3"Ve, bu Hacc-ı Ekber günü, Allah'dan ve Resulünden insanlara şöyle bir ilâmdır: Allah ve Resulü, müşrikleri himaye etmekten artık katiyyen uzaktır. Bununla beraber eğer tevbe ve rücû ederseniz; bu sizin için hayırlıdır. Eğer yüz çevirirseniz, şunu bilin ki, şüphesiz, siz Allah'ı aciz bırakabilecek değilsiniz. O küfredenlere acıklı bir azabı müjdele!". Bil ki, Cenab-ı Hakk'ın, "Allah ve Resulünden muahede yapmış olduğunuz müşriklere ültimatomdur" buyruğu müşriklere tahsis edilmiş tam bir cümledir. O'nun "Ve bu, Hacc-ı Ekber günü, Allah'dan ve Resulünden insanlara şöyle bir ilâmdır (Tevbe, 3) ifadesi de, birinci cümleye atfedilmiş diğer tam bir cümledir. Ve bu, bütün insanlar hakkında umumî bir ifadedir. Zira bu, bu hususla İlgili hükmün herkese gerekli olması bakımından mü'min ve müşrikin bilmesi gerekli olan şeylerdendir. Binâenaleyh mü'minin, savaşılabilecek zamanı, savaşmanın haram olduğu zamandan ayırdetmesi vâcibtir. Böylece Cenâb-ı Hak, bu bildiriyi, haber herkese ulaşsın ve yayılsın diye, "en büyük kalabalık" anlamına gelen "en büyük hacc günû"nde emretmiştir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Ayette gece, ezan kelimesi, i'lâm, bildirmek demektir.. Ezherî şöyle demektedir: "Arapça'da, birine birşeyi bildirmek manasına: denilir. O halde "ezan", izan (bildirmek) yerine geçen bir isimdir. Hakikî masdar olan da îzân'dır. Namazın ezanı da bu manadadır. O halde Cenâb-ı Hakk'ın buyruğunun manası, "Bu, Allah ve Resulünden sâdır olup insanlara ulaşan bir bildiri, bir ilamdır" şeklindedir. Bu tıpkı senin, "Bu, falancadan falancaya hitaben bir ilâmdır, bildiridir" demen gibidir." Alimler, hacc-ı ekber (en büyük hacc) gününün ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, İkrime'nin rivayetine göre, İbn Abbas (radıyallahü anh) bunun, "arefe günü" olduğunu söylemiştir ki, bu aynı zamanda Hazret-i Ömer, Sa'îd İbn el-Mühid'in görüşüdür. Hazret-i Ali'den gelen iki farklı rivayetin biri de bu manadadır. Misver b. Mahreme'nin rivayetine göre de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), arefe günü akşamı bir hutbe okuyarak: "Şimdi bundan sonra biliniz ki bu hacc-ı ekber günüdür" buyurmuştur. Atâ'nın rivayetine göre, İbn Abbas (radıyallahü anh), hacc-ı ekber gününün, Kurban Bayramı günü olduğunu söylemiştir. Bu, Şa'bî, Nehâî ve Süddî'nin de görüşüdür. Hazret-i Ali'den gelen ikinci rivayet de bu manadadır. Muğîre b. Şu'be ve Sa'îd b. Cübeyr de aynı görüşü ifade etmişlerdir. Bu hususta üçüncü bir görüş de, İbn Cüreycin Mücâhid'den rivayet etmiş olduğu şu husustur: Mücahid, hacc-ı ekber gününün, Mina günlerinin tamamı olduğunu söylemiştir. Bu, aynı zamanda Süfyan es-Sevri'nin görüşüdür. O, şöyle derdi: "Hacc-ı ekber günü, Minâ günlerinin tamamıdır. Nitekim, hâdisenin cereyan ettiği zaman parçasının tamamı kasdedilerek mesela "Cemel günü" "Sıffın günü" denir. Çünkü bu harblerden herbiri, o savaş günlerinin hepsinde devam etmiştir. Hacc-ı ekber gününün, "arefe günü" olduğunu söyleyenlerin delili, Hazret-i Peygamber'in Hacc Arafat'tan (ibarettir)" İbn Mâce. Menâsik. 57 (2/1003). şeklindeki hadisidir. Bir de, hacc amellerinin en büyüğünün Arafat'ta vakfe yapmak olmasıdır. Çünkü Arafat'ta vakfe'ye yetişen, o senenin haccına yetişmiş olur ve ona yetişemeyen hacca yetişememiş olur. Binâenaleyh hacc, ancak o günde meydana gelir. Hacc-ı ekber gününün, Kurban bayramı günü olduğunu söyleyenlerin delili şudur: "Çünkü tavaf, kurban, traşve şeytan taşlamak gibi hacc amelleri ancak bu günde tamamlanır. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre, birisi onun atının geminden tutarak, "Hacc-ı ekber nedir?" diye sorunca, o, "İçinde bulunduğun şu gündür. Haydi, "hayvanımın gemini bırak" dedi. İbn Ömer (radıyallahü anh), Allah'ın Resulü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Veda Haccında, şeytan taşlama esnasında, Kurban bayramı günü durarak: "Bu, hacc-ı ekber günüdür" dediğini rivayet etmiştir. "Hacc-ı ekber günü ile, o günlerin tamamı murad edilmiştir" diyenlerin görüşüne gelince, bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu, tek bir "gün"ün, "birçok gün" manasına alınmasını gerektirir ki, bu zahirin hilafınadır. İmdi şayet, "Bu, niçin en büyük hacc (hacc-ı ekber) diye adlandırılmıştır?" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta şu izahlar yapılmıştır: 1) "Umre", hacc-ı asgar (küçük hacc) diye adlandırıldığı için, buna da, "hacc-ı ekber" (büyük hacc) denilmiştir. 2) Arafat'ta vakfeye durmaya, hacc-ı ekber denilmiştir. Çünkü vakfe, haccın en büyük farzlarındandır. Zira vakfeye yetişemeyen, hacca yetişememiş olur. Bununla, Kurban Bayramı gününün kastedilmiş olması da bundan dolayıdır. Zira o günde yapılan ameller de, hacc-ı ekberin en önemli fiillerindendir. 3) Hasan el-Basrî şöyle demektedir: "O gün, kendisinde müslümanlar ile müşrikler bir araya gelmiş oldukları için ve o gün ehl-i kitabın bayramlarına denk gelip, ne bundan önce, ne de bundan sonra bir daha böyle denk gelmediği için, hacc-ı ekber günü diye adlandırılmıştır. Böylece o gün, her kâfir ve mü'minin katında büyük kabul edilmiştir." Esamm bu izahı, "Kâfirlerin bayramında gazab vardır" diye tenkid etmiştir. Bu tenkid zayıftır. Çünkü bundan murad, o günün bütün grupların (dinlerin), büyük ve kıymetli saydığı bir gün olmasıdır ve onu "en büyük" diye tavsif edenlerden murad da, o gruplardır. 4) O yılda hem müslümanlar, hem de müşrikler Kabe'yi haccettikleri için, bu adla isimlendirilmiştir. 5) "En büyük", Arafat'ta vakfedir, "en küçük" de, Kurban kesmedir. Bu, Atâ ve Mücâhid'in görüşüdür. 6) Hacc-ı ekber, hacc-ı kırandır; hacc-ı asgar (küçük hacc) da, hacc-ı ifraddır. Bu görüş de, Mücâhid'den nakledilmiştir. Daha sonra Hak teâlâ, bu i'lâm'ın neden dolayı olduğunu beyân ederek, "Allah ve Resulü, müşrikleri himaye etmekten artık katiyyen uzaktır' buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç bahis vardır: 1. ile 2. Ayetin Muhtevasının Farkı Birinci bahis: Birisi çıkıp şöyle diyebilir: "Hak teâlâ'nın, "Allah ve Resulünden muahede yapmış olduğunuz müşriklere ültimatomdur"(Tevbe, 1) ifadesi ile, "Allah ve Resulü, müşrikleri himaye etmekten artık katiyyen uzaktır" (Tevbe, 2) ifadesi arasında fark yoktur? Öyleyse bu tekrarın hikmeti nedir?" diyebilir. Buna birkaç yönden cevap verilebilir: Birincisi: İlk ayetin maksadı, bir beraatın (muhtıranın) bulunduğunu haber vermektir. İkincisinin maksadı ise, bütün insanlara, meydana gelen ve neticelenen durumu bildirmektir. İkincisi: Birinci ayetten maksad, ahdin geri alınmasıdır. İkincisi ile ise, men ve tehdid yerine geçen, dostluğun zıddı olan, bir muhtıra kastedilmiştir. (Bu iki ayet arasında) böyle bir farkın bulunduğuna, "berâat"in birinci ayette ilâ harf-i cerrt ile, ikinci ayette ise, min harf-i cerri ile kullanılmış olması delalet eder ki bunun gayesi şudur: Allahü teâlâ, Enfal Sûresi'nin sonunda, müslümanlara, birbirlerini dost edinmelerini emretmiş ve böylece de onların, kâfirleri dost edinmemeleri, kâfirlerden uzak durmaları gerektiğine dikkat çekmiştir. Allahü teâlâ burada da, mü'minlerin, yine mü'minleri dost edinmeleri gerektiğini ve müşriklerden uzak durup, onları tenkid ve onlara lanet etmeleri gerektiği gibi, Hazret-i Peygamber'in de böyle yapması gerektiğini beyan etmiştir. İşte bundan ötürü de, bunun peşisıra, berâeti (uzaklığı) kaldıran "tevbe"yi zikretmiştir. Üçüncüsü: Allahü teâlâ birinci ayette, kendileriyle anlaşma yapılmış olup da, ahidlerini bozan müşriklerden berî oluşu bildirmiş, bu ayette ise, bu berî (uzak) oluşu gerektiren şeyin, onların küfür ve şirkleri olduğuna dikkat çekmek için, onları belli bir vasıfla tavsif etmeksizin, "müşrikler"den uzak olmayı belirtmiştir. İkinci bahis: Hak teâlâ'nın, buyruğunda bir hazif vardır ve bunun takdiri, şeklindedir. Fakat sözden anlaşıldığı için, bunun başındaki bâ harf-i cerri hazf edilmiştir. Bil ki ayetteki resûlühü kelimesinin merfû oluşu hususunda şu izahlar yapılır: a) Bu, mübteda olarak merfü olup, haberi mahzuftur. Takdiri ise, "Peygamberi de onlardan beridir" şeklindedir. Bu mahzûf habere, "Allah" lafzı celâlinin haberi delalet etmektedir. b) Bu kelime berkin lafzının tahtında mukadder olan zamire atfedilmiş olup, takdiri "O ve peygamberi, müşriklerden beridir, uzaktır" şeklindedir. c) Ayetteki ennellâhe, mübtedâ olarak mahallen merfû olup, berîün de onun haberidir. Resûlühü lafzı da, mübtedânın mahallineatfedilmiştir. Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Bu ifade, enne edatının ismi üzerine atfedilerek mansub olarak da okunmuştur. Çünkü bunun başındaki vâv, vav-ı ma'iyyedir. Yani '"Allah, Resulü ile birlikte, o müşriklerden beridir" demektir. Bu kelime, "civar"dan (Merur'a komşu oluşundan) ötürü mecrur olarak da okunmuştur. Bu kelimenin kasemden ötürü de mecrur olarak okunduğu söylenmiş olup, buna göre takdir, "Allah, Resulünün hakkına yemin olsun ki, müşriklerden uzaktır" şeklindedir!' Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bununla beraber eğer şirkinizden tevbe ve rücû ederseniz, bu sizin için hayırlıdır" buyurmuştur. Bu ifade, Allah tarafından tevbeye ve Allah ile Resûlullah'ın, kendilerinden berî olmalarına sebep olan şirkten sıyrılıp çkmalarına bir teşviktir. Allahü teâlâ, "Eğer şirkten dolayı tevbeden yüz çevirirseniz, şunu bilin ki, şüphesiz siz, Allah'ı âciz bırakabilecek değilsiniz" buyurmuştur. Bu, büyük bir tehdiddir. Çünkü bu söz, Hak teâlâ'nın onların üstüne en şiddetli azabı getirebileceğini gösterir. Daha sonra Hak teâlâ şöyle buyurdu: "O inkâr edenlere âhirette acıklı bir azabın olacağını müjdele ki dünya azabı geçip bitince, âhiretteki ilahî azabdan kurtulunacağı zannedilmesin. Aksine şiddetli azab, Kıyamet günü onlar için hazır beklemektedir." Buradaki "müjdeleme" istihza için getirilmiştir. Bu tıpkı, "Onların selamı dayak, ikramı sövmedir" sözüne benzer. |
﴾ 3 ﴿