2

"Allah ve Resulünden, muahede yapmış olduğunuz müşriklere ültimatomdur: Ey müşrikler, haydi yeryüzünde dört ay daha dolaşın. Bilin ki siz Allah'ı aciz bırakabilecekler değilsiniz. Allah muhakkak ki kâfirleri rüsvay edecektir".

Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Bu sûrenin pekçok ismi vardır. Meselâ Berâe, Tevbe, Mukaşkışe, Mübaşire, Müşerride, Muhziye, Fâdiha, Musire, Hâfire, Münekkile, Müdemdime ve Sûretu'l-Azâb." Keşşaf sahibi, sözüne devamla şöyle der:"Zira bu sûrede, mü'minlerin tevbelerinin kabulünden ve tevbeye muvaffak kılınmalarından bahsedilmektedir.

Bu sûreye, nifaktan uzaklaştırdığı için Mukaşkişe, münafıkların iç yüzlerini deşeleyip ortaya serdiği için Müba'sire, ve o gizlilikleri meydana çıkardığı için Müsîre; onları eşelediği için Hâfire; münafıkları rüsvay ettiği için Muhziye; onları cezalandırdığından Münekkile; ürküttüğü için Müşerride denilmiştir.

Huzeyfe'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Sizler bu sûreye, Tevbe sûresi adını veriyorsunuz. Allah'a yemin olsun ki bu sûre, hiç kimseyi hariç bırakmaksızın herkesi sarsmış ve sorgulamıştır."

İbn Abbas'tan da, bu sûre hakkında şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu sûre, Fâdıha (münafıkların sırlarını ortaya döküp, onları rezil rüsvây eden)dir. Bu sûre, hep münafıklar hakkında nazil olmuş ve onların durumuyla ilgilenmiştir. Öyle ki biz, nerdeyse hiç kimseyi dtşarda bırakmayacağından endişelendik. Enfâl Sûresi Bedir; Haşr Sûresi de, Benî Nadîr hakkında nazil olmuştur."

Tevbe Sûresinin Başında Besmelenin Bulunmayışının Hikmeti

Şayet, "Bu sûrenin başına, besmelenin yazılmayışının sebebi nedir?" denilirse, biz deriz ki:

Alimler bu hususta şu izahları yapmışlardır:

Birinci izah: İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ben, Osman İbn Affân'a şöyle dedim: "Sizin, Mîûn'dan olan Berâe (Tevbe) süresiyle, Mesânî'den olan Enfâl sûresini birleştirerek araya besmele koymamanızın sebebi nedir?" Bunun üzerine Hazret-i Osman şöyle dedi: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), her ne zaman kendisine bir sûre nazil olsa, "Onu, falan yere koyun!" derdi. Berâe suresi ise Kur'an'ın en son nazil olan sûrelerindendir. Dolayısiyle Hazret-i Peygamber, onun nereye konulacağını beyân etmeden irtihâl etti. Berâe sûresi ile Enfâl Sûresi'nin anlattıkları hususlar birbirine yakın olduğu için, bu iki sûre peşpeşe yazılmıştır. " Kâdî şöyle demektedir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bu sûrenin, Enfâl suresinin peşinden gelen bir sûre olduğunu beyan etmediği söylenemez. Zira Kur'an, gerek Allah, gerekse Resulü tarafından nakledildiği biçimde tertib edilmiştir. Binâenaleyh şayet biz, bazı sûrelerin tertibinin Allah'dan, yani vahiy yoluyla olmadığını caiz görürsek, aynı şeyi diğer sûreler ve tek bir sûrenin ayetleri hakkında da caiz görebiliriz. Halbuki bunu caiz görmek ise, İmâmiyye'nin, "Kur'an'da fazlalık ve noksanlıklar vardır" şeklindeki iddiasını benimseyip caiz görmek manasına gelir. Bu da, Kur'an'ı hüccet olmaktan çıkarır. Aksine, doğru olan, Hazret-i Peygamber'in vahye dayanarak, Enfâl sûresinden sonraya koyma emrini vermiş olması ve sûrenin başındaki besmeleyi de, onun yine vahye dayanarak hazfetmiş olmasıdır?

İkinci izah: Bu konudaki ikinci izah da Ubeyy İbn Ka'b'den rivayet edilen şu husustur: O şöyle demiştir: "Ashâb, şundan ötürü bu zanna kapılmıştı: Enfâl sûresinde ahidler zikredilmiş, Berâ'e sûresinde ise ahidlerin geri alınması meselesi bulunmaktadır. İşte bu yüzden, o sûreler yanyana konulmuştur."

Avnı soru burada da söz konusudur.

Çünkü bu izah ancak biz, "ashâb, bu sûreyi, işte bu sebepten dolayı kendiliklerinden Enfâl sûresinden sonraya koymuşlardır" dediğimizde tamam olur.

Üçüncü izah: Sahabe, Enfâl ve Tevbe sûrelerinin, tek sûre mi, yoksa iki ayrı sûre mi olduğu hususunda ihtilâf etmiştir. Bu cümleden olarak bazıları şöyle demişlerdir: "Bu iki sûre, tek bir sûredir. Zira, her iki sûre de savaş hakkında nazil olmuş olup, bu iki sûrenin toplamı da, yedi uzun sûrelerden olmuş olur ki, bunların sayısı da böylece yediye baliğ olmuş olur. Bunlardan sonra da, Mîunlar (ayet sayısı yüz civarında olanlar) gelirler. " Bu görüş açıktır. Zira, bu iki sûre beraberce, 206 iikiyüzaltı) ayet olup, her ikisi de tek bir sûre durumundadır. Ashabtan bazısı da bu iki sûrenin, ayrı ayrı iki sûre olduğunu söylemişlerdir. Binâenaleyh, sahabe arasında bu konuda bir ihtilâf zuhur edince onlar, "Bu iki sûre, ayrı ayrı iki sûredir" diyenlerin görüşüne dikkat çekmek için, aralarında bir boştuk bırakmışlar; "bu iki sûre, tek bir sûredir" diyenlerin görüşüne de dikkat çekmek için, bu iki sûre arasına besmeleyi yazmamışlardır. Bu görüşe göre de, bizim, İmamiyye'nin mezhebini caiz görmemiz gerekmemiş olur. Bu böyledir, zira sahabe arasında bu hususta bir karışıktık, bir kapalılık meydana gelince, onlar bu iki görüşten birisine kesinlikle hüküm vermeyip, bu kapalılığın her zaman sözkonusu olduğuna delâlet edecek bir şekilde muamelede bulunmuşlardır. Binâenaleyh onlar, bu kadarcık bir şüphede müsamahalı davranmayınca, "adam sende!" demeyince, bu, onların Kur'an'ı tahrif ve tağyirden koruma hususunda ne kadar titiz olduklarına ve ne kadar şedîd, müsamahasız olduklarına delâlet eder ki, bu da İmâmiyye'nin görüşünü iptal eder.

Dördüncü izah: Allahü teâlâ, Enfâl sûresini, mü'minlerin birbirlerini dost edinmelerinin ve kâfirlerden de tamamiyle uzak durmalarının gerekliliğini belirterek sona erdirmiştir. Daha sonra da, işte Cenâb-ı Hak bu hususu, "Allah'dan ve Resulünden bir ültimatomdur" çrevbe, i) ayetiyle açıkça beyân etmiştir. Bu, daha önceki sözün bir tekidi ve onun ifade edilmesi mahiyetinde olunca, aralarına bir fasılanın girmesi gerekmiştir. Binâenaleyh, bu iki sûrenin başka başka sûreler olduğuna dikkat çekmek için, aralarına bir fasıla sokulmuş; bu mananın, bizzat o cananın aynısı olduğuna dikkat çekmek için de, aralarında Besmele'nin yazılması terkedilmiştir.

Beşinci İzah: İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'ye. "Bu iki sûre arasında niçin Besmele yazılmadı?" diye sorduğumda, o, "çünkü Besmele bir ezandır (emniyeti ifade eder). Halbuki bu sûre kılıçla vuruşma ve ahidlerden vâzgeçmeyi emretmiş olup, bunda bir emân manası yoktur" dedi." Rivayet olunduğuna göre, Süfyan b. Uyeyne aynı şeyi söyleyerek, bu hususu, "Size ilümanca selam verene, dünya hayatının geçici menfaatini isteyerek, "Sen mü'min değilsin" demeyin "(Nisa. 94) ayetini delil getirerek te'kid etmiştir. Ona. "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), harbî olan kâfirlere Besmele ile mektup yazmıyor muydu?" denildiöinde. su cevabı verdi: "Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onları, direkt olarak Allah'a davet etmesidir. Bu durumda Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onlarla olan ahidlerini bir tarafa atması söz konusu değildir. Baksana O (sallallahü aleyhi ve sellem), mektubunun sonunda, "Allah'ın selâmı, hidayete tâbi olanlaradır" diye yazıyordu. Ama bu sûre savaşma hükmünü ve ahidlerden vazgeçme hükmünü ihtiva etmektedir. Binâenaleyh bu ikisi arasındaki fark ortaya çıkmaktadır.

Altıncı İzah: Alimlerimiz şöyle demişlerdir: "Belki de Allah, bazı kimselerin, besmelenin Kur'an'dan olduğu hususunda münakaşa edeceklerini bildiği için, besmelenin her sûrenin başında bir ayet olduğuna ve onun, bu sûrenin başında, bir ayet olmadığına, bu sebeple yazılmaması gerektiğine dikkat çekmek için pek yerinde olarak yazılmamasını emretmiştir. Bu da, besmelenin diğer sûrelerin başına yazıldığı için onun her sûreden bir ayet olması gerektiğine delâlet eder.

"Allah ve Resulünden muahede yapmış olduğunuz müşriklere ültimatomdur: (Ey müşrikler, haydi) yeryüzünde dört ay daha dolaşın. Bilin ki siz Allah'ı aciz bırakabilecekler değilsiniz. Allah, muhakak ki kâfirleri rüsvay edecektir" (Tevbe, 1-2) ayet-i kerimesi ile ilgili birkaç mesele vardır:

Berâe Kelimesinin Manası

Berâe kelimesinin manası, ilgi ve alâkanın kesilmesi, bağın sona ermesi demektir. "Aramızdaki münasebetler kesildi; aramızda herhangi bir ilgi kalmadı!" manasında olmak üzere, denilir. İşte, yine bu manada olmak üzere, "Borçtan kurtuldum" denilir.

Hak teâlâ'nın, bu ayetin başındaki berâe kelimesinin merfû okunması hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür:

a) Bu kelime, mahzûf bir mübtedânın haberidir. Yani, (......) demektir. Ferrâ şöyle demektedir: "Bunun bir benzeri de senin, güzel bir adama bakarak, "Güzel, vallahi..." demendir. Yani, "Bu, vallahi güzeldir" demektir. Lafzatullahın başındaki min harf-i cerri, ibtidâ içindir. Buna göre mânâ, "Bu, Allah ve Resulünden, antlaşma yapmış olduğunuz müşriklere ulaşan, gelen bir ültimatomdur" şeklinde olur. Bu, tıpkı senin, "Bu, falancadan falancaya bir mektuptur.." demen gibidir.

b) (......) lafzının mübtedâ, ifadeleri mübtedânın sıfatı, ifadesinin de, mübtedânın haberi olmasıdır. Bu, senin tıpkı, "Temîmoğullarından olan bir adam, evdedir" demen gibidir.

Eğer: "Berâetin, Allah ve Resulüne; muahedenin de müşriklere izafe edilmiş olmasının sebebi nedir?" diye sorulacak olursa biz deriz ki: Allah, müşriklerle andlaşma hususunda müsaade vermiştir.. Böylece de müslümanlar, Allah'ın Resûlüyle birlikte bir araya geldiler ve o müşriklerle muahede yaptılar. Daha sonra da müşrikler, ahdi bozdular. Bunun üzerine Allah da, onların ahdini bir kenara atıp artık tanımamayı vâcib kıldı. Bu sebeple müslümanlar, kendilerini bundan sakındıran şeye muhatap oldular da, onlara "Allah ve Resûlullah'ın, sizin müşriklerle yapmış olduğunuz andlaşmalardan berî ve uzak olduğunu bilesiniz., ." denildi.

Yapılmış Muahedenin İptal Edilmesi

Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebük Seferi'ne çıktığında, münafıklar geri kalarak asılsız ve yalan haberler uydurunca, müşrikler ahidlerinı bozdular. Bunun üzerine, Allah'ın Resulü onlarla olan ahidleri iptal ederek, durumdan da kendilerini haberdar etti. Şayet, "Hazret-i Peygamber'in, ahdini bozması nasıl caiz olur?" denilirse, biz deriz ki: Ahid, ancak şu üç sebepten dolayı bozulabilir:

a) Peygamber aleyhinde, o müşrikler tarafından gizli bir hainlik tertip edildiğinin ortaya çıkması. Peygamberin de, onların vereceği zarardan endişelenerek, böylece, ahdin bozulduğunu onlara da bildirmek için, peygamberin ahdini tanımaması. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer muahede eden bir topluluğun hainliğinden endişeye düşersen, hak ve adalet üzere durumu kendilerine bildir ve ahidlerini al..." (Enfal, 55) ve, "Onlar, içlerinden kendileriyle muahede ettiğin kimselerdir ki, muahededen sonra her defasında ahidlerini bozarlar" (Enfal, 56) buyurmuştur.

b) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, andlaşma yaparken, bazı kimselere, zikredilen müddet hususunda, Allah'ın ahdin sona erdiğini emretmesine kadar, o ahdi tanıyacağım şart koşmuş olmasıdır. Binâenaleyh Allahü teâlâ, aralarındaki ahdin sona e'mesini emredince, işte bu şarttan dolayı ahid de sona ermiş olur.

c) Ahdin, bir zamana bağlanmış olmasıdır. Buna göre o müddet sona erince, ahid sona ermiş olur. Bu "berâet"in ortaya konulmasından maksat ise, o müşriklerle, peygamberin r-rar ahid yapmayacağını ve onlarla savaşmaya azimli olduğunu ortaya koymaktır. Şu üç halin dışında ahdi bozmak, kesinlikle caiz değildir. Çünkü bu, bir zulüm ve va'adinden dönmek gibi olmuş olur. Halbuki, Allah ve Resulü böyle bir şeyden berî ve uzaktırlar. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak: "Muahede yaptığınız müşriklerden size hiçbir eksiklik yapmamış düşmanlarınızdan hiçbir kimseye aleyhinizde yardım etmemiş olanlar bu hükümden müstesnadır.. O halde onların müddetleri bitinceye kadar ahıdlerini tamamlayın " (Tevbe, 4) buyurmuştur. Bazı kimseler hariç, müşriklerin pekçoğunun ahidlerini bozdukları da söylenmiştir. Bozmayanlar ise, Damra ve Kinâneoğullarıdır

Ültimatomun Hazret-i Ali Tarafından Müşriklere Tebliği

Rivayet olunduğuna göre Mekke, hicretin sekizinci yılında fethedildi. O sırada Mekke Emîri Attâb İbn Useyd idi. Bu sûrenin inişi ise, hicretin dokuzuncu yılında olmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hicretin dokuzuncu yılında Hazret-i Ebu Bekr'i hacc emîri tayin etmişti. Bu sûre nazil olunca, Hazret-i Peygamber, bu sûreyi haccda bulunanlara okuması için Hazret-i Ali'ye talimat verdi.. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber'e: "Keşke, bu sûreyi Ebû Bekir'e gönderseydin de, o okusaydı!" denildiğinde Hazret-i Peygamber, "Bunu benim akrabamdan olan birisinin îfa etmesi iyi olur" dedi.

Hazret-i Ali yaklaşınca, Ebu Bekir bir deve böğürtüsü duydu. Bunun üzerine o durarak: "Bu, Resûluflah'ın devesinin sesidir" dedi. Hazret-i Ali, Hazret-i Ebu Bekr'e katılınca, Hazret-i Ebu Bekir: "Emir mi, oldun; yoksa, memur musun?" deyince, Hazret-i Ali: "Memur!" dedi.. Sonra da, beraberce yürüyüp gittiler. Terviye gününden önce, Ebu Bekr bir hutbe irad etti ve haccdakitere, haccın menâkisikinden (hükümlerinden) bahsetti. Kurban bayramının birinci günü, Cemretü'l-Akabe'nin yanında da, Hazret-i Ali ayağa kalktı ve: "Ey nâs! Ben size, Allah'ın Resulünün elçisi olarak gelmiş bulunmaktayım " dedi. Bunun üzerine onlar: "Niçin?" dediler. Hazret-i Ali bunun üzerine onlara, (bu sûreden) otuz veya kırk ayet okudu. Mücâhid'den bunun onüç ayet olduğu da rivayet edilmiştir.. Daha sonra da Hazret-i Ali: "Ben şu dört şeyi açıklamakta emrolundum:

1) Bu yıldan sonra hiçbir müşrik, bu Beytuflah'a yaklaşamaz.

2) Hiç kimse, çıplak olarak Kabe'yi tavaf edemez.

3) Cennete ateak mü'min olanlar girer.

4) Ahdi olan herkese verilmiş olan mühlete riayet edilir."

Bunun üzerine onlar: "Ey Ali, bizim, ahidlerimizi geri aldığımızı, bizimle o peygamber arasında mızrakla vuruşma ve kılıçla savaşmanın dışında, bir ahdin bulunmadığını amcanoğluna ulaştır tebliğ et” dediler.

Tebliğ İşinin Hazret-i Ali'ye Verilmesinin Sebebi

Alimler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, hangi sebepten dolayı Hazret-i Ali'ye, bu sûreyi onlara okumayı emrettiği ve bu mesajı onlara tebliğ ettirdiği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak onlar şöyle demişlerdir: Bunun sebebi şudur: Ahid yapmayı ve onu bozmayı, kişinin ancak akrabasından olan bir kimsenin üstlenmesi, bir Arap örfü idi. Binâenaleyh, bunu şayet Ebu Bekir deruhte etmiş olsaydı, o zaman onlar: "Bu, ahdi bozma hususunda bizim bildiğimiz âdetin hilâfınadır" diyebilir ve bundan dolayı, bunu kabul etmeyebilirlerdi. Bunun üzerine, Hazret-i Ali'nin bu işi üstlenmesi ile, onların bu tür mazeretleri ortadan kalkmış oldu.

Şu da ileri sürülmüştür Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hacc emirliğini Hazret-i Ebu Bekir'e verince, kalblerini hoşnut etmek ve etrafını gözetmek için, tebliğ işini de Hazret-i Ali'ye vermiştir.

Şu da ileri sürülmüştür: Hazret-i Peygamber Hazret-i Ebu Bekir'i hacc mevsiminin emîri olarak tayin etti; arkasından da bu mesajı tebliğ etmek üzere Hazret-i Ali'yi gönderdi. Böylece, Hazret-i Ali, Hazret-i Ebu Bekr'in arkasında namaz kılmış oldu ki, bu hareket tarzı âdeta, Hazret-i Ebu Bekir'in imametine (halifeliğine) dikkat çekmek gibi oldu. Allah en iyisini bilendir.

Câhız da bunu ortaya koyarak, şöyle demiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ebu Bekir"i hacılara emîr olarak gönderdi ve onu hacc mevsiminin emîri tayin etti. Hazret-i Ali'yi de, insanlara, Berâe sûresinden birkaç ayet okuması için yolladı. Böylece Ebu Bekir imam, Ali de, imâma uyan kimse oldu. Hazret-i Ebû Bekir hutbe okudu, Ali de dinleyen oldu. Ebu Bekir, hacc mevsiminin emîri, hacıların önderi ve onların âmiri idi. Halbuki, Hazret-i Ali için böyle bir şey söz konusu olmamıştı.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Bunu. ancak akrabamdan olan bir kimse tebliğ eder" şeklindeki sözü, Hazret-i Ali'nin, Hazret-i Ebu Bekir'den üstün tutulduğuna delâlet etmez. Ancak ne var ki, Hazret-i Peygamber Araplara, aralarında maruf olan, bilinen bir şekilde muamele etmiştir. Onların en büyük idarecisi, bir toplulukla andlaşma yaptığında ya da onlarla muahedede bulunduğunda bu andlaşmayı ve muahedede bulunmayı, ancak onun, meselâ kardeşi, amcası gibi, yakın akrabalarından birisi yapardı. İşte bundan dolayı, Hazret-i Peygamber bu sözü söylemiştir.

Müşriklere Dört Ay Mühlet Verilmesi

"Yeryüzünde dört ay daha dolaşın" buyruğu hakkında birkaç bahis bulunmaktadır:

Birinci bahis: Siyâhe Kelimesi, az yiyip az içmekle beraber, yeryüzünde yürümek, uzun süre yürümek ve şehirlerden, mamur olanlardan uzak kalmadır. Yemeyi içmeyi terkettiği için, bu yönüyle de seyyaha benzediği için, oruç tutan kimseye de 'sâlih" denilir. Müfessirler, ifadesine, "Yeryüzünde, istediğiniz gibi yürüyün, gezin dolaşın..." manasını vermişlerdir. Halbuki bu, bir emir değildir. Aksine bundan maksat, mübahlık, mutlaktık ve emânın tahakkuk edip, korkunun da zail olduğunu bildirmektir. Yani, "Bu müddet içinde siz, öldürülmekten ve savaşmaktan eminsiniz" demektir.

Bu Süreden Maksat

İkinci bahis: Müfessirler şöyle demektedirler: "Bu, Allah tarafından müşriklere dört aylık bir mühlet tanımadır." Dolayısiyle "Muahedesinin müddeti dört aydan daha fazla olan kimseler, süreyi dört aya indirdiler.. Andlaşma müddetleri dört aydan az olanlar da, onu dört aya çıkardılar. Bu duyurunun maksadı ise şunlardır:

a) Onların, kendi kendilerine düşünmeleri, bu iş (yani İslam gerçeği) kendi lehlerine olarak ihtiyatlı tutumu izlemeleri ve bu müddetten sonra, kendileri için sadece şu üç şeyin (İslâm'a girmek, yahut cizye vermek yahud da kılıcı kabul etmek) söz konusu olacağını bilmeleridir. Böylece bu durum onları, İslâm'ı açıktan açığa kabul etmeye sevketmiş olur.

b) Ahdi bozmanın, müslümanlara izafe edilmemesi.

c) Allah'ın, cihadı, bütün müşriklere teşmil etmeyi, yaygınlaştırmayı dilemiş olmasıdır. Böylece Cenâb-ı Hak, ültimatomu da herkese tamîm etmiş ve onlara dört aylık bir süre tanımıştır. Bu da, İslâm'ın kuvvet bulması ve kâfirlerin korkutulması için olmuştur. Bu ise ancak, ahidlerin bozulması ile gerçekleşebilir.

d) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, gelecek yılda hacc yapmayı murad etmiş olmasıdır. Böylece Hazret-i Peygamber, çıplak tavaf yapanları müşahade etmemek için, bu ültimatomu, berâeti izhâr etmekle emrolunmuştur.

Üçüncü bahis: İbnu'l-Enbari şöyle demektedir: "Hak teâlâ'nın fesîhü emrinin başında bir kavi fiili gizli olup, buna göre kelamın takdiri "onlara, yeryüzünde dört ay daha dolaşınız" de!" şeklindedir. Veyahut da bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı "Rableri de onlara gayet temiz bir içecek içirmiştir. Bu şüphe yok ki sizin için bir mükâfattır. Sa'yiniz meşkur olmuştur "(insan.21-22) ayetinde olduğu gibi, gâibten muhataba geçiştir (iltifattır)!'

Alimler, bu dört ayın hangi aylar olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Zührî'den şu rivayet edilmiştir: "Berâe sûresi, şevval ayında nazil olmuştur. O halde bu dört ay. Şevval, Zilka'de, Zilhicce ve Muharrem aylarıdır. Bu ayların, Zilhicce'nin yirmisi ile, Muharrem, Safer, Rebîu'l-evvel ve Rebîulahir'den on gün olduğu da ileri sürülmüştür Bu aylarda öldürme ve savaşmak haram kılındığı için, bu aylar hurum (haram aylar) diye adlandırılmıştır. Şu halde "Eşhuru'l-hurum" (haram aylar)da, öldürmek ve savaşmak haram olunca, bunlar, haram olmuş olurlar.

Şu da ileri sürülmüştür: Bu müddetin dilimlerinden, kısımlarından biri haram aylardan olduğu için, bu ayların hepsine "haram" ismi verilmiştir. Zira, Muharrem ayıyla beraber Zilhicce'nin yirmisi, haram aylara dahildir. Bu müddetin, Zilka'de'nin onundan başlayarak Rebîulevvelin onuna kadar devam ettiği de ileri sürülmüştür. Çünkü, o sene yapılan hacc, kendilerinde bulunan "nesî" (tehir etme, erteleme) uygulaması sebebiyle, o vakitte yapılmıştı. Daha sonraysa ertesi senede hacc, Zilhicce'de yapıldı; bu da Veda Haccı'dır. Bunun delili ise, Hazret-i Peygamber'in, "Zaman döndü de, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı gündeki durumuna rücû etti..." Buhâri, Bed'ü'l-Halk, 2; Müslim, Kasâme, 29 (3/1305)şeklindeki ifadesidir.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Bilin ki siz Allah'ı aciz bırakabilecekler değilsiniz" buyruğuna gelince, bunun, "Bu zaman tanımanın, herhangi bir acziyyetten dolayı olmadığını; tevbe edenler tevbe etsinler diye, bir maslahat ve lütuftan dolayı olduğunu biliniz!.." manasında olduğu ileri sürüldüğü gibi, bunun "Allah'ı, hiçbir surette acze düşüremiyeceğinizi bilerek, geziniz, dolaşınız. " manasında olduğu da ileri sürülmüştür ki, bunun gayesi, "Ben size mühlet tanıdım; ve sizi serbest bıraktım, salıverdim. O halde, teçhizat ve hazırlık yapmaya dair yapılması mümkün olabilecek her şeyi yapınız. Zira, sizler Allah'ı acze düşünmezsiniz. Aksine Allah, sizi aciz bırakır ve sizin üzerinizde hükmünü yürütür " manasıdır. Bu ifadeye, "Bu mühlet, sizin Allah'ın elinden kaçıp kurtulamıyacağınız hususunda asla endişe duyulmadığını bilmeniz için verilmiştir. Zira siz, nerede olursanız olun, Allah'ın mülkünde ve O'nun hükümranlığı altındasınız " manası da verilmiştir.

Cenâb-ı Hak "Allah muhakkak ki kâfirleri rüsvây edecektir' buyurmuştur. İbn Abbas, ayette bahsedilen rezil rüsvay etmenin, kâfirlerin dünyada öldürülmeleri, âhirette de ilahî azaba duçar olmalarıyla olacağını beyân etmiştir. Zeccâc da şöyle demektedir "Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, kâfirlere karşı mü'minlere yardım edeceğini tekeffül etmesidir, üstlenmesidir. İhzâ, utandırıcı tarafları ortaya koyarak zelil kılma, alçaltma demektir. Bu kökten olan hizy ise "utardırıcı ceza" manasına gelir.

Muhtıranın Mahiyeti

2 ﴿