, bizi temizle ve bizim için mağfiret talebinde bulun" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber de, "Ben, mallarınızdan herhangi bir şey almakla emrolunmadım" dediğinde Allahü teâlâ işte bu ayetleri gönderdi. Bunun üzerine Allahın Resulü de, onların mallarının üçte birini alıp, üçte ikisini bıraktı. Zira Cenâb-ı Hak, "Onların mallarından sadaka al..."buyurmuş, "mallarını al" dememiştir. Min edatı, ba'ziyyet ifade eder.

Bil ki bu rivayet, bizim tercih ettiğimiz görüşe mani değildir. Onlara sanki, "Siz, farz olmayan sadakaları vermeye razı olduğunuza göre, farz olan zekatları haydi haydi verirsiniz " denilmek istenmiştir.

Bu Ayetten Çıkarılan Zekatla İlgili Hükümler

Bu ayet, zekâtın pekçok hükmüne delâlet eder:

Birinci hüküm: Sadaka Vasıfları Belli Bir Sadakadır

Cenab-ı Hakk'ın, "Onların mallarından al..." buyruğu, alınan miktarın, malın tamamı değil, bir kısmı olduğuna delalet eder. Zira, o kısmın miktarı da burada açıkça zikredilmemiştir. Aksine burada zikredilen, sadece "sadaka" kelimesidir. Buradaki "sadaka" lafzıyla nekire, belirsizlik manasının kastedilmediği ve böylece de, tek bir buğday tanesi veya altının çok küçük ve önemsiz miktardaki bir parçası gibi son derece az olan herhangi bir cüzün, kısmın alınmasının yeterli olmayacağı malumdur. Binaenaleyh bununla, onlarca, niteliği, keyfiyyeti ve miktarı bilinen bir sadakanın kasdedilmiş olması gerekir ki, Cenab-ı Hakk'ın, "Onların mallarından sadaka al, ." buyruğu, o malum ve belirli sadakayı almak ile ilgili bir emir olsun ve böylece de ayetteki mücmellik kalkmış olsun. O sadakanın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in vasfedip keyfiyyetini beyan ettiği "sadaka"dan başka bir sadaka olmadığı malumdur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, niteliklerini belirlemiş olduğu sadaka ise şudur: Yirmibeş devede bir "bint-i mehâd" (gebe deve); otuzaltı devede bir "bint-i lübûd" (iyice tüylenmiş deve) alınmasını, ve devenin zekâtıyla ilgili diğer mertebelerdeki hükümleri emretmiş olmasıdır. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, "Onların mallarından sadaka al" emri, o hususi şeylerin ve o hususi "ayn"ların alınmasıyla ilgili bir emir olmuş olur. Ayetin zahiri vücûb ifade eder. Bu halde bu ayet, o malların alınmasının farz olduğuna delâlet eder. Bu da Şafii'nin görüşü istikametinde, malın kıymetini ödemenin yeterli olmayacağına delâiet eder.

Mal, Kişinin Kendi Malı Olmalıdır

İkinci hüküm: Cenab-ı Hakk'ın, "mallarından sadaka al" emri, malın, onların kendi malı olmasını gerektirir. Durum böyle olduğuna göre fakir, "nisâb" hususunda, mal sahibine ortak olmaz. Bu durumda da zekâtın zimmete taalluk etmesi, onun "nisâb" miktarı ile kesinlikle herhangi bir alâkasının bulunmaması gerekir. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz. deriz ki, bir kimse zekât verme hususunda ihmalkâr davransa; derken "nisâb" miktarı helak olsa, onun zekâtı sakıt olmaz. Aksine zekât hakkı, olduğu gibi devam etmektedir. Binâenaleyh, o farziyyetin nisâb miktarının helak olmasından sonra da, olduğu gibi kalması gerekir. İşte-bu Şafii (r.h.)'nin görüşüdür.

Üçüncü hüküm: Bu umûm olan ifâdenin zahiri, "medyun" (borçlu olan)ın mallarıyla, tazminat mallarından da zekâtın alınması gerektiğini ifade eder ki bu durum açıktır.

Zekât, Baliğ Olana Farzdır

Dördüncü hüküm: Ayetin zahiri, zekâtın ancak, günahlardan bir temizleyici olmak üzere farz kılındığına delâlet eder. Binâenaleyh zekât ancak, günahlardan temizleyici olduğu yerlerde farz olur. Zekâtın günahlardan temizleyici olması ise, ancak günahların bulunmasının mümkün olduğu yerlerde tahakkuk eder. O halde bu ancak, buluğa ermiş, reşid kimse hakkında düşünülebilir. Binâenaleyh zekâtın farz olması, Ebu Hanife (r.h)'nin de dediği gibi, ancak baliğ olan kişi için söz konusudur. Ancak ne var ki Şafii (r.h.), Ebu Hanife'nin bu görüşüne cevap vererek şöyle der: Ayet, onların mallarından sadaka alınmasına delâlet eder. Onların mallarından sadaka almak ise, onların mallarının temizleyici olmasını gerektirir. O halde, daha niçin siz, çocuğun ve delinin mallarından zekât almanın temizleyici olduğunu söylediniz? Zira belirli bir sebebin bulunmayışından, hükmün de, mutlak olarak, bulunmaması gerekmez.

Sadakanın Temizlenmesi

Cenab-ı Hakk'ın "Bununla kendilerini temizlemesin" ifadesi hakkında birkaç söz vardır:

1) Ayetin takdirî manası, "Ey Muhammed, onların mallarından sadaka al. Zira sen onları (böylece) temizlemiş olursufi" şeklindedir.

2) Bu tabirin, sadakayla ilgili bir tabir olmasıdır. Buna göre ayetin manası, "Sen onların mallarından onları temizleyen bir sadaka al" şeklinde olur. "Sadaka, insanların kiridir" şeklinde (hadisler) varid olduğu için, sadakaya temizleyicilik vasfını vermek güzel ve yerinde olur. Binâenaleyh, sen sadakayı aldığında, o kirler savuşmuş, gitmiş olur. O halde bu kirlerin bertaraf olması, temizleme yerine geçmiş olur. Allah en iyisini bilendir.

Bu görüşe göre, bizim, Cenâb-ı Hakk'ın "ve tezkiye edesin" ifadesinin, birinci ifade ile ilgi ve alâkası bulunmadığını ve takdirin, "Ey Muhammed, onların mallarından, kendilerini temizleyen sadakayı, o sadakayı al ve sen o sadaka ile, onları temizle" şeklinde olması gerektiğini söylememiz gerekir.

3) (......) kelimelerindeki tâ harfinin, muhatab zamiri kabul edilmesidir. Buna göre mana, "Ey zekat alan! Sen, onlardan zekât almakla onları temizliyor ve o zekât vasıtasıyla da onları tezkiye ediyorsun" şeklinde olur.

Dördüncü Mesele

Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Bu ifade, yine. temizlemek manasında olmak üzere, if'âl babından tüthiruhum ve emrin cevâbı ve meczûm olmak üzere de. tuthirhum şeklinde okunurken; (......) kelimesi sadece yâ'nın bulunmamasıyla meczum olmaksızın okunur."

Cenâb-ı Hak, sonra, "ve onları tezkiye edesin" buyurmuştur. Bil ki, "onları tezkiye edesin" tabiri ifadesine atfedilince aralarında bir başkalık ve farklılığın bulunması gerekir. İşte bu sebeple tezkiye, "tathîr"in ileri derecesidir denildiği gibi; "tezkiye"nin büyütme ve arttırma manasına geldiği de ileri sürülmüştür. Buna göre mana, "Allahü teâlâ zekât miktarınca, (malda) meydana gelen noksanlığı, o malın artıp çoğalmasına sebep kılmıştır" şeklinde olur. Bu iki tabire şöyle bir mana da verilmiştir; "Sadaka, onları, günah ve ma'siyet pisliğinden temizler. Hazret-i Peygamber de, onlar o malları çıkarıp fakirlere verdiğinde, onları tezkiye eder, şanlarını yüceltir ve onları medh u sena eder."

Hazret-i Peygamberin Mü'minler Hakkında Duası

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlar için dua et. Çünkü senin duan onlar için bir sükûnettir" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Hamza, Kisaî ve Asım'ın ravisi Hafs, vâvsız ve tâ'nın fethasıyla müfred olarak salâteke şeklinde okumuşlardır ki, bununla cins manası murad edilmiştir. Bunlar Hûd süresindeki (......) kelimesini de vâvsız ve müfred olarak salâtüke okumuşlardır (Hûd, 87). Diğer kıraat imamları da hem buradaki, hem de Hûd süresindeki kelimeyi vâv ile çoğul olarak salavâtuke şeklinde okumuşlardır.

Ebu Ubeyde şöyle demiştir: Birinci okuyuş, daha üstündür. Zira salât lafzı birden fazla ve daha çok namaza delalet eder. Baksana, Cenâb-ı Hak "Namazı kılınız" (Bakara, 110) buyurmuştur. Salavât kelimesi cem-i kıllettir. Nitekim sen, "üç vakit namaz, beş vakit namaz..." dersin.

Ebu Hatim şöyle demektedir: "Bu, yanlıştır. Çünkü salâvat kalıbı, kıllet ifade etmez. Zira Allahü teâlâ, "Allah'ın kelimeleri tükenmez" (Lokman. 27) buyurmuş, ama azlık manasını murad etmemiştir. Yine Allah, (Sebe.37)ve (Ahzâb, 35) buyurmuş, ama kıllet manasını kasdetmemiştir.

İkinci Mesele

Hazret-i Ebu Bekr'in hilafeti zamanında, zekât vermeyenler, bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, peygamberine, onlardan zekâtlarını almasını emretmiş, sonra da peygamberine, onlara dua etmesini emrederek, onun duasının, onlar için bir sükûnet ve itminan kaynağı olduğunu beyan etmiştir. Binâenaleyh, zekâtın farziyyeti, böylesi bir sükûnetin bulunmasına bağlanmıştır. Hazret-i Peygamber'in dışındakilerin, bu sükûnet ve itminanın meydana gelmesinde onun yerini tutamayacaktan malûmdur. Binâenaleyh, zekâtın, Hazret-i Peygamber'in dışında herhangi bir kimseye verilmemesi gerekir." Bil ki bu görüş tutarsızdır. Çünkü, diğer ayetler zekatın, ancak, fakirin ihtiyacını gidermek için farz kılınmış olduğuna delâlet eder. Bu tıpkı, (Tevbe, 60) ve 'Onların mallarında sâilin ve yoksulun da bir hakkı vardır" (Zariyat, 19) ayetlerinde olduğu gibidir.

Salât Kelimesinin Manası Hakkında

Arapça'da "salât" lafzının aslında dua etmek anlamına geldiğinde şüphe yoktur. Mesela biz, "Falanca, falancaya dua etti" dediğimizde bu cümle, asıl manası itibariyle, dua manasını ifade eder. Ama bu cümle, (Arapların) örfüne göre, o kimsenin o kimseye, "Allah'ım, ona merhamet et!" demiş olduğunu ifade eder. İşte bundan dolayı, müfessirler bu tabirin manası "hakkında ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın, "Bunun manası, "onlara dua et" şeklindedir" dediği rivayet edilmiştir. (Bu sebeple) Şafii (r.h) şöyle demiştir: "İmamın, (halifenin.zekât memurunun) zekât alırken zekât veren kimseye dua etmesi ve "Allah verdiğin bu şeyden dolayı senin ecrini versin; vermeyip geriye bıraktıklarını da mübarek kılarak arıtırsın" demesi sünnettir!' Diğer alimler ise bunun manasının zekat alan kimsenin zekat verene, "Allah'ım, falancaya merhamet et!" şeklinde demesi olduğunu söylemişler ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, Ebu Evfa'nın ailesi, zekâtlarını kendisine getirip verince, O'nun "Allah'fm, Ebu Evfâ'nın ailesine merhamet et" dediğini nakletmişlerdir.

Kâdî, tefsirinde; Ka'bî'nin Tefsir'inde şöyle dediğini nakletmiştir: "Hazret-i Ali, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) ölüp de üzeri örtüldüğünde, ona "Sana, salât ve selam olsun!" dedi. Bazı alimler bunu kabul etmeyerek, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hariç, hiç kimsenin hiç kimse hakkında bu ifadeyi kullanması doğru olmaz" dediğini nakletmişferdir.

Dördüncü Mesele

Alimlerimiz, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hariç, hiç kimse hakkında ve ifadelerinin kullanılamıyacağını söylemişlerdir. Şiîler ise, bu tabirleri Hazret-i Ali ve onun çocukları hakkında kullanarak, buna şu şekilde delil getirmişlerdir: "Kur'an'ın nassı, böylesi bir ifadenin, zekâtını veren kimse hakkında kullanılmasının caiz olduğuna delâlet etmektedir. O halde bunun Hazret-i Ali, Hasan ve Hüseyin (radıyallahü anh) hakkında kullanılmasına nasıl mani olunabilir?" Bazı kimselerin şöyle dediğini gördüm: "Birisi, "Selâmun aleyküm" dediğinde, ona (cevaben), "Ve aleykümüsselam" denilmiyor mu? Binaenaleyh bu, işte bu lafzın, müslümanların ekserisi hakkında kullanılmasının caiz olduğuna delâlet eder. O halde daha nasıl bu lafzın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ehl-i beyti hakkında kullanılması imkânsız olur?"

Kâdî şöyle demektedir: "Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında caizdir. Bunun delili sahabe-i kiramın "Ya Resulallah, sana nasıl selam edeceğimizi biliyoruz, fakat salât vazifemizi nasıl ifa edeceğimizi bilmiyoruz" dediklerinde o, talîm yoluyla Allah'ım İbrahim ve İbrahim'in ehline merhamet ettiğin gibi, Hazret-i Muhammed'e ve O'nun ehline de merhamet et!" deyiniz" buyurdu. Hazret-i Peygamberin ehli arasında bir peygamberin bulunmadığı malûmdur. Binâenaleyh bu, Hazret-i İbrahim'in ehli hakkında caiz olduğu gibi, Hazret-i Ali'yi de içine alır. Allah en iyisini bilendir."

Selamün Aleyküm Sözündeki Bazı İncelikler

İnsanların birbirlerine "Selamün aleyküm" demeleri hususunda, bazı incelikler bulunduğunu hatırladım. Bunları burada yazmak uygun düşmez. Ama ne var ki ben, zayi olup unutulmasınlar diye, onları burada yazmak istiyorum. Bu sebeple ben diyorum ki, bir kimse bir başkasına selamün aleyküm dediğinde, onun selamün lafzı, nekire olan bir mübtedadır. Nahivciler, nekre bir kelimenin mübteda yapılmasının caiz olmayacağını iddia ederek şöyle dediler: "Zira, haber vermek, ancak malûm olan hakkında, malûm olmayan bir durum bildirildiğinde bir şeyler ifade ederi' Nahivciler, nekire bir kelimenin tavsif edildiği zaman, mübteda olmasının güzel ve yerinde olacağını söylemişlerdir. Mesela "Mü'min bir köle, müşrikten daha hayırlıdır" (Bakara, 221) ayeti buna misal teşkil eder.

Bunu iyice kavradığın zaman bil ki burada şu iki izah yapılabilir

a) Nekirelik mükemmeliyete delâlet eder. Baksana Cenab-ı Hak da (Bakara, 96) buyurmuştur Bu, "Sen onları, devamlı mükemmel ve son bulmayan bir hayata düşkün olan insanların en muhterisi olarak bulursun, görürsün" demektir.

Bunun böyle olduğu sabit olunca, selamün kelimesi nekire (belirsiz) bir kelimedir. Binâenaleyh bundan kastedilen mana, "Tam ve mükemmel olan bir selâm" şeklinde olur. Böyle olması halinde de, bu 'nekire" isim tavsif edilmiş, böylece de mübteda yapılması caiz olmuş olur. Bu mübteda olunca da haber de bulunur ki bu da, aleyküm sözüdür. Buna göre ifadenin takdiri, "Kâmil ve tam olan selam sizin üzerinize olsun" şeklinde olur.

b) Aleyküm lafzı, selamün lafzının sıfatı olup, bu iki lafzın toplamı mübteda kabul edilerek, haberin de takdir edilmesidir. Buna göre ifadenin takdiri, "Üzerinize olan selâm tahakkuk etti; tahakkuk etsin!" şeklindedir. Haberin hazfedilmesi çoğu kez tefhîme ve tazime daha çok delâlet eder.

Bunu da iyice kavradığın zaman biz diyoruz ki: Kendisine selam verilen kimse, karşılık verirken bu sıranın tertibini bozarak, der. Bunun sebebi, Sîbeveyh'in de dediği gibi, Arapların daha mühim gördükleri şeyi en önce zikretmeleridir. Binâenaleyh, selam alan kimse deyince bu, selam alan kimsenin, selam veren kimsenin durumuna tam manasıyla ehemmiyet verip ihtimam gösterdiğine delâlet eder. Hem selâmı alan kimsenin, şeklindeki sözü, "hasr" ifade eder. Buna göre o kimse (selam verene) sanki, "Madem ki sen bana selam verdin, ben de Cenâb-ı Hakk'ın 'Bir selam ile selamlandığınız vakit, siz ondan daha güzeli ile selamı alın veya onu ayniyle karşılayın" (Nisa. 86) ayetine uyarak, buna ilavede bulunuyor, sefamı sana tahsis ve hasrediyorum" demiş oluyor.

(......) demenin inceliklerinden birisi de şudur: Bu tabir, kişinin şeklindeki sözünden daha mükemmeldir. Çünkü onun, sözünün manası, "kâmil, tam, kıymetli ve yüce bir selam, senin üzerine olsun" demektir. Ama onun şeklindeki ifadesine gelince, onun es-selam sözü, başında eliflam bulunan müfred bir kelimedir. Bu, mahiyyetin aslından, kendisinden başka hiçbir şey ifade etmez. Mahiyyetin astına delâlet eden lafızda da, mahiyyete arız olan haller ve onun kemâlini bildiren herhangi bir şey bulunmaz. O halde, kişinin şeklindeki sözü, onun sözünden daha mükemmel ve anlamlı olmuş olur. Bu hususu, Allah tarafından kullanılan "selâm" sözünün nekire, belirsiz olarak kullanılmış olması da teyid etmektedir. Nitekim Cenab-ı Hakk'ın "Ayetlerimize iman edenler sana geldiği zaman de ki; "Selâm sizlere..." (En'âm. 54) ve, "Selâm olsun onun beğenip seçtiği kullarına.." (Neml, 59) ayetlerinde durum böyledir. Kur'an-ı Kerim'de bu tür ifadeler pek çoktur. Ama eliflamlı olarak (......) lafzına gelince, bu, peygamberler tarafından bu şekilde kullanılmıştır. Meselâ Hazret-i Musa'nın "Biz sana Rabbinden hakiki bir ayet getirdik. Selâm doğruya tâbi olanlara olsun.. " (Taha, 47)sözünde olduğu gibi. Meryem suresinde Cenâb-ı Hak, Yahya (aleyhisselâm)'dan bahsederken de "Dünyaya getirildiği gün de, öleceği gün de, ona selam olsun"(Meryem, 15) buyurmuştur ki, bu selam da, Allah tarafından olan bir selamdır. Ama Hazret-i İsa (aleyhisselâm) kıssasında Cenâb-ı Hak, "Doğduğum gün de, öleceğim gün de. ... selam benim üzerimedir" (Meryem, 33) varid olmuş olup bu, Hazret-i İsa'nın sözüdür.. Böylece bütün bu açıklamalarla, sözünün, sözünden daha mükemmel ve anlamlı olduğu sabit olmuş olur. İşte bu sebepten dolayı İmam Şafii (r.h.), teşehhüdde, nekire olarak, şeklindeki okuyuşu tercih etmiştir.

Yaratılıştaki Huylar Hakkında Değerlendirme

Selâmın inceliklerinden birisi de şudur: Bu âlemin, serlerin, afetlerin, belâların ve muhalefetlerin kaynağı ve ocağı olduğunda şüphe yoktur. Huyların inceliklerini araştıran âlimler, canlıların yaratılışlarında aslolanın hayır mı veya şer mi olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak onların bazıları şöyle demiştir: "Canlıların karakterlerinde aslolan "şer"dir. Bu, bütün insan fertleri arasında tahakkuk etmiş bir icma gibidir." Biz buna ilavede bulunuyor ve diyoruz ki: Bu bütün canlılar arasında, üzerinde ittifak edilen bir husus gibidir. Bunun böyle olduğunun delili şudur: "Kendisini tanımadığı halde, kendisine saldıran bir insan gören her insanın karakteri, o kimseyi, saldıran o kimseden sakınmaya ve o kimseye karşı müdafaaya geçmeye sevkeder. Şayet onun hilkat ve karakteri, insanda asıl ve temel olan şeyin, şer olduğuna şehadet etmeseydi, akıl fıtratı, kendisine saldıran o kimsenin şerrini savuşturmak için hazırlık yapmayı gerektirmezdi." Bu âlimler sözlerine devamla şöyle demişlerdir: "Bu husus, bütün canlılar hakkında söz konusudur. Çünkü, kendisine bir başka canlının saldırdığı her canlı, o saldıran canlıdan kaçar ve ondan korunmaya çalışır. Binâenaleyh şayet o canlının yaratılışında, kendisine yaklaşan bu canlıda temel unsurun "hayır" olduğuna dair bir inanç, bir fıtrî güdü olsaydı, o zaman (ondan kaçmaz), aksine yerinde durması gerekirdi. Çünkü, yaratılışın temeli, canlıyı, hayırı elde etme arzusuna yöneltir. Canlıların karakter ve yaratılışında aslolan, şayet hayır ve şerrin dengeli bir biçimde bulunmaları hali olsaydı, o zaman, kaçmayla durmanın da dengeli olması gerekirdi. Durum böyle olmayıp, aksine, kendisine göre ne olduğu belli olmayan bir canlının kendisine yöneldiği her canlı, sırf aslî fıtratı sebebiyle ondan kaçınca, biz, her canlıda aslolanın şer olduğunu anlamış oluruz."

Şerri Savmak Hayrı Celbetmekten Önce Gelir

Bunun böyle olduğu sabit olunca biz diyoruz ki; Şerri def, hayrı celbetmekten daha mühimdir. Bunun böyle olduğunun delilleri şunlardır:

1) Şerri defetmek, aslı ibka etmenin, fazlalığı elde etmekten daha mühim olmasını gerektirir.

2) Herkese hayır ulaştırmak, insanın gücü dahilinde değildir. Ama, herkesten, şerrini önlemek insanın gücü dahilindedir. Çünkü birincisi fiil (bir şey yapmak ), ikincisi ise, "terk"dir. Halbuki, nihayeti olmayan şeyleri yapmak, imkân dahilinde değildir. Ama, nihayeti olmayan şeyleri yapmamak mümkündür.

3) Şerri def etme tahakkuk etmediğinde, şer bulunmuş olur. Şerrin tahakkuk etmesi ise, elem ile kederin tahakkukunu gerektirir. Elem ve keder ise, son derece güç şeylerdir. Ama, (başkalarına) hayır ulaştırmak tahakkuk etmediğinde, insan, ne hayır ne de şer içinde bulunmayıp, tam aksine aslî olan selâmet üzere kalakalır. Halbuki bu duruma tahammül etmek kolaydır. Binaenaleyh şerri def etmenin, hayır ulaştırmaktan, yapmaktan daha mühim olduğu sabit olmuş olur. Dünyanın serler, âfetler, belâlar ve sıkıntılar yurdu olduğu da kesinlik kazanmıştır. Yine, canlıların yaratılışlarında aslolan ve fıtratları gereği olan şeyin, o canlıların, serlerin kaynağı olduğu da sabit olmuş olur. Binaenaleyh bir kimse bir kimseye yaklaştığında, mühim olan şeylerin en ehemmiyetlisi, onun karşıdaki kimsenin bir emniyet, bir selâmet ve esenlik içinde bulunduğunu bildirmesidir. İşte bu sebepten dolayı, söze başlamadan önce selâm vemek, bir örf, gelenek halini almıştır. Bu da kişinin "setâmunaleykum!" demesidir.

Selamda Çoğul Sigası Kullanılmasının Hikmeti

"Selamun aleykum" demenin inceliklerinden birisi de şudur: Bu ifadenin zahiri, bu selâmın bir topluluğa verildiğini göstermektedir. Hem akla, hem de şeriata göre durum böyledir. Şeriata göre böyledir, zira Kur'an-ı Kerim, insanın, kendisini koruyan, işlerini görüp gözeten bir melekler cemaatinden hâlî bulunmadığını göstermektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Halbuki sizin üzerinizde hakiki bekçiler, çok şerefli yazıcılar bulunmaktadır"(İnfitar, 10-11) buyurmuştur. Akıl da buna delâlet eder.-Zira beşeri ruhlar çeşit çeşittir. Bir kısmı hayırlı, akıllı; bir kısmı bulanık, pis; bir kısmı şehvanî, bir kısmı gazabîdir. Beşeri, süfli ruhların her biri için o beşeri ruhların atası durumunda olan ulvi ve kuvvetli bir ruh bulunmaktadır. Bu ruhların utvi ruha nisbeti, oğulların babaya nisbeti gibidir. İşte o beşeri ruhlara, bazan uyanıkken, bazan da uykudayken ilhamlar tahsis eden, bu ulvî ruhtur. Hem gerek sıfatları, gerek karakterleri gerekse özelliklen bakımından o ruhtara benzeyip bedenlerden ayrı olan o ruhların, benzerlikleri ve cins müştereklikleri sebebiyle, bu bedenlerle bir tür ilişkileri ve alâkalan bulunmaktadır. Böylece o ruhlar bu ruhların, amelleri hususunda yardımcıları gibi olmuş olur. Eğer amelleri hayır ise, yardım da, hayır hususunda olur. Şer ise, şer konusunda olur. Bu sırrı iyice kavradığın zaman, insanın mutlaka kendisinin hemcinsi olan o ruhlarla beraber olduğunu anlamış olursun. Binaenaleyh, kişinin "selâmun aleykum" sözü, bu muayyen şahsın, ruhanî arkadaşlık sebebiyle, kendisinden ayrılmayan ve kendisinin arkadaşı olan bütün ruhlara selam verdiğini ifade eder.

Bu sözün inceliklerinden birisi de şudur: İnsanî ruhlar, hakiki bilgiler ve üstün huylarla muttasıf olup, bunlar kuvvetlenerek, arızî şeylerden soyutlanır, sonra da bunların birbirlerine olan ilgisi kuvvetlenirse karşılıklı olarak yerleştirilmiş bulunan parlak aynaların, görüntüleri artırarak yansıtması gibi, onların da nurları birbirine yansır durur. İşte bundan dolayı, dersini, ödevini hocasına okuyarak yerine getirmek isteyen kimseden beklenen edeb, bu okuyuşuna, Allah'a hamd, meleklerine ve peygamberlerine sena ile başlayarak, daha sonra hocasına dua etmesi, en nihayet de okumasına başlamasıdır. Bu Kimsenin bundan gayesi, kendi ruhu ile o kudsi ruhlar arasındaki münasebeti güçlendirmektir. Öyle ki, bu ilginin kuvvetlenmesi sebebiyle çoğu kez, o talebenin ruhunda o yüce ruhların nur ve tesirlerinden bir şeyler tezahür eder. ve o talebenin aklında da o ruhlardan feyezan eden ruhlar, manevi güçler yerleşir. Onun ruhu, bu feyzin yardımıyla, bilgi ve ilimleri daha fazla kavramaya başlar. Sen bunun böyle olduğunu bilip, bir başkası da birisine "selâmun aleykurn" dediğinde, onunla o kimse arasında sıkı bir (manevi) münasebet oluşur. Bu münasebet sebebiyle de ruhların birbiriyle uyuşması ve nurların yansıması tahakkuk eder. Biz bu konuda, bu kadarla yetinelim; çünkü biz bu konunun, burayla ilgisi olmayan, yabancı bir konu olduğunu söylemiştik. Allah en iyisini bilendir.

Altıncı Mesele

Cenâb-ı Hak, "Çünkü senin duan, onlar için bir sükûnettir." buyurmuştur. Vahidî şöyle demektedir: "Arapça'da seken kelimesi, vasıtasıyla sükûnete erdiğin şey" anlamına gelir. Buna göre bu tabirin manası, "Senin onlara yapmış olduğun duan, onların nefislerinin sende sükûnete ermesini gerektirir" seklinde olur." Müfessirlerin bu husustaki açıklamaları farklı farklıdır. Mesela İbn Abbas (radıyallahü anh): "Senin duan, onlar için bir rahmettir"; Katâde: "Senin duan onlar için bir vakar ve onur, saygınlık vesilesidir"; Kelbî: "Senin duan, onlar için bir itminandır" derlerken; Ferrâ da: "Sen onlar için mağfiret taleb ettiğinde, onların nefisleri, Allah'ın tevbelerini kabul edeceği hususunda sükûnete erer, yatışır" anlamını vermiştir.

Ben de derim ki: "'Hazret-i Muhammed'in ruhu, güçlü, parlak, saf ve berrak bir ruhtur. Binâenaleyh, Hazret-i Muhammed onlara dua edip onları hayırla yâd edince, onun ruhani kuvvetinden, onların ruhlarına birtakım tesirler akar. Böylece de onların ruhları aydınlanır, gönülleri de saflaşır. Bu sebeple de onlar, zulmetten nura, maddeden manaya geçmiş olurlar. Bunun ne demek olduğu, Beşinci Mesele'de izah edildi.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Yani, "Allah, onların sözlerini bihakkın duyan; niyetlerini de bihakkın bilendir" demektir.

Allah'ın Tevbeyi Kabul Buyurması

104

"Onlar bilmediler mi ki Allah, kullarından (sâdır olan) tevbeyi kabul edecek, sadakaları alacak olan ancak kendisidir ve hakikatte "tevvâb" ve "rahîm" yalnız O'dur".

Bil ki, Allahü teâlâ, bahisleri geçen kimselerin günahlarından tevbe ettiklerini ve tasaddukta bulunduklarını naklederek, o ayette, "Olur ki Allah onların tevbelerini kabul eder" rrevbe, 102) ifadesinden başka bir şey zikretmeyip, bu da tevbelerinin kabulü hususunda sarih bir ifade olmayınca, bu ayette, tevbelerini kabul ettiğinden, sadakalarını da aldığından bahsetmiştir ki, bundan maksat, tevbe etmeyenleri tevbeye; bütün asileri de itaata teşvik etmektir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ebu Müslim: "Ayetteki "Onlar bilmediler mi?" ifadesi, istifham üslûbunda ise de, bundan "Onlar bunu pekâlâbildiler" manası kastedilmiştir. Çünkü muhatabı hem şekke düşürme, hem de onun şek ve şüphesini giderme hususunda, "Sana birşeyler öğreten kimseye hizmet etmen gerektiğini bilmez misin? Sana iyilikte bulunana teşekkür etmen gerektiğini bilmez misin?" gibi ifadeler kullanmak, Arapların örfüdür. Binaenaleyh Hak teâlâ tevbe eden o kimselerin tevbe ve sadakalarını kabul ettiğini müjdelemiştir" demiştir.

Cenâb-ı Hak bu hususu, "Hakikatte tevvâb ve rahim olan yalnız O'dur" diye te'kid etmiştir.

İkinci Mesele

Keşşaf sahibi şöyle demiştir. "Ayetteki tabiri hem yâ'lı, hem de tâ'h olarak, (Siz bilmediniz mi) şeklinde okunmuştur. Bu hususta şu iki izah yapılır:

1) Bu ayetten şu mana kastedilmiştir: "O tevbe edenler, tevbelerinin ve sadakalarının kabul edilmesinden önce, Allahü teâlâ'nın doğru tevbeleri ve halis niyetle verilecek sadakaları kabul edeceğini bilmediler mi?"

2) Bu ayetten, tevbeye teşvik için, tevbe etmeyenler murad edilmiştir. Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), o kimselerin tevbelerinin doğruluğuna hükmedince, tevbe etmemiş olanlar, "O tevbe edenler, dün bizlerle beraber, bizler gibi idiler, ne kendileriyle konuşuluyor, ne de oturulup kalkılıyordu. Peki nasıl oldu da büyük oldular?" dediler ve bunun üzerine bu ayet nazil oldu.

Üçüncü Mesele

Hak teâlâ'nın, "O tevbeyi kabul eder" ifadesi ile ilgili, bazı hikmetler vardır:

Birinci hikmet: Allahü teâlâ bu ayette, "Allah" adını zikretmiş, sonra da onun peşine bu ifadeyi getirmiştir. Bunun böyle oluşunda, Allah'ın, tevbeyi kabul eden bir ilah olduğuna dikkat çekmiştir. Bu böyledir, çünkü ilah, hakkında fazlalık ve noksanlık söz konusu olmayan zattır. Yine ilah, itaat edenlerin taatı ile durumunda zatında bir artış olmayan ve günahkârların isyanları ile zatına bir noksanlık erişmeyen varlıktır. Yine ilah kulların taatına arzu duymayan ve masiyetten nefret etmeyen zattır. Bundandır ki O'nun nefret ve gazabının kendisini intikama sevkettiği de söylenemez. Aksine O'nun günahı yasaklayıp, taata teşvik etmekten maksadı şudur: İnsanın kalbini âhiret âlemine ve sa'îdler (cennetlikler) makamına davet eden, bâtıl ve cismani şeylerle meşgul olmaktan alıkoyacak olan her türlü ibadet, gerçek amel ve salih yoldur. Bunların zıddı olan herşey de, masiyet (günah) ve bâtıl ameldir. Binâenaleyh günahkâr olansadece kendisine zarar vermiş, yine itaat eden de sadece kendisine fayda vermiş olur. Bu tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın "Eğer iyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz, eğer kötülük ederseniz yine kendinize kötülük etmiş olursunuz" (isra, 7) ayetinde ifade edildiği gibidir. Binâenaleyh eğer ilah, rahîm, hakîm ve kerîm olur, O'nun günahkâra olan gazabı da, günahkârın isyanının ilaha zarar verdiğinden ötürü olmaz ise ve kul da günahtan itaata geçiş yaparsa, İlah'ın keremi, kulun tevbesini kabul etmeyi, âdeta kendisine gerekli (vâcib) kılmış gibi olur. Böylece "İlah" olmanın, mutlak manada müstağni olmadan ibaret olup, mutlak müstağni olma da, İlah'ın dışındaki varlıklar için imkansız olunca, başka varlıkların tevbeleri kabul etmesinin, başka sebepler, muarız ve zıd şeyler olmadığ müddetçe âdeta imkans'ız olduğu sabit olmuş olur.

Peygamber Tevbe Kabul Edemez

İkinci hikmet: Tevbeyi kabul etmek, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in elinde olan birşey değildir. Tevbeyi kabul, bazan kabul eden, bazan da etmeyen Allah'a ait bir iştir. O halde, tevbelerinizde yalnız Allah'a yönelin. O tevbe edenlere şöyle denilmiştir: "Çalışınız, çünkü amelleriniz, -hayır olsun, şer olsun- Allah'a saklı değildir.'

Allah'ın Tevbeyi Kubûlü Vacip Değildir

Mu'tezile "Tevbeyi kabul etmek, akten, Allah için vacibtir" demişler; âlimlerimiz ise "Tevbe'yi kabul etmek Allah için, Allah'ın vaadi, lutfu ve ihsanı itibarı ile vâcibtir, yoksa aklen vâcib değildir" demişlerdir. Âlimlerimizin, Allah'ın tevbeleri kabul etmesinin aklen vâcib olmadığı hususundaki delilleri şunlardır:

1) Vâcib, failin, yapmadığı zaman zemme müstehak olduğu şeydir. Binaenaleyh eğer tevbeyi kabul etmek. Allahü teâlâ için vâcib olsaydı, tevbeyi kabul etmediği zaman zemme (kınanmaya) müstehak olurdu ki, bu imkansızdır. Çünkü böyle olan kimse, "kabul etme" ile kâmil ve tam olmuş olurdu, Başka bir şey ile tam ve kâmil olan şey ise, zâtı gereği "noksan" demektir. Allah hakkında ise "noksanlık" imkansızdır.

2) Zemm (kınama), ancak o zemmi duyduğu zaman kişi müteessir olup, nefsi ondan hoşlanmadığı zaman, kişinin onu yapmasına manî olabilir ve bu yüzden onun halinde bir noksanlık söz konusu olmuş olur. Fakat şehvetten, nefretten, noksanlıktan ve fazlalıktan yüce ve münezzeh olan zât hakkında, bu manadabir vücubun (gerekliliğin) mevcudiyeti düşünülemez.

3) Allahü teâlâ bu ayette, tevbeleri kabul ettiğini bildirerek kendisini medh-ü sena etmiştir. Eğer tevbeleri kabul etmek vacib olsaydı, Allah bununla kendisin medh-ü sena edemezdi. Çünkü vazifeyi (vacib-gerekli bir şeyi) yapmak, medhi, senayı ve tazimi gerektirmez.

Beşinci Mesele

Hak teâlâ'nın tabirindeki an edatı hakkında da şu iki izah yapılmıştır:

1) Burada an veya min kullanılması arasında manaca bir fark yoktur. Nitekim Arapça'da ile aynı manaya gelip "Senden bunu aldım" demektir.

2) Kâdî şöyle der: "Burada an edatının kullanılmasının daha beliğ olduğu söylenebilir. Çünkü bu kelime, kabul edilen o tevbeye giden yolu kolaylaştırma ile birlikte o tevbenin kabul edildiğini ifade eder."

Ben derim ki: Kâdî, an edatının, bu manaya nasıl delâlet ettiğini açıklamamıştır. Bana göre, an ve min harf-i cerleri, manaca biribirine yakın iki kelimedir. Fakat an uzaklaşma manasını taşır. Mesela "Falanca, padişahın sağ tarafına oturdu" denildiğinde bu, o kimsenin sağ tarafta biraz uzağa oturduğunu ifade eder. O halde ayetteki an ibadihi lafzı da, tevbe eden kimsenin o günahı sebebiyle Allah'ın kendisini kulluğuna kabulünden uzak düştüğüne inanıp, efendisince kovulmuş olmadan ötürü gönlünde bir kırıklık ve burukluk olması gerektiğini ifade eder. İşte an edatı, tevbe eden kimsenin bu şuuru taşıması gerektiğine üstü kapalı bir uyarı ihtiva eder.

"Allah Zekat Alır" Tabirinin Manası

Ayetteki, "Sadakaları alır" ifadesi ile İfgili şöyle bir soru söz konusudur: Bu ifadenin zahiri, zekatı Allah'ın aldığını; "Onların mallarından sadaka al" (Tevbe, 103) ifadesi, o zekatı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in aldığını,

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Muâz (radıyallahü anh)'a: "Zekatı, onların zenginlerinden al"şeklindeki hadisi de, zekâtı alanın Muaz (radıyallahü anh) olduğunu ve fakire zekat verdiğiniz zaman, hislerin (ve gözün), o zekatı fakirin aldığını göstermektedir. Binâenaleyh bu durumlar nasıl bağdaştırabilir?

Buna şu iki şekilde cevap verilir:

1) Allahü teâlâ, "Onların mallarından sadaka (zekat) al" (Tevbe. 103) ayetinde, zekatı alanın Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğunu beyan edip; bu ayette de zekatı alanın, kendisi olduğunu belirtince, bundan murad, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in almasının, tıpkı Allah'ın alması gibi olduğunu göstermek olmuş olur. Bunun maksadı da, Hazret-i Peygamberin zekat almasının, adetâ Allah'ın bizzat alması gibi olması itibariyle, Peygamberin şânının yüceliğine dikkat çekmektir. Allahü teâlâ'nın, "Gerçekten, sana biat edenler, Allah'a biat etmiş olurlar" (Fetih, 10) ve "Allah'a ve Resulüne eza verenler var ya.." (Ahzâb, 57) ayetleri de bunun bir benzeridir. Burada bahsedilen "Allah'a eza vermek"ten maksad, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yapılan ezâ ve cefâdır.

2) Zekât alma işi. Peygambere zekatı almayı emretmek ve Allah'ın zekatla ilgili hükmünü insanlara tebliğ etmek manasında; fakire de o zekatı bizzat alma manasında izafe edilmiştir. Bu tıpkı Allah'ın can alma işini, "Geceleyin sizi öldüren... O'dur" (Enam, 69)ayetinde kendi zâtına; "De ki: "Size müvekkel olan ölüm meleği canınızı alacak"(Secde. 11) ayetinde ölüm meleği (Azrail (aleyhisselâm)"e) ve "Herhangi birinize ölüm geldi mi. elçilerimiz onun ruhunu alır" (En'am, 61) ayetinde de ölüm meleğinin yardımcısı olan meleklere izafe etmesi gibidir. Binâenaleyh can alma işi, yaratma bakımından Allah'a; (bu işi yapanların) reisi olması bakımından Azrail'e ve Allah ölümü yarattığı anda bu işi bilfiil yapan ölüm meleğinin yardımcısı olan meleklere nisbet edilmiştir. İşte burada da böyledir. Bunu iyice kavradığın zaman diyoruz ki: "O Allah, sadakaları alır" tabiri, bu sadaka (zekat) itaatına büyük bir şeref ve kıymet kazandırmıştır. Bu hususta, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den gelen rivayetler de pek çoktur. O, mesela bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: "Allah sadakaları, sadakalardan güzel olanları kabul eder. O, onları eline alıp kabul eder ve onları, tıpkı sizden birinin tayını, deve yavrusunu büyütmesi gibi, sahibi (vereni) için büyütüp çoğaltır bereketlendirir. Öyle ki bir lokma sadaka Allah katında Uhud dağından daha büyük olur." Buhâri, Zekat. 8 (2/113).

Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Muhammed'in canı kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, sadaka veren her müslüman kulun verdiği sadaka, ması uğruna verdiği zata ulaşır, binaenaleyh o sadaka, Allah'ın eline geçer" Benzer hadis: Müsned. (2/431).

buyurmuştur. Hasan el-Basrî bu iki hadisi rivayet etmiş ve şöyle demiştir: "Allah'ın sağ eli, avucu ve kabzası tavsif edilemez. Çünkü "O'nun benzen gibisi yoktur"(Şura, 11) Bil ki yemin (sağ el) ve keff (avuç) kelimeleri, takdisten Allah'ın münezzehliğine yaraşan manalar verilmesi gereken kelimelerdendir."

105

"De ki; "Dilediğinizi yapın. Çünkü Allah da Resulü de, mü'minler de işlerinizi görecektir. Sonra gizliyi ve aşikârı bilen Allah'a döndürüleceksiniz. O, size, yapmakta olduğunuz şeyleri haber verecektir"

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki bu, her türlü teşvik ve sakındırmayı içinde toplayan bir sözdür. Çünkü ma'bûd (tapılan varlık), tapanların ne yaptığını bilmediği zaman, tapanlar, yaptıkları ibadetlerden istifade edemezler. İşte bundan dolayı, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) babasına: "İşitmez, görmez ve sana hiç bir faydası olmaz şeylere niçin tapıyorsun?"(Meryem, 42) demiştir. Ben, bazı toplantılarda Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in getirdiği bu delilden esas kastının, putların ulûhiyyetini tenkid olmadığını söyledim. Çünkü herkes bunların taş ve odun parçalarından ibaret olduğunu, tasarruf edenlerin tasarrufları ile (yaptıkları işlerle) yüzyüze bulunduklarını, her isteyenin onları yakıp kırabileceğini, bu durumda olan bir varlığın ilah olamayacağını kesin olarak bilir. Aksine Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in bu delilden maksadı şudur: Onun zamanındaki putperestlerin çoğu, kâinatın ilâhının mûcıb-i bizzat bir varlık olup; hür ve irade sahibi bir mûcid olmadığını iddia eden felsefecilerin görüşünde idiler. İşte bundan dolayı, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), "İlah, mücib-i bizzat (yapacağını otomatik olarak yapan), hayırları bilmeyen, fayda veya zarar veremeyen, ihtiyaç ve duaları işitemeyen ve muhtaçların yalvarıp yakarmalarının farkında olamayan bir varlık olduğunda, ona ibadet etmenin ne faydası (manası) var?" demek istemiştir. O halde, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in bu delilden maksadı, âlemin ilâhının "zâtı gereği mûcib" bir varlık olduğunu söyleyenleri tenkid etmektir. Fakat, âlemin ilahı hür ve irâde sahibi bir fail, cüz'iyyatı ve külliyatı (herşeyi) bilen bir âlim olduğu takdirde, kullar ibadet ve dualarından büyük fayda elde ederler. Çünkü kul ibadet ettiğinde ma'bud, onun taat ve ibadetini bilir, hem bu dünyada, hern de ahirette ona mükafaat verebilir; yine kul isyan edip günah işlediğinde, ma'bûd, hem dünyada, hem ahirette ona ceza verebilir. O halde Hak teâlâ'nın, "De ki: "(Dilediğinizi) yapın. Çünkü işlerinizi Allah (...) görecektir" ifadesi, itaatkarlar için büyük bir teşvik, günahkârlar için de büyük bir korkutma ve tehdid ifade eder. Binâenaleyh Cenâb-ı Allah sanki şöyle demektedir: "Haydi bakalım, çalışınız! Çünkü amellerinizin, hem bu dünyada, hem de ahirette birer hükmü vardır. Onların bu dünyadaki hükmü (ve durumu), Allah'ın, Resulullah'ın ve müslümanların onları görmesidir. Eğer o ameliniz bir taat olursa, ondan ötürü, hem bu dünyada, hem de ahirette büyük bir övgü ve mükafaat söz konusudur. Yok eğer o, bir günah olur ise, ondan ötürü bu dünyada büyük bir zemm (kınama), ahirette ise çetin bir azab meydana gelir." Binâenaleyh bu tek cümlenin, insanın dini, dünyası, hayatı ve âhireti hususunda muhtaç olduğu herşeyi içinde toplayan bir cümle olduğu sabit olmuş olur.

Ayetten Çıkarılan Usül meseleleri

Bu ayet, usül ile ilgili bazı meselelere delildir.

Rü'yet Kelimesinin Görmek ve Bilmek Manası

Birinci hüküm: Bu ayet, Allahü teâlâ'nın, görülebilecek şeyleri gördüğüne delâlet eder. Çünkü bir mef'ul alan "rü'yet" fiili "görmek" manasına; iki mef'ul alan ise "bilmek" manasına gelir. İki mef'ul alışı, mesela senin iyi "Zeyd'i fakih gördüm (yani fakih olduğunu bilip, anladım)" şeklindeki sözünde olduğu gibidir. Ayetteki reâ fiili bir mef'ul almıştır ve dolayısıyla "görmek" manasına gelir. Bu da, Cenâb-ı Allah'ın, herşeyi gördüğüne delâlet eder. Bu, tıpkı Hazret-i İbrahim'in "İşitmez ve görmez., şeylere niçin tapıyorsun?" (Meryem, 42) buyruğunun Allahü teâlâ'nın görüşü olduğuna ve eşyayı gördüğüne delalet etmesi gibidir. Bu ayetteki "rü'yet"i "bilmek" manasına almanın mümkün olmadığını, Hak teâlâ'nın, kendisini, hemen bu ifadenin peşi sıra "bilme" vasfı ile tavsif ederek, "Gizliyi ve aşikarı bilen Allah'a döndürüleceksiniz" buyurmuş olması da te'yîd eder, Eğer ayetteki "rü'yet", "bilme" manasına gelmiş olsaydı, o zaman faydasız ve lüzumsuz bir tekrar yapılmış olurdu. Bu ise, (Kur'an için) düşünülemez.

Allah'ın Kalbî Fiilleri Görmesi Konusunda Mutezile'nin Hatası

İkinci hüküm: Ehl-i Sünnet alimlerimize göre, mevcud olan herşey görülebilir. Alimlerimiz, bu görüşlerine bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Biz, bu ayette geçen "ru'yet" kelimesinin, tek bir mef'ul aldığını delille gösterdik. Dil kaideleri de, bir mef'ul alan , "ru'yet" kelimesinin, "görmek" manasına geldiğine şehadet etmektedir. Öyle ise bu ayetteki ru'yet "görmek" manasındadır. Cenâb-ı Hak, buradaki reâ fiiline, mef'ul olarak onların "işlerini" getirmiştir.

Ameller, (iradeler, hoşlanmayışlar ve fikirler gibi) kalb amelleri ile organların amelleri (hareket ve hareketsizlik gibi) olmak üzere ikiye ayrılır. Binâenaleyh Hak teâlâ'nın bütün bunlart görüyor olması gerekir. Bu da, herşeyin Allah tarafından görüldüğüne delâlet eder."

Cübbaî bu ayeti, Allahü teâlâ'nın sadece, hareket, hareketsizlik, bir araya gelme ve ayrılma gibi, organların amellerini gördüğüne delil getirmiştir. Ona, "(ehl-i sünnetin) istidlali eğer doğru ise, senin de, Cenâb-ı Hakk'ın kalbî amelleri de gördüğüne inanman gerekir" denildiğinde, o buna: "Allahü teâlâ ayette, bu ifade üzerine, "Resul" ve "mü'minler" kelimelerini de atfetmiştir. Resûlullah ve mü'minler ise, sadece insanların uzuvlarının fiillerini (zahirî fiilleri) görürler. Binâenaleyh ayetteki ru'yet, atfedilenler (yani Resul ve mü'minler) hakkında, uzuvların fiillerini görme ile sınırlı olunca, bunu ma'tufun aleyh olan "Allah" hakkında da aynı sınırla sınırlamak gerekir" diye cevap vermiştir. Bu, tuhaf bir görüştür, Çünkü atıf (ma'tuf ife ma'tufun aleyh arasında), sadece asılda (yani burada, görme işinde) müşterek oluşu ifade eder. Binâenaleyh ma'tuf ile ma'tufun aleyhin her bakımdan eşit olmaları gerekli değildir. Bu sebeple, ma'tufta bir tahsisin (sınırlamanın) bulunması, ma'tufun aleyhin de tahsisini gerektirmez. Ehl-i Sünnet'in istidlalinin aslına şu şekilde cevap verilebilir: "Allahü teâlâ şu anda da görmektedir. Binâenaleyh bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Çünkü Allah, (...) işlerinizi görecektir" ifadesinin delâlet ettiği şey, şu anda mevcut değildir. Çünkü se yerâ (görecek) fiilinin başındaki sin harfi, gelecek zamanı gösterir. Böylece bu görme işinden muradın, onların amel ve hareketlerine karşılık (mükafaat veya ceza) verme manası olduğu ortaya çıkar. O halde, ifadesi, "Allah size, işlerinizin karşılığını verecektir" manasında olur.

Cübbai'nin bu görüşüne, birisi şöyle cevap verebilir: "Onların amellerine karşılık verme işi ayette, "O, size yapmakta olduğunuz şeyleri haber verecektir" ifadesi ile anlatılmıştır. Binaenaleyh eğer biz, buradaki "rü'yet"i, "işlere karşılık verme" manasına hamledersek, lüzumsuz bir tekrar söz konusu olur. Bu ise caiz değildir."

Üçüncü Mesele

Ayetteki, "Çünkü Allah da. Resulü de, mü'minler de işlerinizi görecektir" buyruğu ile ilgili bir soru vardır. O da şudur: Onların amellerini, herkes görmemektedir. Öyleyse bu sözün manası nedir?

Cevap: Bunun manası, bu amelin haberinin herkese ulaşmasıdır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Eğer bir adam, hiçbir kapısı ve penceresi olmayan bir kaya içinde, bir iş yapsa, mutlaka onun işi, olduğu gibi insanlara çıkar (ulaşır)" Müsned, (3/28). buyurmuştur.

İmdi eğer, "Ayette, "Allah" isminden sonra Resûlullah'ın ve mü'minlerin, o tevbe edenlerin amellerini gördükleri manasında zikredilmesinin hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bunun, iki izahı vardır:

1) Kişiyi, amel-i salih yapmaya sevkeden en kuvvetti etken, onu yapması neticesinde elde edeceği övgü, itibar ve şereftir. Kişi, bu fiili yaptığı zaman, Resûlullah'ın ve mü'minlerin kendisine önem vereceklerini bildiği zaman, bundan dolayı ayrıca sevinir ve o işe karşı arzusu kuvvetlenir. Bu inceliğe dikkat çeken şeylerden birisi de şudur: Allahü teâlâ, ayette önce kendinin görmesini zikretti. Bunun peşisıra Resûlullah'ın ve mü'minlerin görmesini zikretti, binâenaleyh sanki şöyle denildi: "Eğer sen, Hakk'a kullukta doğruyu bulmuş ehl-i tahkîk'ten isen, Allah için salih ameller işle. Yok eğer, halkın medh-ü senası ile oyalanan zayıf kimselerden isen, halkın, yani Resulullah'ın ve mü'minlerin övgüsüne nail olmak için, yine salih ameller işle."

Ahiretteki Şahitlik Hakkında

2) Ebu Müslim'in sormuş olduğu bu soruya, ikinci olarak da şöyle cevap verilir: "Mü'minler, Cenâb-ı Hakk'ın, "Böylece sizi, (Ey Muhammed ümmeti) vasat (örnek) bîr ümmet yaptık.." (Bakara, 143) ayetinde buyurduğu gibi, Kıyamet günü, Allah'ın şâhidleridir. Hazret-i Peygamber de, Cenâb-ı Hakk'ın "Her ümmetten birer şâhid, onların üzerine de seni bir şâhid olarak getirdiğimiz zaman onların hali nice olur?" (Nisa. 41) ayetinde buyurduğu gibi, ümmet için şâhiddir. Binâenaleyh Resûlullah'ın ve mü'minlerin, Kıyamet günü Allah için şâhidler olacağı sabit olmaktadır. Şâhidlik ise, ancak (şahidlik yapılacak şeyi) gördükten sonra doğru olur. Bundan dolayı Allahü teâlâ, bu ayette Resulünün ve mü'minlerin, o kimselerin hareketlerini gördüğünü zikretmiştir. Bundan maksad, onların Kıyamet günü, geçmiş-gelecek herkesin huzurunda, şahidlik yapacaklarına, çünkü onların sıdk, doğruluk, iffet ve rüşd sahibi kimseler olduklarına dikkat çekmektir,

Burada "Gayb'ın Manası

Allahü teâlâ daha sonra "Gizliyi ve aşikarı bilene döndürüleceksiniz" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

İbn Abbas (radıyallahü anh): "Gayb, onların (insanların) gizledikleri şeylerdir; "şehadet" de, açıkça yapıp, gizlemedikleri şeylerdir" demiştir. Ben de diyorum ki: "Gayb"ın, onların kalplerinde meydana gelen, amelleri yapmaya veya amellerden geri durmaya sevkeden niyetler manasına; "şehâdet"in de, azaları ile yapıp ortaya koydukları ameller manasına olması uzak bir ihtimal değildir.

Yine diyorum ki: "İslam feylesoflarının görüşü şudur: "His ve duyulara gâib olan (yani hissedilemeyen-görülemeyen) varlıklar, hissedilen (görülen) varlıkların illetleri (sebebleri) veya illet (sebeb) gibi olan şeyleridir." Bu görüşte olanlara göre, illeti (sebebi) bilmek, malûlü (sebebe bağlı) şeyi bilmek için bir illettir (sebebtir). Bundan dolayı gaybı bilme işinin, şehadeti bilme işinden önce olmuş olması gerekir. İşte bu sebebten ötürü Kur'an'da bu ifade ne zaman yer alsa, "gayb", "şehadeften önce gelir.

İkinci Mesele

Eğer biz, Hak teâlâ'nın, Allah (...)işlerinizi görecektir" ifadesini, bizzat "görme" manasına alsak, o zaman bunun manasının, "Gizliyi ve aşikarı bilene döndürüleceksiniz" ifadesinin manasından farklı olduğu ortaya çıkar. Yok eğer biz bu "rü'yeti" "bilme" veya "(o amellere karşılık) mükâfaat verme" manasına hamledersek, ayetteki "Gizliyi ve aşikarı bilen Allah'a döndürüleceksiniz"tabirinin "Allah (...) işlerinizi görecektir" ifadesinin tefsiri yerine geçmiş olduğunu kabul etmiş oluruz. O zaman "Gizliyi ve aşikarı bilene döndürüleceksiniz" ifadesinin manası şöyle olur: "Aşikârı (şehadeti), yani dünyada iken ortaya konulan medhi, senayı, saygıyı veya bunların zıdlarını, gizliyi (gaybı), yani Kıyamette, ortaya çıkacak mükâfaat veya ceza durumunu bilen Allah'a döndürüleceksiniz."

Allahü teâlâ daha sonra, "O. size yapmakta olduğunuz şeyleri haber verecektir" buyurmuştur. Bu, "O, sizin amellerinizin durumlarını biliyor, sonra size, onlara göre karşılık verecektir. Çünkü âhirette Allah'ın karşılık vermesi (mücâzâtı), ancak bilmeden sonra hâsıl olur. Çünkü o zaman herkes, kendisinin başına gelen, kendisine ulaşan şeyin zulüm değil, bir adalet olduğunu bilir. Eğer sevab ehlinden ise sevinç ve saadeti daha fazla; yok eğer ikâb ehlinden ise, kederi ve pişmanlığı daha fazla olur" manasındadır.

İslâm feylesofları şöyle demişlerdir: "Allah (...) işlerinizi görecektir" ifadesinden murad, ruhanî (yani ruh'a verilecek) sevaba bir işarettir. Çünkü kul, mevlâstnın kendisine emretmiş olduğu birçok meşakkatli işi yüklenip yapınca ve mevlasının, onun bu meşakkatlerini yüklendiğini görmekte olduğunu bilince, çok sevinir ve o husustaki sevinci artar. Bu, ona göre, şahane elbiselerden ve çok maldan daha kıymetli ve tatlı olur. Ama Cenâb-ı Hakk'ın "Gizliyi ve aşikârı bilene döndürüleceksiniz" buyruğuna gelince, bundan maksat, rezîl ve rüsvay kılınmak suretiyle verilecek olan azabın tarif edilmesidir. Bu, şuna benzer: Sultanın kendisine çok çeşitli lütuf ve ihsanlarda bulunmuş olan kul, çok çeşitli isyan işlemiş olsun... Bu köle sultanın yanına gelse ve sultan da onun işlemiş olduğu çok çeşitli kabahat ve kusurları, bir bir sayıp dökse... İşte o zaman, o kulun hüznü artar, gam ve kederi büyür, çok mahcûb olur. İşte bu, bir tür ruhanî bir azabtır. Akıllı kimseler çoğu kez, bundan ve diğerlerinden kaçınıp korunmak için en şiddetli maddî ve cismanî azablara, acılara katlanır, razı olurlar.

106

"(Savaşa gitmeyenlerden) diğer birtakımı da, Allah'ın emrine (intizaren), haklarındaki hüküm ertelenmiştir. O, , bunları ya azaba uğratacak, yahut tevbelerini, kabul edecektir. Allah, çok iyi bilen, tam bir hikmetle yapandır"

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Mürcie Hakkında

Hamza, Nâfi, Kisaî ve Asım'ın ravisi Hafs, hemzesiz olmak üzere mürcevne; diğer kıraat imamları da, hemze ile mürceûne okumuşlardır ki, bu, iki kullanıştır. Arapça'da, bir şeyi ertelediğinde, hemzeli ve hemzesiz olmak üzere "Onu tehir ettim" denilir. Tevbe edenin mutfak bağışlanacağını söylemeyip, bu mağfireti Allah'ın meşîetine, iradesine havale ettikleri, bıraktıkları içindir ki, "Mürcie" mezhebine bu ad verilmiştir. Evzâî'ye göre onlara bu adın verilmesinin sebebi ameli imandan geri bırakmaları, yani ayrı düşürmeleridir.

Cihadden Geri Kalan Gruplar

Bil ki Allahü Teâlâ, cihaddan geri kalanları üç kısma ayırmıştır:

1) Nifak üzere talimli olan münafıklar.

2) Tevbe edenler. "Diğer bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler" (Tevbe, 102)ayetiyle kasdedilenler bunlar olup, Cenâb-ı Hak, onların tevbelerini kabul buyurduğunu açıklamıştır.

Ayetin Nüzul Sebebi

3) Alıkonarak, bekleyerek, geride kalanlar ki, bu ayette zikredilenler de bunlardır.

İkinci kısımdakilerle bunlar arasındaki fark şudur: Ötekiler hemen îevbe etmeye koşmuşlarken, bunlar tevbeye yönelmemişlerdir.

İbn Abbas (radıyallahü anh) ise şöyle demiştir: "Bu ayet, Ka'b İbn Malik, Mürare Ibnu'r-Rebî ve Hilal İbn Ümeyye hakkında nazil olmuştur. Ka'b: 'Medine'deki en hızlı deve benimdir; bu sebeble, dilediğimde Hazret-i Peygamber'e ulaşırım " der ve günlerce gecikir. Daha sonra da, Hazret-i Peygamber'e ulaşmaktan ümidini keser ve yaptığı şeye pişman olur; aynı şekilde arkadaşları da. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Medine'ye geri döndüğünde Ka'b'a, Hazret-i Peygambere git ve yaptığından dolayı O'ndan özür dile " denildiğindeyse o: "Hayır, tevbenin kabulüne dair bir hüküm, ayet nazil olmadıkça, gitmeyeceğim vallahi" der. Diğer iki arkadaşı ise, Hazret-i Peygamber'e giderek özür beyanında bulunurlar. Hazret-i Peygamber, onlara: "Sizin, bana katılmayarak geride kalmanızın sebebi nedir?" dediğinde onlar: "Hatadan başka bir mazeretimiz, haklı gerekçemiz yoktur" cevabını verirler.. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk'ın, "Savaşa gitmeyenlerden diğer birtakımı da Allah'ın emrine intizaren. haklarındaki hüküm ertelenmiştir" ayeti nazil olur.

Haklarındaki Hüküm Ertelenen Üç Kişi

Bunun üzerine, bu ayetin nüzulünden sonra Hazret-i Peygamber orrtarı (haklarında hüküm ininceye kadar bir yerde) durdurtur. İnsanları, onlarla oturup kalkmaktan men eder; onlara, hanımlarından ayrılmalarını ve onları, ana babalarının yanına yollamalarını emreder. Derken, kendisine yiyecek getirmek arzusuyla, Hilâl'in hanımı gelir; çünkü Hilal, son derece yaşit bir kimsedir. Sadece ona izin verilir. Şam'dan ise bir elçi gelmiş, Ka'b'ı kendilerine (Bizans'a) katılmaya teşvik etmektedir. Bunun üzerine Ka'b: "Yaptığım hata öyle bir dereceye ulaşmıştır ki, müşrikler bile benden bir şey umar hale geldiler. Onca genişliğine rağrnen. yeryüzü bana dar geldi" der. Hilâl İbn Ümeyye ise öylesine ağladı ki, gözlerinin kör olacağından korkuldu. Elli gün geçtikten sonra, onların tevbelerinin kabul edildiğine dair, "Allah, peygamberinin tevbesini kabul buyurdu "(Tevbe, 117) ve, "Savaştan geri bırakılan üç kişinin (tevbelerini de kabul etti) (Tevbe. 118) ayetleri nazil oldu.

Hasan el-Basri şöyle demiştir: "İşbu ayetinde bahsedilen kimseler, Resulüllah'ın, kendi huzurundan uzaklaştırdığı bir münafık güruhudur." Esamm da, Cenab-ı Hakk'ın bu ayetle münafıkları kastettiğini ve bunun tıpkı, "Çevrenizdeki bedevilerden ve Medine ahalisinden birtakım münafıklar vardır ki" Tevbe, ıoıt ifadesi gibi olduğunu söyleyerek, sözünü şöyle sürdürmüştür: "Allah, onlar hakkındaki hükmü ertelemiş, onlar hakkında bildiği şeyi haber vermemiş ve tevbe etmemeleri halinde, haklarında ayet ineceğini bildirerek, onları bu ayetle korkutmuştur.

İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak "O, bunları ya azaba uğratacak, yahud tevbelerini kabul edecektir" buyurmuştur." Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Akıbetleri Hakkında, Ayette Müphem ifade Kullanılması

Bir kimse şöyle diyebilir: "İmma kelimesi, şek ifade eder. Halbuki Cenab-ı Hak, şekden münezzeh ve beridir." Buna şu şekilde cevap verilebilir: "Bundan murad, "Onların içleri. korku ve ümit üzere olsun" manasıdır." Böylece, bazı insanlar, "Allah onlar hakkında, mazeretlerinin kabul edildiğini bildiren bir ayet indirmezse, onlar helak olurlar"; diğer bazıları da, "Umulur ki Allah onları bağışlar, affeder" demeye başladılar.

İkinci Mesele

Bunların savaştan geri kaldıklarına ve Hazret-i Peygamber'e katılmadıklarına pişman olduklarında şüphe yoktur. Allahü teâlâ da onların tevbe ettiklerine hükmetmeyip, aksine "O. bunları ya azaba uğratacak, yahud tevbelerini kabul edecektir" buyurmuştur. Bu da sadece pişman olmanın, tevbenin sahih olması için yeterli olmayacağına delâlet eder.

Tevbenin Şartları

Eğer, "Tevbenin şartları nedir?" denilirse, biz deriz ki:

Belki de onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, kendilerine 'eziyyet edilmesini emretmesinden;veyahut da mahcûb ve rezil kepaze olmaktan çekinmişlerdir. Böyle olması halinde, onların tevbeleri doğru ve makbul olmaz. Tevbelerinin kabul edilmeyişi meselesi, insanların, onları tenkid veya medhetmeleri hususundaki durumları, onlar nezdinde önemini yitirip hafifleyinceye kadar devam etmiştir. İşte, iş bu noktaya gelince, onlar, yapmış oldukları günantan, sırf günah olduğu için, pişman olmuşlardır. İşte o zaman da, yapmış oldukları tevbe sahih ve makbul olmuş olur.

Üçüncü Mesele

Cübbai, bu ayet ile Allahü teâlâ'nın, tevbe etmeyenleri affetmeyeceği hususunda istidlalde bulunmuştur. Ona göre bu böyledir, zira Cenâb-ı Hak, o günahkârlar hakkında, "O, bunları ya azaba uğratacak yahut tevbelerini kabul edecektir" buyurmuştur. Bu ifade, hükmün şu iki şeyden, yani, azab etmekten veya tevbelerini kabul etmekten biri olduğuna delalet eder. Tevbe etmeksizin günahların affedilmesi meselesi üçüncü bir kısım olmuş olur. Allahü teâlâ ise bu üçüncü kısımdan bahsetmeyince, bu bahsetmeyiş böyle bir hükmün bâtıl olduğuna, onun muteber olmadığına delâlet eder.

Af Hakkında Genel Hüküm Verilip Muayyen Kişinin Akıbeti Bilinmez

Buna şöyle cevap verilir: Biz, bütün günahların affedileceğine dair kesin hüküm veremeyiz. Aksine biz, genel manada, affın bulunacağına dair kesin hüküm verebiliyoruz. Ama bu affın, bizatihi falanca hakkında tahakkuk edip etmeyeceği meselesine gelince, bu şüphelidir. Baksana Cenab-ı Hak, "Ondan başkasını, dileyeceği kimseler için bağışlar" (Nisa. 48) buyurmuştur. Böylece Allah, şirkin dışında kalan günahların bağışlanacağına kesin hüküm vermiş, ancak, bu herkes hakkında değildir. Tam aksine, bu aff, Cenâb-ı Hakk'ın dilediği kimseler hakkında böyledir. Binâenaleyh, onlar hakkında affın bulunmamasından, mutlak manada affın olmayacağı neticesi çıkmaz. Hem, zikredilmemiş olma, yokluğa (o şeyin bulunmadığına) delâlet etmez. Baksana, Cenâb-ı Hak: "O gün yüzler vardır parıl parıl parlayıcıdır, güleçtir, sevinçlidir" (Abese. 38-39) buyurmuştur ki bunlar, mü'minlerdir. Yine, "O gün yüzler de vardır, üzerlerini toz toprak bürümüştür. Onları da bir karanlık ve siyahlık kaplayacaktır, işte bunlar kâfirler ve facirlerdir" (Abese 40-42) buyurmuştur. Bu ifadelerde bahsedilenler ise ya mü'minlerdir, ya kâfirlerdir. Üçüncü bir kısmın zikredilmemesi, Cübbaî'ye göre de, bulunmadığına delâlet etmez. İşte, bu ayette de böyledir.

Cenâb-ı Hak, buyurmuştur.Yani, "Allah, o mü'minlerin kalblerinde olanı bihakkın bilen, onlar hakkında hükmettiğinde hakim olandır" demektir.

107

"Bir de müslümanlara zarar vermek için, küfr için, mü'minlerin arasına ayrılık sokmak için ve daha evvel Allah ve Resulüne harb edeni gözlemek için bir mescid edinenler ve "bununla iyilikten başka bir şey kasdetmedik" diye muhakkak yemin edecek olanlar vardır. Allah şahidlik eder ki, onlar seksiz şüphesiz yalancıdırlar".

Bil ki Allahü teâlâ, münafıkların çeşitlerinden.ve muhtelif yol ve metodlarından bahsedince buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Nafi ve İbn Amr, vavsız olarak ellezine diye okumuşlardır ki bu, Medinelilerin mushafında da böyledir. Diğer kıraat imamları ise vav ile vellezine diye okumuşlardır ki bu, Mekke ve Iraklıların mushaflarında böyledir. Birinci kıraat ifadesinden bedel olarak böyle okunmuş; ikincisi de, kelamın takdirinin şeklinde olması sebebiyle böyle okunmuştur.

Mescid-i Dırâr Yapanlar

Vahidî şöyle demektedir: "İbn Abbas, Mücahid, Katâde ve bütün müfessirler (radıyallahü anh), Dırâr Mescidi'ni yapanların oniki münafık olduğunu; bunların kendisiyle Küba Mescidi'ne bir zarar verecekleri bir mescid yaptıklarını söylemişlerdir." Ben de diyorum ki, Cenab-ı Hak bunları şu dört sıfatla nitelemiştir:

"Dırar" Kelimesinin Manası

Birinci sıfat: Dırâren lafzının ifade ettiği manadır. Darar (zarar) kelimesi, tıpkı şikak kelimesinin, güç ve zor gelen şeyi yapmaya gayret etmek anlamına gelmesi gibi, "zarar vermeye gayret sarfetmek" anlamına gelmektedir. Zeccâc şöyle demektedir: "Mefûlün leh olduğu için, dırâren kelimesi mansubtur. Buna göre mana, "O mescidi, zarar vermek ve (ayette bahsedilen) diğer hususlar için edindiler" şeklinde olur. Binâenaleyh lâm hazfedilince, fiil doğrudan doğruya bu kelimeyi kendisine mefûl aldı da, böylece de bu kelime mansub oldu. Bu kelimenin mana itibariyle bir mefûl-ü mutfak olması da caizdir. Buna göre kelamın takdiri, "Onlar adamakıllı zarar verecekleri bir mescid edindiler" şeklinde olur,

İkinci sıfat: Ve kufren kelimesinin delâlet ettiği husustur. İbn Abbas (radıyallahü anh), "Cenab-ı Hakk'ın bu iki kelime ile, "Mü'minlere zarar vermek, peygamberi ve onun getirdiğini inkâr etmek için" manasını kastettiğini söylerken, başkaları da, bu ifadeye, "onlar, o mescidi Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i ta'n ederek, içinde küfre dalmak için edindiler" manasını vermişlerdir.

Üçüncü sıfat: Mü'minlerin arasına ayrılık sokmak için.." buyruğunun ifade ettiği husustur. Yani, "Onlar, o mescid vesilesiyle mü'minlerin cemaatini parçalamak için... edindiler" demektir. Bu böyledir; zira münafıklar: "Biz, bir mescid yaptık. Onun içinde namaz kılacağız. Biz, Hazret-i Muhammed'in arkasında namaz kılmayız. Eğer o, mescidimize gelirse beraberce namaz kılarız. Böylece de, Peygamberle O'nun mescidinde namaz kılanların arasını açmış oluruz. Bu durum da, onların birlik ve beraberliklerinin bozulmasına ve aralarındaki sevginin sona ermesine yol açar" diyorlardı.

İslam'a Harb Açan Ebu Amir'i Gözleyenler

Dördüncü sıfat: "Ve daha evvel Allah ve Resulü ile harbedenigözlemek için..." ayetinin ifade ettiği husustur. Alimler, bu hususta da şöyle demişlerdir: "Bu ifadeyle, gasîlu'l-melâike(meleklerce yıkanan) Hanzala'nın babası rahib Ebu Amir murad edilmiştir ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onu fasık olarak adlandırmıştı. Cahiliyyede hristiyan olmuş, ibadet etmek için manastıra çekilerek, ilim talebinde bulunmuştu. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), peygamberliğini ilan edince O'na düşman oldu. Çünkü böylece, onun liderliği sona erecekti. Ve o: "Seninle savaşan bir topluluk bulduğumda, mutlaka onlarla birlik olur, sana karşı savaşırım" demişti. Huneyn Gününe kadar, bu savaştan ve mücadelesinden geri durmadı. Hevazin Kabilesi hezimete uğrayınca, Şam'a gitti. Ve münafıklara: "Gücünüzün yettiğince kuvvet ve siiah hazırlayın, benim için bir mescid yapın; zira ben, şimdi Kayser'e gidiyorum. Kayser'in yanında bulunan orduları alıp geleceğim. Böylece de, Muhammed ve yanındakilere karşı kıyam edeceğim" diye haber yolladı. Bunun üzerine de onlar bu mescidi yaptılar ve o mescidde kendilerine namaz kıldırması için, Ebu Amir'in gelmesini gözleyip durdular." Zeccac, irsâd kelimesi beklemek manasına gelir" derken, İbn Kuteybe, "bunun (normal bir bekleyiş) olmayıp, düşmanlık duygusuyla bekleme" manasına geldiğini söylemiştir. Ekseri ulemâ ise, irsad kelimesinin "hazırlık yaparak beklemek" manasına geldiğini söylemişlerdir. Nitekim Cenab-ı Hak da "Çünkü Rabbin, şüphesiz ki rasad yerindedir" (Fecr, 14) buyurmaktadır.

"daha evvel" buyruğundan maksad "Dırar Mescidi"nin yapımından önce" demektir.

Cenab-ı Hak, bu mescidi bu dört vasıfla niteleyince, "Bununla iyilikten başka bir şey kastetmedik" diye yemin edeceklerdir" buyurdu. Bu, "Onlar, bu mescidi yapmakla, güzel bir iş yaptıklarına yemin ederler" demektir. Bu güzel iş de, zayıflarının, hastalarının ve Allah Resulünün mescidine gidemeyen acizlerin işlerini kolaylaştırmak amacıyla, müslümanlara duydukları şefkattir! Bu böyledir, zira onlar Allah'ın Resulüne, "Biz, hastalıklı ve muhtaç olanlar ile; yağmurlu ve soğuk gecelerden dolayı bir mescid yaptık " diyorlardı.

Daha sonra, Cenab-ı Hak, "Allah şahidlik eder ki, onlar kesinlikle yalancıdırlar" buyurmuştur. Bu, "'Allah, Resulünü onların yalan yere yemin ettikleri yemine muttali kıldı" demektir. Bil ki, bu ayetin başındaki vellezine kelimesi, mübteda olmak üzere mahallen merfû olup, haberi hazfedilmiştir. Kelamın takdiriyse, "Mescid yapanlar da bahsettiklerimizdendir" şeklindedir.

Mescid-i Dırar'da Namaz Kılınmaz

108

Âyetin tefsiri için bak:110

109

Âyetin tefsiri için bak:110

110

"(Habibim) onun içerisinde hiçbir vakit namaza durma. Ta ilk gününde, temeli takva üzerine tesis edilen mescid, senin, içinde ibadete kıyamına elbette daha lâyıktır. Orada tertemiz olmalarını arzu etmekte olan kimseler bulunmaktadır. Allah da çok temizlenenleri sever. Binasını Allah korkusu ve rızası üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa yapısını yıkılacak bir yarın, uçurumun kenarına kurup da, onunla beraber kendisi de cehennem ateşine çöküp giden kimse mi? Allah, zalimler topluluğuna hidayet etmez. Onların kurdukları bina, kalblerinde daimî bir şek olacaktır. Meğer ki kalbleri ölümle parçalanmış olsun. Allah çok İyi bilendir, tam bir hüküm.ve hikmet sahibidir".

Müfessirler şöyle demektedirler: Münafıklar Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Tebük Savaşı'na giderken o bozuk maksatları için bu mescidi yapınca, "Ya Resulellah, biz, hastalar ile yağmurlu ve soğuk geceter sebebiyle bir mescid yaptık. Biz, senin de bizimle beraber orada namaz kılmanı ve bize, bereket ve hayır dualarda bulunmanı arzuluyoruz" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Şimdi ben, bir sefer hazırlığı içindeyim. İnşaallah, döndüğümüzde orada namaz kılarız" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Tebük Savaşı'ndan dönünce, o münafıklar O'nun, yaptıkları mescide gelmesini istediler de, işte bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber bazı kimseleri çağırtarak: "Ehli, zalim olan o mescide gidiniz; orayı yıkıp harap ediniz" buyurdu. Onlar da, böyle yaptılar. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), o mescidin yerininse, içine çerçöp atılan bir yer edinilmesini emretti.

Hasan el-Basri şöyle demektedir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), mescide gitmeye yönelince, Cebrail (aleyhisselâm), "Onun içerisinde hiçbir vakit namaza durma" diye niyaz etti.

Bunu iyice kavradığın zaman biz diyoruz ki: "Cenâb-ı Hakk'ın "Onun içerisinde hiçbir vakit namaza kıyam etme" buyruğu, Hazret-i Peygamber'i orada bulunmaktan nehyetmektir, yaksaklamaktır."

îbn Cüreyc, şöyle demektedir: "Onlar o mescidi cuma günü yapıp tamamladılar ve orada o gün, cumartesi ve pazar günleri namaz kılabildiler. Pazartesi günü ise mescid, çöküp yıkıldı." Cenab-ı Hak, bu yasaklamanın illetini şu şekilde beyan buyurmuştur: "Bu iki mescidden biri, ta ilk günden beri takva üzere bina edilmiş olup, başka bir mescidde namaz kılmak da, Takva mescidi'nde namaz kılmaya manı olunca, ikinci mescidde namaz kılmanın yasak ve memnu olduğu, zaruri olarak bilinmiş olur.

Buna göre şayet, "İki mescidden birinin daha üstün olması, diğerinde namaz kılmaktan men etmeyi gerektirmez" denilirse biz deriz ki:

İllet, şu iki hususun, yani Dırâr mescidinin ayette bahsedilen dört fesada sebep olması ile Takva Mescidinin de, pekçok hayırlar ihtiva etmesine bağlanmıştır.

Bazı Rafızîler şöyle demektedirler: "Allahü teâlâ, ta ilk günden beri takva üzere bina edilmiş mescidinin, böyle olmayan mescidden, nama2 kılınmaya daha lâyık olduğunu beyan buyurmuştur. Hazret-i Ali"nin bir an dahi o'sun, Allah'ı inkâr etmediği malumdur. Binaenaleyh onun, işin başında, Allah'ı inkar edenlerden, imamete daha uygun olması gerekir."

Bizim buna karşı cevabımız, ayetteki illetin ayette zikredilen iki şeyin toplamına birden bağlanmış olduğu şeklindedir. Böylece de bu soru, zail olmuş olur.

Takva Mescidi Nerededir?

Alimler, "Takva Mescidi"nin neresi olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Burasının, Küba Mescidi olduğu ve Hazret-i Peygamber'in, her sene oraya gelerek orada namaz kıldığı ileri sürülmüş ise de, ekseri alimler, burasının Mescid-i Nebevi olduğu kanaatindedirler.

Said İbnu'l-Müseyyeb şöyle demektedir: "Takva üzere temeli atılmış olan mescid, Hazret-i Peygamber'in mescididir (Mescid-i Nebevi). İki kişi bu hususta ihtilafa düştüler. Onlardan birisi, burasının Mescid-i Nebevi olduğunu; diğeriyse burasının Küba Mescidi olduğunu savundu. Bunun üzerine her ikisi de bu meseleyi Hazret-i Peygamber'e sorduklarında, Hazret-i Peygamber, "Burası, benim şu mescidimdir" buyurdu."

Kadî: "Her ikisinin de, ayetin muhtevasına girmesinde bir sakınca bulunmamaktadır. Çünkü, Cenâb-ı Hak, "temeli takva üzerine tesis edilen mescid" buyurmuştur. Bu tıpkı bir kimsenin, "Salih kimselerle oturup kalkman daha uygundur" demesine benzer. Binâenaleyh bu söz, o salih kimselerden birisine hasredilmiş olmaz" demiştir.

Buna göre şayet, "Diğerinde namaz kılmak caiz olmadığı halde, Cenâb-ı Hak niçin, "... içinde kıyamına elbette daha layıktır" buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki:

Bu: "Her ne kadar bu caiz ise de, bahsedilen sebepten dolayı, berikisinde kıyama durmak daha evlâdır" anlamındadır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak. "Orada tertemiz olmayı arzu eden kimseler bulunmaktadır. Allah da çok temizlenenleri sever" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis vardır:

Birinci bahis: Allahü teâlâ, Takva Mescidini, şu iki sebepten dolayı tercih etmiştir:

a) Onun, takva üzere bina edilmiş olması ki bunun ne demek olduğu, daha önce geçmişti.

b) O mescidde tertemiz olmayı seven adamların bulunması.

Temizlenmenin Buradaki Manası

Bu ayette bahsedilen temizliğin ne demek olduğu hususunda iki görüş ileri sürülmüştür:

Birinci görüş: Bununla günah ve isyanlardan temizlenmek kasdedilmiştir. Bu görüş, şu sebeplerden dolayı teayyün edip belirginleşmiştir:

1) Günah ve isyanlardan temizlenmek, Allah'a yaklaşmada, O'nun mükafaat ve medhini hak etmede müessir olan bir husustur.

2) Allahü teâlâ, Dırar Mescidi'nin ashabını, müslumanlara zarar vermek, Allah'ı inkar etmek ve müslümanların arasını açmak gibi şeylerle vasfetmiştir. Binâenaleyh, diğer mescidin ehlinin, bunların taşımış oldukları sıfatların zıddıyla muttasıf olmaları gerekir. Bu da onların, küfür ve masiyyetten uzaklaşmalarıdır.

3) Allah katında, zahirî temizliğin, bâtının küfür ve isyanlardan temizlenmiş olması halinde bir tesir ve kıymeti bulunmaktadır. Ama bâtının küfür ve masiyetlerden temizlenip de zahirî temizlik tahakkuk etmediğinde, (her halükârda) batınî temizliğin zahirî temizliğe bir tesiri söz konusudur. Dolayısıyla batını temizlik daha evla olur.

Temizlenenlerden Maksad Ensardır

4) Keşşaf sahibi şunu rivayet etmiştir: "Bu ayet nazil olunca, yanında bir kısım muhacirler olarak, Hazret-i Peygamber yürümeye başladı. Derken, Küba mescidinin kapısına varınca orada durdu. Orada, ensardan bazıları oturuyordu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Siz mü'min misiniz?" diye sordu. Topluluk susunca, Hazret-i Peygamber bu soruyu tekrarladı. Bunun üzerine Hazret-i Ömer, "Ya Resulellah, onlar mü'mindirler, ben de onlarla beraberim" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Kaza ve kadere razı oldunuz değil mi?" dedi. Onlar "Evet" deyince de, Hazret-i Peygamber: "Belalara sabrediyor musunuz?" dedi. Onlar, "Evet!" dediler. Hazret-i Peygamber: "(Bolluk zamanı) nimetlere şükrediyor musunuz?" deyince, onlar "Evet!" dediler. Bunun üzerine de, Hazret-i Peygamber: "Kabe'nin Rabbine yemin ederim ki, bunlar mümindirler" dedi ve sözüne devamla: "Ey ensar topluluğu, Allah sizi övdü. Abdest alırken ne yaptınız?" diye sorduğunda, onlar da, "Taharet yaparken önce taş ile istincada bulunduk, sonra da su ife temizlendik" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Orada tertemiz olmalarını arzu etmekte olan kimseler bulunmaktadır. Allah da çok temizlenenleri sever" ayetini okudu." Kenzu'l-Ummal, 12. Cilt, 33709. Hadis.

Aynı Anda Hem Hakikî Hem Mecazî Mananın Olması

İkinci görüş: Bundan murad. taş ile yapılan istincadan sonra, su ile temizlenmektir. Bu, hadiscilerden olan ekseri müfessirin görüşüdür. Bu hususta üçüncü bir görüş de, bunun, her iki manaya da birden hamledilmesidir. Böyle olması halinde şöyle bir soru sorulabilir: "Taharet lafzı, aynî necislerden temizlenme hususunda hakikat; günah ve isyanlardan uzak kalma hususunda ise, mecazdır. Halbuki, tek bir lafzı, aynı anda hem hakiki, hem de mecazî manaya almak caiz değildir, "

Cevap: "Necis" lafzı, "pis" olan şeye verilen bir addır. İşte bu kadarcık bir mana (yani, "pislik" manası) her iki kısımda da müşterektir. Böyle olması halinde, bu soru giderilmiş olur.

Daha sonra, Cenâb-ı Hak, birinci sebebi ki bu, mescidin takva üzerine bina edilmiş olmasıdır: tekrarlayarak "Binasını Allah korkusu ve rızası üzerine kuran kimse mi hayırlıdır?..." buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis vardır:

Birinci bahis: Bünyan tıpkı gufran gibi bir masdar olup, ism-i mef'ûl, yani "bina edilen şey" manası kastedilmiştir. Masdarın, ism-i mef'ûl yerinde kullanılması, meşhur bir mecazdır. Nitekim Arapça'da, "Onun dövdüğü" ve, "Onun dokuduğu" anlamında olmak üzere, denilir. Vahidî şöyle demektedir: "Bünyan" kelimesinin, sen onu isim kabul ettiğinde (......) kelimesinin çoğulu olması mümkündür. Zira Araplar, bu kelimenin müfredinde demektedirler.

İkinci bahis: Nâfi ve İbn Amir, meçhul olarak, (......) şeklinde okumuşlardır ki bu meçhul fiilin (hazfedilen) faili, onu yapan ve onu tesis edendir. Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesi, "Allah'ın ikâbından korkma ve O'nun mükafaatını umma üzerine" demektir. Bu böyledir, zira taat, ancak böyle bir korku ve böyle bir ümit bulunduğu zaman taat adını alır. Netice olarak diyebiliriz ki, bunu yapan kimse, bu binayı, Allah rızası, O'nun ikâbından korunmak ve mükâfaatını da ummak için yapınca, bu bina, bu yapı, Allah'ı inkâr etmeye ve kullarına zarar vermeye sebep olsun diye o kimsenin yaptığı o binadan daha üstün ve daha mükemmel olur.

"... yoksa yapısını yıkılacak bir yarın, uçurumun kenarına kurup da, onunla beraber kendisi de cehennem ateşine çöküp giden kimse mi?" ayetiyle ilgili birkaç bahis vardır:

Birinci bahis: İbn Amir, Hamza ve Asım'ın ravisi Ebu Bekr, râ harfinin sükûnuyla cürf; diğer kıraat imamları ise, rayı ötre ile okuyarak cüruf şeklinde okumuşlardır ki, her ikisi de aynı manaya kullanılan iki kullanıştır. Tıpkı, şuğl ve şuğul (meşguliyyet) ve unk ve unuk (boyun) kelimeleri gibi, cürf ve cüruf şeklinde kullanılır.

İkinci bahis: Ebu Ubeyde şöyle demiştir: "Şefâ "kenar, uç, kıyı" anlamına gelir. demek, "birşeyin ucu, kıyısı, kenarı" demektir. Bir kimse bir şeye yaklaştığında, denilmesi de, bu köktendir. Sel akıp, böylece vadi yarılarak selin aktığı kıyıda, her an düşmekle karşı karşıya olan, (altı boşalmış) zayıf bir toprak parçası kalır ki, işte buna Arapça'da cüruf (yar, uçurum, kıyı) denilir Hâr kelimesi hakkında Leys şöyle demektedir: "Hevr kelimesi, "Yar, uçurum yıkıldı" deyimindeki hâre fiilinin masdarıdır. Bu, bir şey, arkasından yarılıp da henüz, olduğu gibi yerinde kalan şeydir ki, işte buna, "düşmek üzere olan, düşmek üzere bulunan bir uçurum" denilir. Bu düştüğünde ise, "uçtu, yıkıldı" denilir.

Sen, bu lafızların manasını iyice anladığında biz diyoruz ki: Buna göre ayetin manası, "Dininin temelini, çok muhkem ve kuvvetli bir esasarki bu esas da, Allah'ın takvası ve O'nun rızası olan hak esastır-bina eden mi daha hayırlıdır; yoksa dinini, temellerin en zayıfı ve en az kalıcı olanı olan batıl esas üzerine bina eden mi hayırlıdır?" şeklinde olur. işte bu nifakın misali, tıpkı, cehennem vadilerinin kenarında ve uçmak üzere olan bir yarın, bir uçurumun durumu gibidir. Bu yar, "uçan, çöken bu kenarda olduğu" için, daima düşmek ve yıkılmakla yüzyüzedir. Bu münafık da, cehennemin kenarında olduğu için, bu yardan yuvarlandığında mutlaka, cehennemin ta dibim boylayacaktır. Biz, âlemde, münafıkların haline uygun olan bundan daha güzel bir misal bulamaya. Netice olarak diyebiliriz ki: Bu binadan birisini yapan, bu binası ile Allah'ın takvasını, ve O'nun rızasını; diğeri ise, masiyyet ve kûfrû kasdetmiştir. Binaenaleyh, ilk yapı daha kıymetli ve bekas, gerekli olan; ikincisi ise, âdi ve yıkılması gerekli olan bir bina olmuş olur.

Mescid-i Dırar'ı Yapanların Göğüslerindeki Sıkıntı

Daha sonra Cenab-ı Hak: "Onların kurdukları bina kalblerinde daimi bir şek olacaktır" buyurmuştur. Bu, "Bu binanın yapımı, onların kalblerine bir şüphenin düşmesine sebep olmuştur. Dolayısıyle o binanın bizzat kendisi, şüpheye sebebiyyet verdiği için "bir şüphe" olarak nitelendirilmiştir." O binanın şüphe sebebi olması hususunda da şu izahlar yapılmıştır:

1) Münafıklar, Dırar Mescidi'ni yapmakla, fazlaca sevinmişlerdi. Dolayısiyle, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, o binanın yıkılmasını emretmesi, onlara son derece ağır gelmiş ve bu yüzden onların Hazret-i Peyamber'e olan kızgınlıkları ve O'nun nübüvvetine dair şüpheleri artmıştı.

2) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) o mescidin yıktırılmasını emredince, onlar, sırf hasedinden dolayı bunu emrettiğini düşündüler. Böylece de, onların Hazret-i Peygamber'e olan güvenleri ortadan kalktı ve her an, şiddetli bir biçimde ondan korkmaya başladılar. Neticede, Hazret-i Peygamber'in onları kendi hallerine bırakacağı veyahut da, kendilerinin öldürülmelerini, mallarının yağmalanmasını emredeceğine dair bir şüphe içine düştüler.

3) Onlar, kendilerinin, o mescidi yapma hususunda iyi niyet taşıdıkları inancındaydılar. Binâenaleyh, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), o mescidin yıkılmasını emredince, onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hangi sebepten dolayı o mescidin yıkılmasını emrettiği hususunda şek ve şüphe içinde kalakaldılar.

4) Onlar, Cenâb-ı Hakk'ın o günahı, o mescidi yapmada gösterdikleri çabayı bağışlayıp bağışlamayacağı hususunda şüphe içinde kalakaldılar. -Bu izahlardan doğru olanı birincisidir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Meğer ki kalbleri (ölümle) parçalanmış olsun" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgifi birkaç bahis bulunmaktadır:

Birinci bahis: İbn Amir, Asım'ın ravisi Hafs ve Hamza, tanın fethası ve şeddeli tî harfiyle olmak üzere, tekatta'a şeklinde okumuşlardır ki, bu manasındadır. böylece iki te'den birisi hazfedilmiştir. Diğer kıraat imamları ise, fiili, meçhul olarak te'nin zammesi ve tı'nın şeddesi ile tukatta'a; İbn Kesirde , fiili tı'nın fethası, kâf'ın sükûnu ile, tekta'a ve (......) kelimesini mansûb olarak okumuştur ki onun okuyuşuna göre mana "onların kalblerini sen parçaladın" şeklinde olur. kıraatinin manası da şöyle olur: "Onların kalbleri parça parça oldu. Kılıçlar veya keder ve ağlamalarla paramparça oldu. İşte böyle olunca da onların kalblerindeki o şüphe zail olup gitti." Bu, "O şüphe onların kalblerinde ebediyyen kalacaktır ve onlar bu nifakları üzere öleceklerdir" demektir. Bu ifadenin "Onlar pişmanlıktan ve yaptıkları ihmalkarlığa üzüntülerinden dolayı, kalblerini paramparça eden bir tevbede bulunmadıkça" manasında olduğu da söylenmiştir. Yine bunun, "Onların kalbleri, gam ve keder yüzünden çatlayıncaya kadar" manasına geldiği de söylenmiştir.

Hasan el-Basri, bu ayeti (......) şeklinde okumuştur. Abdullah b. Mes'ûd (radıyallahü anh)'un kıraatinde ise, bu, (Onların kalbleri parçalansa da) şeklindedir.

Talha (radıyallahü anh)'nın. bunu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e veya herbir insana hitab olarak, (Onların kalblerini parçalasan da) şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Bu, "Allah, onların hallerini hakkıyla bilen ve onlar için verdiği hükümlerde de hakîm (hikmetli) olandır" demektir.

Canını ve Maiını Allah'a Satmak

111

"Allah, karşılığında cenneti vererek, mü'minlerden canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşır, öldürürler veya öldürülürler, Tevrat'ta, incil'de ve Kur'an'da (bulunan bu vaad), kendi üzerine hak bir vaaddir. Allah kadar ahdine vefa eden kim olabilir ki? O halde, ey mü'minler yapmış olduğunuz bu alış verişten dolayı sevinin. Bu en büyük bir nâıliyettir"

Bil ki Cenâb-ı Hak, Tebük Savaşı'na katılmadıkları için münafıkların, çirkin fiillerini, hakirliklerini açıklamaya başlayıp, bu izahı bitirmeyi müteakip münafıkların kısımlarından bahsedip, her kısımla ilgili hüküm ve durumlardan bahsedince, cihadın faziletini ve hakikatini açıklamaya yönelerek, buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Ayetin Akabe Biati Vesilesi İle İnmesi

el-Kurtubî şöyle demektedir: "Sayıları yetmiş olan bir kısım ensar, Akabe Gecesi'nde Mekke'de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e biat edince, Abdullah b. Revâha (radıyallahü anh): "Ya Rasulallah, bize, hem Rabbin için, hem de kendin için istediğin şartı koş" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: "Ben Rabbim hakkında, sadece O'na ibadet etmenizi ve O'na hiçbirşeyi ortak koşmamanızı; kendi hakkımda da, kendinizi ve mallarınızı tehlikeden koruduğunuz gibi beni de korumanızı şart koşuyorum " deyince, ensar, "Bunu yaptığımız takdirde, bizim içn ne var?" dediler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Cennet" cevabını verdi. Biat eden bu kimseler: "Alış-verişimiz kârlı oldu. Biz bu alış-verişimizi ne bozarız, ne de bozulmasını isteriz" dediler. İşte bunun üzerine, bu ayet nazil oldu. Mücahid, Hasan ve Mukatil: "Allah onlara bir fiyat biçti ve fiyatlarını çok yüksek tesbit etti" dediler,

Ayetin Üslûbundaki İncelik

Meânî âlimleri şöyle demişlerdir: Allah'ın, gerçekte herhangi bir şeyi satın alması söz konusu değildir. Çünkü müşteri, sahib olmadığı şeyi satın alır. İşte bundan ötürü, Hasan el-Basrî bu ayete: "Allah, bazı canları satın aldı ki onları zaten kendisi yaratmıştı. Yine bazı malları da satın aldı ki o malları onlara rızık olarak veren de zaten kendisidir. Fakat Cenâb-ı Hak bunu, lütufkâr bir şekilde taata çağırmak için böyle beyan buyurmuştur. Bunun özü şudur: Mü'min, ne zaman Allah yolunda savaşır ve bu uğurda öldürülür, ruhu çıkar ve malı da .Allah yolunda harcanırsa, âhirette Allahü teâlâ'dan, yaptığı bu şeylere karşılık cenneti alır. Böylece bu, bir değiş-tokuş ve , bir alış-veriş olmuş olur ki işte ayetteki, "Allah karşılığında cenneti vererek canlarını ve mallarını satın almıştır" ifadesi bu manayadır" demiştir. Hazret-i Ömer'in ve A'meş'in kıraati de şeklindedir.

Hasan el-Basri şöyle demiştir: "Dinleyiniz, Allah'a yemin olsun ki bu, çok kârlı bir alış-veriştir. Bu, Allah'ın her mü'min ile yaptığı pek çok kârlı bir alışveriştir. Allah'a yemin ederim ki, yeryüzünde bu biata dahil olmayan tek mü'min yoktur. Sâdıku'l-vaad olan Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Sizin bedenlerinizin (canlarınızın) fiyatı, ancak cennettir. Binâenaleyh onları, ancak o cennet karşılığında satın" buyurmuştur.

Ayette "...ve mallarını..." buyurulmuştur. Allahü teâlâ bu tabir ile onların Allah yolunda harcadıkları malları ile, kendileri için, çoluk-çocukları için harcadıkları malları kastetmiştir. Bu ayet-i kerimede birkaç incelik vardır:

Ayet-i Kerimedeki Bazı İncelikler

Birinci incelik: Her müşterinin, mutlaka bir satıcısı bulunması gereklidir. Burada ise, satan da, alan da Allahü teâlâ'dır. Satanın ve alanın aynı kimse olması, ancak alış-verişte faydasına olan şeylere aklı ermeyen bir çocuğun işlerini yerine getiren kayyım hakkında doğru olur. Bu alış-veriş, memnunluk verici olması şartına bağlıdır. Binâenaleyh ayetteki bu mesel (benzetme), kulun, adetâ kendi işlerini yürütemeyen bir çocuğa; Allahü teâlâ'nın da, İyi ve mükemmel bir kayyime benzetildiğini gösterir. Bundan maksad, Cenâb-ı Hakk'ın müsamahakâr olup günahları affedeceğine ve kullarını her türlü hayır ve saadet mertebelerine ulaştıracağına işaret etmektir.

İkinci incelik: Allahü teâlâ, canlan ve ms'hrt, (onların canları ve malları) diye kulların kendisine izafe etmiştir. Binaenaleyh canların ve malların kullara nisbet edilmesi, kulların kendilerinin dışında iki şeyin bulunmasını gerektirir. Aslında durum da böyledir. Çünkü insan, "devamlı kalan aslî cevher"den ibarettir. Bu beden, o aslî cevherin aleti, edevatı ve bineği durumundadır. Mal da, bu bineğin faydasına olarak yaratılmıştır. İşte Hak teâlâ insandan bu bineği ile malını, cennet karşılığında satın almıştır. Doğrusu da budur. Çünkü insanın, bu durmadan değişen maddeler âleminin faydalarına mal ve bedenle ilgili faydalara kalbi bağlı kaldığı müddetçe, yüce mutluluklara ve kıymetti derecelere ulaşması imkansız olur. Fakat insanın bu faydalara olan ilgisi kesilir ve bu ilgi, bedeni ölüme; malı da, Allah'ın rızasını kazanmak için harcama derecesine gelirse, o kimse, hidayeti heva-vü hevesine; Mevlâ'yı dünyaya, âhireti ûlâ'ya (dünyaya) tercih etmiş olur. Dolayısıyla da saîdlerden, iyiler (ebrâr)dan, faziletli ve hayırlı kimselerden olur. O halde, burada aslında satıcı olan, (insanın) o kutsi ruh cevheridir, müşteri (satın alan) da Allahü teâlâ'dır. Bu iki bedelden birisi çürümeye mahkûm beden ile fani maldır, diğeri ise, devamlı cennet ve bakî mutluluklardır. O halde büyük bir kazanç elde edilmiş, gam ve keder zail olmuş olur. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "O halde (ey mü'minler) yapmış olduğunuz bu alış verişten dolayı sevinin" buyurmuştur.

Allah Yolunda Öldürmek ve Öldürülmek

Allahü teâlâ daha sonra "Allah yolunda savaşır, ölür veya öldürülürler" buyurmuştur. Keşşaf sahibi: "Ayetteki ifadesi, tıpkı "mallarınızla, canlarınızla Allah yolunda mücahede edersiniz" (Saf, 11) ayetinde olduğu gibi, emir manasındadır, "savaşsınlar" demektir" demiştir. Bu tabirin, o alış-verişin bir izahı ve onun için gerekli bir şart gibi olduğu da söylenmiştir. Hamza ve Kisâî, ayetteki fiillerin yerini değiştirip, birincisini meçhul, ikincisini malûm olarak, ("öldürülür veya öldürürler)" şeklinde okumuşlardır. Bu, o kimselerin savaşta öldürülmeleridir. Diğer kıraat imamları ise, bu fiillerin birincisini malum, ikincisini meçhul olarak, (......) şeklinde okumuşlardır. Bu kıraata göre, ifadenin manası açıktır. Çünkü bu, "onlar kâfirleri öldürürler ve ölünceye kadar onları öfdürmekten, onlarla savaşmaktan geri durmazlar" demektir.

Fakat fiillerden birincisinin meçhul, ikincisinin malûm olarak okunması durumunda, bunun manası, "Müslümanlardan büyük bir kısmı öldürülse bile, bu diğer müslümanları savaşmaktan caydırmaz. Aksine geride kalanlar, bundan sonra da düşmanla vuruşmaya devam eder ve ellerinden geldiğince onları öldürürler. Bu tıpkı, "Onlar, Allah yolunda, başlarına gelen belalardan dolayı ne gevşeklik gösterdiler, ne de zayıflık..." (al-i imran. 146). yani "onlardan geri kalanlar acze düşüp, gevşeklik göstermediler" ayetinde olduğu gibidir.

Emr-i Marufun Savaşmaktan Üstün Olduğu

Alimler, deliller ile emr-i ma'ruf ve nehy-i münker yaparak düşmanla mücadele ve münakaşa etmenin, bu ayetin hükmüne girip girmediği hususunda ihtilaf etmişler, bazıları, bunun vuruşarak cihad etme ile ilgili olduğuna, çünkü Cenâb-ı Hakk'ın bu alış verişi, "Allah yolunda savaşır, öldürürler veya öldürülürler..." ifadesi ile, "savaşma" manasında tefsir etmiş olduğunu söylemişler; diğer bazıları ise, bu ifadeye, her türlü cihad çeşidinin dahil olduğunu söyleyerek, şöyle demişlerdir: "Bunun delili, bizim Abdullah b. Revâha (radıyallahü anh)'dan (yukarıda) rivayet etmiş olduğumuz hadistir. Hem, hüccet getirerek ve tevhidin delillerini ortaya koyarak yapılan cihad, savaştan daha tesirlidir. İşte bundan ötürü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'ye, "Allahü teâlâ'nın, senin elinle (vasıtanla) bir insana hidayet etmesi, senin için, güneşin üzerine doğduğu şeylerden yani dünyada herşeyden daha hayırlıdır" Buharî, Cihad, 143 (4/20); Müslim. Fezâilü's-Sahabe. 34 (4/1872). buyurmuştur. Bir de, savaşarak yaptlan cihadın tesiri delillerle yapılan cihaddan sonra mükemmel ve güzel olur. Deliller ile yapılan cihadın ise, savaşarak yapılan cihada ihtiyacı yoktur. "Nefis" (can), kıymetli bir cevher (öz) olup, Allah o cevhere bu âlemde, son derece kıymet vermiştir. Onun zatında bir bozukluk yoktur. Bozukluk, onunla beraber bulunan küfür ve cehalet sıfatındadır. Binaenaleyh asıl cevhere dokunmadan, ondaki fasit sıfatı izale edip gidermek mümkün olduğu zaman, bunu yapmak daha evlâ olur. Baksana, ölen hayvanın derisinden, bazı bakımlardan istifade etmek mümkün olduğu için, şeriat onu aslı üzere bırakmaya teşvik ederek, "Keşke o hayvanın (leş'in) derisini alıp, dabaklasaydınız ve ondan istifade etseydiniz" demiştir. O halde, deliller ile yapılan cihad, tıpkı deriyi dabaklayıp temizleme gibidir. Bu da, fasit sıfatları giderip, cevheri (özü), aslı üzere (temiz olarak) bırakmaktır. Vuruşarak cihad etmek ise, cevherin (canın) kendisini ortadan kaldırmaktır. Binâenaleyh birincisi daha evlâ ve üstündür.

Semavi Kitapların Vaadi

Allahü teâlâ daha sonra, "Tevrat'ta, incil'de ve Kur'an'da bulunan bu vaad O'nun üzerine hak bir vaaddir" buyurmuştur. Zeccâc şöyle demiştir: "Ayetteki "vaad" kelimesi, mana bakımından mef'ûl-ü mutlak olduğu için mansub kılınmıştır. Çünkü ifadesi "Allah onlara cenneti vaadetti" manasındadır. Buna göre "vaad", kelimesi, te'kid için gelmiş olan mefûl-ü mutlak olur." Alimler, Cenâb-ı Hakk'ın kitaplarındaki, yani Tevrat, İncil ve Kur'an'daki şeyin ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir:

Birinci görüş: Allahü teâlâ'nın, Allah yolunda cihad edenlere yaptığı bu vaad, gerçek bir vaad olup, Allah onû Kur'an'da belirtip, var olduğunu haber verdiği gibi, Tevrat ve İncil'de de olduğunu bildirmiştir.

İkinci görüş: Bu "Allahü teâlâ, Kur'an'da beyan ettiği gibi, Tevrat ve İncil'de de, ümmet-i Muhammedin canlarını ve mallarını, cennet karşılığında satın aldığını beyan buyurmuştur" demektir.

Üçüncü görüş: Bu, "cihad ve savaşla ilgili emir, her şeriatta mevcuttur" demektir.

Allahü teâlâ daha sonra, "Allah kadar ahdine kim vefa gösterebilir ki!" buyurmuştur. Bu, "Ahdi bozmak yalandır, hiledir, tuzaktır. Bütün bunlar kabîh ve çirkin olan şeylerden olup, muhtaç olmalarına ve noksanlıklarına rağmen, her insan tarafından çirkin görülen şeylerdir. O halde, hertürlü noksanlıktan ve ihtiyaçtan uzak olan Allah'ın bu tür şeylerden münezzeh olması daha evladır" demektir. Hak Teâla'nın bu ifadesi inkârı manada, red manasında bir istifham olup, "Vaadini Allah'dan daha iyi yerine getirecek bir kimse yok" manasındadır.

Ayetteki Te'kid Unsurları

Daha sonra Cenâb-ı Hak, 'O halde (ey mü'minler) yapmış olduğunuz bu alış-verişten dolayı sevinin. Bu en büyük bir nâiliyettir" buyurur. Bil ki bu ayette pek çok te'kid nev'i vardır:

Birincisi: "Şüphesiz ki Allah, mü'minlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığı satın almıştır" ifadesidir. Buna göre, satın alan, yalandan ve hainlikten münezzeh olan Allahü teâlâ olmuş olur ki bu da, bunun son derece güçlü bir ahd (antlaşma) olduğuna delâlet eder.

İkincisi: Cenâb-ı Hak, mü'minlere mükafaat verişini, bir alış-veriş olarak beyan etmiştir ki bu da, te'kidle beyan edilmiş bir gerçektir.

Üçüncüsü: "Bir vaaddir" ifadesidir. Çünkü Allah'ın vaadi haktır.

Dördüncüsü: "Kendi üzerine" kelimesinin ifade ettiği husustur. Çünkü (üzerine) kelimesi, "vucûb" (kesinlik-mecburiyet) ifade eder.

Beşincisi: "Hak" kelimesinin ifade ettği husustur. Bu da, tahkiki te'kid ifade eder.

Altıncısı: "Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da" ifadesinin ortaya koyduğu husustur.

Bu, bütün ilahi kitâbların ve bütün peygamberlerin, o alış-verişe şahid olmaları demektir.

Yedincisi: "Allah kadar ahdine vefa eden kim olabilir ki?" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ifade de, te'kidde zirvedir.

Sekizincisi: "O halde (ey mü'minler) yapmış olduğunuz bu alış-verişten dolayı sevinin!" ifadesidir. Bu da, son derece te'kidli bir ifadedir.

Dokuzuncusu: "Bu, bir farz (nâiliyyet)tir" tabiri.

Onuncusu: Bu ise, "büyük" lafzının ifade ettiği husustur. Böylece bu ayet-i kerimenin, işte bu on te'kid ve pekiştirmeyi ihtiva ettiği sabit olmuş olur.

Biz bu ayeti, şöyle bir sonuçla bitirelim: Ebu'l-Kasım el-Belhî, çocukların ve hayvanların da, çektikleri elemlerden ötürü mutlaka bir karşılık (mükâfaat) alacaklarına bu ayeti delil getirerek şöyle demiştir: "Zira ayet, mükellef olanlara, cennet fiatı verilmedikçe canlarının ve matlarının alınamayacağına delalet eder. O bedel de cennettir. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki Allah... müminlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır" buyurmuştur. Binâenaleyh bunun, çocuklar ve diğer canlılar hakkında da böyle olması gerekir. Eğer bunlar bir temennide butunabilselerdi, bu kıymetli dereceleri ve yüksek bedeli elde edebilmek için, elem ve acılarının kat kat daha fazla olmasını isterlerdi."

Biz de şöyle diyoruz: "Çocukların ve diğer canlıların çektikleri elemler karşılığında, birtakım mükafaatlar elde edeceklerini inkâr etmiyoruz. Aramızdaki ihtilaf şu husustadır: Biz (ehl-i sünnete) göre, insanlara bir karşılık (mükâfaat) vermek, Allah üzerine vâcib (mecbur) değildir. Size (Mu'tezile'ye) göre ise, bu, Allah üzerine vâcibtir. Bu ayet, böyle bir vâcib oluşu göstermemektedir."

Müminlerin Bariz Vasıflan

112

"Tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, ma'rufu emredenler, münkerden nehyedenler ve Allah'ın sınırlarını koruyanlar (yok mu, işte onlar da cennet ehlidir). Sen, o mü'minleri müjdele".

Bil ki Cenab-ı Hak, önceki ayette mü'minlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığnda satın aldığını beyan edince; bu ayette de, o mü'minlerin dokuz sıfatla mevsûf olan kimseler olduklarını beyan buyurmuştur. Bu ayetle ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetteki, bu dokuz sıfatın merfû oluşu hususundaşu izahlar yapılmıştır:

1) Bunlar, "medh" üzere merfu olup, takdiri, "onlar, tevbe edici olan, hamd edici olan., kimselerdir" şeklindedir. Bu, "Şüphesiz ki Allah, mü'minlerden canlarını ve mallarını., satın aldı" ayetinde bahsedilen mü'minler, teybe eden, ibadet eden., mü'minlerdir" manasına gelir.

2) Zeccâc şöyle demiştir: "Ayetteki "tâibûn" (ve diğer sıfatlar), haberi mahzûf olan birer mübtedadır ve takdiri "cihad etmeseler dahi, tevbe eden, ibadet eden.. kimseler de cennet ehlindendir" şeklinde olabilir. Bu tıpkı, "Allah, onlardan herbirine cenneti vaadetmiştir " (Hadid, 10) ayetinde bahsedildiği gibidir." Bu güzel bir izahtır. Çünkü buna göre cennet vaadi, bütün mü'minler için söz konusu olmuş olur. Fakat biz, "tâibûn" (ve devamını), kendinden önceki ayetle ilgili kılarsak, o zaman cennet vaadi sadece mücahidler için söz konusu olur.

3) "Tâibûn" (ve devamı) mübtedadır yahut da, (önceki ayetteki) "muharebe ederler" fiilinin failinden bedeldir.

4) "Tâibûn" kelimesi mübteda, "âbidûn" ve sonrakiler ise, haber ve haberden sonra gelen (ikinci, üçüncü, dördüncü) haberlerdir. Yani bu, "İnkârlarından gerçek manada tevbe edenler, ibadet eden, hamdeden v.s. v.s. olan kimselerdir" demektir.

Übeyy b. Ka'b (radıyallahü anh) ve Abdullah b. Mes'ûd (radıyallahü anh) bu kelimeleri yâ ile ... şekillerinde okumuşlardır. Bu kıraatle ilgin olarak da şu iki izah yapılabilir:

a) Bu kelimeler "medh" üzere mansûb kılınmışlardır.

b) Bunlar, (önceki ayetteki) "mü'minlerden" ifadesinin sıfatları olarak mecrûrdurlar.

İkinci Mesele

Bu, ayetteki dokuz sıfatın tefsiri hususundadır. Tövbe Ederler

Birinci sıfat, tâibûn sıfatıdır. İbn Abbas (radıyallahü anh): "Bu, "şirklerinden tevbe edenler" manasınadır" derken; Hasan el-Basri buna, "şirkten ve nifaktan tevbe edenler" manasını vermiştir.

Usulcüler de buna, "Her türlü günah ve masiyetten, tevbe edenler" manasını vermişlerdir. Bu mana daha uygundur. Çünkü tevbe, bazan küfürden (inkârdan), bazan da günahtan dolayı yapılır. Ayetteki "et-Tâibûn" kelimesi, başında elif-lâm bulunan, umum bir kelimedir. O halde bu, bunların hepsini (her ikisini de) içine alır. Bu sebeble, bunu "küfürden tevbe"ye tahsis etmek, bir tahakkümdür (delilsiz iddiadır).

Bil ki biz tevbenin ne demek olduğu hususunda, (......) (Bakara. 37) ayetinin tefsirinde uzun uzun açıklamada bulunmuştuk. Bil ki tevbe ancak şu dört şart bulunduğunda, gerçek bir tevbe olur:

a) Kalbin, o anda, kendisinden öylesi bir günahın sâdır olmasından dolayı yanıp tutuşmastdır.

b) Yaptığından ötürü tam pişmanlık duymak.

c) İleride bir daha onu yapmamaya azmetmek.

d) Onu bu üç şeye sevkedenin, Allah rızası ile kulluk arzusu olması. Çünkü kişinin bunlardan maksadı, insanların kınamasını kendisinden savuşturmak, medh-ü senalarını elde etmek veya başka bir maksad olursa, tevbe etmiş olmaz.

İbadet Ederler

İkinci sıfat, "âbidûn" sıfatıdır. İbn Abbas (radıyallahü anh), "Bunlar, Allah'a ibadet etmeyi, kendilerine görev bilen kimselerdir" derken, Kelamcılar: "Bunlar, ibadet eden kimselerdir. İbadet ise, Allah'a alabildiğine ta'zim etmek ve bu ta'zimi gösteren bir iş yapmaktır" demişlerdir. Bu görüşe karşı İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle diyebilir: "Allah'ı tanımak ve O'na itaatin farz olduğunu kabul etmek, kalbin amellerinden biridir. Olumlu yönde bir ismin ve sıfatın meydana gelmesi için, o yönde, o (ismin) mahiyetinin fertlerinden birisinin bulunması yeterli olur."

Hasan el-Basrî bu kelimeye, "Bollukta ve darlıkta, sıkıntılı ve sevinçli zamanlarda Allah'a ibadet edenler" manasını vermiş.

Katâde, "Gecelerinde ve gündüzlerinde, bedenlerinden birşeyler alan (yani ibadet için onları yıpratan) kimselerdir" demiştir.

Hamdederler

Üçüncü sıfat: el-Hâmidûn sıfatıdır. Bunlar gerek dinî, gerek dünyevî hususlardaki Cenâb-ı Hakk'ın nimetlerine karşı şükürlerini bi-hakkın yerine getiren ve bunu ortaya koymayı kendileri için bir adet haline getiren kimselerdir. Biz tesbih, tehlil ve tahmidin (subhanallah, la ilahe illallah, elhamdülillah'ın), dünya yaratılmazdan önce Allah'a ibadet eden varlıkların, yani meleklerin sıfatı ve hali olduğundan bahsetmiştik. Çünkü Allahü teâlâ, onların, Hazret-i Adem (aleyhisselâm) yaratılmazdan önce: "Biz seni hamdinle tesbih ve seni takdis ederiz" (Bakara, 30) dediklerini haber vermiştir. Bu, dünya harab olduktan sonra Allah'a ibadet edenlerin de sıfatıdır. Çünkü Allahü teâlâ, cennetliklerin Allah'a hamdettiklerini haber vermiştir ve "Onların dua (ve niyazlarının) sonu "elhamdüliîlahi Rabbil âlemindir" (Yunus, 10) buyurmuştur. İşte bu ayetteki, "hamd edenler (hâmidûn)" kelimesi ile kastedilenler, bütün bunlardır.

Oruç Tutup Öğrenim İçin Gurbete Çıkarlar

Dördüncü sıfat, es-Sâihûn sıfatıdır. Bu hususta birkaç görüş vardır:

Birinci görüş: Bütün müfessirler, bununla oruç tutanların kastedildiğini söylemişlerdir. İbn Abbas (radıyallahü anh): "Kur'an'da yer alan, bütün "seyahat" kökünden müştak lâfızlarla "oruç" kastedilmiştir" der. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "ümmetimin seyahati, oruçtur" buyurmuştur.

Hasan el-Basri: "Bu, "sâihûn" (seyahat edenler) ifadesi ile, farz oruçlarını tutanlar manasının kastedildiğini söylemiştir. Buna, "oruca devam edenler" manası da verilmiştir. "Sâih" kelimesinin, sâim (oruç tutan) manasına alınmasının sebebi hususunda şu iki izah yapılmıştır:

a) Ezheri şöyle der: "Oruç tutan kimseye "sâih" (seyahat eden) denilmiştir, çünkü oruç tutanın, yemeden kendisini alıkoyması gibi, ibadet maksadı ile, azıksız olarak yeryüzünde dolaşan kimse de kendisini yemekten alıkoymuştur. İşte bu benzerlikten ötürü, oruç tutana "sâih" (seyahat eden) denilmiştir."

b) "Seyahat"ın esas manası, tıpkı akıp giden su gibi, yeryüzünde devamlı gitmektir. Oruç tutan kimse de, taat olan şeyleri yapmaya ve arzu duyduğu yemeyi, içmeyi ve cinsî münasebeti terketmeye devam etmektedir.

Bana göre bu hususta şöyle bir diğer izah da yapılabilir: İnsan yemekten, içmekten ve cinsi münasebette bulunmaktan kaçınıp, kendisi için, hertürlü şehevi şeylere karşı bir engel koyunca, hikmet kapıları ona açılır ve celâl âleminin nurları ona tecellî etmeye başlar. İşte bundan ötürü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Kim. Allah için ihlaslı olarak kırk gün sabahlarsa (yani ihlasını kırk gün korursa), onun kalbinden lisanına hikmet kaynakları fışkırır' Kenzu'l-Ummal, 3. Cilt 5271, Hadis buyurmuştur. Böylece bu kimse, Allah'ın celâr âleminde, makamdan makama ve dereceden dereceye yürüyüp "seyahat eden" kimselerden olmuş olur. Bu kimse için, ruhaniyet aleminde bir seyahat gerçekleşmiş olur.

İkinci görüş: "Sâihûn" (seyahat edenler) ifadesi ile, ilim elde etmek için diyar diyar dolaşan ilim talebeleri kastedilmiştir. Bu, İkrime'nin görüşüdür.

Vehb b. Münebbih'den, şu rivayet edilmiştir: "Seyahat, İsrailoğullarında da vardı. Bir insan, kırk yıl gezip dolaştığında, kendinden önceki seyyahların gördüklerini görürdü. Böylece, İsrailoğullarından veled-i zina olan bir çocuk kırk yıl seyahat etti ama, hiçbir şey göremedi (yani mükâşefeye eremedi). Bunun üzerine "Ya Rabbi, anamın yaptığı kötülükte (zinada) benim günahım ne..?" dedi. İşte o esnada Allah, seyahat edenlere gösterdiği şeyleri ona da gösterdi."

Ben derim ki: Nefsin olgunlaşmasında (kemale ermesinde), seyahatin büyük bir tesiri vardır. Çünkü insanın başına seyahat esnasında çeşitli sıkıntılar getir, o da onlara sabretmek durumunda kaltr. Bazan azığı biter, Allah'a tevekkül etme ihtiyacını duyar; bazan çeşitli fâzıl kimselerle karşılaşır ve herbirinden belli bir hususta istifade eder. Yine o, bazı büyük zatlarla karşılaşır ve böylece de, kendisini, onlara nisbet ettiğinde hakir (küçük) görür. Bu kimse, seyahati esnasında, umduğu pek çok şeyi elde eder ve onlardan istifade eder. Cenâb-ı Hakk'ın her tarafta, hususi birtakım şeyler yaratmış olması sebebi ile, dünya ahalisinin farklı farklı hallerini görüp müşahede eder ve böylece marifetuilahı ve inancı kuvvet kazanır. Velhasıl seyahatin dinî bakımdan çok büyük tesir (ve faydaları) vardır.

Üçüncü görüş: Ebu Müslim şöyle demiştir: "Bu ifade ile, yeryüzünde gezip dolaşanlar kastedilmiştir. Bu, akan suyun akması manasında bir kelime olup, bununla cihad ve hicret maksadıyla evinden-yurdundan çıkınlar kastedilmiştir" Allahü teâlâ, bir önceki ayette mü'minleri cihada teşvik etmiştir. Bu ayeti de, mücahidlerin sıfatlarım beyan etmek için getirmiştir. Binâenaleyh onların bütün bu (dokuz) sıfatla tam mevsuf olmaları gerekir.

Rükû ve Secde Ederler

Beşinci ve altıncı sıfat, "râkiûn ve sâcidûn" sıfatlarıdır. Bu sıfatlarla namaz kılanlar kastedilmiştir.

Kâdî şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hak, rükû ve secdeyi, namazdan kinaye olarak zikretmiştir. Çünkü namaz kılamn, (namazdaki) diğer şekilleri, âdetine (her zamanki hallerine) uygundur. Bu da onun kalkması ve oturmasıdır. Bu hususta, âdetin dışına çıkan şey, rükû ve secdedir. İşte bu ikisi ile namaz kılan ve kılmayan arasındaki fark ortaya çıkmaktadır." Şöyle de denebilir: Kıyam (ayakta durma), Allah için gösterilen tevazünün ilk basamağı; rükû, ortası; secde ise en son basamağıdır. Bundan dolayı, namaz kılmaktan maksadın, alabildiğine huşu, huzu ve ta'zim gösterme olduğuna dikkat çekmek üzere huşunun ve kulluğun nihai noktasına delâlet ettikleri için, (namaz kılma manasında) bilhassa rükû ve secde zikredilmiştir.

Marufu Emreder, Münkeri Yasaklarlar

Yedinci ve sekizinci sıfat: Bil ki, mârufu emir ve münkeri nehiy ile ilgili hükümlerin yer aldığı bölüm, usûl ilminde ele alınan büyük ve önemli bir bölümdür. Binaenaleyh onu burada ele alıp zikretmek mümkün değildir. Bu ifadede, cihadın farz kılınışına bir işaret vardır. Çünkü marufun (iyiliğin) başı, Allah'a iman; münkerin (kötülüğün başı) ise, Allah'ı inkârdır. Cihad, imana teşviki ve küfürden alıkoymayı gerektirir. Bundan dolayı cihad, "marufu emir ve münkeri nehiy" konusuna dahildir.

Önceki Sıfatların Atfedilmeyip Sonrakilerin Vâv'la Atfedilmesi

Ayetteki "ve nehyedenler." ifadesinin başına "vav" edatının getirilmesi ile ilgili şu izahlar yapılmıştır:

Birinci izah: Eşitlik, bazan vâv ile, bazan da "vâv"sız olarak gösterilir. Bu tıpkı, "(O), günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden, azabı çetin olan ve fazl-u ikram sahibi olan (Allah'dır)" ayetinde olduğu gibidir. Cenâb-ı Hak bu ayette bazı sıfatları vâv ile, bazılarını da vâvsız olarak zikretmiştir.

İkinci izah: Bu ayetlerin maksadı, cihada teşvik etmektir. Dolayısiyle, Cenâb-ı Hak, önce bu altı sıfatı zikretmiş, daha sonra da, "ma'rufu emredenler, münkerden nehyedenler.." buyurmuştur. Buna göre kelamın takdiri, "Şu altı sıfatı taşıyanlar, ma'rufu emredip münkerden nehyedenlerdir" şeklinde olur. Biz, emr-i maruf nehy-i münkerin başının cihad olduğunu söyledik. O halde, bu ifadenin başına vâv getirilmesinin maksadı, bahsettiğimiz bu hususa dikkat çekmektir.

Bu kelimelerin başına vâv harfi getirilmiş olmasının üçüncü İzahı şudur: Geçen her sıfat, insanın kendisi için yaptığı ibadetler olup, onların başkasıyla ilgisi ve alâkası yoktur. Ama, nehy-i münker meselesi ise, başkasıyla ilgisi olan bir ibadettir. Bu nehy ve yasaklama, öfkenin kabarmasına ve düşmanlığın ortaya çıkmasına sebebiyet verir. Çoğu kez, nehyedilen kimse, kendisini nehyedeni dövmeye ve onu öldürmeye yeltenir. Böylece, nehy-i münker, ibadet ve taat çeşitlerinin en zoru olmuş olur. İşte bu sebeple, daha çok sıkıntı ve meşakkatin bulunduğuna dikkat çekmek için, "nehyedenler" kelimesinin başına vav getirilmiştir,

Allah'ın Sınırlarını Korurlar

Dokuzuncu sıfat: "Allah'ın sıfatlarını koruyanlar" kısmının ifade ettiği husustur. Bu sıfattan maksad şudur: Allah'ın buyurduğu mükellefiyetler çok olup başlıca şu iki kısma ayrılmıştır:

a) İbadetle ilgili olanlar.

b) Muamelatla ilgili olanlar. İbadetle ilgili olanlara gelince; bunlar, Allah'ın, dünyevi bir fayda gözetmeyip aksine dinî hususta gözetilen bir faydadan ötürü emrettiği şeyler olup, namaz, zekât, oruç, " hacc, cihad, köle azadı, adaklar ve diğer iyi amellerdir.

Muamelâtla ilgili olanlara gelince bunlar da, ya celb-i menfaat, yahud da zararı def etmek için yapılırlar.

Celb-i Menafi Yönünden Mükellefiyetler

Menfaati temin ile ilgili olan birinci kısma gelince, bu menfaatler ya bizatihi maksuddurlar, yahut da ikinci derecede kastedilirler. Bizatihi maksud olan menfaatler, beş duyu organı tarafından elde edilen yarar ve menfaatlerdir.

Bu algılanan şeylerin birincisi, tadılanlardır. Fıkhın, yiyecekler ve içeceklere dair hükümleri, tadılanlar bölümüne dahildirler. Yiyecekler bazan bitkisel, bazan da hayvansal olup, hayvanların yenilmesi de ancak boğazlandıktan sonra caiz olup, Allahü teâlâ da, kesme ve boğazlamayla ilgili birtakım şartlar koyunca, avlanma ve kesme ile ilgili bölümler ve hitablar ile, kurban kesimiyle ilgili bölümler, böylece fıkhın içine girmiştir.

Bunların ikincisi kendisine dokunulabilenlerdir. Bu ifadenin içine, cinsi münasebetle ilgili hükümler ve cinsi münasebetin helal olduğunu ifade eden hususlar dahil olur. Bu da fıkhın, nikâh bölümüdür. "Süt emzirme" bölümü de bu bölümdendir. Nikahın, mihir, nafaka ve mesken gibi ayrılmaz vasıflarından bahseden hususlar da bu bölüme dahildirler. Zevceler arasındaki gece sırası ve onların geçimsizlikleriyle ilgili meseleler de bu konuyu alâkadar eder. Nikâhı ortadan kaldıran sebepleri inceleyen kısım da, bu bölüme dahildir. Nikahı ortadan kaldıran sebepler kısmına da boşama, hul (para karşılığı boşanma), ftâ, zihar ve lian gibi hususlar girmektedir. Giyilmesi helâl olan olmayan, kullanılması helâl olan ve gümüş ve altın kaplar gibi kullanılması helal olmayan şeyleri inceleyen konular da, işte bu dokunulan şeylerle ilgili bölüme dahildirler. Alimlerin, bu konudaki sözü çok uzundur.

Üçüncüsü, görülenlerdir. Bu da, bakılması helâl olanlar ile helâl olmayanlar bölümüdür.

Dördüncüsü, duyulanlardır. Bu da, işitilmesi helâl olanlarla helâl olmayanlara dair hükümdür.

Beşincisi, koklayanlardır. Fukahâ, bu alanla ilgilenmemiştir.

İkinci derecede kastedilenler ise, mallardır. Mallardan şu üç yönden bahsedilmiştir:

a) Mülkiyyeti ifade eden sebepler. Bu sebepler, ya alışveriş olur veya başkası olur. Alışveriş de, ya "ayn"ların, bizzat malın kendisinin alınıp satılması; yahut da, menfaatlerinin alınıp satılmasıdır. Bizzat malların alınıp satılması da, ya "ayn"a mukabil "ayn" ile, yahut "ayn"a mukabil borç ile olur ki, bu selemdir; ya da bir kimsenin, borçlanarak bir şeyi satın alması gibi, borç mukabilinde "ayn"ı satın alması veya satmasıdır, Veyahut da borcun borç mukabilinde alınıp satılmasıdır. Bunun caiz olmadığı ileri sürülmüştür. Zira, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, borcu borç ile değişmekten nehyettiği rivayet edilmiştir. Ancak ne var ki, dinde, bunun örneği bulunmaktadır ki bu da iki borcun birbiriyle (takas edilip) karşılıklı ödenmesidir.

Menfaatlerinin alınıp satılmasına gelince, bu ifadenin içine, kiralar, ücretler ve mudarebe, ortaklık akidleri dahildir.

Mülkiyeti gerektiren diğer sebeplere gelince bunlar, varis olmak, hibe, vasiyyet, ihyâu'l-mevât, (ölü, verimsiz, metruk araziyi ihya edip verimli hale getirmek), bulunan yitikler, fey ve ganimet almak, zekat v.s. yollarla mal edinmektir. Mülkiyyet sebeplerini tam olarak belirlemenin yolu, ancak iyiden iyiye incelemedir.

b) Fukahanın ilgi alanına giren konulardan birisi de, malik olmayan kimseye, o şeyde tasarruf edebilmesini gerektiren sebeplerin incelenmesidir. Bu da vekalet, emanet ve bunlara benzeyen diğer şeylerdir.

c) Maliki, kendi mülkünde tasarrufta bulunmaktan men eden sebepler. Bu da, rehin, iflâs, icâre (kiraya verme) vs.dir.

İşte, Allah'ın, celb-i menfaat konusunda yüklediği mükellefiyetlerin tesbiti bundan ibarettir.

Def-i Mefasid Şeklindeki Mükellefiyetler

Allah'ın "def-i mefsedet" meselesindeki mükellefiyetlerine gelince, biz diyoruz ki: Zarar, beş çeşittir. Zira zarar, ya canlar, ya mallar, ya dinler, ya nesebler veyahut da akıllar hususunda olur.

Canlar hakkında meydana gelen zarar, ya canın tamamı hakkında olur ki, bu husustaki hüküm, ya kısas, ya diyet veyahut da keffârettir. Yahut da zarar, canın bir kısmı hakkında olur ki; bu meselâ, elin v.s.nin kesilmesi gibidir, bu hususta vacib olan, ya kısas, ya diyet veyahut da "erş"tir.

Mallar hakkındaki zarara gelince bu zarar, ya alenî, açıktan meydana gelir ki, bu fıkıhtaki "gasb" konusunu teşkil eder. Ya da bu zarar, gizli olarak meydana gelir ki, bu da fıkıhtaki "Kitâbu's-serika" konusunun ortaya konulmasına sebep olmuştur.

Dinler hususunda meydana gelen zarar da ya küfürdür, ya da bid'attir. Küfre gelince, bunun içine, mürtedlerle ilgili hükümler girer (Fukaha bu meseleyi, mürtedlerle ilgili bölümde ele almıştır). Fukahânın, bid'atçilerle ilgili olarak yazmış oldukları muayyen bir kitap ve fasıl bulunmamaktadır.

Neseb, soy hususunda meydana gelen zarara gelince, "zina" ve "livata"nın haram kılınması ve bu hususta meşru kılınan cezanın beyanı bununla ilgilidir. Zina isnadının cezası ile "li'ân" bölümleri de, bu kısma dahildir. Burada, söz konusu olan bir başka bahis daha vardır ki, o da şudur: Hiç kimsenin, menfaatlerine ve kendisinden zararları def etmeye dair haklarını tastamam yerine getirmesi mümkün değildir. Çünkü, çoğu zaman bu kişi zayıf olur, karşı taraf da onun bu yönünden -istifade ederek, onun bu haklarına aldırış etmez. İşte bu incelikten dolayı Cenab-ı Hak, hükümleri infaz etmek için, imam, halife tayin etmiştir. Bu devlet reisi ve imamın, birtakım nâib ve vekillerinin olması da gerekir ki bunlar, emirler ve kadılardır. Bir kimsenin sözünün, bir başkası nezdinde makbul olması, ancak delil ile olup, şeriat da hakkın ortaya konulması için hususî bir hüccet olan şehadeti benimseyip, davanın ve delilin ikame edilmesi için de, mutlaka birtakım hususi şartların bulunması gerekince, mutlaka, (fıkıhta) bunları içine alan bir konunun da bulunması gerekir. İşte, Allah'ın hükümlerinin, mükellefiyetlerinin ve hududunun ana noktalarının tesbiti bundan ibarettir. Bunlar, pekçok olup, Allahü teâlâ da bunları, Kur'an'ın tamamır.Ja bazan tafsilatlı bir biçimde beyan buyurup, bazan da Hazret-i Peygamber'e, mükelleflere bunu beyan etmesini emrederek bu şekilde ortaya koyunca, pek yerinde olarak, Cenab-ı Hak, bu hükümlerini ve bu hududunu bu ayette, mücmel ve kısa olarak ele alarak "Allah'ın sınırlarını koruyanlar" buyurmuştur. İşte bu ifade, bütün mükellefiyetleri içine alır.

Bil ki fukahâ, zikrettikleri bütün bu şeylerin, mükellefiyetlerin beyanı hususunda kâfi olduğunu sanmışlardır. Halbuki durum, hiç de böyle değildir. Zira mükellefin amelleri ikiye ayrılır:

a) Uzuvlarla ilgili amelleri,

b) Kalblerie ilgili amelleri.

Fıkıh kitapları, uzuvlarla ilgili mükellefiyetlerin kısımlarını izah etmeyi ihtiva etmektedir.

Ama, kalbin amelleriyle ilgili mükellefiyetlere gelince fukahâ, bunlardan kesinlikle bahsetmemiş ve bunlar hakkında da herhangi bir kitap, bir bâb ve bir fasıl ayırmamış ve bunların inceliklerinden bahsetmemişlerdir. Bunlardan bahsetmenin daha mühim ve bunların hakikatlarını iyice ortaya koymanın daha evla olduğunda şüphe yoktur. Zira, uzuvlarla ilgili ameller, ancak kalbî amelleri gerçekleştirmek gayesiyle istenirler. Allah'ın kitabı Kur'anda, pek çok ayette bunu bildirmektedir,

Cenab-ı Hakk'ın, "Allah'ın sınırlarım koruyanlar" buyruğu da, bütün bu kısımları ihata ve şümul yoluyla kapsamaktadır.

Bil ki Cenâb-ı Hak, bu dokuz sıfattan bahsedince, "sen o mü'minleri müjdele..." buyurmuştur. Bundan maksat şudur: Allahü teâlâ bir önceki ayette, "O halde yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin" (Tevbe, 111) buyurmuş ve bunun peşinden bu dokuz sıfatı zikretmiş, bütün bunlardan sonra da, "sevinin..." buyruğundaki beşaretin sadece bu sıfatlarla muttasıf olan mü'minleri kapsadığına dikkat çekmek için, "Sen o müminleri müjdele" buyurmuştur.

Buna göre eğer, "Cenab-ı Hakk'ın, bu sekiz sıfatı mufassal bir biçimde zikredip, bunun peşinden de dokuzuncu sıfatta, diğer mükellefiyetleri kısaca ele alarak zikretmesinin sebebi nedir?" denilirse biz deriz ki:

Tevbe, ibadet, hamd ile meşgul olmak, İlim talebi için seyahatta bulunmak, rükû ve secde etmek, emr-i maruf nehy-i münkerde bulunmak, mükellefin çoğunlukla yaptığı şeylerdir. İşte bundan dolayı Cenab-ı Hak bunları ayrıntılı bir biçimde zikretmiştir.. Geriye kalanlar ise, mesela alışverişle ilgili hükümler, suçlarla ilgili hükümleri bilme gibi hususlarsa, mükellefin çoğu kez haberdar olmadığı şeylerdir. Hem, o sekiz iş, her ne kadar uzuvlarla ilgili amellerden ise de, aynı zamanda kalble ilgili amellerdendir. Çünkü bütün bunların gayesi, kalbin hallerinin ortaya konulmasıdır. Kalbin hallerini görüp gözetmenin, uzuvların amellerini görüp gözetmeden daha mühim olduğunu anladın. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak bu kısmı ayrıntılı bir biçimde zikretmiş, diğer kısmı da kısaca ele almıştır.

Kâfirlerden Beri Olmak

113

Âyetin tefsiri için bak:114

114

"Müşriklerin, cehennemlik oldukları meydana çıktıktan sonra, artık onların lehine, velev akraba olsunlar, ne peygamberin, ne de m'üminlerin istiğfar etmeleri doğru değildir. İbrahim'in, babasına olan istiğfarı ancak ona ettiği bir vaadden dolayı idi- Yoksa onun Allah'ın bir düşmanı olduğu kendisince besbelli olunca o. Ondan uzaklaştı. İbrahim cidden pek çok tazarru ve niyaz eden, gerçekten sabırlı idi"

Bil ki Allahü teâlâ, bu surenin başından buraya kadar, her bakımdan, kâfir ve münafıklardan uzak durmayı açıkça bildirmenin farz olduğunu beyan edince, bu ayette de, kişinin babası annesi gibi en yakın akrabalarından -ister ölmüş ister hayatta olsunlar- dahi berî olduğunu bildirmesini gerekli kılmıştır. Bundan maksat, onlarla ilgi ve münasebetin alabildiğine kesildiğini ve onlarla hiçbir suretle münasebet kurulamayacağını beyan etmektir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Ayetin Nüzul Sebebi

Alimler, bu ayetin sebeb-i nüzulü hakkında şunları nakletmişlerdir:

1) İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Allah, Mekke'nin fethini müyesser kılınca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ebeveyninden hangisinin kendisine en yakın zamanda öldüğünü sordu. Bunun üzerine, "Annen!" denildi. Hazret-i Peygamber de, annesinin kabrine gitti ve onun yanında durdu. Sonra da başı ucunda oturarak ağladı. Bunun üzerine Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber'e. "Sen, bizi kabirleri ziyaret etmekten ve ağlamaktan nehyettin. Ama sonra da sen, kabirleri ziyaret etmeğe başladın!" diye sorunca, Hazret-i Peygamber. "Bu hususta bana müsaade edildi. Ben, annemin içine düştüğü azabı görüp ve Allah'tan anneme gelecek olan azâb hususunda da elimden hiçbir şey gelmeyince, ona merhametimden dolayı ağladım' dedi.

2) Said İbnu'l-Müseyyeb'ten, babasının şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ölüm, Ebu Talib'e gelip çatınca, Hazret-i Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) ona, "Amcacığım, Ta ilahe illallah"de! Ben, bu cümleyle Allah katında seni savunurum..." dedi. Bunun üzerine Ebu Cehil, Abdullah İbn Übeyy İbn Ümeyye: "Abdulmuttalib'in dininden yüz mü çeviriyorsun?!.." deyince de Ebu Talib: "Benimsemiş olduğumuz din üzereyim" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Allah beni yasaklamadığı sürece senin için mağfiret taleb edeceğim..." deyince de, "Gerçekten sen sevdiğin kişiyi hidayete erdiremezsin"(Kasas. 56) ayeti nazil oldu."

Vahidî şöyle demektedir: "Hüseyin İbn el-Fadl, bu açıklamayı tuhaf gördü. Çünkü bu Tevbe sûresi, Kur'an'ın en son nazil olan sûrelerindendir. Halbuki Ebu Talib'in vefatı, İslâm'ın ilk yıllarında Mekke'de olmuştur."

Ben derim ki, bana göre de, bu uzak görme, uzak görülmüştür. Zira, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, o vakitte, o ayetin nazil olduğu vakte kadar, Ebu Talib için mağfiret talebinde bulunduğunun söylenilmesinde ne sakınca var? Zira kâfirlere karşı sert ve şiddetli davranma, bu sûrede ortaya çıkmıştır. Belki de mü'minler kendilerinin, kâfir olan ebeveynlerine mağfiret talebinde bulunmalarının caiz olduğu kanaatindeydiler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de bunu yapıyordu. Sonra bu sûre nazil olunca, Allah onları bundan nehyetti. Bu, genel olarak uzak ihtimal görülmez.

3) Hazret-i Ali'den şu rivayet edilmiştir: "O, müşrik ebeveynine mağfiret talebinde bulunan bir adamı işitince, şöyle dedi: "Ben o adama, "müşrik oldukları halde-ebeveynine mağfiret talebinde mi bulunuyorsun?" deyince o adam: "İbrahim de, ebeveyni müşrik olduğu halde, onlar için mağfiret talebinde bulunmamış mıdır?" cevabını verdi. Bunun üzerine ben bunu Allah'ın Resulüne söyleyince, işte bu ayet-i kerime nazil oldu.

4) Rivayet olunduğuna göre, bir kimse Hazret-i Peygamber'e gelerek şöyle dedi: "Cahiliyye çağında babam sıla-i rahimde bulunur, misafirlere ikram eder, malından bağtş ve hibede bulunurdu. (O halde ey Allah'ın Resulü), şimdi babam nerede?" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Müşrik olarak mı öldü?" diye sordu. O adam, "Evet" deyince de, Hazret-i Peygamber, "Fazla derin olmayan bir ateş çukurundadır" dedi. Bunun üzerine adam, ağlayarak geri döndü. Hazret-i Peygamber onu çağırarak, "Benim, senin ve İbrahim'in babası ateştedir. Zira senin baban, hiçbir gün, "Ateşten Allah'a sığınırım" dememiştir" dedi.

Kâfirler Hakkında İstiğfar Edilmez

Cenâb-ı Hakk'ın iyi "Ne peygamberin ne de mü'minlerin müşrikler için istiğfar etmeleri doğru değildir" buyruğunun manasının, "Bu ona yakışmaz" şeklinde olması muhtemeldir. Böylece bu ifade bir vasıf gibi olmuş olur. Yine bunun manasının, nehiy manasında olmak üzere, "Bu onun için olmaz" şeklinde olması da muhtemeldir. Binâenaleyh, birincisinin manası, "Nübüvvet ve iman, müşrikler hakkında mağfiret taleb etmeye mânidir" şeklinde olur. İkincisinin manası ise, "Sizler, mağfiret talebinde bulunmayınız" şeklinde olur ki, bu iki mana, birbirine yakındırlar. Bu men ve yasaklamanın sebebi, Cenâb-ı Hakk'ın, "onların, cehennemlik oldukları meydana çıktıktan sonra" ayetinde zikrettiği husustur. Ayrıca Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki Allah, kendisine eş koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını, dileyeceği kimseler için bağışlar" (Nisa. 48) buyurmuştur. Buna göre mana, "Allahü teâlâ, onları cehenneme sokacağını haber verince, onlar için mağfiret talebinde bulunmak, Allah'ın, vaad ve vaîdinden caymasını taleb etmek gibi olur ki, bu caiz değildir. Hem, Allahü teâlâ'nın, daha önceki hükmü onlara azab edeceği şeklinde olunca, bu sebeple onlar, onun bağışlanmasını taleb ettiklerinde, hiç şüphesiz onların bu talebleri reddedilmiş olur ki bu da, Hazret-i Peygamberin derecesinin noksan ve mertebesinin de düşük olmasını gerektirir.

Hem yine Cenâb-ı Hak, "Bana dua edin. Size icabet edeyim" (Mü'min, 60) buyurmuş, onlar hakkında da, "Onlar, cehennemliktir" buyurmuştur. Binâenaleyh bu mağfiret talebinde bulunma, iki nasstan birinden caymayı gerektirir ki, bu caiz değildir. Ebu Haşim, kulun, Allah'ın yapmayacağını haber vermesinden sonra da, o şeyi Rabbinden istemesini caiz görmüş; buna da, cehennemliklerin, Allah'ın onu yapmayacağını bilmelerine rağmen, "Ya Rabbi bizi buradan çıkar. Eğer (yine küfre) dönersek artık hiç şüphesiz ki biz zalimlerizdir" (Mû'minun, 107) demeleriyle İstidlal etmiştir. Ebu Haşim'in istidlali, şu sebeplerden dolayı son derece tuhaf bir istidlaldir:

a) Bu, kendi mezhebi ve görüşü olan, "Ahirettekiler cahil olamaz ve yalan söyleyemezler" şeklindeki görüşüne bina edilmiştir ki, bu görüş kabul edilemez. Aksine Kur'an'ın, "Sonra onların fitnesi. "Rabbimiz olan sen Allah'a andederizki, biz eş tutanlardan değildik" demelerinden başka bir şey olmadı. Bak, vicdanlarınıza karşı nasıl yalan söylediler!" (Enam, 23-24) şeklindeki nassı, böyle bir iddiayı çürütür.

b) Onlar hakkında, onların bu isteklerinin reddedilmesi ve onların susturulması güzel ve yerinde olur. Ama bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında caiz değildir. Zira bu, O'nun makam ve mertebesinin noksanlaşmasını gerektirir.

c) Kendisinde herhangi bir faydanın olmadığı bilinen bu gibi istekler, ya abes veya bir ma'siyet olur. Bu iki şey. cehennemlikler hakkında düşünülebilirse de, büyük peygamberler hakkında düşünülemez.

İkinci Mesele

Allahü Teâlâ, mağfiret talebinde bulunmaya mani olan sebebin, onların, cehennemliklerden olduklarının ortaya çıkması olduğunu beyan etmiştir. Bu illet, onların yakın veya uzak akraba olmaları halinde değişmez. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "En yakın akraba dahi olsalar" buyurmuştur. Sebeb-i nüzulün, bizim naklettiğimiz şey olması, bu görüşü takviye etmektedir.

Hazret-i İbrahim'in Babası İçin İstiğfarı

Cenâb-ı Hakk'ın "İbrahim'in. babasına olan istiğfarı, ancak ona ettiği bir vaadden dolayı idi" buyruğuna gelince, bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu ayetin, kendinden önceki ayetle münasebeti hususunda birkaç izah yapılmıştır:

a) Bundan maksat, hiçbir insanın, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i İbrahim'e müsaade ettiği şeylerin bir kısmından Hazret-i Muhammed'i men ettiği vehmine kapılmamasıdır.

b) Bizim, bu ayetin, kendinden önceki ifadelerle münasebetinin izahı hususunda bahsetmiş olduğumuz, "Kâfirlerin ölülerinden ve dirilerinden her türlü ilgi ve münasebetin kesilmesi gerektiği" şeklindeki görüş de söylenebilir. Sonra da Cenâb-ı Hak, bu hükmün, Hazret-i Muhammed'in dinine has kılınmadığını, aksine, kâfirlerle her türlü ilgi ve münasebetin kesilmesinin gerekliliğinin, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in dininde de meşru olduğunu beyan buyurmuştur. Böylece, kâfirlerle olan ilgi ve münasebetin kesilmesinin vücubiyyeti, daha kuvvetli bir biçimde ifade edilmiş olur.

c) Allahü teâlâ, bu ayette Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'i, "halım", yani kızgınlığı az; "evvâh" yani, "insanların başına belâ ve musibet geldiğinde, çok feryâd edip ağlayan" olarak vasfetmiştir. Bundan maksad da, böylesi sıfatları taşıyan herkesin, babasına mağfiret talebinde bulunma hususunda kalbinde taşımış olduğu temayülün şiddetli olduğunu açıklamaktır. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Hazret-i İbrahim'in kadrinin ve kıymetinin son derece yüce olmasına ve "halîm" ve "evvâh" olmakla nitelenmiş olmasına rağmen, Allahü teâlâ onu, kâfir-olan babası için mağfiret talebinde bulunmaktan nehyetmiştir. Binâenaleyh, başkasının bundan men edilmesi haydi haydi evlâ olur.

Hazret-i ibrahim'in, Basası İçin Af Dilemesinin İzahı

Kur'an-ı Kerim, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, babası için mağfiret talebinde bulunduğuna delâlet eder. Nitekim Cenâb-ı Hak bunu, "Babamı da bağışla. Çünkü o, sapıklardandır" (Şuara. 86); "Ya Rabbi, beni, ana ve babamı affet" (ibrahim, 41) "Sana selâm olsun. Senin için Rabbime İstiğfar edeceğim" (Meryem. 47) ve "Muhakkak ki senin bağışlanmanı İsteyeceğim "(Mûmtehine, 4) şeklinde bahsetmiştir, Böylece, kâfir kimse için mağfiret talebinde bulunmanın caiz olmadığı sabit olmuş olur. Bu şekilde de bu, bu günahın Hazret-i İbrahim'den sudur ettiğine delâlet eder.

Bil ki Allahü teâlâ bu müşkile, "İbrahim'in, babasına olan istiğfarı ancak, ona ettiği bir vaadden dolayı idi" ifadesiyle cevap vermiştir. Bu ifadeyle ilgili iki görüş bulunmaktadır:

a) Vaad edenin, Hazret-i İbrahim'in babası olmasıdır. Buna göre mana, "Onun babası ona, iman edeceğini vaad etti. Böylece de İbrahim (aleyhisselâm), işte bundan dolayı mağfiret talebinde bulundu. Ama ne zaman ki, Hazret-i İbrahim, babasının iman etmediğini, onun Allah'ın düşmanı olduğunu anlayınca, ondan uzaklaştı ve bu mağfiret talebinden vazgeçti" şeklinde olur.

b) Vaad edenin Hazret-i İbrahim olması. Bu böyledir, zira Hazret-i İbrahim, babasının müslüman olacağı ümidiyle, onun için mağfiret talebinde bulunacağını babasına vaad etti. Hazret-i İbrahim'e, onun, Allah'ın düşmanı olduğu ortaya çıkınca, o zaman babasından uzaklaştı. Bu tefsirin doğruluğuna. Hasan el-Basrî'nin, bâ harfiyle olmak üzere, (iyyahu = ona) yerine, (ebahu babasına) şeklinde okuması da delil teşkil eder.

Bazı âlimler, buna cevaben şu iki açıklamayı yapmışlardır:

1) Hazret-i İbrahim'in, babasına mağfiret talebinde bulunmasından maksat, onun onu iman ve İslâm'a davet etmesidir. O, babasına: "İman et. Böylece ikâbtan kurtul, mağfirete nail ol!" diyordu. Hazret-i İbrahim, Allah'ın, mağfireti gerektiren imanı babasına nasib etmesi hususunda Allah'a yalvarıp yakarıyordu ki, mağfiret talebinde bulunmaktan maksat budur, Cenâb-ı Hak, Hazret-i İbrahim'e, babasının küfür üzerinde ısrar ederek öleceğini haber verince, o zaman o, bu talebten vazgeçti.

2) Bazı alimlerde, Cenâb-ı Hakk'ın, "ne peygamberin, ne de mümin olanlarır müşrikler için mağfiret talebinde bulunmaları doğru değildir.. " ayetinin ifade ettiğ hususu, cenaze namazına hamletmişlerdir. İşte bu yolla, bu istiğfarda, azâb hafifletmek gayesi bulunduğu için, kâfir için istiğfarda bulunmada bir sakınca olmadığı ortaya çıkmış olur. Bunlar sözlerini şöyle sürdürmüşlerdir: "Bunun delili, bundan muradın, bizim zikretmiş olduğumuz şu husus olmasıdır: Allahü teâlâ, "Onlardan ölen hiç bir kimseye ebedî olarak dua etme" (Tevbe, 84) ayetiyle, münafıklara namaz kılmaktan men etti. Bu ayette de bu hükmü tamîm etmiş; ister münafık olsun, isterse şirkini izhar etmiş olsun, müşrikler üzerine cenaze namazı kılmaktan men etmiştir." Bu, garip bir görüştür.

Üçüncü Mesele

Hazret-i İbrahim'in neye dayanarak babasının Allah'ın düşmanı olduğunu anladığı hususunda alimler ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları, bunun küfürde ısrar ve küfür üzere ölüm olduğunu; bazıları da, sadece küfürde ısrar olduğunu söylerken; diğer bazıları da, Allahü teâlâ'nın, ona bunu vahiy ile bildirmesinin, onun da bundan dolayı babasından teberrî etmesinin uzak bir ihtimal olmayacağını söylemişlerdir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki şöyle demiş olur: "Hazret-i İbrahim babasının Allah'ın düşmanı olduğunu anladığında, o ondan uzaklaştığına göre, siz de böyle olunuz. Zira ben size, Hazret-i İbrahim'e uymanızı emrettim." Çünkü Allahü teâlâ "Allah) birleyici olarak ibrahim'in dinine uy" (Al-i İmran, 95) buyurmuştur.

Evvah Kelimesinin İzahı

Allahü Teâlâ, bu hadisede Hazret-i İbrahim'in durumundan bahsedince, "İbrahim cidden pekçok tazarru ve niyaz eden, gerçekten sabırlı idi" buyurdu. Bil ki, evvah kelimesi, bir kimsenin, kederi iyice artınca söylediği, "ah!" sözünden türemiştir. Bunun sebebi şudur: İnsan hüzünlendiğinde, kalbi ruh, kalbin içinde sıkışıp tıkanmaya, boğulmaya başlar, böylece alabildiğince yanar. İnsan da, kendisinde bulunan bazı kederleri hafifletmek için, kalbinden bu yanan nefesini (ah! diyerek) çıkarır. İşte bu lafzın iştikakı hususundaki temel izah budur. Müfessirlerin bu ifadeyi tefsirleri hususunda değişik açıklamaları bulunmaktadır, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)"den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Evvâh, huşûlu olan ve yalvarıp yakaran demektir. "

H. Ömer (radıyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre o, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Evvâh ne demektir?" diye sorduğunda. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Çok dua edendir" cevabını vermiştir.

Rivayet olunduğuna göre, Zeyneb (radıyallahü anhnha), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında, onun çehresini değiştirecek (yani kızdıracak) şekilde konuştu. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), bunu yadırgayınca da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Onu bırak, çünkü o, evvâhtır" buyurdu. Kendisine: "Ya Resûlellah, "evvâh" nedir?" denince de, "Huşu ve tazarru içinde duâ eden" demektir" buyurdu. Hazret-i .İbrahim (aleyhisselâm)'in "evvâh" olmasının sebebinin, "Her nezaman kendisinin bir kusurunu hatırlasa veya kendisine âhiretin şiddetli hallerinden birşey hatırlatılsa, bundan korkarak ve bunu çok önemli görerek, "ah! ah!" demesi olduğu da söylenmiştir.

İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın, "Evvâh, haşyet (korku) içinde olan mü'mindir" dediği rivayet edilmiştir.

Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in '"halim" olarak vasfedilmesine gelince, bunun manası malumdur. Bil ki Allahü teâlâ. Hazret-i İbrahim'i bu ayette, bu iki vasıfla tavsif etmiştir. Çünkü onu alabildiğine rikkatli, şefkatli, korku ve endişeli olarak vasfetmiştir. İşte bundan ötürü onun, babasına ve çocuklarına duyduğu rikkat fazla olmuştur. Böylece Allahü teâlâ bu vasıfları taşımasına rağmen onun, babasının küfürde ısrar ettiğini görünce, babasından uzaklaştığını ve.ona karşı sert davrandığını beyan etmiştir. Binâenaleyh (ey mü'minler), böyle olmak size daha uygun düşer. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in "halim" vasfına sahib oluşu da böyledir. Çünkü hilm sebeblerinden birisi de, kalbin rikkatli ve alabildiğine merhametli olmasıdır. Çünkü insanın durumu böyle olunca, öfkeli anında da hilmi artar.

115

Âyetin tefsiri için bak:116

116

"Allah bir topluluğa hidayet ettikten sonra sakınacakları şeyleri kendilerine apaçık bildirmedikçe, onları saptıracak değildir. Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla bilendir. Göklerin ve yerin hakimiyeti hakikaten Allah'ındır. O, hem diriltir, hem öldürür. Sizin Allah'dan başka ne bir veliniz, ne bir yardımcınız yoktur".

Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır:

Daha Önceki Kısımla Münasebet

Bil ki Allahü teâlâ, mü'minleri müşrikler için mağfiret taleb etmekten (istiğfardan) men edip, müslümanlar da, bu ayet inmezden önce, küfür üzere ölen babalan, anaları ve diğer akrabaları hakkında mağfiret talebinde bulunmuş olduklarından dolayı, müşrikler için mağfiret talebinde bulunmuş olunca, bu ayet indiğinde, daha önce müşrikler hakkında mağfiret talebinde bulunmuş olmalarından ötürü endişeye kapıldılar. Hem sonra müşrikler için mağfiret talebinde bulunmuş olan bazı müslümanlar, bu ayet nazil olmazdan önce ölmüşlerdi. Bundan dolayı müslümanların kalbine, onların hallerinin nice olacağı endişesi düştü. İşte bunun üzerine, Allahü teâlâ, bu ayetle o korku ve endişeyi onlardan gidererek, ancak, kaçınmaları ve ittika etmeleri gereken şeyleri beyân ettikten sonra onları muaheze edeceğini beyan buyurmuştur. Ayetin, kendinden önceki âyetlerle ilgi ve münasebeti hususunda bu, son derece güzel bir izahtır.

Şu izah da yapılmıştır: Bu sûre, başından buraya kadar, kâfirlerle ve münafıklarla içli-dışlı olmaktan men etmeyi beyan etmekte, onlarla birlikte olmamanın ve onları dost edinmekten kaçınmanın vâcib olduğunu açıklamaktadır. Binâenaleyh sanki, "O kâfir ve münafıklar hakkında böylesine şiddetli davranma, rahim ve kerim olan İlah'a nasıl uygun düşer?" denilmiş de, buna şöyle cevap verilmiştir: "Allahü teâlâ, ancak kendilerini (hidâyete) davet ettikten ve dolayısıyla onlara korunulması gerekli olan şeyleri beyan ettikten sonra, bir kavmi ceza ile muaheze eder. Fakat bunu beyan ettikten ve her türlü mazeret kapısını kapadıktan sonra onları Cenâb-ı Hakk'ın, en şiddetli ceza ve hesab ile muaheze etme hakkı vardır.

Hak teâlâ'nın tabiri ile ilgili şu izahlar vardır:

a) Bundan murad, Allah'ın, onları cennet yolundan saptırmasıdır. Yani "Allah, onları ondan çevirmiş ve onları cennete yönelmekten men etmiştir" demektir.

b) Mu'tezile "Bu ayette bahsedilen, "saptırma", "onların sapmış olduklarına hükmetmek" manasınadır" demişler ve görüşlerine, Kümeyt'in "Bir taife, sizi sevdiğim için beni küfre nisbet ettiler, benim kâfir olduğum hükmüne vardılar" şeklindeki beytini delil getirdiler.

Ebu Bekir el-Enbârî şöyle demiştir: "Bu açıklama yanlıştır. Çünkü Araplar böyle bir mana (yani hükmetme manasını) kastettiklerinde, tef'il babını kullanır. Meselâ, (Onu dalâlete nisbet etti, saptığına hükmetti) derler. Mu'tezile'nin Kümeyt'in beyti ile yapmış oldukları istidlal geçersizdir. Çünkü bizim "Hüküm cihetinden onun kâfir olduğunu söyledi" şeklindeki sözümüzden, edalle "saptırdı" manasının doğruluğu gerekmez. Çünkü, fe'ale şeklinin (yani sülasisinin) kullanılması doğru olmaz. Baksana kesereh "Onu kırdı" denilmesi caiz olduğu halde, bu manada ekserehu denilmesi caiz değildir. Aksine bu hususlarda sema'a- (yani Arapların kullanmasına) başvurulması- itibar edilmesi gerekir.

c) Allah, onlara hidayet ettikten sonra, kalblerine artık delâleti sokmaz ki azaba müstehak olacakları şey onlardan sâdır olsun.

Mu'tezile'nin İdlal Konusundaki İddiasına Cevap

Mutezile şöyle demektedir: "Ayetin neticesi şuraya varır: Allahü teâlâ, ancak, kendisine o fiilin çirkin ve yasak olduğunu açıkladıktan sonra bir kimseyi muaheze eder. Cenab-ı Hak bu hususu, bütün malûmatı (herşeyi) bildiğini "Şüphesiz ki Allah herşeyi hakkıyla bilendir" buyruğu ile ve bütün mümkinata (herşeye) kadir olduğunu, "Göklerin ve yerin hakimiyeti, hakîkaten Allah'ındır. O hem diriltir, hem öldürür" buyruğu ile açıklayarak bildirmiştir. O halde ifadelerin takdiri (neticesi), "Kim bu şekilde âlim ve kadir olursa, muhtaç olmaz. Âlim, kadir ve müstağni olanın ise, bir açıklama yapmadan ve her türlü mazereti ortadan kaldırmadan önce, kabih olanı ve azabı yapması kabih (çirkin) olur. Binâenaleyh Allahü teâlâ'nın böyle yapmaması gerekir" İşte böylece ayetin daha önceki kısımla münasebeti ancak bu şekilde tefsir ettiğimizde doğru ve yerinde olur. Bu da, Allahü teâlâ'nın doğrudan doğruya ceza vermesinin kabih (çirkin) olmasını gerektirir ki siz böyle söylemiyorsunuz (kabul etmiyorsunuz)."

Buna şöyle cevap verilir: "Bahsettiğiniz bu husus, Allahü teâlâ'nın ancak, açıklamada bulunup, hertürlü özür sebeplerini ortadan kaldırdıktan sonra ceza vereceğine delâlet eder. Ayette, Allahü teâlâ için, bunun (yani beyân etmeksizin ceza vermesinin) söz konusu olmadığı hususunda bir delâlet yoktur. Binaenaleyh sizin (Mutezile'nin) zikrettiği şeyler sakıt olur.

Göklerin ve Yerlerin Hâkimiyeti Allah'ındır

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Göklerin ve yerin hakimiyeti, hakikaten Allah'ındır. O, hem diriltir, hem öldürür" buyurmuştur. Bu ifadenin, burada zikredilmesinin hikmetleri şunlardır:

a) Allahü teâlâ. kâfirlerden uzak kalmayı emredince, göklerin ve yerin mülkünün kendisine ait olduğunu beyan buyurmuştur. Binaenaleyh "O, sizin yardımcınız ve veliniz olursa, kâfirler size zarar veremezler" denilmektedir.

b) Bir grup müslüman şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Hak bize kâfirlerden kopmamızı, onlarla olan ilgi ve münasebetimizi kesmemizi emredince, bizim baba, çoluk-çocuk ve kardeşlerimizle biraraya gelmemiz mümkün olmaz. Çünkü bunlardan pek çoğu kâfirdirler." Binâenaleyh ayetten kastedilen mana şöyle olur: "Siz, her nekadar onların yardım ve desteğinden mahrum kalacak olsanız da, göklerin ve yerin sahibi olan, dirilten ve öldüren o Allah sizin yardımcınızdır. Binâenaleyh onların sizden kopmaları size zarar vermez."

c) Allahü teâlâ, bu zor mükellefiyetleri emredince, sanki, "Ben sizin ilahınız, siz de benim kullarım olduğunuz için, benim hüküm ve mükellefiyetlerime boyun eğmeniz gerekir" demek istemiştir.

Allah'ın, Peygamberi ve Diğer Mü'minleri Affetmesi

117

"Andolsun ki Allah, Peygamberini ve içlerinden bir kısmının gönülleri hemen hemen eğrilmek üzere iken, güçlük zamanında ona tabi olan muhacirlerle ensarı da tevbeye muvaffak kıldı ve sonra onların tövbelerini kabul eyledi. Çünkü O, raûf ve rahimdir".

Bil ki Allahü teâlâ, Tebük Savaşı'nın durumlarını iyice açıklayıp, o savaşa katılmayanların hallerini beyan ederek, bu tefsirde özetle sunduğumuz sıraya göre. bu konuda enine-boyuna söz edince, bu ayette de, o savaşla ilgili geriye kalan hükümleri açıklamaya yöneldi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, evlâ olanı terk manasında olan bir tür zellenin sâdır olması ve mü'minlerden bir çeşit zellenin (hatanın) sâdır olması da, geriye kalan o hükümlerdendir. Dolayısıyla Allahü teâlâ onlara, o zellelerinden dolayı, lütufla tevbelerini kabul ettiğini belirterek, "Andolsun ki Allah., tevbeye muvaffak kıldı" buyurmuştur. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Tebük Seferine Katılanların Medhedilmeyip Noksan Bulunmaları

İleride de izah edileceği üzere, çeşitli hadisler, bu (savaş) yolculuğunun, gerek Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, gerekse mü'minlere çok zor ve güç geldiğine delâlet etmektedir. Bu husus, onları medh-ü sena etmeyi gerektirir. O halde onlar hakkında, "Andolsun ki Allah peygamberini ve muhacirlerle ensarı da tevbeye muvaffak kıldı" denilmesi nasıl uygun düşer? Buna birkaç izahla cevap verilebilir:

Birinci izah: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den terk-i evlâ (daha iyi olan davranışı terketme) babında bir şey (zelle-hata) sâdır olmuştur ki Cenâb-ı Hak buna, "Allah seni affetsin, neden izin verdin onlara..? (Tövbe, 13) ayetiyle işaret etmiştir. Hem sonra, ileride de beyan edileceği üzere, o zamanda savaş, mü'cninlere çok ağır gelmişti. Çoğu kez onların kalbinde, bu sefere karşı bir isteksizlik hissi doğmuş, yine hazflarının hatırına, "Acaba bundan kaçamaz mıyız?" düşüncesi gelmişti. Ben demiyorum ki, onlar buna kesin karar vermişlerdi. Aksine ben, onların kalbine birtakım vesveselerin girmiş olduğunu söylüyorum. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, sûrenin sonunda, onların, fazl-ı ilahisi ile bu kusurunu affettiğini beyan ederek, "Andolsun ki Allah, peygamberini ve içlerinden bir kısminin gönülleri hemen hemen eğrilmek üzere İken. güçlük zamanında ona tâbi olan muhacirlerle ensarı da tevbeye muvaffak kıldı" buyurmuştur.

İkinci izah: İnsan, ömrü boyunca, ister küçük günahlar kabilinden olsun, ister terk-i evla kabilinden olsun, birtakım zellelerden ve tökezlemelerden hâlî olamaz. Sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve diğer mü'minler, bu seferin güçlüklerine ve yorgunluklarına katlanıp, o sıkıntı ve mihnetlere sabredince. Allahü teâlâ, o sıkıntılara katlanmanın, ömürleri boyunca onlardan sâdır olmuş olan bütün zedelerin keffareti yerine geçtiğini ve hepsinden ihlasla sâdır olmuş bir tevbe yerine geçtiğini haber vermiştir. İşte bu sebebten ötürü, "Andolsun ki Allah, Peygamberini ve.. muhacirlerle ensarı tevbeye muvaffak kıldı" buyurmuştur.

Üçüncü izah: O seferde, zaman (mevsim) onlara çok ağır gelip, çeşitli vesveseler de kalblerine girince, ne zaman onlardan birinin kalbine böyle bir vesvese düşse, onlar bundan ötürü Allah'a yönelir ve onu kalblerinden gidermesi için, Allah'a yalvarıp yakarırlardı. İşte o vesveselerin kalblerine girmesi yüzünden, çokça tevbeye yönelmelerinden ötürü, Cenâb-ı Hak, "Andolsun ki Allah., (onları) tevbeye muvaffak kıldı" buyurmuştur.

Dördüncü izah: O müslümanlardan bazı günahların sâdır olmuş olması uzak bir ihtimal değildir. Fakat Cenâb-ı Hak o seferin sıkıntılarına katlanmalarından ötürü, onları tevbeye muvaffak kılmış ve affetmiştir. Onların din yönünden yüksek bir makamda bulunduklarına ve tevbenin kabulü hususunda Resulullah ile beraber zikredilecek bir dereceye ulaştıklarına dikkat çekmek için Allahü teâlâ, Resulullah'ı da onlara ilave etti.

Tebuk Seferine “Güçlük Ordusu” Denilmesinin Sebebi

Ayette bahsedilen "güçlük zamanı (sâati'l-usre)'den maksadın ne olduğu hususunda iki görüş bulunmaktadır: Birinci görüş: Bu, Tebük Savaşı'na tahsis edilmiştir. Bundan, o seferde, sahabeye cidden çok zor gelmiş olan bir zaman kastedilmiştir. "Usre", işin zorluğu ve çetinliği demektir. Cabir (radıyallahü anh): "(O zamanda), binit, su ve azık sıkıntısı bulunuyordu" demiştir. Binit sıkıntısına gelince, Hasan ef-Basri bu hususta: "Müslümanlardan (her) on kişi, savaşmak için, aralarında değiştirerek bindikleri bir deve üzerinde savaşa çıkıyordu. Azık sıkıntısına gelince, müslümanlar çoğu kez tek bir hurmayı, hurmada sadece çekirdeğinden başka hiçbir şey kalmayıncaya kadar, sırayla emiyorlardı. Onların yanında güvelenmiş arpa (ekmeği) bulunuyordu. Böylece, onlardan birisi, bu ekmekten yapılmış bir lokmayı ağzına koyduğu zaman, lokmanın kokusundan dolayı burnunu tutuyordu " demiştir.

Su sıkıntısına gelince Ömer (radıyallahü anh): "Biz çok şiddetli bir sıcak zamanında bu harbe çıktık. Biz, bu harpte çok da susamıştık. Öyle ki, bir kimse devesini boğazlıyor, onun işkembesini sıkıyor ve onu içiyordu" demiştir.

Bil ki, bu savaşa "Gazvetu'l-Usre"; bu savaşa katılanlara "Ceyşu'l-Usre" ismi verilmiştir. Bu orduyu, Hazret-i Osman ile, onun dışındaki bazı sahabiler donatmış ve teçhiz etmişti.

İkinci görüş: Ebu Müslim, şöyle demiştir: "(Ayette bahsedilen) "Güçlük zamanının, peygambere ve mü'minlere zor gelen bütün haller ve zamanlar olması mümkündür. Böylece, Hendek ve diğer savaşlar da bunun kapsamına girer. Allahü teâlâ bu savaşların bir kısmını, kitabında zikretmiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "O zaman gözler yılmış, yürekler gırtlaklara dayanmıştı"(Ahzab, 10) ve: "Andolsun ki Allah'ın size olan vaadi O'nun izni ile onları (düşmanları kolayca) Öldüregeldiğiniz (...) zamana kadar, yerine gelmişti. (Sonra) siz yılgınlık gösterdiniz.." (Al-i İmran, 152) ayetlerinde ifade edildiği gibidir. (O halde) bundan maksat, muhacir ve ensarı en zor zamanlarda ve durumlarda dahi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e uymakla tavsif edip nitelendirmektir ki bu, tam anlamıyla bir övülmeyi ifade eder.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "içlerinden bir kısmının gönülleri hemen hemen eğrilmek üzere iken..." buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis bulunmaktadır:

Birinci bahis: Ayette geçen kâde fiilinin failinin, kulûb lafzının olması ve takdirinin de, şeklinde olması mümkündür. Burada "emr ve şe'n zamiri" sözkonusu olup, fiil ve failin o emr ve şen'in tefsiri olması da mümkündür. Bu ikinci şıkka göre mana: "Onlar, zorluğun şiddetinden dolayı, o savaşta, Hazret-i Peygamber'e ittiba etmede, neredeyse sebat gösteremiyeceklerdi" şeklinde olur.

İkinci bahis: Hamza ve Âsım'ın ravisi Hafs, fiilin önce geçmiş olmasından dolayı yâ ile yezîğu; diğer kıraat imamları da, kulûb lafzının (çoğul olduğu için) müennes olmasından dolayı tâ ile teziğu şeklinde okumuşlardır.. Abdullah İbn Mesûd ise, bu ayeti, "Onlardan bir grubun kalblerinin meyledip eğrilmesinden sonra..." şeklinde okumuştur.

Kâde Fiilinin Manası Hakkında

Üçüncü bahis: Bazılarına göre kâde, sadece "mukarebe" (yaklaşma) manası ifade eder. Diğer bazılarına göreyse, (o işin) olmamasıyla beraber, yakınlık manasını ifade eder. O halde, ayette bahsedilen o tevbe, o "yaklaşma ve "neredeyse olayazma"dan dolayı olmuş olur. Alimler, onların kalblerine düşen o şeyin ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, "Onların bazıları, o şiddetli ve güçlük anında Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den ayrılma eğilimi gösterdiler. Ancak ne var ki, buna sabrettiler ve kendilerini alıkoydular" denilmiştir. İşte bundan dolayı da Cenâb-ı Hak, onlar sabr ve sebat gösterip bu önemsiz şeyden dolayı nedamet duyduklarından ötürü de, "Sonra onları tevbeye muvaffak kıldı" buyurmuştur. Diğer bazıları da, bu tevbenin, bir şeyi fiiliyata dökmeden önceki safhada yer atan eğilim ve yeltenmeden dolayı yapıldığını söylemişlerdir. Binâenaleyh, onlar böyle bir sıkıntıyla karşı karşıya kalınca, onların kalbine böyle birşey düşmüştür. Bununla beraber onlar, bunun bir ma'siyyet ve günah olacağı endişesinden dolayı, kalblerine düşen bu önemsiz şeyi tevbe ile telafi etmişlerdir. İşte bundan dolayı da Cenâb-ı Hak. "Sonra onları tevbeye muvaffak kıldı." buyurmuştur..

Tevbe Meselesini Başta ve Sonda Anmanın Sebebi

Buna göre şayet, "Cenâb-ı Hak, hem ayetin başında, hem de sonunda tevbeden bahsetmiştir. O halde bu tekrarın faydası nedir?" denilirse, biz deriz ki:

Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:

Birinci izah: Allahü teâlâ, onların kalblerini hoşnut etmek için (sözüne), günahlarından bahsetmeden önce, tevbeyi zikrederek başlamış; sonra, onların günahlarından bahsetmiş, daha sonra da, bunun peşinden tekrar tevbeden bahsetmiştir ki, Cenab-ı Hakk'ın bundan maksadt onları övmektir.

İkinci izah: "Sultan, falancayı affetti; sonra onu afvetti" denildiğinde bu, bu affın, kuvvet ve mükemmellikte zirveye ulaşmış müekked bir aff olduğuna delâlet eder. Nitekim, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Cenâb-ı Hak, müslüman bir kimsenin günahını yirmi defa affeder " Benzeri hadis Müsned, (5/174).

buyurmuştur ki. İbn Abbasın. "Sonra onları tevbeye muvaffak kıldı." ayeti hakkında, "Allah bununla, onlardan fazlasıyla razı olduğunu murad etmiştir" demesinin manası budur.

Üçüncü izah: "Andolsun ki Allah. Peygamberini ve güçlük zamanında O'na tabi olan muhacirlerle ensan da tevbeye muvaffak kıldı.." ayetindeki sıralama, Cenâb-ı Hakk'ıri, o güçlük zamanında, onların kalblerine düşen vesveselerden dolayı. yapmış oldukları tevbeleri kabul ettiğine delâlet eder. Daha sonra Cenâb-ı Hak, buna ilavede bulunarak, "içlerinden bir kısmının gönülleri hemen hemen eğrilmek üzere iken" buyurmuştur. Binaenaleyh bu ilave, bazı kuvvetli vesveselerin bulunup tahakkuk ettiğini ifade eder. İşte bundan dolayı, pek yerinde olarak, onların o vesveselerle muaheze edilecekleri hususunda hiç kimsenin gönlünde herhangi bir şüphe kalmasın diye, Cenab-ı Allah bu ifadenin peşinden tekrar tevbeyi zikretmiştir.

Daha sonra, "Çünkü o raûf ve rahîmdir" buyurmuştur, Rauf ve Rahîm, Allah'ın birer sıfatı olup, manaları birbirlerine yakındır. Re'fet'in, zararı gidermek, rahmetin ise fayda ulaştırmak için çalışmaktan ibaret sayıldığı anlaşılmaktadır. Bunlardan birisinin, geçmiş olan rahmet için; diğerinin de, gelecek, müstakbel rahmet için kutartti da söylenmiştir

Haklarındaki Hüküm Ertelenen Üç Kişi

118

"Haklarındaki hüküm ertelenen üç kişinin tevbelerini de Allah kabul etti. Çünkü yeryüzü bunca genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah'dan, yine Allah'dan başka sığınacak hiç bir yer olmadığını anladılar da bundan sonra Allah, onları da eski hallerine dönsünler diye, tevbeye muvaffak buyurdu. Şüphesiz ki Allah. (ancak) O. tevbeyi en çok kabul eden, hakkıyla merhamet edendir"Tevbe-118)

Ayetle İlgili birkaç mesele bulunmaktadır;

Birinci Mesele

Bu ifade, önceki ayete atfedilmiştir. Buna göre kelamın takdiri, "Andolsun ki Allah, peygamberin güçlük saatinde O'na tabi olan muhacirlerin, ensârın ve haklarındaki hüküm ertelenenlerin tevbelerini affetti..." şeklindedir. Bu atıftaki fayda şudur: Daha önce ifade ettiğimiz üzere, tevbenin, Hazret-i Peygamber'in tevbesinin yanında zikredilmesi, o tevbeyi yapan şahsın mertebesinin büyüklüğüne ve tazim edildiğine delâlet etmektedir. Bu atıf, Hazret-i Peygamber'in, muhacirlerin ve ensarın tevbelerinin kabulünün, aynı hükme dahil olmasını gerektirir. Bu da, onların durumlarının yüceliğini ve onların buna müstehak olmalarını gerektirir.

İkinci Mesele

Ayette bahsedilen üç kişi. Cenâb-ı Hakk'ın, "diğer birtakımı da Allah'ın emrine intizaren haklarındaki hüküm ertelenmiş olanlardır" (Tevbe. 106) ayetinde bahsetmiş olduğu kimselerdir. Alimler, onların, haklarında hüküm gecikmiş olanlar şeklinde vasfedilmiş olmalarının sebebinde ihtilâf ederek, şu açıklamaları yapmışlardır:

a) "Buradaki "hullifû"dan maksad, onlara, savaştan geri kalma emri verilmiş olması: veyahut da. Hazret-i Peygamber'in buna razı olması değildir. Aksine bu. senin arkadaşına; "Falancayı, nerede terkettin?" deyip de, onun da: "Falanca yerde" demesine benzer. Bu cevabı veren kimse, büyük ihtimal, onun orada kalmasını istememiş, hatta geri kalmaktan men etmiştir. Fakat böyle söylemekle, sadece onun kendisinden geride kaldığını bildirmek ister.

b) O üç kimsenin, savaşa gitme kararlılığı içinde olmaları, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de. onlara, âlet ve edevat, savaş teçhizatı elde edebilecekleri bir süre kadar müsaade etmiş olması; onlar, muayyen bir zaman gecikip kalınca da, o kimselerde gevşeklik ve tembelliğin zuhur etmiş olması, böylece de "Peygamber onları geride bıraktı" denilmiş olması da imkânsız değildir.

c) Cenâb-ı Hak burada, bir topluluğun kıssasını anlatmıştır ki bunlar, "Diğer birtakımı da Allah'ın emrine intizaren geciktirilmişlerdir" (Tevbe. 106) buyruğundan kasdedilenlerdir. Bunların geciktirilmiş olmasından murad, tevbelerinin kabulü hususundaki hükmün, ilk gruptan sonraya kalmış olmasıdır. Bu üç kişiden birisi olan Ka'b İbn Mâlik şöyle demişti: "Cenâb-ı Hakk'ın, bizim hakkımızdaki buyurmasından maksad, savaştan geri kalmamız olmayıp, Cenâb-ı Hakk'ın, "Diğer birtakımı da Allah'ın emrine intizaren geciktirilmişlerdir"(Tevbe, 106)ayetinde işaret edildiği üzere, Allah Resulünün bizim hakkımızdaki hükmü ertelemesidir."

Üçüncü Mesele

Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Bu tabir "Gazaya çıkanlara Medine'de halef oldular" anlamında olmak üzere helefû şeklinde okunmuştur. Bu kıraat, hâlife (ahmak) veya helûf (ağız kokusu) manası esas alınırsa "akılsızlık ettiler ve bozuldular" manasına da gelebilir. Ca'fer es-Sadık, bu kelimeyi hâlefû (muhalefet ettiler) şeklinde okurken, A'meş, (......) şeklinde okumuştur.

Seferden Geri Kalan Üç Sahabi

Bu üç kişi, şâir olan Ka'b İbn Mâlik; hakkında Liân ayeti nazil olmuş olan Hilâl İbn Ümeyye ve Mürâre İbn er-Rebî'dir. Alimlerin, bu hadiseyle alâkalı iki görüşü bulunmaktadır:

Birinci görüş: Bu görüşe göre onlar, Hazret-i Peygamber'in arkasından gitmişlerdir. Hasan el-Basri bunu şöyle anlatmaktadır: "Onlardan birisinin, bedeli yüzbin dirhem olan bir arazisi bulunuyordu. Bunun üzerine o: "Ey arazi, beni Allah'ın Resulünden, sen geri bıraktın sen! Git, seni Allah yoluna, O'nun rızasına vakfediyorum. Ben, Hazret-i Peygamber'e ulaşıncaya kadar, sahraları dolaşıp katedeceğim" dedi ve bunu yaptı da. İkincisinin de bir ailesi bulunuyordu. Bunun üzerine o: "Bak, hanım! Beni Allah'ın Resulünden sen geri bıraktın, sen! Artık ben de seni bırakıp, O'na ulaşıncaya kadar sahraları katedeceğim" dedi ve böyle yaptı. Üçüncüsünün de, ne malı ne de çoluk çocuğu bulunuyordu. Bunun üzerine o: "Benim bu hususta, hayata olan düşkünlüğümden başka mazeretim yoktur. Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın Resulüne ulaşıncaya kadar, sahraları katedip gideceğim!" dedi. Böylece onlar, Allah'ın Resûlü'ne katıldılar, Bunun üzerine Allahü Teâlâ da, "diğer birtakımı da, Allah'ın emrine intizaren geciktirilmişlerdir" (Tevbe. 106) ayetini inzal buyurdu.

Ka'b b. Malik (radıyallahü anh)'in Meselesi

Ekserî ulemânın görüşü olan ikinci görüşe göre onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peşinden gitmemişlerdir. Ka'b, bunu şöyle anlatır: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), benim sözümden hoşlanırdı. Binâenaleyh, savaşa katılma hususunda O'ndan geri kaldığımda, Hazret-i Peygamber: "Ka'b'ı savaştan alıkoyan şey nedir?" demiş. Binâenaleyh, Hazret-i Peygamber Medine'ye geri dönünce, münafıklar mazeret beyanında bulunmuşlar, Hazret-i Peygamber de onları mazur görmüştü. Ben de Hazret-i Peygamber'in yanına vardım ve: "Benim atım da, silahım da hazırdı. Sebepsiz yere geri kaldım. O halde, benim bağışlanmamı dile!" dedim. Allah'ın Resulü bunu kabul etmedi. Sonra, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ashabı bu üç kişiyle oturup kalkmaktan men etti ve onlardan uzak durulmasını emretti. Hatta, bunu, onların karılarına bile emir buyurdu. Böylece, yer, onca genişliğine rağmen onlara dar geldi. Derken, Hilal İbn Ümeyye'nin karısı, Hazret-i Peygamber'e gelerek: "Ey Allah'ın Resûlü, andolsun ki Hilal durmadan ağlıyor; öyle ki ben, onun gözlerinin kör olacağı endişesini duyuyorum!" dedi. Elli gün kadar geçmişti ki Allah; ayetiyle, (Tevbe, 117) ayetlerini indirdi. Bu esnada Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ümmü Seleme'nin yanından odasına çıkarak, "Allahu Ekber!. Allah, arkadaşlarımızın mazur oldukları hususunda ayet indirdi" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), sabah namazını kıldırdıktan sonra, bunu, ashabına açtı ve onlara, Allah'ın o kimselerin tevbesini kabul ettiği müjdesini verdi. Bunun üzerine o üç kişi Hazret-i Peygamber'e geldiler. Hazret-i Peygamber de, haklarında nazil olan ayeti okudu, Bunun üzerine Ka'b (radıyallahü anh): "Benim Allah'a karşı yapacağım tevbe, bütün malımı sadaka olarak vermemdir" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Hayır" dedi. Ka'b da: "Malımın yarısını vereyim" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yine: "Hayır" dedi. Ka'b: "Üçte birini" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Evet öyle yap" buyurdu.

Üç Sahabinin Müşterek Vasıfları

Bil ki Cenâb-ı Allah, bu üç kişiyi şu üç sıfatla nitelemiştir:

Birinci sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın "Yeryüzü bunca genişliğine rağmen onlara dar gelmiş.. " buyruğunun ifade ettiği husustur. Müfessirler bunun manasının şöyle olduğunu söylemişlerdir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onlardan yüz çevirmiş, onlara iltifat etmemiş, mü'minleri onlarla konuşmaktan men etmiş, onların hanımlarına, ayrı durmalarını emretmiş ve onlar, bu hal üzere elli veya daha fazla gün beklemişlerdi. Hak teâlâ'nın "Yeryüzü bunca genişliğine rağmen. onlara dar gelmişti" buyruğunun tefsiri, bu sûrede daha evvel geçmişti.

İkinci sıfat: Hak teâlâ'nın: "Vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı" buyruğunun ifade ettiği husustur. Bu ifade ile, onların üzüntüleri, kederleri, eş ve dostlarından ayrı kalmaları ve insanların kendilerine hor bakmaları sebebi ile, içlerinin daralması kastedilmiştir.

Üçüncü sıfat: Hak teâlâ'nın "Nihayet Allah'dan. yine Allah'dan başka sığınacak hiç bir yer olmadığını anladılar" buyruğunun ifade ettiği husustur. Bu ayetin manası, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, dua ederken söylediği:"Ey Allahım! Senin gazabından yine senin rızâna; kızgınlığından affına ve senden yine sana sığmıyorum " Müslim, Salâl, 222 (1/352); Tirmizî, , Daavât, 76 (5/524). şeklindeki sözünün manasına yakındır.

Bazı âlimler de, bu ayetin başındaki zannû sözünün tıpkı Bakara süresindeki (......) (Bakara. 46) ayetinde olduğu gibi, "dildiler" manasına geldiğini söylemişlerdir. Bu kelimenin bu manaya olduğunun delili, Allahü teâlâ'nın bu vasfı, onlar hakkında bir medh (övgü) sadedinde zikretmesidir. Bu. onların ancak. Allah'ın hışmından yine Allah'a sığınılacağını bilmeleri ile mümkün olur.

Diğer bazı alimler de şöyle demişlerdir: "Bunların durumları vahye dayanmıştır Onlar, Allahü teâlâ'nın kendilerinin nifaktan uzak oldukları hususunda ayet indireceğim kafi olarak bilmiyorlardı. Fakat, o sıkıntılar içinde kalma müddetlerinin uzayabileceğine ihtimal veriyorlardı. O halde tenkid, o müddetin kısa olmasını muhtemel görme ile ilgili olmuş olur.

Bu Sahabilerin Tevbelerinin Kabulü

Allahü teâlâ onları bu üç sıfatla niteleyince "Sonra Allah onları tevbeye muvaffak kıldı" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki burada mutlaka mukadder bir ifade vardır ve bunun takdiri şu şekildedir: "Yeryüzü bunca genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmış ve nihayet Allah'dan yine Allah'dan başka sığınacak bir yer olmadığını anlayınca, Allah onları tevbeye muvaffak kılmış ve sonra yine onları tevbeye muvaffak kılmış." İfadedeki bu tekrarın faydası nedir? Biz deriz ki: Bu tekrar, te'kidden ötürü güzel ve yerindedir. Bu tıpkı, hükümdarın, bazı köleleri için affını gösterme hususunda mübalağa etmek, yani bunu iyice ortaya koymak istediğinde, "Seni affettim, afettim, affettim!" demesi gibidir.

Buna göre eğer. "Ayetteki "Tevbe etmeleri için, Allah onları tevbeye muvaffak kıldı" tabirinin manası nedir?" denilirse biz deriz ki: "Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:

1) Alimlerimiz, bundan maksadın, kulun fiilini Allahü teâlâ'nın yarattığını beyan etmek olduğunu söylemişlerdir. Binâenaleyh ayetteki, (......) ifadesi, tevbenin Allah'ın fiili (yaratması) olduğuna; "tevbe etmeleri için" ifadesi ise, tevbenin kulun fiili (kesbi) olduğuna delâlet etmektedir ki, bizim görüşümüz de budur. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın "Hakikat şu ki: "Güldüren de, ağlatan da Allah'dır" (Necm, 43) ayetinin yanısıra, "Onlar, az gülsünler, çok ağlasınlar" (Tevbe.82)ayetinin; "Kâfirler o (Muhammedi Mekke'den) çıkardıkları zaman.."(Tevbe. 40) ayetinin yanısıra, "Rabbin, seni evinden harbe çıkardığı zaman.. (Enfâl. 5) ayetinin ve "Deki: "Yerde gezin, dolaşın.. "(Neml, 69) ayetinin yanısıra, "'O (Allah), sizi karada ve denizde gezdir endir.. (Yunus 22) ayetinin bulunuşudur.

2) Bundan maksad, "Bu, sizin ileride tevbe etmenize sebeb olsun diye, Allah'ın geçmişte sizi tevbeye muvaffak kılmasıdır" manasıdır.

3) "Tevbe"nin, kök manası "dönmek, rucû etmek"tir. Binâenaleyh ayet, "Mü'minlerle içli-dışlı olma ve aradaki ayrılığın kalkması ve böylece gönüllerinin yatışmış olması şeklindeki eski hallerine ve âdetlerine dönmeleri için, Allah onları tevbeye muvaffak kılmıştır" manasındadır.

4) Bu ifade, "Onlar tevbeye devam etsinler ve tevbelerini bozacak bir şeye dönmesinler diye Allah onları tevbeye muvaffak kıldı" manasındadır.

5) Bu, "Tevbelerinden istifade etsinler ve bol sevap kazansınlar diye, Allah onları tevbe etmeye muvaffak kılmıştır. Bu iki fayda, ancak Allah'ın onları tevbeye muvaffak kılmasından sonra gerçekleşir."

Allah'ın Tevbeyi Kabul Etmesi Vacip Değildir

Âlimlerimiz, Allah'ın tevbeleri kabul etmesinin, aklen Allah'a vâcib olmadığı hususunda bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Çünkü bu kimseler hakkında tevbe şartları, taa işin başından beri mevcuttu. Buna rağmen Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onları kabul etmemiş, onlara iltifat etmemiş ve onları elli ve hatta daha fazla gün terketmiştir. Binâenaleyh eğer Allah'ın tevbeyi kabulü aklen ve mantıken vâcib olsaydı, peygamberin böyle yapması caiz olmazdı.

Cübbâî, ehl-i sünnetin bu görüşüne şöyle diyerek cevap vermiştir; "O tevbenin ta işin başından itibaren makbul olduğu, ama Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, cihad ve benzeri hususlarda emrettiği şeylerde, hiç kimse bu şeylerden geri alma cüretini göstermesin diye, onlar üzerine bu mükellefiyetin ağır olmasını kasdetmiş olduğu söylenebilir. Hem, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, onlarla konuşmaktan mü'minleri yasaklamış olması bir ceza olmayıp, mükellefiyeti ağırlaştırmak için olmuştur." Kadî (Abdulcebbâr) şöyle demiştir: "Onlar gerçeği anlasınlar, günahlarını ve başlarına gelen şeyi kabul etsinler diye, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu ağır mükellefiyeti o üç kişiye yüklemiştir. İşte onların bu durumu, özürlerini açıkça söyleyen münafıkların başına gelenden caydırma hususunda daha ileridir.

(Mu'tezilî olan bu şahıslara) şöyle cevap verilir: Biz, ayetteki "Sonra Allah onları tevbeye muvaffak kıldı" buyruğunun zahirî manasına tutunuyoruz. Çünkü "sonra" kelimesi terâhî (zaman bakımından sonralığı göstermek) içindir. Bu kelime, tevbenin kabulünün, sonra olduğunu gösterir. Binâenaleyh siz bunu, o kabulün ortaya konulmasının (belirtilmesinin) geciktirilmesi manasına alırsanız bu, bir delil olmaksızın, ayetin zahirî manasını bırakma olmuş olur. Buna göre eğer onlar, "Ayetin zahirini bırakmayı gerektiren, "O. kullarının tevbesini kabul eder.." (Şûra. 25) ayetidir" derlerse, biz de deriz ki: "Bu ayetteki "kabul eder' kelimesi, gelecek zaman içindir. Gelecek zaman kalıbı ise, icmâ ile, asla fevriliği (hemen yapmayı) ifade etmez."

Sonra Allahü teâlâ bu ayetini "Şüphesiz ki Allah (ancak) o. tevbeyi en çok kabul eden. hakkıyla merhamet edendir" buyurarak bitirmiştir. Bil ki Allahü teâlâ'nın "tevvâb" sıfatının peşinden "rahîm" sıfatını getirmesi, tevbeleri, kendisine vâcib olduğu için değil, sırf rahmet ve kereminden ötürü kabul ettiğine delâlet eder. Bu da, biz (ehl-i sünnetin), "Aklen, tevbeleri kabul etmek, Allah üzerine vacib değildir" şeklindeki görüşümüzü kuvvetlendirir.

Doğru Kişilerle Beraber Olmanın Lüzumu

119

"Ey iman edenler. Allah'ı sayın ve sadıklarla beraber olun".

Bil ki Allahü teâlâ, bu üç kişinin tevbelerini kabul ettiğini bildirince, bahsi geçen şeyi, yani cihadda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den geri kalmayı men etme sadedinde bir ifade zikrederek, "Ey iman edenler, Resûlullah'ın emrine muhalefet etme hususunda Allah 'dan korkun ve savaşlarda doğru olanlarla, yani Resul ve ashabı ile birlikte olun. sakın savaştan geri kalanlardan ve münafıklarla birlikte evlerinde oturup kalanlardan olmayın" buyurmuştur.

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Ayetin Icmaa Delil Olması

Allahü teâlâ, mü'minlerle, sâdıklarla beraber olmayı .emretmiştir. Sâdıklarla birlikte olmak vâcib (şart) olduğuna göre, her zaman ve devirde, sadıkların var olması gerekir.

Bu da herkesin, bâtıl üzerinde ittifak etmesine mânidir. Herkesin bâtıl üzerinde ittifak sağlaması imkansız olduğuna göre, yine herkes birşey üzerinde ittifak ettiklerinde, hakkı bulmuş olmaları gerekir. İşte bu da, icma-ı ümmetin bir hüccet olduğuna delâlet eder.

Şia'nın Masum İmam İddiasının Reddi

Eğer biri çıkıp derse ki: "Hak teâlâ'nın, "Sadıklarla beraber olun" buyruğu ile, "Sâdıkların yolu üzere olun" manası kastedilmiş olabilir. Bu, tıpkı bir kimsenin, çocuğuna: "Salihlerle (iyi kimselerle) beraber ol" dediğinde, gayesi bu manayı ifade etmektir." Bunu kabul ederiz, amma diyoruz ki:"Bu emir, sadece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında vardı. Binâenaleyh bu, peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte olma hususunda bir emirdir. Bu sebeble de bu ifade, diğer zamanlarda da bir sadığın (peygamberin) bulunacağına delâlet etmiş olmaz. Biz bunu da kabul ettik diyelim. O halde Şia'nın da dediği gibi, ayetteki "sâdık"ın, mükellefiyet zamanının (dünya hayatının) onsuz olması imkansız olan "masum imam" manasına olması niçin caiz olmasın?" denilir ise, birinciye şöyle cevap verilir: "Sadıklarla beraber olun "emri, sâdıklara uyma hususunda bir emir, onlara muhalefet etme hususunda bir nehiydir. Bu ise, her zaman sâdıkların bulunması şartına bağlıdır. Halbuki, vacibin ancak kendisi ile tamam olacağı şey de vâcibtir. Binâenaleyh bu ayet, sâdıkların her zaman bulunacağına delâlet etmiş olur.

Bu soruyu soranın, "Ayet, "sâdıkların yolu üzere olun" manasindadır" şeklindeki sözüne gelince, biz deriz ki: "Bu, ayetin zahirî manasını, bir delil ve sebeb yok iken bırakmaktır."

Onun: "Bu emir, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanına ait bir emirdir" şeklindeki sözüne gelince, biz deriz ki; Bu da şu sebeblerden ötürü yanlıştır:

1) Kur'an'da zikredilen mükellefiyetlerin, Kıyamete kadar mükelleflere yönelik olduğu, Hazret-i Muhammed'in dininde açık bir tevatürle sabittir. Binâenaleyh bu mükellefiyetin durumu da böyledir.

2) Bu sîga, bütün vakitleri kapsar. Nitekim bu ifadeden istisna yapılabilmesi de bunun delilidir.

3) Ayetin lafzında, belli bir zaman zikredilmediği için, ayeti zamanların bir kısmına hamletmek, diğer zamanlara hamletmekten daha evlâ olmaz. Bunu, bir kısım zamanlara hamletmek, ta'tîle (ayeti muattal bırakmaya) götürür ki, bu bâtıldır. Ayeti, bütün zamanlara hamletmeye gelince, işte elde etmek istediğimiz netice de budur.

4) Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey iman edenler, Allah'ı sayın!" buyruğu, onlara takvayı emreden bir ifadedir. Bu emir, müttakî olmayacak olanları da kapsayabilir. Bu da ancak, o kimsenin hata etme ihtimali olduğunda mümkün olur. Binaenaleyh ayet, hata edebilecek olanların, ismetleri (hata etmemeleri) vâcib olan kimselere uymaları gerektiğine delâlet etmiş olur. İsmetleri vâcib olanlar da Allah'ın kendileri için "sâdıklar" hükmünü verdiği kimselerdir. Bundan dolayı bu ayet, hatadan ma'sum olanın, hata edebilecek kimselerin hatalarına manî olabilmesi için, hata edebilecek kimselerin, hatadan masum olanlarla birlikte olmaları gerektiğine delalet eder. İşte bu, her zaman için söz konusudur. Binâenaleyh bunun her zaman bulunması gerekir.

Soruyu soranın, "Bundan muradın, mü'min kimsenin, her zaman mevcud olan ma'sum ile birlikte olması manası olması niçin caiz olmasın?" şeklindeki sözüne gelince, biz deriz ki: Biz de, mutlaka her zaman bir ma'sumun olması gerektiğini kabul ederiz. Fakat biz bu ma'sumun, ümmet-i Muhammed'in topluluğu olduğunu söylüyoruz. Siz ise, bu ma'sûm'un, ümmetten biri olduğunu iddia ediyorsunuz. Bu sebeble biz, bu ikincisinin yanlış olduğunu söylüyoruz. Çünkü Allahü teâlâ, mü'minlerden herbirine sâdıklarla birlikte olmayı vâcib kılmıştır. Bu ise, mü'min için ancak, o sâdığın kim olduğunu bilmesi hâlinde mümkün olur. Bu, o sadığın kim olduğunu bilmeyen için mümkün değildir. Binâenaleyh sadığın kim olduğunu bilmeyen de, sadıklarla beraber olmakla emrolunmuş olsaydı, bu "teklif-i mâla yutak" olurdu. Bu ise caiz değildir. Fakat biz, ismet sıfatını taşıyan belli bir insan bilemiyoruz. Bizim, böylesi (ma'sum) bir insanı bilemiyeceğimizi bilmemiz, zaruri ve kesindir. Öyleyse Hak teâlâ'nın, "Sadıklarla beraber olun" emri, belli bir şahısla birlikte olma hususunda bir emir olmamış olur. Bu yanlış olunca, geriye bu ifadeden muradın, ümmetin topluluğu ile (geneli ile) birlikte olma ihtimali kalır. Bu da, ümmetin genelinin görüsünün hak ve doğru olduğuna delâlet eder. Bizim, "icma bir delildir" sözümüzün manası işte budur.

Doğruluğun Lüzum ve Fazileti, Yalanın Çirkinliği

Ayet, doğruluğun (sıdk'ın) faziletine ve derecesinin yüceliğine delalet etmektedir. Durumun böyle olduğunu, şunlar da teyid etmektedir:

a) Rivayet edildiğine göre birisi Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelir ve: "Ben, sana iman etmek isteyen birisiyim. Fakat içki içmeyi, zina etmeyi, hırsızlık yapmayı ve yalan söylemeyi de severim. İnsanlar senin bütün bunları haram kıldığını söylüyorlar. Ben ise, bunların hepsini bırakmaya takat getiremem. Eğer sen bunlardan sadece birisinden vazgeçmemi kâfi görürsen, sana iman ederim" der. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Yalanı bırak" buyurur. O da bunu kabul eder ve müslüman olur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanından ayrılınca, birileri ona içki sunarlar. O, (kendi kendine) "Eğer içersem, peygamber de bana içip içmediğimi sorar ve ben de yalan söylersem, verdiğim sözde durmamış olurum. Yok eğer doğru söylersem, o zaman da bana hadd (içki cezası) uygular" diye düşündü ve içki içmedi. Sonra ona birileri zina teklifinde bulundular, Aynı düşünce hatırına gelince, ona da yanaşmadı, Hırsızlık meselesinde de böyle oldu. Bunun üzerine bu şahıs, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelerek "Yaptığın, ne kadar güzel! Sen beni yalandan men edince, bütün kötülük kapılarını bana kapatmış oldun" dedi ve herşeyden tevbe etti.

b) İbn Mes'ûd (radıyallahü anh)'un şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Size doğruluk gerekir. Çünkü doğruluk insanı birre (iyiliğe) yaklaştırır. Birr de cennete yaklaştırır. Hiç şüphesiz kul doğru olur ve böylece Allah katında sıddîk (dosdoğru) olarak yazılır. Aman yalandan sakınınız! Çünkü yalan insanı fücura (günaha), fücur da cehenneme yaklaştırır. Hiç şüphesiz adam yalan söyler ve böylece Allah katında kezzâb (yalancı) diye yazılır. Baksana insanlar için (Doğru oldun, doğru söyledin); (iyi oldun), ve (azdın, günaha daldın), (yalan söyledin) ifadeleri kullanılır."

c) Cenâb-ı Hakk'ın Kur'an'da iblisten naklettiği, "O, "senin izzetine andederim ki, içlerinden ihlâsa erdirilmiş mü'min kulların müstesna, onların hepsini muhakkak azdıracağım" (Sâd. 82-83) ifadesi hakkında şu söylenmiştir: "İblis böyle bir istisna yapmıştır. Çünkü eğer o bu İstisnayı yapmamış olsaydı, bütün insanları yoldan çıkarma iddiasında yalancı olmuş olurdu. Böylece o. yalandan kaçınarak bu istisnayı yapmıştır. Binâenaleyh yalan iblisin bile kaçındığı birşey olduğuna göre, müslümanın ondan kaçınması haydi haydi şart olur.

d) İmanın, diğer taatlardan değil de doğruluktan (sıdktan) sayılması, doğruluğun faziletine; küfrün de, diğer günahlardan değil de yalandan sayılması, yalanın kötülüğüne delâlet eder.

Alimler yalanın kabîh (kötü ve çirkin) olmasını gerektiren şeyin ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. (Ehl-i sünnet) alimlerimiz onun kabih olmasını gerektiren şeyin, yalanın hem âlemin hem de insanın işlerini bozması olduğunu söylemişlerdir. Mu'tezile ise, yalanın kabih olmasını gerektiren şeyin, bizzat yalan oluşu olduğunu söylemişlerdir. Bizim delilimiz. Hak teâlâ'nın. "Ey iman edenler, eğer bir fâsık size bir haber getirirse, onu tahkik edin (araştırın). Yoksa bilmeyerek bir topluluğa sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz" (Hucurât. 6)ayetidir. Bu, ı:fâsığın sözünü kabul etmeyin. Çünkü çoğu zaman onun sözü yalan olur. Böylece o yalanı kabul etmekten dolayı, sonunda pişman olacağınız bir iş yaparsınız" demektir. Binâenaleyh bu, Allahü teâlâ'nın iyilikleri ihlal eden bir neticeye götürmesi ihtimalinden dolayı, yalan olabilecek şeyleri reddetmeyi vacib kıldığına delâlet eder. Şundan dolayı. yalanın kabîh olmasını gerektiren şey, onun zararlara sebeb olmasıdır.

Kadî de kendi görüşüne şu şekilde delil getirmiştir: "Bir kimse bir menfaat elde etme veya bir zararı giderme çabasına girer ve onun bunlara ulaşması da yalan ve doğru söylemesi ile mümkün olursa, bu durumda onun doğruyu bırakıp yalana başvurmasının caiz olmayacağı aklın bedaheti ile anlaşılır. Şayet o kimsenin bu neticeye ulaşması iki doğru ile mümkün olmuş olsaydı, o zaman onun bu iki doğrudan birisini bırakıp diğerine başvurması caiz olurdu. Binâenaleyh eğer yalan, bir menfaatten veya bir zararı gidermeden ötürü güzel olmuş olsaydı, yalanın durumu, doğrunun durumu gibi olurdu. Bu böyle olmadığına göre, yalanın sadece her halükârda kâbih bir şey olmuş olduğu anlaşılır. Bir de eğer yalan hasen (güzel) olmuş olsaydı, bir maslahat (fayda) söz konusu olduğunda, Allah'ın onu emretmesinin caiz olması gerekirdi. Bu da, Allah'ın haberlerine güvenümeme neticesine götürürdü." Kadî'nin tefsirinde yaptığı izah işte budur.

Onun birinci iddiasına şöyle cevap verilir: "İnsanlarca, yalan, âlemin maslahatlarını (düzenini) bozduğu için, taa ömrünün başından itibaren, yalanın çirkin bir iş olduğu kabul edilince, bu onun gözünün önünden hiç ayrılmayan ve hayali kaybolmayan bir suret olmuş olur. Bu suretin bu hususta hüküm vermesi sözkonusu olursa, onda kökleşmiş adet onun kabîh (çirkin) olduğuna hükmeder. Bundan dolayı eğer siz insanın böylesi bir âdetten uzak bulunmasını ve neticeye ulaştırma bakımından yalan ile doğrunun eşit olduğunu farzetmeniz halinde bir tercihin olabileceğini kabul etmeyiz."

Kâdî'nin ikinci deliline de şöyle cevap verilir: Size göre Allahü teâlâ'nın yalan söylemeyişinin sebebi şudur: "Allah yalan söylemez, çünkü çirkindir. Allah bu çirkinliği irtikâb etmez, çünkü yalandır!" Binâenaleyh Allah'dan yatanın sâdır olmasının imkansız olması gerekçesi ile bu manayı kabul etmeniz halinde devr-i fasit lâzım gelir ki, devir bâtıldır.

Medine'nin Çevresindeki Bedeviler

120

Âyetin tefsiri için bak:121

121

Ne Medinelilehn. ne de çevrelerindeki bedevilerin, Allah'ın Resulünden geri kalmaları ve bizzat kendisine, canla başla rağbet etmemeleri olacak şey değildir. Çünkü onların Allah yolunda bir susuzluk, bir yorgunluk, bir açlık (çekmeleri), kâfirleri kızdıracak bir yere ayak basmaları, bir düşmana karşı bir muvaffakiyete nail olmaları yoktur ki mukabilinde kendileri için de bu sebeble iyi bir amel yazılmış olmasın. Çünkü Allah iyilik edenlerin mükâfaatım zayi etmez. Onlar, gerek küçük, gerek büyük herhangi bir masraf yapmaya dursunlar bir vadiyi geçmeyedursunlar, mutlaka Allah o yapageldikleri şeyden daha güzeliyle onlara mükâfaat vermek için, (bütün onlar) hesablarına yazılmıştır".

Bil ki Allahü teâlâ: "Sadıklarla beraber olun" buyruğu ile, bütün savaşlarda ve toplantılarda Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'le birlikte olmanın vâcib olduğunu bildirince, bunu te'kid ederek, bu ayette de, Peygamber'den ayrılmayı yasaklayıp, "Ne Medinelilerin ne de çevrelerindeki bedevilerin, Allah'ın Resulünden geri kalmaları (...) olacak şey değildir" buyurmuştur.

Medine'nin etrafında yerleşmiş olan bedeviler: Müzeyne, Cüheyne. Eşca', Eşlem ve Gıfâr Kabileleridir. Bunu, İbn Abbas (radıyallahü anh) haber vermiştir.

Bu tabirin, Medine'nin etrafında olan bütün bedevileri kapsadığı, çünkü lafzın umumi olduğu, bunu tahsis etmenin delilsiz bir iddia olacağı da ileri sürülmüştür,

Her iki görüşe göre de, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) sıcak altında iken ve sıkıntı çekerken, kendilerinin Resûluliah'dan ayrılıp canlarını koruma ve refah peşinde olmaları uygun olmaz.

Cenâb-ı Hak, "Bizzat kendisine canla başla rağbet etmemeleri yasaktır" buyurmuştur. Arapça'da "Ondan vazgeçtim, onu terkettim, ondan geri durdum" manasında yine, "ona karşı harîsoldum, onu bırakmadım" manasında denilir. Buna göre mana, "Onların, Peygamberin kendisi için tercih ettiği şeyi, kendi nefisleri için istememeleri uyçun olmaz" şeklinde olur.

Bil ki bu ifadenin zahiri, onların hepsine cihadın farz olduğunu göstermektedir. Fakat biz, hasta, zayıf ve âciz kimselerin, hem aklî detil ile hem, "Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez '(Bakara. 286) ve "A'mâ olana bir harec (günah) yok... "(Nur. 61) ayetleri ile, bu ayetin genel hükmünün dışında bırakıldıklarını söylüyoruz.

Cihadın farz-ı ayn olmadığı meselesine gelince, bunun böyle olduğuna da icma delalet etmektedir. Böylece bu da, ayetin umumi hükmünden tahsis edilmiş ve bu iki şeklin dışındaki herkes, bu umumi hükmün muhtevasında kalmış olurlar.

Cihada Çıkanların Kazançları

Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber'den geri kalmayı yasaklayınca, onlara bu yolculukta isabet edecek her çeşit güçlüğün Allah katında büyük bir ücrete vesile olduğunu beyan buyurmuş ve sonra şu beş hususu zikretmiştir:

1) O'nun Bunun sebebi şudur: Çünkü onların "Allah yolunda bir susuzluk isabet etmez ki..." buyruğunun ifade ettiği husus. Zama kelimesi, şiddetli susuzluk demektir. Nitekim Arapça'da bir kimse iyice susadığında, (......) denilir

2) O'nun "bir yorgunluk" kelimesinin ifade ettiği husus. Bu, "bitkinlik, yorgunluk" demektir.

3) O'nun "Allah yolunda bir açlık..." sözünün ifade ettiği husus. Cenâb-ı Hak bununla, kendisinde karnın adetâ sırta yapıştığı şiddetli açlığı murad etmiştir. Bu manada, denilir.

4) O'nun 'Kâfirleri kızdıracak bir yere ayak basmaları" buyruğunun ifade ettiği husus. Bu, "Mü'min ayağını, atı tırnağını, devesi tabanını bir yere bastığı zaman, mutlaka bu kâfirlerin gayzına sebeb olur" demektir. İbnu Arâbî, Arapça'da, "Onu kızdırdı, öfkelendirdi" manasında, tete ve fiillerinin aynı manada olarak kullanıldığını söylemiştir.

5) O'nun "Bir düşmana karşı bir muvaffakiyyete nail olmaları, yani bir esir almaları veya onları öldürmeleri, az-çok onları bir hezimete uğratmaları yoktur ki mukabilinde kendileri için de bu sebeble iyi bir amel yazılmış olmasın, yani bu. Allah katında bir ibadet ve bir yakınlaşma sebebi olmamış olsun" ayetinin ifade ettiği husustur. Biz diyoruz ki bu ayet, Allah'a itaatta bulunmaya niyetlenen herkesin, oturmasmın, kalkmasının, yürümesinin, harekât ve sekenâtının, evet bütün bunların Allah katında yazılmış birer hasene olduğuna delâlet eder. Masiyet ve günah tarafındaki hüküm de böyledir. Binâenaleyh, tâatın bereketi, masiyetin de uğursuzluğu ne kadar büyüktür!

Alimler bu ayetin ifade ettiği hüküm hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak Katâde şöyle demiştir: "Bu hüküm, Resûlullah'a has olan hükümlerdendir. Binâenaleyh, Resûlullah'ın bizzat kendisi savaştığı zaman, mazeretsiz olarak, hiç kimsenin ondan ayrılması caiz olmaz."

İbn Zeyd de şöyle demiştir: "Bu, müslümanlar az iken böyleydi. Onların sayısı çoğalınca, Allahü teâlâ, bu ayetin ifade ettiği hükmü, "Mü'minlerin hepsinin topyekün savaşa çıkmaları münasip değildir" (Tevbe, 122)ayetiyle neshetmiştir." Atiyye ise şöyle demiştir: "Onların, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onları bir şeye davet edip onlara emrettiğinde, Allah'ın Resulünden ayrılma ve O'nu yalnız bırakma hakları bulunmamaktadır. Doğru olan da budur. Çünkü, Allah'ın Resulü bir şey emrettiğinde, ona itaat ve çağrısına icabet etmek ister istemez gerekir. Görevlendiren veya tayin eden idarecilerin emirleri de böyledir. Zira görevlendirilen birinin geri kalmasını tecviz edersek, bu yalnız bir kimseye münhasır kalmaz ve neticede cihad muattal olur."

Daha sonra "Onlar, gerek küçük, gerek büyük herhangi bir masraf yapmayadursunlar " buyurulmuştur. Cenâb-ı Hak bu beyanıyla, isterse bir hurma tanesi veya ondan da az bir şey, isterse bir kılıçbağı veya ondan da az bir şeyi kasdetmiştir.

Yine Cenâb-ı Hak, "Bir vadiyi geçmeye ursunlar" buyurmuştur. Vadi, dağlar ile tepeler arasında kalan boşluğa, mekâna verilen isim olup, çoğulu evdiye'dir.

Cenâb-ı Hak "yazılmış olmasın" buyurmuştur. Yani, "Allah, o infâk ve o hareketi, mutlaka onlar lehine olarak yazar" demektir.

Daha sonra "Mutlaka Allah o yapageldikleri şeyden daha güzeliyle onlara mükâfaat vermek için" buyurulmuştur. Bu ifadede, iki izah bulunmaktadır:

a) Ayette geçen ahsen kelimesi, onların yapmış oldukları fiillerin sıfatlarındandır. Onların yapmış oldukları fiiller içinde vâcib, mendûb ve mubah olanlar bulunmaktadır. Allahü teâlâ onlara, kendilerinin yapmış oldukları en güzel fiile göre mükâfaat vereceğini beyan buyurmuştur ki, bu durumda, bu "en güzel" tabirine, mubah olanlar değil de, vâcib (farz) ve mendûb olanlar girer.

b) Ahsen lafzı, "cezâ-mükâfaat" kelimesinin sıfatıdır.. Buna göre "Allah onları, yapmış oldukları amellerine mukabil en güzel, en yüce ve en üstün mükâfaatla ödüllendirir" ki işte bu da, Allah'ın verecek olduğu ilahi mükâfaattır.

122

"Bununla beraber mü'minlerin hepsinin topyekün savaşa çıkmaları münasip değildir. O halde onların her sınıfından yalnız birer zümre savaşa gitmeli, kimide -din ve şeriat ilimlerini iyice öğrenmeleri ve kavimleri savaştan dönüp kendilerine geldikleri zaman onları uyarmaları için- gitmeyip kalmalıdırlar. Olur ki bu suretle mü'minler aykırı hareketlerden kaçınırlar",

Bu ayetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır:

Din Âlimi Yetiştirmenin Gerekli Olduğu

Bil ki bu hususta şu iki şey söylenebilir:

a) Bu ayet, cihad hükümlerinin geriye kalanlarından birisidir.

b) Bu, cihadla herhangi bir münasebeti bulunmayan yeni bir sözdür.

Birinci ihtimale gelince, İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: '"Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) savaşa çıkarken, ondan, münafık veya mazereti olanlardan başkası ayrılmaz, savaştan geri kalmazdı. Allahü teâlâ, münafıkları, Tebük Savaşı vesilesiyle iyice ayıplayıp kınayınca mü'minler, "Allah'a yemin olsun ki biz, hiçbir savaş , ve hiçbir seriyyede Hazret-i Peygamber'den ayrılmayacağız!.." dediler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye gelip kâfirler üzerine seriyyeler gönderince, geride kalan müslümanların tamamı da savaşa gittiler ve Hazret-i Peygamberi Medine'de yapayalnız bıraktılar. İşte bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Buna göre ayetin ifade ettiği mana şu olur: "Mü'minlerin topyekün savaşa gitmeleri uygun olmaz. Tam aksine, onların iki kısma ayrılmaları gerekir. Bir kısım, Hazret-i Peygamber'in Hizmetinde kalırken, diğeri de savaşa gider." Bu böyledir zira, o zam.an İslamiyyet, savaşmaya, cihad etmeye ve kâfirleri ezip geçmeye muhtaç idi: bu gerekiyordu. Yine, yeni yeni mükellefiyetler ortaya çıkıyor ve şer'i hükümler iniyordu. Müslümanların, Hazret-i Peygamberin yanında kalmaya ve böylece de, o yeni hükümleri öğrenmeye, o mükellefiyetleri bellemeye ve onları orada bulunmayanlara tebliğ etmeye ihtiyaçları vardı. Böylece o zaman, gerekli ve şart olanın, Allah'ın Resûlü'nün sahabesinin iki kısma ayrılması olduğu sabit olmuş olur. Bunlardan birisi, savaş ve cihada gidecek, diğeri de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında kalacaktır Böylece, s'avaşa giden kısım, savaşa katılmayanları da temsil etmiş olacak. Medine'de, Hazret-i Peygamberin yanında kalan kısım da, dinî ilimleri öğrenme hususunda savaşa iştirak etmiş olanları temsil etmiş olacaktır. İşte bu suretle de, her iki kısmın dinî işleri tamamlanarak ifa edilmiş olacaktır

Sen bunu iyice kavradığın zaman biz diyoruz ki: Bu görüşe göre şu iki ihtimal ortaya çıkar.

Dinde Derinleşenler Savaşa Çıkmayanlardır

Birinci ihtimal: Medine de kalan kısmın, dini öğrenen kısım olmasıdır. Şu sebeble ki onlar, devamlı Hazret-i Peygamber'in hizmetinde bulunup vahyi ve ayetlerin nüzulünü müşahade edip, her ne zaman bir mükellefiyet ve yeni bir hüküm geldiğinde, onu öğrenip iyice bellerlerdi. Binâenaleyh, savaşa giden kısım onlara dönüp başvurduğunda, Medine'de kalan bu kısım, öğrendikleri mükellefiyet ve hükümleri onlara tebliğ ederek bildiriyordu. İşte bu izaha göre ayette bir takdir yapmak gerekir. Buna göre ayetin takdiri, "Onlardan bir kısmının savaşa katılması; bir kısmının da. Medine'de kalarak dini iyice öğrenip, kavimlerine, yani savaşa katılanlar, savaştan döndükten sonra kendilerine başvurduğunda, onlara o hükümleri bildirmeleri gerekmem miydi? Böylece de savaştan dönenler, o yeni hükümleri öğrenince, Allah'a isyan etmekten sakınmış olurlar" şeklinde olur.

Dinde Derinleşenler Savaşa Çıkanlardır

İkinci ihtimal: Dini öğrenme işinin, savaşa katılanlara ait olmasıdır. Bu, Hasan el-Basri'nin görüşüdür. Buna göre ayetin manas;, 'Onlardan herbir fırkadan, bir kısmın savaşa katılması gerekmez mi? Böylece savaşa katılan o kısım, din hususunda fakîhler olmuş olurlar. Böylece, onların fakîh olmasından maksad, onların. müslümanların müşriklere galip gelmelerini ve pek az sayıda olmalarına rağmen, müşrikler dünyasına üstün gelmiş olduklarını müşahede etmiş olmalarıdır. O durumda onlar bunun, Allahü teâlâ'nın, yardım ve desteğini onlara vermiş ve tahsis etmiş olduğunu ve O'nun, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dinini yüceltmeyi, şeriatini kuvvetlendirmeyi murad etmiş olduğunu anlamış olurlar. Binâenaleyh savaşa katılan bu topluluklardan bazı kimseler, kâfir olan kavimlerine, (hısım ve akrabalarının) yanına vardıklarında, onları, müşahede etmiş oldukları nusret, fetih ve muzafferiyyet mucize ve delilleriyle inzâr edip uyarırlar. Böylece de o kâfir kimseler Allah'a isyan etmekten sakınırlar da, küfrü, şekki ve nifakı terkederler " şeklinde olur.

Bu görüş de, ihtimal dahilindedir. Kadî, bu görüşü tenkid ederek, "Bu müşahede, dinde fıkıh (derinleşme) sayılmaz" demiştir.

Kadî'ye şu şekilde cevap vermek mümkündür: Savaşa katılanlar, silahı, yiyeceği olmayan az sayıdaki bir topluluğun, yiyeceği ve içeceği bol, ihtişamı çok olan büyük bir kâfir topluluğuna galip geldiklerini görüp müşahede ettiklerinde, esas maksat olan şeyi, iyiden iyiye kavramış olurlar. Bu esas maksat da, bu durumun (az bir kimsenin, kalabalık bir gruba galip gelmesinin) Allah'dan olup beşer tarafından olmayışıdır, Çünkü, şayet bu beşer tarafından yapılan bir şey olsaydı, o zaman, az sayıdaki kimseler, kendilerinden kat kat fazla olan kimselere galip gelemezlerdi ve bu din de her gün kat kat artarak ilerleyemezdi. Bu nükteyi ve inceliği anlama uyanıklığını göstermek, hiç şüphesiz ki bir anlamda "fıkh" (derin-anlayış)dır.

Bir üçüncü ihtimale gelince, bu da şudur: Bu ayetin, cihad hükümlerinden geriye kalanlardan olmayıp, tam aksine bunun, kendi başına müstakil bir hüküm olduğunun söylenmesidir. Bu şöyle izah edilebilir: Allahü teâlâ, bu surede hicret meselesini beyan buyurup, sonra da cihadı emredince -ki bunlar, seferle ilgili iki ibadettir- Hazret-i Peygamber'den öğrenilen fıkhın da bir ibadet olduğunu beyan buyurmuştur ki, bunun da seferle ilgisi bulunmaktadır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Dinde fakîh (derin anlayışlı) olmak için, topyekûn Hazret-i Peygamberin yanında kalmaları uygun olmaz. Tam aksine bu. vâcib de değildir, caiz de. Bunun durumu, özrü bulunmayan herkesin mutlaka katılması gereken ve Peygamberle beraber yapılan cihadın durumu gibi olmaz " buyurmuştur.

Daha sonra, Cenâb-ı Hak, "Bununla beraber mü'minlerin hepsinin topyekün savaşa çıkmaları münasip değildir" buyurmuştur. Yani, "Şehirde eğleşen fırkalardan bir kısmı, dinde derinleşmek, helâli haramı öğrenmek, vatanlarına dönüp, küfürlerinden vazgeçsinler diye, kavimlerini uyanp sakındırmak için, Hazret-i Peygamber'in huzuruna varsın " demektir. Takdirin böyle olması halinde bundan murad, dinde derin anlayışlı olmak ve dinî meseleleri iyice öğrenmek için Hazret-i Peygamber'in huzuruna varmanın vacib olması olur.

İlim Öğrenmek İçin Yolculuk Şart mıdır?

Buna göre şayet, "Ayet, fıkh öğrenmek, dinde derinleşmek için, her dönemde sefer edip gurbete çıkmanın vâcib olduğuna delâlet eder mi?" denilirse, biz deriz ki:

Fıkh öğrenmek, ancak, o kimsenin sefere çıkmasıyla elde edilebiliyorsa, o kimsenin bu sefere çıkması vâcib olur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında da durum böyleydi. Çünkü şerîat (dinî hükümlerin bütünü), henüz nihayete ermemiş, aksine her gün yeni bir hüküm, yeni bir mükellefiyet zuhur ediyordu. Halbuki, bizim zamanımızda ise, şer'î hükümler kesinleşip yerleşmiştir. Binâenaleyh, bir kimse kendi vatanında (beldesinde) ilim elde etme imkânına sahip ise, onun sefere çıkması vâcib olmaz. Ancak ne var ki ayetin lafzı, sefer etmeye dair bir delil olunca, pek yerinde olarak, biz de, kendisinden yararlanılan mübarek bir ilmin ancak seferde elde edilebileceği kanaatine vardık.

Lev lâ İle Hellâ Edatları Hakkında

Bu ayette zikredilen lafızlarından tefsir edilmesi gerekenlerden birisi de lev lâ kelimesidir. Bu kelime, fiilin başına geldiği zaman, hellâ edatı gibi, teşvik manasını ifade eder: (olmalı, olmalı değil miydi?) Lev lâ edatının, heflâ manasını taşıması yerindedir. Zira hellâ da, iki kelimedenmeydana gelmiş olup, bunlardan birisi istifham ve arz (sunma) edatı olan hel, (diğeri de lâ)dır. Çünkü sen bir kimseye "Yer misin?" "Girer misin?" dediğinde, böylece sanki sen ona, bu yeme ve girme işini arzetmiş olursun. Diğer kelime ise lâ edatıdır. Bu edat, inkar ve cahd manasını ifade eder. O halde, hellâ birisi arz, diğeri cahd manası ifade eden iki şeyden mürekkeb olmuş olur. Buna göre sen. "Keşke şunu yapsaydın!" dediğinde, o zaman sen sanki, "Yaptın değil mi?" demiş, sonra da, bununla birlikte lâ, yani, "Hayır sen onu yapmadın " demiş olursun. Binâenaleyh, bu ifadede o fitlin vâcib (gerekli) olduğuna ve, fiilin yapılmaması suretiyle, bu gerekliliğin ihlal edildiğine dikkat çekmek söz konusudur, Aynı şey levlâ edatı hakkında da söylenilebilir. Çünkü sen, (Yanıma girmeli değil miydin?) ; "yanımda yemeli değil miydin?" dediğinde, bunun manası da, bir arz ve o işi yapması halinde, senin sevineceğini haber vermektir. Aynı şey lev mâ hakkında da söz konusudur. Cenâb-ı Hakk'ın "...bize melekleri getirmeli değil miydin?" (Hicr, 7) ayeti de böyledir. Böylece, evlâ, hellâ ve levmâ'nın manaları birbirine yakın olan lafızlar olduğu sabit olmuş olur ki, hepsinden maksad da, terğîb ve teşviktir. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunun manası, "Onlar bunu yapmalı değil miydi?" şeklinde olmuş olur.

Bu Ayet. Haber-ı Vahidin Hüccet Oluşuna Delildir

Bu ayet, haber-i vahidin bir hüccet olduğunu benimseyenler için, güçlü bir delildir. Biz bu meseleyi, Kitabu'l-Mahsûl Mine'l-Usûl adlı eserimizde uzun uzadıya ele aldık. Bizim burada diyeceğimiz ise şudur: Her üç kişi bir fırkadır. Allahü teâlâ. her fırkadan bir kısmın çıkmasını vacib kılmıştır. Üçten çıkan ya iki olur. ya da bir. Binaenaleyh (savaşa çıkan) "taife'nin, ya iki veya bir olması gerekir. Daha sonra Allahü teâlâ, onların haberlerine göre amel etmeyi vacib kılmıştır. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın. "... onları korkutmaları için "ifadesi, onların haber vermelerinden ibarettir. O'nun, "Olur ki, kaçınırlar" buyruğu ise, onların kavimlerine, onların haberlerine göre amel etmelerini vacib kılmayı ifade eder. Bu da. bir veya iki kişinin haberinin, şeriatta bir delil olmasını iktiza eder.

Kâdî Abdülcebbar'ın Buna İtirazı ve Ona Verilen Cevap

Kâdî ise şöyle demiştir: '"Bu ayet, haber-i vahidle amel etmenin vacib olduğuna delâlet etmez. Çünkü "taife" bazan, haberinin bir hüccet olduğu bir topluluk, cemaat olabilir. Bir de, Cenâb-ı Hakk'ın, "... onları korkutmaları için" ifadesi, kavim kabul etmese dahi, doğru olan bir sözdür. Nitekim, kabul edilmesi gerekmese dahi, bir şahidin (çağırıldığı zaman) şehadette bulunması gerekir. Bir diğer, husus da, "inzâr" kelimesinin, korkutma manasını tazammun etmiş olmasıdır. Bu kadar şey, haber-i vâhidle amel etmenin vacib olmasını gerektirmez."

Buna şöyle cevap verilir: "'Onun, "taife" bazan bir cemaat olabilir" şeklindeki görüşünün cevabı şudur: Biz, her "öç"ün bir fırka olduğunu beyan ettik. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hak her fırkadan bir kısmın çıkmasını vacib kılınca, o zaman taifenin ya iki veya bir olması gerekir. Bu da, "tâife"nin, haberleriyle bir ilmin meydana geldiği cemaat manasına gelmesi hususunu iptal eder."

Şayet onlar. "Allahü teâlâ o grupların sözleriyle amel etmeyi vâcib kılmıştır. Belki de onlar, sayı bakımından, sözleriyle ilmin tahakkuk edeceği bir sayıya ulaşmışlardır" derlerse, biz deriz ki:

Allahü teâlâ. her gruba, kendi kavimlerinin yanına dönmelerini vâcib kılmıştır. Bu da, her kısmın, hususi bir topluluğa dönmesini gerektirir. Daha sonra Allah, o grubun sözüyle amel etmeyi vacib kılmıştır ki, işte bu da neticeyi ifade eder. Kadî'nin, "Hak teâlâ'nın buyruğu, her ne kadar kabulü gerektirmese bile, yerinde olan doğru bir sözdür" şeklindeki sözüne gelince, biz diyoruz ki: Biz, haber-i vahidle amel etmenin vacib olduğu hususunda. Cenâb-ı Hakk'ın buyruğuna değil, tam aksine O'nun buyruğuna tutunmaktayız. Bu. bu inzârın, yapılan o inzara uygun olarak amel etmeyi gerektirmesine binâen, sakınma hususunda, Cenâb-ı Hak tarafından yapılan bir teşviktir. İşte bu cevapla, Kadî'nin, "İnzâr, korkutma manasını ihtiva eder. Bu kadar şey de, onunla amel etmenin vâcib olmasını gerektirmez" şeklindeki üçüncü sorusuna da cevap verilmiş olur.

Dördüncü Mesele

Ayet, dinde derin anlayış sahibi olmak ve öğrenmek, taallümde bulunmaktan maksadın, halkı Hakk'a davet etmek ve onları, güçlü olan İsfâm dinine, Sırat-ı Müstakîme irşad etmek olması gerektiğine delâlet eder. Çünkü âyet, onların kavimlerine döndüklerinde, kavimlerini gerçek ve hak olan dinle inzâr edecekleri ve onların da, cehalet ve masiyetten kaçınarak, dini kabul etmeye arzu duyacakları gerekçesiyle, Allahü teâlâ'nın onlara dinde derin anlayışlı ve bilgili olmayı emrettiğine delâlet eder. Binâenaleyh, işte bu gayeden dolayı, derin anlayışlı olmak ve öğrenimde bulunmak isteyen herkes güçlü bir metod ve dosdoğru bir yol üzerinde olmuş olur. Kim de bu yola iltifat etmez, dini âlet ederek dünyayı talep ederse, amel bakımından, en çok ziyana uğrayanlardan olurlar. Öyle ki, kendileri iyi yapıyor sanarak dünya hayatındaki say ü amelleri boşa gitmiş olur.

Kâfirlerin Hepsiyle Birden Değil, En Yakında Olanlarla Savaşmak

123

"Ey iman edenler, kâfirlerden size yakın olanlarla muharebe edin. Onlar sizde büyük bir azim ve katılık bulsunlar. Bilin ki Allah, muhakkak takva sahipleriyle beraberdir".

Bil ki Hasan el-Basri'nin: "Bu ayet, bütün müşriklerle savaşmakla ilgili emir gelmeden önce nazil oldu. Daha sonra da Cenâb-ı Hakk'ın, "Bütün müşriklerle savaşın" (Tevbe, 36) ayetiyle neshedilmiştir" dediği nakledilmiştir.

Muhakkik ulemâya gelince onlar, böyle bir neshi kabul etmeyerek şöyle demişlerdir: Allahü teâlâ, bütün müşriklerle savaşmayı emredince, mü'minleri, bu konuda, en doğru ve en uygun olan yola sevketmiştir ki, bu da onların, cihad davet işi de, aynı şekilde olmuştur. Zira Cenâb-ı Hak, "Sen (ilkin) en yakınlarını inzâr et" (şuara. 214) buyurmuştur. Savaş da, aynı tertib ve usûle göre yapılmıştır. Zira Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ilk önce kavmiyle savaşmış, sonra onlardan diğer Araplarla savaşmaya geçmiş, diğer Araplarla savaştıktan sonra Şamlılarla savaşmaya başlamıştır. Sahabe (radıyallahü anh) de, Şam'ın işini bitirince, Irak'a girmiştir. Biz, şu sebeplerden dolayı, savaşa yakın bölgelerden başlamanın daha uygun olduğunu söylüyoruz:

a) Kâfirlerin tamamına, aynı anda mukabele etmek imkânsızdır. Küfür noktasında müşterek olmalarından dolayı, onlarla savaşmanın ve onlarla muharebe etmenin vâcib olması hususunda, onların hepsi aynı olup, aynı anda hepsiyle savaşmak da imkânsız olunca, bunlar arasında bir tercih yapmak gerekir. Dine davette ve diğer işlerde olduğu gibi, yakınlık apaçık bir tercih sebebidir. Baksana, emr-i maruf nehy-i münkerde de, orada bulunanlarla işe başlamak, bu iş için uzak beldelere gitmekten daha evlâdır. Binâenaleyh, işe en yakın ile başlamak gerekir.

b) En yakından işe başlamak daha evlâdır. Çünkü bu konuda yapılacak harcamalar daha azdır; aynı zamanda, binite, âlet ve edevata duyulacak ihtiyaç da aynı şekilde azdır.

c) Savaşan birlik, yakını bırakıp uzağa gittiğinde, kendi çoluk çocuğunu bir fitne ve musibete maruz bırakmış olurlar.

d) İslâm yurduna tecavüz edenler, ya güçlüdürler, ya da zayıf. Binâenaleyh, onlar şayet güçlü iseler, onların İslâm beldesine saldırması, uzaktaki kâfirlerin saldırmasından daha kuvvetli ve daha çok olur. En kuvvetli ve çok olan şerrin def edilmesi daha uygundur. Yok eğer onlar, zayıf iseler, müslümanların onlara hükümran olması daha kolay; onların hezimete uğramaları sebebiyle de, İslam'ın izzetinin tahakkuk etmesi daha yakın ve daha kolay olmuş olur. Binâenaleyh en yakın ile işe başlamak daha evladır.

e) İnsanın, kendisine yakın olanların durumuna vâkıf olması, kendisinden daha uzak olanların durumuna vâkıf olmasından daha kolaydır. Durum böyle olunca, müslümanların gücü, kendilerine yakın olanların ne durumda olduklarını, ne kadar silahları ve kaç adet askerleri bulunduğunu bildikleri için, onlarla savaşmaya daha çok yeter.

f) İslam diyarı geniştir. Dolayısıyla her belde halkı, kendine yakın olan kâfirlerle savaşırsa, iş daha kolay olur ve gaye daha basit yoldan elde edilmiş olur.

g) İki vazife bir araya gelip, birisi daha basit yoldan elde edilebiliyor ise onun öne alınması gerekir. Yakınlık, basit yoldan elde etme sebebidir. Bundan dolayı işe en yakından başlamak gerekir.

h) Biz, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gerek dine davette, gerek savaşlarında ve gerekse bütün işlerinde, işe en yakından başladığını beyân etmiştik. Çünkü bir bedevi, sofraya oturup elini sofranın uzak tarafına uzattığında, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Önünden ye" Buhâri. Et'ime. 2 (6/196). buyururdu. Binâenaleyh bütün bu izahlar, önce en yakından, sonra biraz daha uzaktan başlayarak işe girişmenin vacib olduğuna delâlet eder.

İmdi şayet: "Bazan yakını bırakıp, uzağa gitmek (uzaktan başlamak) daha faydalı olur. Çünkü uzaktakinin kalbine, "O, yakındakine değer vermediği için, onu bırakıp geldi" fikri düşer?" denilir ise, biz deriz ki: Bu, tek bir ihtimaldir. Ama bizim bahsettiğimiz ihtimaller ise daha çoktur. Dünyanın işleri, fayda bakımından, daha çok olanın daha az olana tercih edilmesi prensibine dayandırılmıştır. İşte bizim anlatmak istediğimiz de budur. Biz bu sözü ancak, daha yakındakilerle birlikte, daha uzaktakilerle savaşmak imkansız olduğu zaman söyleriz. Ama her ikisiyle birlikte savaşmak mümkün olduğunda, ikisiyle birlikte savaşmanın daha evla olduğu hususunda hiçbirşey söylenemez. Böylece bu ayetin mensûh olmadığı kesin olarak sabit olmuş olur.

Kâfirler Sizi Sert ve Ciddi Bulsunlar

Cenâb-ı Hakk'ın "Onlar sizde büyük bir azim ve katılık bulsunlar" emrine gelince, Zeccâc şöyle demiştir: "Gılza kelimesi gayn harfinin fethası, kesresi ve ötüresi ile, üç şekilde de kullanılır."

Keşşaf sahibi de şöyle demiştir: "Bu kelime kesre ile okunduğunda, "büyük bir sertlik" manasını ifade eder. Gilza kelimesi, da'te (......) (sıkmak) gibi; gulza kelimesi de şuhta (buğz-kin) gibidir." Bu ayet, onlara katı davranmanın emrolunduğuna delâlet eder. Bunun bir benzeri de, "(Kâfirlerin ve münafıkların) karşısında çetin ol" (Tevbe, 73) ve "Düşmanınız olan kavmi aramakta gevşek davranmayın" (Nisa, 104) ayetleridir. Yine Allahü teâlâ'nın, sahabenin tavsifi hususundaki "Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorlu" (Maide. 54) ve "Kâfirlere karşı çetin (ve metin)" (Fetih, 29) şeklindeki sözleri de bunun gibidir, Müfessirler, "gılza" kelimesinin tefsiri hususunda değişik açıklamalarda bulunmuşlardır. Bunun manasının, şecaat (kahramanlık), şiddet ve kin, öfke olduğu söylenmiştir.

Bil ki "gılza", "rikkat" (incelik)in zıddı olup, birisinden intikam almada aşın gitmektir. Bunun faydası da, kötülüklerden men etme ve engelleme hususunda daha fazla tesir meydana getirmiş olmasıdır. Sonra, bu konuda durum her zaman aynı olmaz. Bazan, nazik davranma ve inceliğe, bazan da sertliğe ihtiyaç duyulur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, sadece, muhakkak olarak sertlik ve şiddetle yetinmenin caiz olmayacağına dikkat çekmek için, "Onlar sizde, büyük bir azim ve katılık bulsunlar" buyurmuştur. Zira sertlik, nefrete sebep olur ve topluluğun dağılmasını icab ettirir. Bundan dolayı, "Onlar sizde, büyük bir azim ve katılık bulsunlar" buyruğu, sertliğin azaltılmasına delâlet eder. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Onlar, sizin huy ve karakterlerinizi araştırdıklarında, onların mutlaka sizde bir sertlik bulup görmeleri gerekir." Bu söz ancak genel halleri rahmet ve şefkat olan, bununla beraber kendisinde bir tür sertlik ve katılık bulunan kimseler hakkında doğru olabilir.

Bil ki, bu serttik, ancak dine davetle ilgili şeyler hususunda nazar-ı dikkate alınıp muteberdir. Bu da ya, hüccet ve delil getirmek; yahut da savaşmak ve cihad etmek suretiyle olur. Ama bu sertliğin, alışveriş, yeme içme ve oturup kalkma ile ilgili şeyler hususunda olması meselesine gelince, bu doğru olmaz.

Daha sonra Cenab-ı Hak, "Bilin ki Allah, muhakkak takva sahipleriyle beraberdir" buyurmuştur. Bundan murad, o kişinin cihada ve savaşa, mal ve makam elde etme arzusuyla değil, Allah'ın dinini kuvvetlendirme gayesiyle yönelmesidir. Binâenaleyh o, karşısındakinin İslâm'ı kabul ettiğini görünce, onunla savaşmayı bırakır. Yine onun, "cizye"yi kabul etmeye meylettiğini görünce, onunla savaşı terkeder. Düşman çok olduğunda, ganimetleri, Allah'ın hükmüne muvafık bir biçimde alır.

İnen Sûreler Müminlerin İmanlarını Artırır

124

Âyetin tefsiri için bak:125

125

"Bir sûre indirildiği zaman, içlerinden kimi: "Bu sûre hanginizin İmanını artırdı?" der. İman etmiş olanlara gelince: Her inen sûre daima onların imanın artırmıştır ve onlar. Kuran İndikçe sevinçlerinden birbiriyle müjdeleşirler. Fakat kalblerinde bir maraz bulunanların küfürlerine küfür katıp arttırdı ve onlar kâfir olarak öldüler".

Bil ki Allahü teâlâ, münafıkların kepazeliklerini ve çirkin işlerini dile getirince, "Bir sûre indirildiği zaman münafıklardan kimisi. "Bu sûre hanginizin imanını artırdı?" der" buyurmuştur. Alimler bu hususta ihtilâf ederek, bazıları mesela şöyle demiştir: Bu sözü), münafıklar birbirlerine söylüyorlardı. Maksatları da, kendi topluluklarını ıifak üzere tutabilmekti.

Diğer bazı alimler, "Hayır, o münafıklar, bu sözü müslümanlara söylüyorlardı. Maksatları da, müslümanları imandan çevirmekti " der.

Diğer bazıları da: "Hayır, onlar bunu bir alay ve istihza olsun diye söylüyorlardı " demişlerdir.

Bütün bu görüşler, ihtimal dahilindedir. Ancak ne var ki, ayeti bütün bu görüşlere birden hamletmek mümkün değildir. Çünkü, hâlin, (durumun) hikayesi, umûm ifade etmez. Daha sonra Cenâb-ı Hak, (münafıkların) bu sorusuna cevap vererek şöyle demiştir: "Bu sûrenin inmesi sebebiyle hem mü'minler, hem de kâfirler için iki şey tahakkuk etmiştir: Mü'minler için gerçekleşenin ilki ve birincisi, bu sûrenin onların imanını artırmış olmasıdır. Çünkü, bu sûre inerken, onlar bunu mutlaka okuyor ve onun, Allah katından indirilmiş gerçek olduğunu itiraf ve kabul ediyorlardı' İmanın artıp eksilmesiyle ilgili olarak ileri sürülmüş olan görüşleri, biz, Enfâl süresinin baş kısmında ayrıntılı olarak ele almıştık. İkincisi de, onların duydukları ve elde ettikleri sevinçtir, müjdedir. Onlardan bazıları bu müjdeyi, âhiretteki mükâfaat manasına; bazıları dünyada elde ettikleri yardım ve muzafferiyete hamletmişlerdir. Bir kısmı da bunu, kendisiyle daha fazla mükâfaat elde edilebileceği için, o yeni gelen mükellefiyetler sebebiyle hasıl olan sevinç ve sürura hamletmişlerdir.

Daha sonra, Cenâb-ı Hak, mü'minler hakkında zikredilen bu iki şeye mukabil, münafıklar için de iki şeyin meydana geldiğini bildirerek :

a)"Fakat kalblerinde bir maraz bulunan münafıklara gelince, bu ayet, onların küfürlerine küfür katıp artırdı" buyurmuştur. Ayette bahsedilen rics (ricsen) kelimesinden murad, ya bâtıl inançlardır, yahut da kötü huylardır. Eğer birinci mana kabul edilirse, buna göre ayetin manası, "Onlar bundan önce de, nazil olan sûreyi yalanlıyorlardı. Şu anda da bu yeni nazil olan sûreyi yalanıyorlar. Bu sebeple, küfür küfüre eklenmiştir " şeklinde olur.

Eğer ikinci manayı alırsak, o zaman ayetin manası, "Onlar hased, düşmanlık ve her türlü hile ve tuzak kurma fiili içinde bulunuyorlardı. Şu anda da, bu yeni sûrenin nazil olması sebebiyle, bu kötü huylan iyiden iyiye ilerledi, arttı" şeklinde olur.

b) Onların, küfür üzere ölmeleridir. Böylece bu durum, mü'minler için tahakkuk eden müjdeye zıd bir şey gibi olmuş olur. Bu durum, birinci durumdan daha kötü ve daha çirkindir. Zira, birinci durum, onların küfür pisliklerinin artmasından ibarettir. Bu durum ise, küfürlerinin devamı ve o küfür üzere ölmeleri demektir.

Alimlerimiz, Cenâb-ı Hakk'ın, "Küfürlerine küfür katıp artırdı." buyruğu ile, O'nun, (insanı) bazan imandan alıkoyacağına ve çevireceğine istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Allahü Teâlâ, bu sûreyi dinlemenin, onların kalblerinde hased ve kin meydana getireceğini ve bu hasedin de onların kalblerindeki küfürlerinin artmasına sebeb olacağını biliyordu."

Mutezile bu görüşümüze cevap vererek şöyle demiştir: "Bu sûrenin inişi, diğerlerinin bu aynı sûreyi dinleyip, böylece de imanlarının artmış olmasının delaletiyle, ilave bir küfrü gerektirmez. Böylece, o küfür pisliğini, onların kendiliklerinden yapmış olduktan şahit olmuş olur."

Mutezile'nin görüşüne mukabil şöyle diyoruz: Biz, küfür tarafını iman tarafına tercih etmede, bu sûreyi dinlemenin başlı başına bir sebep olduğunu iddia etmiyoruz. Aksine biz diyoruz ki, bu sûrenin, hususi ve muayyen şahıslar, muayyen huylar ve muayyen âdetlerle vasfedilmiş olan kimseler tarafından dinlenilmesi, onların küfürlerini gerektirmiştir. Bunun delili şudur: Hased eden bir kimse, hased huyunu kendisinden izâle etmek istediğinde, onun, hasedini ortaya koyan fiillerini terketmesi mümkündür. Ama, hased diye adlandırılan kalbiyle alâkalı duruma gelince, onu kendisinden söküp atması mümkün değildir. Huyların tamamı hakkındaki hüküm de böyledir. Binâenaleyh asıl kudret başka, fiil başka, huy da başka şeydir. Zira, kudret (yapabilme), herkes için söz konusudur. Huya gelince, insanlar bu hususta farklı farklıdırlar.

Netice olarak diyebiliriz ki: Dünya sevgisinden arınmış, temiz, Allah ve âhiret sevgisinin kendisine hükümrân olmasıyla tavsif edilmiş olan kimseler bu sûreyi dinledikleri zaman, onu dinlemesi, âhirete karşı olan arzusunun ve dünyaya karşı olan isteksizliğinin artmasını gerektirir. Ama, dünyaya düşkün, onun lezzetlerine gömülmüş ve güzelliklerine vurulmuş olan, Allah ve âhiret sevgisinden bihaber olan nefisler, 'cihadı, nefsi ölüme, malı da yağma edilmeye arzetmeyi kapsayan bu sûreyi dinlediklerinde, küfürlerine küfür katarlar. Böylece bu sûrenin inişinin, kâfir hakkında, pisliğine pislik katmayı gerektirdiği sabit olmuş olur. Bu sebeble, bu sürenin indirilmesi, kâfirin kalbinde küfrünün kuvvetlenmesine sebep olmuş olur. Bu da, daha önce bahsettiğimiz gibi, Allahü teâlâ'nın insanı bazan iman ve doğruluk yolundan men edip alıkoyduğuna ve onu, sapıklık ve küfre düşürdüğüne delâlet eder.

Geriye ayetle ilgili birkaç bahis kalmıştır:

a) ifadesindeki ma tekîd edilmiş bir sıladır.

b) "İstibşâr" müjdeyi hatırlayıp durmaktır. Zira kişi, her ne zaman o nimeti natırlarsa, o zaman beşaret, müjde de meydana gelmiş olur. Binânenaleyh o, bu hatırlama işini yenilemek vasıtasıyla, beşareti de yenilemek ister.

c) Hak teâlâ'nın "Fakat kalblerinde bir maraz bulunanlara, gelince" ifadesi, ruhun da hastalığının bulunduğuna delâlet eder. Binâenaleyh, ruhun hastalığı küfür ve kötü huy; sıhhati de, ilim ve üstün ahlâktır. Allahen iyi bilendir.

126

"Münafıklar görmüyorlar mı ki onlar her yıl ya bir. ya iki kere çeşitli belâlara çarpılıyorlar da yine nifaklarından tevbe etmiyorlar ve onlar bundan ibret de almıyorlar".

Bil ki Allahü teâlâ, kalblerinde hastalık olanların, kâfir olarak öleceklerini beyan buyurup, bu da âhiret azabının mevcudiyetine delâlet edince, bundan sonra onların, her sene bir veya iki defa dünya azabına duçar olacaklarını beyan etmiştir.

Bu ayetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır:

Münafıkların Başlarına Gelen Belalardan İbret Almayışları

Hamza, mü'minlere hitab olmak üzere, tâ ile terevne "görmüyor musunuz?"; diğer kıraat imamları da, münafıklardan bir haber olmak üzere, yâ ile, yerevne şeklinde okumuşlardır. Muhatap sîğasıyla okunmasına göre, mana şöyle olur: "Hiç şüphesiz mü'minler, münafıkların tefekkür ve tedebbürden yüz çevirmeleri hususunda uyarıldılar." Gâib sîğasıyla okuyanlara göre de, ayetin manası, "Münafıklara, haklarında ibret almayı gerektiren şeylerden ders almadıklarına bir tariz" olmuş olur.

İkinci Mesele

Vahidî (r.h.) şöyle demektedir: "Hak teâlâ'nın ifadesinin başında bulunan elif, atıf vâvı üzerine gelmiş olan bir istifham elifidir. Binâenaleyh, bu ayet de münafıklarla ilgili bir ayet olup, tenbîh yoluyla bir hitabtır." Sîbeveyh, Halil İbn Ahmed'in, Hak teâlâ'nın, (Hacc. 63) ayetinin manasının, "Dikkat, Allah gökten bir su indirdi" şeklinde olduğunu söylediğini nakletmiştir.

Bahsedilen Fitne ve Belanın Mahiyeti

Alimler, ayette bahsedilen "fitne"nin vâki olduğu hususunda da şu izahları yapmışlardır:

1) İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Onlar her yıl bir veya iki defa hastalıklara mübtelâ olurlardı da, yine de nifaklarından tevbe etmez ve mü'minler hastalandığında bundan ders aldıkları gibi, onlar bu hastalıklarından ibret almazlardı. Zira mü'min, hastalandığında, günahlarını ve Allah'ın huzuruna çıkıp duracağını hatırlar, bu da onun imanını ve Allah'a karşı olan saygı ve haşyetini arttırır. Böylece de bu, o mü'min kimsenin daha fazla rahmete ve Allah'dan olan bir rızaya müstehak olmasına sebep olmuş olur.

2) Mücâbid, onların kıtlık ve açlıkla imtihan olunduklarını söylemiştir.

3) Katâde, onların savaş ve cihadla imtihan edildiklerini, zira Allahü teâlâ'nın, savaş ve cihadı emrettiğini, böylece de onların savaşa katılmamaları halinde, lanet, kepazelik ve kötü bir şekilde yâdedilmek suretiyle insanların diline düşeceklerini; kâfir olarak savaşa katılmaları durumunda da, kendi inançlarına göre, kendilerini boşuboşuna ölüme, mallarını da yağma edilmeye maruz bıraktıklarını söylemiştir.

4) Mukâtil şöyle demiştir: "Allah'ın Resulü, onların nifak ve küfürlerini ortaya koymak suretiyle, onları rezîl ve rüsvây ediyordu." Şu da ileri sürülmüştür: "Onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)i tenkid etmek üzere biraraya geliyorlardı. Cibril (aleyhisselâm), Hazret-i Peygamber'e gelerek, onların kendisi hakkında ne söylediklerini O'na haber veriyordu. Hazret-i Peygamber de, hakkında söylenenleri onlara anlatıyor, onları bundan dolayı azarlıyor ve onlara nasihat ediyordu. Ama onlar, ne nasihat dinliyorlar, ne de bu işten vazgeçiyorlardı."

Münafıkların Kuran la Alay Etmeleri

127

"Aleyhlerinde bir sûre indirilince birbirine bakarlar da: "Sizi gören biri var mı?" diye etrafı yoklayıp. sonra sıvışır giderler. Allah onların gönüllerini ters çevirmiştir. Çünkü, onlar öyle bir kavimdir ki. ince anlayamazlar".

Bil ki bu, münafıkların rüsvaylıklarının bir başka çeşididir. O da şudur: Her ne zaman münafıklardan bahseden ve onların zilletlerini ortaya koyan bir sûre iner, onlar da bunu dinlerlerse, onlar; bunu dinlemekten sıkılırlar ve kendi aralarında, o sûreyi eleştirmeye, onunla alay etmeye ve onun şanını küçültmeye delâlet edecek bir biçimde oirbirlerine bakarlardı. Belki de onların bu tavırları, münafıkların rüsvaylıklarını dile getiren o sûreye mahsus olmayıp, genel olarak Kur'an'ı hafife aldıklarını da ifade edebilir. Binâenaleyh onlar, her ne zaman bir sûre nazil olduğunu duysalar ve onu dinleseler, onunla alay etmeye, onu tenkit etmeye başlar ve ta'n ve istihza yollu olarak onu çekiştirmeye, aralarında gülüşmeye başlarlardı. Sonra da biribirlerine, "Sakın sizi gören olmasın!" derlerdi. Yani, "Şayet, ya birisi sizi gördüyse!" demektir.

Bu hususta da şu izahlar yapılmıştır:

a) Bu bakışma, onların içindeki şiddetli inkâra ve tam bir nefrete delâlet eder. Böylece onlar, müslümanlardan herhangi bir kimsenin bu bakışmayı farkedip, onların küfür ve nifaklarına delâlet eden o hali görmüş olmasından endişeleniyorlardı da, işte o zaman, "sakın sizi bir gören olmasın!" diyorlardı. Yani, "Onlardan birisi sizi, bu bakışma ve bu şekil üzere gördüyse, mutlaka bu size cidden zarar verir" demektir.

b) Onlar bu sûreyi dinlediklerinde, dinlemekten dolayı eziyet duyar ve mescidden çıktıklarında biribirlerine. "sizi hiç kimse gördü mü?" derler. Bu "Eğer sizi görürlerse, çıkmayınız. Yok eğer hiç kimse görmezse, bu eziyetten kurtulmak için mescidden çıkınız" demektir.

c) Sizi gören biri olunca, "Mescidden çıkmamızı gerektiren bir durum oldu" diyebilirsiniz.

Cenâb-ı Allah, onların "Sonra sıvışıp giderler" buyurmuştur. Bu ifade ile, bizzat vahyin indiği yerden ve Kur'an'ı dinlemekten kaçmaları kasdedilebileceği gibi, "Yerlerinde dursalar dahi, onlar Kur'an'ı dinlemekten onu tenkide geçtiler" manası da kasdedilmiş olabilir.

Buna göre eğer, "Bu ayet ile, "Bir sûre indirildiği zaman içlerinden kimi. "Bu sûre hanginizin imarımı artırdı" (Tevbe 124) ayeti arasında ne fark var?" denilirse, biz deriz ki: O ayette, Cenâb-ı Hak onların, "Bu sûre hanginizin imanını artırdı" şeklinde konuştuklarını; bu ayette ise, onların alay etme üslûbu ile birbirlerine bakmakla yetinip, sıvışmak istediklerini bildirmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Allah onların gönüllerini ters çevirmiştir. Çünkü onlar öyle anlayışlı bir topluluk değillerdir" buyurmuştur. Alimlerimiz bu ayeti Allahü teâlâ'nın onları imandan döndürdüğüne ve imandan alıkoyduğuna delil getirmişlerdir. Bu, bu hususta doğrudur. İbn Abbas (radıyallahü anh), bu ayete "Allah onların kalblerini her türlü rüşd, hayır ve hidayetten çevirmiştir" manasını verirken, Hasan el-Basri: "Allah onların kalblerini çevirdi ve o kalbferi küfür ile mühürledi" manasını vermiştir. Zeccâc da: "Allahü teâlâ onları saptırdı" demiştir.

Mu'tezile şöyle der: "Onları imandan çeviren eğer Allahü teâlâ olsaydı, o zaman daha niçin, "Onlar nasıl da döndürülüyorlar!" (Mümin, 69) buyursun ve onlara, imandan dönmelerinden dolayı azab etsin?" Kâdî de şöyle der: "Ayetin zahiri bu döndürmenin, onların dönmelerinin bir cezası olduğuna delâîet eder. Halbuki imandan döndürme bir ceza olmaz. Çünkü eğer böyle olsaydı, Cenâb-ı Hakk'ın, peygamberlerine haddleri (şer'î hükümleri) yerine getirmelerini emretmesi mümkün olduğu gibi, insanları imandan çevirmelerini emretmesi de mümkün olurdu. Bunu caiz görmek ise, peygamberlerin getirdiği şeylere güvenmeme neticesine götürür." Kâdî sözüne şöyle devam eder: "Bu ayette bahsedilen sarf (döndürme) şu iki manaya gelebilir:

a) Allahü teâlâ onların kalblerini, onların içinde yarattığı gam, keder ve tuzak ile çevirmiş (değiştirmiştir).

b) Allahü teâlâ onları, iman edip hidayete eren kimselere nasib ettiği lütuf fiillerinden çevirmiş (mahrum etmiştir)."

Kâdî'nin yaptığı bütün bu izahların gerçekten bir zorlama olduğu açıktır. Fakat her akl-ı selim sahibinin doğruluğunu kabul edeceği izah şudur: Fiil, sebebinin mevcut olmasına dayanır. Aksi halde, herhangi bir müreccih (tercih edici-seçici) olmadan, mümkin olanın iki tarafından birin diğerine (varlığını yokluğuna) tercih etmek gerekir ki bu imkansızdır. Bu sebebin varlığı, kulun elinde değildir. Böyle olsaydı, teselsül gerekirdi. Aksine bu, Allah'dandır, Binâenaleyh kul ancak, kalbinde küfrün sebebi meydana geldiği zaman küfre (inkâra) yönelir. Bu sebebin meydana gelişi ise, Allah'dandır. Sebep tahakkuk edince, o kalb iman tarafından küfür tarafına döner ki, işte kalbin döndürülmesinden maksad budur. Bu, kesin aklî delil ile sabit olan bir sözdür ve aynı zamanda bu ayete de tıpatıp uygundur. Binâenaleyh açık ve net olma bakımından zirvededir.

Ayetle ilgili meselelerden birisi de, Muhammed b. İshak'dan nakledilen şu husustur: (Namazdan döndük) demeyiniz. Çünkü bir kısım insanlar (hakdan) döndü. Allah da onların kalblerini döndürdü. Fakat siz, "Namazı ifa ettik" deyiniz. Muhammed b. İshâk'ın bu sözden maksadı, uygun olmayan şeyler için kullanılan bu lafzı bırakmayı bir uğur saymak ve hayırlı şeyler için kullanılan lafzı kullanmaya teşvik etmektir. Çünkü Allahü teâlâ, "Artık o namazı kılınca yeryüzüne dağılın. Allah'ın fazlından nasib arayın.. " (Cuma. 10) buyurmuştur.

Şefkatli Peygamber

128

"Andolsun, size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki sizin sıkıntıya uğramanız O'na çok ağır gelir. Size çok düşkündür. Mü'minlere cidden ra'ûf ve rahimdir.

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki Allahü teâlâ bu sûrede, peygamberine, çeşitli muvaffakiyyet ve keremini nasib ettiği kimseler hâriç, tahammülü güç. çetin ve zor mükellefiyetleri insanlara tebliğ etmesini emredince, o mükellefiyetleri sırtlanmayı kolaylaştıracak hususları belirterek sûreyi sona erdirmiştir. O hususlar da şunlardır: "Bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) siz (insanlar)dandır. Binâenaleyh onun için, dünyada meydana gelecek olan her türlü izzet ve şeref sizedir. Hem sonra o, sizin zarara uğramanız, kendisine çok güç gelen, dünya ve ahiret hayırlarını size ulaştırmada son derece istekli olan bir kimsedir. Bundan dolayı da sizin için tıpkı şefkatli bir doktor ve merhametli bir baba gibidir. Şefkatli olan doktor, çoğu zaman dayanılması güç, çetin ilaçlara yönelir. Merhametli baba da, çoğu kez. insana zor ve ağır gelen eğitme usullerine başvurur. Fakat insan, doktorun bilgili, sahasının ehli ve babasının da müşfik olduğunu bilince, o acı ilaçlara tahammül edilir ve o güç terbiye usulleri de bir lütuf ve ihsan yerini tutar. İşte burada da böyledir. Siz onun Allah katından gönderilmiş hak peygamber olduğunu anladığınıza göre, her türlü hayrı elde etmek için, onun bu zor tekliflerini kabul ediniz."

Cenâb-ı Hak, Resulüne: "Eğer onlar bu mükellefiyetleri kabul etmez, yüz çevirip dönerlerse, onları bırak ve onlara değer verme, Allah'a dayan ve bütün işlerinde Allah'a tevekkül et" demiştir ki; '(Habîbim) deki: "Bana Allah yeter. O'ndan başka hiçbir tanrı yok. Ben. ancak Ona güvenip dayandım. O. büyük Arşın sahibidir" (Tevbe. 129) ayeti ile kastedilen mana budur. Tevbe sûresinin bu ayetle son bulması, fevkalâde güzel ve mükemmeldir.

İkinci Mesele

Hazret-i Peygamberin Buradaki Beş Sıfatı

Bil ki Allahü teâlâ, peygamberini bu ayette, şu beş sıfatla tavsif etmiştir:

İnsanlardan Olması

Birinci sıfat: "Kendinizden" ifadesidir. Bunun, ne demek olduğu hususunda şu izahlar yapılmıştır:

a) Cenâb-ı Allah bununla, "O da sizin gibi bir insandır" manasını kastetmiştir. Bu tıpkı, İçlerinden bir ere vahyetmemiz, insanlar için şaşılacak bir şey mi oldu?!" (Yunus. 2) ve "De ki: "Ben. ancak sizin gibi bir beşerim" (Kehf, 110) ayetlerinde olduğu gibidir. Bunlardan maksad şudur: En'am suresinde (9. ayet) de geçtiği gibi, eğer o peygamber, bir melek cinsinden olsaydı, insanların işi, bundan dolayı zorlaşırdı.

b) Bu, "Araplardan" demektir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Araplarda Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, aynı soydan olmadığı hiçbir kabile yoktur. İşte onların Mudar'ı, Rebî'i ve Yemânisi... Meselâ Mudaroğulları ve Rebîoğulları, Adnanî'dirler; Yemânîler de Kahtanî'dirler. Bunun bir benzeri de, "Allah (o mü'minlere) içlerinden ve kendilerinden bir peygamber göndermiş olduğu için, büyük bir lütufta bulunmuştur" (Âl-i İmran. 164) ayetidir. Cenâb-ı Allah'ın bunlardan maksadı, Arapları peygambere yardım etmeye ve O'na hizmete koşmaya bir teşviktir. Onlara sanki, "Bu dünyada o peygamber için tahakkuk edecek her türlü devlet, yücelik, şan ve şeref, sizin için de bir izzet ve övünme sebebidir. Çünkü o sizden ve soyunuzdandır" denilmek istenmiştir.

c) Bu, Harem ehline bir hitabtır. Çünkü Araplar Harem ahalisini, "Allah'ın ehl-ü iyâli" diye adlandırmışlardı ve onlara hizmet edip, işlerini görürlerdi. Bundan dolayı Araplara sanki şöyle denilmektedir: "Sizler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) gelmezden önce, O'nun atalarına ve ecdadına hizmet etmeye çabalıyor ve bunu, ciddiyetle yapıyordunuz. Öyleyse, şeref ve mevki itibariyle, cedlerine kıyas edilemeyecek derecede üstün olan bu zata hizmet hususunda neden tembellik gösteriyorsunuz?"

d) Bu sıfatın zikredilmesinden maksad, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in temiz olduğuna dikkat çekmektir, Buna göre sanki şöyle denilmektedir: "O, sizin soyunuzdandır. Siz, O'nun doğruluğunu, güvenilir, emin olduğunu, iffetli ve namuslu olduğunu bilirsiniz. Yine siz, O'nun, sizden her türlü kötülüğü giderip, size her türlü hayrı ulaştırmaya düşkün olduğunu pekiyi bilirsiniz. Bu vasıf ve özellikteki bir kimsenin peygamber olarak gönderilmesi, Allah'ın üzerinizdeki en büyük nimetlerinden biridir." Bu ifade

'Sizin en üstün ve en şerefli olanlarınızdan..." manasında min enfesikum şeklinde de okunmuştur. Denildiğine göre bunu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem). Hazret-i Fatıma (radıyallahü anhnha) ve Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnha) böyle de okumuşlar.

Meşakkate Maruz Kalmanız Ona Ağır Gelir

İkinci sıfat: "Sizin sıkıntıya uğramanız O'na çok ağır gelir" ifadesidir. Bil ki "aziz" "gâlib ve çetin olan" demektir. Bunun masdarıolan "izzet" de, galib olmak ve şiddetli (çetin) olmak manasınadır. Binâenaleyh insanın başına bir sıkıntı geldiğinde, kendisinin onu savuşturmaktan âciz olduğunu anlar. Çünkü eğer kendisi onu defetmeye kadir olsaydı, bunu yapmakta kusur etmezdi. Onu başından defedemediğine göre, kendisinin onu defetmekten âciz olduğunu ve onun kendisine gâlib geldiğini anlar. İşte bundan dolayı insana bir şey zor geldiğinde, "Bu bana gâlib geldi" der. Anet kelimesine gelince, bu şöyle kullanılır: Bir kimse, içinden çıkamıyacağı bir darlığa ve sıkıntıya düştüğünde denilir. Hak.Teâlâ'nın (Nisa.25) ve (Bakara.220) ayetlerinde de bu mana vardır.

Ferra şöyle der: ifadesinin başındaki ma ism-i mevsûlü, ref mahallindedir.

Buna göre ayetin manası, "Sizin sıkıntıya uğramanız ona güç gelir" yani "sizin kötülüğe dûçâr olmanız, ona zor gelir" şeklindedir. Giderilmesi gerekli olan kötülüklerin en önde geleni, Allah'ın cezasının kötülüğüdür. İşte o peygamber, bu tür kötülüğü savuşturmak için gönderilmiştir."

Sîze Çok Düşkündür

Üçüncü sıfat: "Size çok düşkündür" ifadesidir. Bu düşkünlüğün, mü'minlerin zatları ile alâkalı olması imkânsızdır. Binâenaleyh aksine bu, "O peygamber, dünya ve ahiret hayırlarını size ulaştırmaya çok düşkün ve arzuludur" manasındadır. Bil ki böyle olması halinde ayetteki, tabiri "Dünya ve ahiret kötülüklerinden birinin sizin başınıza gelmesi, ona ağır gelir" manasındadır, Bu takdirde ayette bir tekrar söz konusu değildir.

Ferrâ şöyle demiştir: "Haris, cimri ve düşkün demektir. Binâenaleyh ayetin manası, "Sizin cehenneme girmeniz ihtimaline karşı, size son derece düşkündür" şeklindedir." Ferrâ'nın bu izahı, uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu izah, bu ayetin faydadan uzak (manasız ve lüzumsuz) olmasını gerektirir.

Rauf ve Rahim Olması

Dördüncü ve beşinci sıfatlar: "O. mü'minlere cidden râ'ûf ve rahimdir" ifadesidir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Allahü teâlâ, peygamberini, kendi isimlerinden bu iki isimle isimlendirmiştir."

Geriye ayetle ilgili şu iki soru kalır:

Ümmetin Bunca Mükellefiyeti ile Merhamet Nasıl Bağdaşır?

Birinci soru: Allah, bu sûrede, kendinin muvaffak kıldığı kimseler hariç, tahammülü güç mükellefiyetler ile müslümanları mükellef tutmuş iken, peygamberin ra'ûf ve rahim olması nasıl mümkün olur?

Cevap: Biz, zaten bundan dolayı maharetli doktor, müşfik baba darb-ı meselini verdik. Buna göre mana, "Onlar, ebedî cezadan kurtulsunlar ve ebedi mükâfaatı elde etsinler diye, Allah bunu onlara yapmıştır" şeklinde olur.

İkinci soru: Cenâb-ı Hak, buyurunca, bu tertîb, şeklinde söylenilmesini gerektirmiştir. Binâenaleyh, Allah, neden bu tertibi bırakarak, buyurmuştur?

Cevap: Cenâb-ı Hakk'ın, bu şekilde buyurmuş olması, hasr ifade etmektedir. Bu, "Peygamberin, sadece müminler için acıması ve merhameti vardır. Kâfirlere gelince, Peygamberin onlara karşı bir şefkat ve merhameti söz konusu değildir" demektir. Bu, bu sûrede yer alan "katılık ve sertlik" miktarının bir tamamlayıcısı gibidir. Buna göre, o sanki, "Ben, bu sûrede çetinlikte ve katılıkta ileri gittiysem de, ancak ne var ki bu katılığım kâfir ve münafıklara karşıdır. Rahmet ve acımam ise, sadece mü'minlere mahsustur" demiştir. İşte bu incelikten dolayı, o tertib değil de, bu tertib gözetilmiştir.

Halk Yüz Çevirirse Allah Sana Yeter!

"(Habibim, sana iman etmekten) yüz çevrirlerse de ki: "Bana Allah yeter. Ondan başka hiçbir tanrı yok. Ben ancak O'na güvenip dayandım. O, büyük Arş'ın sahibidir" (Tevbe, 129).

Cenâb-ı Hak, (......) ifadesiyle, müşrikler ve münafıkları kastetmektedir. Daha sonra, (bunu tefsir sadedinde),

a) Onlar senden yüz çevirirlerse,

b) Allah'a itaatten ve peygamberi tasdikten yüz çevirirlerse;

c) Bu sûrede ele alınan, bahsedilen güç teklifleri kabul etmekten yüz çevirirlerse,

d) Cihadda sana yardım etmekten yüz çevirirlerse, manaları verilmiştir.

Bil ki bu ayetin gayesi, kâfirlerin, yüz çevirmeleri ve bu teklifi kabul etmemeleri hafinde, Hazret-i Peygamberin kalbine bir hüznün ve kederin gelmeyeceğini; zira Allah'ın, düşmanlarına karşı O'na yardım etmede ve O'nu, çeşitli lütuf ve nimetlerinin derecelerine ulaştırmada, o peygambere yeteceğini beyan edip açıklamaktır.

Cenâb-ı Hak, "Ondan başka hiçbir tanrı yok" buyurmuştur. O'ndan başka ilah olmayınca, mümkinât alemindeki her şeyin var edicisinin ve sonradan meydana gelen varlıkların muhdisinin sadece O olması gerekir. Beni bu görevle gönderen ve bana bu tebliğde bulunmamı emreden O olunca, yardımın O'na ait olması; nusret ve desteğin de ancak O'ndan beklenmesi gerekir.

Burada Arşın Anılmasının Sebebi

Ayetteki "Ben ancak O'na güvenip dayandım" cümlesi, "hasr", ifade etmekte olup, "Ben, ancak ve ancak O'na güvenirim; O büyük Arş'ın Rabbidir" anlamındadır,

Burada, özellikle "Arş"ın zikredilmiş olmasının sebebi şudur: Eserler ne kadar büyük ve ne kadar iyi, güzel olursa, o zaman müessirin, bunları var edenin akıl ve kalblerdeki celâlinin ve ululuğunun zuhur etmesi de, o nisbette büyük ve azametli olur. Cisimlerin en büyüğü Arş olunca, özellikle onun zikredilmesinden maksat, Allah Subhânehu ve Teâlâ'nın celâlini tazim etmek olur.

Görülmeyen Arş Azamete Delil Olur mu?

İmdi şayet sorulsa ki: "Arş, hissi bir şey değildir. Binâenaleyh, onun mevcudiyeti ancak, şeriatın ve dinin sabit olmasından sonra anlaşılır. Bu sebeple onun, Allah'ın azametini ortaya koyma sadedinde zikredilmiş olması nasıl mümkün olur?" derlerse, biz deriz ki:

Arş'ın varlığı, bilinen ve meşhur olan bir husustur. Kâfirler, onu yahudi ve hristiyanlardan duymuşlardı. Onların bunu, kendi atalarından duymuş olması da uzak bir ihtimal değildir.

"Rabb" kelimesinin sıfatı olsun diye, azim kelimesini merfû (öt're ile) okuyan kıraat alimleri de bulunmaktadır. Ebu Bekr şöyle demektedir: "Bu kıraat, daha çok mana ifade eder. Çünkü, azîm lafzını, Allah (c.c)'ın sıfatı kabul etmek, onu. "Arş"ın sıfatı olarak kabul etmekten daha evlâdır. Hem, biz bunu, "Arş" kelimesinin sıfatı kabul edersek, onun büyük olmasından murad, haberlerde de yer aldığı gibi. onun kütlesinin, hacminin büyüklüğü ile etrafının genişliği olmuş olur. Yok, eğer onu Allah (c.c)'ın sıfatı kabul edersek, bu büyüklükten murad, O'nun varlığının vâcib olması, hacme sahip olmaktan, tecezzi etmekten münezzeh olması, ilim ve kudrette ekmel ve mükemmel olması, vehim ve hayallerde tasarlanmaktan ve idrâklerin ulaşmasından münezzeh olması olur.

Hasan el-Basrî şöyle demektedir: "Bu iki ayet Allahü teâlâ'nın en son indirdiği ayettir ki, bundan sonra Kur'an indirilmemiştir." Ubeyy İbn Ka'b da şöyle demiştir: "Zaman bakımından Allah'ın en son indirdiği Kur'an ayeti bu iki ayettir." Bu, aynı zamanda Saîd İbn Cübeyr'in de görüşüdür.

Bazıları da, Kur'an'ın en son inen ayetinin, (Bakara, 281) ayeti olduğunu söylemişlerdir.

Huzeyfe'nin şöyle dediği nakledilmiştir: "Siz bu sûreyi, Tevbe sûresi diye adlandırıyorsunuz. Halbuki bu sûre, azâb süresidir. Siz, bu sûrenin içine almadığı hiç kimse bırakmadınız. Allah'a yemin olsun ki, siz onun dörtte birini okuyorsunuz."

Bil ki. bu rivayetin yalanlanması gerekir. Zira, biz bunun böyle olduğunu kabul edecek olursak bu, Kur'an'a bir fazlalığın ve noksanlığın arız olmuş olduğuna bir delil olmuş olur. Binâenaleyh bu, Kur'an'ı bir hüccet olmaktan çıkarır. Bu sebeple, bu haberin bâtıl olduğu açıktır. Allahü teâlâ, muradını en iyi bilendir.

Bu, bu sûrenin tefsirinin sonudur. Hamd ve şükür, Allah'a mahsustur. Müellif, bu sûrenin tefsirini, Hicrî 601 senesinin Ramazan ayının ondördüncü günü olan cuma gününde bitirdi. Hamd, sadece Allah'a mahsustur. Salât ü sefam da, efendimiz Hazret-i Muhammed'e, O'nun âline ve bütün ashabına olsun.

0 ﴿