92

"Allah ve Resulü hakkında iyi düşünmeleri şartıyla, ne zayıflara, ne hastalan ne de fakirliklerinden dolayı seferde harcayacak şey bulamayanlara bir günar yoktur, iyilik edenlere karşı da muahezeye bir yol yoktur. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. Bir de şunlara günah yoktur: Kendilerini yüklemen için ne zaman sana geldilerse "Size bir binek bulamıyorum" dedin, ve harcayacak bir şey bulamadılar da, kederlerinden gözleri yaş döke döke döndüler ".

Bil ki Allahü teâlâ, özrü bulunmaksızın mazereti varmış zannı uyandıranlar hakkındaki tehdidini bildirince, gerçek mazeret sahiplerini de beyân buyurmuş ve bunların savaş ve cihâdla ilgili mükellefiyetlerden muaf olduklarını açıklamıştır. Bunlar birkaç kısımdır;

Birinci kısım: İhtiyarlar gibi, sıhhatli fakat bünyesi zayıf olan ve yaratılışça narin olanlar. İşte, ayette "duafâ" (zayıflar) kelimesi ile kastedilenler bunlardır. Bunun delili Cenâb-ı Hakk'ın 'Ve hastalar" kelimesini buna atfetmiş olmasıdır. Matuf ise ma'tûfun aleyhten başkadır. Ayette geçen "duafâ" kelimesini bizim söylediğimiz manaya hamletmeyenler, onları hastalardan ayrı saymamışlardır.

İkinci kısım: Hastalardır. Bu kısma körler, kötürümler, müzmin hastalar girer. Yine kendisinde muharebe etmesine mani olan herhangi bir hastalığı bulunanlar da bu kısma dahildir.

Üçüncü kısım: Bunlar da hazırlığı, yiyeceği içeceği ve biniti olmayan kimselerdir ve bunlar, harcayacak birşey bulamayan kimselerdir. Çünkü bu gibi kimseler, ancak kendi ihtiyaçlarını karşılayabildikleri takdirde savaşa katılmaları faydalı olur. Bu kimseler, ya kendi mallarından yahut da başka bir kimsenin yardımı ile bu imkânı elde edebilirler. Böylesi bir güç ve imkanı bulamayanlar mücahidlere külfet olur, mücahidleri esas maksadlarıyla meşgul olmaktan engellerler.

Cenâb-ı Hak bu üç kısmı zikrettikten sonra, bunlar için "herhangi bir günah olmadığını" beyan buyurmuştur ki bundan maksadı, bunların savaşa katılmayabileceklerini beyan etmektir. Yoksa bu ayette, onların savaşa katılmalarının haram olduğunu gösteren bir ifade yoktur. Çünkü şayet bunlardan biri, kendisini o mücahidlere bir yük ve bir külfet kılmama şartıyla, ya onların eşyalarını koruyarak yahut da sayılarını çoğaltarak, gücü nisbetinde mücahidlere yardım etmek için savaşa katılırsa, bu makbul bir taat ve ibadet olmuş olur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu katılmayabilme hususunda belli bir şart koşmuştur. O da, . "Allah ve Resulü hakkında iyi düşünmeleri şartıyla..." ayetinin ifade ettiği husustur. Bu, "Onlar şehirde kaldıkları süre içerisinde asılsız haberler yaymaktan ve fitne çıkarmaktan kaçınmaları, ve savaşa katılan mücahidlerin evlerinin işlerini görmek, yahut da mücahidlerin evlerine sevindirici haberler ulaştırmaya gayret göstererek, onlara bayır ulaştırma hususunda çaba sarfetmeleri şartıyla" demektir İşte bütün bunlar, mücahidlere yardım etmek demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, edenlere karşı da muahezeye bir yol yoktur" buyurmuştur. Alimler, cihada katılmamaları sebebi ile haklarında bir günah söz konusu olmayanların, bu ifâdenin hükmüne girmiş oldukları hususunda ittifak etmiş, ama bu tabirin umum ifâde edip etmediği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları, lafzın bu manaya tahsis edilmiş olduğunu, çünkü ayetin bunlar hakkında nazil olduğunu ileri sürerlerken, bazıları da nazar-ı dikkate alınacak şeyin, sebeb-i nüzulün hususiliği değil, lafzın umumiliği olacağını söylemişlerdir.

"Muhsin", "ihsan" fiilini yapan kimsedir. İhsan kapılarının en başta geleni ise, "lâ ilahe illallah" sözüdür. Bu kelime-i tevhidi söyleyen ve buna bu şekilde inanan herkes "müslümanlar"dan olmuş olur. O halde ayetteki, "Muhsinlere (iyilik edenlere) karşı bir yol yoktur" ifadesi, bütün müslümanlara karşı bir yolun olmadığını anlatır. Binaenaleyh bu ifâde, umûmi olması hasebiyle her müslümanın halinde, berâet-i zimmetin asıl olduğunu ve o müslümanın gerek malı, gerek nefsi hakkında başkasının bir talebinin bulunmamasını gerektirir. Böylece bu, başka bir delil bulunmadığı zaman, kişinin canı hakkında asıl olanın, onun öldürülmesinin haram olduğuna; yine ayrı bir delil (dayanak) bulunmadığı müddetçe malının alınmasının haram olduğuna; yine ayrı bir delil olmadığı müddetçe kişiye herhangi bir mükellefiyetin yöneltilemeyeceğine delâlet eder. Böylece bu ayet, işte bu izah ile, berâet-i zimmetin asıl olduğunu gösterme hususunda, şeriatta nazar-ı dikkate alınan bir esas olmuş olur. Binâenaleyh eğer, hususi bir hâdisede, belli bir hükmün gerekli olduğunu gösteren bir nass vârid olursa, o zaman hâss olanı, âmm olana takdim etmek için, bu husûsi nass ile hükmederiz. Aksi halde bujıass, berâet-i asliyyenin bulunduğu hususunda yeterli olur.

Kıyası kabul etmeyen âlimler, bu ayette bu hususta istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Çünkü bu nass, asıl olanın, berâet-i zimmet olup mükellef tutmama olduğuna delâlet eder. O halde kıyas, ya zimmetin berâetine, ya zimmetin meşguliyetine delâlet eder. Birincisi bâtıldır, çünkü beraet-i zimmet bu nassın muktezası ile sabit olunca, artık onu kıyas ile isbât etmek abes olur. İkincisi de bâtıldır, çünkü bu takdirde bu kıyas, bu nassın umumiliğini tahsis etmiş olur ki, bu caiz değildir. Zira nassın kıyastan daha güçlü olduğu sabittir. İşte bu yolla şeriat zabt-u rabt altına alınmış olur, belirlenmiş olur, özetlenmiş olur ve nihayetsiz ihtilaf ve karışıklıklardan uzak olmuş olur. Bu böyledir. Çünkü padişah bir valisini, bir beldeye idareci olarak gönderdiğinde, ona "Efendi! Benim sana ve o memleket halkına teklifim şu şudur" der ve mesela ona yüz çeşit teklif vaadinde bulunur, daha sonra da sözüne devamla, "işte bu mükellefiyetler dışında, onlar üzerinde hiç kimsenin bir yolu yoktur" dediğinde, bu söz padişah tarafından, o halk üzerinde, bahsedilen o yüz çeşit teklif dışında herhangi bir yükümlülüğün bulunmadığı hususunda, açık bir ifade olmuş olur. Eğer bu padişah, bu yüz şeyin dışında kalan yasakları ayrıntılı bir biçimde, açıkça belirtme mükellefiyetini üzerine alsa, bunu yapamaz, bu imkansız olur. Çünkü yasaklar sınırsızdır. Aksine o padişahın, yasak koyma hususunda, "Zikredip tafsilatta bulunduğum şeyler hariç, hiç kimsenin hiç kimseye karşı bir yolu yoktur" demiş olması yeterli olur. İşte burada da böyledir. Allahü teâlâ, "iyilik edenlere karşı bir yol yoktur" buyurunca bu, hiç kimseye karşı bir yolun olmamasını gerektirir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı Kerim'de bin veya daha az veya daha çok mükellefiyetten bahsedince, bu, mükellefiyetin bahsedilen o bin şeye münhasır olduğu hususunda açık bir ifade olmuş olur. Fakat bunun dışında, Allah'ın mahlûkât üzerinde, herhangi bir mükellefiyeti, emri ve yasağı yoktur. İşte bu yolla da şeriatın hükümleri güzelce belirlenmiş, kolay istifade edilir ve çok yardımlı olmuş olur. Kur'an, bütün mükellefiyet ve hükümlerin beyanını tastamam yerine getirmiş, işte o zaman Hak teâlâ'nın "Bugün sizin dîninizi kemale erdirdim" (Mâide, 3) ayetinin ifâde ettiği husus gerçekleşmiş ve işte o zaman Cenâb-ı Hakk'ın, "insanlara, kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasın diye, biz sana Kur'an'ı indirdik" (Nahl, 44)ayetinin ifâde ettiği husus tahakkuk etmiş olur. Herhangi bir hüküm hususunda kıyasa tutunmaya da kesinlikle ihtiyaç kalmaz." İşte Dâvûd el-İsfehânî (ez-Zâhiri) ve arkadaşları gibi, Zahirîlerin bu konudaki izahları bundan ibarettir.

Bil ki Allahü teâlâ ayette zayıfları, hastaları ve fakirleri zikredince, Allah ve Resulü hakkında iyi düşünmeleri şartıyla, cihâda katılmamalarının caiz olduğunu ve onların muhsinlerden olduğunu, onlara karşı hiç kimsenin bir yolu olmadığını beyan buyurmuştur.

Cenâb-ı Hak, mazur sayılacak olanların dördüncü kısmını zikrederek "Bir de şunlara günah yoktur: Kendilerini yüklemen için ne zaman sana geldilerse, "Size bir binek bulamıyorum"dedin ve harcayacak birşey bulamadılar da kederlerinden gözleri yaş döke döke döndüler " buyurmuştur. Buna göre şayet, "Bunlar ayetteki, "Ne de fakirliklerinden dolayı, seferde harcayacaklarını bulamayanlara bir günah yoktur" ifâdesinin hükmüne dâhil değiller midir? Binâenaleyh bunun tekrar edilmesinin hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki: "Harcayacaklarını bulamayanlar", nafakalarından başka kendilerinde birşey bulunmayan fakirlerdir; ayetin bu son ifâdesinde bahsedilenler ise nafakaya sahip olup da, binecek birşey bulamayanlardır.

Müfessirler bu ayetin sebeb-i nüzulü hususunda şunları söylemişlerdir:

1) Mücâhid, "Ayette bahsedilenler üç kardeş olup, Mukarrinoğulları Ma'kil, Süveyd ve Nu'man'dırlar. Bunlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, kendilerini çarıklar ve nâlinlerle (yani yaya olarak) savaşa göndermesini istemişler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Size bir binek bulamıyorum" deyince, onlar ağlaya ağlaya geri dönmüşlerdi " demiştir.

2) Hasan el-Basri şöyle demiştir: Bu ayet, Ebü Musa el-Eş'ârî ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Bunlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelmişler ve kendilerini savaşa göndermesini istemişlerdi. Ama Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu isteği öfke ile karşılayarak: "Vallahi ben sizi sevkedemem ve sizi bindirecek birşey de bulamıyorum" Buhâri, Eyman, 18 (7/228); Müslim, Eyman, 9 (3/1270). dedi. Bunun üzerine onlar da ağlayarak gerisin geriye dönüp gittiler. Derken Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onları geri çağırdı ve onlara en güzel develerden bir zevd (üçten ona kadar sürü) verdi. Bunun üzerine Ebu Musa (radıyallahü anh), "Sen yemin etmemiş miydin ya Resûlallah?" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurdu: "Ama inşaallah ben, bir yemin edip de. ondan daha hayırlısını gördüğümde, o hayırlı olanı yaparım ve yeminime keffaret verinm." Buharî, Eyman, 1 (7/216); Müslim, Eyman, 9 (3/1270).

3) İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, kendilerine bir binek vermesini istemişlerdi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Size bir binek bulamıyorum"demişti. Çünkü yolculuk uzundu. İnsan (böyle yolculuklarda) birisi bineceği, diğeri de azığını ve eşyasını yükleyeceği iki deveye muhtaçtır."

Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Ayetteki tabiri, "Göz, yaş akıtır" sözün gibidir. Bu, "O, gözünün yaşını akıtır" ifadesinden daha beliğdir. Çünkü bunda, yaş akıtan gözün kendisi kılınmıştır.

92 ﴿