YUNUS SURESİ

Bu sûre 109 ayettir. Mekke'de nazil olmuştur

1

"Elif. Lâm. Ra. İşte bunlar hikmet dolu kitabın ayetleridir".

İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan şu rivayet edilmiştir: "Bu sure, (Yunus. 40)ayeti hâriç, Mekkîolup, bu ayet Medine'de yahûdîler hakkında nazil olmuştur.

Elif, Lâm, Râ Hakkında

Cenâb-ı Allah, "Elif, lâm, ra" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Nafî, İbn Kesir ve Âsim, râ'nın fethası ve tefhimle (kalın olarak); Ebu Amr, Hamza, Kisâî ve Ebu Bekrin râvisi Yahya, ra'nın kesresi ve imale ile okumuşlardır. Nâfî, İbn Âmir ve Âsım'ın râvîsi Hammâd, râ'yı fetha ve kesre arası bir hareke ile okumuşlardır. Bil ki bütün bunlar doğru kullanışlardır.

Vahidî şöyle demektedir: "Asıl olan, tıpkı ma ve lâ kelimelerinde olduğu gibi bu kelimelerde imâle yapmamaktır. Çünkü bunların elifleri, ya harfinden çevrilmiş değillerdir. Bunu imâle ile okuyanlar, bu lafızların, belli harflerin isimleri oluşlarından ötürü imâle yapmışlar ve böylece bu imâleleri ile bunların birer harf değil, isim olduklarına dikkat çekmek istemişlerdir."

İkinci Mesele

Alimer, ayetteki "elif, lâm. ra" ifadesinin, yalnız başına bir ayet olmadığı, Tâ-hâ ifadesinin ise tek başına bir ayet olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu ikisinin farkı şudur:

Elif, lâm, râ kelimesi kendisinden sonra gelen ayetlerin duraklanyla bir benzerlik arzetmez. Fakat Tâ-hâ kelimesi böyle olmayıp kendisinden sonra gelen ayetlerin durakları (sonları) ile bir benzerlik arzetmektedir.

Üçüncü Mesele

Bu çeşit kelimelerin yani huruf-u mukattaanın tefsiri hususundaki tafsilat, Bakara suresinin başında geçmişti.

Fakat biz yine de burada, bu husustaki bazı izahları ele alalım: İbn Abbas (radıyallahü anh), bunun manasının "Ben Allah'ım, görürüm" şeklinde olduğunu söylemiştir- Bunun manasının "Ben, rabb'im. Benden başka rab yok" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Yine ve kelimelerinin, Allah'ın "Rahman" isminin harfleri oldukları söylenmiştir.

Hikmetli Kitap: Kuran Veya Levh-i Mahfuzdur

Cenâb-ı Allah, "İşte bunlar hikmet dolu kitabın ayetleridir" buyurmuştur. Bu tabirle ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetteki tilke ile, bu sûredeki ayetlere işaret edilebileceği gibi, bu sûreden önce inmiş olan bütün Kur'an ayetlerine işaret edilmiş olması da muhtemeldir. Yine, "Kitab-ı Hakîm" (hikmet dolu kitab) tabiri ile, Kur'an-ı Kerim'in kastedilmiş olması muhtemel olduğu gibi, her (semavi) kitabın kendisinden yazılıp çıkarıldığı Allah katında mahfuz (saklı) kitabın, yani Levh-i Mahfuz'un kastedilmiş olması da muhtemeldir, Nitekim Cenâb-ı Hak: "Muhakkak ki O, elbette çok şerefli bir Kur'an'dır. O. Levh-i Mahfuz'da (yazılı)dır " (Vakıa, 77-78), "Doğrusu o kitab, çok şerefli bir Kur'an'dır, ki Levh-i Mahfuzdadır" (Büruc, 21-22), "Şüphesiz O Kur'an, nezdimızdeki ana kitabta sabit, çok yüce, çok kıymetli bir kitabtır" (Zuhruf, 4) ve "Allah dilediğini imha eder. dilediğini vücûda getirir. Ana kitab O'nun nezdindedir" (Ra'd, 39) buyurmuştur.

Bahsettiğimiz ihtimalleri iyice kavradığında ayetin manasında şu dört ihtimal ortaya çıkar:

Birinci ihtimal: "Tilke = işte onlar" tabiri ile bu sûrede yer alan ayetlere işaret edilmiş olmasıdır. Buna göre ayetin takdiri: "O ayetler, hakim olan o kitabın, yani Kur'an'ın ayetleridir" şeklinde olur. Bu böyledir. Çünkü Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, suyun silip yok edemediği, uzun zaman geçmesinin kendisini değiştiremeyeceği bir kitabı indireceğini vaadetmiştir. Buna göre kelamın takdiri, sûresinde (Yûnus sûresinde) bulunan şu ayetler, suyun kendisini silip yokedemediği o muhkem kitabın ayetleridir" şeklinde olur.

İkinci ihtimal: "Bu surede yer alan o ayetler, Allah'ın katında saklı ve muhafazalı olan kitabın (Levh-i Mahfuz'un) ayetleridir" manasıdır. Bil ki bu iki görüşe göre, "İşte onlar" kelimesi ile, bu sûrenin ayetlerine işaret edilmiş olur. Bu durumda, şöyle bir problem ortaya çıkar: Tilke "İşte onlar" lafzı ise, gâib olana (ortada olmayan-görünmeyen şeye) işaret edilir. Halbuki bu sûrenin ayetleri ortadadır. Binâenaleyh daha nasrl bu lafız ile, bu ayetlere işaret edilmesi yerinde ve güzel olabilir? Bil ki bu soru cevab ile birlikte, (Bakara. 1-2) ayetlerinin tefsirinde geçmişti.

Üçüncü ve dördüncü ihtimal: Bu lafızda, bu sûreden önce geçen Kur'an ayetlerine işaret edilmiştir. Dolayısıyla bununla kastedilen Kur'an-ı Hakîm'in ayetleridir. Kitab-ı Hakîm'in ayetlerinden maksad, Allah katında saklı ve gizli olan o kitabın (Levh-i Mahfuz'un) ayetleridir.

Bu ayet hakkında şöyle iki görüş daha vardır:

a) Kitab-ı Hakîm'den maksad, Tevrat ve İncil'dir. Buna göre ayetin manası, "Bu sûrede zikredilen ayetler, Tevrat ve İncil'de de bahsedilen ayetlerdir" şeklinde olur ki bu, "Bu sûrede ele alınan kıssalar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), Tevrat ve İncil'i bilmediği halde. Tevrat'ta ve İncil'de bahsedilen kıssalara uygundur. Binâenaleyh bu uygunluğun bulunuşu, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Muhammed'e vahiy indirmiş olmasıyla mümkündür" demektir.

b) Bu. Ebu Müslim'in görüşü olup, buna göre, ayetteki elif, lâm, râ harfleri, elifba harflerine birer işarettir. Binaenaleyh "elif. lâm, râ" 'İşte bunlar Kitab-ı Hakîm'in ayetleridir" ayetinin manası, "Bu harfler, meydan okumaya esas teşkil eden ve o Kitaö için birer ayet ve alamet kılınan şeylerdir. Binâenaleyh bu kitabın insanların sözünden mucizevî bir sıfatla, farklılığı söz konusu olmasaydı, o zaman bu üslûbun, aynı harfleri söyleyebilen diğer insanların sözlerine değil de, sadece bu kitaba has olması imkansız olurdu" şeklindedir.

Kitap Hakkında "Hakim" Sıfatının Mânâsı

Kitab'ın "hakîm" diye tavsif edilmesi hususunda da şu izahlar yapılmıştır;

a) Hakîm, "Kitabın hikmeti kapsaması" manasında, hikmetli demektir.

b) Bununla, kelamın sahibinin sıfatı ile tavsif edilmesi kastedilmektedir. Nitekim A'şâ şöyle demiştir: "Onu kim söyledi? denilsin diye söylemiş olduğum, krallara gelip çatan garib ve muhkem bir (kaside) hakkı için!..."

c) Ekserî alimler, "fa'îl" sığasının, ism-i fail manasına gelmesi bakımından, "hakîm" kelimesinin, "hâkim" manasına olduğunu söylemişlerdir. Bunun delili, Hak teâlâ'nın "Allah peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların ihtilafa düştükleri şeyler hakkında hüküm vermesi için hak kitaplar indirdi" (Bakara, 213) ayetidir. O halde Kur'an, hakkı bâtıldan ayırmak için, inançlar; doğruyu yanlıştan ayırmak için de fiiller hususunda bir hâkim gibidir, Yine Kur'an, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, nübüvvet iddiasında doğru olduğuna hükmeden bir hâkim gibidir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in en büyük mucizesi Kur'an'dır.

d) Hakîm, muhkem (sağlam) manasınadır. Bunun masdan olan ihkâm, fesada (bozulmaya) mani olmak manasındadır. Buna göre "hakîrn"den maksad, "Onu su silip yok edemez, ateş yakıp silemez ve asırlar onu değiştiremez" manasıdır. Yahut bundan bu muhkemlikten maksad Kur'an'ın yalan ve tenakuzdan uzak ve berî oluşudur.

Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Allahü teâlâ, Kur'an'ı "hakîm" diye tavsif etmiştir. Çünkü Hak teâlâ o kitapta adaleti, iyilik etmeyi, akrabaya vermeyi emretmiş, fuhşiyattan, kötülüklerden ve azgınlıktan nehyetmiştir.Yine O, kitapta, kendisine itaat edenlere cennet, isyan edenlere cehennem hükmünü vermiştir. Buna göre "hâkim" "mahkûmun fîh" (kendisinde hükmedilmiş, içinde hüküm bildirilmiş) manasında olmuş olur.

f) Arapça'da "hakîm", "hikmetli ve doğru olanı yapan" demektir Binâenaleyh Kur'an'ı, bu sıfatla tavsif etmek mecazi bir tavsif olmuş olur. Bu mecaz, o Kur'an'ın hikmetli ve sevab olana götürmesinden ötürüdür. İşte bunlara delâlet etmiş olması bakımından, sanki Kur'an'ın bizzat kendisi hakîm olmuş olur.

Müşriklerin Tevhide Çağıran Peygamberden Ötürü Şaşırmaları

2

"İnsanlar için, insanları uyar ve iman edenlere Rableri indinde bir kadem-i sıdk olduğunu müjdele" diye içlerinden bir insana vahyedişimiz şaşılacak bir şey mi oldu ki o kâfirler, "Doğrusu, bu. besbelli bir sihirbaz!" dediler.

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Kureyş kâfirleri, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e peygamberlik ve vahiy nasîb etmesine şaşmışlardı. Allahü teâlâ da onların bu şaşmalarının, kendileri için yadırganacak birşey olduğunu bildirmiştir. Kâfirlerin, Cenab-ı Hakk'ın, Hazret-i Peygamber'e vahyi nasib etmesine şaşmalarının izahına gelince, bu şu şekillerdedir:

1) Cenâb-ı Allah "(Onlar), o bütün tanrıları bir tek tanrı mı yapmış? Bu cidden acâib birşey!" dediler. Onların elebaşlarından birkısmı, birbirine: "Yürüyün, mâbudlarınıza ibadette sebat edin. Doğrusu, yapılacak iş budur" diyerek kalkıp gittiler" (Sâd. 5-6) buyurmuştur. Onlar cahillikte, Allah'ın bir tek oluşuna bile şaşacak oir dereceye vardıkları için, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Peygambere vahyi ve peygamberliği vermesine şaşmaları hiç de uzak görülecek bir ihtimal değil.

2) Mekkeliler, "Allahü teâlâ insanlara, Ebu Talib'in yetimi (Muhammed'den) başka gönderecek kimse bulamadı mı!?" diyorlardı.

3) Onlar, "Bir de şunu söylediler: "Şu Kur'an, iki büyük şehirden, ileri gelen bir adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf, 31) diyorlardı.

Velhasıl, bu şaşıp hayret etme şu iki şeyden ötürü olmuş olabilir:

a) Cenab-ı Hakk'ın, kâfirlerin "Allah bir insanı mı peygamber olarak gönderdi!" s-a 94)dediklerini naklettiği gibi, Allah'ın bir beşeri peygamber olarak göndermesine hayret etmişlerdir.

b) Onlar buna değil de, aksine, Allah'ın Hazret-i Muhammed'e, o bir fakir ve yetim olmasına rağmen, O'na vahyetmesine ve peygamberlik vermesine şaşmışlardır. İşte, kâfirlerin şaşma sebebi olan şeyin izahı budur..

Nübüvvet Hiç de Şaşılacak Şey Değildir

Cenâb-ı Allah'ın, onların bu şaşıp kalmalarını yadırgamasının izahı ise, ayetteki "İnsanlar için, içlerinden bir insana vahyedişimiz şaşılacak birşey mi oldu!" buyruğudur. Çünkü ayetteki tabiri, lafzen bir istifham olup, "Bu işin şaşılacak bir şey olduğunu kabul etmeme" manasındadır. Bunun şaşılacak birşey olmadığı, şu sebeblerden ötürüdür:

a) Allahü teâlâ mahlûkatın hem mâliki (sahibi), hem de melîki (hükümdarıdır). Melik emretme, nehyetme, izin verme ve alıkoyma güç ve yetkisi olandır. Binâenaleyh onun, bazı kulları vasıtası ile bu mükellefiyetlerini o mükelleflere ulaştırıp bildirmesi gerekir. Durum böyle olunca, Allahü teâlâ'nın da peygamber göndermesi imkansız değil, aksine aklen mümkün olan bir şeydir.

b) Allahü Teâlâ, mahlûkatı, kullukla iştigal etmeleri için yaratmıştır. Nitekim, "Ben cinleri de insanları da. ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" (Zâriyat, 50):

"Muhakkak ki biz, insanı birbiriyle karrşık bir damla sudan yarattık. Onu imtihan ediyoruz" (Dehr. 2) ve "Hakikaten, iyi temizlenen ve Rabbinin adını zikredip de namaz kılan kimse kurtulmuştur" (A'lâ. 14-15) buyurmuştur. Sonra, Allahü Teâlâ, onların akıllarını olgunlaştırmış, onlara hayır ve şerri yapma imkânı vermiştir. Sonra da kullarına, kendilerine bir peygamber ve uyarıcı göndermeden, mükellef oldukları şeylerle meşgul olmamalarını bildirmiştir. Bu durumda, lütuf, kerem ve rahmet vücubiyyeti olmak üzere, onlara, o peygamberi göndermesi vâcib olmuştur. Bu vâcib olduğuna göre, artık nasıl olur da buna şaşılabilir?

c) Peygamber göndermek işi, Allahü teâlâ'nın, mükellefleri hiçbir zaman kendisinden mahrum bırakmadığı bir iştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "senden evvel gönderdiklerimiz, şehirler halkından kendilerine vahyettiğimiz birtakım erkeklerdi" (Yusuf, 109) buyurmuştur. O halde, daha önce benzeri geçmişken, buna daha nasıl şaşılabilir? Bunu, "Andolsun ki, Nuh'u da kavmine peygamber olarak gönderdik" (Araf.59)ayeti ile, diğer peygamberlerin kıssaları da desteklemektedir.

d) Allahü teâlâ onlara, nesebini, ümmî, çeşitli töhmet ve yalanlardan uzak olduğunu, devamlı doğru söyleyip iffetli ve namuskâr olduğunu bildikleri birisini peygamber olarak göndermiştir.Sonra O, hiç bir din mensubuyla içli dışlı olmayan, (onları tanımayan) ve asla bir kitap da okumamış olan bir ümmî idi. Buna rağmen O, onlara kendi kıssalarını okuyor ve onların başlarına gelen şeyleri kendilerine haber veriyordu. Bu da O'nun, sâdık ve Allah tarafından da doğrulanmış birisi olduğuna delâlet eder ki, işte bu husus da şaşmaya mahal vermez. Bütün bu hususlar, Cenâb-ı Hakk'ın, "O. ümmiler içinde kendilerinden bir peygamber gönderendir ki" (Cuma, 2) ve "Sen bundan evvel hiçbir kitap okur değildin. Elinle de onu yazmadın" (Ankebût, 48) ayetlerinden anlaşılmaktadır.

e) Bu gibi hayret ve şaşma, her peygamber gönderildiğinde de mevcut idi. Nitekim, "Size, ... kendinizden bir adam vasıtasıyla Rabbinizden bir ihtar ve öğüt geldi diye teaccüp mü ettiniz! Ad kavmine de kardeşler: Hûd'u gönderdik (...) Semûd (kavmine) de kardeşleri Salih 'i gönderdik... " (Araf. 63, 65. 73) ayetlerinde de olduğu gibi.

f) Bu hayret ve şaşırma, ya Allahü teâlâ'nın beşerden bir peygamber göndermiş olmasından dolayıdır, yahut onlar bunun şaşılacak bir şey olmadığını kabul etmekle beraber, Allah'ın, vahiy ve risâfettni Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e vermesinden dolayı şaşırmışlardır.

Birincisine gelince, bu uzak bir ihtimaldir. Zira akıl, bu mükellefiyetlerin mevcut olması halinde, ibadetler ve diğer hususlarda olduğu gibi, dinleri hususunda da, kendisine muhtaç oldukları şeylerin tamamını onlara öğretecek bir peygamberin ve bir uyarıcının bulanması gerektiğine şehadet etmektedir. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz diyoruz ki, evla olan, kendisine daha fazla ünsiyyet duysunlar ve kendisini daha iyi ve daha kuvvetli bir biçimde anlasınlar diye, onlara kendi cinslerinden, kendi içlerinden birisini peygamber olarak göndermesidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer o peygamberi bir melek yapsaydık, onu. o meleği yine de bir adam suretinde gösterirdik" (Enam, 9) ve "De ki: "Eğer yeryüzünde insanlar gibi sakin sakin yürüyen melekler olsaydı, biz de onlara gökten melek peygamber gönderirdik" (isrâ, 95) buyurmuştur.

İkincisi de uzak bir ihtimaldir. Zira Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), hayır, takva ve emanet sıfatlarıyla muttasıf idi. Onlar onu, sadece yetim ve fakir olmakla ayıplıyorlardı ki, bu son derece tuhaf ve saçma idi. Zira Allahü teâlâ, bütün varlıklardan müstağnidir. Binâenaleyh, fakirliğin, Allah katında, peygamberin durumunun noksanlığına; zenginliğin de, O'nun katında peygamberin durumunun mükemmelliğine bir sebep teşkil etmesi uygun düşmez. Nitekim Cenab-ı Hak: "Sizi bizim katımca yaklaştıracak olan ne mallarınız, ne evlâdlarınız değildir" (Sebe. 3?) buyurmuştur. Binâenaleyh, kâfirlerin, Allah'ın vahiy ve risâfetini Hazret-i Muhammed'e vermesinden dolayı şaşmalarının fasit, bozuk bir tavır ve iddia olduğu sabit olmuş olur.

İkinci Mesele

Ayetteki (......) kelimesinde hemze, hem teaccüb etmeyi kabul etmeme hem de muhatabları, o müşriklerin şaşırmış olmasından şaşmaya davet için getirilmiş bir hemzedir. ifadesi, kâne'nin ismi, aceben kelimesi de, haberidir. İbn Abbas, acebun şeklinde okuyarak, nekire olduğu halde kane'nin ismi; ifadesini de, marife olduğu halde, onun haberi kabul etmiştir. Bu tıpkı Arapların, "Bal ve su, onun mizacı olur" şeklindeki sözü gibidir. En güzel izah ise, kâne'nin tam fiil kabul edilerek, ifadesinin aceben kelimesinden bedel kılınmış olmasıdır.

Üçüncü Mesele

Allahü teâlâ "İnsanlar katında şaşılacak bir şey midir?" demeyip de, 'İnsanlar için şaşılacak bir şey midir?" buyurmuştur. Bu iki ifade arasındaki fark şudur: Cenâb-ı Hakk'ın buyruğunun manası, "Onlar onu, kendileri için şaşılacak bir şey addettiler ve uğursuzluğu, alayı ve şaşmayı ona yöneltmek gayesiyle de. hep onu dillerine doladilar ve gözlerini ona diktiler" şeklindedir. Halbuki, sözünde bu mana bulunmamaktadır.

Dördüncü Mesele

(......) ifadesindeki, fiil ile beraber en edatı, masdar takdirinde olup, kâne'nin ismidir. Haberi ise, aceben kelimesidir. Burada, haber mübtedadan önce gelmiştir, zira Araplar, (cümlede) en ehemmiyetli olanı başta zikrederler. Binâenaleyh bu ayette esas inkâr edilen ve yadırganan şey, onların şaşmalarıdır. Cenâb-ı Hakk'ın buyruğundaki en edatına gelince, bu edat tefsir için gelmiş olan endir. Çünkü, evhaynâ kelimesinde, kulnâ (dedik) manası bulunmaktadır. Bunun enne'den hafifletilmiş en olması da mümkündür. Buna göre bu ifadenin aslı: "Durum şudur ki: Bizim sözümüz, "İnsanları korkut ve uyar!" şeklindedir" manasında olmak üzere ....... şeklindedir.

Beşinci Mesele

Allahü Teâlâ, Resulüne vahyettiğini beyan buyurunca, bundan sonra da ona ne vahyedildiğinin açıklamasını yapmıştır ki, bu da, inzâr ve müjdelemedir.

Uyarmaya gelince bu, bundan dolayı uygun olmayan şeyleri yapmaktan kaçınsınlar diye, kâfir ve fâsıklara karşı yapılır.

Tebşîr ise, tâattaki şevk ve istekleri artsın diye, itaat eden kimselere yapılır.

Bu ayette inzâr, müjdelemeden önce zikredilmiştir; zira, "tahliye" (boşaltma), tahliye den (süslemeden) öncedir. Yine uygun olmayan şeyleri gidermek ve yapmamak, uygun olanları yapmaktan, derece bakımından önce gelir.

Kademe Sıdk Tabirinin İzahı

"bir kadem-i sıdk" buyruğu hakkında, hem dilcilerin hem de müfessirlerin görüşleri bulunmaktadır. Dilcilerin görüşlerine gelince, Vahidî, "el-Basît" adlı eserinde şunları nakletmiştir: Leys ve Ebu'l-Heysem, kadem kelimesi, sabıka "öne geçmiş, daha önce bulunmuş" anlamındadır. Buna göre mana, "Onlar için daha önceden, Allah katında bir hayır yazılmıştır" şeklindedir. Nitekim şâir Zû'r-rumme, "Sen, Züâbe hanesinin halkından bir kişisin: onların, herkesçe malûm olan hayırları ve övgü vesileleri vardır.." demiştir" demişlerdir.

Ahmed İbn Yahya: Kadem kelimesi, "senin hayır hususunda yaptığın her şeydir" derken, İbnu'l-Enbârî, kadem, kendisine yönelinen ve kendisi hususunda asla bir tehir ve erteleme bulunmayan bir amel ve iş, anlamındadır" demiştir.

Bil ki, "kadem" lafzının, bu manalara gelmesinin sebebi, çalışma ve öne geçmenin, ancak "kadem" (ayak) ile meydana gelmiş olmasıdır, Böylece netice, sebebin ismiyle isimlendirilmiş olur. Bu tıpkı, el ile verildiği için, nimete yed (el) denilmesi gibidir.

Buna göre şayet, "Cenâb-ı Hakk'ın, kademe sıdk tabirindeki, kadem kelimesinin, sıdk kelimesine muzâf kılınmasının manası nedir?" denilirse biz deriz ki:

Bunun faydası, onun değer ve üstünlüğünün fazlalığına ve onun, önde gelen şeylerden olduğuna dikkat çekmektir. Bazı kimseler de bu ifadenin mekâme sıdk, (doğruluk ve sıdk makamı) manasında olduğunu söylemişlerdir.

Müfessirlere gelince, bazıları bu tabiri, "sâlih ameller; bazıları, mükâfaat manasına; bazıları da, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şefaati manasına hamletmişlerdir ki; İbnu'l-Enbarî bu ikincisini tercih ederek şöyle bir şiir nakletmiştir: mâliki ve sahibi olan (Allah) için namaz kıl ve insanların ayaklarının sürçüp Tökezleyecekleri o (mahşer) gününde seni kurtaracak olan bir şefaat (kadem) vesilesi edin."

Yedinci Mesele

Kâfirlere, kendi içlerinden bir peygamber gelip onları uyarıp müjdeleyip ve onlara Allah katından, O'nun hikmet ve fazlına uygun olan şeyleri getirince, onlar taaccüb ederek:

"Besbelli bu, bir sihirbaz" dediler. Yani, "Kendisinin bir peygamber olduğunu iddia eden şu kimse, bir sihirbazdır" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, Kâfirler... dediler" diye söze başlaması, "Peygamber onları uyarınca, kâfirler dediler ki (...)" takdirindedir. Kaffâl, böylesi takdirlerin, Kur'an'da az olmadığını söylemiştir.

Müşriklerin Kur'an'a Sihir Demelerinin Manası

İbn Kesir, Asım, Hamza ve Kisaî kıraatlerine göre, Hazret-i Muhammed kastedilerek, diğer kıraatlere göre ise, Kur'an-ı Kerim kasdedilerek şeklindedir.

Bil ki kâfirlerin, Kur'an-ı Kerim'i "sihir" diye nitelemeleri, onlar katında, Kur'an-ı Kerim'in değerinin büyüklüğüne, onun bir mu'cize olduğuna ve onların buna karşı durmalarının, muarazada bulunmalarının imkânsız olduğuna delâlet eder. İşte bundan öolayı onlar bu sözü söyleme ihtiyacını duymuşlardır.

Bil ki onların, Kur'an-ı Kerim'i sihir diye nitelemeye yönelmeleri, kötüleme gayesiyle olabileceği gibi, bir medih sadedinde zikretmiş olmaları da muhtemeldir. İşte bundan dolayı, müfessirter bu hususta ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak Dazdan, şöyle demişlerdir: Onlar bununla, Kur'an-ı Kerim'in, dışının süslü, güzel bir kelam olmakla beraber gerçekte batıl ve aslı olmayan bir söz olduğunu iddia etmek istemişlerdir. Diğer bazıları da şöyle demişlerdir: Onlar, Kur'an-ı Kerim'in fesahatinin emmel ve mislini meydana getirmek de imkânsız olduğu için, bu sözleriyle onlar, Kur'an-ı Kerim'in âdeta bir sihir gibi olduğunu kastetmişlerdir.

Bil ki onların bu iddiaları, son derece fasit ve yanlış bir söz olunca, (bunun cevabı) zedilmemiştir. Biz bu sözün, son derece fasit ve yanlış olduğunu söyledik. Zira Hazret-i Peygamber, kendi hemşehrileri idi. Aralarında doğup büyümüş, onlardan ayrılmamış ve onlardan başka hiç kimse ile içti dışlı olmamıştı. Mekke de, âlimler ve zekî kimseler beldesi de değildi ki, onun, onlardan sihri ve pekçok ilmi öğrendiği ye böylece de, böylesi bir Kur'an'ı izhar ettiği söylenebilsin! Durum böyle olunca da, Kur'an'ı büyü anlamına hamletmek son derece yanlış ve fasit iddia olmuş olur. Bundan dolayı, buna cevap verilmemiştir.

Allah'a ve Ahirete îman Esası

3

"Şüphesiz ki sizin Rabbiniz. gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş üzerinde hükümran olan. her işi yönetendir. Onun katında hiç bir kimseşefaatçi olamaz, meğer ki kendi izniyle olsun. İşte sizin Rabbiniz olan Allah budur. O halde ona kulluk edin. Artık iyice düşünüp ibret almaz mısınız?".

Bil ki, Allahü teâlâ kâfirlerin, Hazret-i Peygamber'e verilen vahiy ve risâletten dolayı, iddialarını nakledip, sonra da bu taaccübü, "Mahlûkatın yaratıcısının, sâlih amellere mukabil onları mükâfaatla; fasit ve bâttl amellere mukabil ukubet ve ceza ile müjdeleyen bir peygamber göndermesinde, asta imkânsız görülecek bir şey bulunmadığını belirterek" ortadan kaldırınca, verilmiş olan bu cevabın mükemmel olması, ancak iki şeyi bildirmeye bağlı olmuştur:

a) Bu âlemin, kahir, kadir olan, emir, yasak ve mükellefiyetlerle ilgili hükümleri geçerli bir ilâhının bulunduğunun isbât edilmesi.

b) Vuku bulacağı peygamberlerce bildirilen mükâfaat ve cezanın da gerçekleşebilmesi için haşr, neşr, ba's ve Kıyametin isbat edilmesi. İşte bundan dolayı, pek yerinde olarak Cenâb-ı Hak, bu iki neticeyi gerçekleştirmeye delâlet eden hususu ele almıştır.

Ulûhiyyeti isbat demek olan birincisine gelince, Cenâb-ı Hak bunu, "Şüphesiz ki sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri yaratandır " ayetiyle bildirmiştir. Meadı, ahiret hayatını ise, "Hepinizin dönüşü, ancak Allah'adır" (Yunus, 4) ayetiyle bildirmiştir. Böylece bu tertibin, son derece güzel ve mükemmel olduğu sabit olmuş olur. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

İmkân Delili

Biz bu kitapta ve aklî meselelere dair kitaplarda, yaratıcının varlığına delâlet eden delilin, ya "imkân" veya "hudûs" delili olduğunu, bu ikisinin de ya zâtlar yahut sıfatlar hakkında söz konusu olduğunu belirtmiştik. Bu sebeple, yaratıcının varlığına delâlet eden yolların toplamı dört olur. Bunlar, zâtların imkânı, sıfatların imkânı, zâtların hudûsu ve sıfatların hudûsudur. Bu dört şey, bazan gökler ve yıldızlar âlemi olan ulvî âlem, bazan da süfli âlem için nazar-ı dikkate alınır. Semavî etaplarda ekseriya zikredilen deliller, gâh ulvî alemin, gâh süfli alemin halleri ıakkında. sıfatların imkân ve hudûsuna tutunan delillerden ibarettir. Burada zikredilen de, ulvî âlemin, miktarları ve sıfatları hususunda imkân deliline sarılmaktır. Bunu birkaç yönden izah edebiliriz:

a) Feleklerin kütlelerinin, bölünmeyen cüzlerden meydana geldiklerinde şüphe bulunmamaktadır. Her ne zaman durum böyle olursa, hiç şüphesiz o şey, bir yaratıcıya ve bir takdir ediciye muhtaç olmuş olur.

Birinci mukaddimenin izahı şöyledir: Feleklerin kütlelerinin, vehmî bir taksimata kabil olduğu hususunda şüphe yoktur. Aklî meselelerle ilgili eserlerde, vehmî taksimatı kabul eden her şeyin, cüzlerden ve kısımlardan meydana geldiğine işaret etmiştik. ve yine biz, felsefecilerin, "cismin, yani maddenin taksimi kabildir; ancak ne var ki o, aslında tek şeydir" şeklindeki iddialarının yanlış olduğuna da işaret etmiştik. Böylece, bu anlattığımız şeylerle, feleklerin kütlelerinin bölünmeyen cüzlerden meydana gelmiş oldukları sabit olmuş olur. Bunun böyle olduğu anlaşılınca da, onların bir yaratıcı ve bir takdir edene muhtaç olmaları gerekir. Bu böyledir, zira o kütleler, mürekkeb olarak meydana gelince, (onu meydana getiren) cüzlerinin bir kısmı, o kütlenin içinde, bir kısmı da sathında bulunmuş olur. Halbuki o cüzler ve parçalar, tabiatları, mahiyetleri ve hakikatları bakımından birbirine denktirler.

Felsefeciler de, "O feleklerin basit olduğunu, onların, karakterleri farklı olan cüzlerden meydana gelmelerinin imkânsız olduğunu" söyleyerek, bizim bu mukaddimemizin doğru olduğunu kabul etmiş olurlar. Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz diyoruz ki: O cüzlerin bir kısmının içte, bir kısmının da dışta yer almaları, : şmın içe, içinin de dışa dönmesi, mümkün olan bir iştir. Durum böyle olunca, o izlerin, terkîb edilirken bazısını iç kısımda, bazısını da dışta bulunma haline tahsis eden müdebbir ve kahir bir kudrete muhtaç olmaları gerekir. Böylece bu, o feleklerin terkîbleri, şekilleri ve sıfatları hususunda alîm, kadir ve hakim bir müdebbire muhtaç olduklarına delâlet eder.

b) Feleklerin hareketlerinin bir başlangıcı bulunmaktadır. Durum her ne zaman böyle olursa, o felekler, hareketleri hususunda kahir olan bir muharrike ve müdebbire muhtaç olurlar..

Birinci mukaddimenin doğruluğunun delili şudur: Hareket, bir halden diğer bir hale geçmek demektir. Bu hususiyet ve mâhiyyet, kendisinden intikâl edilen bir halin önceden bulunmasını gerektirir. Halbuki "ezel" kavramı, kendisinden önce bir şeyin bulunmasına zıddır. Binâenaleyh, hareket ile "ezeri bağdaştırmak imkânsız olur. Böylece, feleklerin hareketinin bir başlangıcının bulunduğu sabit olmuş olur. Bu sabit olunca da, şöyle denilmesi gerekir: Bu felekî kütleler ezelde yok idiler. Eğer var idiyseler bile, ancak ne var ki onlar, hareketsiz olup sükûn halindeydiler.

Bu iki takdir ve ihtimâle göre de, feleklerin hareketlerinin bir başlangıcı ve evveli bulunuyor demektir.

İkinci mukaddimeye gelince, o da şudur: Durum böyle olunca, onların, kahır bir müdebbire muhtaç olmaları gerekir. Bunun delili şudur. Bu kütlelerin, ne daha önce, ne de daha sonra olmaksızın tam belirli vaktinde harekete başlamalarının, bir muhassisin tahsisi ve bir müreccihin tercihi ile olması gerekir. Bu müreccihin, mûcib-i bizzat (zâtı gereği mûcib) olması imkânsızdır. Aksi halde o hareket, o hareketi mûcib olanın o vakitten önce bulunmasından dolayı, o vakitten önce bulunmuş olurdu. Bu bâtıl olunca, bu müreccihin kadir ve muhtar (irade sahibi) bir varlık olduğu sabit olur ki, zaten ispatlamak istediğimiz netice de budur.

c) Feleğin cüzleri, başka bir felekte değil, kendisinde mevcuttur. Diğer feleğin cüzleri de, bir başka felekte değil, kendisinde bulunmaktadır. Binâenaleyh bu cüzlerden herbirinin, o feleklerden herbirine mahsus olması, mümkin bir iştir. Binâenaleyh, bir müreccihin olması gerekir. Bu sebeple de, bir önceki izahın aynısı, yine burada da söz konusu olur. Allahü teâlâ'nın, bu ayette ele almış olduğu bu delilin izahı işte budur.

Ayette İlgili Bazı Soruların Cevapları

Ayetle ilgili birkaç soru bulunmaktadır:

Malum Şeyi İfade Eden "Ellezi" Kelimesinin Buradaki Manası

Birinci soru: (......) kelimesi, bir şey, malûm bir kaziyye ile tarif edilmeye çalışılırken, müfred (tekil) bir şeye işaret etmek üzere konulmuş bir kelimedir. Bu tıpkı sana. "Zeyd kimdir?" diye sorulup da, seninde "O, babası gidendir" demen gibidir. Bu tarif ancak, onun babasının gitmesi, dinleyen kimseler tarafından malum olduğu zaman yerinde bir ifade olur. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak burada, "Şüphesiz ki sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratandır" buyurunca, bu ancak, Cenâb-ı Hakk'ın, gökleri ve yeri altı günde yaratmış olmasının muhâtablarca bilinen bir şey olması halinde yerinde olur. Halbuki Araplar, bunu bilmiyorlardı. O halde bu tarif, nasıl makul ve yerinde olur?

Cevap: Bu söz, yahudi ve hristiyanlar nezdinde meşhur ve malum bir sözdür. Çünkü bu, onların Tevrat diye iddia ettikleri kitabın başında yer almıştır. Bu, yahudi ve hristiyanlarca meşhur olup, Araplar da onlarla temas halinde olunca, Arapların bu meseleyi yahudî ve hristiyanlardan duymuş olmaları aşikâr bir durumdur. İşte bundan dolayı, bu tarif güzel ve yerinde olmuştur.

Yaratılış Günlerine İşaret Etmenin Manası

İkinci soru: Allah'ın, gökleri ve yeri yarattığı günlerin beyan edilmesindeki fayda nedir?

Cevap: Allahü teâlâ, bütün âlemi, göz açıp kapama müddetinden daha az bir süre içinde yaratmaya kadirdir. Bunun böyle oluşunun delili şudur: Alem, parçalanmayan cüzlerden meydana gelmiştir. Parçalanmayan cüzlerin îcadı ise, ancak bir anda mümkündür. Zira biz, o cüzün bir süre içinde meydana geldiğini farzedersek, bu süre, hiç şüphesiz birbirini takip edip izleyen anlara bölünmüş demektir. Binâenaleyh, o ilk anda bu icada dair bir şey meydana gelmiş midir, gelmemiş midir? Eğer, o ilk anda, ona dair herhangi bir şey meydana gelmemişse, bu îcad süresinin dışında kalır. Yok eğer o anda bir şey îcad edilmiş, ikinci anda da başka bir şey İcad edilmişse, bu durumda sen bak, eğer bunlar parçalanmayan o cüzden meydana gelmiş iki cüz iseler, bu durumda parçalanmayan o cüz, parçalanmış olur ki, bu imkânsızdır. Yok, eğer başka bir şey ise, bu durumda, parçalanmayan cüz'ün icadı, ancak tek bir anda ve tek bir defada olmuş olur. Bütün cüzlerin icad edilmesi hususundaki söz, böyledir. Böylece Allah'ın bütün âlemi, tek bir defada yaratmaya kadir olduğu sabit olmuş olur. Keza Cenâb-ı Hakk'ın, bütün âlemi tedricî olarak yaratmaya kadir olduğunda da şüphe yoktur.

Bu sabit olunca biz diyoruz ki: Burada iki görüş bulunmaktadır:

a) Alimlerimizin görüşü: Buna göre, Allah, her ne irade ederse o şey güzel olur. O'nun fiillerinden hiçbirisi, hikmet ve fayda gözetilme sebebine bağlanamaz. Bu görüşe göre, "Allah, âlemi niçin altı günde yaratmıştır da, onu bir anda yaratmamıştır?" diyenlerin sözü sakıt olmuş olur. Zira biz diyoruz ki, her şey O'nun san'atı ve yapmasıdır. O'nun yapmasının ve fiilinin sebebi yoktur. O'nun hüküm ve fiillerinden hiçbirisi, herhangi bir sebebe bağlanamaz. Böylece bu soru, düşmüş olur.

b) Mutezile'nin görüşü: Mutezile, Allah'ın fiillerinin, birtakım fayda ve hikmeti kapsaması gerektiğini iddia eder. İşte bu noktada Kâdî, şöyle der: "Cenâb-ı Hakk'ın, gökleri ve yeri bu muayyen bir müddet içinde yaratmasının, bazı mükellefler hakkında, daha fazla ibret almaya sebep olması uzak bir ihtimal değildir." Kâdî, sözüne devamla şöyle der: "Buna göre, "Bu ibret alan kimdir? İbret alma ciheti nedir?" denilirse, deriz ki: İbret alanın, Allah'ın gökleri ve yerleri yaratmadan önce veya onlarla beraber yarattığı canlılardan, mutlaka bir mükellefin veya mükellef olmayanın olması gerekir. Aksi halde yerlerin ve göklerin yaratılması, abes olmuş olur.

Şayet, "Cenâb-ı Hakk'ın, yeri ve göğü, henüz yaratmamış olup, sonra yaratacağı birtakım canlılardan dolayı yaratmış olması mümkün değil midir?" denilirse, biz deriz ki: Bir şeyi elden kaçırma korkusu yoktur. Binâenaleyh O'nun, daha sonra meydana gelecek birtakım canlılar için, kendisinden hiç kimsenin faydalanmadığı bir şeyi. daha önceden yaratmış olması caiz değildir. Bu ancak, birtakım şeylerin mukaddimeleri hakkında, bizim tarafımızdan yapılması doğru olan bir şeydir, Çünkü biz, elden kaçırma, yapamama, kusur etme endişesini taşırız. Bu sabit olunca, haberde, "Melekler, yerlerin ve göklerin yaratılmasından önce yaratılmışlardı" şeklinde yer alan husus doğru olmuş olur.

Gökler ve Yer Yaratılmadan Melekler Nerede İdi?

Hâl böyle olunca şayet, "O melekler için, mutlaka işgal etmeleri gerekli olan bir yerin bulunması gerekir? Binâenaleyh gökler ve yerler yaratılmadan önce mekânın bulunması söz konusu değildir. O halde onların, mekansız olarak varolmaları nasıl mümkün olur?" denilirse, biz deriz ki:

"Arşı, gökleri ve yeri, yerlerinde durdurmaya kadir olan zât, o melekleri işgal edecekleri o yerlerde, o boşluklarda, kudret ve hikmetiyle tutmaktan nasıl aciz olabilir?

Bu husustaki ibret alma cihetine gelince, burada bir ibret alan söz konusu olunca, onun görüp müşahede ettiği şeylerle gitgide ibret almasının daha kuvvetli olması imkânsız değildir. Bunun delili şudur: Bu şekilde meydana gelen şey, mutlaka onun hür ve irâde sahibi olan hakim bir fail tarafından yaratıldığına delâlet eder. Ama, bir anda yaratılanlara gelince, o şey buna delâlet etmez."

Ayetteki Günler Dünya Günü müdür?

Üçüncü soru: Bu günler, dünya günleri gibi mi, yoksa İbn Abbas'tan rivayet edilen, "Onlar, her günü sizin saydığınız bin yıla tekabül eden, âhiret günlerinden altı gündür" demesi gibi midir?

Cevap: Kadî şöyle der: "Bu hususta görünen odur ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın, yer ile göğü yarattığı müddeti, kullarına bildirmesidir. Bunun bir tarif olması, ancak bu müddetin malûm günler olması halinde mümkündür."

Birisi şöyle diyebilir: "Tarif, Tevrat ve İncil'de ele alınan günler ile yapılıp, burada bahsedilen de, dünya günleri değil, âhiret günleri olunca, bu, tarifin doğruluğunu zedelemez."

Güneş Yaratılmadan Önce Gün Kavramı Neyi İfade Eder?

Dördüncü soru: "Bu günler ancak, güneşin doğup batmasına göre değer kazanır. Halbuki bu mana, güneş yaratılmadan önce söz konusu olamaz. O halde bu tarif, nasıl düşünülebilir?"

Cevap: Bu tarif, şu itibarla hâsıl olur: "Göklerin ve yerin yaratılışı bir zaman müddeti içinde olmuş olsaydı ve şayet dönen felekler, güneş ve ay bulunmuş olsaydı, o müddet, altı güne tekabül ederdi" demektir.

Zaman, Ezelî Olabilir mi?

Birisi şöyle diyebilir: "Bu, âlemin, zarfında meydana geldiği ve âlem yaratılmadan önce bulunan bir müddetin bulunmasını iktizâ eder ki, bu da (müddetin) kadîm olması sonucunu doğurur."

Cevap: O müddet mevcut olmayıp, farazî ve vehmidir. Bunun delili şudur: O muayyen müddet, hadistir. Onun hadis olması, başka bir zamana muhtaç olmaz. Aksi halde, sınırsız ve sonsuz zamanların kabul edilmesi gerekir ki, bu imkânsızdır. Binâenaleyh onların, zamanın hadis olması hususunda söyledikleri her şeyi biz, âlemin hadis olması hususunda öne sürüyoruz.

Gün Sadece Gündüzden mi İbarettir?

Beşinci soru: "Gün" sözüyle bazan, gecesiyle birlikte olan gün, bazan da sadece gündüz kastedilir. O halde bu ayetle, bu ikisinden hangisi kastedilmiştir?

Cevap: Arapça'da genel olarak yevm (gün) sözüyle, gecesiyle beraber olan gün kastedilir.

Allahü teâlâ'nın Arşa İstivası

Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra Arş üzerinde hükümran oldu" ayetine gelince, bu hususta birkaç konu bulunmaktadır:

1) Bu ifade, Cenâb-ı Hakk'ın, Arş üzerinde oturmuş, karar kılmış olduğu zannını uyandırır. Bu husustaki tafsilatlı açıklama, Tâ-hâ sûresinin başlarında geçmiştir. Ancak ne var ki biz burada, kısa bir açıklama ile yetiniyor ve şöyle diyoruz: Ayet-i kerimeyi zahirine hamletmek mümkün değildir Bunun böyle oluşunun delilleri şunlardır:

a) "Allah'ın Arş'a istiva etme"si, Arş'ın olmaması halinde düşeceği ve aşağıya doğru inecek bir biçimde ona yaslanmış ve onun üzerinde karar kılmış olması demektir. Bu bizim tıpkı, "Falanca, koltuğuna dayanmıştır" dediğimizde, bu sözden, böyle bir mânânın anlaşılmasına benzer. Ancak ne var ki, bu mananın kabul edilmesi, Cenâb-ı Hakk'ın, Arş'a muhtaç olmasını ve Arş'ın olmaması halinde .O'nun düşmesini ve aşağıya doğru inmesini gerektirir ki, bu imkânsızdır. Çünkü müslümanlar, Arş'ı tutanın ve onu muhafaza edenin, Allah olduğu hususunda mutabıktırlar. Hiç kimse. Allah'ı tutanın ve O'nu koruyanın Arş olduğunu söylememiştir.

b) Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra Arş üzerinde hükümran oldu " buyruğu, O'nun, daha önce Arş'a dayanmadığına delâlet eder. Bu da, Allahü teâlâ'nın bir halden başka bir -hale geçtiğini gösterir. Bir halden başka bir hale geçen her varlık "muhdes" olur. Oysa, Allahü teâlâ hakkında bu, ittifakla bâtıldır.

c) O vakitte "istiva" meydana gelince, bu, Allahü teâlâ'nın o vakitten öncebir hareket ve kımıldanış içinde olmasını gerektirir. Halbuki bütün bunlar, sonradan meydana gelmiş olan şeylerin niteliklerindendir.

d) Ayetin zahiri, Allahü teâlâ'nın, gökleri ve yeri yaratmasından sonra Arş'a istiva ettiğine delâlet eder. Zira, sunime sonra kelimesi, terahiyi, sonralığı gerektirir. Bu da, Allahü teâlâ'nın Arş'ı yaratmadan önce Arş'tan müstağni olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh, Allah Arş'ı yarattığı zaman. O'nun hakikat ve zâtının istiğna halinden, muhtaç olma haline dönüşmesi imkânsız olur. Dolayısiyle Allah'ın, Arş'ı yarattıktan sonra da Arş'tan müstağni olarak kalması gerekir. Böyle olan herkesin, Arş üzerinde karar kılmış olması imkânsız olur. Bu sebeple, yapılan bütün bu izahlarla, bu ayeti, zahirî manasına hamletmenin, ittifakla mümkün olmadığı sabit olmuş olur. Bu böyle olunca da, bununla, Allah için bir mekân ve bir cihetin isbat edilmesi hususunda istidlal edilmesi imkânsız olur.

Üçüncü Mesele

Müslümanlar, göklerin üstünde Arş denilen büyük bir cismin bulunduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki: Bu ayette bahsedilen

Arş ile, bu gökler üzerindeki Arş mı, yoksa başka bir Arş mı kastedilmiştir? İşte bu hususta iki görüş vardır:

Arştan, Göklerin Binasını Anlayanlar

Birinci görüş: Bu, Ebu Müslim el-İsfehanî'nin tercih ettiği görüştür. Buna göre, ayetteki "Arş"dan maksad bu olmayıp aksine Hak teâlâ'nın bu beyanı ile, Cenâb-ı Hakk'ın gökleri ve yeri yaratırken, göğün tavanını ve boyunu yükseltmesi, yani yüksek olarak yaratması murad edilmiştir. Çünkü her binaya "Arş", onu yapana da "Âriş" denir. Nitekim Allahü teâlâ, "Ağaçlardan ve insanların yapacakları (......) çardaklardan evler kovanlar edin" (Nahl. 68) buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Allah bir kasabadan bahsederken "Nice memleketler vardır ki, arşları, yani tavanları, duvarları üstüne çökmüştür"(Hacc, 45) buyurmuştur. Bu ifade de, o memleketlerin binaları sağlam ve tavanları ayakta olmasına rağmen, artık, içlerinde hiç kimsenin yaşamadığı kastedilmiştir. Yine Cenâb-ı Hak, "O'nun Arş'ı su üstünde idi" (Hûd, 7) buyurmuştur ki burada "arş"dan maksad "bina"dır. Allahü teâlâ, kendi kudreti hususunda daha fazla hayranlık verici olduğu için bunu zikretmiştir. Çünkü bir bina yapan kimse, onun yıkılmaması için, sudan uzak, sert ve katı toprak üzerinde kurar, Allahü teâlâ ise, aklı olan kimselere kudretini ve mükemmel ululuğunu bildirmek için, gökleri ve yeri su üzerine bina etmiştir. "Arş üzerine istîva", kahren onun üzerine hükümran olmak demektir. Bunun delili, "(O Allah), bütün mahlûkatı sınıf sınıf yaratmış, sırtlarına oturup karar kılasınız, sonra üzerlerine yerleşince, kalblerinizle Rabbinizin nimetini iyice düşünesiniz diye, sizin için gemilerden ve hayvanlardan bineceğiniz şeyleri yaratmıştır" (Zuhruf, 12-13) ayetidir. Ebu Müslim sözüne şöyle devam eder: "Böylece ayetin lafzının bu zikrettiğimiz manaya muhtemel olduğu sabit olmuş olur. Bundan dolayı diyoruz ki lafzı bu manaya hamletmek gerekir.

Bu "Arş"ı, gökteki Arş manasına hamletmek caiz değildir. Bunun delili şudur: Bir yaratıcının varlığına getirilen delilin bilinen ve görülebilen bir şey olması gerekir. Gökteki Arş ise böyle değildir. Ama göklerin ve yerin kütlesi, görünen ve müşahede edilen şeylerdir. Binâenaleyh bunların çeşitli durumlarını, hakim olan bir yaratıcının varlığına delil getirmek mümkün, makul ve yerinde bir iş olur." Ebu Müslim, daha sonra şöyle der: "Hak teâlâ'nın, "Şüphesiz ki sizin Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratandır" buyruğu, bu varlıkların kütlelerini yarattığına; "Sonra Arş üzerine istiva etti" ifadesinin de, o gökleri ve yeri yüksek yarattığına ve onlara kendilerine uygun şekiller verdiğine bir işaret olması da, bu hususu destekler. İşte bu izaha göre bu ayet, Hak teâlâ'nın, "Sizi tekrar yaratmak mı daha güçtür, yoksa göğü yaratmak mı? Onu Allah bina etmiştir ve onun boyunu o yüksehmiştir"(Nâziât, 27-28) buyruğuna da uygun olmuş olur.

Cenâb-ı Hak, bu ayetlerde önce gökleri yarattığını, ikinci olarak da onların boyunu yükseltip, onlara bir bir nizam verdiğini bildirmiştir. İşte burada da böyledir O, "gökleri ve yeri altı günde yarattı" buyurarak, onların kendilerini yarattığını; sonra "Arş üzerine istiva etti" buyruğu ile de, gökleri ve yeri yükselttiğini, onlara uygun şekiller verip nizama koyduğunu kastetmiştir."

Arş "Göklerin Üstünde Olup Göremediğimiz Cisimdir" Diyenler

İkinci görüş: Müfessirlerin ekserisine ait olan, meşhur ve yaygın görüşe göre, ayette bahsedilen Arş'dan murad, gökler üstündeki o büyük cisimdir. Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: "Hak teâlâ'nın: "Sonra Arş üzerine istiva etti" ayetinin, "Allah, Arş'ı, gökleri ve yeri yarattıktan sonra yarattı" manasına gelmesi mümkün değildir. Bunun delili, Hak teâlâ'nın bir başka ayette, "O'nun Arş'ı su üstünde idi" (Hûd. 7) buyurmuş olmasıdır. Bu, Allahü teâlâ'nın Arş'ı, göklerden ve yerden önce yaratmış olduğunu gösterir. Aksine bu ayeti, başka bazı manalarla tefsir etmek gerekir. Bu manalardan biri şudur: "Allah, Arş'a istiva etmiş olarak işleri idare eder."

Bir üçüncü görüş de şudur: Arş'dan maksad, mülk, yani hâkimiyettir. Nitekim "Falanca tahta çıktı, yani hâkim oldu" denilir. Buna göre ayetteki, "Sonra o. Arş üzerine istiva etti" buyruğundan maksad şudur: "Allahü teâlâ gökleri ve yeri yaratıp, felekler ve yıldızlar dönmeye başlayıp, onların dönmesi ile de dört mevsimi, madenler, bitkiler ve canlılara ait çeşitli durumları halkedince, bütün bu mahlûkatın ve kâinatın varlığı hasıl olmuştur." Velhasıl Arş, mülk demek olup, Allah'ın mülkü de mahlûkatının varlığından ibaret olup, O'nun mahlûkatının varlığı da, gökleri ve yeri yaratmasından sonra meydana gelince, pek yerinde olarak, terâhî (zaman itibarı ile sonralık) ifade eden summe kelimesinin ayetinin başına gelmesi doğru ve yerinde olmuştur. Allahü teâlâ, maksadını en iyi bilendir.

Dördüncü Mesele

Ayetteki buyruğu "O, hikmetinin gereğine göre hüküm ve takdir eder ve isterinde isabetli olan şeylerin bulunması, uygun olmayan şeylerin var olmaması için, işlerinin neticelerini ve sonuçlarını düşünen kimsenin davrandığı gibi davranır" demektir. Ayetteki "emr" kelimesi ile, durum ve hal manası kastedilmiştir, yani "Allah, mahlûkatın, göklerin ve yerin rnelekûtunun hallerini idare eder" demektir. Buna göre eğer, "Bu cümlenin, ayet içindeki yeri nedir?" denirse, biz deriz ki: Cenâb-ı Hak, gökleri ve yeri altı günde yaratıcı olması ve Arş'a istiva etmiş olması ile, azametinin ve ululuğunun sonsuzluğuna işaret etmiştir. Sonra da bunların peşisıra, ulvî ve süfli âlemde meydana gelen bütün iş ve hadiselerin ancak kendi takdiri, tedbiri, hükmü ve kazası ile meydana geldiğine işaret etmek için de bu cümleyi getirmiştir. Binâenaleyh bu, Allahü teâlâ'nın kudretinin, hikmetinin, ilminin, ihatasının ve tedbirinin sonsuzluğuna, kendisinin bütün mümkinât âleminin yaratıcısı olduğuna ve her türlü ihtiyacın varıp kendisine dayandığına bir delil olmuş olur.

"Şefaat'tan Maksad

Hak teâlâ'nın "Onun katında hiç bir kimse şefaatçi olamaz, meğer ki kendi izniyle olsun" ifadesi ile ilgili iki görüş vardır:

Birinci görüş: Meşhur olan bu görüşe göre, bundan murad, "Allahü teâlâ'nın her şeyi yaratması ve idare etmesi, hiçbir şefaatçinin şefaati ve müdebbirin tedbiri ile olmaz ve hiç kimse O'nun izni olmadan herhangi bir hususta O'ndan şefaat dileme (aracı olma) cesaretini gösteremez. Çünkü hikmetli ve doğru olan işi en iyi bilen Allahü teâlâ'dır. Binâenaleyh o insanların, doğru ve uygun olduğunu bilemedikleri şeyi Allah'dan istemeleri doğru olmaz" manasıdır. Buna göre eğer, "Şefaatçi" sözünün, "yaratmaya başlama" hususu ile birlikte zikredilmesi nasıl uygun düşer? Bunun ancak Kıyamet halleriyle ilgili yerlerde zikredilmesi"uygun olur" denilirse, buna birkaç şekilde cevap verilir:

1) Zeccâc şöyle demiştir: "Bu ayetin muhatabı olan o kâfirler, "Putlar, Allah katında bize şefaat edecekler" diyorlardı. Binâenaleyh bu ayetten maksad, onların bu sözlerini yüzlerine çarpmaktır. Bu tıpkı, "Ogün rûh ve melekler saf halinde ayakta dururlar. Rahman Allah'ın izin verdiği kimselerden başkası o gün konuşamaz" (Nebe, 38) ayetinde ifade edildiği gibidir.

2) Şöyle de denilebilir: Allahü teâlâ, kendisinin, ortağı ve karşı geleni olmaksızın, âlemin üzerinde yegâne tasarruf eden ilah olduğunu beyan edince, "Her işi yönetendir" buyurarak, mebde' (dünya) işini; "Onun katında hiç bir kimse şefaatçi olamaz" İle de me'âd (ahiret) işini beyân etmiştir.

3) Şu da denebilir: Allahü teâlâ, âlemin yaratılışının başlangıcında, işleri yönetmeyi en güzel bir biçimde yapmıştır, faydaları gözetmiştir. Halbuki o durumda, faydaları elde etmek için şefaatçilik eden kimse de yok idi. Binâenaleyh bu, âlemin ilahının, kullarını görüp gözettiğine, onlara ihsanda bulunduğuna, onlar için iyilik irâde edip, onlara rahmet eden bir zat olduğuna delâlet eder. Öyle ise Hak teâlâ'nın, bu vasıflarda olması (iyilik etmesi için) bu hususlarda bir şefaatçinin bulunmasına gerek yoktur.

İkinci görüş: Bu, Ebu Müslim el-İstehanî'nin görüşüdür. O şöyle demiştir; Ayetteki "Şefî", "ikinci" manasınadır. Bu, "vitr"in (tek olanın) zıddı olan, şef kelimesinden alınmıştır ve tıpkı '"ferd" (tek) ve "zevç" (çift) lâfızları gibidir. Buna göre ayetin manası şöyle olur: "Allahü teâlâ gökleri ve yeri O'nunla birlikte O'na yardım eden bir ortak olmaksızın, tek başına yaratmıştır. Daha sonra melekleri, cinleri ve asanları yaratmıştır, " Ayetteki. "(Bu şefaat) meğer ki kendisinin izniyle olsun" buyruğu ile bu mana kastedilmiştir. Yani "Meydana gelen ve varlık âlemine giren herkes, ancak Cenâb-ı Hakk'ın ona "Kün" (ol) demesinden sonra var ojmuş ve hasıl olmuştur" demektir.

Bil ki Allahü teâlâ bu delilleri beyân edip, bu halleri enine boyuna açıklayınca, ayeti. 'İşte sizin Rabbiniz olan Allah budur- O halde O'oa kulluk edin" buyruğu ile bitirmiştir. Cenâb-ı Hak böyle buyurarak, ibadetin ancak zâtı için yapılmasının uygun düşeceğini beyan buyurmuş ve bahsettiği bütün nirnetleri verenin Kendisi olmasından ötürü, her türlü ibâdete de ancak kendisinin müstehak olduğuna dikkat çekmiştir.

Daha sonra da, kesin ve çok açık o deliller üzerinde tefekkür edilmesinin gerektiğini göstermek için, "Artık iyice düşünüp ibret almaz mısınız?" buyurmuştur. Bu da, Allah'ın yaratıkları üzerinde düşünmenin ve mahlûkattan, O'nun ululuğuna, izzetine ve azametine deliller çıkarmanın, en yüksek bir makam ve en mükemmel bir derece olduğuna delâlet eder.

Ahiretin Varlığını İsbat

4

"Hepinizin dönüşü ancak O'nadır. Allah, bunu size bir hak olarak vaadetmiştir. Halkı ilk defa dirilten, sonra imân edip salih amelle'r işleyenlere, adaleti ile mükâfaat vermek için. yine huzuruna döndürecek olan hiç . şüphesiz O'dur. Kâfirler için ise. küfürlerinde ayak diretmeleri yüzünden, kaynar sudan bir içki ve acıklı bir azab vardır".

Bil ki Hak Subhanehû ve Teâlâ, mebde'in (ilk yaratılışın) varlığına delâlet eden delilleri ele alınca, bunun peşinden me'âd'ın (ahiretin) doğruluğuna dâir olan delilleri getirmiştir.

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Haşri İnkâr Kolay Değildir

Bu, hasrın ve neşrin inkâr edilmesinin, bedîhi bir ilim olmadığının izahı hakkındadır. Buna şunlar delalet etmektedir:

a) İnsanlar, hasrın ve neşrin olup olmayacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir. İnsanların çok büyük bir kısmı, onun mümkün olduğunu söylemişlerdir. Bunlar, din sahibi olan insanların hemen hemen hepsidir. İmkansız olduğu açık olarak bilinen bir hususta, bir ihtilafın meydana gelmesi de imkansız olur.

b) Biz, akl-ı selimimize başvurup, ona birin iki sayısının katı olduğunu ve bu kaziyyeyi sunduğumuzda, imkansız olma kuvveti bakımından bu kaziyyeyi, birinci kaziyye gibi bulamayız.

c) Biz, nefs-i natıkanın (ruhun) varlığını ya kabul eder, yahut etmeyiz. Eğer kabul ediyorsak, bu problem tamamıyla ortadan kalkmış olur. Çünkü nefs-i natıkanın birinci defada bedenle ilgisi imkansız olmadığı gibi, ikinci defa da (ahirette) onun bedenle ilgisi imkansız olmaz. Biz nefs-i natıkayı kabul etmesek de bu ihtimal vardır. Çünkü Hak teâlâ'nın o bölünmüş parçaları ikinci defa biraraya getirerek, önceki şekliyle o insanı yeniden yaratacağını söylemek uzak bir ihtimal değildir.

d) Hak teâlâ hasrın ve neşrin mümkün olduğuna delâlet eden pek çok misaller zikretmiştir. Biz, onları burada şöylece topluyoruz:

Haşrin Numuneleri: Birinci Kısım Misaller

Birinci misal: Biz, sonbaharda yeryüzünü zelil ve perişan, yazın sıcağının şiddetinden ötürü kendisine kuraklık hükümran olmuş bir vaziyette görüyoruz. Cenab-ı Hak daha sonra, kıştn ve baharın yere yağmurlar indiriyor ve böylece o yer, bu halinin peşinden çeşitli çiçeklerle ve harikulade pırıltılarla bezenmiş bir hale dönüyor. Nitekim Cenâb-ı Hak:

1) "Allah, rüzgârları salıverip de bulutları harekete getirendir. Derken biz, o bulutları ölü bir toprağa sürüp, onunla yeryüzünü, ölümünün ardından canlandırmışızdır.İşte ölülerin dirilmesi de böyledir.(Fatır, 9)

2) "Senin hakikaten boynunu bükmüş gördüğün yeryüzü de O'nun ayetlerindendir. Fakat biz üzerine suyu indirdiğimiz vakit o, harekete gelir, kabam" (Fussilet, 39);

3) "Allah, Hakk'ın taa kendisidir. Hakikaten ölüleri o diriltiyor" (Hacc, 6);

4) "Allah'ın, yukarıdan bir su indirip de onu yeryüzünde menba'lara (kaynaklara) sevkettiğini, sonra onunla türlü renklerde ekinler (nebatlar yetiştirip) çıkardığını, sonra onlan kuruttuğunu görmedin mi? Nihayet sen onları sapsarı bir hale gelmiş görürsün. Sonra da Allah onu kuru bir kırıntı yapıyor. Muhakkak ki bunda temiz akıl sahipleri için bir ibret var" (Zumer, 21) buyurmuştur.

Cenâb-ı Hak "Bunda temiz akıl sahipleri içn bir ibret var" buyruğu ile, âhiret işine dikkat çekmiştir.

5) Yine O, "Sonra onu öldürüp kabre soktu. Daha sonra, dilediği zaman da onu tekrar diriltecek. Doğrusu o insan. Allah'ın emrettiği şeyleri yerine getirmemiştir" (Abese, 21-24) buyurmuştur.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur: "İlkbaharı gördüğünüz zaman, haşrı-neşri (ölümden sonra dirilmeyi) daha çok hatırlayıp anınız." İlkbaharla dirilme arasındaki benzerlik, ancak bizim bahsettiğimiz yöndendir.

İkinci misal: Herbirimiz, kendimizde fazla kilo alma sebebi ile bir büyüme; zayıflama sebebi ile de bir noksanlaşma-kücülme hissederiz. Sonra insanın, yine kilo almak suretiyle, zayıflıktan önceki durumuna döndüğünü biliriz. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki: Kısmen olması caiz ve mümkün olan birşeyin, tamamen olması da imkansız değildir. Bu da sabit olunca, yeniden dirilmenin imkansız olmadığı ortaya çıkmış olur. İşte Cenâb-ı Hak, "Sizi. bilemeyeceğiniz bir yaratılışta ve şekilde tekrar yaratacağız" (Vakıa. 61) ifadesi ile buna işaret etmiştir. Bu, "Hak teâlâ önce zatlarınızı yaratmaya, sonra da yaşarken sizler kilolandığınızın ve zayıfladığınızın farkında olmaksızın azar azar ikinci kez, o (artan-eksilen) cüzlerinizi yaratmaya kadir olduğuna göre, O'nun için kabirde çürüdükten sonra Kıyamette toplamak için sizi yeniden diriltmesinin imkansız olmayacağına da kesinkes hükmetmek gerekir.

İlkin Yaratan, Diriltmeye Haydi Haydi Kadirdir

Üçüncü misal: Allahü teâlâ, bizi, daha önce bir örneğimiz-modelimiz olmadığı halde, doğrudan doğruya yaratmaya kadir olduğuna göre, O'nun ilk yaratması varken (yani ilk örnek varken), bizi yeniden yaratmaya haydi haydi kadir olur. Cenâb-ı Hak bu hususu pek çok ayetinde beyan buyurmuştur:

1) "Halkı ilkin dirilten, (yine kendisine) geri çevirecek olan şüphesiz O'dur" (Yunus. 4);

2) "De ki: "Onları ilk defa yaratan diriltecek"(Yasın, 79);

3) "Andolsun ki birinci yaratılışınızı bildiniz. Fakat (tekrar yaratılacağınızı da) düşünmeli değil misiniz?" (vakıa, 62);

4) "Yoksa biz ilk yaratıştan acz mi gösterdik ki tekrar diriltmekten âciz olahm'? Hayır, onlar bu yeni yaratıştan şüphe içindedirler" (Kâf, 15);

5) "însan kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanıyor? O. (rahme) dökülen meniden bir damla su değil miydi... Bütün bunları yapan Allah, ölüleri tekrar diriltmeye kadir değil midir? (Elbette kadirdir)" (Kıyame, 36-40);

6) "Ey insanlar, eğer siz öldükten sonra dirilme hususunda bir şüphe içinde iseniz, şu muhakkak ki biz sizin aslınızı topraktan yarattık... Kıyamet elbet gelecektir. Onda hiçbir şüphe yoktur. Muhakkak Allah kabirlerde olan kimseleri de diriltip kaldıracaktır" (Hacc. 5-7). Bu ayette Cenâb-ı Hak, hasrın olacağına şunları delil getirmiştir:

a) O, ilk yaratılışı, ikinci yaratılışa (tekrar yaratmaya) delil getirmiştir ki, bu ayetteki "Eğer siz öldükten sonra dirilme hususunda bir şüphe içinde iseniz, şu muhakkak ki biz sizin aslınızı topraktan yarattık" buyruğundan anlaşılmaktadır. Buna göre sanki Cenâb-ı Hak şöyle demek istemiştir: "İlk yaratma, bu cisimlerin birtakım hallerden, diğer birtakım hallere geçmesi ile meydana gelince, ikinci yaratılışın, birbirini takib eden pekçok değişme ve farklılaşmadan sonra meydana gelmesi niçin mümkün olmasın?"

b) Allahü teâlâ bunu, ölü, kupkuru yeryüzünü diriltmesine benzetmiştir.

c) Hak teâlâ, hakkın tâ kendisidir. O, ancak kudreti, ifmi ve hikmeti tam ve kâmil bir varlık olması halinde böyle olur. Hasrın ve neşrin mümkün olduğu hususunda, bu ayetten çıkarılan izahlar bunlardır.

7) "De ki: "Gerek bir taş gibi çetin, gerek bir demir gibi kuvvetli olun, yahut göğüslerinizde (akıllarınızca) büyüyen herhangi bir halk olun. (mutlaka diriltileceksiniz). Onlar. "O halde bizi kim geri çevirecek (tekrar yaratacak?)" diyecekler. De ki: "Sizi ilk defa yaratmış olan (diriltecektir)" (isra, 50-51).

İnsandan Daha Büyük Mahluklar?

Dördüncü misal: Allahü teâlâ, cüssece insanlardan daha büyüklerini yaratmaya kadir olduğuna göre, insanları yeniden yaratamıyacağı nasıl söylenebilir? Çünkü en zor iş bile kendisine kolay olan bir kimseye, basit ve önemsiz olan bir iş, haydi haydi kolay gelir. İşte bu mana, pekçok ayette ifade edilmiştir:

1) "Gökleri ve yeri yaratan Allah, onlar gibisini yaratmaya kadir değil midir?"(Yasın. 81)

2) "Gökleri ve yeri yaratmış ve onları yaratmaktan dolayı yorulmamış olan Allah, ölüleri de diriltmeye kadirdir" (Ahkaf, 33);

3) "Sizi tekrar yaratmak mı daha güç. yoksa göğü yaratmak mı?" (Naziat, 27).

Uykudan Sonra Canlanma

Beşinci misal: Haşr ve neşrin mümkün olduğuna, uykudan sonra uyanma da delil teşkil eder. Çünkü uyku ölümün kardeşidir. Uyanma ise, öldükten sonra dirilmeye benzer. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Geceleyin sizi öldüren (öldürür gibi uyutan), gündüzün ne elde ettiğinizi bilen, sonra sizi o zaman (diriltircesine) uyandıran O'dur" (Enam, 60) buyurmuş ve sonra bunun peşisıra ölüm ve öldükten sonra dirilmeden Dahsederek, "O. kullarının üzerinde yegâne hâkimdir. Size bekçi melekler yolluyor. Sihayet herhangi birinize ölüm geldiği zaman, o elçilerimiz, en ufak bir ihmalde bulunmaksızın onun ruhunu alırlar. Sonra görürsün ki bunlar, bütün işlerine hak ve adl ile mâlik olan Allah'a döndürülmüşlerdir" (Enam, 61-62) buyurmuştur. Allahü teâlâ bir başka ayetinde de, "Allah ölenin ölümü zamanında, ölmeyenin de uykusunda. ruhlarını alır. Bu suretle hakkında ölüme hükmettiği canı tutar, diğerini muayyen bir vakte (eceli gelinceye) kadar salıverir. Şüphe yok ki bunda iyi düşünen kimseler için kesin ibretler vardır" (Zümer, 42) buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk "Bunda iyi düşünen kimseler için kesin ibretler vardır" buyurarak, bütün bu hallerin nazarı dikkate alınması ile, öldükten sonra dirilmenin, haşrin ve neşrin olabileceğine istidlal etmiştir.

Altıncı misal: Ölümden sonra dirilmenin inkâr edilmesinin sebebi, birbirine zıd olan iki şeyin ard arda gelmesidir. Fakat Allah'ın kudreti karşısında bu, yadırganacak birşey değildir. Çünkü hayatın peşinden ölüm meydana geldiğine göre, ölümden sonra da hayatın meydana gelmesi nasıl olur da tuhaf görülebilir? Zira her iki zıddın durumu da aynıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak bu hususu anlatmak için, "Aranızda ölümü. biz ta'yin ve takdir ettik ve biz, önüne geçilecek, engel olunabilecek de değiliz" (Vakıa, 60-61) buyurmuştur. Hem biz, ateşin, sıcaklığına ve kuruluğuna rağmen, soğuk ve rutubetli yeşil ağaçtan çıktığını görmekteyiz. Nitekim Cenab-ı Hak, "O, yemyeşil ağaçtan, sizin için ateş çıkarandır. İşte bakın, ateşi ondan alıyorsunuz" (Yasin, 80) buyurmuştur. İşte bu meselede de böyledir. Kıyametin, haşir ve neşrin aklen garip görülecek birşey olmadığının izahı hususunda söylenecek söz bundan ibarettir.

Âhiretin Varlığının Delilleri

İkinci mesele, meâdın (âhiretin) hak ve gerekli olduğuna dâir deliller hakkındadır.

Bil ki ümmet-i Muhammed, bu hususta ikiye ayrılmıştır: Bazıları, "Âlemin ilahının aklen merhametli, âdil, olup karşılığında daha büyük ve yüce menfaat koymaksızm elem ve zarar vermekten münezzeh olması gerekir" derlerken, bazıları da bunu kabul etmeyerek, "Allah'a asla birşey vacib değildir. O, aksine, istediğini yapar ve dilediği şekilde hükmeder" derler.

Birinci kısım alimler, me'âdın varlığına birkaç şekilde hüccet getirirler:

Allah'ın Fiillerini Hikmetlere Bağlayanlara Göre Ahiretin Delilleri

Birinci hüccet: Allahü teâlâ, insanları yaratmış ve onlara, sayesinde iyi ve kötüyü ayırdedebilecekleri bir akıl ile hayır veya şer işleyebilecekleri bir güç vermiştir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, Allah'ın, hikmet ve adaletinin gereği, insanları kendisini kınamaktan ve O'nu kötülükle yâdetmekten, cehaletten ve yalandan, peygamberlerine ve insanların velilerine ve salihlerine eziyet etmekten men etmesi vâcibtir. Yine O'nun, insanları taatlara, hayırlara ve hasenata teşvik etmesi de hikmeti gereği vâcibtir. Çünkü O, eğer insanları kötülüklerden alıkoymaz ve hayırlara teşvik etmezse, bu O'nun lütuf sahibi, âdii ve kullarını gözeten bir zat olması hususunu zedeler. Taatlara teşvikin ancak yapılacak işe mükafaat vermek; kötülüklerden men etmenin de ancak onları işleyecek olana ceza vermekle mümkün olacağı malumdur. Teşvik edilen o mükafaat ile, tehdid vasıtası olan o ceza, bu dünyada mevcut değildir. Öyleyse bu mükafaat ve cezanın gerçekleşeceği bir başka yerin olması gerekir ki, zaten ispatlamak istediğimiz netice budur. Aksi halde bunların.yalan ve bâtıl olmaları gerekir ki, işte üzerinde olduğumuz konudan murad budur. Bu da, ayetteki "İman edip sâlih ameller İşleyenlere adaleti ile mükafaat vermek için " buyruğu ile anlatılan husustur.

Ahiret Hususunda Şüpheler ve Cevaplan

İmdi, eğer denirse ki: "Şöyle denilmesi niçin mümkün olmasın?"Allah'ın akıllara koyduğu, hayırlı şeyleri güzel görme, kötü şeyleri de çirkin görme gibi hususiyetler, hayırları yapmaya teşvik ve kötülüklerden men etme hususunda yeterlidir. Bunun yanısıra, ayrıca vaade ve va'îde (mükafaat ve cezaya) gerek yoktur. Biz vaadin ve va'îdin mutlaka bulunması gerektiğini kabul etsek bile, bundan maksadın, sırf, âlemin nizamını sağlamak için bir teşvik ve sakındırma olduğunun söylenmesi niçin caiz olmasın? Nitekim Cenâb-ı Hak, "İşte Allah kullarını bununla korkutuyor. Ey kullarım benden korkun" (Zümer, 16) buyurmuştur. Allahü teâlâ'nın bunu bizzat yapmasına gelince, bunun delili nedir? Hasmımızın, "Eğer O, haber verdiği vaadi ve va'îdi yerine getirmezse, yalan söylemiş olur" şeklindeki iddiasına karşı biz deriz ki: Siz tahsisin yapılması gerektiğine dair bir delil bulunduğunda, Kur'an'daki umûm olan ayetlerin ekserisini tahsis etmiyor musunuz? Eğer bu, bir yalan olursa, sizin tahsis edilmesine hükmettiğiniz o yerlerde de O'nun sözünün yalan olmuş olması gerekir. Biz, Allah'ın bunu mutlaka yapacağını kabul etsek bile, bu mükafaat ve cezanın, insanın başına gelen, çeşitli rahat ve lezzetler ile, çeşitli elemlerden, kederlerden, ağrılardan ve sızılardan ibaret olduğunun söylenilmesi niçin mümkün olmasın?"

Akıl İyi ve Kötüyü Bilmekte Yeterli midir?

Mezkur sualin birinci kısmına şöyle cevap verebiliriz: Akıl, her nekadar iyiyi yapmaya ve kötüyü bırakmaya davet ediyorsa da, hevâ-vü heves ve nefs, insanı maddi şehvetlere ve lezzetlere dalmaya çağırıyorlar. Bu tearuz söz konusu olunca kuvvetli bir müreccihin ve muazzam bir güç kaynağının bulunması gerekir. Bu da ancak, yapmaya ve yapmamaya mukabil vaad ve va'îdin, mükâfaat ve cezanın bulunmasıyla olur.

"Ahiret Vaadinin Gerçek Olması Gerekmez, Maksad Dünya Nizamını Sağlamaktır" Şüphesine Cevap

İkinci soruya da şöyle cevap verilir: İnsan, Allah'ın yalan söyleyebileceğini kabul ettiğinde, mükafaattan dolayı bir teşvik, tehditten dolayı da bir korku sâdır olmaz. Çünkü dinleyen, onun yalan olabileceğini düşünür.

"Cennet ve Cehennem Bu Dünyadadır" Şüphesine Cevap

Üçüncü soruya da şu şekilde cevap verilir: Kul, bu dünyada yaşadığı müddetçe, bir iş için ücretle tutulmuş kimse gibidir. Ücretle kiralanan kimse, o işi yaparken, ücretinin tamamını ona peşin vermek doğru değildir. Çünkü o, ücretini aldığı zaman, işinde fazla gayret göstermez. Fakat ücret alma yeri âhiret yurdu olunca, işteki sa'yü gayret o nisbette fazla ve güçlü olur. Hem sonra biz bu dünyada en zâhid ve âlim kimselerin, çeşitli gamlara, kederlere ve hüzünlere mübtelâ olduklarını; en câhil ve en fâsık (günahkâr) kimselerin de çeşit çeşit lezzet ve sevinçler içinde olduklarını görüyoruz. Bundan dolayı biz, ceza ve mükâfaat yurdunun, dünya olmaması gerektiğini, mükâfaat ve cezanın tahakkuk edeceği bir başka yurdun ve bir başka hayatın mutlaka olması gerektiğini anlıyoruz.

İkinci hüccet: Akıl, hikmetli bir zatın, iyilik yapanla kötülük yapana farklı davranmasını, kendisini sayanla reddedeni bir tutmamasını gerektirir, Böyle bir ayırımın yapılması gerekince, bu tefrik, ya bu dünyada olur, ya da âhirette olur. Birincisi olamaz. Çünkü biz, bu dünyada kâfir ve fâsıkları, büyük bir rahatlık içinde; alim ve zâhidleri de bunun aksi bir durum içinde görmekteyiz. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Eğer bütün insanlar küfre imrenerek, bir tek ümmet haline gelmeyecek olsaydı, O Rahman'ı inkâr eden kimselerin evlerinin tavanlarını, üstünden çıkan merdivenleri hep gümüşten yapardık (...)" (Zuhruf, 33)buyurmuştur. Şu halde bu dünya yurdundan sonra bir başka yurdun da mutlaka bulunması gerektiği sabit olmaktadır. Tefsir etmekte olduğumuz, "İman edip, sâlih ameller işleyenlere adaleti ile mükâfaat vermek için.." ayetinden maksad da budur. Bu, aynı zamanda, "Çünkü o Kıyamet şüphesiz gelecektir. Neredeyse onun vaktini hemen açıklayasım geliyor ki herkes neye çalışıyorsa, kendisine onunla karşılık verilsin" (Tana, ısjve "Yoksa biz, imân edip de güzel güzel işler yapanları, yeryüzünde fesâd çıkaranlar gibi mi tutacağız? Yahut müttakileri, doğru yoldan sapanlar gibi mi sayacağız?" (Sâd, 28) buyurmuştur.

Dünyadaki Nimet Veya Sıkıntıların Neticesi

İmdi, şayet denirse ki: "Allahü teâlâ, şekillerinin güzelliği ve mallarının çok olması hususunda, iyi ile kötü kişiye farklı muamele etmediği gibi, mükâfaat ve ceza bakımından da, iyi ile kötü kulu arasında ayrım yapmaz" şeklinde bir söz söylenilmesini yadırgamaz mısınız?" denilirse, buna şu şekilde cevap veririz:

Sizin ileri sürdüğünüz bu husus, bizim delilimizi kuvvetlendirir. Çünkü, bu ikisinin arasının tefrik edilmesi gerektiği, aklın sarih açıklamasıyla sabit olmuş; his ve algılama da, bu ayırma işinin bu dünyada gerçekleşmeyeceğine, aksine durumun tam bunun zıddı olacağına delâlet etmektedir. Çünkü biz, bir âlim ve zahidin, en çetin bir belâya duçar olmuş, bir kâfir ve fasığın da en büyük nimete garkolmuş olduğunu görebilmekteyiz. Öyleyse, bu farklılığın mutlaka zuhur edeceği bir başka yurdun bulunması gerektiğini anlamış bulunmaktayız.

Şöyle de denilebilir: Allahü teâlâ, o zâhid ve âbidin, kendisine kâfire verdiğini vermesi halinde azacağını, isyan edeceğini, dünyayı ahirete tercih edeceğini; o kâfir ve fâsığı da, fazlaca sıkıştırdığında şerrini ve kötülüğünü arttıracağını biliyordu. İşte bu hususa Cenâb-ı Hak, "Eğer Allah bütün kullarına bol rızık verseydi yeryüzünde muhakkak ki taşkınlık ederler, azarlardı" (Şûra. 27) ayetiyte işaret etmiştir.

Dünyanın Asayişi İçin Ahiret Gerekirdir

Üçüncü hüccet: Allahü teâlâ, kullarını, kullukla mükellef tutarak, "Ben cinleri de insanları da. ancak bana kulluk etsinler diye yarattım "(Zâriyat, 56) buyurmuştur. Hakîm olan-(Allah), kuluna herhangi bir şey emrettiğinde, onun, o mükellefiyetleri yerine getirmekle meşgul olabilmesi için, onun kalbini her şeyden uzak tutması, durumunu, bu istikamette düzeltmesi gerekir. Halbuki insanlar, kendileri için, lezzet ve rahatı arzu edecek şekilde yaratılmışlardır. Eğer onlar için, ahiret korkusu gibi caydırıcı bir husus olmasaydı, o zaman, karışıklık ve düzensizlik artar ve fitneler büyürdü. Bu durumda da, kullukla mükellef olan insan, ibadetleri edâ etmekle meşgul olacağı bir vakit bulamazdı. Mükellefin, kulluğu eda etmekle meşgul olabilmesi ve bu âlemin hallerinin de düzen içinde olabilmesi için, mükâfaat ve ceza yurdunun bulunmasına kesinkes hükmetmek gerekir.

İnsanlar Asayişi Sağlayamazlar mı?

İmdi, şayet sorulsa ki: "Alemin nizam ve düzeninin devam etmesinde, yönetici ve hükümdarların saygınlık ve yönetim biçimlerinin yeterli olabileceği niçin söylenilemesin? Hem, vurup kırmadan yana olan kimseler bile, kargaşa ve karışıklığın güzel olduğuna hükmetmeleri halinde durumun kendileri aleyhine de çevrilebileceğini; başkalarının, kendilerini de öldürebileceğini ve mallarını alabileceğini bilirler. İşte bundan dolayı da (durup dururken) fitne çıkarmaktan kaçınırlar" denilirse, buna şöyle cevap verilir:

Kralların, sadece korku uyandıran saygınlıkları, bu hususta yeterli değildir. Zira hükümdar, bazan kudret ve güç hususunda, yönetiminde olan kimselerden hiç korkmayacağı bir derecede bulunur; ya da, onla. dan korkar. Binâenaleyh hükümdar şayet, kendisinin ahiretle alâkalı bir korkusu olmadığı halde, idaresi altında olanlardan korkmazsa, bu durumda, en kötü bir biçimde zulmüne ve eziyyetine devam eder. Çünkü, nefsânî sebepler söz konusudur. Onu, bu husustan ne dünyada ne de âhirette herhangi bir caydırıcı bulunmamaktadır. Hükümdarın etbâından korkması halinde de, etbâı, hükümdardan fazlaca korkmaz, böylece de bu husus, o insanları kötülüklerden ve zulümlerden men etmez. Şu halde, âlemin nizâmının, ancak ölümden sonra bir hayatın bulunduğu inancına teşvik etmek ve ondan sakınmakla tam ve mükemmel olacağı sabit olmuş olur.

Adalet ve İnsaf, Âhireti Gerektirir

Dördüncü hüccet: Kahir ve kesin güç sahibi bir hükümdarın, bir köleler topluluğu olsa ve onların bir kısmı güçlü, bir kısmı da güçsüz olsa, bu durumda o hükümdara, eğer merhametli, halkını gözeten ve onlara şefkatle muamele eden biriyse, mazlum ve zayıf olanların hakkını, zâlim, ezici ve güçlü kimselerden alması gerekir. Eğer, o bunu yapmazsa, o bu zulme razı olmuş olur. Zulme razı olmak ise, merhametli, halkını gözeten ve iyilikte bulunan kimselere uygun düşmez. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz diyoruz ki: Hak subhânehu ve Teâlâ. kahir, kadir, hakîm olup zulüm ve abes şeylerden berî olan bir sultandır. Dolayısiyle onun, zâlim kullarından mazlum kullarının hakkını alması gerekir. Bu hak alma işi ise, bu dünyada olmaz. Çünkü mazlum, son derece aşağılanmış, zillet ve hakaret içinde yaşamaya devam etmektedir. Zâlim de, son derece kuvvet ve satvet içinde yaşamaya devam etmektedir. Öyleyse, Allah'ın adaletinin ve zalimi cezalandırmasının ortaya çıkacağı bir başka yurdun, mutlaka bulunması gerekir. Bu delili, tefsirini yapmakta olduğumuz bu ayetin bir tefsiri addetmek mümkündür.

"Zalime Fırsat Veren Allah Değil midir?" Sorusuna Cevap

Buna göre şayet onlar. "Bu dünyada zâlimi zulme muktedir kılan Allahü Teâlâ olup, O onu bundan acze düşürmeyince, bu, Allahü Teâlâ'nın bu zulme razı olduğuna delâlet eder" derlerse, biz deriz ki; Zulme muktedir kılmak, adalet ve tâatta bulunmaya muktedir kılmanın aynısıdır. Eğer, Cenâb-ı Hak onu zulme muktedir kılmasaydı, mutlaka Allah onu, hayır ve tâat işlerini yapmaktan da aciz kılmış olurdu. Bu ise hakîm olan Allah'a uygun düşmez. Bu sebeple Allah'ın, aklen, hem zulme hem adalete muktedir kılması, sonra da, mazlumun intikamını, zalimden alması gerekir.

Yaratılış Gayesi Ahireti Gerektirir

Beşinci hüccet: Allahü Teâlâ, bu âlemi ve bu âlemdeki insanları yaratmıştır. Bu durumda ya "Allahü Teâlâ onları, (kendisine yönelik) herhangi bir menfaat ve fayda olmaksızın yaratmıştır" denilir; yahut da, onları, bir maslahat ve bir faydadan dolayı yaratmıştır" denilebilir. Birinci durum rahîm ve kerîm olana uygun düşer, İkinci durum hakkında da şöyle denilebilir: Allahü teâlâ onları bir maksat, bir maslahat ve bir hayır için yaratmıştır. Binâenaleyh bu hayır ve maslahat, ya bu dünyada yahut da başka bir yurtta meydana gelir.

Birinci ihtimal, şu iki bakımdan geçersizdir:

a) Bu âlemin lezzetleri, maddi ve cismanidir. Maddî lezzetlerin, elemi gidermekten başka, gerçek bir hakikatleri bulunmamaktadır. Elemi gidermek ise, bir emr-i ademî, yokluk tarafı ile ilgili bir iştir. Bu adem, mahlûkattan hiçbiri yok iken de mevcut idi. Bu durumda, bunu (elemi gidermeyi) yaratmanın hiç bir faydası olmaz.

b) Bu âfemin lezzetleri, çeşitli sıkıntı ve acılarla içiçedır. Bundan da öte dünya, kötülükler, âfetler, sıkıntı ve belâlarla doludur. Bu dünyadaki lezzetler, denizdeki bir damla gibidir. Böylece biz, mahlûkatın, hedeflenen refah ve rahat bulacakları yurdun, dünya yurdundan başka olacağını anlamış oluruz.

İmdi şayet sorulsa ki: "Allahü teâlâ, cehennemliklere, bir maslahat ve hikmetten dolayı olmaksızın, en kötü azâb ile elem vermiyor mu? Binâenaleyh, Allahü teâlâ bu âlemde mahlûkatı bir maslahat ve hikmet olmaksızın yaratmıştır" seklinde bir söz söylenilmesi niçin caiz değildir?"

Evet, bu suale karşı cevabımız şudur:

Bu iki şey arasındaki terk şudur; O zarar, onların kötü amellerinden dolayı hak etmiş oldukları zarardır. Ama, bu dünyadaki zararlar, henüz tahakkuk etmemiştir. Binâenaleyh, bunun peşinden, o eski zararları onaracak olan büyük hayır ve faydalı işlerin gelmesi gerekir. Aksi halde, onu yapanın, devamlı olarak kötü ve eziyyet verici olması gerekir. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın Erhamurrahimîn ve ekremül-ekremîn olmasına ters düşer.

Ahiret Olmasa İnsan En Bedbaht Mahluk Olur

Altıncı hüccet: İnsan için eğer, bir âhiret hayatı bulunmasaydı, o zaman insan, derece ve mertebe bakımından bütün canlılardan daha âdi olması lazım gelirdi. Lazım bâtıl olunca, melzum da bâtıldır. Bu ikisi arasındaki mülazemetin (münasebetin) izahı şudur: İnsanın bu dünyada katlanmış olduğu zararlar, bütün canlılarınkinden daha çoktur. Zira, diğer canlılar, çeşitli efem ve hastalıklara duçar olmazdan önce kalbleri boş, gönülleri de hoş idi. Çünkü onların, bir düşünce ve tefekkürü bulunmamaktadır. Ama insana gelince o, kendisinde bulunan akıl sebebiyle, geçmiş ve gelecek haller hakkında devamlı düşünür. Böylece de onda, bu geçmiş hallerin çokluğu sebebiyle çeşitli hüzün ve kederler meydana gelir. Yine o, gelecekteki hallerden dolayı, muhtelif korkulara kapılır. Çünkü o, olacak şeylerin nasıl olacağını bilememektedir. Böylece, insanda akıl cevherinin bulunmasının, bu dünyada, büyük sıkıntıların ve çok şiddetli ruhî kederlerin ve acıların meydana gelmesine sebep olduğu sabit olmuş olur. Maddî iezzetlere gelince bu, insanlarla diğer canlılar arasında müşterektir. Zira, nasıl ki insanın zevkine göre bademli helva güzelse, hayvan pisliği de, donuzian böceğinin zevkine göre güzeldir.

Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki: İnsan için: kendisiyle, hâlinin mükemmelieştiği, mutluluğunun tezahür ettiği bir âhiret duygusu olmasaydı, o zaman aklın kemâlinin, onaran herhangi bir şey olmaksızın, insanın kederlerinin, hüzünlerinin ve acılarının artmasına sebep olması gerekirdi. Böyle olan her şeyin de değersizliğin, düşüklüğün bedbahtlığın ve menfaatten uzak bir yorgunluğun artmasına sebep olacağı malumdur. Böylece, uhrevi bir mutluluğun olmaması halinde insanın, canlılardan, hatta donuzian böceğinden ve kurtçuklardan daha adi olacağı sabit olmuş olur. Bu, kesin olarak batıl olunca, biz, mutlaka bir âhiret yurdunun olacağını, insanın, dünya için değil, âhiret için yaratıldığını ve onun, aklı sayesinde uhrevî mutlulukları gerektiren şeyleri kesbedeceğini anlamış oluruz. İşte bundan dolayı da akıl, çok şereflidir.

Hayat Nimeti Ahireti Gerektirir

Yedinci hüccet: Allahü teâlâ. kuluna şu iki şekilde nimetleri ulaştırmaya kadirdir:

a) Nimetlerin, âfetler ve kederlerle karışık olması.

b) Nimetlerin, bu tür şeylerden uzak bulunması. Allahü teâlâ, bu dünyada, ilk kere nimet verince, kudret, rahmet ve hikmetinin mükemmel olduğunu ortaya koymak için, bir başka dünyada da, bize ikinci kere nimet vermesi gerekir, İşte orada, kendisine itaat edenlere nimetler verecek, günahkârları bağışlayacak; gamlan, kederleri, şehvet ve şüphelen giderecektir. Şu husus da, bu durumu kuvvetlendirir ve ortaya kor: İnsan, ana karnında bir cenin iken, çok daracık ve çok pis kokan bir yerde idi. Annesinin karnından çıkınca, karşılaştığı ikinci durum, birincisinden daha kıymetli ve değerli oldu. Sonra o insan, bunu müteakiben beşiğe konuldu ve sarılıp sarmalandı, kundaklandı. Daha sonra da beşikten çıkarak, sağa sola koşmaya başladı ve süt alma devresinden, güzel yiyecekler yemek dönemine geçti. Bu üçüncü halin, ikincisinden daha güzel olduğunda şüphe yoktur. Daha sonra ise o, ya halk üzerinde hükmü geçerli bir emk, yahut da eşyanın hakikatlarıyla yüzyüze gelen bir âlim oldu. Bu dördüncü halin de, üçüncü halden daha kıymetli ve daha güzel olduğunda şüphe yoktur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, yapılan bu "istikra" (tümevarım)nın hükmüne göre, "Ölümden sonra meydana gelecek olan durumun bedenî lezzetlerden ve maddi hayırlardan daha şerefli, daha yüce ve daha parlak, göz alıcı olduğu"nun söylenilmesi gerekir.

İhtiyat Delili

Sekizinci hüccet: Bu, ihtiyat yoludur Binâenaleyh biz, ahirete iman edip onun için hazırlandığımızda, bu inanç şayet gerçek ve doğru olursa, biz kurtarırız, inkâr edenler ise helâk olur. Yok eğer, yanlış ve asılsız ise, bu inancın bize hiçbir zaranrı dokunmaz. Bu konuda söylenilecek en son söz şudur: Bu durumda biz, birtakım maddi lezzetleri elden kaçırmış oluruz. Ancak ne var ki biz diyoruz ki, aklı olan kimsenin, şu iki sebepten dolayı, onların elden kaçırılmasına aldırmaması gerekir.

1) O maddi lezzetler son derece değersizdirler. Çünkü onlar, donuzlan böceği, kurtlar ve köpekler v.b. arasında müşterek olan şeylerdir.

2) Bu maddi cennetler, son derece gelip geçici ve tükenmeye mahkumdur. Böylece ihtiyatın, sadece ahirete iman etmekte olduğu sabit olmuş olur. İşte bundan dolayı şair şöyle demiştir.

“Müneccim (astrolog) ve tabib, her ikiside dediler ki: “Ölüler, (ölümlerinden sonra) haşrolunmayacak!” ben sizlere derim ki: “Eğer sizin dediğiniz doğru çıkarsa, ben hiçbirşey kaybetmem. Ama eğer benim sözüm doğru çıkarsa, vay geldi başınıza!”

Hayatiyet Sırrı Ahirete İşaret Eder

Dokuzuncu hüccet: Bil ki canlılar canlı olduğu sürece, şayet onlardan tırnak, kıl ve çatal tırnak (toynak) kopartıldığında, yeniden biter. Yaralansa, iyileşmeye yüz tutar. Kan, onun damarlarında ve uzuvlarında, suyun tıpkı, ağacın dallarında ve damarlarında hareket edip akması gibi akar. Sonra o canlı öldüğünde, bu durumlar tersyüz olur. Şayet o canlıdan kıl, tırnak gibi bir şey koparılacak olsa, bunlar bir daha bitmez; yaralanacak olsa, yara iyileşmez ve kaynamaz; sen onun kanının, damarlarında donup pıhtılaştığını görürsün. En sonunda da ounn durumu, çözülüp bozulmaya yüz tutar. Sona biz, yeryüzüne de baktığımız zaman, onun durumunun da buna benzediğini görürüz. Çünkü biz, ilkbaharda o yere baktığımızda, onun gözelerinin, pınarlarının kaynadığını, tepelerinin otlardan kabarıp yükseldiğini ve suyun ağaçların dallarına ve damarlarına nüfuz ettiğini görürüz. Yerdeki suvun da tıpkı canlının bedeninde hareket eden kan gibi olduğunu, daha sonra da o yerin, çiçeklerini, tomurcuklarını ve meyvelerini çıkarıp verdiğini görürsün. Bu. Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı. "Fakat biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman o harekete gelir, kabarır ve her güzel çiftten nice nebât bitirir." (Hacc, 5) ayetinde buyurduğu gibidir. Onun bitkilerinden bir şey koparıldığında, hemen başkası onun yerini alır ve onun yerine biter. Ağacın dallarından birisi kesildiğinde bir başkası onun yerini alır. Yaralansa, kendisini onarır ve iyileşir. İşte bütün bu durumlar, canlılar için bahsettiğimiz o durumlara benzer. Sonra kış gelip soğuk şiddetlenip artınca, pınarlar batar, rutubet kaybolup kurur, otlan, , bitkileri bozulur. Şayet, ağaçtan bir dal kesecek olsak, bir başkası onun yerini almaz. Binaenaleyh işte bu durumlar da, hayattan sonra ölüme benzer. Sonra biz. yeryüzünün ikinci ilkbaharda, o hayata döndüğünü görüyoruz. Binâenaleyh biz, bütün bunları iki misalin, biri için düşünüyoruz da, niçin bunları ikinci misal için düşünmüyoruz? Hatta biz diyoruz ki: İnsanın diğer canlılardan; hayvanların bitkilerden; bitkilerin de cemâdattan daha kıymetli olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh, bütün bu hususlar, yeryüzü için tahakkuk edip gerçekleşince, onun insanda, insan için de tahakkuk etmesi niçin caiz olmasın?

Buna göre onlar şayet, "Canlıların bedenleri, ölüm sebebiyle dağılır; paramparça olur. Ama, yeryüzüyse böyle değildir" derlerse, cevap olarak deriz ki:

İnsan, "nefs-i natıka" (yani ruh) demek olup, nefs-i natıka da, baki kalan bir cevherdir. Veya biz, böyle demesek bile, diyoruz ki: İnsan, ceninin oluştuğu ilk vakitten itibaren ömrünün sonuna kadar, devam edegelen aslî unsurlardan ibarettir. Halbuki nefs-i natıka, o cüz'de baki iken de bedende cereyan etmekte, bulunmakta idi Böylece bu soru ortadan kalkmış olur.

Maddî Dünyadan Bedenin Teşkili Ahireti Gösterir

Onuncu hüccet Canlıların bedeninin nutfeden oluştuğunda, nutfenin de bedenin her yerinden toplanıp bir araya geldiğinde şüphe yoktur. Nutfe bedenden ayrılırken, bütün bedende bir halsizlik ve gevşekliğin meydana gelmesi, nutfenin, bedenin her tarafından toplanıp bir araya geldiğinin delilidir. Sonra, o nutfenin maddesi, yenilen gıdalardan meydana gelmiştir. O gıdalar elementer cüzlerden meydana gelmiştir. O cüzler ise. yeryüzünün batısında, doğusunda (yani) dört bir köşesinde ayrı ayrı idiler. O cüzlerin bir araya gelmesi gerçekleşti de, böylece onlardan ya canlılar, yahut da bitkiler meydana geldi, Derken, insan onu yedi. Yenilenden kan meydana geldi. O kan. uzuvlara dağıldı; ondan çok İnce ve hassas parçalar meydana geldi. Sonra da (şehvet) canlıya hükümran olunca, o rutubetlerden (nemli, yapışkan cüzler, unsurlar) belli bir miktar aktı ki bu, nutfedir, böylece rahmin ağzına döküldü. Bunu müteakiben de, o meniden insan meydana geldi. Böylece, insanın bedenin kendisinden oluşup meydana geldiği o cüzlerin, denizlerde, dağlarda ve havanın yükseklerinde darmadağınık oldukları, sonra da bu anlatılan yollarla bir araya geldikleri, sonuçta dar onlardan bu bedenin meydana gelmiş olduğu sabit olmuş olur. Binâenaleyh canlı öldüğü zaman o cüzler, tıpkı o ilk darmadağınık halleri gibi, yine darmadağınık olurlar. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz diyoruz ki: Onların, tıpkı ilk defa bir araya gelmelerinde olduğu gibi, (ölümden sonra) tekrar bir daha bir araya gelmelerinin imkânsız olmayacağına kesinlikle hükmetmek gerekir. Hem o meni, annenin rahmine düştüğünde, çok küçük bir damla idi. Sonra ondan, insanın bedeni meydana geldi ve ruh, o beden çok küçük iken de ona tutundu. Sonra o bedenin son derece rutubetli olduğunda şüphe yoktur. Yine o bedenden, o rutubetteki tabii ve garızî hararetin devreye girmesi sebebiyle, pekçok parçaların çözülüp çıktığında şüphe yoktur. Hem, ömür boyu devam edegelen o bedeni cüzler, bir çözülme içinde bulunurlar. Eğer böyle olmasaydı, açlık meydana gelmez ve gıda alınmaya ihtiyaç duyulmazdı. Bununla beraber biz, bu ihtiyar insanın, annesinin karnında olan, sonra ayrılan, çocuk olan, derken bir delikanlı olan o insanın tıpkısı olduğuna hükmediyoruz. Böylece, o ihtiyar insanın, bizzat bu insanın kendisi olduğu halde, bedenin cüzlerinin devamlı çözülme içinde olduğu sabit olmuş olur. Böylece insanın, ya ayrılan salt bir cevher olduğuna, yahut da bedendeki bu çözülmelerle birlikte, nurani, latif ve devamlı bir cisim olduğuna hükmetmek gerekir. Binâenaleyh durum böyle olunca da, bu iki takdire göre de, onun bir kez daha, cüsseye dönmesi ve tekrar dönen insanın, evvelki insanın aynı olması imkânsız olmaz. Böylece, ahiretin bulunduğunu söylemenin gerçek olduğu kesinleşmiş olur.

İnsanı Nutfeden Yaratan Elbette Diriltmeye Kadirdir

Onbirinci hüccet: Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "insan, kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmedi mi ki şimdi o. açıktan açığa müfrit bir hasım kesiliyor?

Bil ki, ayeti kerimedeki buyruğu, bizim, onuncu delilde bahsetmiş olduğumuz şeye, yani, "O cüzler, yerin doğusunda ve batısında darmadağınık idi de, Allahü teâlâ, onları bir araya getirdi ve onların terkibinden de bu canlıyı yarattı" manasına bir işarettir. Bunu, "Andolsun biz insanı, çamurdan süzülmüş bir hülâsadan yarattık. Sonra onu, sağlam ve metîn bir karargâhta bir nutfe yaptık" (Mü'minün. 12-13) ayeti de güçlendirir, Zira, bu ayetin tefsiri, bizim bahsettiğimiz izahla doğru olur. Zira, "çamurdan süzülmüş hülâsa"dan. bitkiler meydana gelir; sonra o bitkileri insan yer; bundan kan meydana gelir, daha sonra da kan, nutfe haline gelir. İşte bu yolla, ayetin zahiri manası, tam bir ahenk ve intizâm içinde bulunmuş olur. Cenâb-ı Hak bunu zikrettikten sonra, inkarcının, "Bu çürümüş kemiklere kim can verecekmiş?" (Yasin, 78) şeklindeki sözünü naklederek, bunun olabileceğini beyan buyurmuştur.

Bil ki bir şeyin olabileceğini isbât, ancak şu iki yolla düşünülebilir:

a) Böyle bir şeyin benzerinin mümkün olduğunu bildirmek. Binâenaleyh, bunun da mümkin olması gerekir.

b) Durum bakımından, bundan daha büyük ve daha muazzam işlerin de mümkin olduğunu bildirmek. Allahü Teâlâ, ilk önce birinci yolu ele alarak, "De ki: "Onları, ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı hakkıyla bilendir" (Yasin, 79) buyurmuştur. Sonra burada şöyle bir incelik de bulunur: Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğu, kudretinin; buyruğu ise, ilminin mükemmel olduğuna bir işarettir. Hasrı ve dirilmeyi inkâr edenler de, sırf bu iki düstûru bilemedikleri için inkâr etmişlerdir. Çünkü onlar bazan, "Allah, mucib-i bizzat bir varlıktır; zâtı gereği mûcib olandan da, bir şeyi yaratmakla ilgili herhangi bir niyetin sâdır olması mümkün değildir" demişler, bazan da, "Allahü teâlâ'nın cüz'iyyâtı bitmesi imkânsızdır; binâenaleyh, O'nun, Zeyd'in bedeninin cüzlerini, Amr'ın bedeninin cüzlerinden ayırması imkânsızdır" demişlerdir. Felsefecilerin şüpheleri bu iki asıldan kaynaklanınca, Cenâb-ı Hak, pek yerinde olarak, her ne zaman âhiret meselesini ele alırsa, onun peşinden bu iki aslı beyan buyurur.

Bundan sonra Allahü teâlâ, ikinci yolu ele almıştır ki, bu da, "en yüce olan" (a'lâ) ile "en düşük olan" (ednâ)'ya istidlalde bulunmaktır. Bunu da şu iki yönden izah edebiliriz:

a) Hayatiyyet, ancak ısı ve nemlilik ile tahakkuk eder. Halbuki toprak, kuru ve soğuktur. Böylece, bu iki şey arasında bir zıddiyyet meydana gelmiş olur. Fakat biz diyoruz ki, ateşten ileri gelen hararet, hararet vasfında, tabiî olan hararetten daha güçlüdür. Aralarında alabildiğine bir tezat bulunmasına rağmen, ateşten ileri gelen hararetin, yeşil olan ağaçtan sâdır olması imkânsız olmadığına göre, toprağın kütlesinde, tabiî hararetin meydana gelmesi nasıl imkânsız olabilir? -

b) Cenâb-ı Hakk'ın, "Gökleri ve yeri yaratan Allah, onlar gibisini yaratmaya kadir değil midir?" (Yasin, 81) ayetidir. Bu şu demektir: "Siz, feleklerin ve yıldızların, kütlelerin yaratıcısının Allah olduğunu kabul ettiğinize göre, siz O'nun haşre ve neşre kadir olmasından nasıl kaçınır, inkâr edersiniz?" Daha sonra Cenâb-ı Hak, felsefecilerin bütün şüphelerini, "Onun emri, bir şeyi dilediği zaman, ona sadece "ol" demesinden ibarettir. O da oluverir "(Yasin, 82) buyruğu ile kırmıştır. Bu da şu demektir: Allahü teâlâ'nın halkedip yaratması, âlet ve edavatın, babanın nutfesinin ve annenin de rahminin bulunmasına istinâd etmez. Bunun delili de şudur: Allahü teâlâ, ilk babayı, ondan önce geçmiş olan bir baba bulunmaksızın yaratmıştır. Böylece bu, Hak teâlâ'nın halketme, îcad ve var etmede, vasıta ve âletlerden müstağni olduğuna delâlet eder. Daha sonra da Cenâb-ı Hak, "Herşeyin mülkü ve tasarrufu kendi elinde bulunan Allah'ın şânı ne kadar yücedir? Siz ancak, O'na döndürüleceksiniz" (Yâsin. 83) buyurmuştur. Yani, "Biz, Allah'ı, canlıları bir daha varatamamaktan, mazlumların işini ihmal etmekten, âcizlerin hakkını zalimlerden alamamaktan takdis ve tenzih ederiz" demek olup, bu mana, tefsirini yapmakta olduğumuz (Yunus, 4) ayetinde de mevcuttur.

Hikmet ve Gaye Ahireti Gerektirir

Onikinci hüccet: Deliller, âlemin, yaratılmış (muhdes) olduğuna; onun, mutlaka Kadir bir yaratıcısının (muhdis'inin) bulunduğuna ve bunun âlim olması gerektiğine delâlet etmektedir. Zira, muhkem ve sağlam bir iş, ancak bir bilenden sudur eder. Ve yine, böyle bir kimsenin, o âlemden müstağni olması gerekir. Aksi halde o onu, ezelde haiketmiş olurdu ki, bu imkânsızdır. Böylece bu âlemin, kadir, âlim ve her şeyden müstağni bir ilâhı bulunduğu sabit olmuş olur.

Sonra biz, iyice düşündüğümüz zaman şunu söylüyoruz: Bu, hakîm ve herşeyden müstağni olan zatın, kullarını ihmal etmesi ve onları başıboş bırakması uygun olur mu?

Yine kullarının da, o yaratıcıyı tekzîb etmeleri ve onun nimetlerini yiyip içerlerken, onların kendisini ta'n edip rubûbiyyetini inkâr etmelerini, şeytana ve tağuta tapmalarını, kendisine eşler koşmalarını, O'nun emir ve yasaklarını, vaad ve vaîdini inkâr etmelerini onlara mubah kılması düşünülebilir mi?

İşte bu noktada, aklın bedaheti, bütün bunların ancak, hikmetten uzak, abes şeylere yakın, câhil bir akılsıza yakışacağına hükmetmiştir. İşte böylece, bu mukaddimelerden dolayı, Cenâb-ı Hakk'ın emirleri ve yasakları olacağına hükmettik.

Sonra düşündük ve şöyle dedik: O'nun herhangi bir vaad ve vaîdi; mükâfat ve cezası olmaksızın, emir ve yasağı olabilir mi? İşte bu noktada aklın sarih açıklaması, böyle bir şeyin olamıyacağına hükmetmiştir. Zira emri, mükafaatla ilgili vaadi ile; nehyi de ikâbla alâkalı vaîdi ile beraber olmasa, O'nun emri ve yasağı güç kazanmaz, maksat da meydana gelmez. Böylece, mutlaka vaadin ve vaîdin de bulunması gerektiği sabit olmuştur.

Sonra yine düşündük ve şöyle dedik: "Onun bir vaadi ve va'îdi bulunup da, sonra O'nun, vaadini mükafaat ehline; va'îdini de ikâb ehline tastamam vermemesi düşünülebilir mi? Biz bunun olamıyacağını söylüyoruz. Zira böyle olması halinde. O'nun vaad ve va'îdine güvenimiz kalmaz; bu da O'nun vaad ve va'îdinde hiçbir faydanın kalmamasını gerektirir. Böylece biz, O'nun mükafaat ve ikabını mutlaka gerçekleştireceğini anlıyoruz. Bu hususun, ancak haşr ile ve öldükten sonra dirilme (ba's) ile tamam olacağı malumdur. Vacibin ancak kendisi ile tamamlanabileceği şey de vâcibtir. İşte bunlar, tıpkı bir zincir gibi birbirine bağlı olan mukaddimelerdir. Dolayısıyla birisi doğru olduğunda hepsi doğru olur, birisi bozuk olduğunda hepsi bozuk olur.

Öyleyse gözlerimizin bu değişikliği görüp müşahede etmesi, âlemin hadis (yaratılmış) olduğuna; âlemin hadis olması, hakim ve herşeyden müstağni bir yaratıcının varlığına; bunun varlığı da, O'nun emir ve yasaklarının olacağına; emir ve yasakların bulunması da, mükafaat ve cezasının söz konusu olacağına ve bu da haşrin ve ba'sin lazım ve kesin olduğuna delâlet eder. Bundan dolayı, eğer haşr inkâr edilecek olursa, bu, bütün burada sıraladığımız mukaddimelerin batıl olması ve bedîhi ilimler ile nazarî ve katî ilimlerin inkâr edilmesi neticesine götürür. Böylece, itaatkârın mükafaatını, günahkârın da cezasını görmesi için, bu çürümüş cesedlerin, unufak olmuş kemiklerin, paramparça olmuş uzuvların, insanın ölümünden sonra yeniden dirilebileceği hususu sabit olmuş olur. Binaenaleyh bütün bunlar olmaz ise, vaad ve vaîd de olmaz. Vaad ve va'îd olmaz ise, emir ve yasaklar olmaz. Emir ve yasak olmaz ise, ulûhiyyet olmaz; ulûhiyyet de olmaz ise, âlemdeki bu değişmeler meydana gelmez. İşte bu delil, tefsir etmekte olduğumuz "İman edip, salih amellerde bulunanlara adaletiyle mükafaat etmek için.." ayetinin ifade ettiği manalardandır. Bunların hepsi, bu âlemin merhametli, kullarını görüp gözeten, onlara iyilikte bulunan bir ilahı bulunmasından dolayı, öldükten sonra dirilmenin (meâdın) ispatı için yapılan izahlardır.

Allah'ın Fiillerini Hikmetlere Bağlamayanların Ahirete Dair Delilleri

İkinci kısım (ki bunlar ehl-i sünnettir), Allah'ın fiillerini, maslahatı gözetme şartına bağlamayanlardır. Bunların me'âdı ispat hususundaki yolları şöyledir: Me'âd (ahiret) olması mümkin olan bırşey olup, peygamberler onun olacağını haber vermişlerdir. Öyleyse onun olacağına kesinkes hükmetmek gerekir. Bunun mümkin bir iş olduğunun ispatı şu üç mukaddimeye dayanmaktadır:

Ruh Delili

Birinci mukaddime: Tekabül edenin (yani tam zıddı olanın) durumunu incelemek. Buna göre biz diyoruz ki insan, ya ruhtan, ya da bedenden ibarettir. Eğer insan ruhtan ibaret ise, -ki gerçek olan budur- bu durumda biz diyoruz ki: Ruhun, ilk defada bedenle münasebet kurması mümkün olunca, ikinci defada bedenle münasebet kurmasının mümkün olması gerekir.

Biz ister, "Ruh, cevherden ibarettir" diyelim, isterse onun, bu bedenle uyuşan, bedenin her halinde bakî olan, çözülmeden ve değişmeden korunmuş olan latif bir cisim olduğunu söyleyelim, bu söz değişmez.

Ama insanın bedenden ibaret olması durumuna gelince ki, bu, görüşlerin akıldan en uzak olanıdır. Bu hususta biz deriz ki: O cüzlerin, ilk defada özel bir şekilde biraraya gelmeleri mümkün bir işti. Dolayısiyle bunun, ikinci defa da mümkün olması gerekir. Böylece bu bedene, hayatın ikinci bir defa dönmesinin, haddizatında mümkün bir iş olduğu sabit olur.

Yaratıcının Varlığı Delili

İkinci mukaddime: Bu, âlemin ilahının mucib-i bizzat bir illet değil, kadir ve irâde sahibi bir zat olduğunun ve bu kadir ilâhın, her türlü mümkinâta kadir olduğunun izahı hususundadır.

Yaratıcının Her Şeyi Bilmesi Delili

Üçüncü mukaddime: Bu, âlemin ilahının bütün cüz'iyyâtt bilen, dolayısıyla da, toprağın içine ve denize karışsa bile (meselâ) Zeyd'in bedeninin parçalarını bile-bir zat olduğunun izahı hususundadır. Allahü teâlâ, cüziyyatı (teferruatı) bildiğine göre O'nun, o cüzleri biribirinden ayırdetmesi de mümkündür.

Bu üç mukaddime sabit olduğuna göre, hasrın ve neşrin aslında mümkin bir iş olduğuna kesinkes hükmetmek gerekir. Bu imkân sabit olunca, biz deriz ki: Peygamberlerin doğru söylediklerine deliller delâlet etmektedir. Onlar mümkin olan bu işin gerçekleşeceğini kesin olarak söylediler. Binâenaleyh bunun tahakkuk edeceğine kesin olarak inanmak gerekir. Aksi halde, onların yalan söylediklerim söylememiz gerekir ki, bu, onların doğru olduklarını gösteren deliller ile bâtıl olur.

Me'âd (ahiret) işinin izahı hususunda aklımızın yettiği şeylerin özü budur.

Haşri İnkâr Edenlerin Şüphelerine Cevaplar

Üçüncü mesele, haşri ve neşri inkâr edenlerin şüplerine cevap verme hususundadır:

Dünya İdeal Şekilde Yaratıldığına Göre Niçin Yıkılsın?

Birinci şüphe: Onlar şöyle demişlerdir: "Şayet şu dünya yurdu, bir başka yurt ile değiştirilecek olsa, o yurt ya bu yurdun aynısı ya bundan daha kötüsü, veya daha iyisi olur. Eğer birinci ihtimal söz konusu ise, bunu değiştirmek abestir. Eğer bundan daha kötüsü olursa, bu değiştirme akılsızlık olur. Yok eğer değiştirilen bundan daha iyi olursa, bu durumda şunu düşünmek gerekir: Allah, taa işin başında daha iyi olan bu yurdu yaratmaya kadir miydi, değil miydi? Eğer O, buna kadir idi de, bunu değil de daha kötüsünü yaptı ise, bu akılsızlık olur. Yok eğer "O, daha önce buna kadir değildi de, sonra kadir oldu" dersek, bu durumda o, acizlikten kadir oluşa, cahillikten hikmete geçmiş olur ki, bütün bunlar âlemin yaratıcısı hakkında düşünülemeyecek şeylerdir?"

Bunlara şöyle cevap verilir: Şöyle demek niçin mümkün olmasın? "Maslahat, bu dünya yurdunun, o yurttan önce yaratılmasındadır. Çünkü uhrevî mutlulukları sağlayacak olan ruh olgunluklarının (kemâlatın) elde edilişi, ancak bu dünya yurdunda mümkündür. Bu kemâlat elde edilince de, bu dünyada kalmak arlık bir eksiklik, bozukluk ve hayırlardan mahrumiyet manasına gelir."

"Gök Cisimlerinin Hareketleri Devamlıdır" İddiaları

İkinci şüphe: Onlar, "Feleklerin hareketleri dairevîdir. Dairevî olanın ise zıddı yoktur. Zıddı olmayan ise, bozulmayı (değişmeyi) kabul etmez" derler.

Buna şöyle cevap verilir: Biz bu şüpheyi felsefe ile ilgili kitaplarımızda çürüttük. Binâenaleyh onları burada tekrar etmeye ihtiyaç yoktur. Bu gibi şüphelerin çürütülmesindeki esas prensip, feleklerin kütlelerinin mahlûk olduğuna delil getirebilmemizdir. Bu cisimlerin mahlûk olduğu sabit olunca, feleklerin kütlelerinin, yok olmayı ve dağılıp parçalanmayı kabul edebilecekleri sabit olur. İşte bu incelikten ötürü Hak teâlâ, bu sûrede önce feleklerin hadis (mahlûk) olduğunun delillerini bildirerek işe başlamış, bunun peşisıra da âhiretin varlığına delil olan şeyleri zikretmiştir.

"Beden Cüzlerinin Aynen Toplanması İmkânsızdır" İddiası

Üçüncü şüphe: İnsan, şu bedenden ibarettir. Yoksa o, bedeninin cüzlerinin rastgele bir araya gelmesinden ibaret değildir. Çünkü bu cüzler, insan yok iken de vardı. Bununla beraber biz, insanın mevcut olmadığını, bu bedeni yandığında o basit parçalarının kaldığını (devam ettiğini) kesin olarak biliyoruz. Toprak, su, hava ve ateşten meydana gelen o basit parçaların toplamının, konuşan ve akıllı olan şu insan olmadığı malumdur. Böylece o cüzlerin ancak, özel bir birleşim ve özel bir şekil üzere biraraya gelmeleri şartı ile bu insanın meydana geldiği sabit olmuş olur. Binâenaleyh insan ölüp, onu meydana getiren cüzler dağıldığında, o şekil ve vasıflar kaybolur. Yok olan şeyin tekrar var olması ise imkansızdır. Böyle olması hafinde insanın teşekkülünde nazar-ı dikkate alınan o parçaların yeniden geri dönmeleri imkansız olur. Binâenaleyh insanın, ikinci kez, aynı şekilde geri dönmesinin, var olmasının imkansız olması gerekir.

Buna şöyle cevap verilir: Biz, muayyen bir insanın, şu görülen bedenden ibaret olduğunu kabul etmiyoruz; aksine insan, ruhtan ibarettir. Biz ister ruhun müstakil bir cevher olduğunu, isterse bu bedenle uyum sağlamış olan ve değişmekten korunmuş (uzak) latif bir cisim olduğunu söyleyelim, (bu meselede, netice değişmez). Allah en iyi bilendir.

Aynı Zerre Birden Fazla Bedene Girebilir?

Dördüncü şüphe: Bir insan öldürülüp, onu da bir başka insan yediğinde, bu iki nsandan herbirinin bedeninin cüzlerinin, her ikisinin cüzleri olduğunu söylemek gerekir ki bu imkansızdır.

Buna da şu şekilde cevap verilir: Bu şüphe de, muayyen bir insanın şu bedenden baret olması görüşüne dayanır. Biz ise bunun batıl olduğunu, doğrusunun, insanın ster sırf bir cevher olduğunu, isterse bedenle uyum sağlamış olan bakî latif bir cisim olduğunu söyleyelim; ruhtan ibaret olduğunu söylemiştik. Bu, kelamcıların, "Asıl cüzler" dedikleri şeydir. Me'âd (âhiret) meselesiyle ilgili aklî (tefekküre dayanan) zahlarımıztn sonu budur.

Dönüş Allah'adır

Cenâb-ı Hak, "Hepinizin dönüşü ancak O'nadır" buyurmuştur. Bu ifade ife ilgili birkaç bahis vardır:

Birinci bahis: İlâ edatı, intiha-i gayeyi (varılacak son noktayı) göstermek içindir. Bunun zahiri, "Mahlûkatın dönüşü O'nadır" denilebilmesi için, Allahü teâlâ'ya bir mekanın izafe edilmesini gerektirir?

Buna birkaç şekilde cevap verilir:

a) Biz, "Ruh, sırf cevherdir (özdür)" dediğimizde, bu soru ortadan kalkar.

b) Bu, "Mahlûkatın dönüşü, Allah'dan başka bir hâkimin bulunmadığı bir yeredir" demektir.

c) Bu, "Onlar Allah'ın mükâfaat vaadinin tahakkuk ettiği yere dönüp varacaklardır" demektir.

İnsanın Varlığının Esası Ruhtur

İkinci bahis: Pek çok ayetin zahiri, insanın aslının beden değil ruhtan ibaret olduğuna delâlet eder. Bu da, ruhun, msanın bedeninden önce mevcut olduğunu gösterir. İnsanın, şu görünen bedeninden başka birşey olduğu hususu, Hak teâlâ'nın, "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar Rableri katında diridirler" (Âl-i İmran. 169) ayetinden ötürüdür. Öldürülenin bedeninin öldüğü ise, kesin olarak bilinir. Bu ayet ise o insanın diri olduğunu göstermektedir. Binaenaleyh insanın aslının, şu ölü bedenden başka birşey olması gerekir. Hem sonra Cenâb-ı Allah kâfirlerin canlarının alınışını anlatırken, "Haydi bakalım canlarınızı kurtarın"(En'am 93) buyurmuştur.

Ruhun, bedenden önce mevcut olması meselesine gelince, bu da Hak teâlâ'nın bu ayetteki, "Dönüşünüz ancak O'nadır" buyruğundan ötürüdür. Bu ifade, bizim söylediğimiz görüşe delâlet etmektedir. Çünkü bir yere dönmek ancak, o şeyin daha önce orada bulunmuş olması halinde mümkündür. Şu ayetler de bunun benzeridir: "Ey mutmain ruh. sen O'ndan razı, O da senden razı olarak dön Rabbine"(Fecr, 27-28) ve "Sonra bunlar, bütün işlerine hak ve adalet ile mâlik olan gerçek mevlâlarına döndürülmüşlerdir" (En'am. 62).

Üçüncü bahis: Buradaki "merci" kelimesi, "rucû" (dönüş) manasınadır, "Cemîan" kelimesi de, "hal" olarak mansubtur. Buna göre ayetin manası, "O dönüş, toplu olarak tahakkuk edecektir" şeklinde olur. Böylece bu, ayette bahsedilen "mercî"den muradın, ölüm olmayıp, Kıyamet olduğuna delâlet eder.

Dördüncü bahis: Ayetteki "Dönüşünüzancak O'nadır" bey'anı, hasr ifade eder. Buna göre, "Dönüşünüz sadece Allah'adır; hüküm, sadece O'nun hükmüdür ve orada geçerli olan emir sadece O'nun emridir" demektir.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah bunu size hak olarak vaadetmiştir ifadesi ile ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetteki, ifadesi, "Allah, size bir vaadde bulundu" manasında, (mef'ûl-ü mutlak olarak) mansubtur. Çünkü, ayetteki, "Dönüşünüzancak O'nadır" cümlesi, bir dönüşü vaadetmektedir. Buna göre, (......) kelimesi ifadesinin mef'ûl-ü mutlakı; (......) kelimesi de sözünün mefûl-ü mutlakı olmuş olur ki, işte bütün bu te'kidler, bu hükümde toplanmıştır.

İkinci Mesele

Bu kelime, fiil olarak şeklinde de okunmuştur. Bil ki Allahü teâlâ, hasrın ve neşrin olacağını haber verince, bunun peşisıra bunların mümkün olduğuna delâlet eden şeyi, daha sonra da vuku bulacağına delâlet eden delilleri zikretmiştir.

Haşrin. aslında mümkün olduğunu gösteren delil "Mahlukatı ilkin yaratan, sonra yine kendisine geri çevirecek olan, hiç şüphesiz O'dur" buyruğudur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu delilin izahı şöyledir: Allahü teâlâ, kendisinin göklerin ve yerlerin yaratıcısı olduğunu delillerle beyan etmiştir. Bu âlemdeki bütün cansızların, madenlerin, bitkilerin, hayvanların ve insanların yaratıcısının da Allah olduğu bu ifadeye zımnen dahildir. Herşeye kadir olan, kudreti sonsuz olan, ve bütün mulumatı (herşeyi) bilenin, daha önce yarattığı şeyleri, yeniden aynen yaratmasının mümkün olduğu aklen de sabittir. Böylece bu delil, Hak teâlâ'nın, insanları ölümlerinden sonra yeniden diriltmeye kadir olduğuna delâlet etmektedir.

Âlemin Maddesinin İmha Edilip Edilmeyeceği

Müslümanlar, Allahü teâlâ'nın âlemin maddesini yok etmeye kadir olduğu hususunda ittifak etmişler ama, Hak teâlâ'nın bu maddeleri bilfiil yokedip etmeyeceği hususunda ihtilaf etmişlerdir.

Bu cümleden olarak bazıları Allahü teâlâ'nın onları tamamen yok edeceğini ileri sürmüş ve bu ayeti de delil olarak zikrederek şöyle demişlerdir: "Çünkü Allahü teâlâ, bütün mahlukatı yeniden yaratacağını bildirmiştir. Binaenaleyh O'nun, maddeleri de yeniden yaratması gerekir. Maddeleri yeniden yaratmak ise, ancak onları tamamen yok ettikten sonra mümkün olur. Aksi halde bu, zaten var olan şeyi yeniden yaratmak olur ki, imkansızdır."

Bunun bir benzeri de Hak teâlâ'nın, "Hatırla o günü ki biz göğü, kitapların sahifesini dürüp büker gibi düreceğiz. İlk yaratışa nasıl başladıksa, yine onu iade edeceğiz" (Enbiya, 104) ayetidir. Hak teâlâ bu ayetinde, iadenin (tekrar yaratışın) de ilk yaratılış gibi olduğunu bildirmiştir. Allahü teâlâ'nın, mevcudatı ilkin yoktan yarattığı, delillerle sabittir. Binaenaleyh onları yine yoktan yaratacağını söylemek gerekir.

Başka Bir Ayetin Delâlet Ettiği Mahzuf

Bu ayette bir hazif vardır: Buna göre sanki şöyle denilmektedir: "O, kendilerine ibadeti emretmek için, mahlûkatı, ilk defa diriltir. Sonra onları öldürür. Daha sonra onları yeniden diriltir." Nitekim Cenâb-ı Hak, Bakara sûresinde, "Allah'ı nasıl olup da inkâr ediyorsunuz? Halbuki siz ölü iken, sizi O diriltti. Sonra sizi yine O öldürecek, tekrar sizi o diriltecek.. " (Bakara, 28) buyurmuştur. Fakat Cenâb-ı Hak burada, (Yunus sûresinde) daha önce, "İşte sizin Rabbiniz olan Allah budur. O halde O'na kulluk edin " (Yunus. 3) buyurduğu için, bu ayette "ibadet ediniz" emrini tekrar etmemiştir. Yeniden diriltme ifadesi, "onları öldürür" manasına delâlet ettiği için de, buna da yer vermemiştir.

Ayetteki Farklı Kıraatler

Bazıları buradaki (......) kelimeyi kesre ile innehu; bazıları da fetha ile ennehu şeklinde okumuşlardır. Zeccâc şöyle demiştir: "Hemzeyi kesre ile okuyanlar, bu cümleyi müste'nef bir cümle kabul etmişlerdir. Fetha ile okunuşa göre ise şu iki izah yapılır:

a) Bu ifadenin takdiri, "Sizin toptan dönüşünüz O'nadır. Çünkü o, halkı ilk defa dirilten, sonra geri çevirecek olandır" şeklindedir.

b) Bunun takdiri, "Allah, mahlukatı yeniden yaratmayı, sonra geri çevirmeyi kesin olarak vaadetti" şeklindedir. Buradaki fiil, if'âl babından olarak şeklinde de okunmuştur. Yine bu ayet, şeklinde de okunmuştur. Bu tıpkı "Gerçekten, Zeyd gidecek" cümlesi gibidir.

Cenâb-ı Allah'ın "İman edipsalih ameller işleyenlere adaleti ile mükafaat vermek için (., .)" buyruğuna gelince; bil ki bundan maksad, iyilik yapanla kötülük yapan birbirinden ayırdedilip, itaatkâr olana mükafaat, isyankâr olana da ceza verilsin diye, hasrın ve neşrin mutlaka olacağına delil getirmektir. Bu delilin izahı, daha önce uzunca yapılmıştı, Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Mu'tezile'nin Ayetten Yanlış Bir Hüküm Çıkarması

Ka'bî şöyle demektedir: "Ayetteki liyecziye kelimesinin başında sebeplik ifade eden lam edatı, Hak teâlâ'nın kullarını, mükafaat vermek ve rahmet etmek için yarattığına delâlet eder. Ayrıca Allahü teâlâ illet lamını, mükafaatla ilgili olan ifadenin başına getirmiş, ama ceza ile ilgili ifadenin başına getirmemiş, aksine"kâfirler için ise. kaynar sudan bir içki vardır" buyurmuştur ki bu da Allahü teâlâ'nın mahlukatı, azab etmek için değil, onlara rahmet etmek için yarattığına delâlet eder. Bu ise, Allah'ın, insanların inkâr etmelerini istemediğine ve onlarda küfrü kendisinin yaratmadığına delâlet eder."

Buna şöyle cevap verilir: Allahü teâlâ'nın fiilleri hakkında lam-ı ta'lîlin (yani illet ve sebebi gösteren lamın) kullanılması imkansızdır. Çünkü Allahü teâlâ, eğer bir işi bir illet ve sebepten ötürü yapmış olursa, o illetin kadim olması halinde o fiilin de kadim olması gerekir, yok eğer hadis (sonradan) olursa, bu durumda da teselsül gerekir ki, teselsül muhaldir.

İkinci Mesele

Ka'bî şöyle demiştir: "Bu ayet, Allahü teâlâ'nın o mahlûkatı yaratma işine cennette başlamış olmasının mümkün olmadığını gösterir. Çünkü Allahü teâlâ'nın, onları bu âlemde yaratmayı ve onları mükellef tutmayı sebeb ve vasıta kılmaksızın, onlara nimet vermesi güzel ve yerinde olsaydı, o zaman onları yaratması ve mükellef tutması, onlara bu nimetleri vermesi şartına bağlanmazdı. Halbuki ayetin zahiri, buna delâlet etmektedir."

Buna şöyle cevap verilir: Bu, Allah'ın fiil ve hükümlerinin ta'lil edilebilmesine (yani sebeblere dayandırılabümesine) binâen söylenmiş bir sözdür. Bu ise yanlıştır. Biz bunun olabileceğini kabul etsek bile, Ka'bî'nin sözü, ancak bizim, ilk yaratmayı ve sonradan tekrar yaratmayı bu şekilde ta'lil etmemiz halinde doğru olur. Bu ise imkansızdır. "Allah, mahlûkatı ilk defa sırf lütfundan ötürü yaratmış ve sonra onlara cennet nimetlerini vermek için, onları yeniden yaratmıştır" denilmesi niçin caiz olmasın? Böyle söylemek mümkün olunca, Ka'bî'nin iddiası düşer.

"Kist" Tabirinin İzahı

Ayetteki "adaleti ile" ifadesi hakkında şu iki izah yapılmıştır:

1) demek olup bundaki bâ harf-i cerri, ayetteki liyecziye fiiline mütealliktir. Buna göre mana, "Onlara adaleti ile mükafaat vermek için..." şeklindedir. Bu durumda şöyle iki soru ortaya çıkar:

Adalet Lütfa Mani Değildir

Birinci soru: "Kist", "adalet" diye tefsir edildiğinde, adalet, ne artan, ne de eksilen birşey olur. Bu da Allahü teâlâ'nın, onların amelleri ile hakettiklerine birşeyler katmayacağını ve onlara doğrudan lütfü gereği herhangi birşey vermemesini gerektirir? Buna şöyle cevap verilir: Biz (ehl-i sünnete) göre Allah'ın mükâfaatı, zaten mahzâ lutuftur. Hem sonra insanlara hakettikterinden fazlasının verilmesinin takdir edilmesi halinde bile "kist", ücretin tastamam verilmesi manasına delâlet eder. "Fazlasını vermeyi men etme" manasına ise, "kist" kelimesi delâlet etmez.

Kâfirlere Adalet Uygulanacağı Burada Neden Bildirilmedi?

İkinci soru: Allahü teâlâ kâfirlere de "kist" (adalet) ile karşılık vermiş olduğu halde, ayette niçin bu sadece mü'minlere tahsis edilmiştir?

Cevap: Bunun mü'minlere tahsis edilmesi, mü'minterin haklarına daha fazla itina gösterildiğine ve onlara daha fazla ihtimam gösterileceğine delâlet eder.

2) Bunun manası, "iman edenleri kendi kıstları (adaletleri) ile âdil olmaları, iman edip salih amel işlemiş olmaları cihetinden nefislerine zulmetmemeleri sebebiyle ödüllendirmek için..." şeklindedir. Çünkü şirk, zulümdür. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Doğrusu, şirk. büyük bir zulümdür" (Lokman. 13) buyurmuştur. Günahkârlar da kendilerine zulmetmişlerdir. Nitekim Allah, "Onların kimi nefsine zulmedenlerdir" (Fatır, 32) buyurmuştur. Bu izah daha kuvvetlidir. Çünkü bu ifade, ayette, "Küfürlerinde ayak diretmeleri yüzünden" ifadesinin karşılığında zikredilmiştir.

Hak teâlâ "Kâfirler için ise. küfürlerinde ayak diretmeleri yüzünden, kaynar sudan bir içki ve acıklı bir azab vardır" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Vahidî şöyle demiştir; "Hamim, ateşte ısınan ve son derece sıcak olan demektir. Nitekim, "Suyu kaynattım" manasında . "O, sıcaktır, kaynardır" manasında denilir. Hamam da bu köktendir."

İnsanlar Mü'min ve Kâfir Olarak İki Kısımdır, Üçüncüsü Yoktur

Alimlerimiz bu ayeti, mükellefin mü'min veya kâfir olması dışında, üçüncü bir kısmın olmadığına delil getirmişlerdir. Çünkü Allahü teâlâ ayette, sadece bu iki kısmı zikretmiştir. Kâdî bu görüşümüze karşı şöyle cevap vermek istemiştir: "Sadece bu iki kısmı zikretmek, bir üçüncü kısmın olmadığına delâlet etmez. Bunun delili, "Allah her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünüp yürüyor, kimi iki ayağı üstünde yürüyor, kimi de dört ayağı üstünde yürüyor" (Nur, 45) ayetidir. Bu ifade, dördüncü bir kısmın olmadığına delâlet etmez. Aksine biz diyoruz ki: Bu gibi yerlerde, çoğu kez ya sadece maksad olan; yahut ekserisi zikredilir, geri kalanlar ise, bir başka yerde beyan edilmiş olduğu için, terkedilir. Allahü teâlâ, üçüncü kısım mükellefleri başka ayetlerinde zikretmiştir."

Kâdî'nin bu görüşüne şu şekilde cevap veririz: Ancak nâdir olan üçüncü kısımlar terkedilip zikredilmez. Halbuki fâsıkların (günahkârların), itaatkarlardan daha çok olduğu malumdur. Binâenaleyh onların bu sadedde ayrıca zikredilmemeleri nasıl makul ve mümkün olabilir?

Kâdî'nin delil getirdiği ayetle ilgili olarak da şöyle cevap veririz: Allahü teâlâ, canlıların dördüncü ve beşinci kısımlarını zikretmemiştir. Çünkü ayaklı canlıların pek çok kısmı vardır. Binâenaleyh onların hepsini tek tek zikretmek, itnâbı (lafı uzatmayı) gerektirir. Bu meselede ise, durum başkadır. Çünkü burada sadece bir üçüncü kısım vardır ki, bu da, hasmımızın (Mu'tezilî Kâdî'nin), ne mü'min ne de kâfir saydığı fâsık (günahkâr)dır. Böylece bu iki ayet adasındaki fark ortaya çıkmış olur.

5

"Güneşi ziya, ayı nur yapan, yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için ona menziller ta'yin eden O'dur. Allah bunları, gerçek bir maksatla yaratmıştır. O, bilecek kimseler için ayetlerini birer birer açıklar".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Ulûhiyyetin Bazı Delilleri

Bil ki Alan Teâlâ, uiuhiyyetine delalet eden delillerden bahsedip, sözü hasrın ve neşrin doğruluğuna çevirdikten sonra, yeniden ikinci defa uluhiyyetinin delillerini zikretmeye döndü.

Bil ki tevhid ve ulûhiyyeti isbat hususunda ön planda ele alınan deliller, göklerin ve yerin yaratılmasından çıkarılan delillerdir. Bu tür deliller, güneşin ve ayın hallerinden çıkarılan delillere işarettir. Bu son çeşit ise, haşrın ve neşrin doğruluğunu gösteren delilleri kuvvetlendirmeye işarettir. Çünkü Allahü teâlâ, mükafaatı taat ehline, cezayı da kâfirlere mutlaka vermenin gerekli olduğuna ve hikmeti gereği, iyi ile kötüyü birbirinden ayırması gerektiğinden dolayı, hasrın ve neşrin vuku bulacağını bildirmiş, daha sonra da bu ayette, sayesinde mükellefin seneleri ve hesabı bilsin, ziraat ve ekinle ilgili geçim işlerini sıraya koysun, kış-yaz işlerini yapabilsin diye, güneşi bir ziya, ayı ise bir nur kılıp, aya menziller tayin ettiğini beyan etmiştir. Binâenaleyh Allahü teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: "İyiyi kötüden, itaatkârı isyankârdan ayırmak, hikmet gereği senelerin ve ayların hallerini bildirmemi gerektirmiştir. Bundan dolayı hikmetim ve rahmetim sadece bu dünyada faydalı olan bu iş için, güneşi ve ayı yaratmayı gerektirince, hikmetimin ve rahmetimin, ebedî menfaati ve devamlı mutluluğu gerektirdiği halde, öldükten sonra iyiyi kötüden ayırmayı gerektirmesi öncelikle gerekir."

Bu ayette zikredilen, güneş ve ayın hallerinden deliller çıkarma işi, bir yönden tevhidi, -daha evvel de bahsettiğimiz gibi- bir yönden de ahireti gösteren delillerden olunca, Allahü teâlâ me'âdın (ahiretin) doğruluğunun delillerini zikrettikten sonra bu delili zikretmiştir.

İkinci Mesele

Güneşin ve ayın hallerinden, herşeye gücü yeten bir yaratıcının varlığına şöylece istidlal edilir: Cisimler, zatları bakımından, biribirlerine benzerler; mahiyetleri bakımından da biribirlerine denktirler. Durum böyle olunca, güneşe alabildiğine ziyayı ve bolca şu'ayı, aya da o ışığını vermek, hakîm ve irâde sahibi bir fâil-i muhtarın bulunmasından ötürü olmuştur.

Cisimlerin zatları ve mahiyetleri itibarıyla aynı ve denk oluşlarının delili şudur: Cisimler, hiç şüphesiz hacim, boşlukta bir yer tutma ve kütle sahibi olma özellikleri bakımından aynıdırlar. Binâenaleyh eğer onlar birbirinden farklı olabilmişse, bu farklı oluş. "Farklılığı doğuran husus, müşterek olunan şeylerden başkadır" zarurî prensibinden ötürü, hacim ve kütle özelliklerinin ötesinde birşey olmuş olur. Durum böyle olunca da biz diyoruz ki: "Maddelerde farklılığı doğuran şey, ya o maddenin bir sıfatıdır, yahut o madde onunla tavsif edilmiş olur; yahut da ne o, o maddenin sıfatı olur, ne de madde onunla tavsif edilmiş olur. Bütün bu ihtimaller olamaz.

Birinci ihtimale gelince, farklılığı doğuran o şey, maddenin zatında bulunan bir sıfat olursa, bu durumda maddelerin zatları, o sıfatlar gözardı edilerek, mahiyetleri itibarıyla denk olurlar. Durum böyle olunca da, bir cisim için doğru olan herşeyin, her cisim için doğru olması gerekir. Zaten elde etmek istediğimiz netice de budur.

İkinci ihtimal, şöyle denilmesidir: Kendisi sayesinde cisimlerin birbirinden farklı oldukları şey, cisim olma, boşlukta yer işgal etme ve bir miktarı bulunma gibi hususiyetlerdir. Buna göre biz diyoruz ki: Bunlar da bâtıldır, .o mevsûf (olan madde), ya hacmi olan, bir mekan işgal eden bir madde olur veya böyle olmaz. Birincisi bâtıldır, aksi halde onun bir başka yere muhtaç olması gerekir ve bu sonsuza kadar devam eder. Hem böyle olması halinde, mahal, hail gibi olur ve onlardan birisinin mahal, diğerinin hail olması, bunun aksinin olmasından daha evlâ olmaz. Bu durumda da, onlardan herbirinin diğeri için hem mahal, hem de hail olması gerekir ki bu imkansızdır. O mahallin, hacmi olduğu halde boşlukta bir yer işgal etmemesine gelince, biz diyoruz ki: Bu gibi şeylerin, bir mekana tahsis edilmeleri ve bir cihetle alâkaları yoktur. Halbuki cisim, mekâna tahsis edilmiştir ve bir cihette bulunur. O halde bir mekânda, bir yerde ve bir cihette bulunması gereken o şeyin, bir mekân ve cihette bulunması imkânsız olan o şeyde bir hail olması imkânsız olur.

Üçüncü ihtimale gelince ki bu, "Sayesinde bir cismin diğer bir cisme muhalif olduğu şey olup, ne cisimde bir hâil (hulul etmiş)dir, ne de onun mahallidir" şeklindeki sözdür, bu da bâtıldır. Çünkü böyle olması halinde o şey, kendisiyle ilgisi ve alâkası olmadığı halde, cismiyyetten farklı bir şey olmuş olur ki, bu durumda, zâtları bakımından cisimlerin zâtları, mâhiyyetlerinin tamamında denk ve eşit olmuş olur ki, işte elde edilmek istenen netice de budur. Böylece, bütün cisimlerin, mahiyetlerinin tamamında denk ve eşit oldukları sabit olmuş olur. Bu sabit olunca da biz diyoruz ki, mâhiyyetlerinin tamamında eşit olan şeyler, mâhiyyetlerinin levazımında (ayrılmaz vasıflarında) da denk olurlar. Bu sebeple, onlardan bir kısmı için geçerli olan her şeyin, geriye kalanlar için de geçerli olması gerekir.

Bu sebeple, güneşin kütlesine alabildiğince parlak bir ışık tahsis edildiğine göre, bu alabildiğince parlak ışığın, ayın kütlesine de tahsis edilmesi gerekirdi. Bunun aksi de, bunun gibidir. Durum böyle olunca da, alabildiğince parlak ışığın güneşin kütlesine, (buna nisbetle) daha zayıf bir ışığın ayın kütlesine tahsis edilmesi, bir muhassisin tahsisi, bir mucidin icadı, bir takdir edenin takdiri ile olması gerekir ki, işte elde edilmek istenen netice budur.

Böylece, bu alabildiğince parlak aydınlığın güneşe, diğerinin de aya tahsis edilmeleri, bir yaratıcının yaratması ile olduğu sabit olur. Böylece de, kesin aklî delillerle, Hak Subhanehu ve Teâlâ'nın, "Güneşi ziya. âyı nûr yapan... O'dur" buyruğunun yerinde ve doğru olduğu doğrulanmış olur ki, işte elde edilmek istenen netice de budur.

Ziya Kelimesinin İzahı

Ebu Ali el-Farisî şöyle demiştir: (......) kelimesi, şu iki şeyden birisidir:

a) Bu ya, tıpkı (cem'i:) Kamçı; (cem'i:) havuz kelimelerinde olduğu gibi, (ışık, ziya) kelimesinin çoğuludur.

b) Yahut (kalkmak), (oruç tutmak, kelimeleri gibi, ) fiilinin masdarıdır. Bunu, hangi izaha hamladersen et, mutlaka bir muzâf mahzûf demektir. Buna göre ayetin takdiri, (Güneşi, ışıklı ve ziyali; ayı da, nurlu kıldı) şeklinde olur. Bunun, bundan başka şekilde olması da mümkündür. Zira, güneş ve aydaki ziya ile nur, çok ileri derecede olunca, ay ile güneş, sanki ziya ve nurun kendisi gibi kabul edilmiş olurlar. Bu, kerim olan bir kimseye tıpkı, "O, muhakkak ki, mahza kerem ve mahza cömertliktir'" denilmesi gibidir."

Dördüncü Mesele

Vahidî şöyle demektedir: "Kunbül'ün rivayetine göre İbn Kesir, iki hemze ile (......) şeklinde okumuştur. Alimlerin çoğu, Kunbül'ün bu hususta hata ettiği kanaatindedirler.

Çünkü, (......) kelimesinin yâ'sı, tıpkı kıyam ve siyam kelimelerinin yâ'sı gibi, vâvdan çevrilmiştir. Binâenaleyh, buradaki hemzenin bir izahı yoktur." Vahidî, sözüne devamla şöyle demiştir: "Uzakça bir ihtimal olarak, şöyle bir izah yapılabilir: Hemze olan lâmu'l-fiil, aynın yerine alınmış, vâv olan aynu'l-fiil de, lâmu'l-fiilin yerine götürülmüştür. Fakat zâid olan eliften sonra, kelimenin sonunda vâv bulununca, tıpkı (sulama) kelimesinde olduğu gibi, vav hemzeye dönüşmüştür." Allah en iyisini bilendir.

Beşinci Mesele

Bil ki nûr, fazlalığı, veya azlığı kabul eden bir keyfiyyettir. Çünkü, sabahın nuru ve aydınlığı, güneş doğmadan önce günün ilk anındaki nur ve aydınlıktan; bu da, güneş doğarken, duvarların yüzeyinde bulunan nûr ve aydınlıktan; bu da, duvarlar üzerinde, vuran güneşten dolayı parlayan nurdan; bu da, bizzat güneşin kütlesinde bulunan nûr ve aydınlıktan daha zayıf ve düşüktür.

Işık ismi verilen bu keyfiyyetin kemati, güneşin cisminde hissettiğin şeydir. Işığın, güneşte bulunan mertebesinden daha kuvvetli bir mertebesinin bulunup bulunmadığı konusu, aklın duraklaması gerektiği hususlardandır,

İnsanlar, güneşten çıkan bu ışınların cisim mi, araz mı oldukları hususunda ihtilâf etmişlerdir. Gerçek olan, bunların araz olmalarıdır. Araz, hususi bir niteliktir, keyfiyyettir. Bunun bir araz olduğu sabit olunca, onun bu âlemde meydana gelmesi, güneş yuvarlaklığının tesiriyle midir, yoksa Allahü teâlâ'nın, kanunu, âdeti üzere, güneş yuvarlağına tekabül eden kütlelerde yaratmasından ötürü müdür? İşte bunlar, çok derin birtakım meselelerdir ki, bunun tafsilatına girmek, ancak aklî ilimlere uygun düşer.

Bunu iyice kavradığında biz diyoruz ki: Nûr, bu keyfiyetin aslına denifmektedir. Dav' (ziya) ise, bu keyfiyyet mükemmel ve çok ileri derecede olduğunda, verilen isimdir. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, güneş ile kaim olan keyfiyyeti ziya; ay ile kaim olan keyfiyyeti de nûr diye adlandırmış olmasıdır. Güneşle kaim olan keyfiyyetin, ay ile kaim olan keyfiyyetten daha güçlü ve daha mükemmel olduğunda şüphe yoktur. Cenâb-ı Hak bir başka yerde de "Gökte (...) bir çerağ ve nurlu bir ay yaptı" (Furkan, 61) "Güneşi de bir kandil (olarak) asmıştır " (Nuh, 16) ve "parıl parıl parıldayan bir kandil astık" (Nebe. 13) buyurmuştur.

Ayın Menzilleri

Cenâb-ı Hak, "Ona menziller tayin etti" buyurmuştur. Bunun bir benzeri de, "Ay (a gelince): Biz ona da menzil menzil miktarlar tayin ettik" (Yasın, 39); ayetidir. Bu hususta, şu iki izah yapılmıştır:

a) Bu ifadenin manası, "Allah, onun üzerinde hareket edeceği yolu, yörüngeyi, menziller halinde takdir etti" şeklindedir.

b) Mânânın, "Allah ayı menzilli olarak takdir etti" şeklinde olmasıdır. (......) ifadesindeki mef'ul, hu zamirinin neye râci olduğu hususunda du şu iki izah yapılmıştır:

Yedinci Mesele

(......) ifadesindeki mef'ul, hu zamirinin neye raci olduğu hususunda da şu iki izah apılmıştır:

a) Bu zamir, hem güneşe, hem de aya râcidir. Sözü veciz hale getirmek gayesiyle zamir müfred (tekil) getirilmiştir. Aslında o, tesniye anlamındadır. Bilinenle yetinildiği için, müfred getirilmiştir. Zira, senelerin sayısı ve hesabı, ancak güneş ve ayın hareketleri vasıtasıyla bilinirler. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'ı ve Resulünü razı etmeleri daha doğrudur" (Tevbe. 62) ayetidir.

b) Bu zamirin, sadece aya râci olmasıdır. Zira aylar, ayın hareketiyle bilinir. Bu böyledir, zira, şeriatta nazar-ı dikkate alınan aylar, hilâlin görülmesine dayandırılmıştır. Yine, şeriatta nazar-ı dikkate alınan yıl da, kamerî senedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Hakikaten ayların sayısı Allah yanında, Allah'ın kitabında... oniki aydır" (Tevbe, 36) buyurmuştur.

Ay ve Güneşin Faydaları Hakkında

Bil ki canlıların, güneşin ışığı ve aytn nurundan efde ettikleri yarar, pek büyüktür. Güneş, gündüzün; ay da, gecenin sultanıdır. Güneşin hareketiyle yıl, dört mevsime ayrılır. Dört mevsim sayesinde de âlemin işleri düzene girer. Ayın hareketiyle de aylar meydana gelir. Onun ışığının azalıp çoğalmasına göre de, bu âlemin nem ve ısısının halleri değişir. Günlük hareket sebebiyle de, gündüz ve gece meydana gelir. O halde gündüz, kazanıp çalışmak için tayin edilmiş bir zaman; gece de, istirahat için tayin edilmiş bir zamandır. Biz, güneşin ve ayın faydalarıyla alâkalı olarak, daha önce, buna uygun olan ayetlerin tefsirlerinde geniş izahlarda bulunmuştuk. Bütün bunlar, Allah'ın mahlûkat üzerindeki rahmetinin çokluğuna, O'nun onlara olan ihtimam ve ilgisinin büyüklüğüne delâlet eder. Zira biz, cisimlerin, mahiyyetleri itibariyle birbirine denk olduklarına işaret etmiştik. Her ne zaman böyle olursa, her cisme muayyen bir şeklin, muayyen bir yerin ve konumun, muayyen bir mekânın ve muayyen bir sıfatın verilip tahsis edilmesi, ancak hakîm, rahîm, kadir ve kahir olan bir Müdebbir'in yönetmesiyle olur. Bu da, feleklerin hareketleri, güneş, ay ve yıldızların seyri sebebiyle bu âlemde meydana gelen bütün bu menfaatların ancak, müdebbir, güçlü, rahîm ve hakim olan bir varlığın yaratmasıyla meydana geldiğine delâlet eder. Allah, zalimlerin, kendisi hakkındaki iddialarından münezzehtir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu delilleri iyice izah edince, bunu, "Allah bunları, ancak gerçek bir maksadla yaratmıştır" buyurarak sona erdirdi. Bu, "Allahü teâlâ, onu, hikmetine ve maslahata uygun olarak yarattı" demektir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "... Göklerin, yerin yaradılışı hakkında inceden inceye düşünürler de: "Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın, Sen, her türlü noksandan münezzehsin!" (al-i imran, 191) ve "O göğü, yeri ve bunlar arasında bulunan şeyleri biz boşuna yaratmadık. Bu, o kâfirlerin zannıdır" (Sad, 27) ayetleridir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır;

Birinci Mesele

Kadî şöyle demiştir: Bu ayet, cebrin bâtıl olduğuna delâlet eder. Zira Allahü teâlâ, şayet, her zulmü dilemiş, her çirkini yaratmış ve her sapıtanı saptırmayı irade etmiş olsaydı. O'nun kendi kendini, "Allah bunları ancak gerçek bir maksatla yaratmıştır" diye nitelemesi doğru olmazdı.

İkinci Mesele

İslâm feylesofları şöyle demişlerdir: "Bu, Allahü Teâlâ'nın, feleklerin ve yıldızların kütlelerine, sayesinde bu süflî âlemin işlerinin intizama girdiği muayyen ve güçlü özellikler verdiğine delâlet etmektedir. Zira, feleklerin ve yıldızların, bu âlemde tesirleri ve faydaları olmasaydı, o zaman onları yaratmak boş, bâttl ve anlamsız olurdu. Halbuki nasslar, buna ters düşer. Allah en iyisini bilendir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, ayetlerini iyice açıkladığını beyân buyurmuştur. "Tafsil etmek" kahir ve ezici, net ve açık olan bu delilleri, birbiri ardınca açıklayarak sıralamak demektir. (......) ifadesinde iki kıraat bulunur: İbn Kesir, Ebu Amr ve Asım'ın ravisi Hafs, yâ ile yufassılu; diğer kıraat imamları ise nün ile nufassılu şeklinde okumuşlardır.

Daha sonra "bilecek kimseler için..." buyurulmuştur. Buradaki bilme hakkında iki görüş vardır:

1) Bundan maksad, herkeste bulunan akıldır.

2) Bundan maksad, düşünebilen, mahlukatın faydalarını ve Allah'ın ihsanının eserlerini görebilen kimselerdir. Birinci görüştekilerin delili, lafzın (ifadenin) umumi oluşudur. İkinci görüştekilerin delili ise şudur: Allahü teâlâ'nın bu bilmeyi, alimlere has kılmış olması imkansız değildir. Çünkü bu delillerden istifade eden onlardır. Bu tıpkı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) herkesi uyarmak için gönderildiği halde, Hak teâlâ'nın "Sen, ancak ondan korkacak kimseleri uyarma durumundasın (Naziât. 45) buyurması gibidir.

Yaratıkların Yaratıcıya Delil Olması

6

"Gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, göklerde ve yerde yarattığı şeylerde Allah'ı sayan kimseler için, nice ayetler vardır!".

Bil ki Allahü teâlâ, ilk olarak göklerin ve yerin yaratı masıyla; ikinci olarak güneş ve ayın halleriyle; üçüncü olarak bu ayette, daha önce de Bakara süresindeki (Bakara, 104) ayetinin tefsirinde de geçtiği gibi, gece ve gündüzün değişmesinden meydana gelen faydalarla; dördüncü olarak da, göklerde ve yerde yaratmış olduğu her şey ile tevhidine ve ulûhiyyetine istidlal etmiştir ki, işte bütün bunlar, bu âlemde meydana gelen envai türlü hadiseler olup, dört kısma münhasırdır:

1) "Enâsır-ı erbea"da (Dört unsur: Hava, su, toprak ve ateşte) meydana gelen haller. Gök gürültüsü, şimşek, bulut, yağmur ve kar'la ilgili durumlar buna dahil olduğu gibi; denizler, med ve cezir, yıldırım, zelzele ve çökme ile ilgili haller de buna dahildir.

2) Madenlerin halleri ki, bunlar çok şaşırtıcıdır.

3) Bitkilerin farklı farklı halleri.

4) Canlıların envâı türlü halleri. İşte bu dört kısmın hepsi de, Cenab-ı Hakk'ın "Göklerde ve yerde Allah'ın yarattığı şeyler., ' buyruğunun muhtevasına dahildirler. Bu âlemin hallerini genişçe anlatmak, bir cilt esere sığmayan şeylerdendir. Hatta, bundan da öteye, akıllı kimselerin (âlimlerin) bu âlemin çeşitli halleri hakkında bildirdikleri bütün şeyler, bütün ilimler, bu konuya dair yazılmış bir özettir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu delilleri beyan ettikten sonra, "Allah) sayan kimseler için nice ayetler vardır!" buyurmuştur. Böylece bu delillerin, muttaki olan kimselere has olduğunu bildirmiştir; zira onlar, kötü akibetten sakınırlar. Böylece de bu durum, onları düşünmeye ve tefekküre davet eder. Kaffâl şöyle demektedir: "Kim bu âlemin halleri hakkında düşünürse, dünyanın, insanların bedbaht olmaları için yaratılmadığını dünyayı ve insanları yaratanın, o insanları ihmal etmediğini; aksine, dünyayı onlar için bir ibadet ve çalışma yeri kıldığını anlar. Durum böyle olunca da, mutlaka emir ve nehyin; sonra da, iyi insanı kötülük işleyenden ayırdetmek için mükâfaat ve cezanın bulunması gerektiği meydandadır. İşte bütün bu haller gerçekte, mebde' ve meâdın olacağının doğruluğuna delâlet etmektedir.

Ahireti İnkâr Edenlerin Durumu

7

Âyetin tefsiri için bak:8

8

"Öldükten sonra dirilip bize kavuşacağını ummayan, dünya hayatına razı olan ve onunla sükûna dalan kimselerle, bunca ayetlerimizden gafil olanlar yok mu? işte onların, irtikâb etmekte oldukları şirk ve masiyetler yüzünden varacaklar: yer, ateştir".

Bil ki Allahü teâlâ, rahîm ve hakîm olan bir ilâhın varlığını isbat ederek, meâd, haşr ve neşr'in gerçekliğine ve doğruluğuna delâlet eden kesin delilleri getirince, müteakiben bunları inkâr edenlerle onlara iman edenlerin durumlarının izahına başlamıştır. Bunları inkâr edenlerin durumlarının izahı, işte bu ayette ele alınmıştır.

Bil ki Allahü teâlâ, onları şu dört sıfatla nitelemiştir:

Birinci sıfat: Hak teâlâ'nın öldükten sonra dirilip bize kavuşacağını ummayanlar" kısmının ifade ettiği husustur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Recâ"nın Manası

Bu ifadede yer alan "recâ"nın ne demek olduğu hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür " Birinci görüş: İbn Abbas, Mukâtil ve Kelbî'nin görüşü olup, buna göre mana, "onlar öldükten sonra dirilmekten korkmazlar" şeklinde olur ki bu, "Onlar, bunu nazar-ı dikkate almaz ve bundan korkmazlar. Zira onlar, buna iman etmezler" demektir. Buradaki "recâ" tabirinin "korku" ile tefsir edilmesinin delili de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen ancak ondan korkacak kimseleri uyarma durumundasm" (Nâziat, 45) ayetiyle, "onlar, Kıyametten korkanlardır" (Enbiyâ, 49) ayetidir. "Recâ"nın "korku" manasına alınması caizdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ne oluyor size ki. siz, Allah'ı sayıp O'ndan çekinmiyorsunuz?" (Nuh, 13) buyurmuştur. Şair el-Hüzelî de, onu sktuğu zaman, artık bir daha onun sokmasından korkmaz" demiştir.

İkinci görüş: Buradaki "reca" kelimesinin "ummak" manasında tefsir edilmesidir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, (......) tabirinin manası, "Onlar, bizim sevabımızı ummazlar.." şeklinde olur ki, böylece buradaki "recâ", zıddı ye's ve ümitsizlik olan ümit manasına gelmiş olur. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "mezardakilerden olan kâfirler nasıl ümitlerini kestilerse, öylece onlar da ahiretten ümitlerini kesmişlerdir" (Mumtehine, 13) ayeti gibidir.

Bil ki, "recâ"yı, korku anlamına almak uzak bir ihtimaldir. Zira, zıddı, zıd ile tefsir etmek caiz değildir. Burada, "recâ" tabirini, zahirî manasına hamletmekte kesinlikle bir engel bulunmamaktadır. Bunun delili şudur: "Allah'a kavuşmak"tan maksad, ya Allah'ın celâlinin kuluna tecellî etmesi ve O'nun azamet ve kibriyasının nurunun, o kulunun ruhunda işrak edip parlamasıdır; yahut da bundan murad, Allah'ın mükafaat ve rahmetine ulaşıp onu elde etmektir.

Eğer birinci durum olursa, ki bu, derecelerin en büyüğü, mutlulukların en üstünü ve hayırların en mükemmelidir- o zaman aklı olan bunu nasıl ummaz ve temenni etmez?

Eğer ikincisi olursa da, durum yine aynıdır. Çünkü herkes, Allah'dan, kendisini O'nun mükâfaatına ve rahmetinin üstün derecelerine ulaştırmasını ümit eder ve bekler. Durum böyle olunca da, Allah'a iman eden herkes, O'nun mükâfaatını umar. Allah'a ve âhiret gününe iman etmeyenler ise, böyle bir ümidi kendisi için ibtâl etmiş demektir. İşte bundan dolayı, böyle bir ümit taşımamayı, Allah ve âhiret gününe iman etmemekten kinaye kılmak pek güzel ve yerinde olmuştur.

Lika Kelimesinin İzahı

"Lika", bir şeye ulaşmak demektir. Bu, Allah hakkında imkânsızdır. Zira Allah, sınırdan ve bir nihayeti olmaktan münezzehtir. Şu halde, bu tabirin "görmek" manasından mecaz kılınması, bu mânaya alınması gerekir ki bu, açık ve net bir mecazdır. Nitekim birisini gördüğünde, "Falancayla karşılaştım" dersin. Bunu, "Allah'ın mükâfaatıyla karşı karşıya kalma anlamına hamletmek, daha fazla takdir yapmayı gerektirir ki, bu, delilin hilâfına bir hareket tarzı olur.

Bil ki: Kesin delillerle sabit olmuştur ki insanın, ölümden sonra mutluluğu, kendisinde marifetullahın tecelli edip bu nurun kendisini iyice aydınlatmasındadır. İşte bu tecellinin en ileri derecesi "rü'yetullah" (cemâlullahı görme) olup en büyük saadettir.

Binâenaleyh, kim bunu arzulamaktan gafil olur, ondan yüz çevirir ve ölümden sonra da yeme, içme ve cinsî münasebet gibi maddî zevkler bulma arzusuyla yetinirse, işte o kimse sapıklardan olur.

İkinci sıfat: "dünya hayatına razı oldular.." cümlesinin ifade ettiği husustur.

Bil ki, birinci sıfat, o kimsenin kalbinin, manevî lezzetleri talep etmekten uzak ve rabbanî bilgilerle meydana gelecek mutluluktan yoksun olduğuna; bu sıfat ise, onun, maddî lezzetlere dalıp, sadece onlarla yetindiğine işarettir.

Üçüncü sıfat: 'Ve onunla sükûna daldılar" buyruğu ile ifâde edilip bununla ilgili birkaç mesele vardır.

Mü'min ve Kâfirin Vasfı Hakkında

Mutlu insanların niteliği şudur: Allah zikredildiğinde, onlarda bir çeşit korku ve ürperti meydana gelir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir..." (Enfâl, 2) buyurmuştur. Bu hâl kuvvet kazanıp güçlendiğinde onlar için, Allah'ı anmakla bir sükûn ve itminan hasıl olur. Nitekim Allah, "Haberiniz, olsun ki kalbler ancak, Allahı anmakla itminana erer" (Rad.28) buyurmuştur. Bedbaht ve mutsuz kimselerin sıfatı, dünyanın fani, gayrimeşrû zevkleri peşinde koşmakla itminana kavuşmalarıdır. İşte bu ayetteki (......) kelimesi bunu ifade eder. İtminanın manası, onların kalblerinden bu ürpertinin kaybolmasıdır. Dolayısiyle onlar, uyarıldıkları zaman kalbleri ürpermez, o kalbler âdeta Allah anıldığı zaman bir gibi olurlar.

İkinci Mesele

Lisandaki yaygın kullanılışa göre (......) denilmesi beklenirdi. Fakat, harf-i cerlerin birbirleri yerine kullanılması güzel ve uygundur. İşte bundan dolayı bu ayette (......) denilmiştir.

Dördüncü sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın, "bunca ayetlerimizden gafil oldular..." buyruğunun ifâde ettiği husustur. Bu, "Onlar, Likâullah'ı talep etmekten yüz çevirme hususunda, herhangi bir şeyi ömür boyu hatırına getirmeyen gafil kimseler durumunda mütâlâa edilmişlerdir. Netice olarak diyebiliriz ki bu dört sıfat, onların uhrevî ve manevî mutluluk duymayı arzulamaktan çok uzak olup, sırf maddî şeylerle meşgul olarak dünyevî mutluluktan başka bir şey düşünmediklerine delâlet etmiştir.

Ateşin Çeşitleri

Bil ki Allahü teâlâ, onları bu dört sıfatla vasfetmeyi müteakip "İşte, irtikâb etmekte oldukları şirk ve masiyetler yüzünden onların varacakları yer ateştir" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili iki mesele bulunmaktadır:

Ateş, birkaç çeşittir:

Birinci Mesele

1) Gözle görülen, aydınlatıcı ve yakıcı olan, tabiatı gereği yükselen maddî ateştir. Mezkûr delillerle, cennet ve cehennemi ikrar etmek gerektiği için, bunu kabul etmek de şarttır.

2) Manevî ve aklî olan ateş. Bunu, şu şekilde izah edebiliriz: Bir kimse, bir şeyi alabildiğince sever de, sonra da bir daha ona ulaşamıyacağı bir biçimde o şeyi elden çıkarırsa bu durum, o kimsenin gönlünü yakar. Böylece her insan, "Falancanın, o sevdiği şeyden ayrıldığı ve onu elde edemediği için, kalbi yanıyor; onun içi tutuşmuş" der. Bu tür ateşin elemi ve acısı, maddî ateşin elem ve acısından daha güçlü ve daha kuvvetlidir.

Meşru Daire İle Gayr-i Meşru Dairenin Mukayesesi

Bunu iyice kavradığında, biz deriz ki: Maddî şeyleri sevmeye dalan ve rûhânî âlemi sevmekten gafil olan ruh sahibi insan öldüğünde, o rûh ile onun maşuku ve sevgilisi arasında bir ayrılık meydana gelir. İşte onun sevgilisi de, bu âlem ve bu âlemin çeşitli durumlarıydı. Bu kimsenin öteki âlem hakkında bir bilgisi ve bu âlemdeki kimselerle de herhangi bir ünsiyyeti bulunmuyordu. Böylece bu kimsenin hali. sevgilisiyle başbaşa oturması engellenen ve hiç bilmediği bir yerdeki karanlık bir kuyuya atılan kimse gibi olur. İşte bu insan son derece yalnızlık çeker ve ruhu da alabildiğinde acı duyar. İşte burada da böyledir.

Ama bu maddi âlemden uzak duran, onun kötülük ve kusurlarının farkında olan, "Urvetu'l-Vüskâ"ya, en sağlam kulpa sarılmada alabildiğine istekli ve Allah'ı o nisbette çokça seven kimselere gelince, bunların durumu da, karanlık, kokmuş, eziyet verici haşerat, yılan çıyanla dolu, öldürücü belâların bulunduğu bir hapishanede iken birden hapishanenin kapısı açılarak, oradan çıkarılan ve dostlarıyla, eşleriyle ve sevgilileriyle beraber hükümdarı Allah'a kavuşan kimsenin durumuna benzer. Bu, tıpkı, "Kim Allah'a ve peygambere itaat ederse işte onlar. Allah'ın, kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddîklarla. şehîdlerle, iyi adamlarla beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştır!" (Nisa. 69) ayetinde bahsettiği gibidir. İşte bu, ruhanî, manevî ateş ile, manevi cennetin tanımına bir işarettir.

İkinci Mesele

Hak teâlâ'nın "İrtikâb etmekte oldukları şirk ve masiyetler yüzünden.. "buyruğundaki "bâ" edatı. o azabın meydana gelmesinde müessir olan şeyin kendi amelleri olduğunu ihsas ettirmektedir. Bunun bir benzeri de, "Bunun sebebi, ellerinizin önceden yaptığı şeylerdir; bir de Allah'ın kullarına hakikaten zulümkâr olmamasıdır" (Enfal. 51) ayetidir.

Müminlerin Cennete Girmeleri

9

Âyetin tefsiri için bak:10

10

"îmân edip de sâlih ameller işleyenlere gelince, onların Rabbi, imanları sebebiyle, kendilerini altlarından ırmaklar akan Naîm cennetlerine erdirir. Bunların oradaki duaları, "Allahım, seni tesbîh ve tenzih ederiz!" (sözüdür). Oradaki tahıyyeleri, selamdır. Onların dualarının sonu da "Elhamdülillahi Rabbi'l-âlemin" demektir".

Bil ki Allahü teâlâ, önceki ayette, inkarcıların ve kâfirlerin durumlarını ortaya koyunca, bu ayette de mü'minlerin ve hakkı bulanların durumlarını anlatmıştır. Yine bil ki Allahü teâlâ bu ayette, önce mü'minlerin vasıflarından, daha sonra ikinci olarak da-, o mü'minlerin elde edecekleri güzel hallerden ve yüksek derecelerden bahsetmiştir.

Mü'minlerin halleri ve sıfatları, ayette, "İman edip de sâlih amel işleyenlere gelince" buyruğu ile anlatılmaktadır. Bu ifâdenin tefsir hususunda şu izahlar yapılabilir:

Birinci izah: İnsan ruhunun iki kuvveti vardır:

a) Nazarî kuvvet (tefekkür kuvveti): Bu kuvvetin en mükemmeli, eşyayı tanıma hususundadır. Bu şekilde elde edilen bilgilerin başı marifetullahdır (Allah'ı bilip, tanımaktır).

b) Amelî kuvvet. Bunun da en mükemmeli, hayırları ve taatları yapmada olup salih amellerin en önemlisi ve başı da hizmetullah (Allah'a ibadet ve hizmet)tir. O halde, Hak teâlâ'nın, ifadesi, marifetullah demek olan, en mükemmel nazar" kuvvete; "salih amel işleyenler" ifadesi de, hizmetullah demek olan, en mükemmel amelî kuvvete işaret olmuş olur. Nazarî kuvvet, şeref ve mertebe bakımından, amelî kuvvetten önce geldiğinden, onun ayette daha önce zikredilmesi gerekmiştir.

İkinci izah: Kaffâl şöyle demiştir: "İman edip, sâlih ameller işleyenler.. buyruğunun manası. "Kalbleri ile tasdîk edip, sonra da bu tasdiklerini, peygamberlerin ve Allah katından olan kitapların ' getirdiği (bildirdiği) sâlih amelleri yaparak gerçekleştirenler..." şeklindedir."

Üçüncü izah: (......) kelimesi, "Kalblerini ve ruhlarını, marifetullahı elde etme yolunda meşgul edenler" manasındadır; "Salih ameller işleyenler.. " buyruğu, "bütün organlarını hizmetullah ile meşgul edenler" demektir. O halde onların gözleri, ibret almakla meşguldür. Nitekim Cenâb-ı Allah, "işte ey akıl ve basiret sahipleri, siz bundan ibret alın" (Haşr, 2) buyurmuştur. Onların kulakları Allah'ın kelâmını dinlemekle meşguldür. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onlar Peygambere indirilen Kur'an'ı dinledikleri vakit, hakkı tanıdıklarından dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün" (Mâide.83) buyurmuştur. Onların dilleri, Allah'ı anmakla meşguldür. Nitekim Cenâb-ı Hak, 'Ey iman edenler Allah'ı çok zikredin" (Ahzâb. 41) buyurmuştur. Onların uzuvları da Allah'a itaat etme ile meşguldür. Nitekim Allahü teâlâ, "Göklerdeki ve yerdeki her gizliyi (meydana) çıkaran, (kalblerinde ne gizliyorlar, dilleriyle ne söylüyorlarsa hepsini bilen Allah'a secde etmemek için, bunu yapıyorlar...) (Neml 25) buyurmuştur.

Bil ki Allahü teâlâ o mü'minleri, "iman edip. sâlih ameller işleyen" kimseler olarak tavsif edince, bundan sonra da, onlara yapılacak ilahî ikramların ve mutluluklarının derece ve mertebelerini zikretmiştir. Bunların dört derece ve mertebesi vardır:

İman Ehlini Bekleyen Saadet

Birinci derece: "Onların Rabbi. İmanları sebebiyle kendilerini, altlarından ırmaklar akan Naîm cennetlerine erdirir" ayetinin ifâde ettiği husustur. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetteki, "Onların Rabbi... kendilerine hidayet eder" ifadesi ile ilgili bazı izahlar yapılmıştır:

a) Allahü teâlâ onları, imanlarına ve sâlih amellerine bir mükafaat olarak, cennete iletmiştir. Bu izahın doğruluğuna şu deliller delâlet etmektedir:

1) Cenâb-ı Hak "O gün, mü'minleri ve mü'mineleri, nurları önlerinden ve sağlarından koşar olduğu halde görürsün..."(Hadid, 12) buyurmuştur.

2) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şu hadis rivayet edilmiştir: "Mü'min kabrinden dirilip çıktığı zaman. amelleri on un için güzel bir şekle büründürülür. Amelleri ona, "ben. senin amelinim (ibadetlerinim)" der ve o ameller onun için bir ışık, cennete ulaştıran bir vasıta olur. Kâfir de kabrinden çıktığında, onun amelleri de onun için kötü bir şekle sokulur. Derken amelleri ona. "Ben senin amelinim" der ve onu cehenneme sokuncaya kadar, onunla birlikte gider. " Kenzu'l-Ummal 14. Cilt, 38963. Hadis.

3) Mücâhid şöyle demiştir: "Mü'minlerin, sayesinde cennete gittikleri bir nur bulunur."

4) Aklî bir izaha göre, iman, insana kutsî âlemden gelip katılan bir nurdur. Bu nûr, mü'minin kalbi ile kutsî âlem arasında uzanan bir ip gibidir. Binâenaleyh bu nurânî ip mevcut olursa, kul o nura uymaya ve böylece kutsî âleme dönmeye güç yetirebilir. Fakat bu nurânî ipi mevcut olmaz ise, insan dalâletler âleminin karanlıklarında şaşırıp kalır. Bundan Allah'a sığınırız.

b) İbnu'l-Enbârî şöyle demiştir: "Onların imanları, onları birtakım marifetullah ile ilgili hasletlere, lafızlarla ilgili meziyetlere, inceliklere ve sayesinde kalblerinin aydınlanacağı nur parıltılarına iletir. İşte bu sayede bütün şekk ve şüpheler onlardan zail olur. Bu tıpkı, "Hidayeti kabul edenlere gelince, Allah onların hidayetlerini artırmıştır" Muhammed, inayetinde ifade edildiği gibidir. İşte bu artırmalar, bu faydalar ve meziyetler insanın ölümünden önce dünyada gerçekleşebildiği gibi, ölümden sonra ahirette tahakkuk etmesi de mümkündür.

Kaffâl şöyle demiştir: "Ayeti bu manaya alırsak, ayet: "Rableri onları, imanlarına hidayet eder, ulaştırır ve altlarından ırmaklar akan cennetlerine erdirir" demek olur. Fakat tecrî (akar) ifadesinin başındaki "vâv" hazfedilmiş ve bu ifade, kendisinden önceki ile (nahiv bakımından) irtibatı olmayan müste'nef bir haber cümlesi kılınmıştır.

Ayeti Anlamak İçin Bazı Mukaddimeler

c) Bu ayetin tefsirini yapabilmek için, bazı mukaddimelerin ortaya konulması gerekir:

İlim Nur, Cehalet Zulmettir

Birinci mukaddime: İlim, (adetâ) bir nûr; cehalet ise, bir zulmet (karanlık)tır. Akıl da, bunun böyle olduğuna şahittir. Şu da buna delildir: Sen, iki kişiye kıymetli ve çok güzel bir meseleyi sunduğunda, diyelim ki, onlardan biri bu meseleyi kavrar, diğeri ise anlamaz. İşte bu noktada, meseleyi anlayanın yüzünün parladığını, açıldığını ve aydınlandığını; anlamayanın yüzünün ise, karardığını, ekşidiğini ve buruştuğunu görürsün. İşte bundan dolayı Kur'an örfünün, ilim ve imanı "nûr" diye; cehalet ve küfrü "zulmet" diye ifâde etme şeklinde cereyan ettiğini görürsün.

Ruh İle Madde Arasındaki Fark

İkinci mukaddime: Rûh, tıpkı bir levha; ilim ve bilgiler de sanki onun üzerine işlenmiş nakışlar gibidir. Burada şöyle bir incelik vardır: Maddî olan levhalar üzerine, maddî nakışlar işlendiğinde, bu nakışların o levha üzerinde bulunması, başka nakışların aynı levha üzerine işlenmesine manîdir. Fakat rûh, levhasının özelliği böyle değildir. Çünkü ruh, bilgi ve ilim nakışlarından uzak ve boş olduğunda, yeni ilim ve bilgileri elde etmesi zorlaşır. Binâenaleyh bu ruhun sahibi gayret edip, o ilimlerden birşeyler elde edince, elde ettiği o şeyler, diğer bilgileri kolayca elde etmeye yardımcı olurlar. Elde edilenler ne kadar çok olursa, diğerlerini elde etmek de o nisbette kolaylaşır. O halde, maddi levha üzerindeki nakışlar, birbirinin orada bulunmasına mani olduğu halde, ruhani nakışların bazısı ise diğerlerinin elde edilmesine yardımcı olur. Bu da, ruhanî âleanin hallerinin, maddî âlemin hallerinden farklı olduğuna delâlet eder.

Üçüncü mukaddime: Salih ameller, nefsi, dünyayı bırakıp, ahirete yönelmeye sevkeden işlerdir. Kötü ameller ise, bunun tam zıddı olan amellerdir.

Bu mukaddimeleri iyice anladığında biz diyoruz ki: İnsan, Allah'a iman ettiğinde ruhu, bu bilginin nuru ile aydınlanır. Sonra bu kimse, sâlih amellere devam ettiğinde, âhirete yönelmek ve dünyadan yüz çevirmek hususunda, onda yerleşik bir meleke meydana gelir. Bu haller, ne kadar mükemmel olursa, nefsin diğer bilgileri elde etme istidadı o nisbette güç ve kuvvet bulur. Bu istidad da ne kadar güçlü ve mükemmel olursa, marifetin yükselişi de o nisbette çok ve parlaklığı ile ışıldaması da o nisbette kuvvetli olur. Bilginin ve akıl nurlarının derecelerinin ve mertebelerinin sonu olmadığına göre, ayetteki "Onların Rabbi imanları sebebi ile, kendilerine (...) hidayet eder." buyruğu ile işaret olunan bu hidayetin dereceleri de, hiç şüphesiz sonsuz olur.

İkinci Mesele

Ayetteki, "Altlarından ırmaklar akar" buyruğundan maksad: "Onlar, önlerinden nehirler akarken cennetlerde, yüksek yüksek koltuklar üzerinde otururlar" manasıdır.

Bunun bir benzeri de, "Rabbin senin, altında bir su arkı vücûda getirmiştir" (Meryem, 24) ayetidir." (su arkı) kelimesi, Meryem'in üzerinde oturduğu şeydir. Ama bu, "önünde akan" demektir. Hak teâlâ'nın, "(Firavun) "Altımdan akan şu ırmaklar benim değil mi?" dedi" (Zuhruf, 51) ayeti de bu manadadır. Bu, "Önümden akan şu ırmaklar" demektir. Burada da böyledir.

İman Ve Bilgi Münasebeti

İman, marifet ile o marifete dayanan ve bilgi cinsinden olan hidayet (doğruyu bulma) demektir. Cenab-ı Hak, ayette "Rableri, onları imanlarına hidayet edip erdirdi" buyurmayıp, "Onların Rabbi, imanları sebebiyle, kendilerini Naim cennetlere hidayet eder" buyurmuştur ki bu da, iki mukaddimeyi bilmenin, neticeyi bilmeyi gerektirmediğine, aksine iki mukaddimeyi bilmenin, insanın neticeyi kabul etmesine, tam bir istidadın meydana gelmesine sebep olduğuna ve bu istidâd meydana geldiğinde, bunun Hak teâlâ'dan olduğuna delâlet eder. İşte filozofların, "mutlak feyiz sahibi, gerçek cömert, sadece ve sadece Allah Subhânehû ve Teâlâ'dır" şeklindeki sözleri, bu manayadır.

İkinci derece: "Bunların oradaki duaları. "Allah'ım, seni tesbih ve tenzih ederiz" buyruğunun anlattığı mertebedir. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır;

Da'va Kelimesinin İzahı

Ayetteki (duaları) ifadesi ile ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır:

a) Bu kelime, "dua" manasınadır (şikayet etmek) denildiği gibi, ve da denilir. Bu sebeble bazı müfessirler, ayetteki bu kelimeye, "Onların duaları..." manasını vermişlerdir. Cenâb-ı Hak da, cennetlikler hakkında, "Orada onların isteyecekleri herşey onlarındır (onlara verilir)" (Yasin, 57) ve "Onlar orada, emîn emîn. meyvenin her türlüsünü isteyip (elde ederler)" (Duhân, 55) buyurmuştur. Cennetliklerin "Allahım" şeklindeki sözleri de ayetteki, "da'vâ" kelimesinin "dua" manasına olduğunu teyid eder. "Allahümme" kelimesi Allah'a karşı bir nidadır. Onların "Sübhaneke Allahümme." sözleri, "Biz, seni tesbih ve tenzih ediyoruz" demektir. Bu tıpkı Kunut duasını okuyanın, "Allahım, biz ancak sâna ibadet ederiz..." demesi gibidir.

b) Buradaki "da'vâ" kelimesinden, "ibâdet etme" manası kastedilmiştir. Bu, "Siz; ve sizin Allah'dan başka çağırdıklarınızı, yani taptıklarınızı bırakıp çekiliyorum..."(Meryem, 48) ayetinde olduğu gibidir. Buna göre ayetin manası, "Cennetliklerin, Allah'ı tesbih edip, O'na hamdetmekten başka bir ibadetleri yoktur. Onların bu zikirle meşgul olmaları, mecbur oldukları için olmayıp, Allah'ı zikretmekten dolayı bir zevk aldıkları içindir" şeklindedir.

c) Bazı alimler "Ayetteki "da'vâ" kelimesi ile, iki hasımın birbiri aleyhindeki iddiaları manasının kastedilmiş olması uzak bir ihtimal değildir. Buna göre ayet, "Cennetlikler gerek dünyada gerek âhirette, Allah'ı her türlü eksiklik ve noksanlıktan tenzih edip, O'nun ulûhiyyetini kabul etme davasındadırlar" demektir" demişlerdir.

Kaffâl şöyle demiştir: "Bu mananın aslı da "dua"ya dayanır. Çünkü hasım, karşıdaki hasmını, aralarında hükmedecek birisine da'vet eder, çağırır."

d) Ebu Müslim: "Bu kelime, "onların sözü, ikrarı ve nidası" manasınadır" demiştir ki o nida da ehl-i cennetin, "Subhâneke Allahümme.." şeklindeki sözleridir.

e) Kâdî şöyle demiştir: "Hak teâlâ'nın böyle buyurmaktan maksadı, "Onların Allah'ı takdis ve tenzih etmedeki yolları şöyle şöyledir" manasıdır. Bundan bu mananın kastedildiğinin delili şudur: Ayetteki "Subhâneke Allahümme" tabiri ne bir duâ. ne de bir da'vâdır. Fakat bir şeyi iddia eden, devamlı onu söyleyip durduğu için, "da'vâ" kelimesi, bu devamlı anmaktan ve peşine düşmekten kinaye kılınmıştır. Binâenaleyh eh!-i cennet bu zikre devam ettikleri için, buna "onların da'vası" denilmiştir."

f) Kaffâl şöyle demiştir: "Hak teâlâ'dan "Onların dua edip isteyecekleri herşey onlarındır" (Yasin. 57) ayetine. "Arzu ve temenni edecekleri herşey onlara verilir" manası verilmiştir. Nitekim Araplar "arzu et, temenni et" manasında, "Benden dilediğini iste" derler."

İbn Cüreyc de şöyle demiştir: "Ayetteki, "Bunların oradaki duaları, "Allahım, seni tesbih ve tenzih ederiz" tabirinin manasının şu şekilde olduğu bana haber verildi: "Cennetliklere, yemeyi arzu ettikleri bir kuş yanlarından geçtiğinde, onlar "Allahım seni tesbih ve tenzih ederiz" derler ve bunun üzerine melekler, onlara o arzu ettikleri şeyi getirirler. Buna göre ayetin manası, "Onlar herhangi birşey arzu ettiklerinde, "Subhâneke Allahümme derler" şeklinde olur. Binâenaleyh ayetteki "da'vâ" kelimesinden maksad, onların kalblerinde meydana gelen temenni ve arzu olmuş olur.

Yapılan bu açıklamada, bir öncekinden daha üstün ve kıymetli şöyle bir taraf vardır: Onların cennetteki temennîleri, Allah'ı tesbih etmektir. Yani onların arzu ettikleri şeyi arzu edişleri, ancak Allah'ı tesbih, takdis ve tenzîhdedir."

Kaffâl yine şöyle demiştir: "Bu ayetin, onların, dünyada iken, harb zamanlarında, kendisine tam güvenip, yardım isteyecekleri kimseleri çağırmış olmaları manasına gelmesi de muhtemeldir. Bu tıpkı onların "Ey falanca ailesi, soyu..." demeleri gibidir. Böylece Allahü teâlâ o cennet ehlinin, cennetteki ünsiyyetlerinin, Allah'ı anmakla, sükûn ve itminanlarının Allah'a hamd etmekle; tad alışlarının ise Allah'ı tesbih ile olduğunu haber vermiştir."

İkinci Mesele

Ayetteki "Subhâneke Allahümme.." ifadesi ile ilgili olarak şu iki izah yapılır:

Birinci İzah: Bu, şöyle diyenlerin görüşüdür: "Cennetlikler bu sözü, arzu ettikleri şeyi istemenin alâmeti kılmışlardır. Nitekim İbn Cüreyc, "Onlara, yemeyi arzu ettikleri bir kuş uğradığında onlar, "Subhâneke Allahümme" derler ve böylece arzu ettikleri şey kendilerine getirilir. Arzu ettikleri şeyi elde ettikleri zaman da, "Elhamdülillah Rabbi'l-âlemin" derler" demiştir.

Kelbî de, "Ayetteki "Subhâneke Allahümme" hitabı, cennetlikler ile onlara hizmet edenler arasında bir alâmettir. O hizmetçiler, cennetliklerden bu sözü duyunca, onlara arzu ettikleri şeyi getirirler" demiştir. Bil ki bu izah, bana göre çok zayıftır. Bunun izahı birkaç yönden yapılabilir:

a) Bu sözün neticesi, cennet ehlinin, bu yüce ve şerefli zikri, yiyecekleri, içecekleri ve cinsî münasebette bulunacakları sırada, isteklerinin bir alameti kılmak demektir ki bu da son derece değersizdir.

b) Allahü teâlâ, cennetliklerden bahsederken, "Arzu edecekleri kuş etleri de onlarındır." (Vâkıa, 21) buyurmuştur. Binâenaleyh onlar, kuş eti yemeyi arzuladıklarında, onların onu açıkça istemeye ihtiyaçları yoktur. Onların, onu istemeye ihtiyaçları olmadığına göre, bu görüş sakıt olur.

c) Bu, sözün çok kıymetli ve yüce olan zahirî manasından vazgeçilerek, lafzın asla hissettirmediği ve taşımadığı değersiz bir manaya hamledilmesini gerektirir ki. bu olamaz.

İkinci izah: Bu tabirin izahı sadedinde şöyle de denilebilir: Cennetliklerin, Allahü teâlâ'yı tesbîh, takdîs ve sena ile meşgul olmaları, onların mutluluklarının bu zikirde bulunması ve onların bundan son derece haz duyup sevinmelerinden ötürüdür Onların hallerinin mükemmelliği, ancak bununla hasıl olur. İşte bu görüş, vazgeçileniiyecek dosdoğru bir-görüştür. Bu duruma göre, ayetle ilgili olarak şu tefsirler yapılır:

a) Kâdî şöyle demektedir: "Allahü teâlâ bu sûrenin başındaki, "İman edip. sâlih amellerde bulunanlara, adaletiyle mükafaat vermek için.. "(Yûnus. 4) ayetinde de buyurduğu gibi, müttakîlere büyük bir mükafaat vaadetmiştir. Binâenaleyh cennetlikler, cennete girip de o büyük nimetleri aynen bulduklarında Allahü teâlâ'nın kendilerine o nimetleri vaadedişinde sâdık olduğunu anlarlar. İşte tam o sırada "Sübhâneke Allahümme!" derler. Bu söz, "Seni, vaadinden caymaktan, yalan söz söylemekten tenzih ve takdis ederiz" demektir."

b) Şöyle diyebiliriz: Saîdlerin (cennetliklerin) mutluluklarının son noktası ile, peygamberlerin ve velilerin derecelerinin sonu, Allah'ın celâlini bilmenin dereceleri ile mutlu olmayı istemeleridir.

Bil ki Allah'ın zâtını bilmek ve O'nun hakikatinin künhüne varmak, mahlûkat için imkansız olan şeylerdendir. Bu hususta en son nokta, Allah'ın selbî veya izafi sıfatlarını bilmektir. Onun selbî sıfatları, "celâl sıfatları" diye; izafî sıfatları da, "ikram sıfatları" diye adlandırılmıştır. İşte bundan ötürü, en mükemmel ve en yüce zikir, bu iki hususa hasredilmiştir. Nitekim Hak teâlâ "Celâl ve ikram sahibi Rabbinin ismi ne yücedir" (Rahman, 78) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de "Yâ ze'l-celâl ve'l-ikrâm" zikrine devam ediniz" Müsned, (4/177); Tirmizî, Daavât, 92 (5/540). buyurmuştur. Selbî sıfatlar, derece ve mertebe bakımından izafî sıfatlardan önce olduğu için, sözde de, "celâl" sıfatı, "ikram" sıfatından önce zikredilmiştir. Saîdlerin mutluluklarının son noktasının bu iki makamda olduğu sabit olunca, hiç şüphesiz, Hak teâlâ, onların bu yüce ve kıymetli zikre devam ettiklerini belirtmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın celâlinin ve uluhiyyetinkı, ikramının ve ihsanının basamaklarının sonu olmadığı gibi, kutsi ruhların, bu ilâhî ve ulvî makamlardaki terakkilerinin derecelerinin de nihayeti yoktur.

c) Mukarreb melekler Allah Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'i yaratmazdan önce de, hep bu zikre devam ederlerdi. Görmüyor musun ki onlar, "Biz seni, hamdinle tesbih ve takdis ediyoruz" (Bakara, 30) diyorlar. Hak teâlâ, âlemi yaratmazdan önce, mukarreb meleklerin yapmış oldukları o yüce zikrin aynısını, âlem sona erdikten sonra, âdemoğullarından sa'îd olanların yapacaklarını göstersin diye, sa'îdlere bunu ilham etmiş ve onlar da böylece tesbih ve hamdde bulunmuşlardır. Bu zikir, işte böyle yüce bir şerefi taşıyınca, bunun namazın evvelinde de okunması ile ilgili rivayetler gelmiştir. Çünkü namaz kılan kimse tekbir aldığında, Übr "Allahım, seni hamdinle tesbih ederim. İsmin yücedir ve şanın âlîdir. Senden başka Hah yoktur" Tirmizî, Salât, 179 (2/11), der.

Üçüncü derece: Bu, Hak teâlâ'nın "(Onların) oradaki tahiyyeleri selâmdır" buyruğunun ifâde ettiği husus olup, müfessirler bu hususta şöyle derler: "Hem cennetliklerin biribirlerine karşı, hem de meleklerin onlara karşı selamlaşmaları, "setâm" diyerek olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Melekler de her bir kapıdan onların yanına girer ve "selâmün aleyküm" derler"(Rad. 23-24) buyurmuştur. Cennetlikleri Allah'ın selamlaması da, "selâm" sözü iledir. Nitekim Cenâb-ı Allah, "Onların, rahîm olan Rablerinden sözlü bir de "selâm" vardır" (Yasin, 58) buyurur." Vahidî: "Buna göre bu, masdarın mefûlüne muzâf olması kabilinden bir şeydir" der.

Bence burada şöyle bir başka izah daha vardır: Cennetliklerin bu sözü durmadan söylemeleri, dünyada iken çeşitli afetler ve korkularla dotu bir yerde bulunduklarını hissettirmektedir. Binâenaleyh onlar dünyadan kurtarılıp, Allah'ın ikramına nâif olduklarında, o âfetlerden tamamen kurtulmuş, o korkulardan emin olmuş olurlar, Allahü teâlâ onların bu hususu andıklarını şu ayette haber verir: "(Onlar şöyle) derler: "Bizden tasayı gideren Allah a hamdolsun! Gerçekten Rabbimiz gafur ve şekûrdur. Fazlından dolayı bizi. ebedî durulacak bir yurda göçtürdü. Orada bize hiçbir yorgunluk değmeyecek ve hiçbir usanç dokunmayacak" (Fâtır, 34-35).

Dördüncü derece: Ayetteki "Onların dualarının sonu da "Elhamdülillahi Rabbi'l-âlemin"dir" ifâdesi ile anlatılan husustur. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Biz, bir kısım müfessirlerin, bu kudsî ve yüce kelimeleri, ehl-i cennetin yeme ve içme ile ilgili halleriyle alâkalı kılarak şöyle dediklerini nakletmiştik: Cennetlikler bir şey arzuladıklarında: "Sübhâneke Allahümme..."; onu yiyip bitirdiklerinde de: "Elhamdülillahi Rabbi'l-âlemin" derler. Bu görüşü ileri sürenlerin, dünyada da âhirette de aklı fikri yeme içmeden öteye geçememiştir. Bu gibi insanların, behâim (hayvanlar) zümresinden sayılmaları ne kadar yerindedir!

Hakkı bulan tahkik ehline gelince, onlar bu görüşü benimsemernişlerdir. Onların bu husustaki görüşleri şudur: Hasan el-Basrî Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Nasıl (dünyada) size nefes alıp vermeniz ilham ediliyorsa, cennetliklere de hamd ve tesbih etmeleri ilham edilir" Müslim, Cennet, 16 (4/2181) buyurduğunu rivayet etmiştir.

Zeccâc da şöyle demiştir: 'Allahü teâlâ, cennetliklerin Allah'ı ta'zîm ve tenzih ile başlayıp, O'na şükr ve sena ile bitirdiklerini haber vermiştir."

Ben derim ki, bu konuda şu şekilde bazı izahlar da yapılabilir;

1) Cennetlikler "Sübhâneke Allahümme ve bi-hamdike" zikri ile bahtiyar olup, içine düşmüş oldukları korku ve âfetlerden emîn olma halini bizzat müşahede ettiklerinde, bu yüce haller ile kudsî makamların hepsinin, ancak Hak Subhânehû ve Teâlâ'nın ihsanı, fazlı ve in'âmı ile müyesser olacağını anlarlar. İşte bundan dolayı, Allah'a hamd-ü sena ederek, "Elhamdülillahi Rabbi'l-âlemin" derler. Söz, bu ifâde ile son bulmuştur. Çünkü onların, Allahü teâlâ'yı tesbih ve temcîd (ululama) ile meşgul olmaları. Allah'ın onların üzerindeki en büyük nimetlerindendir. Nimete şükür ile meşgul olmak ise, ancak o nimeti gördükten sonra olur. İşte bundan dolayı cümle, bu hamd ifâdesi ile sona ermiştir.

2) Her insanın, kuvvetine göre yükseleceği nokta vardır. Binâenaleyh insan bazan, o noktadan aşağı doğru iner, bazan da oraya doğru yükselir. Ariflerin ve sâdıkların miracı (yükseleceği yer), Allah'ı bilmek, O'nu tesbih etmek ve O'na hamdetmektir. Binâenaleyh onlar, "Sübhâneke Allahümme" dediklerinde, miracın bizzat içinde olmuş olurlar. Onlar oradan, mahtûkât âlemine doğru indiklerinde, o iniş esnasında meydana gelen şey, muhtaç olan herkese hayırları saçmadır ki, bu hususa ayette, ""(Onların) oradaki tahiyyeleri selamdır" ifadesi ile işaret edilmiştir. Daha sonra o kimse, yeniden miracına yükseldiğinde, "Elhamdülillahi Rabbi'l-âlemin" der. İşte bu yüce söz de, kulun iniş ve çıkışındaki durumunun farklılığına bir işarettir. Ayetteki "Allah" lafzı, Hak Subhânehû ve Teâlâ'nın zâtının ismidir. Binâenaleyh kul bazan, O'nun celâl sıfatlarına bakar. İşte buna "Sübhâneke" (seni tenzîh ve takdis ederim!) ifadesi ile işaret edilmiştir. Kul, daha sonra bu noktadan Allah'ın zâtının celâlinin huzuruna, insanın takatinin elverdiği bir biçimde yükselme çabasına girer ki buna da, "Allahümme..." (Allahim!.) tabiri ile işaret edilmiştir. Okul, bu noktadan yükselip, bu nurların başlangıçlarını yarıp geçince, ikram âlemine döner ki buna da, "Elhamdüliliahi Rabbil-âlemin" tabiri ile işaret edilmiştir. İşte bütün bunlar, kalbime doğan, aklımdan geçen izahlardır. Binâenaleyh eğer bunlar doğru iseler, bu muvaffakiyyet Allah'dandır. Yok eğer böyle değil ise, Allah'ın rahmetine güvenmekten başka elden ne gelir?

İkinci Mesele

Vahidî şöyle demiştir: "Ayetteki (......) kelimesindeki en, aslında enne kelimesinden hafifletilmiştir. İşte bundan ötürü, hafifletildiği için, fiile benzemekten uzaklaştığından dolayı amel etmemiştir. Bu tıpkı, şu şiirde olduğu gibidir:

"Durum şudur ki. ister, yalınayak olsun, isterse ayakkabılı (nalinli). herkes yok olucudur..." Bu, takdirindedir. "Nazm" adlı eserin sahibi, bu ayetteki en lafzının, zaide olduğunu ve bunun takdirinin şeklinde olduğunu söylemiştir ki bu, nazar-ı dikkate alınacak bir görüş değildir. Bazıları da bu lafzı şeddeli olarak ve "hamd" kelimesini mansûb olarak, (......) şeklinde okumuşlardır.

11

"Eğer Allah, insanlara hayrı çarçabuk istedikleri gibi, şerri istediklerinde de çabucak verseydi elbette onların vadeleri dolar, işleri bitirilirdi. Fakat, biz, bize kavuşmayı ummayanların böyle azgınlıkları içinde şaşkın şaşkın dolaşmalarına meydan veriyoruz"

Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Nübüvvetin Gerçekliği

Bana öyle geliyor ki, bu surenin baş kısımları, nübüvveti inkâr edenler ve verilen cevaplarla beraber, onların şüphelerinin zikredilmesi hususundadır.

Birinci şüphe: İnkarcılar, Allahü teâlâ'nın, nübüvveti Hazret-i Muhammed'e tahsis etmesine şaşıyorlardı. Böylece, Allahü teâlâ onların bu teaccüblerini, "İçlerinden birisine bizim vahiyde bulunmamız, o insanların teaccübünü mü celbetti? (Yunus, 2) buyurarak izâle etmiş, daha sonra da tevhîdin ve meâdin delillerini ele almıştır. Bu cevabın neticesi şudur: "Ben, size, sadece tevhidi ve meâdi ikrar etmeniz gerektiği hükmünü getirdim ve bunların doğruluğunu delillendirdim. Binâenaleyh, sizin benim peygamberliğimden dolayı bir hayrete düşmenizin bir anlamı kalmadı..."

Ayetin, Makabli İle Münasebeti

İkinci şüphe: Onlar devamlı olarak, "Şayet, Muhammed'in, peygamberlik iddiası hususunda söyledikleri şeyler hak ise, Allahım, bizim üstümüze gökten taş yağdır yahut bize çok çetin bir azâb ver!" diyorlardı. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, bu ayette beyan buyurdukları ile, bu şüphelerini cevaplandırmış olmaktadır. Ayetin, daha önceki kısımla münasebetini göstermek için söylenebilecek söz budur.

Bu hususta şu izahları yapanlar da bulunur:

1) Kâdî, şöyle demiştir: "Allahü teâlâ, vaad ve vaidi ile alâkalı şeyler hususunda beyanatta bulununca, bunun peşinden, vaad ve vaîdinin bu dünya hayatından sonra olması gerektiğine delâlet eden şeyi getirmiştir. Zira vaad ve vaîdin bu dünyada gerçekleşmesi, âdeta imtihan sırrını ortadan kaldırır, mükellefiyetin devamına mâni olur.

2) Kaffal'in ileri sürdüğü şu husustur: "Allahü teâlâ, kâfirleri, "Allahın likasını ummayanlar, dünya hayatına razı olanlar, onunla sükûna erenler ve Allah'ın ayetlerinden gafil olanlar..." diye tavsif edince, peygamberin onları her uyarmasında bilmeyerek ve akılsızlık ederek ilahî azabın hemencecik gelmesini istemelerinin de, onların gafletlerinden biri olduğunu beyân buyurmuştur."

Kâfirlerin Peygamberlerden Azab İstemeleri

Allahü teâlâ pek çok ayetinde, o müşriklerin, bu dünyada ilahî azabın inmesiyle tehdit edildikleri her defasında bu azabın hemen gelmesini istediklerini haber vermiştir. Nitekim onlar, "Hani bir zaman da: "Allahım. eğer bu, senin katından gelmiş hak kitabın kendisi ise, durma, bizim üstümüze gökten taş yağdır, yahud bize acıklı bir azâb getir" demişlerdi " (Enfal, 32)demişlerdir. Cenâb-ı Hak da, 'İsteyen biri, inecek bir azabı istedi.." (Mearic, 1) buyurmuştur. Sonra onlar bu ayette, âhiret azâbıyla, -ki bu, "işte onların, irtikâb etmekte oldukları, şirk ve masiyetler yüzünden varacakları yer, ateştir" (Yunus, 8) diye beyan buyurulmuştur- tehdit edilince, onlar bu azabın hemen gelmesini isteyerek, "Bu ne zaman olacak?!.." demişlerdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ona iman etmeyenler, onun çabucak gelmesini isterler... "(Şûra, 18) buyurmuştur. Keza şu ayetler de onların bu azabı istediklerini bildirir: "Eğer iddianda sadık ve doğru iseniz, bu vaad ne zaman gelecek? (söyleyin)" derler...";....."Halbuki siz onun mutlaka gelmesini isteyip duruyordunuz" (yunus, 48-51): Ra'd suresinde de "Müşrikler senden İyilikten önce, çarçabuk kötülük isterler. Halbuki onlardan evvel nice ukubet misalleri gelip geçmiştir" (Ra'd, 6) buyurmuştur. Böylece Cenâb-ı Hak onların, kendilerine şer gelmesini hemen istemelerinde bir fayda bulunmadığını, zira O'nun bu azabı onlara vermesi halinde, onların helak olacaklarını, zira onların bu dünyadaki yapılarının ve bedenlerinin buna tahammül edemiyeceğinı, onları imha etmekte bir maslahatın bulunmayacağını, bundan sonra belki onların iman edebilecekleri ve onların sulblerinden mü'min kimselerin gelebileceğini beyan etmiştir ki, bu da Allah'ın bu şerri onlara hemen vermemesini gerektirir.

Üçüncü Mesele

Ayetin lafzında şöyle bir müşkilat bulunmaktadır: Cenâb-ı Hakk, fiiline, nasıl fiiliyle mukabele etmiştir? O'nun, ta'cil fiiline "ta'cil"; "isti'câl" fiiline de "isti'câl" ile mukabele etmesi gerekmez miydi?

Buna birkaç yönden cevap verilebilir:

a) Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Bu ifadenin aslı, "Şayet Allahü teâlâ, hayrı insanlara ta'cil ettiği gibi, şerri de ta'cil etseydi (...)" şeklindedir. Fakat Cenâb-ı Hakk'ın onlara hemen icabet ettiğini, isteklerini hemen yerine getirdiğini ihsas etmek için, burada isti'câl, "ta'cîl" yerinde kullanılmıştır. Böylece, onların hayrı istemeleri, (isti'câileri) onlar için âdeta bir ta'cîl (arzularının yerine getirilmesi) olarak ifade edilmiştir.

b) Bazı kimseler şöyle demişlerdir: Senin Mi şeklindeki sözünün manası, "Onun acele etmesini istedim" şeklindedir. Yine, bir şeyi acele olarak yapıp yerine getirdiğinde, dersin. Böylece sanki sen o işte acele etmeyi istemiş olursun. İsti'câl kelimesi, bu manayı daha açık ve daha net olarak ifade eder. Buna göre ayetin manası, "Şayet Allahü teâlâ insanlara hayrı hemen, acele olarak murad ettiği gibi, şerri de hemen murad etmiş olsaydı, onların vadeleri dolar, işleri bitirilirdi" şeklinde olur. Bu görüşün sahibi, "Böyle olması halinde, ayetin zahirî manasından udûl etmeye gerek kalmaz" demiştir.

c) Bir şeyde acele eden herkes, onu, hemen acele olarak yapmayı istemiş demektir. Bu böyle olunca da, bir işi hemen acele yapan kimse - mu'accil- onu hemen acele yapmayı istemiş olan kimse -müsta'cil- gibi olmuş olur. Böylece ayetin takdiri, "Şayet Allahü teâlâ, onlara hayrın hemen gelmesini istediği gibi, şerri de hemen vermeyi isteseydi.." şeklinde olur. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hak kendisini, aceleyi meydana getirmekle, onları da, bu aceleyi istemekle vasfetmiştir. Zira, Allahü teâlâ'ya yakışan, tekvin; onlara yakışan ise, talebtir.

Dördüncü Mesele

Allahü teâlâ bu ayette, azaba şer adını verdi. Çünkü azâb, azâb gören için bir eziyet ve ona göre bir kötülüktür. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, (Ra'd, 6) ve (Şûra, 40) buyruklarında;azâbı, "seyyi'e" diye adlandırması gibidir.

Beşinci Mesele

İbn Âmir, ayet-i kerimedeki kısmını; kadâ ileyhim ecelehüm şeklinde okumuş olup, manası: "Allah onların ecellerine hükmederdi.." demektir. Bu okuyuşu, Abdullah İbn Mesûd'un "Onlara, ecellerini hükmederdik.." şeklindeki okuyuşu da destekler. Diğer kıraat imamları da meçhul siğasıyla, (......) şeklinde okumuşlardır.

Altıncı Mesele

O müşriklerin, hayrı hemen acele istemelerinin manası şudur: Onlara çok şiddetli bir musibet geldiğinde, o belâyı kaldırması için Allah'a dua ederlerdi. Cenâb-ı Hak bu hususu, "Sonra size herhangi bir keder ve musibet dokunduğu zaman, ancak Ona tazarru ve feryâd edersiniz.."(Nahl, 53) ve "insana sıkıntı dokunduğu zaman yanı üstü... bize dua eder"(Yunus, 12) gibi pekçok ayetinde beyan etmiştir.

Yedinci Mesele

Birisi, bir soru sorup da şöyle diyebilir: "Cenâb-ı Hakk'ın, "işte biz, bize kavuşmayı ummayanların böyle azgınlıkları içinde serseri serseri dolaşmalarına imkân veriyoruz...' ifadesinin, daha önceki kısımla alâkası nasıldır ve bunun manası nedir?"

Cevap: Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğu, acele etmeme anlamını ihtiva etmektedir. Buna göre sanki, Allah onlar için serde acele etmez ve onların, hemen ecellerine hükmetmez. Eğer böyle yaparsa, O onları kendi tuğyanları, azgınlıkları içinde bırakmış olur. Yani, daha sonra onları susturmak için, tuğyanlarına rağmen onlara mühlet verir.

Sekizinci Mesele

Alimlerimiz şöyle derler: Allahü teâlâ, onlar hakkında tuğyan ve şaşkınlıkla hükmedince, onların böyle olmamaları imkânsız olur. Aksi halde, Allah'ın doğru ve sâdık olan haberinin, yalana; ilminin cehle; hükmünün de batıla dönüşmesi gerekir ki, bütün bunlar Allah hakkında imkânsızda. Diğer taraftan Cenâb-ı Hak, buna rağmen onları mükellef tutmuştur ki, bu âdeta iki zıddı bir arada bulundurmayı teklif etme gibi olmuş olur"

12

"İnsana sıkıntı dokunduğu zaman yanı üstü, yahut otururken veya ayakta iken bize duâ eder. Fakat biz onun sıkıntısını giderdik mi, sanki kendisine dokunan sıkıntıdan dolayı bizi hiç çağırmamış gibi çekip gider, işte haddi aşanların yapageldikleri ameller, kendilerine böyle süslenmiştir".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Ayetin Önceki Kısımla Münasebeti

Ayetin, daha önceki kısımla münasebeti hususunda şu iki izah yapılabilir:

a) Allahü teâlâ, bir önceki âyette, kuluna bu dünyada azabını indirmesi halinde helak olacağını ve onun eceline hükmedeceğini beyan edince, bu ayette de, bu husus bir önceki ayette azâb indirmesi halinde öleceğine dair bahsetmiş olduğu hususu kuvvetlendirsin ve tekid etsin diye, bu ayette de onun son derece zayıf ve alabildiğine acil olduğuna delâlet eden ifâdeleri zikretmiştir.

b) Allahü teâlâ, onların kendilerine azâb gelmesi hususunda acele ettiklerini nakletmiştir. Bu ayette ise, onların, bu isteklerinde yalancı olduklarını; zira insana, hoşlanmayıp sıkıntı verecek küçücük bir şey isabet ettiğinde, bunu kendisinden gidermesi için Allah'a yalvarıp yakardığını beyan buyurmuştur ki, bu da o insanın bu dileğinde dürüst olmadığına delâlet eder.

İnsan Sabırsız Olup Şükrü Azdır

Bu ayetin maksadı, insanın, kendisine bir musibet geldiğinde, sabrının; bir nimete mazhar olduğunda da şükrünün az olduğunu açıklamaktır. Binâenaleyh kendisine bir zarar dokunduğunda, insan ayakta iken;oturarak, yan üstü yatarak, duâ ve ibadete yönelip Allah'dan, o sıkıntısını gidermesini diler ve o sıkıntısını nimete, lûtfa ve ikrama dönüştürmesi için yalvarıp yakarır. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, insandan bunu güzel bir akibete dönüştürdüğünde, o insan şükretmez, daha önceki sıkıntıyı hatırlamaz ve kendisine yapılan nimetin kıymetini bilmez. Böylece de, sıkıntısını kaldırıp gidermesi için, Allah'a hiç duâ etmemiş kimseler gibi olur. Bu da, insanın yapısının zayıflığına ve gaflet ve şehvetin alabildiğince o insana hakim olduğuna delâlet eder. İşte bundan dolayı, Allah bu tavrın kötü bir yol olduğuna; aksine akıllı insana yakışanınsa, belâ ve musibet geldiğinde sabırlı; nimet elde ettiğinde şükreden birisi olması gerektiğine; yine, insana yakışanın, sıkıntı anında duasının kabul olabilmesi için, bolluk ve refah zamanlarında çokça duâ edip yalvarıp yakarmak olduğuna dikkat çekmek üzere bunu zikretmiştir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Sıkıntı ve musibet zamanında duasının kabul olunmasını isteyen herkes, bollun zamanında çokça yalvarıp yakarsın" Feyzu'l-Kadir, (6/150). buyurmuştur.

Sıkıntıya Duçar Olan Mümine Düşen İş

Bil ki. mü'min bir kimsenin başına bir sıkıntı ve belâ geldiğinde, şu hususları görto gözetmesi gerekir:

a) Onun, Allah'ın kaderine razı olması, gerek kalbi, gerek lisaniyle buna karşı gelmesi lazım gelir. Kula gereken budur; zira, Allahü teâlâ, her halükârda mâliktir ve kelimenin tam manasıyla hükümdar, bihakkın hâkimdir. Binâenaleyh, O'nun mülkünde ve mülkinde, istediğini istediği gibi yapma hakkı vardır. Yine o Allah, her halükârda hâkimdir. O, bâtıl ve abes, boş şeyler yapmaktan münezzeh ve uzaktır. O halde, O'nun yaptığı her şey, hikmetin ve doğrunun ta kendisidir. Durum böyle olunca da, o kimse, Allahü teâlâ'nın, o sıkıntıyı onun üzerinde bırakması halinde bunun bir "adl"; onu gidermesi halinde de bunun bir fadl, lütuf ve ihsan olduğunu bilir. Böylece de, sabır ve sükut etmesi ve dövünmeyi terketmesi gerekir.

b) O kimsenin bu esnada duâ edeceğine, Allah'ın zikri ve senâsıyla meşgul olması daha efdal olur. Çünkü Cenâb-ı Hak, hadis-i kudsisinde: "Herkim, beni anmaktan, benden birşey istemeğe fırsat bulamazsa, ben ona. benden isteyenlere verdiğimden daha güzelini ve üstününü veririm" Tirmizî, Fezâilü'l-Kur'ân. 25 (5/184).

buyurmuştur.

Bir de, Allah'ı zikirle meşgul olmak, hak ile meşgul olmaktır. Duâ ile meşgul olmak ise, nefsin hissesini istemekle meşgul olmaktır. Birincisinin daha üstün olduğunda şüphe yoktur. Sonra, duâ etmesi halinde sıkıntının giderilmesinin, kendisinin dinî hayatı bakımından hayırlı olması şartına bağlanması gerekir. Netice olarak diyebiliriz ki: Ona göre dinin, dünyaya tercih edilmesi, râcih olması gerekir.

c) Cenâb-ı Hak, o kimseden o belâyı giderdiğinde, onun, bütün gücüyle şükretmesi; bollukta ve sıkıntıda, darlık ve genişlik zamanlarında, bu şükürden uzak bulunmaması gerekir ki, işte belânın geldiği zamanda tutulacak en doğru yol budur.

Burada, bu bahsettiklerimizden daha üstün olan başka bir makam daha bulunmaktadır ki o da, tahkîk ehlinin şu sözüdür: Bir nimet elde ettiğinde, o nimeti verenle değil de, nimetle meşgul olan herkes, belâ ve sıkıntı esnasında, o belâya duçar kılanla değil, belâ ile meşgul olur. Bu gibi kimseler de, devamlı olarak bir belâ içindedirler. Belâ esnasında, onun bir belâ içinde bulunduğunda bir şüphe yoktur. Ama nimetlerin elde edilmesi esnasında onun, o nimetlerin yok olmasına dair duyduğu endişeler, belâ çeşitlerinin en kuvvetlisi olur. Böylece, her ne zaman nimet, daha mükemmel, daha leziz, daha güçlü ve daha üstün olursa, onun kaybedilme korkusu da, eziyyet cihetinden o nisbette şiddetli; ürküntü verme cihetinden de o nisbette güçlü olur. Böylece, nimetle meşgul olan kimsenin, devamlı olarak belânın derinliklerinde bulunacağı sabit olur.

Ama. nimet verildiği zaman, nimet verenle meşgul olan kimseye gelince, onun, belâ isabet ettiği zaman da kendisine o belâyı verenle meşgul olması gerekir. Nimet verenle, belâya mübtelâ kılan aynı olunca, o kimsenin bakışları devamlı olarak aynı gayeye, aynı matluba yönelik olur. Halbuki onun matlubu da. değişmekten münezzeh ve tebeddülden beri olur. Kim böyle olursa, belâ ve nimet geldiği zamanlarda, mutluluklar deryasına dalmış ve nihaî mükemmelliklere ulaşmış olur.

Bu tür beyânlar, sahili olmayan bir ummandır. Ona ulaşmak isteyen kimse, haber dinleyenlerden değil, bizzat görüp vasıl olanlardan olur.

Bu Ayette Geçen insan'dan Maksat

Alimler, Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunda geçen "insan"dan maksadın kim olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları, bununla kâfir kimsenin kasdedildiğini söylemişler, hatta bunlardan bazıları daha ilen giderek. Kur'ân'da "insan" kelimesinin geçtiği her yerde, bununla kâfirin murad edildiğini söylemişlerdir ki, bu yanlıştır. Zira Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey insan, muhakkak ki sen. Rabbine (kavuşuncaya) kadar durmadan didineceksin, nihayet Ona ulaşacaksın. O zaman kitabı sağ eline verilen kimseye gelince..." (İnşikak, 6-7) ifâdesinin içine, mü'min kimselerin de girdiğinde şüphe yoktur. Cenâb-ı Hakk'ın "İnsanın üzerine uzun devirden öyle bir zaman gelip geçti ki..." (Dehr. 1); "Andolsun biz insanı çamurdan (süzülmüş) bir hülâsadan yarattık..." (Mü'minun, 12) ve "Andolsun. insanı biz yarattık. Nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu da biliriz." "(Kaf. 16) ayetleri de böyledir. Onların söylediği şey ise, gerçekten uzak bir ihtimaldir. Gerçek olansa şöyle dememizdir. Başında eliflâm bulunan müfred (tekil) lafızların kullanıldığı yerde, daha önce geçmiş ve malûm bir şey varsa, bu lafız ona hamledilir. Yok, eğer orada daha önce geçmiş, mafûm ve mahud bir şey söz konusu değilse, o kelimeyi mücmellikten ve muattai (delâletsiz) olmaktan korumak için "istiğrak" (şümul, kapsamlılık) manasına hamletmek gerekir. Buradaki "insan" kelimesi, kâfir için uygun düşer. Zira, burada bahsedilen şey, müslümana asla yakışmaz.

Dördüncü Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, yanı üstü yahut otururken veya ayakta iken bize dua eder...' buyruğu ile ilgili olarak, şu iki açıklama yapılabilir.

1) Bundan maksad, duanın hangi hallerde yapıldığını beyan etmektir. Buna göre (......) kelimesi hâl olarak kullanılan bir kelimedir. Bunun hâl'olduğunun delili ise ayette hal olan diğer iki kelimenin buna atfedilmiş olmasıdır. Buna göre kelamım takdiri şeklinde olur.

Şayet onlar, "Bu hal ifâdelerinin getirilmesinin faydası nedir?" derlerse, biz deriz ki bu, "sıkıntıya uğrayan kimse, o sıkıntı kendisinden zail oluncaya kadar, ister yan üstü, ister oturarak, isterse ayakta olsun, devamlı duâ etmekten geri durmaz..."demektir.

2) Bu üç'hâün., sıkıntının çeşitlerini ifâde etmek için gelmiş olması. Buna göre kelamın takdirî manası, "İnsana, yan üstü yatarken, veya otururken veyahut da ayakta iken bir sıkıntı isabet ettiğinde, bize duâ eder..." şeklinde olur. Bu. Zeccâc'ıngörüşı. olup, birincisi daha doğrudur. Zira, ayette bahsedilen duâ, zarar çeşitlerinin ifâde edilmesinden ziyade, sıkıntı karşısında duâ etme hallerine daha yakındır. Bir de. b. hallerin, duanın halleri olduğunu söylemek, insanın çokça duâ ettiğini ifâde etmey gerektirir. Sonra, (buna rağmen) o kimse duayı, daha sonra.tamamiyle terkeder ve bundan yüz çevirirse, bu daha da şaşırtıcı olur.

Beşinci Mesele

Ayetteki "çekip gitti" kelimesiyle ilgili olarak da izahlar yapılmıştır:

1) Bundan maksad "O, zarar kendisine isabet etmeder önceki ilk durumu üzere çekip gitti ve sıkıntıya düşme halini unuttu" manasıdır.

2) Bundan murad, "O, Allah'a yönelmeksizin, yalvarma ve yakarma yerinden çekip gitti, uzaklaştı.. Sanki, onunla hiçbir alâkası ve ilgisi yokmuş gibi..." manasıdır

Altıncı Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, "sanki kend: dokunan sıkıntıdan dolayı bizi çağırmamış gibi.. buyruğunun takdiri şeklindedir. Daha sonra. hafifletmek için, buradaki zamir düşmüştür. Bu ifâdenin bir benzeri de, "sanki onlar ... (bir müddet) kalmamışlardır" (Yunus, 45) ayetidir. Hasan el Basrt bu tabire, "O, bu hususta Allah'a duâ ettiğini ve Allah'ın o belâyı kendisinden gidermesi hususunda yapmış olduğu ihsanı unuttu..." manasını vermiştir.

Yedinci Mesele

Nazm adlı eserin sahibi şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesindeki izâ gelecek manasını ifâde için konulmuş bir edattır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "açıp giderdik mi..." buyurmuştur ki, bu ifâde mazî ifadesidir. Binâenaleyh. ayetin bu nazmı, ayetin manasının geçmişte böyle olduğuna, gelecekte de aynı şekilde olacağına delâlet eder. O halde, ayette istikbâl ifâde eden fiiller, istikbâl manasına; mazi fiili de. mazi manasına delâlet eder." Ben derim ki, aklî delil de bu manaya uygun olup bunu destekler. Çünkü insan, zayıf, aciz ve sabrı az olarak yaratılmıştır. Yine insan, mağrur, şımarık, unutkan, inatçı ve asî olarak yaratılmıştır. Binâenaleyh, onun başına bir belâ geldiğinde acziyeti ve zayıflığı onu, çokça duâ etmeye, yalvarıp yakarmaya, huşu. hudû ve inkıyadını izhar etmeye sevkeder. Başındaki sıkıntı zail olup, o rahata kavuştuğu zaman, kendisine unutkanlık hâkim olur da, böylece, Allah'ın kendisine olan lütfunu unutur, haddi aşma, azgınlık ve tuğyan, küfür ve açıktan inkâr içine düşer. İşte bütün bu durumlar, onun tabiatının ve karakterinin bir.neticesı ve hilkatinin ayrılmaz bir vasfıdır. Netice olarak diyebiliriz ki bu zavallılar, mazeretleri olmadıkları halde, mazurdurlar.

Kafire “Müsrif” Denilmesinin Sebebi

Cenâb-ı Hakk'ın "işte haddi aşanların yapageldikleri ameller kendilerine böyle süslenilmiştir..." ifadesiyle ilgili birkaç bahis bulunmaktadır: Birinci bahis: Buradaki "tezyin eden" ya Allah; ya şeytan; yahut da nefistir. Bu, cebr ve kader meselesiyle ilgili bir-husustur ki, bu mesele malûmdur.

İkinci bahis: Bu, Allah Subhânehu ve Teâlâ'nın, kâfiri niçin "müsrif, haddi aşan" diye adlandırdığının sebebini beyan etmekle ilgilidir. Bu hususta birtakım izahlar bulunmaktadır:

Birinci izah: Ebu Bekr el-Esamm, şöyle demektedir: "Kâfir, hem nefsi hem de malı hususunda israf içindedir; onları zayi etmiştir. Nefsi hususunda israfı, onun kendisini, putlara kul yapmasıdır. Malı hususundaki israfa gelince onlar, mallarını Bahîra, Sâibe, Vasile ve Hâm gibi şeylere inanmakla zayi etmişlerdir."

İkinci izah: Kadî şöyle demektedir: "Âdeti, belâ inerken, çokça yalvarıp yakarma olan: belâ zail olup da nimet inerken Allah'ı hatırlamaktan vazgeçen, O'ndan gafil olan. Ona şükretmekle meşgul olmayan herkes, dini hususunda müsrif olmuş, ondan gafil olmakla da haddi aşmış olur. Kişinin, infâkta israf etmesinde şüphe olmadığı gibi. onun bir vacibi terketmesinde veya o hususta haddi aştığı zaman bir kötülüğe yönelip. onu yaptığı zaman müsrif olacağında da şüphe yoktur."

Üçüncü izah: Bu, şu anda hatırıma gelen bir husustur: "Müsrif, adî gayeleri için çokça mal harcayan kimsedir. Dünya lezzet ve güzelliklerinin, uhrevî saadetler mukabilinde, cidden adî ve kıymetsiz oldukları malûmdur. Halbuki Allahü teâlâ, beş duyu organını, aklı. fikri, güç ve kuvveti, o yüce mutlulukları elde etmesi için o kimseye bahsetmiştir. Şu halde, kim bu kıymetli âlet ve vasıtaları, o değersiz maddî mutlulukları elde etmek için harcarsa, o önemsiz ve değersiz şeyleri elde etmek için, çok kıymetli o büyük şeyleri harcamış olur. Öyleyse bu kimsenin de müsriflerden sayılması gerekir."

Üçüncü bahis: Cenâb-ı Hakkın, kezalike ifâdesindeki kât harfi, teşbih için getirilmiş bir harftir. Buna göre mana, "Bu kâfire kötü, akıl almaz ve çirkin şeyler hoş gösterildiği gibi, "müsrife del Allah'ı ve O'nun nimetlerini anmaktan yüz çevirme ve şehevî duygularına tâbi olmak gibi yapmış olduğu şeyler hoş gösterilmiş olur " şeklinde olur.

13

Âyetin tefsiri için bak:14

14

"Andolsun ki sizden evvelki nesilleri -peygamberleri kendilerine apaçık deliller getirdikleri halde zulmettikleri. îmana gelmedikleri için- helak ettik. İşte günahkârlar güruhunu biz böyle cezalandırırız. (Onlardan) sonra, arkalarından sizi yeryüzünde halifeler yaptık, bakalım nasıl hareket edeceksiniz diye"

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Bu Ayetlerin Daha Önceki Kısımla Münasebeti

Bu, bu ayetlerin daha önceki ifâdelerle münasebeti hakkındadır. Bil ki Allahü teâlâ, o kâfir ve müşriklerin. "Ey Allah, eğer bu. senin katından (gelmiş) Hak kitabın kendisi ise durma, bizim üstümüze gökten taş yağdır, yahud bize elem veren bir azâb getir"(Enfâl, 32) dediklerini nakledip, sonra da, dualarına icabet etmede kendilerinin menfaatine olan bir şeyin bulunmayacağını belirterek onlara cevap verip, daha sonra da bu istek ve arzularında yalancı olduklarını, zira başlarına bir belâ geldiğinde onun giderilmesi hususunda kendisine yalvarıp yakarmaya başladıklarını beyân edince, bu ayette de âdeta bir tehdit gibi olan şu hususu beyân buyurmuştur: Allahü teâlâ onlara bazan, "köklerini kazıma azabını indireceğini, bunu onlardan izâle etmeyeceğini beyan etmiştir ki, O'nun bundan maksadı, bunun, onları, onların "eğer bu, senin katından (gelmiş) hak kitabın kendisi ise..." şeklindeki sözlerinden caydırmadır. Zira onlar, Allah'ın, dualarına icabet edeceğini ve üzerlerine, köklerini kazıyacak bir azâb indireceğini duyup, daha sonra da bunu, yahudî ve hristiyanlardan da müteaddit defalar işitince bu, onları bu sözü söylemekten caydırmıştır. İşte bu, ayetin daha önceki münasebeti hususunda yapılmış olan güzel ve makbul bir izahtır.

İkinci Mesele

Keşşaf sahibi şöyle demektedir: Lemmâ kelimesi ehleknâ fiilinin zarfı; ifâdesindeki vâv da, hâliyye vâvıdır. Buna göre mânâ: "Peygamberleri onlara, kendilerinin sıdklarına dair delil ve şahitler getirdiği halde, onlar yalanlayarak zulmetmişlerdi" şeklinde olur. Peygamberlerinin getirdiğim deliller ise, onların mucizeleridir.".

Cenâb-ı Hakk'ın, "imana gelmedikleri için" ifâdesinin, "zulmettiler" ifâdesine atıf olması caiz olduğu gibi, bunun bir itirâziyye cümlesi da caizdir. (......) kelimesinin başındaki lâm da olumsuzluğu tekid için gelmiştir.: Bu, "Allah, onların küfürlerinde ısrar edeceklerini biliyordu.." demektir. İşte bu Allah'ın onları sırf peygamberlerini tekzîb etmelerinden dolayı helak ettiğine delâlet eder. Binâenaleyh O, tıpkı bunun gibi, her günahkârı cezalandırır. Bu ifâde, Allah'ın Resulünü yalanlamalarından dolayı Mekkeliler için bir tehdittir. Yâ ile, yeczi şeklinde de okunmuştur.

Cenâb-ı Hakk'ın, "(Onlardan) sonra, sizi halifeler yaptık.." buyruğu, Hazret-i Muhammed'in kendilerine peygamber olarak gönderildiği kimselere bir hitâb olup, sizin, hayrı mı şerri mi yapacağınızı görelim ve amellerinize göre size muamele edelim diye, helak ettiğimiz o ümmetlerden sonra, sizi yeryüzünde halifeler yaptık..." demektir.

Geriye ise, ayetle ilgili şu iki soru kalmıştır:

Allah Hakkında "Nazara" Tabirinin Kullanılması

Birinci soru: İçinde, "mukabele" "bir şeyin karşısında bulunma" mânâsı olduğu halde, nazara fiilinin Allah hakkında kullanılması nasıl caiz olmuştur?

Cevap: Nazara (baktı) lafzı, kendisine bir şüphenin arız olamayacağı, gerçek ve hakiki ilim hakkında istiare yoluyla kullanılmış ve bu ilim, bakanın bakışına, görüp, müşahede edenin de görmesine teşbih edilmiştir.

İmtihan İşinin Allah'a İsnadı?

İkinci soru: "(Onlardan) sonra, arkalarından sizi yeryüzünde halifeler yaptık, bakalım nasıl hareket edeceksiniz diye..." buyruğu, Allahü teâlâ'nın, onlar var olmadan önce, onların hallerini ve durumlarını bilmediğini ihsas ettirmektedir.

Cevap: Bundan murad, Allahü teâlâ'nın, tıpkı, onları onlardan sâdır olana göre cezalandırması için, onların ne yapacağını bilmek isteyen kimsenin muamelesi gibi muâmele etmesidir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "hanginizin daha güzel amel edeceğini imtihan etmek için... " (Mülk, 2) ayeti gibidir. Bu tür ayetler, daha önce geçmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Dünya yeşil (güzel) ve tatlıdır. Ve şüphesiz Allah da, sizin ne yaptığınızı görsün diye, sizi o dünyaya halifeler yapmıştır" Tirmizi, Fiten, 26 (4/483); lbn-i Mace, Fiten, 19 (2/1325) buyurmuştur, Katâde de, "Rabbimiz Allah doğru söyledi. O, amellerimize bakıp, ne yapacağımızı görmek için, bizi yeryüzünde halifeler kılmıştır. O halde Allah'a, gece gündüz hayır işler yapıp gösteriniz" demiştir.

Üçüncü Mesele

Zeccâc şöyle demiştir: "Ayetteki keyfe kelimesi i'rab bakımından mahallen mansub olup, onu ta'melûn fiili nasbetmiştir (yani o, bu fiilin mef'ûlüdür). Zira bu lafız bir istifham edatı değil, harftir. İstifham edatında, kendinden önce bulunan kelimeler amel edemezler. Eğer sen, "Hayıc mı, yoksa şer mi işleyeceğini görelim" demiş olsaydın, "hayır" ve "şer" kelimeleri üzerinde âmil olan, fiili olmuş olur.

15

"Ayetlerimiz onlara apaçık deliller olarak okunduğu zaman, bize kavuşmayı ummayanlar, "Ya (bize) bundan başka bir Kur'an getir, yahut onu değiştir" dediler. De ki: "Onu kendiliğimden değiştirmem, benim için olmayacak şeydir. Ben, bana vahyolunandan başkasına tabi olmam. Eğer Rabbirhe isyan edersem şüphesiz büyük günün azabından korkarım" -.

Bu âyette ilgili birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Bil ki bu söz, o müşriklerin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetini tenkit maksadıyla ileri sürdükleri üçüncü iddiadır. Allahü teâlâ bunu kitabı Kur'an'da nakletmiş ve cevabını vermiştir.

Bil ki kim, bu bahsettiğimiz tertibe iyice vâkıf olur, dikkat ederse, Kur'ân'ın en güzel bir biçimde sıraya konulmuş, tertib edilmiş olduğunu anlar.

Rasulullah İle Alay Eden Kafirlerin Elebaşıları

İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan şu rivayet edilmiştir: "Kâfirlerden beş kişi, Resûlullah ile ve Kur'an ile alay ediyorlardı: Bunlar. Velid b. Muğire el-Mahzûmî, Âs b. Vâil es-Sehmî, Esved b. el-Muttalib. Esved b. Abdi Yeğûs ve Haris b. Hanzala dır. Allahü teâlâ, bunların herbirini bir başka şekilde öldürüp helak etmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O istihzaalara muhakkak ki biz yeteriz" (Hıcr. 95) buyurmuştur. Böylece Allahü teâlâ. onlar üzerine, her ne zaman ayetleri okunsa, "Bize kavuşmayı ummayanlar. "Ya (bize) bundan başka bir Kur'an getir, yahut onu değiştir" dediler" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili iki bahis vardır:

"Allah'a Kavuşmayı Ummamak" Deyiminin Delâleti

Birinci bahis: Onları, "Allah'a kavuşmayı ummayanlar" diye tavsif etmek suretiyle, onların hasrı ve neşri yalanlayıp, öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti inkâr eden kimseler oldukları murâd edilmiştir. Bu teşbihli ve istiâreli (mecazi) ifâdenin, yerinde ve güzel olduğu hususunda şu izahlar yapılmıştır:

a) Esamm şöyle demiştir: "Ayetteki, "Bize kavuşmayı ummayanlar" tabiri "Bize kavuştuklarında, taatlarına karşı bir hayır (sevab verileceğini) ummazlar. Onlar, günahlarından ötürü korkmaktan çok uzaktırlar" demektir.

b) Kâdî şöyle demiştir: "Recâ" (umma) kelimesi, ancak menfaatler ve faydalı şeyler hakkında kullanılır. Fakat bazan bu kelime, "zarar" ile ilgili olarak da kullanılır. Çünkü Rabbisinin vaadettiği mükafaata -ki bu, Allah'ın mükellef tutmak suretiyle murâd ettiği şeydir-, buna kavuşmayı ummayanlar, Allah'ın tehdid ettiği ve korkuttuğu cezadan da korkmazlar. Böylece bu, onların öldükten sonra dirilmeyi ve haşri neşri inkâr etmelerine bir kinaye olmuştur."

Bil ki Kâdî'nin sözü, Esamm'ınkinden doğruya daha yakında. Fakat bu hususta tam bir izah şu şekilde yapılabilir: Öldükten sonra dirilmeye (ba'se), haşre ve neşre inanan herkesin mutlaka. Allah'ın vaadettiği mükâfaatı umması ve O'nun cezasından korkması gerekir. Lâzımımı (yani şart olan şeyin) bulunmaması, melzûmun da yani bu saçta bağlı olan şeyin oty bulunmayışına delâlet eder. O halde, "ummama"dan; "öldükten sonra dirilmeye imân etmeme" neticesi çıkar. İşte bu teşbihli ifâdenin güzel ve yerinde oluşunun izahı böyledir.

Müşriklerin Başka Bir Kur'an İstemeleri

İkinci bahis: Onlar, Allah'ın Resulünden, bedeliyyet üslûbu ile (ya şu, ya bu diyerek), şu iki şeyden birisini istemişlerdi:

1) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kendilerine, bu Kurandan başka bir Kur'ân getirmesini.

2) Bu Kur'ân' değiştirmesini.

Bu noktada şöyle bir problem ortaya çıkmaktadır: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur'ân': değiştirdiğinde, bu Kur'ân'dan başka bir Kur'ân getirmiş olur. Böyle olunca da. bunların her ikisi de aynı şey olmuş olur. Bunlardan her birinin, diğerisinin aynısı olduğuna delâlet eden şeylerden biri de şudur; Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), cevap hususunda, "Onu kendiliğimden değiştirmem benim için- olmayacak şeydir" diyerek, sadece bunlardan birisini reddetmekle yetinmiştir. Bu iki şeyden herbirinin. diğerinin aynısı olduğu sabit olunca, ayetteki deyimi terdid (seçmeli) ve tahyır (muhayyer bırakma) manasına almak yanlış olur.

Buna şöyle cevap verilebilir: Bu iki şeyden biri diğerinden başkadır. O halde bu Kur'ân'ın tertibi ve nazmı üzere olmayan bir başka kitabı getirmek, başka bir Kur'ân getirmek olur. Fakat bu Kur'ân'ı getirip de, bazı şeylerin zemmedildiği kısımları çıkarıp, o şeylerin medhini ifâde eden sözler koymak ve rahmet ayetleri yerine, azab ifâdelerini getirip koymak bir değiştirme olur. Yahut da şöyle deriz: "Bundan başka bir Kur'ân getirmek", onlara, bu kitap olduğu gibi kaldığı halde, bundan başka bunun yanısıra diğer bir kitap getirmektir. Değiştirme ise, bu Kur'ân'da değişiklik yapmak demektir.

Bu soruyu soranın, "Resûlullah bu iki şeyden sadece birisini reddetmek suretiyle cevap vermekle yetinmiştir" şeklindeki sözüne karşı da deriz ki: Her ikisinden birisine verilen cevap, ikincisine verilecek cevabın aynısıdır. Durum böyle olunca, onlardan birisine cevap vermekle, ikincisine cevap verilmeye lüzum görülmemiştir.

Biz, şu iki sebebten ötürü, bu iki şeyden birisine verilen cevabın, ikincisine de aynen cevap olacağını söylüyoruz:

1) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), o Kur'ân'ı kendiliğinden değiştirmesinin mümkün olmadığını, çünkü bunun, Allah tarafından gönderilen bir kitap olduğunu, diğer Arapların, bunun bir benzerini getirmeye kadir olamayışları gibi, kendisinin de Kur'ân'ın benzerini getirmeye (söylemeye) kadir olamayacağını beyan buyuunca, Kur'ân'ın onlara, benzerini getirmeleri hususunda daha evvelce de meydan okumuş olmasından dolayı, işte bu onların kafalarında iyice yer etti. Böylece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu cevabı ile, bundan başka bir Kur'ân'ı getirmesinin mümkün olmayacağını onlara bir kez daha beyan etti.

2) Mümkün olma bakımından, Kur'ân'da değişiklik yapma, bu Kur'ân'dan başka bir Kur'ân getirmekten daha kolaydır. Binâenaleyh Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, daha kolay olanla ilgili olarak vermiş olduğu cevap, daha zor olan için de bir cevap olur.

Bazı kimseler, bundan başka bir Kur'ân getirme işi ile, bu Kur'ân'da değişiklik yapma arasında bir fark olmadığını ileri sürmüş ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Onu kendiliğinden değiştirmem, benim için olmayacak şeydir" şeklindeki sözünü, her ikisine de bir cevap saymışlarsa da. bu, açıkladığımız gibi, zayıf bir görüştür.

Başka Kuranı İsteyen Kâfirlerin Maksadları?

Bil ki kâfirlerin böyle bir istekte bulunmaya yeltenmeleri. şu iki manaya gelebilir:

a) Onlar bunu. alay ve istihza yoluyla söylemişlerdi. Bu, meselâ onların, "Eğer sen bize, bu Kur'ân'dan başka bir

Kur'ân getirirsen veya onu değiştirirsen, sana iman ederiz"demeleri gibidir. Onların bu sözden maksadlan ise, alay etmek ve onu uğursuz saymaktır.

b) Onlar bunu, ciddî olarak teklif etmişlerdi. Bu da şu manalara gelebilir:

1) Onlar bunu. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i denemek için söylemişlerdi. Binâenaleyh eğer o bunu yaparsa, onun "Bu Kur'ân, bana Allah katından indirildi" şeklindeki sözünde yalancı olduğunu anlayacaklardı.

2) Onların bu isteklerinin maksadı şudur: Bu Kur'ân, onların ilahlarını kınamakta, tuttukları yolu tenkid etmektedir. Onlar ise, bundan rahatsız olmuşlardı. Bundan dolayı onlar, böylesi şeyleri ihtiva etmeyen başka bir kitap getirmesini istemişlerdir.

3) Kur'ân'ın Allah tarafından gönderildiğini kabul etmekle beraber, onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, Allah'ın bu Kur'ân'ı neshedip, başka bir Kur'ân ile değiştirmesini istemesini teklif etmişlerdi. Bu üçüncüsü, en uzak olan ihtimaldir.

Bil ki müşrikler, bunu söyleyince. Allahü teâlâ Peygamberine şöyle demesini emretmiştir: "Bu değiştirmeyi ben yapamam, çünkü ben ancak bana vahyedilene uyarım." Daha sonra Cenâb-ı Hak, isyan etmesi halinde, büyük bir azabla yüzyüze geleceği hususunda, peygamberinin de başka insanlar gibi olduğunu beyân buyurmuştur.

Ayetten Çıkarılan Talî Hükümler

Bu ayetten şu, ikinci derece hükümler de çıkar:

Hazret-i Peygamber İçtihadla Değil, Vahiyle Hükmeder

Birincisi: "Ben. bana vahyolunandan başkasına tabî olmam" ifâdesi, "Ben, ancak bana vahyolunana tabî olurum, uyarım" demektir. Binâenaleyh bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ancak vahiy ile hükmettiğine delâiet eder. Bu da, onun-kesinlikle içtihadına göre hükmetmediğine delâlet eder.

Kıyas Aleyhine Delil Çıkaranlar

İkincisi: Kıyâsı (bir delil olarak) kabul etmeyenler, bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Bu ayet, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, sadece nasslar (ayetler) ile hükmettiğine delâlet eder. Binâenaleyh, "O (peygambere) uyunuz " (A'râf. 158) emrinden ötürü, bütün ümmet-i Muhammed'in, ancak nasslara göre hükmetmeleri gerekir.

Üçüncüsü: İbn Abbâs(radıyallahü anh)'dan, bu ayetin "(Bu), geçmiş ve gelecek günahını, Allah'ın yarlığaması içindir... " (Fetih. 2) ifâdesi ile nesholunduğunu söylediği rivayet edilmiştir. Bu, uzak bir ihtimaldir. Çünkü nesh, isyana karşılık bir cezanın terettüb etmesi hususunda değil, ancak ahkâm ve ibâdetle ilgili hükümlerde söz konusudur.

Dördüncüsü: Mu'tezile şöyle der: "Ayetteki, "Eğer Rabbime isyan edersem, şüphesiz büyük günün azabından korkarım" ifâdesindeki azab, o isyanın tevbesiz olarak vuku bulması şartına bağlıdır. Halbuki tevbeden daha büyük bir taat yoktur." Biz (ehl-i sünnet) de deriz ki: Burada bir üçüncü tahsis vardır. Bu da. Cenâb-ı Hakk'ın onu, direkt olarak affetmemesidır. Çünkü bize göre, Allahü teâlâ'nın, büyük günah sahiplerini affetmesi caizdir.

Hazret-i Peygamberin Risaletten Önceki Hayatı, Davasına Delildir

16

"De ki: "Eğer Allah dileseydi. Kur'ân'ı size okumazdım. Size de onu bildirmezdi. Ben. bundan önce içinizde bir ömür boyu yaşamıştım. Siz hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Biz daha evvel şunu açıklamıştık: Müşrikler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i Kur'ân'ı Allah katından bir vahiy yoluyla almayıp, kendisinin uydurması olmasıyla itham ettiklerinden ötürü, böyle birtalebte bulunmuşlardı. İşte bu sebeble, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de. Allahü teâlâ'nın ayette bahsettiği gibi, böyle bir vehmin yanlışlığını ortaya koymuştur. Bunu şu şekilde izah ederiz: Kâfirler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i doğumundan o âna kadar, görüp tanımışlardı. Onlar, onun hallerini, durumunu, hiçbir kitap okumamış olduğunu, herhangi bir hocanın talebesi olmadığını ve hiç kimseden birşey öğrenmediğini biliyorlardı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) daha sonra, bu minval üzere geçen kırk yıldan sonra, usûl ilminin en değerli kurallarını, ahkâm ilminin inceliklerini, ahlâk ilminin latifelerini ve geçmiş milletlerin kıssalarının sırlarını ihtiva eden bu yüce'kitabı getirmiştir. Bu kitaba, âlimler, fesahat ve belâğât sahibi (edibler) muâraza edememişler, benzerini yapamamışlardır. Binâenaleyh akl-ı selim sahibi olan herkes, böyle bir şeyin ancak Allah'dan gelen bir vahy ile olabileceğini bitir. O halde, Hazret-i Peygamberin, "Eğer Allah dileseydi. Kur'ân'ı size okumazdım, size de onu bildirmezdi" şeklindeki buyruğu, Kur'ân'ın, kendisinin uydurup söylediği birşey olmayıp, Allah'dan gelen bir vahiy olduğu hususunda bir hükümdür. Onun "Ben, ondan evvel içinizde bir ömür boyu yaşamıştım " ifâdesi de, anlatıp izah ettiğimiz, delile bir işarettir. Ayetteki. "Siz hâlâ aklınızı kullanmaz mısınız!?" ifâdesi de, "Böylesi büyük ve kıymetli bir kitabın, öğrenim görmemiş, talebe olmamış, hiçbir kitap okumamış ve ilmî tartışmalarda bulunmamış bir kimsenin eliyle gelmesi, bunun ancak bir vahiy ve inzal yoluyla olacağını zarurî olarak bildirir, gösterir. Zarurî olarak bilinen şeyleri kabul etmemek ise, aklın sağlığına zarar verir. İşte bundan dolayı, o, 'Siz hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız!?" buyurmuştur.

İ kinci Mesele

Ayetteki ifâdesindeki edrâ kelimesi, "ütm (bilmek)" manasına gelen "dirayet" masdarından türemiştir. Sibeveyh: "Arapça'da, (......) ve (aynı manaya) (onu bildim) denilir. Fakat bu fiilin bâ harf-i cerri ife kullanılması daha çoktur. Bunun böyle olduğunun delili, Hak teâlâ'nın, buyurmuş olmasıdır. Eğer bu fiil, diğer şekilde (harf-i cersiz) daha çok kullanılıyor olsaydı, Cenâb-ı Hak, şeklinde buyururdu" demiştir. Bunu iyice anladığın zaman biz diyoruz ki: "Bu ifadenin manası; "Allah, onu size bildirmezdi ve onu size haber vermezdi" şeklindedir. Keşşaf sahibi, tıpkı, Âiat' (Ona verdim) ve (Onu memnun ettim) manasına olmak üzere, ve şeklinde söyleyenler gibi, Hasan el-Basri'nin, ayetteki bu ifâdeyi (......) şeklinde okuduğunu söylemiştir. Bu kıraati, İbn Abbas'ın bunu (Bununla sizi inzâr etmezdim) şeklinde okuyuşu da destekler, İbn Abbas'ın bu kıraatini Ferrâ rivayet etmiştir.

Ayetteki bu kelimeyi, hemze ile, "(Onu size haber vermezdim) şeklindeki kıraatin izahı şöyledir: Bu ifâde.bir şeyi izâle edip giderdiğinde söylediğin sözünden alınmıştır. Yine birşeyi gidici kıldığında söylediğin, ifâdesinden alınmıştır. Buna göre mana "Ben sizi, onu okuyarak, benimle mücâdele ederek beni defeden ve beni yalanlayan hasımlar kılmazdım" şeklinde olur. İbn Kesîr'in, bu kelimenin başına bir lâm-ı ibtidâiyye getirerek ve müsbet mana ile "mutlaka o sizi giderirdi" şeklinde okuduğu da rivayet edilmiştir.

Ayetteki "Ben, bundan önce içinizde bir ömür boyu yaşamıştım" if.adesindekı umur kelimesinin en meşhur kıraati, mim'in ötresi ile olan okuyuştur. Bu kelime, mim'in sükûnu ile umren şeklinde de okunmuştur.

Allah Hakkında Yalan Uydurandan Daha Zâlim Olamaz

17

Allah'a karşı yalan uydurandan, yahut O'nun ayetlerini yalan sayandan daha zalim kimdir? Şu muhakkak ki mücrimler asla felaha ermezler.

Bil ki, bu ayetin, kendinden öncekilerle münâsebeti açıktır. Bu böyledir, çünkü o müşrikler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den kendiliğinden uydurup başka bu Kuf ân getirmesini istemişler ve onu. "O. bu Kur'ân'ı uydurdu" diye itham etmişlerdi. Daha sonra da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bunun olamayacağını, bu Kur'ân'ın ancak Allah'ın vahyi ve inzali ile olduğu hususunda açık delil getirerek, "Allah'a karşı yalan uydurandan... daha zalim kimdir?" buyurmuştur. Bu "Eğer o Kur'ân Allah katından olmasaydı, dünyada kendisine benden daha çok zulmetmiş olan hiç kimse olmazdı. Çünkü o zaman ben, bunu uydurup, Allah'a isnad etmiş olurdum. Durumun böyle olmayıp, aksine bunun Allah'ın bir vahyi olduğuna dâir deliller getirdiğime göre, "Dünyada sizden daha câhil ve kendilerine sizden daha fazla zulmeden hiç kimse yoktur" denilmesi gerekir. Zira onun Allah katından olduğu, daha önce zikredilen o aklî delil ile ortaya çıkıp, siz de bunu kabul etmediğinize göre Allah'ın ayetlerini yalan saymış oldunuz. Dolayısıyla da sizlerin, insanların en zalimleri olmuş olmanız gerekir" demektir. Netice olarak diyebiliriz ki, ayetteki, "Allah'a karşı yalan uydurandan daha zâlim kimdir?" ifâdesinin gayesi, Hazret-i Peygamber'in kendisinin yalancı olmasını kabul etmemesi, "yahut O'nun ayetlerini yalan sayandan daha zâlim kimdir?" ifâdesinin maksadı da, müşrikler Allah'ın delillerini inkâr edip, ayetlerini yalanladıkları için, onlar hakkında çok şiddetli bir cezanın olacağını bildirmesidir. Ayetteki, "Şu muhakkak ki müşrikler asla felaha ermezler" ifâdesi de, kendinden önce geçen bu iki cümleyi te'kîd etmektedir. Allah en iyi bilendir.

Kudret Sahibi Olmayan Putlara Tapmanın Saçmalığı

18

"Onlar Allah'ın dışında, kendilerine ne bir zarar, ne bir fayda veremeyecek olan şeylere taparlar. Bir de. "Bunlar. Allah yanında bizim şefaatçilarimizdir". derler De ki: "Siz, Allah'a, göklerde ve yerde bilmeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz." Hâşâ O. şirk koştuğunuz şeylerden çok yüce ve münezzehtir".

Bil ki biz, Kur'ân'ın müşriklerin kendileri için ilah kabul ettikleri putları tenkîd eden ayetleri ihtiva ettiği için, müşriklerin, Hazret-i Peygamber'den, bundan başka bir Kur'an getirmesini veya bu Kur'ân'da değişiklik yapmasını istediklerini söylemiştik. İşte bundan dolayı Hak teâlâ bu ayette de, o putlara hakaret etmenin ve onları hafife " almanın yerinde bir iş ve sağlam bir yol olduğunu beyan etmek için, putlara ibâdet etmenin çirkinliğini gösteren bir ifâde kullanmıştır.

Bil ki Allahü teâlâ o müşriklerden şu iki şeyi nakletmiştır:

a) Putlara ibâdet ettiklerini,

b) "Bunlar, Allah yanında bizim şefaatçılarımızdır" dediklerini.

Allahü teâlâ, birincisinin yanlışlığına. "Kendilerine ne bir zarar, ne de bir fayda veremeyecek olan şeylere taparlar" ifadesi ile dikkat çekmiştir. Bunun böyle olduğunu birkaç yönden izah edebiliriz:

1) Zeccâc şöyle demiştir: "Onlar, putlara ibadet etmeseler bile, putlar onlara zarar veremez. Yine müşrikler, onlara tapsalar da, putlar onlara bir fayda veremez."

2) İbadet olunanın mutlaka, kudret bakımından, kendisine ibâdet edenden daha mükemmel olması gerekir. Bu putların ise, kesinlikle ne fayda ne de zarar vermeleri söz konusu değildir. Ama o kâfirler, putlar üzerinde, bazan düzeltmek bazan da bozmak şeklinde tasarrufta bulunabiliyorlar. Buna göre, tapan tapılandan daha güçlü ve mükemmel durumda olunca, onlara ibâdet etmek bâtıl olmuş olur.

3) İbâdet, tazim ve saygı çeşitlerinin en ileri derecesidir. Binâenaleyh ibâdetin, nimet çeşitlerinin en büyüğünün sâdır olduğu zata yapılması gerekir. Bu nimetler ise, hayat, akıl, kudret ve gerek dünya, gerek ahiretle ilgili olarak kulların menfaatine olan herşeydir.-Şu halde, menfaat ve zararların hepsi, Allah'dan sudur ettiğine göre. ibâdetin de ancak Allah Subhânehû ve Teâlârya mahsus olması gerekir.

Şirkin Menşei Hakkında

İkincisi de, o müşriklerin, "Bunlar. Allah yanında bizim şefaatçılanmızdır" şeklindeki sözleridir.

Bil ki bazıları şöyle demişlerdir: "O kâfirler, Allah'a ta'zim hususunda, putlara tapmanın, Allah'ın bizzat kendisine ibâdet etmekten daha önemli olduğunu sanıyorlardı. İşte bundan ötürü onlar, "Bizim, Allah'a ibâdet etmekle meşgul olma ehliyet ve liyakatimiz yoktur. Aksine biz, bu putlara ibadetle meşgul oluruz. Çünkü onlar, bize Allah katında şefaatçi olurlar" diyorlardı."

Sonra âlimler, o müşriklerin, hangi sebepten ötürü, putlar hakkında "Onlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizde" dedikleri hususunda ihtilaf etmiş ve pek çok görüş ileri sürmüşlerdir:

1) O müşrikler, âlemdeki her bölgeyi idare edenin, felekler âleminin ruhlarından belli bir rûh olduğu inancını taşıyorlardı. Bundan dolayı o ruh için, bir put belirlediler. Maksadları aslında o ruha ibâdet olmak üzere, o puta ibâdet ettiler, sonra da o ruhun. en büyük ilahın (Allah'ın) kulu olduğuna inandılar ve ona tapmakla meşgul oldular.

2) Onlar yıldızlara tapıyor ve Allah'a kulluk ehliyetinin yalnız onlarda bulunduğunu iddia ettiler. Daha sonra da yıldızların doğup battığını görünce o yıldızlara ibadet etmek maksadıyla o yıldızlara ait belirli putlar yaptılar ve onlara ibadet etmekle meşgul oldular.

3) Onlar o putlar ve heykeller üzerine, belirli tılsımlar koydular. Daha sonra da tıpkı büyücülerin yaptığı gibi, onlara ibadet ettiler.

4) Onlar, bu putları ve heykelleri, kendi peygamberlerinin ve büyüklerinin şekillerinde yaptılar ve her ne zaman bu heykellere ibadetle meşgul olurlarsa, o ulu kişilerin, Allah katında kendileri için şefaatçi olacaklarını iddia ettiler.

Bunun bir benzeri de, zamanımızdaki pek çok insanın, onların kabirlerine saygı duyup hürmet ettiklerinde, Allah katında onların kendilerine şefaatçi olacağı inancını taşıyarak, büyük zatların kabirlerine ta'zim ile meşgul olrnalarıdır.

5) Onlar, ilahın en büyük nûr; meleklerin de (küçük) nurlar olduğuna inanıyorlardı. Bundan dolayı onlar, en büyük putu, en büyük ilahın suretinde; diğer putları da (gûyâ) meleklerin suretinde yaptılar.

6) Belki de o topluluk, "hulul" inancını taşıyordu ve ilâhın, bazı yüce ve kıymetli cisimlere hulul edebileceğini söylüyorlardı. Bil ki bütün bu izahlar, Hak teâlâ'nın. "Onlar, Allah'ın dışında, kendilerine ne bir zarar, ne bir fayda vermeyecek olan şeylere taparlar" şeklindeki delili ile bâtıldır, yanlıştır. Bunların yanlış oluşlarının izahı ise, bizim daha önce yaptığımız üç izahtır.

Cenâb-ı Hak "De ki: "Siz, Allah'a, göklerde ve yerde bilmeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Hâşâ O. şirk koştuğunuz şeylerden çok yüce ve münezzehtir buyurmuştur,

Bil ki bununla ilgili olarak müfessirler şu tek izahı yapmışlardır: Allah'ın bunu bilmemesinden murad, o şeyin aslında hiç olmadığını ve kesinlikle söz konusu olmadığını ortaya koyup, beyân etmektir. Çünkü eğer böyle bir şey mevcûd olsaydı, Allah o"nu bilirdi. O şey, Allah'ın malûmu olmadığına göre, onun hiç olmamış olması gerekir. Bu gibi sözler, örfte de yaygındır. Çünkü insan birşeyi, kendisinden nefyetmek istediğinde, o şeyin asla bulunmadığını ve hiç olmadığını belirtmek için, "Allah benden böyle birşeyin sâdır olduğunu bilmez" der. Ayetteki (......) kelimesi, şeddesiz olarak etünbiûne şeklinde de okunmuştur.

Hak teâlâ'nın "Hâşâ, O, şirk koştuğunuz şeylerden çok yüce ve münezzehtir" ifâdesinden maksadı, kendisini bu tür şirklerden tenzih etmektir. Hamza ve Kisâî, buradaki fiili tâ ile tüşrikûn (şirk koştuğunuz...) şeklinde okumuşlardır. Bu kıraatin bir benzeri de, Nahl sûresinin başlarında yer alan iki ayette (1. ve 3. ayetlerde)dir. Rûm sûresinin tamamında ise, bu fiil muhatab sîğası ile ta'lı olarak okunmuştur. Keşşaf sahibi, ayetteki bimâ lafzırîdaki ma kelimesinin, ism-i mevsûl veya mâ-ı masdariyye olduğunu söylemiştir. Buna göre mana, ya "Onların Allah'a ortak koştukları o şeriklerden bilmediğini..." şeklinde, yahut da: "Onların ortak koşmadıklarından bilmediğini..." şeklinde olur. Vahidî de: "Bu (......) fiilini tâ ile okuyanlar, ayetteki (......) fiilinden ötürü; yâ ile okuyanlar ise, sanki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Sen, "Hâşâ Allah, müşriklerin şirk koştuğu o şeylerden münezzeh ve yücedir" de!" denilmiş olmasından ötürü böyle okumuşlardır. Bunun yâ ile okunmasının bir diğer sebebinin de, Allahü teâlâ'nın, kendisini o müşriklerin söyledikleri sözlerden tenzih ederek, "Hâşâ, O (Allah), müşriklerin şirk koştuğu şeylerden çok yüce ve münezzehtir" demiş olması da mümkündür.

İnsanlar Başlangıçta Tek Ümmet İdiler

19

"İnsanlar, ancak tek bir ümmet idiler, sonra ihtilafa düştüler. Eğer Rabbinden bir söz (ezelî bir takdir) geçmiş olmasaydı, hakkında ihtilaf ettikleri hususta. aralarında muhakkak hüküm verilip bitmişti bile",

Bil ki Allahü teâlâ, putlara ibâdet etmenin yanlışlığına kesin deliller getirince, bu yanlış yol ve inancın nasıl meydana geldiğini de anlatarak, "insanlar, ancak bir tek ümmet idiler.." buyurdu.

Bil ki Hak teâlâ'nın bu beyanının zahiri, onların hangi şey hususunda bir ümmet (birlik) olduklarını göstermez. Bu hususta şu üç görüş vardır:

Bu Ümmetin İslâm Hususunda İttifak Ettiklerini Benimseyenler

Birinci görüş: Onların hepsi de hak din olan "İslâm" üzere idiler. Bu görüşü benimseyenler görüşlerinin doğruluğu hususunda şu delilleri ileri sürmüşlerdir: Bu ayetlerin maksadı, küfrün bâtıl; putlara ibadet yolunun zayıf ve İslâm'ın üstün bir din olduğunu iyice ortaya koymaktır. Öyleyse ayetteki, "insanlar, ancak birtek ümmet idiler..." ifâdesinden maksadın, onların İslâm yada küfür üzere tek bir ümmet olmaları olması gerekir. Onların, küfür üzere bir tek ümmet olduklarını söylemek mümkün değildir. Geriye, onların İslâm üzere tek bir ümmet olduklarını söyleme ihtimali kalır.

Biz, şu sebeplerden ötürü, onların küfür üzere tek bir ümmet olduklarının söylenemiyeceğini söyledik:

1) Hak teâlâ, "Her ümmetten birer şâhid getirdiğimiz zaman, (onların halleri) nice olur?" (Nisa. 41) buyurmuştur. Allah'ın getireceği şahidin mutlaka mü'min ve âdil olması gerekir.Binâenaleyh yaratılan her ümmet içerisinde, müminlerin bulunduğu sabit olmuş olur.

2) Yeryüzünün hiçbir zaman Allah'a ibâdet edenlerden ve sayelerinde, yeryüzü ehline yağmurların yağdırılıp, rızıkların verildiği kimselerden boş ve uzak olmadığı hususunda, hadisler gelmiştir.

3) Yaratmanın asıl hikmeti "kulluk" olduğuna göre, yeryüzündeki insanların hepsinin, bu maksaddan uzak ve beri olmaları düşünülemez. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Allahü teâlâ, yeryüzündekilere baktı ve kitab ehli olan (mü'minlerden) geri kalanlar hariç, Arab olanına da, Acem olanına da hiddetlendi" Müslim, Cennet 63 (4/2197). buyurduğu rivayet edilmiştir. Bu da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gelmezden önce, imân etmiş bir topluluğun mevcûd olduğuna delâlet eder. O halde artık nasıl olur da "Onlar küfür üzere tek bir ümmet idiler" denilebilir?

İnsanların, ya küfür üzere, ya iman üzere bir ümmet oldukları sabit olup; küfür üzere bir tek ümmet olmamış oldukları ortaya çıkınca, iman üzere tek bir ümmet teşkil ettikleri sabit olur.

Bu görüşü benimseyenler, insanların ne zaman böyle oldukları hususunda da ihtilaf etmişlerdir: Bu cümleden olarak. İbn Abbas ve Mücahid: "Onlar, Hazret-i Adem (aleyhisselâm) ve onun çocukları zamanında İslâm dini üzere idiler ve Hazret-i Adem'in iki oğlundan biri diğerini öldürdüğü zaman ihtilâfa düştüler" demişlerdir.

Bazıları ete: "Onlar, Hazret-i Nuh zamanına kadar İslâm dini üzere idiler ve onlar, bu hal üzere on asır kaldılar. Dah'a sonra, Hazret-i Nuh zamanında ihtilâfa düştüler de. işte bunun üzerine Allahü teâlâ. Hazret-i Nuh'u onlara peygamber olarak gönderdi" demişlerdir.

Diğer bazıları da, "Onlar, Hazret-i Nuh zamanında, tufandan sonra, aralarında küfür zuhur edinceye kadar, İslâm dini üzere idiler." derken; başkaları da "Onlar, Hazret-i İbrahim'in zamanında, Amr İbn Luhayy o dini değiştirip tağyir edinceye kadar, İslâm dini üzere idiler" demişlerdir. Bu görüşü benimseyenler, Cenâb-ı Hakk'ın (......) buyruğundaki "İnsanlar" kelimesinden maksadın hasseten Araplar olduğunu söylemiştir.

Bu görüşün tafsilatını iyice anladığın zaman biz diyoruz ki: Allahü teâlâ, daha önce, putlara tapmanın, beyan ettiğimiz delil ile yanlış olduğunu ve doğru olmadığını beyân edince, bu ayette, bu putlara tapma işinin, işin başlangıcında Arapların bir yolu ve davranışı olmadığını, aksine onların. İslâm dini üzere bulunduklarını beyan etmiş, böylece putlara tapmayı yasaklamış, sonra da, onlar arasında bu fasit görüş ve itikadın ortaya çıktığını beyan buyurmuştur. Bundan maksad şudur; Araplar, bu fasit işin, putperestliğin kendilerinde aslî ve yerleşik bir şey olmadığını ve onun, daha önce bulunmadığı halde yeni ihdas edilmiş olduğunu bildiklerinde, o putperestliği desteklemek için taassub göstermeyecekler, o fasit itikadın zayıflatmasından sıkıntı duymayacaklar ve o mezhebin aslı esası olmadığının ortaya konulmasından da, tabiatları ve ruhları nefret etmeyecektir. Bunu şu iki husus da destekler:

a) Cenab-ı Allah: "Onlar Allah'ın dışında, kendilerine ne bir zarar ne bir fayda veremeyecek olan şeylere taparlar..."; bir de: "Bunlar, Allah yanında bizim şefaatçılanmızdır..." (Yunus. 18) buyurmuş, sonra da bunu delil ile iptal etme hususunda iyice özen göstererek, bunun peşinden: "İnsanlar, ancak tek bir ümmet idiler" (yunus, 19) buyurmuştur. Binâenaleyh, şayet bundan maksat: "Bu küfrün ta eski zamandan beri, onlar arasında mevcut olduğunu" beyân etmek olsaydı, bu cümlenin, o görüşün iptaline delil tutulması doğru olmazdı. Ama biz, ayetin bu ifâdesini, "İnsanlar, başlangıçta müslüman idiler; bu küfür, onlar arasında ancak şu zamandan beri ortaya çıkmıştır.." manasına hamledersek, o zaman bununla, kâfirlerin bu görüşleri hakkındaki inançlarını zayıflatmaya ve bu görüşü, onlar nezdinde çirkin gösterip takbih etmeye imkân ve yol bulunabilir. Binâenaleyh, işte bu maksadı gerçekleştirmek için, lafzı bu manaya almak gerekir.

b) Allahü teâlâ: 'insanlar, ancak tek bir ümmet idiler, sonra ihtilâfa düştüler.. " buyurmuştur. Bu tehdidi, bahsi geçen en yakın kavramla ilgili göstermek uygun olur. En yakın olan ise, ihtilâf etmiş oldukları hususudur. Binâenaleyh bu tehdidin, daha önce geçen "insanların tek bir ümmet olması" meselesine değil, bu "ihtilâf hali"ne hamletmek gerekir. Durum böyle olunca da, onların, küfürde değil, İslâm üzere tek bir ümmet olduklarının söylenmesi gerekir. Zira onlar, küfürde tek bir ümmet olsalardı, o zaman onların ihtilâfları, imanları ile meydana gelmiş olurdu. Halbuki, iman sebebiyle meydana gelen bir ihtilâfın, vaîd ve tehdit sebebi olması caiz değildir. Ama onların imanda tek bir ümmet olmaları halinde, ihtilâfları küfür sebebiyle olmuş olur. Bu durumda, bu ihtilafın bir tehdit sebebi kılınmış olması doğru ve yerinde olur.

Bu Ümmetin Küfür Üzere İttifak Ettiği Görüşü

İkinci görüş: Bu, şöyle diyenlerin görüşüdür: Onlar, küfürde tek bir ümmet idiler. Bu görüş, bir kısım müfessirden nakledilmiş olup, onlar şöyle demişlerdir: "Böyle olması halinde, bu sözün bu makamda getirilmesinin faydası şudur: Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e onun, dine davet ettiği herkesin, kendisine icabet edip. dinin kabul edeceğini ummaması gerektiğini: çünkü insanların hepsinin küfür üzere olduklarını, onların bazısında İslâm inancının daha yeni meydana çıktığını: dolayısıyla insanların tamamının iman üzere birleşmelerini beklememesi gerektiğini beyan etmiştir.

Üçüncü görüş: Bu, şöyle diyenlerin görüşüdür: Onlar, İslâm fıtratı üzere yaratılmış olmaları hususunda tek bir ümmet idiler. Daha sonra onlar, dinleri hususunda ihtilâf etmişlerdir, ki, işte Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Her doğan, kendi fıtratı (İslâm fıtrat) üzere doğar. Derken ebeveyni onu, yahudîleştirir, hristiyanlaştırır, yahud mecûsî yapar" Keşfü'l-Hafa, (2/125) (Buhari ve Müslim'den). buyurarak, buna işaret etmiştir. Bazıları da şöyle demişlerdir: "Onlar, aklî kanunlar ve yasalar hususunda tek bir ümmet idiler. Bunların, bu görüşlerinin neticesi de, şu iki şeye, yani a) Allah'ın emrine saygı duymaya; b) Allah'ın mahlukatına şefkatli olmaya varır ki, Hak teâlâ bunu da: "De ki: "Celin, üzerinize Rabbinizin neleri haram ettiğini ben okuyayım: Ona hiçbir şeyi ortak yapmayın. Ana-babaya iyilik yapın (.., )"_ (En'âm. 151) ifadesiyle beyân buyurmuştur. Bil ki biz bu meseleyi, Bakara sûresinde detaylı bir biçimde ele almıştık. Dolayısıyla burada, bu kadarla yetinmemiz gerekir.

İnsanların İhtifafı Hakkında Ezelî Hüküm

Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer Rabbinden bir söz (ezelî bir takdir) geçmiş olmasaydı, hakkında ihtilâf ettikleri hususta. aralarında muhakkak hüküm verilip bitmişti bile..." ayetine gelince, bil ki bu ayette, o "kelime"nin ne olduğuna dair herhangi bir delâlet bulunmamaktadır. Alimler bu hususta şu izahları yapmışlardır:

a) Şöyle denilmesi: "Şayet Cenâb-ı Hak, O'nu inkâr etseler dahi, kulları üzerinde bir mükellefiyetinin bulunduğunu haber vermemiş olsaydı, onların küfürlerinden dolayı, hesaplarını hemen görüp, cezalarını da hemen vererek, onların arasında hükmederdi. Ancak ne var ki bu, teklifin (kulluk imtihanının) sona ermesine sebep olacağı, ister istemez imanı, mecbûriyyeti gerektireceği ve bundan dolayı da, mükellef kılmanın devam etmesi daha doğru ve daha faydalı olacağı için, Allahü teâlâ, pek yerinde olarak bu cezayı âhirete bırakmıştık' Bu görüşü kabul eden zat, sözüne devamla şöyle demiştir: "İşte bunda, mü'minleri, kâfir ve zalimler tarafından yapılan ezâ, cefâ ve kötülüklere katlanmaya, onlara tahammül etmeye dair sabretmeye davet vardır."

b) Rabbinin, onlara bir lütuf olarak güahkârların cezasını hemencecik vermeme hususunda, Rabbinden bir "kelime" geçmemiş olsaydı, haktan yana olanı bâtıldan yana olandan; isabet edeni hata edenden ayırmak suretiyle, onların ihtilâf ettikleri şeyler hususunda aralarında hükmederdi.

c) "O "kelime" Cenâb-ı Hakk'ın, "Rahmetim, gadabımı geçmiştir, ondan fazladır Buhari, Tevhid, 15 (8/171); Müslim, Tevbe, 15(4/2108) hadis-i kudsisidir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın rahmeti fazla olunca, o gâlib gelen rahmet, sapıtan câhilin üzerine mağfiret ve af örtüsünün salıverilmesini ve ona, (hidâyeti) bulacağı vakte kadar mühlet verilmesini gerektirmiştir.

Müşriklerin Tahakkümle Mucizeler İstemeleri

20

"(Müşrikler) "Ona, Rabbinden bir mucize indirilse ya!" derler. De ki: "Gayb, ancak Allah'ındır. Bekleyin. Muhakkak ki. ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim ".

Bil ki bu sözde, müşriklerin, Hazret-i Peygamber'in nübüvvetini inkâr etme hususunda ileri sürdükleri şüphelerin dördüncü nev'i bulunmaktadır. Çünkü onlar şöyle diyorlardı: "Senin getirmiş olduğun Kur'ân, çok çeşitli hususları ve hükümleri kapsayan bir kitapdır. Kitap, mucize olmaz. Baksana, Hazret-i Musa ve İsa'nın kitapları, kendileri için bir mucize değildi. Tam aksine onların, kitaplarından başka, nübüvvetlerine delâlet eden pekçok mucizeleri bulunmaktaydı..." Hem, o müşrikler arasında, Allahü teâlâ'nın da, "Eğer dilersek, biz de elbet bunun bir benzerini söyleriz" (Enfal, 31) şeklinde söylediklerini haber verdiği gibi, Kur'ân'a muaraza edebilmeyi iddia edenler bulunuyordu. Durum böyle olunca, hiç şüphesiz onlar, o peygamberden kendisi için bir mucize olsun diye, Kur'ân'ın dışında başka birşey taleb etmişlerdi. İşte bundan dolayı Allah, onların bunu istediklerini, "(Müşrikler), "Ona Rabbinden bir mucize indirilseydi ya!" derler.." ayetiyle beyan etmiştir. Bu sebeple Allah, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bu talep karşısında "De ki: "Gayb, ancak Allah'ındır. Bekleyin. Muhakkak ki ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.." demesini emretmiştir.

Bil ki bu cevâbın izahı şöyle yapılabilir: Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ın Hazret-i Muhammed'in elinde zuhur etmesinin kahir ve apaçık bir mucize olduğuna dair kahir ve kuvvetli deliller getirmiştir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisinin onların arasında büyüdüğünü, gelişip serpildiğini; halbuki onların da, O'nun herhangi bir kitabı okuyup mütalâa etmediğini, bir hocanın talebesi olmadığını, aksine kırk yıl boyunca kendileriyle içice yaşadığını, asla herhangi bir tefekkür ve teallüm ile de meşgul olmadığını, daha sonra bu yüce Kur'ân'ın birdenbire kendi dilinden zuhur ettiğini, böylesi yüce ve üstün kitapların, öğrenim yollarından herhangi birisiyle uğraşmamış olan böylesi kimselerde zuhur etmesinin, ancak vahiyle olabileceğini bildiklerini beyan etmiştir. İşte bu, Kur'ân'ın apaçık kesin bir mucize olduğu hususunda, kahir bir aklî delildir. Bu gerçek sabit olunca, Kur'ân'ın dışında başka bir mucize talep etme, Hazret-i Muhammed'in nübüvvetini isbât ve risâletini ortaya koyma hususunda, ihtiyaç duyulmayan gelişigüzel teklifler cinsinden olmuş olur. Böylesi şey, Allah'ın dilemesine havale edilmiştir; o, isterse onu izhâr eder, isterse etmez. Binâenaleyh bu, gaybla ilgili meselelerden olmuş olur. Bundan dolayı herkesin, "Allah onu yapacak mı, yapmayacak mı?" diye beklemesi gerekir. Ancak ne var ki, Allah onu yapsın ya da yapmasın, nübüvvet sabit olmuş ve Hazret-i Peygamberin peygamberlik iddiasındaki sıdkı ve doğruluğu ortaya çıkmış olur. Bu esas maksat, bu ilâve mucize talebinin tahakkuk edip etmemesiyle değişmez. Böylece bu izahın, bu neticeyi ortaya koyma hususunda apaçık bir cevap olduğu ortaya çıkmış olur.

Darlıkta Bunalan Allah'a Yönelir, Kurtulunca Unutur

21

"insanlara, kendilerine dokunan bir sıkıntıdan sonra, bir rahmet taddırdığımız zaman bakarsın ki ayetlerimiz hakkında, onlar kötü bir fikir içine girmiştir. De ki: "Allah'ın mukabelesi, ikâbı daha çabuktur. Elçilerimiz sizin beklemekte olduğunuz o kötü fikirleri şüphesiz yazıyorlar".

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki müşrikler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, Kur'ân'dan başka bir mucize isteyip, Allahü teâlâ da onlara, "De ki: "Gayb, ancak Allah'ındır" (Yunus. 20) şeklinde cevap verince, Allahü teâlâ başka bir"cevap daha zikretmiştir ki, bu da ayette mezkûr olan cevaptır. Bunu iki yönden anlatabiliriz:

Müşriklere Yaraşan Sıfatlar

Birinci vecih: Cenab-ı Allah bu ayette, bu müşrikler topluluğunun adetinin.hile ve desise düşünmek, münakaşalara dalmak, inatlaşmak ve insafsız davranmak olduğunu beyan etmiştir. Onlar böyle olunca da. onlara istemiş oldukları diğer bir mucizenin verilmesi halinde de iman etmeyecekler, aksine küfür ve cehaletlerinde devam edeceklerdir. Binâenaleyh biz burada, şu iki hususu, yani o toplulukların âdetinin hilekârlık, inatlaşmak ve münakaşalara dalmak, her ne zaman da durum böyle olursa, diğer mucizelerin izhar edilmesinde bir fayda olmadığını beyan etmeye gerek duyuyoruz.

Birinci makamın izahı: Rivayet olunduğuna göre Cenâb-ı Hak, Mekkelilere yetmiş yıl kıtlık musallat kıldı. Sonra da onlara acıyıp, merhamet ederek, arazilerine bereketli yağmurlar yağdırdı. Daha sonra da onlar kalktılar, bu apaçık ve bereketli yüce menfaatleri, putlara ve yıldızların hareketlerine nisbet ettiler. Her iki duruma göre de bu, nimete küfrân ile mukabele etmektir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın "İnsanlara bir rahmet taddırdığımız zaman..." buyruğundan maksat, bereketli yağmurlar; "kendilerine dokunan bir sıkıntıdan sonra..." ifadesinden murad, o şiddetli kıtlık ve "bakarsın ki ayetlerimiz hakkında onların yine kötü bir fikri vardır" ifâdesinden murad da, o yüce menfaatlerin, yıldızların hareketine ve putlara izafe edilmiş olması olur.

Bil ki Allahü teâlâ bu hususu, aynen bu sûrede geçen, "İnsanlara sıkıntı dokunduğu zaman yanı üstü. yahut otururken veya ayakta İken bize duâ eder. Fakat biz onun sıkıntısını açıp giderdik mi. sanki kendisine dokunan bir sıkıntıdan dolayı bize dua etmemiş gibi (çeker) gider" (Yunus, 12) ayetinde ele almış, ancak ne var ki tefsirini yapmış olduğumuz bu ayette, o ayette bahsetmediği şu inceliğe de yer vermiştir. Bu incelik de şudur: Onlar o rahmete kavuşup onu elde ettiklerinde de hile ve desiselere sapıyorlar ve karışıklık, kötülükler peşinde koşuyorlardı. Önceki ayette, bu incelik bulunmamıştı. Binâenaleyh, anlattıklarımızla, o toplulukların âdetinin, karışıklık çıkarmak, inâd etmek, düzenbazlık yapmak ve belâlar peşinde koşmak olduğu sabit olmuş olur.

İnanmamakta Diretene Mucize Fayda Vermez

Durum her ne zaman böyle olursa, diğer mucizelerin izhar edilmesinde bir fayda yoktur, şeklindeki ikinci makama gelince: Bu böyledir, zira Allahü teâlâ, onlara, istedikleri apaçık mucizeleri izhar etmesi halinde bile, onlar o mucizeleri kabul etmeyeceklerdir. Çünkü onların bu taleplerinden maksatları, dini istemek hususundaki titiz davranmaları değil, aksine onların bundan maksatları, dünyevî mevkilerini koruma hususunda karşı koyma, men etme ve bu hususta aşırı davranmak ile başkasına uymaktan kaçınmaktır. Bunun delili, Allahü teâlâ, işi onlara siki lutup, onlara belâlar musallat kılıp, daha sonra da o belâları onlardan giderip, onları hayırlarla değiştirdiğinde bile, onların yalanlama ve inkârlarına devam etmiş olmalarıdır, Böylece bu, Allahü teâlâ'nın onlara, istemiş oldukları o mucizeleri indirmesi halinde bile, onların ona itibar etmeyeceklerine delâlet etmiş olur. Böylece, anlattıklarımızla, bu sözün daha önce geçmiş olan talebe karşılık kesin bir cevap olduğu ortaya çıkar.

İkinci vecih: Mekkeliler için, refah sebepleriyle güzel hayat şartları tahakkuk etmişti. Böyle olan kimse azar ve tekebbür eder. Nitekim Cenâb-ı Hak. "(Okumamaktan) sakın! Çünkü insan, muhakkak azar, kendisini (mal sebebiyle) ihtiyaçtan uzak gördü diye... "(Alak, 6-7) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak bu hususu, ayette zikredilen misâl ile anlatmıştır. Binâenaleyh onların yeni mucizeler istemeye ve fasit taleplerde bulunmaya yönelmelerinin sebebi, onların, içinde bulundukları büyük nimetler ve ardı arası kesilmeyen mal mülktür. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın, "De ki: "Allah'ın mukabelesi, ikâbı daha çabuktur.." buyruğu, kendisinin, onlardan o nimetini kaldıracağına, onları Peygamberine inkıyad eden, O'na itaat eden ve yersiz itirazları bırakan kimseler haline getireceğine âdeta dikkat çekmiştir. Allah en iyi bilendir.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, "İnsanlara, bir rahmet taddırdığımız zaman" ifadesi, mübalağa üslûbunda varid olmuş bir kelâm olup, bundan murad, rahmetini onlara ulaştırıp vermesidir. Bil ki, Allah'ın rahmeti, ağız ile tadılan bir şey olmayıp, akıl ile tadılan ve bilinen bir şeydir. Bu da, ruhanî mutlulukların hak olduğu görüşüne delâlet eder.

Musibete Duçar Olanın, Sabırsızlanıp, Meyus Olması

Zeccâc şöyle demektedir:" ifâdesindeki izâ edatı, şart edatıdır. ifâdesindeki izâ ise. şartın cevâbı olan izâ cümlesidir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "kendi ellerinin öne sürdükleri (günahlar) yüzünden onlara bir fenalık isabet edince de. hemen onlar ümitlerini kesiverirler" (Rum. 36) ayetinde olduğu gibidir. Buna göre mana, "İnsanlara bir rahmet taddırdığımızda, onlar hemen hile ve kötü fikir yoluna saparlar. Şayet, onlara bir fenalık isabet ederse de, hemen ümitsizliğe düşerler..." şeklinde olur. Bil ki, ifâdesindeki "mufâcee" manasını ifâde edip, buna göre ayetin manası, "Onlar o anda, bir de bakarsın ki hile yoluna sapmışlar ve hemen ona doğru koşmuşlardır" şeklinde olur."

Dördüncü Mesele

Allah, onların, ayetlerini tekzib etmelerini "mekr-hile, tuzak" diye adlandırmıştır. Çünkü, "mekr", bir şeyi, hile yoluyla göründüğü şeklinden döndürüp çevirmektir. Onlar, Allah'ın ayetlerini şüpheler atmak, münazaralarda yersiz karışıklıklar çıkarmak ve benzeri fasid işler yapmak suretiyle, başvurabildikleri bütün çarelerle geçersiz kılmaya çalışıyorlardı. Mukatil, ayette geçen mekr'den muradın, "Bu, Allah'ın rızıklarıdır, demeyip; tam aksine onların, "Falanca yıldız sebebiyle bize yağmur yağdırıldı, rızık verildi..." demeleridir" demiştir.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ın mukabelesi, ikâbı daha çabuktur. Elçilerimiz sizin beslemekte olduğunuz o kötü fikirleri şüphesiz yazıyorlar..." ayetine gelince bu, "O kâfirler, Allah'ın nimetine, hile ve mekr ile mukabele edince, Allah da, onların hilelerine, ondan daha çetin ve kuvvetli bir yolla, ceza ile mukabelede bulunmuştur" anlamındadır. Bu, şu iki yönden böyledir:

a) Allah Tealâ'nın âhirette onlar için hazırlamış olduğu şiddetli azâb; dünyada da, onların rezîl, kepaze olmalarıyla başlarına gelmiş olan felâket ve musibetlerdir.

b) Allah'ın elçileri (melekler), onların hile ve mekrlerini yazar, böylece de o şeyleri muhafaza ederler. Bu melekler, Kıyamet gününde, onların içinde taşıdıkları o çirkin şeyleri, onları yüzlerine çarparlar. İşte bu da, tam bir rezil rüsvay olmaya, kepazeliğe ve bir cezaya sebep olur ki, biz bundan Allah'a sığınırız.

22

Âyetin tefsiri için bak:23

23

"O. sizi karada ve denizde gezdirendir. Hatta siz gemilerde bulunduğunuz. onlar bunları güzel bir hava ile akar gibi götürdükleri, (yolcular da) bununla sevindikleri zaman ona şiddetli bir fırtına gelip çatar, (denizin) her yerinden kendilerine dalgalar hücum eder. Sanırlar ki onlar çepeçevre kuşatılmışlardır. işte o sırada onlar Allah'ın dininde halis ve samimi kimseler olarak O'na duâ ederler: "Andolsun (derler), eğer bizi bundan kurtarırsan seksiz şüphesiz şükredenlerden olacağız." Fakat Allah onları selâmete erdirince bakarsın ki yerde yine haksız yere taşkınlıklarda bulunuyorlar! Ey insanlar, sizin taşkınlığınız ancak kendinize karşıdır. Bu da dünya hayatının menfaati gibidir. Nihayet dönüşünüz ancak bizedir. O vakit neler yapıyor idiyseniz, size biz haber vereceğiz.".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

İnsanın Nankörlüğüne Bir Örnek

Cenâb-ı Hak, "İnsanlara, kendilerine dokunan bir sıkıntıdan sonra, bir rahmet taddırdığımız zaman bakarsın ki ayetlerimiz hakkında, onlar yine kötü bir fikir içine girmişler "(Yunus, 21) buyurunca, bu söz, manası tamamiyle zahir olmayan, ancak tam bir misâl getirilerek manası vuzuha kavuşturulacak olan genel ve külli bir ifâde olmuştur. Böylece Cenâb-ı Hak, bu ayeti kendisinden önceki ayeti açıklasın diye, hem insanın, çok şiddetli zarardan rahmete geçişine; hem de, buna rağmen insanın mekrine, yani hile ve tuzaklara başvurusuna bir misal zikretmiştir. Bu böyledir, zira genel kavramlar, dinleyicilerin anlayışlarına ancak, o külli manaların hakikatini ortaya koyacak çok net ve açık misal getirilmek suretiyle ulaşır, yerleşir.

Bil ki, insan gemiye binip, maksadına uygun yönden esen rüzgarı bulunca, onda tam bir mutluluk ve kuvvetli bir sürür meydana getir. Daha sonra da birden bire, helak olma ve ölme emareleri zuhur edince, -ki bunların birincisi, onlara çok kuvvetli bir hatıranın isabet etmesi; ikincisi, onlara, her taraftan koca koca dalgaların gelerek onları kuşatması ve üçüncüsü de, onların zanlarınca, mahvolmalarının gerçekleşip kurtuluş ümid edilecek bir durum olamayacağının ortaya çıkmasıdır-, hiç şüphesiz gayelerine uygun olan o güzel hallerden, bu korkunç ve kahredici hallere geçişleri büyük bir korkuya ve dehşete sebebiyet vermiştir. Hem, denizde bu tür halleri ve korkunç şeyleri müşahade etmek, daha fazla korkuya ve dehşete kapılmaya yol açmıştır. Çünkü bu durumda insan sadece Allah'ın fadl ve rahmetini umar, bütün mahlûkattan ümidini keser ve kalbi, ruhu ve bütün uzuvlarıyla Allah'a yalvarıp yakarmaya yönelir. Sonra da Cenâb-ı Hak onu, bu büyük belâdan kurtarıp bu dehşetli zarardan kurtuluşa ve necata erdirince, işte tam o esnada, o kimse o nimetleri unutur da. alışmış olduğu batıl inançlarıyla kötü huylarına tekrar döner. Böylece, önceki ayette ele alınan o külli genel mananın, bu ayetle zikredilen misalden daha güzel ve daha mükemmel bir misal ile izah edilemiyeceği ortaya çıkmış olur.

İmam Cafer es-Sadıkın Yaratıcıyı isbatı

Nakledildiğine göre, birisi Cafer es-Sadık'a "Yaratıcının isbâtı hususunda bana bir delil getir!" deyince, Cafer es-Sadık; "Bana, sanatını söyle" der. Bunun üzerine o: Ben, denizde ticâretle uğraşan bir kimseyim" cevâbını verince, Cafer es-Sadık: "Bana durumunun nasıl olduğunu anlat! (Başından neler geçti?)" der. Bunun üzerine o adam: "Gemiye binmiştim; derken gemim, paramparça oldu Ben de, onun tahtalarından birine tütündüm. Tam o esnada çok şiddetli bir fırtına koptu" dedi. Bunun üzerine Cafer es-Sadık: "Kalbinde bir yakarma, bir duâ hissettin mi?" diye sorunca da, o adam: 'Evet" cevabını verdi. Bunun üzerine de Cafer es-Sadık: "Senin ilâhın, işte o esnada kendisine yalvarıp yakardığın Zât'tır..." dedi.

Üçüncü Mesele

İbn Amir, "dürüp bükmenin" zıddı olan "neşr (yayma)" kökünden olmak üzere yerine, "sizi yayar" şeklinde okumuştur ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın sanki, "yere dağılın.. "(Cuma, 10) emrinden alınmıştır. Diğer kıraat imamları ise, tef'îl babından olmak üzere (......) şeklinde okumuşlardır.

Kulun Fiilinin Yaratılması

Alimlerimiz, kulun fiilinin, Allah'ın yaratması ile olması gerektiği hususunda, bu ayetle de istidlal ederek şöyle demişlerdir: Bu ayet, kulları yürütmenin, Allah katından olduğuna delâlet etmektedir, Cenâb-ı Hakk'ın: "De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın..." (Rum, 42) ifâdesi de, yürümenin kullar tarafından olduğuna delâlet etmektedir. Bu durum, onların yürümelerinin, hem kendilerinden hem de Allah'dan olduğuna delâlet etmektedir, Binâenaleyh bu yürüyüp hareket etme işi, kesb cihetinden kullara; yaratma cihetinden de Allah'a ait olmuş olur. Bunun benzeri ifâdelerde Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbin seni hak bir şey uğrunda evinden çıkardığı zaman da (hal böyleydi) (Enfal, 5) ayetinin yanısıra, "... hani kâfirler onu (Mekke'den) çıkardıkları zaman..." (Tevbe. 40) ayetini zikretmesi; "az gülsünler, çok ağlasınlar onlar... "(Tevbe, 82) ayetinin yanısıra, "Hakikat şu: Güldüren de. ağlatan da O'dur" (Necm, 43) ve: "Attığın zaman da sen atmadın, lakin Allah attı" (Enfal. 17) ayetleridir.

Cübbaî şöyle demektedir: "Allahü teâlâ'nın onları denizde hareket ettirmesine gelince, bu gerçekte böyledir. Fakat onların karada hareket etmelerine gelince, bu iş Allah'a mecazî olarak izafe edilmiştir. Binâenaleyh kutdan taat olarak sâdır olan herşey, Allah'ın emri ve onu o kula kolaylaştırmasıyla olmuştur. Kuldan sâdır olan günahlara gelince, yine kulu ona muktedir kılan, hiç şüphesiz Allahü teâlâ'dır." Kâdî bu söze şunu ilave eder. "Karadaki (hareketlerin) de, Allahü teâlâ'nın insanlara kara üzerinde binekleri musahhar kılıp, yeryüzünü, insanların üzerinde tasarruf edebilecekleri ve insanları orada yaratmak suretiyle onların emrine vermiş olması bakımından Allah'a izafe edilmesi de caizdir. Çünkü eğer Allah böyle yapmamış olsaydı, onların orada hareket etmeleri imkânsız olurdu."

Kaffâl da Hak teâlâ'nın: "O (Allah), sizi karada ve denizde gezdirendir" ayetine. "Karada ve denizde, geçiminizi temin etmek için sizi gezip dolaşmaya ileten O'dur Size gezip dolaşma sebeplerini hazırlamış olması bakımından da sizi hareket ettiren yine O'dur" manasını vermiştir.

İşte (ehl-i sünnetin) görüşüne karşı (Mu'tezile tarafından) verilen cevaplar bunlardır. Biz diyoruz ki: Denizde, insanı hareket ettirenin Allahü teâlâ olduğunda şüphe yoktur. Çünkü geminin cüzlerinde o hareketi yaratan Allahü teâlâ'dır. Bir fiifin failine nisbet edilmesinin, bir "hakikat" olduğunda şüphe yoktur. Buna göre biz diyoruz ki: Yapılan bu izaha binâen, insanları kara üzerinde hareket ettirenin de Allahü teâlâ olması gerekir. Çünkü Allahü teâlâ'nın, âlet-edevât verme manasında, onları karada hareket ettirmiş olması, mecazî bir hareket ettirme olur. Dolayısıyla aynı lafzın, aynı anda hem hakikî, hem de mecazi manaya gelmiş olması gerekir ki bu bâtıldır.

Bil ki Cübbâi'ye göre lafzın aynı manaya nisbetle, hem hakiki hem de mecazi mana ifade etmesi imkânsız değildir. Fakat Ebu Hâşim, bunun imkânsız olduğunu söyler. Şu kadar var ki Ebu Haşim, Allahü teâlâ'nın bu tabiri iki kere kullandığının söylenilmesi uzak bir ihtimal değildir" der.

Bil ki Cübbâî'nin görüşünün, "Usul-i Fıkh"a dair eserimizde geçersiz olduğunu gösterdik. Ebu Hâşim'in "Allah bunu iki kere kullanmıştır" şeklindeki görücü de gerçek olmaktan uzaktır. Çünkü bu, kendisinden önceki alimlerden hiç kimsenin söylemediği bir görüştür. Binâenaleyh bu görüş, icmânın hilâfınadır. Dolayısıyla da bâtıldır.

Ayetle İlgili Bazı Sorulara Cevaplar

Bil ki ayetle ilgili olarak, geriye bazı sorular kalmıştır:

Birinci soru: Gemide olmak, hiç şüphesiz denizde hareket etmekten önce olduğu halde, nasıl olur da, gemide olma işi, denizde hareket ettirmenin bir neticesi gibi gösterilmiştir?

Cevap: Gemide olmak, hareket ettirilmenin neticesi kılınmamıştır. Aksine ifâdenin takdiri sanki şöyle denilmiş olmasıdır: "O, sizi hareket ettirendir. Bu hareket ettirme cümlesi içinde, gemide olma işi de bulununca şöyle şöyle oldu..."

İkinci soru: Ayetteki "Bulunduğunuz zaman ifâdesindeki şartın cevabı nedir?

Cevap: Bu şartın cevabı, ayetteki, "Ona şiddetli bir fırtına gelip çatar" cümlesidir. Ayrıca Keşşaf sahibi şöyle der: "Ayetteki "Onlar Allah'a... duâ ederler" ifâdesi, "Sandılar ki" ifadesinden bedeldir. Çünkü onların duâ etmeleri, ölümü beklemelerinin ayrılmaz bir parçasıdır. Bazı büyük zatlar, ayetteki "Onlar Allah'a duâ ederler..." ifâdesinin, müste'nef bir cümle olarak alınmasının daha açık olacağını söylemişlerdir ki, "Ona şiddetli bir fırtına gelip çatar ve denizin her yerinden kendilerine dalgalar hücum eder. Sanırlar ki onlar çepeçevre kuşatılmışlardır" denilince, sanki birisi "Ya onlar o zaman ne yaptılar?" diye sormuş da, bunun üzerine "Onlar Allah'a dua ederler" cevabı verilmiştir.

İltifat Üslubu Hakkında Bir İzah

Üçüncü soru: Üslubu, muhatap sîğasından gayb sîğâsma çevirmenin faydası nedir?

Cevap: Bu hususta şu izahlar yapılır:

1) Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Bundan maksad, mübalağa birşeyi iyice belirtmektir. Buna göre Allahü teâlâ sanki onların hallerine hayret etsinler ve onların bu durumlarını iyice yadırgayıp, nahoş karşılasınlar diye, onların bu durumlarını başkalarına anlatmıştır."

2) Ebû Ali el-Cübbâî şöyle der: "Allahü teâlâ'nın, kullarına yönelik olarak yaptığı hitablar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dili ile olmuşur. Binâenaleyh aslında bu, gaibden (yani üçüncü şahıstan) haber verme gibidir. O halde, gaibi muhatabın yerine koyan herkesin, aynı şekilde onu, gâib sîğasına çevirmesi de yerinde olur."

3) Bu, şu anda hatırıma gelen bir izahtır: Sözde, gâib sîğasından muhâtab sığasına geçmek, karşıdakine duyulan yakınlığa ve ona daha fazla değer vermeye delâlet eder. Ama bunun zıddı, yani muhâtab sîğâsı kullanırken, gâib sığalarına geçmek, gazaba ve uzaklaştırmaya delâlet eder. Birincisi, Fatiha sûresinde olduğu gibidir. Çünkü, "Hamd olsun Alemlerin Rabbi. Rahman ve Rahîm Allah'a.." (Fatiha. 1-3) ayetlerinin tamamı, gâib sığası ile olan yerlerdir. Daha sonra insan buradan, "Yalnız sana ibadet eder. yalnız senden yardım isteriz... "(Fatiha. 4) ifadelerine geçer ki, bu, kulun, sanki gâibten huzur-u ilâhiye geçtiğine delalet eder. Bu da, onun derecesinin yüceliğini ve âlemlerin Rabbinin hizmetine son derece yaklaşmış olduğunu gösterir. İkincisi ise. bu ayette olduğu gibidir. Çünkü ayetteki, "Gemilerde bulunduğunuz zaman "ifâdesi, karşıda bulunanlara bir hitabdır; "(O gemiler) bunları götürdükleri zaman" ifâdesi ise, gâib sîğasıyladır. Binâenaleyh bu ayette, muhatab sîğasından gâib sîğâsına geçilmiştir ki bu da, bir kızgınlığın, uzaklaştırmanın ve kovmanın söz konusu olduğunu gösterir. Bu gibi kimselerin durumuna yakışan da budur. Çünkü Allah'ın lütuflarına küfran-ı nimet (nankörlük) ile mukabele etmek özelliğinde olan her insana uygun olan, bizim bu anlattığımız şeydir.

Dördüncü soru: Bu ayette, şartta ve cevapta, nazar-ı dikkate alınmış olan kayıtlar kaç tanedir?

Cevap: Şartta bulunan kayıtlar üçtür: 1) Gemide olmak. 2) Geminin güzel bir rüzgarla hareket etmesi. 3) Onların bundan duyacakları sevinç,

1) Onlara bir fırtınanın gelip çatması. Bu hususta şöyle iki soru sorulabilir:

Birincisi: Ayetteki câethâ "Ona gelip çatar" ifadesindeki "Ona" zamiri müfred olduğu halde, fülk (gemi-gemiler) kelimesine râcîdir. "Onlar bunları... akar gibi götürürler" kelimesindeki "onlar" zamiri de cemî olduğu halde, yine fülk kelimesine râcîdir. Bunun sebebi nedir?

Bu soruya şu iki şekilde cevap verilir:

a) Biz, câethâdaki zamirin fütk kelimesine âit olduğunu kabul etmiyoruz. Aksine bunun "Güzel bir hava" ifâdesine râcî olduğunu söylüyoruz.

b) Biz, sizin söylediğinizi kabul etsek bile, fülk kelimesinin, hem müfred (gemi manasında), hem de cemî (gemiler manasında) olabilen bir kelime olduğunu, dolayısıyla her iki zamirin de kullanılışının yerinde ve güzel olduğunu söylüyoruz.

İkincisi: Âsıf ne demektir?

Buna şöyle cevap verilir: Ferrâ ve Zeccâc şöyle demişlerdir: "Arapça'da hem hem de denilir. Yine denilir." Ferrâ sözüne devamla şöyle der: "Elifli yani ifâl babından bu kelimeyi kullanma, Esedoğullarının lehcesidir. tabiri "Rüzgâr şiddetli esti, şiddettendi" demektir. (......) kelimesinin asıl manası sürat ve hızdır. Nitekim Arapça'da, (hızlı deve), ve (hızlı) denilir. Ayette denmiştir. Çünkü, bununla "hızlı" manası kasdedilmiştir. Bu tıpkı, sütçü manasına lâbin ve hurmacı manasına tamir denilmesi gibidir. Yahut da, rih kelimesi, (lafzen) müzekker olduğu için, böyle denilmiştir.

2) Ayetteki "(Denizin) her yerinden kendilerine dalgalar hücum eder" ifadesidir. "Mevc" (dalga), denizin üzerinde kabaran sudur.

3) "Sandılar ki onlar çepeçevre kuşatılmışlar" ifadesi... Bu, "Onlar, ölüme iyice yaklaştıklarını sandılar" demektir. Bunun aslı şuna dayanır: Bir beldeyi veya bir topluluğu düşman kuşattığında, onlar adetâ ölümle başbaşa kalmış olurlar.

Beşinci soru: Ayetteki, "Hâlis ve samîmi olarak." ifadesindeki ihlâs ile ne murâd edilmiştir?

Cevap: İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hak, bununla, onların şirki bıraktıklarını ve hiçbir ilâhlarını (o anda) Allah'a ortak koşmadıklarını ve Allah'ın rubûbiyyeti ile vahdâniyyetini kabul ettiklerini murâd etmiştir."

Hasan el-Basrî: "İhlas, "iman" demektir. Fakat onları, içine düşmüş oldukları bu durumdan kurtaracak olanın ancak ve ancak Allahü teâlâ olduğunu bilmeleri, zarurî ve kesin bir iman yerine geçmiş olur" demiştir.

İbn Zeyd ise: "O müşrikler, Allah'ın yanısıra başka şeylere de duâ ederlerdi. Binâenaleyh başlarına böyle bir sıkıntı gelince, sadece Allah'a dua ettiler" demiştir.

Ebu Ubeyde'nin de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Onların bu dualarından murad, "Ya Hayy, ya Kayyûm" manasında, âhiyyen şerâhiyyen demeleridir.

Altıncı soru: Ayetteki hâzihi "bundan" ifâdesi ile neye işaret edilmiştir?

Cevap; Bununla: a) Şiddetli fırtınadan, b) Dalgalardan, c) Belâlardan manalarına işaret edilmiştir. Her nekadar bu kelimeler geçmemiş olsa bile, ayette bunlara delâlet eden ifâdeler geçmiştir.

Yedinci soru: Ayette bir takdir yapmaya gerek var mıdır?

Cevap: Evet. Binâenaleyh ayetin takdiri "Onlar. Allah'ın dininde hâlis ve samimi kimseler olarak ve "Eğer bizi bundan kurtarırsan..." demeyi kastederek..." şeklindedir.

Şöyle de denebilir: Ayette hiçbir takdir yapmaya gerek yoktur. Çünkü "Onlar... Allah'a duâ ederler" ifâdesi, "Eğer bizi bundan kurtarırsan..." ifâdesi ile tefsir edilmiştir. Binâenaleyh onlar, gerçekte (duâ olarak) sadece bu sözü söylemişlerdir.

"Bağy" Kelimesinin Tefsiri

Bil ki Allahü teâlâ onların, böyle tam bir yalvarış ve yakarış içinde olduklarını nakledince, o beta ve sıkıntıdan kurtulduktan sonra, hemen o anda yeryüzünde haksız yere fesat ve zulüm yapmaya yöneldiklerini beyan buyurmuştur. İbn Abbas şöyle der: "Cenâb-ı Hak, o ayetteki "bağy" (taşkınlık) ile, onların fesadını, yalanlamalarını ve Allah'a karşı cüretkâr oluşlarını kasdetmiştir. Bundan dolayı bağy, zulüm ile hükümrân olmaya yönelmek demektir." Zeccâc ise: "Bağy, fesâdda ileri gitmedir" derken, Esma: "Yara iyileşmemeye yüz tuttuğunda, denilir. Yine kadın, yalancı ve zinâkâr olduğunda denilir " demiştir. Vahidî, bu kelimenin asıl manasının "istemek" olduğunu söylemiştir.

Eğer, "O halde, bağy zaten haklı yere olamazken, ayette "Haksız yere bağy (taşkınlık)" denilmesinin hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bağy, bazan haklı yere de olabilir. Bu çeşidi, müslümanların, (hakeden) kâfirlerin topraklarına hükümrân olmaları, onların evlerini barklarını yıkıp, ekinlerini yakmaları ve ağaçlarını da kesmeleridir. Bu, Allah Resulünün. Kurayzaoğullarına (yahûdilere) uyguladığı şey gibidir.

Cenâb-ı Hak, daha sonra bu "bağy'Nn, akıllı olanın, sakınması gereken bâtıl bir iş olduğunu beyân buyurarak, 'Ey insanlar, sizin taşkınlığınız ancak kendinize karşıdır. (Size zarar verir. Bu da) dünya hayatının menfaati gibidir" demiştir. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Kıraat âlimlerinin çoğu, "meta" kelimesini, ayn'ın ötresi ile, (......); Âsım'ın râvisi Hafs ise, ayn'ın fethası ile metâe şeklinde okumuştur. Bunun merfû (ötüreli) okunuşu ile ilgili olarak şu iki izah yapılır:

a) Ayetteki (Kendinize karşı yaptığınız taşkınlıklarınız) mübteda, "Dünya hayatının metaldir" kısmı da haber olur. Ayetteki, "Kendinize karşı yaptığınız taşkınlıklarınız" ifâdesinden murad", "biribirinize yaptığınız zulümleriniz" manasıdır. Bu tıpkı, "Kendinizi öldürünüz... "(Bakara. 54)yani "birbirinizi öldürünüz (ey yahûdiler)" ayetinde olduğu gibidir. Buna göre ayetin manası. "Bazınız, bazınıza dünya hayatının sonu olmayan menfaatleri hususunda zulmetmiştir" şeklinde olur.

b) Ayetteki (......) kelimesi mübtedâ, (......) kelimesi haber; (......) kelimesi ise, mahzûf bir mübtedanın haberi olup, buna göre takdiri "Bu, dünya hayatının menfaatidir" şeklindedir. Meta kelimesini mansub okumanın izahına gelince şöyle deriz: "Ayetteki (......) kelimesi mübteda kısmı onun haberi, ise mef'ûl-ü mutlak tekîdî olup, takdiri, "Dünya hayatının metâtndan istifâde edersiniz" şeklindedir.

İkinci Mesele

Bağy, en kötü günahlardandır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Mükâfaatı en çabuk verilen hayır sıla-i rahim, cezası en çabuk verilen şer ise bağy ile yalan yere yapılan yemindir" İbn-i Mace, Zühd, 23 (2/1408). buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "iki şey var ki. Allahü teâlâ onların cezasını dünyada iken peşin verir: Biri bağy, biri anababaya isyan " dediği de rivayet edilmiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın: "Eğer bir dağ bir dağa bağy etse (zulmetse), bağyeden mutlaka (sonunda) unufak olur" dediği rivayet edilmiştir. Me'mun da kardeşi hakkında su iki beyte tutunarak sövle demiştir:

"Ey, zulüm işleyen kimse, şüphesiz zulüm kırıp geçiricidir. Binaenaleyh sen. bir dur. Çünkü, kişinin işlerinin en hayırlısı, en adil olanıdır. Bunun için. eğer bir dağ bir gün başka bir dağa zulmetse. o dağın tepeleri ve etekleri kırılıp unufak olur."

Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'nin de "Kendisinde şu üç şey, yani bağy (zulüm), ahdi bozma ve hilekârlık bulunan her insanın, bunlar aleyhine olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ey insanlar, sizin taşkınlığınız (bağyiniz), ancak kendinize karşıdır" buyurur" dediği rivayet edilmiştir.

Üçüncü Mesele

Ayetteki, "Ey insanlar, sizin bağyiniz. ancak kendinize karşıdır" buyruğu hakkında söylenecek sözün özü şudur:

Bu şu manayadır: "Ey insanlar, sizin birbirinize karşı zulmünüz kısa bir müddet için sözkonusudur. Bu da, son derece kısa olan ve çabucak son bulan ömürlerinizdir. Nihayet dönüşünüz ancak bizedir. Yani biz, sizin amellerinize karşılık vereceğiz. O vakit size, dünyada neler yapmış idiyseniz biz haber vereceğiz." (......) "Size haber vereceğiz" kelimesinin masdarı olan "Inbâ" "haber vermek" demektir. Bu ayette ise, "azab ile tehdîd etme" manasına kullanılmıştır. Bu tıpkı birisinin diğer birisine, "sana, yaptığını haber vereceğim" demesi gibidir.

Dünya Hayatı Hakkında Bir Mesel

24

"Dünya hayatının hâli. gökten İndirdiğimiz bir su gibidir ki onunla yeryüzünde, gerek insanların gerek hayvanların yiyeceği bitkiler bitip birbirine girer. Tam yeryüzü zinet ve ihtişamını takınıp süslendiği, sahipleri de oraya kesinlikle hâkim olduklarım sandıkları bir sırada gece veya gündüz ona emrimiz gelivermiştir ve sanki dün hiç yokmuş gibi, onu tâ kökünden koparılıp biçilmiş bir hâle getirmişizdir. İşte biz iyi düşünecek kimseler için, ayetleri böyle açıklarız".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki Cenâb-ı Hak, "Ey insanlar, sizin bağyiniz ancak kendinize karşıdır. (Bu da) dünya hayatının menfaati gibidir" buyurunca, bunun peşisıra, yeryüzünde taşkınlık yapan, dünyaya aldanan, ona sımsıkı sarılan, ahiretten ve ahirete hazırlanmaktan tamamen yüz çeviren kimseler için, darb-ı mesel olarak söylenen bu hayret verici misâli getirerek, "Dünya hayatının hâli, misâli, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki onunla yeryüzünün bitkileri bitip birbirine karışır" buyurmuştur. Bu ifâde şu iki manaya gelebilir:

a) Bunun manası, "Gökten inen o su sebebiyle, yeryüzünün bitkileri ona karıştı" şeklindedir. Bu böyledir, çünkü yağmur yağdığında, o yağmur sebebiyle pek çok bitki biter ve o çeşitler birbirine girip, karışır. Bu, yağmur yağmazdan önce, bitmemiş bitkiler için böyledir.

b) Bundan murad, bitmiş olup da, henüz gelişip boy atmamış olan bitkilerdir. Bu, ancak bitkilerin, topraktan ilk çıkışları anında olur. Binâenaleyh böyle yeni çıkmış bitkilerin üzerine yağmur yağıp, bitkiler bu yağmurla karşılaştığında, yağmurla bitki birbiriyle ihtilât ettiğinde, o bitkiler boy atar, gelişir, güzelleşir, olgunlaşır ve en güzel renklere ve zinetlere bürünür. İşte ayetteki "Tam yeryüzü zinet ve ihtişamını takınır" ifadesi ile, bu kastedilmiştir. Bu böyledir. Çünkü "tezahrüf" birşeyin en ileri derecede güzelleşmesi demektir. Böylece yeryüzü, hertürlü renkle böbürlenen, bir güzel elbise giyip, kırmızı, yeşil, sarı, altın rengi, beyaz ve benzeri renklerle süslendiğinde, tıpkı bir gelin gibi, bütün süs ve zinetlerini takınmış olur. Şüphesiz ki her ne zaman bir bahçe bu durum üzere ve bu sıfatlarda olursa, sahibi ondan dolayı sevinir ve ondan istifade edeceği hususundaki ümitleri artar ve kalbi tamamen onda olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, işte böylesi güzel bir bahçeye, gece veya gündüz, bir anda dolu, fırtına, yahut sel gibi bir büyük âfet salıverdiğinde o ağaçlar ve bitkiler, sanki hiç olmamış gibi, yok olurlar. Bu durumda sahibinin, son derece üzülüp kederleneceğinde şüphe yoktur. İşte kalbini dünya lezzetlerine ve güzelliklerine bağlayan her insanın durumu da aynıdır. Binâenaleyh bu insan, o şeyleri elde edemediğinde üzüntüsü artar ve onlara karşı aşırı bir hayıflanma içine girer.

Dünya Hayatının Bitkiye Benzetilmesinin Sebebi

Bil ki dünya hayatının bitkilere benzetilmesi, Kâdî(r.h)'nin. özetlediği şu manalara gelebilir:

Birinci izah: İnsanın, dünya ile ilgili olarak harcayıp bitirdiği bu dünya hayatının neticesi, kendisinden istifâde etme hususunda fazla ümitlenildiği halde ümitsizliğe düşülen bu bitkilerin neticesi gibidir. Çünkü genel olara, k dünyaya sımsıkı sarılan kimse, bu dünyaya meyledip, dünya ile ilgili arzusu büyüyünce, ölüm ona ansızın gelip çatar. İşte bu, Hak teâlâ'nın, "Nihayet kendilerine verilen o şeyler yüzünden (tam şımarıp) ferahlandıkları zaman, onları ansızın tutup yakalayıverdik ve artık o anda onlar bütün ümitlerinden mahrum kaldılar" (En'âm, 44) ayetinde anlatılan husustur. Yani, onlar bütün ömürlerini dünyaya harcadıkları halde, dünya hususunda; aslında ister istemez ahirete gittikleri halde, ahiret hususunda da ziyana uğradılar.

İkinci izah: Allahü teâlâ, bu ekin için makbul ve övgüye değer bir netice hasıl olmayacağı gibi, dünyaya aldanıp, onu seven kimse için de, makbul bir neticenin meydana gelmeyeceğini beyân buyurmuştur.

Üçüncü izah; Ayetteki teşbih, Hak teâlâ'nın "Biz onların yaptıkları her amelin önüne geçtik ve bunları saçılmış (hiçbir değeri olmayan) zerreler yapc Vurkan. 23 ayetinde ifâde edilen husus gibidir. Binaenaleyh bu yokedici sebebler meydana geldiği için. çiftçinin ekme gayretlerinin tamamen boşa çıkması gibi, dünyaya aldananın gayretleri de böyle boşa çıkar.

Dördüncü izah: O bahçenin sahibi, kendini yorarak ve gönlünü sıkıntıya sokarak, bahçesini imâr edip, kalbini ondan istifâde etmeye bağlamıştı, yani ondan istifâde edeceğini umuyordu. O yokedici sebebler meydana gelince, daha önce Katlandığı o İtina, gelecekte kendisi için çok şiddetli bir mutsuzluğun doğmasına sebeb olmuştur. Bu mutsuzluk da, onun kalbinde meydana gelen hayıflanmadır. Kalbini dünyaya bağlayan ve kendisini dünyayı elde etmek için yoran kimsenin durumu da böyledir. Bu, kimse de ölüp, elde etmek istediklerini elde edemeyince, dünya sebeplerini meydana getirme hususunda katlandığı o gayret ve itina, ahirette büyük bir mutsuzluk sebebi olur.

Beşinci izah: Belki de Hak teâlâ, bu teşbihi, âhirete inanmayanlar için yapmıştır. Çünkü biz, alabildiğine büyümüş olan ekinin, zinet ve güzellik hususunda da son noktaya ulaştığını görürüz. Ama daha sonra, alabildiğine süsünü takınmış o toprağa bir âfet arız olur ve böylece bütün o güzellikler silinip gider. O toprak daha sonra yeniden ikinci kez aynı süslerle süslenir. Binâenaleyh Allahü teâlâ böyle birşeye kadir olanın, ahirette insanların amellerine, hayır ise hayır ile, şer ise şer ile karşılık verebilmesi için, canlıları orada yeniden diriltmeye de kadir olacağını göstermek için bu meseli (teşbihi) getirmiştir.

İkinci Mesele

Mesel, sayesinde ikincinin durumunun, birinciye teşbih edildiği bir sözdür. "Mesel" ile, "sıfat, hal, özellik" manasının kasdedilmiş olması da mümkündür. Buna göre ayetin takdiri, "Dünya hayatının sıfatı, durumu şöyle şöyledir" şeklindedir.

Ayetteki (......) kelimesine gelince Zeccâc şöyle der: "Bunun aslı, dir. Bundaki (ilk) tâ harfi "ze" harfine çevrildi; ilk "ze" harfi sakin kılınıp, (okunabilmesi için) başına bir hemze-i vasıl getirildi ve ikinci "ze"ye idğam edildi. Bu tıpkı ve (Bakara 72 ve A'raf, 38) kelimelerinde söylediğimiz gibidir.

" Ve sahibleri de ona kesinlikle kadir olduklarını sandılar" tabiri hakkında, İbn Abbas (radıyallahü anh), "Cenâb-ı Allah "O yerin sahipleri, o ekin ve bitkileri hasad edip, meyvelerini devşirebileceklerini sandılar" manasını kasdetmiştir" der. Gerçekte, buradaki zamir, zahiren her nekadar, "arz" (yeryüzü) kelimesine râcî ise de, aslında yerde biten bitkilere râcîdir.

Allahü teâlâ'nın "Ona emrimiz gelivermiştir" buyruğu hususunda, İbn Abbas (radıyallahü anh), "Bununla Cenâb-ı Hak, "Bizim azabımız ona geldi" manasını murad etmiştir" der. Gerçekte mana, "Bizim, o yeryüzünü helak ile ilgili emrimiz ona ulaştığında..." şeklindedir.

Allahü teâlâ '."Onu. biçilmiş bir hâle getirmişizdir" buyurur. İbn Abbas (radıyallahü anh) "hasîd" kelimesine, "Orada sanki hiçbirşey yokmuş gibi..." manasını verirken, Dahhâk, "biçilmiş, hasâd edilmiş" manasını vermiştir. Buna göre, ayetteki "hasîd" kelimesinden murâd, bitkisi biçilip hasâd edilmiş yer demektir. "Hasîd" ile, o bitkinin kendisi de murad edilebilir. Ebu Ubeyde, bu kelimeye, "kökü kazınmış' manasını verirken, bazıları da, "koparılıp çıkarılmış" manasını vermişlerdir,

Ayetteki "Sanki dün hiç yokmuş gibi..." buyruğu hakkında Leys şöyle der: "Birşey yok olduğunda Arapça'da, "sanki hiç olmamış" manasında, denilir. Bu, Arapların, insanlar evlerinde ikamet ettiklerinde söyledikleri "Kavim, evlerinde oturuyorlar" sözünden alınmıştır." Bu izaha göre, bu ifâde o bitkilerin sıfatı olmuş olur. Zeccâc bunun manasının, "sanki onlar dün yaşamıyorlardı" şeklinde olduğunu söylemiştir. Bu izaha göre, kasdedilen de "yeryüzü" olmuş olur.

Allahü teâlâ "İşte biz iyice düşünecek kimseler için, ayetleri böyle açıklarız" buyurmuştur. Bu, "Ard arda gelmesi ve çokça vuku butması, yakînî imanın kuvvetlenmesine sebeb olsun ve şek ile şüphenin zail olmasını mucib olsun diye, ayetlerimizi ard arda, peş peşe ve tek tek getiririz, ortaya koruz" demektir.

25

"Allah selâm evine çağırır ve O, kimi dilerse onu doğru yola hidayet eder".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır.

Daha Önceki Kısımla Münasebet

Bu, ayet'in daha önceki ayetlerle münasebeti hakkındadır. Bil ki Allahü teâlâ gâfil kimseleri, bir önceki ayette verdiği mesel ile, dünyaya meyletmekten soğutunca, bu ayet ile de onları âhirete teşvik etmiştir. Ahirete teşvikin izahı şöyledir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Benim ile sizin durumunuz tıpkı bir ev yapıp, o evde bir ziyafet kurup, o ziyafete davet için bir elçi, davetcigönderen bir efendinin durumuna benzer. Şöyle ki: Kim o davetciye icabet ederse, eve gelir, ziyafetten yer ve efendi ondan hoşnud olur. Kim de davete icabet etmezse, eve gelip, ziyafetten yemez, efendi de ondan razı olmaz. Dikkat edin: Allah, o efendi: ev. islâm evi: ziyafet cennet: davetci de. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir" buyurduğu rivayet edilmiştir. Yine rivayet edilmiştir ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Güneşin doğduğu her günde. mutlaka o günün İki tarafında (yani sabah ve akşam) iki melek, insanlar ve cinler dışında bütün mahlukata duyuracak şekilde, "Ey insanlar. Rabbinize geliniz. Çünkü. O, sizi selâm (kurtuluş) yurduna davet ediyor" diye nida ederler' Kenzu'l-Ummal, 15. Cilt, 43162. Hadis. buyurmuştur.

İkinci Mesele

Ayetteki dar-ı selam (selâm yurdu)ndan muradın, "cennet" olduğunda şüphe yoktur. Fakat alimler cennete, niçin bu ismin verildiği hususunda, şu değişik izahları yapmışlardır:

Cenab-ı Allah'ın İsmi Olarak "Selâm"

Birinci görüş: "Selâm", Allah'ın adıdır. Cennet de O'nun yurdudur. Binâenaleyh burada bize düşen, Allah'a niçin "selâm" denilmiş olduğunu izah etmektir. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:

a) Cenâb-ı Hak, zâtı gereği vâcibu'l-vücûd olunca, yok olmaktan, değişikliğe uğramaktan, zatı ve sıfatları hususunda başkasına muhtaç olmaktan uzak ve salimdir Böylesi bir sıfat, ancak Hak teâlâ'ya aittir. Nitekim O, "Allah ganidir, siz ise fakirlersiniz" (Muhammed. 38) ve "Ey insanlar, sizler Allah'a muhtaçsınız" (Fatr, 15) buyurur.

b) Allahü teâlâ, "Mahlûkât, O'nun zulmünden salim ve beridir" manasında, bu "Selâm" ismini almıştır, Nitekim O, "Rahbin. kullarına zulümkâr değildir" (Fussilet 46) buyurur. Bir de. kendisi dışında kalan herşey O'nun mülkü ve milkidir. Failin, kendi mülkü üzerindeki hiçbir tasarrufu zulüm olmaz. Bunun bir diğer sebebi de. zulüm ya âcizden, ya câhilden, ya da muhtaç olandan sâdır olur. Bütün bunlar, Allah hakkında imkânsız olunca, O'nun için zulüm yapma da imkânsız olur.

c) Müberred şöyle der: "Allahü teâlâ, "selam sahibi" manamsa "Selâm" ismini almıştır. Bu, "selâma kadir olan sadece O'dur" demektir. Selâm, "âcizleri kötülüklerden ve âfetlerden kurtarmak" demektir. Binâenaleyh Hak teâlâ, ayıplıların ayıplarını örten, darda kalanların duasına icabet eden ve mazlumların intikamını zâlimlerden alandır, " Müberred sözüne şöyle devam eder: "Buna göre "Selâm", selime fiilinin masdarıdır."

İkinci görüş: '-Selâm", "selâmet" kelimesinin çoğuludur. Buna göre. ayetteki "Dâru's-selâm" tabirinin manası, "Kendisine girenlerin âfet ve belâlardan kurtulmuş olduğu yurt, ev..." şeklindedir. O halde, buradaki "selâm" kelimesi (emmek) kelimesinin manasına gelmesi gibi, selâmet manasındadır. Çünkü burada, bu yurtta insan, ölüm, hastalık, acı, belâ, şeytanın vesveseleri, küfür, bidat, meşakkat ve yorgunluk gibi, her türlü kötülük ve âfetlerden uzak olmuş olur.

Üçüncü görüş: Cennete, bu ad verilmiştir. Zira Allahü teâlâ. cennetliklere selâm verir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Çok merhametli Rab'den sözle olan bir selâm vardır" (Yasin. 58) buyurmuştur. Melekler de onlara selâm verirler. Nitekim Cenâb-ı Hak. "Sabrettiğiniz şeylere mukabil sizlere selâm. Dâr-ı dünyanın ne güzel sonucudur bu'" (Rad. 24) buyurmuştur.

Yine onların bir kısmı diğerine setâm verir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Oradaki tahiyyeleri, selâmdır" (Yunus. 10) buyurmuştur. Yine onların selâmları, saîd (cennetlik) olan dünya ehline yetişir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer amel defterini sağ taraftan alanlardan ise, artık ashab-ı yeminden selâm sana!" (Vakıa, 90-91) buyurmuştur.

Kullar Cennete Davet Ediliyorlar

Bil ki Allahü teâlâ'nın cömertliğinin, kudretinin ve kullarına olan merhametinin kemal mertebesinde olduğu malumdur. Binâenaleyh, Allah'ın, kullarını Selâm Yurdu'na davet etmesi, Daru's-selâm'da gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve beşerin aklına da gelmeyecek şeylerin bulunduğuna delâlet eder. Çünkü azîm olan, bir şeyi büyütüp, ona karşı arzu uyandırıp ve o arzu uyandırmada da son derece itina gösterince, bu, o şeyin durumunun son derece mükemmel olduğuna delâlet eder. Özellikle Allahü teâlâ, bu mukaddes Kur'ân-ı Kerim'i, cennetin vasıflarıyla doldurmuştur. Meselâ, "Artık rahatlık güzel rızk ve Naîm cenneti (onundur) "(Vakıa. 89) buyurulmuştur. Biz burada, bu neticeyi izah için, , küllî ve genel bir hususa değiniyor ve şöyle diyoruz: İnsan, içinde bulunduğu günde, yarını için gayret gösterir. Her insanın, iki yarını vardır: Dünyadaki yarını, âhiretteki yarını

Ahiret İle Dünya Yarınları Arasındaki Fark

Buna göre biz diyoruz ki, âhiretin yarını, şu dört bakımdan, dünyanın yarınından daha hayırlıdır:

1) İnsan, bazan dünyanın yarınına ulaşamaz, ama âhiretin yarınına ise ister istemez kavuşur.

2) Dünyanın yarınına kavuşacağını farzetsek bile, belki de onun, ya bu malı zayi etmesinden, veyahut da vücudunda o maldan istifâdesine mani olacak bir hastalığın bulunması sebebiyle, biriktirdiği o şeylerden istifade etmesi mümkün olmayacaktır. Ama, âhiretin yarınına gelince, insan, bu g'ünü için kazanıp kesbettiği herşeyden mutlaka istifade eder.

3) İnsanın, bu dünyanın yarınına kavuşması, malından da istifade etmesinin farzedilmesi durumunda da, ancak ne var ki bu dünyanın menfaat ve faydaları, zararlar ve yorgunluk-bitkinliklerle içiçedir. Çünkü dünyanın mutlulukları, âfetlerden uzak olmayıp, aksine belâlarla içiçedir. İstikra da buna delâlet etmektedir. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber "Kim henüz yaratılmamış bir şeyi taleb ederse, ondan rızıklanmadığı halde kendisini boşuna yormuş olur" buyurmuştur. Bunun üzerine, "Ya Resûlallah, nedir bu?" denilince de O, Tam bir gün boyunca duyulacak sevinçtir" buyurur. Ama âhiretin izzetinin sağladığı faydalara gelince, bunlar gamlardan, üzüntülerden, kederlerden ve nefret uyandırıcı her şeyden uzaktırlar, beridirler.

4) İnsanın dünyanın izzetine ulaşması ve o izzet sebebiyle çeşitli şeylerden istifâde etmesi ve-bu istifadenin afet ve belâlardan uzak olması kabul edilse bile, onun, mutlaka sona ermesi kaçınılmazdır. Halbuki âhiretin menfaatları devamlıdır, sona ermekten ve inkıtâya uğramaktan uzak ve bendir. Böylece dünya mutluluklarının, bu dört kusur ile içice bulunduğu; ahiret mutluluklarının ise, bunlardan uzak ve salim olduğu, bu sebepten dolayı da cennetin "Daru's-selâm-Esenlik Yurdu" adını aldığı sabit olmuş olur.

Dördüncü Mesele

Alimlerimiz, küfür ve imanın, Allah'ın kaza ve kaderi ile olduğuna bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, bu ayette, bütün mahlûkatını Selâm Yurduna (Esenlik Yurduna) davet ettiğini; daha sonra da O'nun mahlûkatından bazısını buna hidâyet edip ilettiğini beyân buyurmuştur. Binâenaleyh, bu hususî hidâyetin, o umumî davetten başka olması gerekir. Güç, kudret, yapabilme imkânı verme, peygamber gönderme ve kitaplar indirme gibi şeylerin, "umumî" (genel) şeyler olduğu hususunda şüphe yoktur. Binâenaleyh, bu hususi hidayetin, bütün bu umumî şeylerden başka olması gerekir. Bu da, bizim "Allahü teâlâ, ilim ve marifetullahı, başkasına değil de, o şahsa tahsis etmiştir" şeklindeki sözümüzden başka bir şey değildir.

Bil ki, bu ayet, Mutezile'ye güç gelen müşkil bir ayettir. Onlar, (bu hususta) fazla soru sormaya kadir olamamışlardır. Kâdî'nin ileri sürdüğü şeylerin özeti şu iki şeydir:

a) Bundan maksat, "Duaya icabet edip itaat eden, muttakî olan kimseleri, hiç şüphesiz ki Allah o davete, çağrıya hidâyet eder, ulaştırır" manasında olmak üzere. "Allah, dilediği kimseleri, o daveti kabul etmeye iletir" şeklindedir.

b) Bu ayetle, ilahî lütuflar kasdedilmiştir. Alimlerimiz, bu iki izaha tek bir şekilde cevap vererek şöyle demişlerdir: Mutezile'ye göre, bu hidâyeti îfâ etmek, Allah'a vaciptir. Vacip olan şeyse, meşîete (dilemeye) taalluk etmez. Halbuki buradaki ifâde, meşîet-i ilâhiyeye bağlanmıştır. Binâenaleyh bu ayeti onların ileri sürdüğü manaya hamletmek imkânsızdır.

26

"İyi iş, güzel amel yapanlara en güzel mükâfaat. bir de ziyâde vardır. Onların yüzlerine ne bir toz bulaşır, ne de bir horluk kaplar. Onlar cennetlik olup orada ebedî kalıcıdırlar"

Bil ki Allahü teâlâ, kullarını, Daru's-Selâm'a davet edince, orada, o kulları için meydana gelecek saadetlerden de bahsederek, "İyi iş, güzel amel yapanlara en güzel mükâfaat. bir de ziyâde vardır" buyurmuştur. Bu ayeti tefsir edebilmek için, şu üç lafzın izahına ihtiyaç bulunmaktadır:

Ayette Geçen "İhsan" Kavramı.

Birinci lafız: (......) kelimesidir. İbn Abbas: "Bunun manası, "Lâ ilahe illallah kelimesini zikretmek için (...) vardır" şeklindedir" derken; el-Asamm: "Bunun manası, "İbâdet ettikleri her şeyde güzel davrananlar için (...) vardır" şeklindedir" demiştir ki, bu da "Onlar, emredildikleri şeyi, lâyık-ı veçhile yapıp, menhiyattan da, nehyediidiği şekilde kaçınanlar için (...) vardır" anlamındadır" demiştir. İkinci görüş yani Asammın görüşü, doğru olmaya daha yakındır. Zira yüksek dereceler, ancak itaatkâr kullar için tahakkuk eder.

İkinci lâfız: Bu, husnâ kelimesidir. İbn'ul-Enbarî şöyle demiştir: "El-husnâ kelimesi Arapça'da, ahsen kelimesinin müennesi (dişisi)dir. Araplar, bu kelimeyi, sevilen ve arzu duyulan şeyler hakkında kullanırlar İşte bundan dolayı bu kelime. te'kidlenmez ve herhangi bir şeyle de sıfatlanmaz. Keşşâf sahibi ise, "Bu ifâdeyle, en güzel mükâfaat kasdedilmiş olup, bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "iyiliğin mükâfaatr iyilikten başka mıdır?" (Rahman, 60) ayetidir" demiştir.

Üçüncü lafız: Bu, ziyade lafzıdır. Buna göre biz diyoruz ki: Bu kelime, müphem ve kapalı bir kelimedir. Kapalı olması sebebiyledir ki, alimler bu kelimenin tefsirinde ihtilâf etmişlerdir. Onların sözlerinin neticesi şu iki görüşe varıp dayanır:

"Hüsnâ" ve "Ziyade" Kavramları Hakkında

Birinci görüş: Bundan maksad, Allahü teâlâ'yı görmektir. Bu görüşte olanlar, sözlerine devamla şöyle demişlerdir: Bunun delili, hem nakil, hem de akıldır.

Nakle gelince, bu, bu hususta varid olan şu sahih hadistir: "el-husnâ. cennet: "ziyade" de. Allahü teâlâ'ya nazardır."

Aklî delile gelince bu şudur: El-husnâ kelimesi, başına harf-i tarifin gelmiş olduğu tekil bir kelimedir. Dolayısıyle, daha önce bilinen ve geçen bir şeye hamledilmesi gerekir ki, bu da "Dâru's-selâm - Esenlik yurdu" kelimesidir. Müslümanlar arasında, bu lâfızla alâkalı olarak kabul edilen yerleşik olan ve müslümanlarca bilinen mana, bununla, cennet ve o cennetteki faydalarla, cennetliklere gösterilecek izzet ve ikramın murad edilmesi olduğudur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, bu ayette bahsedilen "ziyâde"den maksadın, cennette meydana gelecek faydalarla onlara gösterilecek izzet ve ikramdan başka birşey olması gerekir. Aksi halde, bir tekrar olmuş olur. Böyle diyeo herkes, "Bu, Allahü teâlâ'yı görmektir" demiş olur. Böylece bu, bu zıyâde"den muradın, "Ru'yetullâh" (Allah'ı görmek) olduğunu gösterir. Şu iki şey de bu manayı destekler:

a) Allahü teâlâ, "Bazı yüzler vardır, o gün ter-u tazedir. Rablerine bakacaktır" (Kıyame, 22-23) buyurmuş ve cennetlikler için şu iki şeyin bulunacağını belirtmiştir;

1) Yüzlerinin ter-ü taze, parlak, sevinçli ve neşeli olması;

2) Allah'a nazar etmeleri. Kur'ân'ın ayetleri birbirini tefsir eder. Binâenaleyh, bu ayette bahsedilen "el-husnâ" kelimesini, "yüzlerin parlaklığı" na; "Ziyade" kelimesini de, Rü'yetullah (Allah'ı görme) manasına hamletmek gerekir.

b) Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e "Oraya baktığında, (büyük) bir nimet, büyük bir saltanat görürsün.." (insân, 20) buyurmuştur. Böylece Cenâb-ı Hak, o peygamberin, büyük nimeti ve büyük bir meliki göreceğini haber vermiştir. Binâenaleyh, buradaki el-husnâ ve ziyâde kelimesini, bu iki manaya hamletmek gerekir.

Ru'yetullah Hakkında Mutezile'nin İtirazları

İkinci görüş: Buradaki "ziyâde" kelimesinin, Ru'yetullah manasına hamledilmesi caiz değildir. Mutezile şöyle demiştir: Bunun böyle olduğuna şunlar delâlet etmektedir:

1) Aklî deliller, rü'yetullah'ın imkânsız olduğuna delâlet etmektedir.

2) Ziyâde'nin, kendisine ziyâde edinilenin cinsinden olması gerekir. Halbuki ru'yetullah, cennet nimetleri cinsinden değildir.

3) Sizin bu konuda kendisine tutunduğunuz "Ziyâde" Allah'ın zâtına bakmaktır" şeklindeki haber, bir teşbihi gerektirir. Çünkü bakma, yanağın (başın) görüimek istenen şeyin tarafına çevirilmesi demektir. Bu da, görülmek istenen şeyin bir cihette bulunmasını gerektirir. Çünkü vech (yüz), hususî ve muayyen bir uzvun adıdır. Bu da bir teşbihi gerektirir. Böylece bu lafzın, ru'yetullah manasına hamledilmesinin mümkün olmadığı sabit olmuş olur. Binâenaleyh bunun, başka bir şeye hamleditmesi gerekir. İşte bu noktada Cübbâî şöyle der: "El-husnâ, hak edilen mükâfaat demektir. "Ziyâde" ise, Allahü teâlâ'nın, bir lütfü olarak, bu mükâfaata ilâvede bulunmasıdır. Benim, bu dediğimin doğruluğuna, hem Kur'ân, hem de müfessirlerin görüşleri delâlet etmektedir."

Kur'ân'a gelince bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Çünkü (Allah) onların mükâfaatlarını eksiksiz öder. Onlara, fazlından, ziyâdesini de verir" (Fatır. 30) ayetidir.

Müfessirlerin görüşlerine gelince, bunlar şunlar: Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'den "Ziyâde" tek bir inciden yapılmış bir odadır"; İbn Abbas'tan: "El-husnâ, "hasene" (mükâfaat) dir; "ziyâde" de. onun on katıdır"; Hasan el-Basrî'den: "Bu, on mislinden başlayıp yediyüz katına kadar çıkan mükâfaattır"; Mücâhid'den: "Ziyâde, Allah'ın bağışı ve ndvânıdır"; Yezîd İbn Semure'den: "Ziyâde, cennetliklere bir bulutun uğrayarak, "İstediklerinizi size yağdıracağım" demesi ve onun, istedikleri her şeyi onlara yağdırmasıdır" dedikleri rivayet edilmiştir.

Ehl-i sünnet alimleri bu vecihlere cevap vererek şöyle demişlerdir: Sizin, "Aklî deliller, Allah'ın görülmesinin imkânsız olduğuna delâlet etmektedir" şeklindeki görüşünüz kabul edilemez. Zira biz, usûl (akaid) kitaplarında, o delillerin son derece zayıf ve tutarsız olduğunu beyân etmişizdir. Rü'yetullah'ın gerçekleşmesi aklen imkânsız olmayıp, sahîh haberler de bunun olabileceğini gösterince, bunu o haberlerin zahirlerine göre anlamak gerekir. Onların, "Ziyâdenin, kendisine ziyâdede bulunulanın cinsinden olması gerekir" şeklindeki görüşlerine gelince, biz diyoruz ki: Kendisine ilâvede bulunulan şey belli bir miktar ile sınırlandığı zaman, ona ilâve edilen şeyin, ondan başka olması gerekir.

Birincisinin misâli, bir adamın bir başkasına, "Ben sana. ilâvesiyle birlikte, on müdd (ölçek) buğday verdim" demesidir. Bu durumda, o ziyâdenin, ilâvenin, buğday cinsinden olması gerekir. İkincisinin misâli, bir kimsenin bir başkasına, "Sana buğday ve birde ilave verdim" demesidir, Bu durumda, o ilâvenin, buğdaydan başka bir şey olması gerekir. Ayette bahsedilen, el-husnâ lafzıdır ki, bu "cennet" demektir. Bu lafız, mutlak olup, belli bir miktar ile takdir edilmiş değildir. Binâenaleyh, buna ilâve edilen o şeyin, cennette bulunan bütün şeylerden başka olması gerekir.

Mutezilenin, "Bu konuda bahsedilen hadis, hem bakma manasını, hem de Allah'ın vechinin (yüzünün) bulunduğunu kapsamaktadır ki, bu her iki şey de bir teşbihi gerektirir" şeklindeki sözlerine gelince, biz deriz ki: Bu haber, hem rü'yetullahın olabileceğini; hem de "cismiyyet"i, (cisim olabilmeyi) içine almaktadır Diğer taraftan, Cenâb-ı Hakk'ın bir cisim olmadığına dair kati delil bulunmaktadır. Halbuki, O'nu görmenin imkânsızlığına dair delil getirilmemiştir. Binâenaleyh yapılacak iş, sadece yanlışlığına dair delil bulunan şey ile ameli terketmektir. Hem biz, o haberin bildirdiğine aykırılık sözkonusu olmaksızın bu ayette geçen "ziyade (ilave)" kavramının "Allah'ın cemalini görmek" manasına geldiğini açıklamıştık, Allah en iyisini bilendir.

Bil ki Allahü teâlâ, cennetlikler için sözkonusu olan mutlulukları açıklayınca, bundan sonrada, lütfü ile, mü'minleri koruduğu belâları açıklayarak "Onların yüzlerine ne bir toz bulaşır, ne de bir horluk kaplar" buyurmuştur. Bu, "O, yüzleri ne kater, yani, kendisinde siyahlık bulunan bir toz, ne de -zillet-, yani bir aşağılanma ve sararıp solma eseri kaplamaz" demektir.

O halde birinci sıfat, Cenâb-ı Hakk'ın "O gün bazı yüzler de vardır: üzerlerini toz toprak (bürümüştür). Onu bir karanlık ve siyahlık kaplayacaktır" (Abese. 40-41) ayetinde ifâde edilen husustur.

İkinci sıfat, Cenâb-ı Hakk'ın, "Yüzler (vardır), o gün zelil ve hakirdir. Yorucu işler yapandır" (Gaşiye, 2-3) ayetinde ifâde edilen husustur. Bu iki sıfatın, mü'minlerden nefyedilmesinden maksat, Allahü teâlâ'nın bahsettiği kendilerine verilmiş olan o nimetlerin, istenilmeyen şeylerle karışık olmayıp mahza nimet ve lezzet olduğunu ve meydana geldiğinde, o yüzün halini değiştirecek ve ondaki parlaklık ve sevinci giderecek şeylerin, o mü'minler hakkında vaki olmayacağını bildirmek için, korku, hüzün ve zillete düşme sebeplerini, onlardan nefyetmektir. Daha sonra da Cenâb-ı Hak, onların o cennette ebedî olarak kalacaklarını, hayatlarının sona ermesinden korkmamaları gerektiğini beyân etmiştir.

Bil ki, usûl alimleri şöyle demişlerdir: Sevab ve mükâfaat, tazimle içice, devamlı ve halis, mahzâ bir menfaattir. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, "Çünkü O, sizi selâm (kurtuluş) yurduna davet ediyor" (Yunus. 25) beyanı, tazim ve mü'mine gösterilen saygının son noktasına; "İyi iş, güzel amel yapanlara daha güzel iyilik, bir de ziyâde vardır" (Yunus. 26) buyruğu, fayda ve menfaatin meydana geldiğine; "Onların yüzlerine ne bir toz bulaşır, ne de bir horluk kaplar" ifadesi de, o nimetlerin mahza, halis nimet olduklarına delâlet eder. O'nun "Onlar cennet ehli olup. onlar orada ebedî kalacaklardır" beyanı da, o nimetlerin devamlı olduğuna ve kesintiye uğramasından emin olunulduğuna bir işarettir. Allah en iyisini bilendir.

27

"Kötülükler kazanmış olanlara gelince: Onların bir kötülüğünün cezası, bir misliyledir. Kendilerini bir horluktur kaplayacak. Onları. Allah'ın azabından kurtaracak kimse de yoktur. Sanki yüzleri, karanlık geceden bir parçaya bürünmüştür onların. İşte bunlar da. cehennemliklerdir ki. onlar orada ebedi kalıcıdırlar".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

İyi Amellerle Günahlar Arasındaki Fark

Bil ki Allahü teâlâ, müslümanların durumunu önceki ayette açıkladığı gibi, günahlara yönelenlerin durumunu da, bu ayette beyân ederek, onların halleriyle ilgili olan şudört şeyi zikretmiştir:

1) "bir kötülüğün cezası, bir misliyledir" buyruğunun maksadı, hasenat ile seyyiât (günahlar) arasındaki farka dikkat çekmektir. Zira Allahü teâlâ, iyi ameller hakkında, onlarla meşgul olanlara fazlasıyla beraber mükâfaat vereceğini belirtmiş, kötü ameller hususunda ise günah işleyenlere sadece günahlarının misliyle karşılık vereceğini zikretmiştir. Buradaki fark şudur: Mükâfaata ilâvede bulunmak, bir lütuf olur ki, bu güzeldir. Ve bu, tâata teşvik etmeyi de te'kîd etmedir. Ama, kötü amellerde hak edilen miktardan fazlasını vermeye gelince, bu bir zulümdür. Şayet, Cenâb-ı Hak bunu yapmış olsaydı, o zaman vaad ve vaîd, terhîb ve tahzir (korkutma ve sakındırma) bâtıl olur, boşa çıkardı. Çünkü, bütün bunlara güvenmek, Cenâb-ı Hakk'ın bunlardaki hikmetinin sabit olduğu zaman tahakkuk eder. Halbuki Allah zulmetmiş olsaydı, O'nun hikmeti bâtıl olurdu ki, Allah bundan münezzehtir. Kadî, işte bu hususu kendi mezhebine göre, bu şekilde açıklamıştır.

2) "Kendilerini bir korluktur kaplayacak" vasfı, aşağılanmaktan ve hakarete uğramaktan bir kinayedir. Bil ki kemâl, zâtı gereği sevilir; noksanlık da, yine zâtı gereği yadırganır. Binâenaleyh nakıs, kemâle ermemiş insan, öldüğü zaman, mükemmelliklerden hâlî ve uzak kalmış olur. O zaman onun, kendisinin noksanlığını hissetmesi de, zillet, horluk. hakirlik ve cezanın meydana gelmesine bir sebep olur.

3) "Onları. Allah'dan hiçbir kurtarıcı da yoktur... " tavsifinin ifade ettiği husustur. Bil ki, ne dünyada, ne de ahirette, kişileri Allah'ın azabından koruyacak hiç kimse yoktur. Zira Allah'ın hükmü, kazası bütün kâinatı kuşatmış olup, kaderi de, bütün varlıklarda geçerlidir. Ancak ne var ki. asî karakterlere baskın olan vasıf, onların bu dünyada, kendi amel ve muratlarıyla meşgul olmalarıdır. Ama öldükten sonra herkes, kendisine Allah'dan gelecek şeylere karşı bir koruyucu olmadığını kabul ve ikrar eder.

4) "Sanki yüzleri, karanlık geceden bir parçaya bürünmüştür onların..." buyruğunun maksadı, Cenâb-ı Hakk'ın, saîd (mutlu) kimselerden nefyettiği şeyi, bu kimseler için isbat etmektir. Çünkü o, mü'minler hakkında, "Onların yüzlerine ne bir toz bulaşır, ne de bir horluk kaplar" buyurmuştur.

Bil ki, İslâm feylesofları şöyle demişlerdir: Burada bahsedilen bu siyahlık -kater-dan murad, cehalet ve dalâlet zulmetidir. Çünkü ilmin karakteri, nurun tabiatı; cehlin karakteri de, zulmetin, karanlığın tabiatıdır. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, "O gün bazı yüzler vardır, parıl parıl parlayacak, gülecek, sevinecektir" (Abese, 38-39) ayetinden murad edilen, ilmin nuru, onun rahatlığı, onun beşareti ve temin ettiği güleçlik ve parlaklıktır. Cenâb-ı Hakk'ın "O gün bazı yüzler de vardır, üzerlerini toz toprak (bürümüştür). Onu bir karanlık ve siyahlık kaplayacaktır" (Abese. 40-41) tavsifinden murad ise, cehaletin zulmeti ile dalâletin bulanıklığıdır.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, "Kötülükler kazanmış olanlara gelince (...)" ifadesiyle ilgiti iki açıklama yapılabilir:

a) Bunun, "iyi iş, güzel amel yapanlara en güzel mükâfat (...) vardır" (Yunus, 26) buyruğuna atfedilmiş olmasıdır. Buna göre sanki, "iyi iş, güzel amel yapanlara en güzel iyilik vardır; kötülükler kazanmış olanlar için de, yaptıkları kötülüklerine mukabil, onun bir misli vardır " denilmek istenmiştir.

b) Takdirin, "Onların cezası, tek bir seyyienin, misli olan bir seyyie, ceza ile karşılık görüp, ona ilâvede bulunulmaz" manasında olmak üzere, "günah işleyenlerin cezası, kötülüklerine mukabil, misli olan bir ceza ile cezalandırılmalarıdır" şeklinde olmasıdır ki bu da, Allah'ın hükmünün, muhsın, iyi kullar hakkında sadece lütuf ve fazl-ı keremi ile; kötülük yapan kulları hakkında da sadece adaleti ile tahakkuk ettiğine delâlet eder.

Üçüncü Mesele

Bazı kimseler Cenâb-ı Hakk'ın, "Günah kazanmış olanlara gelince" ifâdesinin, kâfirleri konu aldığını söyleyerek, bu hususta şu şekilde istidlalde bulunmuşlardır: Yüzün siyahlığı, küfür alâmetidir. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın "Yüzleri simsiyah olanlara gelince, (onlara:) "İmanınızdan sonra küfrettiniz ha!" (Al-i imrân. 106) ayetidir. Cenâb-ı Hakk'ın, "O gün yüzler de vardır, üzerlerini toz toprak (bürümüştür) Onu bir karanlık ve siyahlık kaplayacaktır, işte bunlar kâfirler, fâcirlerdir" (Abese, 40-42) ayetleri de böyledir. Bir de Cenab-ı Hak, bu ayetin hemen peşinden, "Ogün onların hepsini bîr araya toplayacağız" (Yunus 28) buyurmuştur. Buradaki hüm zamiri, günah işleyenlere racidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak "onları şirk ile nitelemiştir ki" (Yunus, 28) bu da onların o kâfirler olduğuna delâlet eder. Diğer bir husus da şudur: İlim nurdur; ilimlerin ve bilgilerin sultânı ise, marifetullahtır. İçinde marifetullah bulunan her kalbte, zulmet asla bulunamaz. Şiblî (r.h), işte, bunu dile getirmek üzere şöyle demiştir:

"Senin oturduğun hiçbir ev. lambalara muhtaç değildir! İnsanların hüccetlerle geldiği o günde, senin arzulanan cemâlin ve vech'in hüccetimizdir."

Kâdî, "Cenab-ı Hakk'ın, "Günah kazanmış olanlara gelince (...)" buyruğu kafiri de fasığı da içine alan umûm bir ifâdedir" demiştir, Ancak ne var ki biz diyoruz ki, Sîga her ne kadar umûm ifâde ediyorsa da, bizim zikrettiğimiz deliller onu tahsis etmektedir.

Dördüncü Mesele

Ferrâ şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğu ile ilgili olarak şu iki açıklama yapılabilir:

a) Takdirin "İşte onlar için mislince olmak üzere, o kötülüğün cezası vardır" şeklinde olmasıdır. Nitekim "Ona oruçtan... fidye vaciptir..."(Bakara, 196) ifadesi, şeklinde takdir edilmiştir."

b) kelimesindeki bâ harfinin, -ceza- kelimesine taalluk etmesidir. İbnu'l-Enbârî şöyle demektedir: "Bu ikinci takdire göre, ism-i mevsûle gidecek bir âid zamirin bulunması gerekir. Buna göre ifadenin takdiri, "Onlardan sâdır olan bir kötülüğün karşılığı, o seyyienin misli olan bir cezadır" şeklindedir."

Cenâb-ı Hakk'ın, "kendilerini bir horluktur kaplayacak." ifadesine gelince, bu "karşılığını verir" ifadesine atıftır. Zira Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesinin takdiri "O, bir seyyieyi misli olan bir ceza ile cezalandım" şeklindedir. Bu ifade, yâ ile, şeklinde de okunmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Sanki yüzleri, karanlık geceden bir parçaya bürünmüştür" ifadesiyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu ifâde "Sanki yüzlerine karanlık geceden bir parça giydirildi" demektir. İbn Kesir ve Kisâî, tî'nın sükûnu ile (......) şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları tî'nin fethası ile kıtaen şeklinde okumuşlardır. Tî'nın sükûnu ile kıt' bölüm, parça anlamında olan kıt'a manasındadır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen hemen gecenin bir kısmında aileni götür" (Hûd, 81) ayetindeki kıt' kelimesi de, kıt'a (parça, kısım) manasındadır. Tî'nin fethasıyla olmak üzere kıta' kelimesine gelince bu, kıt'a kelimesinin çoğuludur. Buna göre ayetin manası şöyle olur: "Cenâb-ı Hak, yüzleri, geceden bir karanlıkla giydirilip bürünmüşcesine, onların yüzlerini karalıkla, siyahlıkla nitelemiştir." Bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Yalan söyleyenlerin Kıyamet günü yüzleri, göreceksin ki kapkaradır" (Zumer, 60); "Yüzleri simsiyah olanlara gelince (onlara): "İmanınızdan sonra küfrettiniz ha!" (Âl-i İmran, 106) ve "Günahkârlar simalanyla tanınacak da, perçemlerinden ve ayaklarından tutulacaklardır" (Rahman, 41) buyurmuştur. Bu alâmet, yüzlerinin siyah, gözlerinin de mavi olmasıdır.

İkinci Mesele

(......) ifâdesine gelince: Ferrâ ve Zeccâc: "Bu kıtaen kelimesinin bir sıfatıdır" derlerken, Ebu Ali el-Farisî: "Bu kelimenin hâl olabileceğini ve sanki, "Onların yüzleri sanki, kapkaranlık bir haldeki geceden bir parçayla bürünmüştür" denilmek istendiğini söylemiştir.

28

Âyetin tefsiri için bak:29

29

"O gün onların hepsini bir araya toplayacağız. Sonra o Allah'a şirk koşanlara: "Siz de, ortaklarınız olan putlar da, diyeceğiz, durun yerinizde." Artık onları birbirinden tamamen ayırmışızdır. Ortakları şöyle diyecekler: "Siz (dünyada) bize tapmıyordunuz. Bizimle sizin aranızda şahid olarak Allah yeter. Biz sizin tapmanızdan şüphesiz ki gafildik"

Kıyamette Putperestlerle Putların Hasredilip Yüzleştirilmeleri

Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır:

Bil ki bu, o kâfirlerin kepazeliklerinin, bir başka çeşidinin ortaya konulmasıdır. O halde, ifadesindeki zamir, bir önceki ayette bahsedilen kimselere râcidir ki. bunlar da Cenâb-ı Hakk'ın, "Günahlar kazanmış olanlara gelince (...)" (Yunus, 27) diye bahsettiği kimselerdir.

Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, onları şirk ile, küfür ile hasredeceği kimseler diye vasfedince, bu, "Günah kazanmış olanlara gelince..." ifâdesinden muradın kâfirler olduğuna delâlet etmiş olur. Sözün özü şudur: Allahü teâlâ, âbidi de, mabudu da (ortaklar, şerikler) hasreder. Daha sonra, kendisine tapılan, tapanlardan teberrî eder ve kendisine tapana, bu işi, kendisinin İlim ve irâdesi ile yapmadığını beyân eder. Bundan maksat, tapanların, şerîkler hakkında, "Bunlar, Allah yanında bizim şefaatçilartmızdır" (Yunus, 18) demiş olmalarıdır. Böylece Allahü teâlâ, o kendisine tapılanların, o müşriklere şefaat etmeyeceklerini, aksine onlardan uzaklaşacaklarını beyan etmiş olur ki, bu da, o kâfirler hakkında, felâketin ve hızlâna uğramanın doruk noktasına delâlet eder. Bunun benzeri ayetler pek çok olup, şu ayetler bunlardandır: "O zaman arkalarından uyulup gidilenler kendilerine uyanlardan hızla uzaklaşmışlardır. " (Bakara. 166) ve "Hatırla o günü ki Allah onların hepsini mahşerde toplayacak, sonra meleklere, "Bunlar mı size tapıyorlardı?" diyecek. Melekler de: "Seni tenzih ederiz! Bizim yârimiz onlar değil, sensin. Belki onlar cinlere tapıyorlardı " (Sebe, 40-41).

Bil ki, bu söz, remz yoluyla aklî bir inceliğe işaret eder ki o da şudur: Gerçek "Bir" in ve "Tek"in dışında kalanlar, zâtı gereği mümkin olan varlıklardır. Zâtı gereği mümkin olanlar, mâhiyetleri gereği, muhtaçtırlar. Tek bir şeyin, aynı anda hem fail hem mef'ul olması imkânsızdır. Binâenaleyh hakkın tek olabilmesi için, "Bir"in dışında kalanların icâd ve tekvinde (varetme ve yaratmada) tesirleri yoktur. Bundan dolayı sonradan meydana gelen mümkin varlıkların, başkasının ma'bûdu olması uygun düşmez. Aksine gerçek ma'bûd, hakikaten yaratıcı olandır. Bu da ancak, zâtı gereği vâcibu'l-vûcûd olan Hak teâlâ'dır. Binâenaleyh (ahirette) tapılanların; kendilerine tapanlardan uzaklaşmalarından maksad, bizim söylediğimiz husus olabilir. Allah en iyi bilendir.

İkinci Mesele

Haşr, her taraftan tek bir yere toplanıp, biraraya gelmek demektir. Ayette geçen cemîan "hepsini" kelimesi, "hal" olarak mansubtur. Buna göre mana. "Biz, herkesi toplanmış oldukları halde hasrettik" şeklinde olur. Ayetteki mekâneküm kelimesi de mahzûf bir ijijlı (tutununuz, yapışıp ayrılmayınız) fiili ile mansubtur. Binâenaleyh, bunun takdiri, "Yerinizi alınız! Yerlerinize!" şeklindedir. Ayetteki entüm "Siz" kelimesi, mekâneküm" kelimesindeki küm zamirinin bir te'kîdi olup, (......) kelimesi de bu zamire atıftır. Bil ki ayetteki mekâneküm (yerinizi alın!) ifâdesi, tehdîd ve va'îd için kullanılan bir kelimedir ve bundan maksad, Allahü teâlâ'nın hem tapılanlara, hem de tapanlara hitaben, "Hesabınız görülünceye kadar, yerinizde durun!" demesidir. Bunun bir benzeri de, "O zulmedenleri, onlara eş olanları ve onların Allah'ı bırakıp tapmakta ısrar ettikleri şeyleri toplayın, cehennem yoluna götürün. Onları hapsedin. Çünkü onlar sorguya çekilecekler" (Saffât, 22-24)ayetleridir,

"Artık, onları birbirinden tamamen ayırmışızdır " buyruğu ile ilgili olarak iki bahis vardır:

Birinci bahis: Bu kelime, Hak teâlâ'nın gelecek zamanı ifâde eden, "sonra (...) diyeceğiz., " ifâdesinden sonra, geçmiş zaman siğasında gelmiş bir fiildir. Bunun sebebi şudur: Allahü teâlâ'nın ileride olacağına hükmettiği şey, sanki şu anda olan ve olması beklenen bir şey gibidir. Bunun bir benzeri de, "Cennetlikler şöyle nida ederler (...)"(A'raf, 44) ayetidir.

İkinci bahis: Zeyyelnâ, ayırdık ve temyiz ettik manasındadır. Ferrâ şöyle demiştir: Zeyyelnâ kelimesi, ezâle (izale etti, giderdi) fiilinden değildir. Bu, iki şeyi birbirinden ayırdığında söylediğin, fiilindendir. Nitekim Araplar, "Koyunu keçiden ayırdım (ayırmak istedim), ama ayrılmadılar" derler. Bu, "Onları birbirinden ayırdettim, ama ayrılmadılar" demektir. Vahidî, şöyle der: ve kelimeleri, temyiz ve tefrik etmek manasındadır. Ayetteki bu kelime, şeklinde de okunmuştur. Bu tıpkı manasınadır." Yine Vahidî, İbn Kuteybe'nin bu tabir hakkında şöyle dediğini nakletmiştir: "Bu kelime, ve fiilindendir." Vahidî, Ezherî'nin de şöyle dediğini ilave eder: "Bu görüş yanlıştır. Çünkü bu durumdar (ayrılmak) ile (ayırmak) arasında ki fark ortaya konmamış olur. Halbuki bu ikisi arasında, çok uzak bir mesafe vardır." Görüş, Ferrâ'nın söylediği görüştür. Hem sonra müfessirler şöyle demişlerdir: "Zeyyelnâ ifadesi müşrikler ile onların tanrılarından ve putlarından olan ortaklarının arasını ayırdık ve dünyada aralarında bulunan ilgi ve alâkaları kopardık" demektir.

Putların Putperestleri Reddetmesi

Ayetteki "Ortakları şöyle dedi: "Siz (dünyada) bize tapmıyordunuz" ifadesi ile ilgili birkaç bahis var:

Birinci bahis: Cenâb-ı Hak şu sebeplerden ötürü, "ortaklan" onlara izafe etmiştir:

a) Onlar, o putlara mallarından bir hisse ayırır ve böylece putları, mallarının adetâ ortağı kılarlardı. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Onların ortakları... " buyurmuştur.

b) Bu nisbet için, en ufacık bir ilgi yeterlidir. Bu ortaklığı kabul edenler, o kâfirler olunca, bunun onlara nisbet edilmesi de güzel ve yerinde olmuştur.

c) Allahü teâlâ hem tapanlara, hem de tapılanlara, "Durun yerinizde" diye ifade edince, onlar bu hitaba ortak olmuş olurlar.

İkinci bahis: Alimler, ayette bahsedilen o ortaklarla neyin kastedildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazı alimler: "Onlar (kastedilenler) meleklerdir" derler ve buna, "Hatırla o günü ki. (Allah) onların hepsini mahşerde toplayacak, sonra meleklere. "Bunlar mı size tapıyorlardı!" diyecek"(Sebe, 40)ayetini delil getirirler." Bazı alimler de şöyle demişlerdir: "Ortaklar" ile, putlar kastedilmiştir ve bunun delili şudur: Bu hitab, bir tehdid ve va'îdi taşımaktadır. Dolayısıyla bu, mukarreb meleklere uygun düşmez."

Daha sonra âlimler, putların, bu sözü nasıl söyleyebildikleri noktasında da değişik şeyler söylemişlerdir. Bazıları, "Allahü teâlâ, onlarda hayatı, aklı ve konuşma kabiliyetini yaratacaktır. İşte onlar böylece konuşabileceklerdir" derken, bazı âlimler de, "Allahü teâlâ o putlarda, bu sözün kendilerinden duyulabilmesi için, onlara bir hayat vermeksizin, onlarda bu sözü yaratmıştır (onlara bu sözü söyletmiştir)" demişlerdir ki bu. zayıf bir görüştür. Çünkü ayetteki, "(Onlara) ortakları şöyle dedi.." ifadesinin zahiri, bu sözü söyleyenin, o ortaklar olduğunu göstermektedir.

Buna göre eğer, "Allahü teâlâ onları (âhirette) dirilttiği zaman, onları öyle hayat sahibi olarak mı bırakmıştır, yoksa onları yeniden cansız mı kılmıştır?" denirse, biz deriz ki: Bütün bunlar ihtimal dahilindedir. Allah'a, fiilleri hususunda itiraz edilemez. Kıyametin halleri ise, Cenâb-ı Hakk'ın Kur'ân'da haber verdiği çok az birşey dışında, bilinemez.

Üçüncü bir görüşe göre ise, bu ortaklardan maksad, Allah'ın dışında kendisine tapılan, put, güneş, ay, insan, cin ve meleklerdir.

Üçüncü bahis: Bu hitabın, (puta) tapanlar için bir tehdîd olduğunda bir şüphe yoktur, "Acaba bu, kendisine tapılan o varlıklar için de bir tehdîd midir?" meselesine gelince, Mu'tezile bunun onlar için bir tehdid olamayacağını kesin olarak söylemiş ve "Çünkü tapılanın bunda bir suçu yoktur. Suçsuz olana, Cenâb-ı Hakk'ın bir tehdid ve va'îd yöneltmesi, Allahü teâlâ için kabîhtir" demişlerdir. Ehl-i sünnet alimleri ise: "Allahü teâlâ, yaptığı (hiçbirşeyden) dolayı mes'ul olmaz" demişlerdir.

Dördüncü bahis: "Ortaklar", tapanlar kendilerine tapmış oldukları halde, "Siz (dünyada) bize tapmıyordunuz" diyeceklerdir ki, bu bir yalandır. Biz, En'âm Sûresi'nde, alimlerin Kıyametteki varlıkların yalan söyleyip söyleyemeyecekleri hususunda ihtilaf ettiklerini belirtmiştik ve bu mesele orada tafsilatlı olarak geçmişti. Binâenaleyh burada sadece şunu belirtelim: Bazı kimseler, "Siz (dünyada) bize tapmıyordunuz" sözünden maksadın "Sizler, bizim emir ve isteğimiz ile bize tapmıyordunuz" manası olduğunu ileri sürerek şöyle demişlerdir: "Bununla, bizim söylediğimiz mananın kastedilmiş olduğunun delili şu iki şeydir:

a) Onlar bu hususta, Allah'ı şâhid tutmuşlardır. Çünkü "Bizimle sizin aranızda şâhid olarak Allah yeter" demişlerdir.

b)Onlar, "Biz sizin tapmanızdan şüphesiz ki habersizdik" diyeceklerdir. Binâenaleyh putlar, onların, kendilerine ibadet ettiklerini kabul etmişler, ama o ibadetten habersiz olduklarını iddia etmişlerdir. Putlar bu hususta doğrudurlar. Çünkü onların, hiçbirşey hissetmeyen, hiçbirşeyi anlamayan cansız birer varlık olmaları, en büyük habersiz olma (farkında olamama) sebebidir.

Bazı kimseler de, bu ayeti zahirine göre manalandırarak "Ortaklar, kâfirlerin kendilerine tapmadıklarını söyleyeceklerdir" demişler ve şu izahları yapmışlardır:

a) Mahşer meydanı, dehşet ve şaşkınlık yeridir. Binâenaleyh bu yalan, tıpkı bir çocuğun, delinin ve aklı başında olmayan kimsenin söylediği yalan gibi olur.

b) Onlar kâfirlerin amellerine bir değer vermemişler ve o ameller aslında bâtıl olduğu için. âdeta yok kabul etmişlerdir. İşte bundan ötürü, "Siz, bize tapmadınız" demişlerdir.

c) Onlar, taptıkları o putlarda birçok özellikler ve güçler hayal etmişlerdir. Binâenaleyh gerçekte, o özellikleri ve güçleri taşıyan varlıklara ibadet etmişlerdir. O putların kendileri, o özelliklerden uzak olduğu için, kâfirler o putlara değil, aslında putlarda mevcut olmayan hayalî şeylere tapmışlardır. Kâfirlerin, putlarında olduğunu zannettikleri o sıfatlar, zarar verme, fayda verme ve Allah'ın izni olmasa da Allah katında şefaat edebilme özellikleridir.

30

'İşte orada herkes evvelden ne gönderdiyse onun imtihanım verecek. Hepsi (artık) gerçek mevlâlan olan Allah'a döndürülmüşlerdir ve uydurmakta oldukları şeyler de onlardan ayrılıp kaybolmuşlardır".

Bil ki bu ayet, daha önceki ayetlerin adetâ bir tamamlayıcısı gibidir. Ayetin başındaki, "Orada" kelimesi, "O yerde, o durakta, o (Kıyamet) vakfesinde" demektir. Yahut da, yer isminin, zaman için kullanılması manasında, "O vakitte" demektir.

Ayetteki, teblü "imtihan olur" ifâdesi ile ilgili birkaç bahis vardır:

Birinci bahis: Hamza ve Kisâi, bunu iki te ile tetlû, Âsim, nûn ile ve külle kelimesini mansub okuyarak "Her nefsi imtihan edeceğiz" şeklinde; diğer kıraat imamları ise, tâ ve bâ ile (......) şeklinde okumuşlardır. Hamza ve Kisâî'nin bu kıraatları için şu iki izah yapılabilir:

a) (......) fiili, "tabî olur, peşince gider." manasındadır. Çünkü insanı, cennet veya cehennem yoluna sokan, onun amelidir.

b) (Bu kıraata göre) ayetin manası, "Her nefis, amel defterindeki hayrı ve şerri okur" şeklindedir. Hak teâlâ'nın, "Oku kitabını, bugün sana. iyi hesab görücü olarak kendi nefsin yeter (İsra, 14) ve "Artık kimin kitabı sağından verilirse onlar kitaplarını okurlar" (isra.71) ayetleri de bu kabildendir. Âsimin kıraatine göre, ayetin manası ise. "Allahü teâlâ o zaman, "Biz, her nefsi, daha önce yapmış olduğu amellerini denemek (elemek) suretiyle, herkesi imtihan ederiz" der" şeklindedir. Bu, "Biz, her nefsin halini, amellerinin haline göre bilir, tanırız. Eğer amelleri güzel ise, o saîd (mutlu)dur. Yok eğer kötü ise, o nefis de şakî (bedbaht)tır" demektir. Bu da netice olarak, "Biz o nefse, tıpkı denenip imtihandan geçirilen birşeye yapılan muamele gibi bir muamele yaparız" demektir. Hak teâlâ'nın, "O, hanginizin daha güzel amel edeceğini imtihan etmek için. ölümü ve hayatı yaratandır" (Mülk, 2) ayeti de bu manayadır. Meşhur kıraata göre ayetin manası ise, "O vakitte her nefsi ameline göre deneriz" şeklindedir.

İkinci bahis: "İbtila", denemek, imtihan etmek demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onları, iyiliklerle ve kötülüklerle ibtila ettik, ."(Araf, 168) buyurmuştur. Arapça'da. "Belâ, sonra ibtila" denilir. "Denemenin, ibtilâdan önce olması gerekir" demektir.

Birisi şöyle diyebilir: "O vakitte, amellerin neticeleri ve fiillerin eserleri ortaya çıkar. O halde, bu yeni bilgiyi "ibtila" (imtihan) diye ifâde etmek nasıl caiz olur?"

Cevap: İbtitâ, yeni bilgiyi elde etmenin sebebidir. Sebebin isminin, müsebbebe (neticeye) verilmesi ise meşhur bir mecazdır.

Allah'a Döndürülmenin Manası

Cenâb-ı "Hepsi (artık) gerçek mevlaları olan Allah'a döndürülmüşlerdir" buyruğuna gelince, bil ki "redd" kelimesi, birşeyin daha önce gelmiş olduğu yere geri çevrilip gönderilmesi manasına olup, bu ayette birkaç muhtemel mana vardır:

1) "Allah'a reddolunmuşlardır" tabirinden maksad daha önce benzeri ayetlerde de geçtiği gibi, "Onlar, Allah'dan başka hiç kimse için hükmetme yetkisinin olmadığı bir yere döndürülüp götürülürler" manası olabilir.

2) Bu, "Onlar, Allah'ın mükâfaatının veya cezasının kendilerine belli olduğu yere döndürülürler" demek olabilir. Bununla, Allah'ın ödül ve ceza hükmünün değişmeyeceğine işaret edilmiş olur.

3) Bu deyimle, "Onlar, dünyada iken Allah'dan başkasına taptıktan sonra, O'nun uluhiyyetini ikrara mecbur bırakılan kimseler haline döndürülürler" manası kastedilmiş olabilir. İşte bundan dolayı, "Gerçek mevlâları olan Allah'a..." buyuruldu. Bu, "Onlar sahte ve bâtıl mevlâlarını bırakıp, gerçek mevlâlarına döndüler" demektir.

Ayetteki, "Gerçek mevlâ" tabirinin tefsiri, En'âm sûresinde (62. ayette) geçmişti.

Ayetteki, "Uydurmakta oldukları şeyler de onlardan ayrılıp kaybolmuşlardır" ifâdesi, "Onlar, ibadet ettikleri putların kendilerine (Allah yanında) şefaatçi olduklarını ve o putlara ibâdet etmenin, kendilerini Allah'a yaklaştırdığını iddia ederlerdi. Bundan dolayı Allahü teâlâ, bunun âhirette zail olacağına dikkat çekmiştir. Onlar da bunun bir yanlış, bir uydurma olduğunu anlayacaklardır" demektir.

Şirki İptal Eden Deliller

31

Âyetin tefsiri için bak:33

32

Âyetin tefsiri için bak:33

33

"De ki: "Size gökten ve yerden rızık veren kimdir? O, kulaklara ve gözlere mâlik olan kim? Ölüden diriyi kim çıkarıyor, diriden ölüyü kim çıkarıyor? İşleri kim yönetiyor?" Onlar hemen derler ki: "Allah!" De ki: "O halde ittikâ etmez misiniz?" İşte, sizin gerçek Rabbiniz olan Allah, bunları yapandır. Artık hakdan (ayrıldıktan) sonra dalâletten başka ne kalır? O halde nasıl olup dadöndürülüyorsunuz?" (Haktan) çıkmış olanlar için Rabbinin şu sözü de öylece sabit olmuştur: "Hakîkaten onlar iman etmezler".

Bil ki, Allahü teâlâ, putperestlerin bozuk gidişatlarını açıklayınca, bundan sonra da, putperestliğin tutarsızlıklarını gösteren delillerini getirmiştir:

Birinci delil: Bu, Allahü teâlâ'nın bu ayette zikrettiği rızkın, duyuların, ölümün ve hayatın durumlarıdır. Rızk, gök ile yerden elde edilir. Gökten elde edilişi, uygun yağmurların yağmasıyladır. Yerden elde edilmesine gelince, gıdalar ya bitkisel olur ya hayvansal olur. Bitkisel olanlar ancak yerden elde edilir. Hayvanlardan elde edilenlere gelince, bu hayvanlar da gıdaya muhtaçtırlar. Her canlının gıdasının, bir başka canlı olması mümkün değildir. Aksi halde sonsuz bir teselsüle girilmiş olur ki teselsül imkânsızdır. Binâenaleyh hayvanların gıdasının da, bitkilere varıp dayandığı sabit olur. Bitkilerin, yerden bitip çıktığı da sabittir. O halde rızıkların ancak gökten ve yerden elde edildiğini kesin olarak söylemek gerekir. Göklerin ve yerin müdebbirinin, düzenleyip yönetenin sadece Hak Subhânehû ve Teâlâ olduğu malumdur. Şu halde rızkın sadece Allah'dan olduğu sabit olmuş olur.

Duyuların halleri de böyledir. Çünkü onların en kıymetlisi ve önemlisi görme ve duymadır. Nitekim Hazret-i Ali (radıyallahü anh): "Bir yağ parçası ile gördüren, bir kemik ile duyuran, bir et parçası (olan dil) ile konuşturan Allah'ı takdis ve tenzih ederim!" demiştir.

Ölümün ve hayatın hallerine gelince bu, ayetteki "ölüden diriyi kim çıkarıyor, âkiden ölüyü kim çıkarıyor?" ifadesinden anlaşılmıştır. Bu hususta şu iki izah yapılabilir:

1) Allahü teâlâ, insanı ve kuşu, bir meniden ve bir yumurtadan; meniyi ve yumurtayı da yine insandan ve kuştan çıkarır.

2) Bu, "Allah mü'minden kâfir (evlad), kâfirden de rriü'min (evlad) çıkarır" demektir, Alimlerin ekserisi, birinci görüşü benimsemişlerdir ki hakîkate daha yakın olan odur.

Cenâb-ı Allah, bu tafsilattan sonra genel ve küllî bir ifâde ile "İşleri kim yönetiyor?" buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü Allahü teâlâ'nın, gerek ulvi alemde, gerek süflî alemde, gerek ruhlar, gerekse bedenler aleminde bulunan düzenlemeleri sonsuzdur ve bunların hepsini dile getirmek adetâ imkânsızdır. Bundan ötürü Allah, diğerlerine de delâlet etsin diye, yaptığı bazı ayrıntılı izahların peşinden, külli ve genel sözler zikretmiştir. Daha sonra Peygamberine, bu halleri yönetenin kim olduğunu, o müşriklere sorduğunda onlar, "Allah'dır!" diyeceklerdir" şeklinde bir açıklamada bulunmuşlardır ki bu, bu sözün muhatabları (olan müşriklerin) Allah'ın varlığını kabul ve ikrar ettiklerine delâlet eder. Bunlar, putlara ibadet etmeleri hususunda, "O putlar bizleri Allah'a daha fazla yaklaştırır ve onlar Allah katında bizim şefaatçilerimizde" diyenlerdir. Halbuki o kâfirler, putlarının kendilerine fayda ve zarar veremeyeceklerini de bilirlerdi. İşte bundan ötürü, Allahü teâlâ peygamberine: "De ki: "O halde (Allah'dan) ittikâ etmez misiniz?" yani "Dünya ve ahiretteki hertürlü hayrın, ancak Allah'ın rahmet ve ihsanından kaynaklandığını ve bu putların kesinlikle ne fayda ne de zarar veremeyeceklerini kabul etmenizin yanisıra, bu putları, ibadetlerinizde Allah'ın eşi ve ortağı tutmaktan ittikâ edip, sakınmaz mısınız?" buyurmuştur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "İşte sizin gerçek Rabbiniz olan Allah, bunları yapandır" buyurmuştur. Bu, "Kudreti ve rahmeti böyle olan zât, Rab oluşunda asla ve kafa şüphe olmayan, rablığt sabit oîan gerçek Rabbinizdir" demektir. Bunun hak ve doğru olduğu sabit olunca, dışındaki herşeyin dalâlet (sapıklık) olması gerekir. Çünkü birbirine zıd olan iki şeyin, ikisinin de hak veya ikisinin de bâtıl olması imkânsızdır. Binâenaleyh onlardan biri hak olunca, diğerinin bâtıl olması gerekir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "'O halde nasıl olup da döndürülüyorsunuz?" buyurmuştur. Bu: "Sizler, bu açık ve seçik durumu anladıktan sonra, daha nasıl açık ve net olan bu hakdan dönmeyi uygun buluyorsunuz?" demektir. Bil ki Cübbâî bu ayeti delil getirerek şöyle demiştir: "Bu, Cebriye'nin "kâfirleri imandan çeviren Allahü teâlâ'dır" şeklindeki görüşlerinin bâtıl olduğunu gösterir. Çünkü eğer böyle olsaydı o zaman, insanlardan birinin gözleri kör olduğunda "Ben kör oldum" dernesinin caiz olmaması gibi, Hak teâlâ'nın da "O halde nasıl olup da (haktan) döndürülüyorsunuz?" öemesi caiz olmazdı." Bil ki bunun cevabı, yakında gelecek.

Allahü teâlâ'nın, "(Haktan) çıkmış olanlar için Rabbinin şu sözü de öylece sabit olmuştur: "Hakîkaten onlar imân etmezler" ifâdesi ile ilgili olarak da birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Alimlerimiz, küfrün, Allahü teâlâ'nın kazası (takdiri) ve irâdesi ile olduğuna bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ. onların imân etmeyeceklerini kesin ve katî olarak haber vermiştir. Binâenaleyh eğer onlar iman etmiş olsalardı, o zaman bu haber ya doğru olarak kalırdı, ya da kalmazdı.Birinci ihtimal olamaz. Çünkü onlardan iman sâdır olduğu halde, onların iman etmeyeceklerine dâir verilmiş olan haberin, doğru bir haber olmaya devam etmesi imkânsızdır. İkinci ihtimal de bâtıldır. Çünkü Allahü teâlâ'nın verdiği bir haberin, yalana dönüşmesi imkânsızdır. Böylece onlardan imânın sâdır olmasının imkânsızlığı sabit olmuş olur. İmkânsız olan şey irade edilmez! Şu halde Allahü teâlâ'nın kâfirin iman etmesini değil, küfrünü dilediği sabit olmuş olur." Sonra biz şöyle diyoruz: Eğer Hak teâlâ'nın "O halde nasıl olup da (haktan) döndürülüyorsunuz?" buyruğu, Kaderiyye mezhebinin (Mu'tezile'nin) görüşünün doğruluğuna delâlet etmiş olsaydı, Cübbâi'nin hemen yanında duran bu ayet de onun görüşünün yanlışlığına delâlet etmiş olurdu. Halbuki Cübbâi, o ayeti kendi görüşünün doğruluğuna delil getirirken, maksadına ulaşması için, kuvvetli hafızası sayesinde bu delili de hatırlayıp ona göre cevap vermesi gerekir.

İkinci Mesele

Nâfî ve İbn Âmir, hem bu ayetteki, hem Yûnus Sûresi (96. ayetteki), hem de Mü'min Sûresi (6. ayetteki) "kelime" lafzını elifli olarak cemi siğasıyla "kelimât" şeklinde; diğer kıraat imamları ise müfred olarak "kelime" şeklinde okumuşlardır.

Üçüncü Mesele

Ayetteki kezâlik ifâdesindeki kâf, "teşbih" içindir. Bu hususta iki görüş vardır:

a) Bu. "haktan sonra, (hakkın dışında) sadece dalâletin olacağı sabit olduğu gibi, işte aynı şekilde (bunun gibi), Rabbinin onlar hakkındaki, "Hakîkaten onlar imân etmez" şeklindeki sözü de hak ve sabittir" demektir.

b) Bu şu manayadır: Onlardan isyanın (inkârın) sâdır olacağı hak ve doğru olduğu gibi, aynı şekilde azab kelimesi (hükmü) de onlar için hak olmuştur.

Dördüncü Mesele

Ayetteki “Hakikaten onlar iman etmezler" kısmı "kelimetün'den bedeldir. Yani, "Onlardan imanın sâdır olmaması da haktır" demektir.

Beşinci Mesele

Ayetteki, "Rabbinin şu sözü (kelimesi)" ifâdesinden maksad. ya O'nun o şeyden haber vermesi manasınadır, ki O'nun verdiği haber doğrudur, değişikliği ve zevali kabul etmez; yahut da Onun birşeyi bilmesi manasınadır ki. Allah'ın ilmi de, değişikliği ve cehaleti kabul etmez. Bazı muhakkik âlimler şöyle demişlerdir: Allah'ın ilmi de, verdiği haberi de onların imân etmeyeceğine taalluk etmiştir. O'nun kudreti, o kâfirlerde imanı yaratmaya değil, küfrü yaratmaya taalluk etmiş, irâdesi de onlarda imanı değil küfrü yaratmaya taalluk etmiştir. Allahü teâlâ bu durumu Levh-i Mahfuzda tesbit edip belirtmiş, melekleri buna şâhid tutmuş; bu hükmü peygamberlerine inzal etmiş (vahiyle bildirmiş) ve o peygamberleri buna şâhid tutmuştur. Binâenaleyh eğer o kâfirlerden imân sâdır olacak olsaydı, o zaman bütün bu şeyler yalan-yanlış olur ve böylece de, Allah'ın ilmi cehalete; doğru haberi yalana; kudreti acziyyete; irâdesi, kerhe (istememeye): şâhid tutması bâtıla; meleklerle peygamberlerin haberi de yalana dönüşmüş olurdu ki. bütün bunlar imkânsız şeylerdir.

Mahlukları Yaratıp Diriltebilen Yalnız Allah'dır

34

"(Habibim) de ki: "(Tanrı edindiğiniz) ortaklarınızın içinde mahlukları ilkin yaratıp da öldükten sonra yine onu dirilterek iade edecek kimdir?" Deki: "İlkin yaratıp sonra onu iade edecek olan Allah'dır. Öyle ise. (hakdan) nasıl döndürülüyorsunuz?".

Bil ki bu ikinci delildir. Bunun izahı, Allahü teâlâ'nın, insanı başlangıçta meniden, sonra alakadan, sonra bir et parçasından nasıl yaratıp, onları nasıl yeniden yaratacağını anlattığı ve göklerle yeri başlangıçta nasıl yarattığını anlattığı ayetlerde geçen izahıdır. Cenâb-ı Hak bütün bunları (o ayetlerde) genişçe anlatınca, bu ayette özet olarak işaret etmekle yetinmiştir. Burada birkaç soru söz konusudur:

İstifham (Soru) Üslûbunun Özelliği

Birinci soru: Allahü teâlâ'nın bu delili, bir istifham (soru) tarzında sunmasının hikmeti nedir?

Cevap: Söz çok açık ve net olup, sonra bir istifham tarzında sunularak, cevabının muhataplara bırakılması halinde, kalblerde daha tesirli ve iz bırakıcı olur

İkinci soru: Kâfirler, öldükten sonra dirilmeyi, haşri ve neşri inkâr ediyorlardı. Artık nasıl olur da onlara, böyle bir hususla delil getirilebilir?

Cevap: Allahü teâlâ bu sûrede, daha önce buna delil olacak şeyi zikretmiştir: O da, iyilik yapan itaatkâr ile, kötülük yapan isyankârların birbirinden ayırdedilmesinin gerekli oluşudur. Bu delil, İnsanın defedemeyeceği çok kuvvetli ve net bir delildir. İşte bu delilin çok kuvvetli ve net olmasından ötürü, ister hasım bunu anlasın, ister anlamasın, Cenâb-ı Hak, bu ayette bu delili getirmiştir.

Üçüncü soru: Cenâb-ı Hak, peygamberine niçin bunu itiraf etmesini, cevabı kendisinin vermesini emretmiştir? Halbuki ilzam (hasmı susmaya mecbur etmek), ancak hasmın bizzat kendisinin delili kabul ve itiraf etmesi halinde gerçekleşir?

Cevap: Delil çok net ve açık olup, hasıma istifham şeklinde sunulup, sonra da bizzat delili ileri sürenin, "iş, böyledir" demesi halinde, bu, o delilin açık ve net olma bakımından, hasmın kabulüne ihtiyaç olmayan, o kabul etse de. etmese de gerçeğin böyle olduğu bilinen bir dereceye ulaştığına bir dikkat çekme olur.

Cenâb-ı Hak "Öyle ise (haktan) nasıl döndürülüyorsunuz?" buyruğundan maksad, hevâ-ü hevesin, taklidin veya tutarsız bir şüphenin kendisine muhalefet etmeye sevkettiği, bu çok net ve açık delilden yüz çevirmeleri hususunda, insanları o kâfirlere şaşmaya davettir. Çünkü putların, ilah olduğunu söylemek, bir yalan ve iftiradır. Müstehak olmadıkları halde yine o putlara ibadet etmek de bir iftira' gibidir.

Gerçeğe Ulaştıran Yalnız Allah'dır

35

Âyetin tefsiri için bak:36

36

"De ki: "Sizin ortaklarınız içinde hakka hidayet edecek bir kimse var mıdır?" De ki: "Hakka hidavet edecek ve ona iletecek Allah'dır. O halde, hakka hidayet edecek (Allah) mı. uyulmaya daha lâyıktır, yoksa hidâyet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan o uydurma tanrılar mı? Nasıl (böyle) hükmediyorsunuz? Onların çoğu. (kuru bir) zandan başka birşeye tâbi olmazlar. Hakikatte ise zan, gerçek karşısında hiçbirşey ifade etmez. ' Şüphesiz ki Allah onların yaptıkları şeyleri kemâliyle bilendir".

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki (putperestliğin fasit ve bozuk yol olduğunun) üçüncü delili de budur. Bil ki bir yaratıcının varlığına, önce yaratma ile, sonra ikinci olarak da hidayet meselesi ile istidlal etmek, Kur'ân'ın değişmez adetidir. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, bu delile başvurarak, "Beni yaratan ve bana hidayet eden Allah'dır" (şuara, 78) dediğini; Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın da aynı şekilde, "Bizim Rabbimiz. herşeye hilkatini veren, sonra da doğru yolu gösterendir" (Taha. 50) dediğini nakletmiş, sonra Hazret-i Muhammed e bunu emrederek "Rabbinin o yüce adını tesbih et. Ki O. yaratıp düzenine koyandır. Takdir eden. yol gösterendir"(A'la 1-3) buyurmuştur. Bu, gerçekte çok kıymetli bir delildir. Zira insanın, bir bedeni, bir de ruhu vardır. Binâenaleyh, Yaratıcı'nın varlığına, bedenin halleriyle istidlal edilir ki. bu yaratmadır, hatk'tır. Yine, bir Yaratıcı'nın varlığına, ruhun varlığıyla istidlal edilir ki, bu da hidâyettir. İşte burada Cenâb-ı Hak. önceki ayette "halketmek" delilinden-ki bu, O"nun, "De ki: "İlkin yaratıp da sonra onu iade edecek olan kimdir?" (Yunus. 34) ayetidir, - bahsedince bunun peşinden hidayet delilini getirmiştir.

Bil ki, bedeni yaratmanın maksadı, ruh için, hidâyetin tahakkuk etmesidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah sizi analarınızın karınlarından, kendiniz hiçbir şey bilmiyorken. çıkardı. Size. şükredesiniz diye kulaklar, gözler, gönüller verdi. Ta ki şükredesiniz" (Nahl. 76) buyurmuştur. Bu, Allahü teâlâ'nın, bedeni, bilgileri ve ilimleri kazanabilmesi için bir vasıta olarak yarattığına ve ona duyu organları verdiğine delâlet etme bakımından, adeta sarih bir ifâde gibidir. Hem bedenî haller, neticesi, bir şeyi yemeden ve dokunulacak şeylerden zevk almaya varan değersiz şeylerdir, Ama, ruhani haller ve ilâhî bilgilere gelince, bunlar, olmaktan ve bozulmaktan korunmuş, ebedî ve kesintisiz bakî olan mükemmelliklerdir. Böylece biz, yaratmanın, hidayete tâbi olduğunu ve en yüce maksadın hidâyetin tahakkuk etmesi olduğunu anlamış olduk.

Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki, akıllar daima değişkendir. Hakka ulaşmaksa, zordur. Fikirler, karmakarışıktır ve pek az kimse hariç, hiç kimse yanılmaktan ve hataya düşmekten kurtulamamıştır. Binâenaleyh, hidâyetin ve hakka ulaşmanın, ancak Allah (c.c)'ın yardımı, hidâyeti ve irşadı ile olması, tahakkuk etmesi gerekir. İşte bu işin zorluğundan dolayı, Hazret-i Musa (aleyhisselâm), kadîm olan kelâmı dinledikten sonra, "Rabbim, benim göğsüme genişlik ver" (Tahâ, 25) demiştir. Herkes, hidâyeti ister, dalâletten ise kaçınır. Ama ne var ki, ekseri insan, dalâlete düşmüştür. Bütün bunlar, hidâyetin, ilmin ve marifetin, ancak Allah'dan olduğuna delâlet eder.

Bunu iyice kavradığında biz diyoruz ki, hidâyet ya hakka da'vet demektir, yahut da o bilgiyi elde etmek demektir. Her iki duruma göre de biz, hidâyetin, beşerî derecelerin en kıymetlisi olup, gerçek mutlulukların en yücesi ve bunun, Allah'dan olduğuna işaret etmiştik. Putlara gelince, bunlar, hakka davet etmede, doğruya ulaştırmaya da hiçbir tesiri bulunmayan cansız nesnelerdir. Böylece, dünya ve ahiretteki bütün hayırlara ulaştıranın ruh ve bedendeki mükemmelliklerin tamamına irşâd edenin Allah olduğu; putların ise, bu hususta hiçbir tesiri ve etkisf olmadığı sabit olmuş olur. Bu böyle olunca, putlara İbâdetle meşgul olmak, katıksız bir cehalet ve sırf akılsızlık olur. İşte, bu istidlal hususunda söylenebilecek söz budur.

İkinci Mesele

Zeccâc, şöyle demiştir "Arapça'da, aynı manada olmak üzere, "Hakka ilettim" denilir.

Allahü teâlâ, bu iki kullanılışı da, "De ki: "Hakka hidayet edecek ve ona iletecek Allahdır (..)" ayetinde göstermiştir."

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın "yoksa, kendi kendine doğru yolu bulamayan mı?" ayeti, altı şekilde okunmuştur:

1) İbn Kesir, İbn Amir ve Nâfi'nin ravisi Vers, yâ'nın ve he'nin fethası ve dâl'ın da şeddesiyle (layeheddî) seklinde okumuşlardır ki, bu Ebû Ubeyde ve Ebu Hâtim'in tercih ettiği kıraattir. Buna göre bu kelimenin aslı (yehtedî) şeklinde olup, tâ dal'a çevrilmiş, dal dala idğâm edilmiş, idğâm edilen tâ'nın fethası, he'ye verilmiştir.

2) Nâfi, he'nin sükunu, dal'ın şeddesiyle (......) şeklinde okumuştur ki, bu okuyuşa göre tâ dal'a çevrilmiş, dal dala idğâm edilmiş ve he de, olduğu üzere, sakin olarak bırakılmıştır. Böylece Nâfi'nin kıraatine göre, kıraat imamlarının tıpkı (Yasin. 49) kelimesinde iki sakini aynfanda cem etmeleri gibi. iki sakinin arası cem edilmiş olur. Ali İbn İsa, bunun Nâfi e nisbet edilen bir hata olduğunu söylemiştir,

3) Ebû Amir, işbâsız, he'nin fethasına işaretle okur ki, bu, şeddesiz okumayı tercih ederek, kendi asıl görüşü üzere fetha ile cezm arasında "ihtilas" ile okumadır. Ali İbn İsa, Nâfi'nin doğru okuyuş şekli budur, demiştir.

4) Âsim, yâ'nın fethası, he'nin kesresi ve dal'ın şeddesiyle (......) şeklinde okumuştur. O, iki sakinin bir arada bulunmasından kaçınmak için böyle okumuştur. Bu okuyuşa göre, he'nin sükûnu kesre olarak harekelenmiştir.

5) Hammâd ve Yahya b. İbn Adem de, Asımın ravisi Ebu Bekr'den alarak, yâ'nın ve he'nin kesresiyle (yehiddî) şeklinde okumuşlardır ki, buna göre; kesre kesreye tâbi kılınmışlardır. Bunun (......) ifâdelerini, (......) şeklinde okuyanların lehçesi olduğu ileri sürülmüştür.

b) Hamza ve Kisai, he'nin sükunu ve şeddesiz dal ile, manasında olmak üzere (......) şeklinde okunmuşlardır. Araplar, manasında derler. Nitekim, Arapça'da, manasında, denilir. Yani, "Ona yol gösterdim, o da hidâyete erdi" demektir.

Dördüncü Mesele

Ayetle ilgili şöyle bir müşkil bulunmaktadır: Bu ayetteki şürekâ'dan maksat, putlardır. Halbuki onlar, hidâyeti kabul edemeyen cansız varlıklardır. O halde Cenâb-ı Hakk'ın "yoksa, hidâyet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı?" ifâdesi, bunlar hakkında nasıl uygun düşer?

Buna birkaç bakımdan cevap verilir:

1) Cenâb-ı Hakk'ın, (Yunus, 34) ayetindeki şürekâ ile putların; (Yunus, 35) ayetindeki şürekâ lafzı ile de, küfrün ve dalâletin önderleriyle, küfre ve dalâlete davet edenlerin kastedilmiş olması uzak bir ihtimal değildir. Bunun delili Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ı bırakıp bilginlerini, rahiplerini (...) tanrılar edindiler..."(Tevbe, 31) ayetidir. Bununla, Hak Subhanehû ve Teâlâ'nın, aklî ve naklî deliller ortaya koymak suretiyle, insanları hak dine iletmiş olmasıdır. Ama, o davetçiler ve küfrün önderlerine gelince onlar, Allah'ın kendilerini hakka ilettiği kimseler hariç, hiç kimseyi hidâyete erdiremezler. O halde, Allah'ın dinine tutunmak, o cahillerin sözünü kabul etmekten daha uygun olur.

2) Müşrikler, o cansız varlıkları ilâh edinince, pek yerinde olarak, o cansız varlıklar hakkında, tıpkı bilen, akteden kimselere yapılan hitâb gibi hitâbda bulunulmuştur. Baksana, Cenâb-ı Hak, onlar birer cansız varlıklar oldukları halde, "Allah'ı bırakıp taptığınız putlar da sizin gibi kullardır.." (Araf, 194) ve "Eğer onlara, dua ederseniz.duanızı işitmezler" (Fâtır, 14) buyurmuştur. Böylece, putlar hakkında da tıpkı, aklı olan kimseler hakkında kullanılan tabirleri kullanmıştır. İşte burada da, her ne kadar durum aslında öyle olmasa dahi, Allah o putları, akleden, anlayabilen kimselerin sıfatlarıyla nitelemiştir.

3) Biz, bu kelamda, takdir yaparız. "Buna göre, "O putlar, hidâyet edebilecek durumda olsaydı bile, onlar ancak, onları başkaları hidayete erdirdikten sonra, kendileri dışındakileri hidâyete erdirebilirler" demektir. Binâenaleyh bu, ayet-i kerimeyi, böylesi takdirî bir manaya hamledersek, bu soru zail olmuş olur.

4) Hayat ve aklın olabilmesi için, bize göre bünye (beden) şart değildir. O halde o putlar, birer taş ve birer kütük olmaları hafinde de, hayâtı ve aklı kabule müsaittirler. Böyle olması halinde Allahü teâlâ'nın onları, düşünebilen birer canlı kılması, sonra da onların, başkalarını hidâyetle meşgul olmaları düşünülebilir.

5) Hüdâ (hidâyete iletmek) kelimesi, nakil ve hareket etmek, demektir. Nitekim, kadın kocası tarafına geçtiğinde, "Kadın, kocasına götürüldü" denilir, Harem-i Şerife gönderilen davarlara (deve-sığır-koyun) da hedy denilir. Hediyye de, birisinden bir başkasına geçtiği için, bu ismi almıştır. Ve yine, zayıflığından ve yalpalamasından dolayı, iki kimse arasında onlara yaslanarak yürüyen kimse hakkında da denilir.

Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki, Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesinin manasının, "O, bir yere iletilip götürülmediği müddetçe, herhangi bir yere gidemez..." şeklinde olması muhtemeldir. Böyle olması halinde bununla o putların, cansız olduklarına, hayat ve kudretten yoksun olduklarına işarette bulunulmuş olur. Bil ki Cenâb-ı Hak. kâfirlere bu açık delili izah edince, akıl sahiplerini, onların bu bozuk yollarından ve batıl sözlerinden hayrette bulunmaya davet ederek,

"Nasıl (böyle) hükmediyorsunuz?" buyurmuştur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onların çoğu, (kuru bir) zandan başka bir şeye tâbi olmazlar " buyurmuştur. Bu hususta şu iki mana verilebilir:

a) "Onların ekserisi, Allah'ı kabul edip, O'nu inkâr etmeleri hususunda, ancak bir zanna tâbi olurlar. Çünkü bu, onlara göre bir aklî deliledayanmayan, tam aksine atalarından duydukları bir sözdür" demektir."

b) "Onların ekserisi. 'Putlar, ilâhtırlar ve onlar, Allah katında bizim şefaatçilerim izdir" şeklindeki sözleri hususunda, sadece zanna tâbi olurlar" demektir. Birinci görüş daha kuvvetlidir. Çünkü ikinci görüşe göre ayetteki "ekser" kelimesini, "hepsi" manasına almamız gerekir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Hakikatte, zan ise gerçek karşısında hiçbir şey ifade etmez" buyurmuştur. Bununla ilgili olarak şu iki mesele bulunur;

Bu Ayeti Kıyasın Aleyhine Delil Sayanlar

Kıyası kabul etmeyenler bu ayete tutunarak, "kıyas ile amel etmek, zan ile amel etmektir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, "Hakikatte zan ise, gerçek karşısında hiçbir şey ifade etmez" ifâdesinden dolayı kıyasın caiz olmaması gerekir" demişlerdir.

Kıyası kabul edenler de, buna cevap vererek şöyle demişlerdir: "Kıyasla amel etmenin 'vâcib' olduğuna delâlet eden delil kati değildir. Öyleyse, kıyasla amel etmenin vâcib olduğu, malûm olmuş olur. O halde kıyasla amel etmek zanna değil, kesin bilgiye dayanmış olur."

İstidlalde bulunanlar ise, buna şu şekilde cevap vermişlerdir: "Şayet, kıyastan elde edilen hükmün, Allah'ın bir hükmü olduğu bilinmiş olsaydı, o zaman, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir” (Maide, 44) ayetinden dolayı, kıyasla amel etmemek bir küfür olmuş olurdu. Durum böyle olmadığına göre, kıyasla amel etmek bâtıl olmuş olur." Kıyası kabul etmeyenler, bu delilden şu delile geçmişlerdir: "Kıyastan elde edilen hükmün, Allah'ın hükmü olduğu ya kesin olarak, yahut zannî olarak bilinir. Yahut da bu, ne zannî ne de katî olarak bilinemez. Birincisi, yanlıştır; aksi halde, onunla hükmetmeyen, "Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse. İşte onlar kâfirlerin ta kendileridir.." (Maıde. 44) ayetinden dolayı kâfir olur, Halbuki ittifakla, bu böyle değildir. İkincisi de bâtıldır, zira Cenâb-ı Hakk'ın "Hakikatte zan ise, gerçek karşısında hiçbir şey ifade etmez" buyruğundan dolayı, zan He amel etmek caiz değildir. Üçüncüsü de bâtıldır, zira bu hüküm ne kesin, ne de zannî olmayınca, bu sırf hevâdan kaynaklanan bir şey olmuş olur ki, bu da Cenâb-ı Hakkın, "Sonra, arkalarından öyle kötü bir nesil geldi ki, namazı bıraktılar, şehvetlerine ve hevaianna uydular"(Meryem. 59) ayetinden dolayı batıl olmuş olur."

Kıyası kabul edenler ise, buna şöyle cevap vermişlerdir: Bu delilin neticesi umûm ifâdelere tutunmaya dayanır. Umum ifadelere tutunmak da, sadece zan ifâde eder Binâenaleyh, umûm ifadeler, zanna tutunmaktan men etmeye delâlet edince, umum ifadelerin, kendilerine tutunmaktan men etmeye delâlet etmiş olmaları gerekir. Varlığı, yokluğuna götüren şey ise, alınamaz, terkedilir.

İkinci Mesele

Bu ayet, itikadî meseleler hususunda, inancı zannî olup da kati ve kesin olmayan herkesin mü'min olamayacağına delâlet eder.

Buna göre şayet, "ehl-i sünnetin, "İnşaallah Allah dilerse, mü'minim" şeklindeki sözleri, katiliğe mani bir sözdür. Binâenaleyh, onların kâfir olmaları gerekir" denilirse, biz deriz ki:

Bu, şu bakımlardan zayıftır:

a)Şafiî(r.h)'nin mezhebine göre iman, itikâd, ikrar ve amel toplamından ibarettir. Şekk, bu amellerin Allah'ın emrine uygun olup olmadığı hususundadır. Binâenaleyh, mahiyetin cüzlerinin biri hakkındaki şekk, o mahiyetin tamamında şekk ve şüphe edilmesini gerektirmez.

b) Şafiî'nin, "Eğer Allah dilerse" sözünden maksadı, ölürken imanın bekasıdır.

c) Bundan maksat, nefsi kırmak ve tevazu göstermektir. Allah en iyisini bilendir.

37

Âyetin tefsiri için bak:39

38

Âyetin tefsiri için bak:39

39

"Bu Kur'ân Allah 'dan başkasının uydurması değildir. O ancak kendinden evvelki kitapları tasdik ve kitabı tafsil etmektedir. Onda şüphe edilecek hiçbirşey yoktur. Alemlerin Rabbindendir o. Yoksa onu, kendiliğinden uydurdu mu. diyorlar? De ki: "Öyleyse, eğer doğru söylüyor iseniz, siz de onun benzeri bir sûre getirin. Allah'dan başka gücünüzün yettiği kim varsa onları da çağırın! Hayır onlar ilmini kavrayamadıkları ve henüz tefsirine vâkıf olamadıkları şeyi yalanladılar. Onlardan evvelkiler de böyle tekzîb etmişlerdi. İşte bak. o zalimlerin sonu nice olmuştur".

Bu kısımla ilgili birkaç mesele vardır:

Bu Kısmın Daha Önceki Ayetlerle Münasebeti

Bil ki biz, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ona Rabbinden bir mucize indirilse ya!" derler"(Yunus.20)ayetinin tefsirine başlarken, müşriklerin, Kur'ân'ın bir mucize olmadığına, Hazret-i Muhammed'in, o Kur'ân'ı kendiliğinden uydurarak ortaya koyduğuna inandıkları için bunu söylediğini belirtmiştik.

Allahü teâlâ, işte bu söze pekçok cevaplar vererek, bu cevap ve izahlar, anlattığımız ve izah ettiğimiz sıraya göre, buraya kadar da devam etmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak bu makamda, Hazret-i Muhammed'in bu Kur'ân'ı getirmesinin, Allah'a bir iftira tarzında olmadığını, onun, kendisi katından, peygamberine inen bir vahiy olduğunu beyân buyurarak bu sözünün doğruluğuna "Yoksa onu, kendiliğinden uydurdu mu. diyorlar? De ki: "Öyleyse siz de onun benzeri bir sûre yapın bakalım!" ayetiyle hüccet getirmiştir. Bu, o Kur'ân'ın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Allah katından nazil olan bir mucize olduğuna, onun, iftira ve uydurulmuş olmaktan beri olduğuna delâlet eder. İşte, bu ayetler arasındaki münasebet hususunda beyan edilen gerçek tertip budur.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın "Bu Kur'ân. Allah'dan başkasının uydurması değildir" buyruğu hususunda, şu iki izah yapılabilir:

a) (......) kelimesi masdar hükmündedir Buna göre mana, "Bu Kur'ân, Allah'dan başkası tarafından uydurma değildir" şeklinde olur. Bu tıpkı senin, "Bu söz, ancak yalandır!" demen gibi olur.

b) (......) kelimesinin başındaki en edatı burada, lâm manasını ifâde edebilir. Buna göre ayetin takdiri, "Bu Kur'ân, Allah'dan başkası tarafından uydurulmak için değildir, böyle bir şey yakışık almaz" şeklindedir.

Bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Mü'minlerin hepsinin (topyekün) savaşa çıkmaları münasip değildir., " "Allah müminleri sizin üzerinde bulunduğunuz (şu halde) bırakacak değildir... Allah size gaybı da bildirecek değildir" (âl-i. imrân, 179) ayetleri gibidir. Yani, "Onların böyle yapması yakışık almadığı gibi, uydurulmuş olmak da Kur'ân'a yakışmaz" demektir. Bu da "Kur'an'ın sıfatı, Allah adına uydurulması mümkün olan bir şeyin sıfatına benzemez. Zira uydurulan şey, beşerin yapabileceği bir şeydir. Halbuki Kur'ân, beşerin kadir olamayacağı bir mucizedir" anlamındadır. "İftira" Arapların, bir kimse deriyi kesmeye kadir olduğunda söylemiş oldukları "Deriyi kestim..." tabirinden iftial vezninde bir masdardır. Daha sonra, bu kelime, yalan hakkında kullanılır olmuştur. Bu, Arapların, "Falanca, şu sözü uydurdu" ifâdesini, yalan söylemek hakkında kullanmaları gibidir. Buna göre bu sözün neticesi, "Bu Kur'ân'a Allah (c.c)'dan başkası kadir olamaz..."' şeklinde olur. Daha sonra Cenab-ı Hak, bu davasına dair şu hüccetleri zikretmiştir:

Kur'an'ın Daha Önceki Kitapları Tasdiki

Birinci hüccet: Cenâb-ı Hakk"ın "O. ancak kendinden evvelki kitapları tasdik etmektedir" ayetinin ifâde ettiği husustur. Bu delil birkaç yönden izah edilebilir:

a) Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), öğrenim için herhangi bir belgeye seferde bulunmamış olan bir ümmî idi. Mekke ise, ulemâ yatağı değildi. Orada, ilmî kitaplarla ilgili hiçbir şey yok idi. Buna rağmen, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), bu Kur'an'ı getirdi ve bu Kur'ân, evvelki kavimlerin kıssalarını da ihtiva ediyordu. Öte yandan müşrikler ise, Hazret-i Muhammed'e son derece düşman idiler. Binâenaleyh, Kur'an'ın ihtiva ettiği bu kıssalar, şayet Tevrat ve İncil'dekilere muvafakat etmeseydi, onlar, bunu tenkit eder, tenkitlerinde son derece aşırı giderler ve: "Sen bu kıssaları aslına uygun olmaksızın bildiriyorsun.." derlerdi. Binâenaleyh, onların onu tenkide ve onun durumunu kınamaya son derece haris olmalarına rağmen, onlardan hiç kimse böyle bir şey söylemeyince, biz, Hazret-i Peygamber'in Tevrat ve İncil'i mütâlâa etmediği, onları öğrenmek için hiç kimseye talebelik yapmamış olduğu halde, o kıssaları Tevrat ve İncil'dekilere uygun olarak bildirmiş olduğunu anlamış oluruz. Bu da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bütün bunları, Allah'dan almış olduğu vahiy ile haber verdiğine delâlet eder.

b) Allah tarafından indirilen kitaplar O'nun, Bakara Sûresi'ndekı (Bakara. 40) ayetinin tefsirinde de tafsilatlı bir biçimde ele aldığımız gibi, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olarak gönderileceğine delâlet etmişlerdir. Durum böyle olunca, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gelmesi, o kitaplarda bulunan Hazret-i Muhammed'in geleceğine dair müjdeyi tasdik etmiş olur. Böylece bu, kendisinden öncekileri tasdik etmeden ibaret olmuş olur.

c) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Kur'an'da, gelecekle ilgili pekçok şeyden bahsetmiştir. Ve bu şeyler de, o haberlere uygun olarak tahakkuk etmişlerdir. Bunlar, meselâ Cenâb-ı Hakk'ın "Elif. lam. mim. Rumlar mağlub oldu..."(Rum, 1-2); "Andolsun ki Allah. Resulünün gördüğü rüyanın gerçek olduğunu tasdik etmiştir" (Fetih. 27) ve "Allah, içinizden İman edip de güzel amel işleyenlere yemin ile vaadetti ki, (...) onları da yeryüzünde muhakkak (müşriklerin) yerine geçirecek..." (Nur. 55) ayetlerinde bahsedilen hususlardır. Bu, gelecekte vuku bulacak gaybî şeylerden haber vermenin, ancak Allah tarafından gelen bir vahiy ile gerçekleştiğine delâlet eder ki, bu da kendisinden öncekileri tasdik etmeden ibaret olmuş olur. Binâenaleyh, ilk iki madde, geçmişten haber verme; üçüncü madde, gelecekten haber verme olup, bunların tamamı, kendisinden öncekileri tasdik etmeden ibaret olmuş olur.

Kur'ân'ın Kitabı Tafsil Etme Vasfının Manası

İkinci hüccet: Cenâb-ı Hakk'ın "ve kitabı tafsîl etmedir " ayetinin ifâde ettiği husustur.

Bil ki, alimler, Kur'ân'ın hangi yönden mucize olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları, "O, geçmiş ve gelecekteki gaybî haberleri ihtiva etmiş olması bakımından mucizedir ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "O, ancak kendisinden evvelkileri tasdik etmektedir "tavsifinden kastedilen husustur " derken, bazıları da. "Kur'ân pekçok ilimleri ihtiva etmiş olması bakımından mucizedir ki, işte Cenâb-ı Hak buna da, "her şeyin tafsilidir" (Yusuf. 111) ayetiyle işaret etmiştir.

Bu konudaki sözün özü şudur: İlimler, ya dinî olur, ya da dinî olmaz. Birincisinin, ikincisinden daha kıymetli; daha yüce ve daha şerefli olduğunda şüphe yoktur. Dinî ilimlere gelince bunlar, ya akâid ve dinler ilmi, yahud da, ameller ilmi olur. Akâid ve dinler ilmi, Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü bilip tanımaktan ibarettir. Allah'ı bilip tanımak ise, O'nun zâtını, celâl sıfatlarını, ikram ve cemâl sıfatlarını, fiillerini, hükümlerini, isimlerini bilip tanımaktan ibarettir. Kur'ân, bütün bu meselelerin delillerini, tafsilatını, hiçbir kitabın kendisiyle boy ölçüşemeyeceği, hatta tasnif edilen hiçbir şeyin kendisine yaklaşamayacağı bir tarzda ihtiva etmiştir. Ameller ilmine gelince bu, ya zahiri alâkadar eden mükellefiyetler ilminden ki bu, fıkıh ilmidir ve yine bütün fukahanın da konularını Kur'ân'dan istinbât ettikleri malumdur; yahut da bâtını temizleme, kalbin eğitilmesi ile İlgili ilim olur ki, Kur'an'da bu ilmin konuları, nerdeyse başkasında bulunamayacak kadar yer almıştır. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen kolaylığı tut. İyiliği emret, cahillerden yüz çevir..." (Araf, 199) ve "Şüphesiz ki Allah adaleti, iyiliği, akrabaya vermeyi emreder. Taşkınlığı, kötülüğü, münkeri. zulüm ve tekebbürü nehyeder" (Nahl, 90) ayetlerinde bahsedilen hususlar gibidir. Böylece Kur'ân'ın, bütün kıymetli ilimlerin, onların aklî olanının, naktî olanının diğer kitaplarda bulunması mümkün olmayacak bir biçimde açıklamasını ihtiva ettiği sabit olmuş olur. Böylece de Kur'ân, bir mucize olmuş olur ki, işte buna Cenâb-ı Hak, "ve kitabı tafsil etmektedir..." ifadesiyle işaret etmiştir.

Kur'ân'da Şüphe Bulunmaması

Cenab-ı Hakk'ın "Onda şüphe edilecek hiçbir şey yoktur" ayetine gelince, bunu da şu şekilde izah edebiliriz: Pekçok ilimler ihtiva eden uzun bir kitap, haliyle, bazı tenakuzlar ihtiva eder. Kur'ân'ı Kerim, bundan uzak ve berî olduğu için, onun Allah katından vahiy ile indirilmiş bir kitap olduğunu anlamış oluruz. Bunun bir benzeri de, "Eğer o, Allah'dan başkası tarafından olsaydı, elbette içinde birbirini tutmayan birçok şeyler bulunurdu" (Nisa. 82) ayetidir.

Bil ki Allahü teâlâ, bu ayetin başında, Kur'ân'ın Allah adına uydurulmuş bir kelâm olmasının, Kur'ân'ın ne haline, ne de vasfına yakışmayan bir şey olduğunu belirtip, bu hususta da biraz önce bahsettiğimiz iki çeşit delil getirince, söze yine, inkarı manada olan istifhamla başlayarak, "Yoksa onu. kendiliğinden uydurdu mu diyorlar?" buyurmuştur.

Kur'ân'ın Meydan Okuması

Daha sonra da Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ın uydurulmuş olması iddiasının aslı esası olmadığına dair başka bir delil getirerek, "De ki: "Öyleyse, eğer doğru söylüyor iseniz, siz de onun benzeri bir sûre yapınf.." buyurmuştur. Burada birkaç soru sorulabilir:

Birinci soru: Cenâb-ı Hak, niçin Bakara Sûresi'nde (Bakara. 23); burada da buyurmuştur?

Cevap: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), hiç kimsenin talebesi olmayan ve herhangi bir kitap karıştırmayan ümmî bir insandı. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, Bakara Sûresi'nde "Haydi öyle ise. onun gibi birisi tarafından bir sûre getirin" (Bakara, 23) buyurmuştur. Yani, "talebe olmamak ve ilimlerle meşgul olmamak bakımından Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e denk bir kimse, bu sûreye denk bir sûre getirsin (getirebilirse...)" demektir. Bu hususta acziyet ortaya çıkınca, Kur'ân-ı Kerim'in de mucize olduğu ortaya çıkmış olur ki, bu ifâde, bu sûrenin kendisinin bir mucize olduğuna delâlet etmeyip, böylesi bir sûrenin, talebe olmamış ve eğitim görmemiş Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) gibi bir insandan zuhur etmesinin bir mucize olduğuna delâlet eder. Cenâb-ı Hak, daha sonra bu sûrede, benzerinin getirilmesi istenen o sûrenin kendisinin mucize olduğunu beyan buyurmuştur. Çünkü insanlar ne kadar eğitilseler, mütalâa etseler ve tefekkürde bulunsalar, onların bu sûreye denk düşecek bir tek sûre getirmeleri mümkün değildir. İşte bundan ötürü, Cenâb-ı Hak bu sûrede, "öyleyse... onun benzeri bir sûre getirin " buyurmuştur. Meydan okuma (tahaddî) ve Kur'ân'ın mucize oluşunu ortaya koyma hususunda, bunun hayranlık verici bir sıra ve tertib olduğunda şüphe yoktur.

Tehaddîye Konu Teşkil Eden Sûrenin Nasıl Bir Sûre Olduğu

İkinci soru: Hak teâlâ'nın, "Öyleyse onun benzeri bir sûre yapın... " buyruğu, büyük-küçük Kur'ân'ın bütün sûrelerini mi içine altr, yoksa sadece büyük sûrelerle mi ilgilidir?

Cevap: Bu ayet, Yûnus Sûresi'nde yer almaktadır ve Yûnus Sûresi Mekkî'dir. O halde kastedilen, bu Yûnus Sûresi gibi bir sûrenin getirilmesidir. Çünkü kendisine işaret edilebilecek en yakın sûre budur.

Tehaddî Konusunda Mutezileyi Red

Üçüncü soru: Mutezile bu ayeti Kur'ân'ın mahlûk olduğuna delil getirerek şöyle demiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Araplara Kur'an ile meydan okumuştur. Meydan okumak (tehaddî). onlardan bu Kur'ân gibisini getirmelerini söylemelerini istemek demektir. Binâenaleyh onlar bundan aciz oldukları zaman Kur'ân'ın, kendisinin doğruluğunu göstermek için, Allah tarafından indirilmiş bir hüccet olduğu ortaya çıkmış olur. Bu ise ancak, onun gibisinin getirilmesinin, bir nebze de olsa yapılabilmesi mümkün olduğu takdirde yerinde bir teklif olur. Binâenaleyh eğer Kur'ân-ı Kerim kadîm olmuş olsaydı, o zaman kadîm olan gibisini getirmek-yapmak, aslında imkânsız olurdu. Bundan dolayı da Kur'ân ile meydan okumanın doğru olmaması gerekirdi."

Cevap: Kur'ân, hem Allah'ın zâtı ile kâim, kadim (kelâm) sıfatına, hem de bizim (okurken) telaffuz ettiğimiz şu harflere ve seslere verilen müşterek bir isimdir. Dolayısıyla bu harf ve seslerden meydana gelen o kelimelerin nuhdes ve mahluk olduğunda bir münakaşa yoktur. O halde, Kur'ân ile meydan okuma. Cenâb-ı Hakk'ın zâtı ile kâim olan kadim (kelam) sıfatı hususunda değil, bu harfler ve seslerden meydana gelen kelimeler hususunda yapılmaktadır.

Allahü teâlâ'nın "Eğer doğru söylüyorsanız. Allah'dan başka gücünüzün yettiği kim varsa, onlan da çağırın" ifâdesinden maksad, yapabilecekler ise, bu karşı koyusu (meydan okumaya cevap verişi) nasıl yapabileceklerini onlara öğretmektir. Bunu şöyle izah edebiliriz: Bir topluluk, yardımlaşıp birbirlerine destek olduklarında, onların bu birçok aklı, tek bir akıl gibi olur. Binâenaleyh bütün bu akıllar tek bir şeye yöneldiğinde, bunların toplamı, herbirinin ayrı ayrı yapamayacağı şeyleri yapmaya kadir olur. Dolayısıyla Allahü teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: Farzedin ki sizin bir veya iki aklınızın, Kur'ân'a muâraza etmeye gücü yetmez. O halde, biraraya geliniz ve birbirinize bu muâraza hususunda yardımcı olun. Siz, birlikte hareket ettiğinizde de, tek başınıza olduğunuzda da böylesi bir muârazadan âciz olduğunuzu anladığınıza göre, bunun yani Kur'ân'a muâraza etmenin imkânsız oluşunun, ancak insan gücünün buna yetmediğinden dolayı olduğu ortaya çıkar. Böylece de, bu Kur'ân'ın bir insan işi değil, Allah'ın işi olduğu ortaya çıkmış olur.

Kur'ân'ın Tehaddisi Altı Merhalede Olmuştur

Bil ki anlattığımız şeylerie, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Kur'an ile meydan okuyuşunun altı merhalede olduğu anlaşılıyor. Bunlardan:

Birincisi, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onlara, Kur'ân'ın bütününün benzerini getirme hususunda meydan okumasıdır. Bu, Hak teâlâ'nın, "De ki: "Andolsun insanlar ve cinler şu Kur'ân'ın benzerini getirmek için bir araya toplansa. yekdiğerine yardımcı da olsalar, yine onun benzerini yapamazlar" (İsra, 88) ayetinde ifâde edildiği gibidir.

İkincisi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onlara, bu sûrenin benzerini getirmeleri hususunda meydan okumasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "De kî: "O halde haydi siz de onun gibi on sûre getirin, velev düzme ve uydurma olsun" (Hüd. 13)buyurmuştur.

Üçüncüsü, o kâfirlere tek bir sûrenin benzerini getirmeleri hususunda meydan okumasıdır. Nitekim Cenâb-ı Allah, "Öyle ise onun benzeri bir sûre getirin" (Bakara, 23) buyurmuştur.

Dördüncüsü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onlara, Kur'ân'ın benzeri bir söz getirmeleri hususunda meydan okumasıdır. Nitekim Cenâb-ı Allah, "Öyleyse onlar, onun gibi bir söz getirsinler " (Tur, 34) buyurmuştur.

Beşincisi, bütün bu dört merhalede, onlardan talebe olmama ve herhangi bir öğrenim görmeme bakımından Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e denk birisinin, bu muarazayı yapmasının (Kur'ân'ın benzerini getirmesi) istenmesidir. Yûnus Sûresinde (bu ayette), ister bir öğrenim görmüş, ister görmemiş olsun, onlardan herhangi birisinin, benzer tek bir sûre getirerek, meydan okumaya karşılık vermesi istenmiştir.

Altıncısı: Geçen bütün merhalelerde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) insanlardan herbirine; bu altıncı merhalede ise insanların topuna birden meydan okumuş ve buna karşılık verebilmeleri için, biribirlerine destek olma fırsatı da vermiştir. Nitekim Hak teâlâ, "Eğer doğru söylüyorsanız, Allah'dan başka gücünüzün yettiği kim varsa onları da çağırın" buyurmuştur. Bu ayette ifâde edilen, meydan okuma merhalelerinin en sonuncusudur. İşte bütün bunlar, Allahü teâlâ'nın, Kur'ân-ı Kerim'in mucize olduğunu isbat hususunda getirdiği delillerin tamamıdır.

Kur'ân'ın Başlıca Özellikleri

Daha sonra Allahü teâlâ, onların, hangi sebepten ötürü Kur'ân'ı tekzîb ettiklerini de belirterek, "Hayır. Onlar ilmini kavrayamadıkları ve henüz tefsirine vakıf olamadıkları şeyi yalanladılar " buyurmuştur. Bil ki bu ayet, bazı manalara gelebilir:

Kıssaların Belli Başlı Gayeleri

Birinci izah: Onlar, her ne zaman bir kıssa duyup dinleseler, "Bu kitabta, sadece evvelki milletlerin efsâneleri ve masalları var" dediler ve bu kıssalardan maksadın, bizzat anlatılmaları değil, anlatılmalarının ötesinde diğer bazı şeyıer olduğunu kestiremediler.

Bu diğer şeylerden birincisi, Cenâb-ı Hakk'ın, âlemde tasarruf edebildiğinin ve âlemdeki azizleri (üstün olanları) zillete, zelil olanları da izzete geçirebildiğinin ortaya konulmasıdır ki, bu, mükemmel bir kudretin varlığına delâlet eder.

İkincisi, bu kıssaların, insanın, dünyanın ebedî olmadığını, hareket halindeki herşeyin, sonunda sükûna ereceğini, var olan herşeyin sonunda fâni olacağını, onlar sayesinde anlaşıldığı için, ibret almaya vesile olmalarıdır. Böylece insan, kalbini dünya sevgisinden uzaklaştırır ve ahireti isteme hususundaki arzusunu kuvvetlendirir. Nitekim Hak teâlâ, "Andolsun. onların kıssalarını açıklamada salim akıl sahipleri için birer ibret vardır" (Yûsuf, 111) buyurmuştur.

Üçüncüsü de şudur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) geçmiş milletlerin kıssalarını, hiçbir öğretim görmeksizin. tahrif etmeden ve değiştirmeden (yani dosdoğru olarak) anlatınca bu, Kur'ân'ın Allah katından bir vahiy olduğuna bir delil olmuş olur. Nitekim Hak teâlâ, Şuarâ Sûresi'nde kıssaları anlattıktan sonra, "O (Kur'ân) muhakkak ve muhakkak âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir. Onu Rûhu'l-Emin, inzâr edicilerden olasın diye. senin kalbine manası açık Arapça bir dil ile indirmiştir" (Suârâ. 192-194) buyurmuştur.

İkinci izah: Müşrikler, bazı sûrelerin evvelindekr hurûf-u mukattaa'yı dinleyip, onlardan hiçbîrşey anlamayınca, Kur'ân hakkında kötü zanna düştüler. İşte Allahü teâlâ onların bu zannını, "Sana kitabı indiren O'dur. Ondan bir kısım ayetler muhkemdir ki bunlar kitabın anası (temeli)dir. Diğer bir kısmı da müteşâbihdirler... " (Al-i imrân. 7) buyurarak cevaplamıştır.

Üçüncü izah: O kâfirler, Kur'ân'ın parça parça (inip) ortaya çıktığını gördüler. Bu, onların kötü tenkidlerine sebeb oldu. Onlar "Ona, Kur'ân toptan indirilmeli değil miydi?" dediler. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Allah, onların bu düşüncelerini, "Biz, onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle (yaptık, kısım kısım indirdik) (Furkan, 32) diyerek cevaplandırmıştır. Biz. bu cevabı Furkân Sûresinde tafsilatlı olarak izah ettik.

Dördüncü izah: Kur'ân, haşr ve neşrin olacağını gösteren delillerle doludur. Müşrikler, hisler âlemine (madde âlemine) alışmışlardı. Bundan dolayı, ölümden sonraki hayatın olabileceğini çok uzak görüyorlardı ve bu onların kalblerinde bir türlü yer etmiyordu. Bundan dolayı Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bütün bunları bir yalan ve uydurma olarak söylediğini sanıyorlardı. Bunun için Allahü teâlâ, âhiret inancının doğruluğunu, birçok kesin delil ile ortaya koymuştur.

Beşinci izah: Kur'ân-ı Kerim, namaz, zekât ve diğer ibadetlerle ilgili emirlerle dopdoludur. Müşrikler ise: "Âlemlerin ilahının, ne bize, ne de bizim taatlarımıza ihtiyacı yoktur ve Allahü teâlâ, faydasız birşeyi emretmekten son derece yüce ve münezzehtir" diyorlardı. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, onların bu düşüncelerini, "Sizi boş yere yarattığımızı, bize dönüş yapmayacağınızı mı sandınız?" (Mümmun, nsıve "Eğer iyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz. Kötülük ederseniz de yine kendinize kötülük etmiş olursunuz" (isra, 7) ayetleriyle cevaplamıştır.

Netice olarak diyebiliriz ki; Kâfirlerin şüpheleri pek çoktur. Çünkü onlar, Kur'ân'ın, hakikatini anlayamadıkları ve hikmetini bilemedikleri bazı şeyleri ihtiva ettiğini görünce, Kur'ân'ı yafanlayıvermişlerdi. Velhasıl müşrikler, ulûhiyyetin sırlarını bilemiyor, bütün herşeyi hisler âleminde (maddî alemde) alışmış oldukları şeylere kıyas ediyor ve onların hikmetten ile çeşitli izahlarını araştırmıyorlardı, işte bundan dolayı da tekzibe ve cehalete düşmüşlerdi. Binâenaleyh Hak teâlâ'nın, "Onlar ilmini kavrayamadıkları şeyi yalan saydılar" buyruğu, onların bu şeyleri bilip anlayamadıklarına; 'Ve henüz tefsirine vakıf olmadıkları" ifadesi de, onların, o sırları araştırıp anlamaya gayret göstermediklerine bir işarettir.

Daha sonra Cenâb-ı Allah "Bak, o zâlimlerin sonu nice olmuştur" buyurur. Bu, "Onlar, dünyanın peşine düşüp âhireti terketmişlerdir. Bundan dolayı öldükleri zaman, hem dünyayı hem de âhireti elden kaçırmış olurlar ve böylece de çok büyük bir ziyanın içine düşerler" demektir. Bazı kimseler bundan muradın, peygamberlerini yalanlayan ümmetlerin başına gelen ve bir çeşit dünyevi azab olan, köklerinin kazınması cezası olduğunu söylemişlerdir. Tahkik ehli alimler ise şöyle demişlerdir. "Ayetteki, "Henüz tefsirine vakıf olmadıkları şeyler" ifâdesi, ayetlerin te'vilini (tefsirini-izahını) bilmeyen kimselerin küfre ve bid'ata düştüklerine delâlet eder. Çünkü ayetlerin zahirlerinde bazan, birbirine zıt gibi şeylerin olduğu sanılabilir. Binâenaleyh insan, bu husustaki te'vil ve tefsirin ne olduğunu bilemezse, kalbine, bu kitabın "hak" olmadığı düşüncesi gelebilir. Ama ayetlerin izah yönlerini bildiği zaman, Kur'ân'ın o izaha uygun olduğunu anlar, Böylece bu. nûr üstüne bir nur olur. Allah kimi dilerse onu nuruna iletir."

Hidayet Ümidi ile Azabın Ertelenmesi

40

Âyetin tefsiri için bak:41

41

"İçlerinde ona inanan kimseler ve ona inanmayan kimseler vardır. Rabbin. fesadçılan çok iyi bilendir. Eğer onlar seni tekzib ederlerse de ki: "Benim işimbana, sizin işiniz sizedir. Benim yaptığımdan sizler uzaksınız, sizin yaptıklarınızdan da ben uzağım".

Bil ki Allahü teâlâ önceki ayette. "Bak o zalimlerin sonu nice olmuştur" buyurup, bununla da, onlara dünyada azabı musallat edeceğini kastetmiş olunca, O'nun tarafından (ileride) onların içinden iman edeceklerin çıkacağı malum olduğu için, Allah katında bu kısmın menfaatine uygun olanın, onların köklerini tamamen kazıma değil, onları sağ bırakma olduğuna dikkat çekmek için, "içlerinde ona inanan kimseler ve ona inanmayan kimseler vardır" buyurmuştur. Ayetteki bihî zamirinin, Kur'ân'ı göstermesi doğruya en yakın olan görüştür. Çünkü bundan önceki ayette bahsi geçen, Kur'ân-ı Kerimdir. Diğer bir husus da, Kur'ân'a imanın tahakkuk ettiği bilinince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e de iman tahakkuk etmiş olur. Alimler ayetteki bu ifâde hususunda ihtilaf etmişlerdir. Çünkü, (iman eder, inanır) kelimesi, muzari bir fiil olup, hem şimdiki zamanı, hem de gelecek zamanı ihtiva eden bir fiildir. Binâenaleyh bazı alimler bunu, şimdiki zaman manasında alarak, "Bundan maksad "Onların içinde Kur'ân'a (şu anda) gizlice iman etmekte olanlar vardır. Fakat onlar, zahiren inkâr eder ve yalanlar görünmektedir. Yine onların içinde, yalanlama hususunda içi (kalbi) de, dışı gibi olanlar vardır" manasınadır" demişlerdir ki bu manaya göre ayetin muhtevasına, şüpheciler ve taklid ehli olanlar da girer. Bazı alimler de, "Bundan maksad, gelecek zaman manasıdır. Yani, "Onların içinde, Kur'ân'a gelecekte, inkârından dönüp inanacaklar olduğu gibi, bu hakikati göremeyip küfründe devam edecek olanlar da vardır" demektir" demişlerdir.

Cenâb-ı Allah daha sonra, "Rabbin fesadcuarı çok iyi bilendir" buyurmuştur. Bu. "Allah, inkârında ısrar edenleri veya ondan dönenleri ve onların hallerini en iyi bilendir" demektir.

Daha sonra Allahü teâlâ "Eğer onlar seni tekzib ederlerse, de ki: "Benim işim bana. sizin işiniz sizedir" buyurmuştur. Buna:

a) "Benim amelim, taatlerim ve imanım bana; sizin ameliniz, şirkiniz sizedir."

b) "Benim amellerimin mükafaatı bana, sizin amellerinizin cezası da sizedir" manaları verilmiştir.

Cenâb-ı Hak, daha sonra "Benim yaptığımdan sizler uzaksınız, sizin yaptıklarınızdan da ben uzağım" (de)!" buyurmuştur. Denildi ki: "Bu ayet, kovmak ve azarlamak manasınadır." Yine denildi ki: "Bunun manası, onların kalblerinin hakka meyletmesini temin etmektir." Mukâtil ve Kelbî bu ayetin seyf (kılıç-cihad) ayeti ile mensûh olduğunu söylemişlerdir ki bu, uzak'bir ihtimaldir. Çünkü nâsihin, mensûhun hükmünü kaldırması şarttır. Bu ayetin manası ise, onlardan herbirinin fiiline ve fiillerinin neticesine mükâfaat ve ceza verileceğinin belirtilmesidır. Binâenaleyh bu ayet, savaşmanın haram olmasını gerektirmez. Bu sebeple seyf (kılıç-cihad) ayetleri, bu ayetin ifade ettiği manalardan herhangi bir hükmü kaldırmaz. Dolayısıyla bu ayetin mensûh olduğunu ileri sürmek yanlış olur.

42

Âyetin tefsiri için bak:44

43

Âyetin tefsiri için bak:44

44

"Onlardan sana kulak verenler vardır. Fakat sağırlara, üstelik akıllan da çalışmazken sen mi duyuracaksın? Onlardan sana bakanlar vardır. Fakat görmeyen körlere sen nasıl doğru yolu göstereceksin? Şüphesiz ki Allah insanlara asla zulmetmez. Fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler"

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki Allahü teâlâ, bir önceki ayette kâfirleri iki kısma ayırmıştı: Kur'ân'a iman edecek olanlar ve hiç iman etmeyecek olanlar. Yine Hak teâlâ bu ayette de iman etmeyenleri ikiye ayırmıştır:

a) Peygambere son derece buğz ve düşmanlık içinde olup, O'nun dinini kabulden nefret edenler,

b) Böyle olmayanlar. Bu sebeble Cenâb-ı Hak birinci kısmı bu ayette şöylece tavsif buyurur: "Bu sözden hiçbir zaman istifâde edemedikleri için, adetâ bir sağır gibi senin sözüne kulak verenler vardır." Çünkü insan, bir başkasından fazlasıyla nefret edince, onun gönlü devamlı nefret ettiği kimsenin sözünün kusurlarını aramaya yönelik olur ve onun sözünün güzel taraflarını hiç görmez. Kulaktaki duyma ağırlığı, sesin anlaşılmasına mani olan bir şeydir. İşte tıpkı bunun gibi, ileri derecedeki nefret de, o sözün güzelliklerini anlamaya adeta manidir. Gözdeki körlük de şekillerin algılanmasına mani olan bir durumdur. İşte aşırı derecedeki buğz da, insanın o buğz ettiği kimsenin iyi taraflarını ve Allah'ın ona verdiği iyi şeyleri görmeye mâni olur. Bundan dolayı Hak teâlâ. kâfirler içerisinde, buğz ve düşmanlık hususunda durumu bu dereceye ulaşmış olan kimselerin bulunduğunu açıklamıştır. Sonra sağır olanı duyar hâle; kör olanı da görür hâle getirmek nasıl mümkün değil ise, bu derece düşman olanları da. peygamberin dostu yapmak ve O'na tâbi kılmak mümkün değildir. Bu ayetin maksadı, tedavi edilemeyecek kadar akıl hastalığına tutulmuş olanların, tedavisinin mümkün olmadığını belirterek, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i tesellidir. Doktor, hastayı tedavi kabul etmeyecek bir derecede görünce, ondan yüz çevirir ve onun tedavi kabul etmemesinden dolayı hayrete düşmez. İşte tıpkı bunun gibi, senin de o kâfirlerin durumundan hayrete düşmemen gerekir.

Görme ve İşitmede Hangisinin Daha Önemli Olduğu

İbn Kuteybe, bu ayete dayanarak, duymanın, görmeden daha üstün olduğunu ileri sürerek şöyle demiştir: "Allahü teâlâ bu ayette, duymanın olmamasını, aklın gitmesi ile birlikte zikretmiştir. (Yani aklın çalışmamasını, işitmenin olmayışı ile irtibatlandırılmıştır.) Fakat basiretin çalışmamasını ise görmenin kaybolması ile birlikte zikretmemiştir. Binâenaleyh işitmenin, görmeden daha efdal olması gerekir." İbnü'l-Enbârî, bu delilin geçersiz olduğunu söylemiş ve şöyle demiştir: "Allah'ın bu ayette, işitme ile birlikte olmadığını söylediği (akletme işi), görme ile birlikte olmadığını söylediği (basiret) şey ile aynıdır. Çünkü Allahü teâlâ, gözlerin görmesini değil, kalbin görmesini kasdetmiştir. Kalbin gördüğü şey yani basireti ise. kalbin aklettiği ve anladığı şeydir." İbn Kuteybe, kendi görüsüne Kur'ân'dan başka bir delil de getirerek şöyle der: "Allah, Kur'ân'da ne zaman görmeyi ve duymayı birlikte zikrederse, çoğunlukla duymayı, görmeden önce zikretmiştir ki bu da. duymanın görmeden daha efdal olduğuna delâlet eder."

Bazı kimseler, bu konuda şu delilleri de ileri sürmüşlerdir:

1) Peygamberlerden âmâ olan olmuştur. Ama Peygamberlerden hiçbirinin sağır olması caiz değildir. Çünkü bu, peygamberlik görevini tam yapmaya manidir. Zira peygamber, kendisine soru soranları duyamazsa, onlara cevap veremez, dolayısıyla da Allah'ın şeriatını tebliğden âciz kalmış olur.

2) Duyma kuvveti, duyulacak şeyleri (sesleri) her yönden duyar. Ama görme kuvveti, görülebilecekleri ancak tek bir yönden görür. O yön de gözün önüne gelen .cihettir.

3) İnsan, hocasından öğrenerek ilim elde eder. Bu da ancak, duyma kuvveti sayesinde olabilir. Binâenaleyh insanın ilmi kemâllere ermesi ancak duyma kuvveti ile elde edilir. Bu, görme kuvvetine dayanmaz. Dolayısıyla duyma görmeden daha efdaldir.

4) Hak teâlâ, "Şüphesiz ki bunda kalbi olan yahud. kendisi huzur-u (kalb) içinde olarak kulak veren kimseler için elbette bir öğüt vardır " (Kaf. 37) buyurmuştur., Ayetteki "kalb" ile, akıl kasdedilmiş ve duyma aklın eşi, ikizi kılınmıştır. Bu husus, "Eğer biztdinler veya aklımızı kullanır insanlar olsaydık şu cehennemlikler içinde yer almazdık " ayetiyle de kuvvet bulur. Binâenaleyh o müşrikler, duymayı, cehennem azabından kurtulmanın sebebi olarak zikretmişlerdir.

5) İnsanın, diğer canlılardan ayrıldığı hususiyeti, konuşması ve söz söyleyebilmesidir. İnsan, konuşmadan ve sözden, duyma kuvveti sayesinde istifade eder. Dolayısıyla duymanın alanı, insanın asıl üstünlüğünün gerçekleşmesine vesile olan konuşmanın alanıdır. Görmenin taalluk ettiği alan ise, renklerin ve şekillerin algılanması alanıdır ki bu insan ile diğer hayvanlar arasında müşterek olan bir husustur. Binâenaleyh duymanın görmeden daha üstün olması gerekir.

6) İnsanlar peygamberleri görürler ve sözlerini dinlerler. Ama peygamberlerin peygamberliği, onlarda görülen sıfatlar sebebiyle değil, duyulan sesler sebebiyledir. Duyulan da onların sözleri, Allah'ın kanunlarını tebliğ etmeleri ve ilâhî hükümleri beyân etmeleridir. Binâenaleyh duyulanın, görülenden daha üstün olması gerekir. Dolayısıyla . duymanın görmeden üstün olmuş olması gerekir. Duymanın görmeden daha üstün olduğunu söyleyenlerin delillerinin hepsi budur.

Bazı kimselerde görmenin duymadan daha üstün olduğunu söyleyerek şu delilleri getirmişlerdir:

1) İnsanlar meşhur darb-ı meselde "görmeden daha ileri bir açıklama olamaz" demişlerdir. Bu da, idrâk çeşitlerinin (duyuların) en mükemmelinin görme olduğuna delâlet eder.

2) Görme kuvvetinin vasıtası "nur" (ışık), duyma kuvvetinin vasıtası ise havadır. Nûr, havadan daha kıymetlidir. O halde görme kuvveti, duyma kuvvetinden daha kıymetlidir.

3) Görme organı olan gözün yaratılışındaki ilâhi hikmetin mucizeleri, duyma organı olan kulağın yaratılışındaki harikalardan daha çoktur. Çünkü Allahü teâlâ, akılda bulunan yedi sinirden birini görme aleti kılmış ve gözü yedi tabaka ile üç rutubetli (sıvı) kısımdan teşekkül ettirmiş, gözün hareketleri için çeşitli şekillerde pek çok kas yaramıştır. Kulak ise böyle değildir. Birşeyin yaratılışına daha fazla itina gösterilmesi, onun başka şeylerden üstünlüğüne delâlet eder,

4) Göz, yedi kat göğün üstünde olanı da görebilir. Kulak ise, kendisinden bir fersah uzaklıkta olanı bile duyamaz. Binâenaleyh görme, daha faziletli ve üstündür. Bu izah ile, karşı görüşte olanların, "Duyma her yönden olur, görme ise tek bir yönden olur" şeklindeki sözleri defedilmiş olur.

5) Peygamberlerden pek çoğu dünyada, Allah'ın kelâmını dinlemişlerdir. Ama âlimler, peygamberlerden birinin Allah'ı dünyada iken görüp görmediği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Hem sonra Musa (aleyhisselâm), kendi isteği ve talebi olmadığı halde Allah'ın kelâmını dinlemiştir. Ama Allah'dan, kendisini göstermesini isteyince, Cenâb-ı Hak, "Beni katiyyen göremezsin" (a'raf, 143) buyurmuştur. Bu da, görmenin, duymadan daha efdal olduğuna delâlet eder.

6) İbnü'l-Enbârî şöyle demiştir: "Duyma, görmeden nasıl üstün olabilir? Çünkü göz ile yüzün güzelliği, gözün olmaması ile de yüzün çirkinliği ortaya çıkar. İşitmenin olmaması ise, insanda (görülen) bir kusur meydana getirmez. Araplar gözlere, "Kerîmeteyn" (iki kıymetli şey) dedikleri halde, kulaklar için böyle birşey söylememişlerdir. Cenâb-ı Hak da, bir kudsî hadiste, "Ben, kimin gözünü giderir (kör edersem), o da buna sabredip, benden bunun mükâfaatını beklerse, onun için cennetin dışında hiçbir mükafaata razı olmam" Müsned. (3/283).buyurmuştur.

Üçüncü Mesele

Alimlerimiz bu ayeti, kulların fiillerini de Allah'ın yarattığına delil getirerek şöyle demişlerdir: "Ayet, o kâfirlerin kalblerinin, iman karşısında, tıpkı sözü dinlemede sağır gibi ve eşyayı görmede de kör gibi olduklarına delâlet etmektedir. Bu, nasıl imkânsız ise, meselemiz olan (kulun kendi fiilini yaratması da) aynı şekilde imkânsızdır, " Alimlerimiz sözlerine devamla şöyle demişlerdir: "Kalbte çok şiddetli bir sevginin veya çok şiddetli bir düşmanlığın meydana gelmesinin, insanın kendi iradesi ile olmayışı da bunu destekler. Çünkü böylesi şiddetli bir düşmanlık meydana gelince, kişi zarurî bir his bulmuş olur. Çünkü kalb, o zaman düşmanının sözünü dinleme ve onun güzel fiillerini görme hususunda adetâ bir kör ve sağır gibi olmuş olur. Durum böyle olduğuna göre ulaşmak istediğimiz netice elde edilmiş olur. Hem sonra Allahü teâlâ onlarda imanın olmadığını kesin olarak bildirmiş olduğuna göre, imanın tahakkuk etmesi durumunda O'nun ilminin cehalete; doğru haberinin de yalana dönüşmesi gerekir ki bu imkânsızdır."

Mu'tezile ise görüşlerinin doğruluğuna, Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphesiz ki Allah insanlara asla zulmetmez, fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler" buyruğunu delil getirmişler ve şu şekilde istidlal etmişlerdir: "Bu, Allahü teâlâ'nın hiç kimseyi kötülükleri ve gayr-ı meşru şeyleri yapmaya mecbur etmediğine, fakat insanların kendi irâde ve istekleri ile bunlara yönelip yaptıklarına delâlet eder." Vahidî buna şu şekilde cevap verir: "Allahü teâlâ, zulmü kendisinden, mülkünde tasarruf sahibi olduğu için nefyetmiştir. Böyle (kendi mülkünde tasarruf eden) zâlim olmaz. İnsanların fiilleri onların kesbleri sebebi ile kullara izafe edildiği için, Allah "Fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler" buyurmuştur.

45

Âyetin tefsiri için bak:46

46

"Gün gelecek, Allah bütün insanları bir araya toplayacak. O gün, sanki onlar gündüzün bir saatinden başka kalmamışlar zannedecekler. Birbirlerini tanıyacaklardır. Allah ile karşılaşmayı yalanlayıp da doğru yolu tutmamış bulunanlar, muhakkak en büyük zarara uğramıştır. Onlara vaadettiğimizin bir kısmını sana göstersek de. yahut senin ruhunu kabzetsek de nihayet onların dönüşü ancak bizedir.Yine Allah, kendilerinin ne .

Bil ki Allahü teâlâ o kâfirleri, (söylenilenlere) az kulak asmakla ve düşünmemekle vasfedince bunun peşinden, vaîd ve tehdidini getirerek, buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Asım'ın ravisi Hafs, yâ ile yahşuruhüm; diğer kıraat imamları ise nûn ile nahşuruhüm şeklinde okumuşlardır.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesi, terkîb bakımından hâl cümlesi olup, "sanki onlar, gündüzün bir saatinden başka kalmamış kimselere benzemişlerdir" anlamındadır. (......) kelimesinin ise, ifâdesine taalluk etmesi caiz olduğu gibi, ikinci hal olması da mümkündür.

Üçüncü Mesele

Bu ifâdenin başındaki edatı, 'den hafifletilmiş olup, kelamın takdiri şeklindedir. Binâenaleyh bu, tıpkı ifâdesinin başındaki en gibi, tahfif edilmiştir.

Kalınan Yerin Dünya Veya Kabir Olması

Bu ayete:

a) "Sanki onlar (dünyada), gündüzün bir saatinden başka kalmamışlardır";

b) "Sanki onlar, kabirlerinde, gündüzün bir saatinden başka kalmamışlardır" şeklinde iki mana verilmiştir. Kur'ân, bu iki manaya göre de varid olmuştur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Yerde kaç yıl kaldınız?" buyurur. "Bir gün. yahut bir günün bir kısmı kadar kaldık" derler" (Müminun, 112-113) buyurmuştur. Kadî, birinci mananın, şu iki sebepten dolayı daha evlâ olduğunu söylemiştir:

a) Ölümlerinden, haşrolunacakları zaman geçen sürenin ne kadar olduğunu bilememeleri hususunda, mü'minlerin durumu, kâfirlerin durumu gibidir. Binâenaleyh bunun, kâfirlere muhsus olan bir manaya hamledilmesi gerekir ki, bu da, kâfirlerin, ömürlerinden istifâde edemeyince, ömürlerini az görmeleri; mü'minlerin de, ömürlerinden istifâde ettikleri için, onu az görmemeleridir.

b) Cenâb-ı Hak, "Birbirlerini tanıyacaklardır" buyurmuştur. Zira tanışmak, ölüm haline değil, hayat haline izafe edilebilir.

Ahirette Dünya Hayatını Bir Saat Gibi Görmenin Sebebi

Alimler, bu az görmenin sebebi hususunda şu izahları yapmışlardır:

1) Ebu Müslim şöyle demiştir: "Onlar ömürlerini dünyayı taleb etme ve onun lezzetlerine düşkünlükle zayi edince, ömürlerinden kesinlikle istifâde edememiş olurlar. Binâenaleyh, o ömrün varlığı, âdeta yokluğu gibi olur. İşte bundan dolayı da onlar bunu az görmüşlerdir. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Halbuki onun çok yaşatılması, kendisini azabtan uzaklaştırıcı değildir" (Bakara, 96) ayetidir."

2) Esamm şöyle demiştir: "Onlar âhiretin dehşetini görüp müşahede ettikleri için, bu süre onlarca az görülmüştür. İnsanın korkusu büyüyünce zahiri şeyleri unutur."

3) Bu, onların, dünyada kalışları, ahirette ve ebedî azâb içinde kalışlarına nisbetle az görülmüştür.

4) Haşir meydanında uzun müddet duracakları için, onların dünyada kalışları, onlara az görülmüştür.

5) Bundan maksad şudur: Onlar, tıpkı dünyada tanıştıkları gibi, kabirlerinden çıkarken tanışırlar. Ne var ki o tanışmayı sadece pek az etkileyen ölüm sebebiyle, daha önce tanışmamış gibi olurlar.

Ben de derim ki: Bu konuda sözün özü şudur: Kâfirin azabı, devamlı ve sırf zarar olup, hakîr kılınma ve zelil olma ile içiçedir. Zararı hissettirip tattırmak, lezzeti tattırmaktan daha kuvvetli ve müessirdir. Bunun delili şudur: Lezzetlerin en güçlüsü, cinsî münasebetten duyulan lezzettir. Fakat Allah korusun, kulunç ve diğer sancıların acısını duymak, cinsî münasebetin lezzetini duymaktan daha müessir ve etkilidir. Hem, dünya lezzetleri, adîliğine rağmen, katıksız ve saf olmayıp, aksine birçok üzüntü ve kederlerle içiçedir. karışıktır. Ve o lezzetler, çeşitli elem ve âfetler tarafından baskı altına alınmıştır. Öte yandan diğer bir husus da şudur: Dünya lezzetlen, dünyevî hayatın bazı noktalarında tahakkuk eder. Âhiretin elem ve kederleri ise, kesinlikle . son bulmayan ebedî ve sermedîdir. Dünyanın bütün ömrü, ebedi olan âhirete nisbetle, mevcut âlem gibi milyonlarca âleme nisbetle bir zerre, (bir atom) gibidir.

Bunu iyice kavradığında biz deriz ki: Kâfirin, dünyada aldığı lezzet, ahirette başına gelecek azablara kıyas edildiğinde, bu, bir zerrenin Matbu nüshada bu kelime ...... şeklindedir. Yazmalara başvurunca ....... olduğunu tesbit ettik. bütün âleme nisbeti gibi olur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, "Sanki onlar, gündüzün bir saatinden başka kalmamışlardır" ifadesi, bahsettiğimiz gibi şiddetli azaba nisbetle, o lezzetlerin azlığına ve önemsiz olduğuna bir işaret olmuş olur.

Kâfirlerin Ahirette Birbirlerini Tanımalarının Çıkardığı Müşkil

Cenâb-ı Hakk'ın, "Birbirlerini tanıyacaklardır" ifâdesine.gelince, bu hususta şu izahlar yapılmıştır:

a) Onlar birbirlerini, tıpkı dünyada tanıdıkları gibi tanırlar.

b) Onlar birbirlerini, işlemiş oldukları küfür ve hata sebebiyle tanırlar. Daha sonra bu tanışma işi, azabı görüp de birbirlerinden uzaklaştıklarında sona erer.

Buna göre şayet, "Bu ayet, Cenâb-ı Hakk'ın, "Hiçbir hısım, bir hısımı sormayacak" (Meâric, 10) ayetiyle nasıl birleştirilebilir?" denilirse, buna şu iki bakımdan cevap verilir:

a) Bu ayetten, onların, birbirlerini azarlayıp ve her bir grubun diğer gruba, "Sen beni, şu vakit saptırdın ve falanca kötü fiili bana güzel gösterdin" diyerek, aralarındaki tanışıp konuşmaları kastedilmiştir ki, bu birbirlerini takbih edip azarlama, birbirlerinden uzaklaşma ve birbirleriyle alâkalarını kesme tanışması olup; bir şefkat, merhamet ve sevgi tanışması değildir. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın, "Hiçbir hısım bir hışmı sormayacak" (Mearic. 10) buyruğundan kastedilen ise. birbirlerine karşı şefkat ve merhamet dileme tanışmasıdır.

b) Bu iki ayet, iki ayrı duruma hamledilmiştir. Onlar, öldükten sonra dirildiklerinde tanışırlar, sonra bu tanışma sona erer. İşte bundan dolayı da hiçbir dost hiçbir dostun hatırını soramaz.

Cenâb-ı Hakk'ın "Allah ile karşılaşmayı yalanlayanlar, muhakkak en büyük zarara uğramıştır" ayetine gelince, buradaki terkib hakkında şu iki izah yapılabilir:

a) İfâdenin takdiri şöyledir: "Allah onları hasrettiğinde, onlar birbirlerini tanıyıp "meğer Allah'a kavuşmayı yalanlayanlar ne büyük bir hüsrana uğramışlar!" diyecekler" şeklinde olmasıdır.

b) "Allah ile karşılaşmayı yalanlayanlar muhakkak en büyük zarara uğramıştır" buyruğunu, Allah'ın söylemiş olmasıdır. Böylece bu, Allah tarafından onların hüsrana uğramalarına dair bir şehâdette bulunmak olmuş olur ki manâ, "Kim ahiretini, dünya mukabilinde satarsa, ziyan etmiş olur. Zira o kimse daimî, kıymetli ve çok olanı vermiş, yok hükmünde, adî ve az olanı almıştır" şeklinde olur.

Kâfirin Ticaretinde İsabetsizliği

"Onlar doğru yolu tutmamışlardır... " buyruğuna gelince, bundan maksat şudur: "'Onlar, bu ticâretin menfaatlerini gözetip elde edemediler. Zira onlar zahire aldandılar da, hakikatten bîhaber oldular. Böylece de onlar, güzel bir cam gördüğünde, onu kıymetli bir mücevher zannederek, elinde bulunan herşeyini verip de onu satın alan ve onu erbabına sunduğunda, gösterdiği gayret ve çabanın neticesini alamayan, böylece emetleri boşa çıkarak, gönül yangını ve kalb azabına duçar olan kimse gibi olurlar. Cenâb-ı Hakk'ın "Onlara vaadettiğimizin bir kısmını sana göstersek de. yahud senin ruhunu alsak da. nihayet onların dönüşü ancak bizedir" ayetine gelince bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Nihayet onların dönüşü ancak bizedir.. " buyruğu sözünün cevabı olup, 'eğer sana göstersek" ifadesinin cevabı mahzufdur. Buna göre kelamın takdiri şöyle olur: "Onlara vaadettiğimizin bir kısmını eğer sana gösterirsek, işte o budur. Vaadettiğimiz şeyi sana göstermeden önce. senin ruhunu alırsak, şüphesiz ki sen onu. ahirette göreceksin.

Bil ki bu, Cenab-ı Hakk'ın, Resulüne, kâfirleri pek çok zillete düşürüp onları rezil ettiğini dünyada gösterdiğine; ölümünden sonra da ona, bu hususlara dair daha fazlasını göstereceğine delâlet eder. Hazret-i Peygamber hayatta iken de. ölümünden sonra da bu tür şeylere dair pekçok şeyin tahakkuk ettiğinde şüphe yoktur. Ama. Kıyamette başlarına gelecek şey ise, daha çoktur. Bu. haktan yana olanların akıbetlerinin güzel, günahkârların akibetlerinin de mezmûm ve kınanmış olduğuna dikkat çekmedir.

47

'Her ümmetin bir peygamberi vardır. Resulleri geldiği zaman aralarında adaletle hükmedilir, ve onlar asla haksızlığa uğratılmazlar"

Daha Önceki Kısımla Münasebet

Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kavmi ile olan münasebetini beyan edince, bundan sonra, bütün peygamberlerin kavimlenyle olan münasebetlerinin de böyle olduğunu beyân buyurmuştur. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu ayet, Cenâb-ı Allah'ın daha önce geçmiş ümmetlerin herbirine bir peygamber gönderdiğine ve hiçbir ümmeti asla ihmal etmediğine delâlet eder. Bu husus. "Hiçbir ümmet yoktur ki. onların içinde mutlaka bir uyarıcı bulunmamış olsun!.. "(Fatır 24) ayeti ile de teyid edilmektedir.

Nebi Gönderilmeyen Toplum Var mıdır?

İmdi şayet, "Allahü teâlâ'nın, peygamberlerin gönderilmesinde bir fetret devrinin bulunduğunu bildirmesine ve "ataları azâb ile korkutulmamış bir kavmi uyarasın diye... "(Yasin, 6) ayetine rağmen, bu nasıl doğru olur?" denilirse, biz deriz ki:

Bizim zikrettiğimiz delil, peygamberin, kavmi ile birlikte bulunmasını gerektirmez. Çünkü Peygamberimizin bize gönderilmiş olması, Kıyamete kadar gelecek insanlara resul olarak gönderilmesine mani olmadığı gibi. herhangi bir peygamberin önce yaşamış olması, daha sonra yaşayan insanlara resul olmasına mani değildir. Fetret meselesi ise, peygamberlerin davetinin zayıflığı ve o davete mani olan birtakım engellerin ve karışıklıkların ortaya çıkması manasına alınır.

İkinci Mesele

Ayette bir hazf bulunup, bunun takdiri, "Onlara, peygamberleri gelerek tebliğde bulunup, kavminden bazıları onu tekzib, bazıları da onu tasdik edince, aralarında hükm ü fasi edildi..." şeklindedir.

Üçüncü Mesele

Ayette kasdedilen, şu iki şeyden biridir: Ya, her ümmete bir peygamber gönderildiğinde, o risâleti tebliğ edip hüccetide ikâme edince, bu durumun her mazereti ortadankaldırdığının; dolayısıyla o ümmetin peygambere muhalefet edip onu yalanlama hususunda bir mazeretleri kalmamış olduğunun beyân edilmesidir ki, bu, âhirette onların başına gelecek olan azabın bir zulüm değil, katıksız adalet olduğuna; zira onların kendiliklerinden bu azaba duçar olduklarına delâlet eder. Yahut da bundan maksad şudur: Ümmetler âhirette toplandıkları zaman, Allahü teâlâ, hesap vaktinde o ümmetler ile peygamberlerini bir araya getirir. Böylece de, Allah, peygamberin kendi ümmetinden müşahede ettiğiyle onların aleyhlerine şehâdet etmesi ve o ümmetlerin, o peygamberlerin Rablerinin risâlet görevlerini tebliğ ettikleri hususunda da itirafları vaki olsun diye, itaatkâr ile asînin arasını ayırır. Böylece bu, Allah'ın bu dünyada, nehyi ve men etmeyi pekiştirme vesilelerinden biri olur. Bunlar, meselâ sorgulamak, uzuvların konuşturulması ve onların amellerini bildirerek kişinin aleyhine şahit tutulması, amel terazileri gibi şeylerdir.

Bu ikinci açıklamaya göre, bu izahın tetimmesi şudur: Allahü teâlâ, önceki ayette, kendisinin onlara şâhid olduğunu belirterek, şöyle demek istemiştir: "Ben, Kıyamet gününde hem onlara, hem de onların amellerine şehâdette bulunacağım. Bununla beraber ben, Kıyamette, amelleriyle kendileri aleyhine şâhidlik etsinler diye, her ümmeti peygamberleriyim beraber bulunduracağım." Bundan gaye ise, Cenâb-ı Hakk'ın ne kadar âdil olacağını güzel bir biçimde belirtmektir.

Bil ki, birinci görüşün delili, "Biz bir peygamber göndermedikçe, azâb edici değiliz" (isrâ 15); "Ta ki peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı ileri sürecekleri bir bahaneleri olmasın diye. peygamberleri müjdeciler ve azâb habercileri olarak gönderdik" (Nisa. 165) ve, "Eğer biz onları daha evvel azâb ile imha etmiş olsaydık muhakkak diyeceklerdi ki: "Rabbimiz. bize bir peygamber göndermeli değil miydin?" (Taha, 134) ayetleridir.

İkinci görüşün delilleri de "Böylece sizi vasat bir ümmet yapmışızdır, insanlara karşı şahidler olasınız diye... "(Bakara, 143) "Peygamber dedi ki: "Ya Rabbi. kavmim muhakkak ki şu Kur'ân'ı arkalarına attılar, ." (Furkan. 30) ve "Aralarında adaletle hükmedilir ve onlar asla haksızlığa uğratılmazlar"(Yunus. 47)ayetleridir. Bu ayetteki tekrar (tekrar lâ yuzlamun denilmesi), Cenâb-ı Hakk'ın, kendisinden zulmü nefyetme hususundaki te'kid ve te'yıdden ötürüdür.

48

Âyetin tefsiri için bak:49

49

"Eğer (iddianızda) doğru iseniz bu vaad ne zaman'r' derler. De ki: "Ben kendi kendime Allah'ın dilediğinden başka ne bir zarar, ne de bir fayda sağlamaya muktedir değilim"Her ümmetin bir eceli (vâdesi) vardır. Ecelleri geldiği zaman artık ne bir saat erteleyebilir ne de bir saat öne alabilirler".

Bil ki, nübüvveti inkâr edenlerin beşinci şüpheleridir. Zira, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onları her ne zaman bir azabın ineceği ile tehdit edip, aradan bu azabın gelmemiş olduğu belli bir müddet geçince onlar: "Eğer (iddianızda)doğru iseniz bu vaad ne zaman?" demişler ve bu azabın gelmemesiyle, Hazret-i Muhammed'in nübüvvetini tenkit hususunda istidlalde bulunmuşlardır. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Her Ümmetin Bir Vâdesi Vardır

Cenâb-ı Hakk'ın, bu derler..." ifâdesi, Cenâb-ı Hakk'ın, daha önce geçen "aralarında adaletle hükmedilir" ifâdesinden maksadın. bu dünyada verilen hüküm olduğuna dair. bir delil gibidir. Çünkü onların, âhirette oldukları halde, "bu vaad ne zaman 9" demeleri uygun olmaz. Çünkü, âhiretteki durum yakîn ile her vaad ve va'idin tahakkuk ettiğinin bilindiği bir durumdur. Aksi halde onların bunu ya Hazret-i Peygamberin, düşmanlara azâb, dostlara da ilâhi yardımın ineceği hususunda vermiş olduğu habere dair Peygamberi yalanlamak için söyledikleri; yahut da Hazret-i Peygamberin verdiği o haberlerde hakkı söylediğini imkânsız görmek için söylemiş oldukları ortaya çıkar. Bu ifâde, her ümmetin, kendisine gönderilmiş olan Peygambere bu şekilde söz söylemiş olduklarına delâlet eder. Bunun delili "Eğer (iddianızda) doğru iseniz... " sözüdür. Zira bu ifâde çoğul olup. Cenâb-ı Hakk'ın, "Her ümmetin bir peygamberi vardır" (Yûnus. 47) ayetine uygun düşmektedir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygambere, şüphe maddelerinin kökünü kesecek bir cevap ile, bu şüpheye cevap vermesini emrederek: "De ki: "Ben kendi kendime Allah'ın dilediğinden başka ne bir zarar. ne de bir fayda sağlamaya muktedir değilim" buyurmuştur. Bu, "Düşmanlarına azâb indirmeye, dostlarına da yardım etmeye. Allah'tan başka kimsenin gücü yetmez. Allahü teâlâ, bu vaad ve vaîde, belirli bir vakit tayin etmediği için. vaad ve vaîd olunan şeyler böyle vakitte meydana gelmediğinde, bu Cenâb-ı Hakk'ın ondan hulfettiğine, vazgeçtiğine delâlet etmez! Böylece, vaktin tayini. Allah'ın fiil hükümlerini, kulların maslahatlarını gözetme şartına bağlamayanlara göre. Allah'ın meşîetine ve ulûhiyyetine; Allah'ın fiil ve hükümlerini, kulların maslahatlarını gözetme şartına bağlayanlara göre de. takdir edilen o maslahat sebebiyle, Allahü teâlâ'ya havale edilmiş olur. Allah'ın, o hadisenin meydana gelmesi için tayin etmiş olduğu o vakit gelip çatınca da. o hadise mutlaka, o vakitte cereyan eder ve onun, öne geçmesi veya az sonra meydana gelmesi imkânsız olur.." demektir.

İkinci Mesele

Mu'tezile, Cenâb-ı Hakk'ın, "Deki: "Ben kendi kendime Allah'ın dilediğinden başka ne bir zarar, ne de bir fayda sağlamaya muktedir değilim..." ayetiyle istidlal ederek, "Bu istisna, kulun, tâat ve isyanı hariç, kendisi için herhangi bir zarar ve menfaate mâlik olamadığına ve bu istisnanın, kulun bu iki şey hususunda kendi başına ve bağımsız olduğuna delâlet eder" demişlerdir.

Buna şöyle cevap verilir. Ehl-i sünnet âlimleri: "Bu istisna, istisnâ-yi munkatı olup, kelamın takdiri"Fakat, Allah'ın, buna dair dilemiş olduğu her şey muhakkak olacaktır" şeklindedir" demişlerdir.

Üçüncü Mesele

İbn Şîrîn, bu ifâdeyi fâ harfiyle, (......) şeklinde okumuştur.

Dördüncü Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, "ecelleri geldiği zaman, artık ne bir saat erteleyebilir, ne de bir saat öne alabilirler" ifâdesi, hiç kimsenin, eceli sona ermeden ölmeyeceğine delâlet eder. Maktul de, aynı tarz üzere öldürülmüştür. Bu mesele, uzunca bir mesele olup, biz bunu bu eserimizin pekçok yerinde ele alıp açıkladık.

Beşinci Mesele

Hak teâlâ burada, "ecelleri geldiği zaman. artık ne bir saat erteleyebilir, ne de bir saat öne alabilirler" buyurmuştur. O halde, ifâdesi şart, ise, ceza (yani cevap) cümlesidir. Fâ, ceza harfi olup, bu ayette olduğu gibi, ceza cümlesinin başına getirilmesi gerekli olan bir harftir. Binâenaleyh bu ayet, cezanın, şart ile birlikte tahakkuk ettiğine, ondan geri kalmadığına, fâ harfinin terahîye (gecikme ve sonralığa) delâlet etmediğine; başına geldiği cümlenin bir ceza cümlesi olduğuna delâlet etmiştir.

Bunun böyle olduğu sabit olunca biz diyoruz ki: Bir kimse, yabancı bir kadına, "seninle evlenirsem, sen boşsun" dediğinde, Şafiî (r.h)'ye göre bu ta'lîk etme (şarta bağlama) geçerli olmadığı halde, Ebu Hanife'ye (r.h) göre geçerlidir. Bunun doğru olmadığının delili, bu ayetin, ceza cümlesinin ancak şart cümlesi tahakkuk ettiğinde, ceza cümlesinin tahakkuk edeceğine delâlet etmiş olmasıdır. Binâenaleyh, bu ta'lîk sahih olmuş olsaydı, cezanın, şartın tahakkuk etmesiyle tahakkuk etmesinin gerekliliği sabit olduğu için, talâkın nikâhta birlikte (aynı anda) tahakkuk etmesi gerekirdi ki, bu iki zıddı cem etmeyi gerektirir. Lâzım batıl olunca (iki zıddın cem'i caiz olmayınca), bu talikin de sahih olmaması gerekir.

50

Âyetin tefsiri için bak:52

51

Âyetin tefsiri için bak:52

52

"De ki; "O'nun azabı geceleyin, yahut gündüzün size gelip çatarsa (ne yapacaksınız), söyleyin bana? Günahkârların, onu hemen istemelerinin sebebi nedir? Bu (azab) vaki olduktan sonra mı ona iman edeceksiniz? (O vakit size:) "Şimdi mi, halbuki siz onun mutlaka gelmesini isteyip duruyordunuz, " Sonra, o zulmedenlere. "Ebedî azabı tadın" denilecek. (Vaktiyle) ne kazanıyor idiyseniz ondan başkasıyla mı cezalandırılacaksınız?" denilecek"

Bil ki bu, onların, "Eğer (iddianızda doğru iseniz, bu vaad ne zaman?" derler" (Yunus, 48) şeklindeki sözlerine verilen ikinci cevaptır. Bu ifâdeyle ilgili olarak birkaç mesele vardır:

Münkirlerin Israrla Azap İstemelerinin Manasızlığı

Bu cevabın neticesi, böyle bir azabın inmesini isteyen o kâfirlere, şu şekilde denilmesidir: "Bu gayenin tahakkuk edip ilâhî azabın gelmesi halinde, sizin için bunda ne gibi fayda olacaktır? Şayet siz, "Geldiği zaman iman ederiz" diyecekseniz, bu batıl ve geçersizdir; zira, o vakitte edilen iman, mecbûriyyet ve zorakilik karşısında yapılmış olan bir iman olmuş olur ki, bu asla bir fayda sağlamaz. Binâenaleyh sizin talep ettiğiniz bu azabın gerçekleşmesi halinde, bu hususta sadece, dünyada bir azab meydana gelmiş olduğu, bunun peşinden de Kıyamette, bundan daha şiddetli bir azabın meydana geleceği sabit olmuş olur ki, bu şiddetli azab da, zulmedenlere, "Ebedi azabı tadın" denilmiş olmasıdır. Daha sonra bu azâb ile beraber, onların hor ve hakîr kılındıklarına delâlet eden bir cümle zikredilmiştir ki, bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "(Vaktiyle) ne kazanıyor idiyseniz ondan başkasıyla mı cezalandırılacaktınız?" demiş olmasıdır. O halde bu cevâbın neticesi, "Sizin, peşine düşüp talep ettiğiniz bu şey, menfaatten uzak, katıksız bir zarardır. Aklı olan bunu yapmaz.." demektir.

İkinci Mesele

Beyâten kelimesi, "geceleyin" anlamındadır. Arapça'da, "Şöyle yaparak geceledim.." denilir. Bunun sebebi şudur: İnsan, geceleyin bariz olarak evinde olur; bundan dolayı da bu lâfız (beyât) geceden kinaye kılınmış olur. Beyât kelimesi, tıpkı tebyît kelimesi gibi bir masdar olup veda (veda etmek, ayrılmak); serâh (salıvermek) kelimeleri gibidir. Yine Arapça'da gündüzün yapılan iş hakkında da, "Şunu yaparak gündüzü geçirdim" denilir. Çünkü insan gündüzün gölgede bulunur. Cenâb-ı Hakk'ın beyâten kelimesi, zarf olduğu için, mansûb kılınmıştır. Bu, "Gece vakti" anlamındadır. Mâzâ kelimesiyle ilgili olarak da şu iki izah yapılabilir:

a) Mâzâ tek bir isim kabul edilerek, mansub mahallinde olması.. Bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Allah bu meselle neyi kasdetti?" (Bakara. 26) ayeti gibidir.

b) Zâ'nın ellezî manasına alınması. Bu durumda, mâzâ kelimesi iki kelimeden meydana gelmiş olup mâ, mübtedâ merfû; zâ ise, bunun haberidir. Buna göre ifâdenin manası, "O mücrimlerin kendileri hakkında acele ettiği şey nedir?" şeklinde olur ki bu da, "Mücrimlerin acele ettiği azâb nedir? Hangi şeydir?" anlamındadır.

Bil ki Cenâb-ı Hakk'ınr "Ya O'nun azabı geceleyin, yahut gündüzün size gelip çatarsa..." ifâdesi şart, bunun cezası ise, "Günahkârların, onu hemen istemelerinin sebebi nedir? ' cümlesidir. Bu, senin tıpkı, "Sana gelirsem, bana ne yedireceksin?" demen gibidir. Yani, "Eğer bu azâb tahakkuk ederse, sizin bu hususta acele etmenizin maksadı nedir?" demektir.

Cenâb-ı Hak. "Bu (azâb) vaki olduktan sonra mı Ona iman edeceksiniz?" buyurmuştur. Bil ki, istifham harfinin sümme'nin başına gelmesi, onun tıpkı (Araf, 98) ve (A'râf. 97) ifâdelerindeki vâv ile fâ'nın başına gelmesi gibidir ki, bu, azarlama ve kınama manasını ifade eder. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu imanın onlardan tahakkuk etmediğini, aksine onların ayıplanıp tenkit edildiğini haber vermiştir. Böylece o müşriklere, "Şu anda mı iman ediyorsunuz ve daha önce alay ve istihza yoluyla onu acele istediğiniz halde, bu imanınızdan faydalanmayı mı ümit ediyorsunuz?" denilmektedir. Lâm'dan sonra gelen hemzenin hazfedilmesi, onun harekesinin de lâm'a verilmesi suretiyle (......) şeklinde okunmuştur.

Daha sonra "Sonra zulmedenlere, "Ebedî azabı tadın" denilecek." buyurulmuştur ki bu, yi den önce bulunan mukadder bir fiile atıf olup, kelamın takdiri, "onlara, onu daha önce acele istediğiniz halde şu anda mı iman ediyorsunuz?" denildi" daha sonra da, zulmedenlere "ebedî azabı tadın" denildi" şeklindedir.

Cenâb-ı Hakk'ın, "(Vaktiyle) ne kazanıyor idiyseniz, ondan başkasıyla mı cezalandırılacaksınız!" ayetine gelince, bu hususta şu üç mesele bulunmaktadır:

Birinci Mesele

Allahü teâlâ her ne zaman ikâb ve azâbtan bahsetmişse, bu illeti zikretmiştir. Buna göre bir kimse sanki, "Ey azîz olan Rabbim, sen her şeyden ganîsin, o halde senin rahmetine, bu şiddet ve vaîd, tehdit nasıl yakışır?" diyerek bir soru sormuş da, Allahü teâlâ da, "Ben ona, doğrudan doğruya, sebepsiz yere bu muamelede bulunmadım. Aksine bu, onun bâtıl ameli sebebiyle ona ulaşan bir cezadır" diye cevap vermiş olur ki bu da, rahmet tarafının üstün ve gâlib olduğuna; azâb tarafının damercûh ve mağlûb olduğuna delâlet.

Uhrevî Mükâfaatın Amelle İlgisi

Ayetin zahiri, cezanın, bir amelden dolayı olması gerektiğine delâlet eder. Felsefecilere göre ise ceza. amelin neticesidir. Çünkü salih amel, illetin malûlünü, neticesini gerektirdiği gibi kalbin nurlanmasını ve aydınlatılmasını gerektirir. Mutezileye göre sâlih amel, mükâfaatının, Allah'a ait olmasını gerektirir. Ehl-i sünnete göreyse mükâfaat, Allah'ın sırf vaadinden dolayı gereklidir,

Üçüncü Mesele

Ayet-i kerime, kulun, Cebriyye'nin görüşünün aksine olarak, kesb sahibi olduğuna delâlet eder. Bize göre kulun kesb sahibi olmasının manası şudur: Kudret, halis sebep ile birlikte fiili gerektirir (fiilin meydana gelmesine yol açar).

Kâfirlerin Yersiz Sualleri

53

Âyetin tefsiri için bak:54

54

"O azab bir gerçek mi" diye senden haber vermeni isterler. De ki: "Evet. Rabbime andederim ki o elbet ve elbet bir hakikattir ve siz, (kaçıp da) Allah'ın iradesinden kurtulamazsınız. Zulmeden herkes, eğer yerde bulunan bütün imkânlara mâlik olsaydı, (azabtan kurtulmak için) onu mutlaka fidye verirdi. Onlar azabı görünce pişmanlık izhâr ederler. Aralarında, adaletle hükmolunacak ve asla zulme maruz kalmayacaklardır".

Bil ki Allahü teâlâ, kâfirlerin "Eğer doğru söylüyorsanız, bu vaad ne zaman (söyleyin)" (Yûnus. 48)dediklerini ayetle haber vermiş ve buna, daha sonraki ayetlerle cevap vermiştir. Bu ayetlerden sonra da, onların aynı konuda Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yeniden müracaat edip, bu soruyu ikinci defa sorarak, "O (azab) bir gerçek mi?" dediklerini nakletmiştir.

Bil ki böyle bir soru, şu bakımlardan sırf bir cehaleti göstermektedir:

1) Bu soru, cevabı ile birlikte daha önce geçmişti. Dolayısıyla bunu tekrar sormanın bir faydası yok.

2) Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Allah tarafından bir peygamber olduğunun aklî delilleri de daha önce geçmişti. O delillerden birisi, Kur'ân'ın mucize olduğunun ortaya konulmasıdır. Onun nübüvveti doğru olunca, ileride olacağını söylediği herşeyin de doğru olduğuna kesinkes hükmetmek gerekir. İşte bütün bunlar, o kâfirlerden yüz çevirmeyi ve onların sorularına değer vermemeyi gerektirir.

Alimler, ayetteki hüve (o) zamirinin neyi gösterdiği hususunda ihtilaf etmişler ve bu cümleden olarak şu manaları vermişlerdir:

a) "O, -yani, senin getirdiğin Kur'ân, nübüvvet ve şer'î hükümler hak mıdır?"

b) "Bize vaadettiğin ba's (ölümden sonra diriliş) ve Kıyamet hak mıdır?"

c) "Bu dünyada başımıza geleceğini söylediğin azab, hak mıdır?"

Yemin Üslûbunun Faydası

Cenâb-ı Allah daha sonra peygamberine, müşriklere cevaben "Evet, Rabbime andederirn ki o elbet ve elbet bir hakikattir" demesini emretmiştir. Bunun hikmeti şunlardır:

a) Peygamberin onlara alışkın oldukları üslupla hitap ederek kendi tarafına meylettirmeye çalışması. Birşeyi haber verip de, onun doğruluğunu yeminde te'kid etmenin, o şeyi şaka faslından çıkarıp, ciddiyete naklettiği, aşikâr bir husustur.

b) İnsanlar kısım kısımdır: Bazıları bir şeyi, hakiki ve aklî delillerle kabul ederken; bazıları da hakikî ve aklî delillerden istifade edemeyip, ancak iknâî şeylerden, mesela, bu ayetteki yemin gibi şeylerden istifâde eder. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelip de, peygamberliğini ve nübüvvetini soran bir bedevî Arap, bu iddianın doğrulanması hususunda, yemin ile yetinmişti. İşte bu ayette de böyledir.

Daha sonra Allahü teâlâ bu hususu, ifâdesi ile te'kid etmiştir. Burada, mahzûf bir kısım vardır ve takdiri, "Sizler, başınıza azâb indirme va'îdinde bulunan Allah'ı, acze düşüremezsiniz" şeklindedir. Bundan maksad da, hiç kimsenin Rab Teâlâ'ya karşı koyamayacağı ve O'nu, dileyip hükmettiği şeyden geri çeviremeyeceğine dikkat çekmektir.

Kâfirlerin Ahiretteki Durumları

Allahü teâlâ daha sonra, böylesi sözlerin, onlar dünyada oldukları sürece, onlar için caiz olmayacağını, ama Kıyamete varıp, Allah'ın kahrı ile azametinin neticelerini gördüklerinde, böyle söylemeyi bırakıp, başka şeylerle meşgul olacaklarını beyan buyurmuştur.-Allahü teâlâ, onların şu üç halini haber vermiştir:

a) "Eğer yerde bulunan bütün imkânlara mâlik olsaydı zulmeden kimse, azabtan kurtulmak için onu mutlaka fidye verirdi'. Fakat bu imkânsızdır. Çünkü artık o, Kıyamet meydanındadır ve hiçbirşeye mâlik değildir. Nitekim Hak teâlâ, "Onların her biri Kıyamet günü O'nun huzuruna tek başına çıkacaktır" (Meryem, 95) buyurmuştur. Bu kimsenin, yeryüzünün bütün hazinelerine sahib olduğu farzedilse bile, bütün bunları fidye olarak vermesi ona fayda vermez. Çünkü Allahü teâlâ, "Öyle bir günden korkun ki (o gün) hiç kimseden fidye alınmaz, onlara yardım da edilmez..."(Bakara, 48) buyurur. Yine Hak teâlâ, o günü anlatırken; "(O günde) ne bir alış veriş, ne bir dostluk, ne de bir şefaat vardır"(Bakara, 254) buyurmuştur.

b) "Onlar azabı görünce, pişmanlık izhâr ederler." Bil ki ayetteki, "Pişmanlık izhâr ettiler" ifâdesi, mâzî sîğasındadır. Halbuki Kıyamet, gelecek zamanda olacak şeylerdendir. Fakat Kıyametin meydana gelmesi çok kesin olduğu için, Cenâb-ı Allah, gelecekte olacak bu işi, sanki mâzîde olup bitmiş gibi kabul etmiştir.Bil ki ...... fiili, hem "gizlemek", hem de "izhâr etmek, göstermek" manasına gelen, ezdâd kelimelerdendir. Bu kelimenin "gizlemek" manasına gelmesi açıktır. Ama, "göstermek" manasına gelişi, Araplar'ın, bir kimse birşeyi önce gizleyip, sonra ortaya koyduğunda, "O şeyi gizledi ve açığa çıkardı" şeklinde söyledikleri deyimden alınmıştır.

Kâfirin Duyacağı Pişmanlığın Mahiyeti

Bunu iyici kavradığında biz diyoruz ki: Bazı âlimler şöyle demişlerdir: "Bundan murad, pişmanlıklarını ortaya koymaları değil, gizlemeleridir. Bu gizleyişin sebepleri şunlardır:

1) Onlar, bu şiddetli azabı görünce, şaşkına döndüler ve o esnada pişmanlıklarını gizlemenin dışında ağlayıp feryad etmediler. Bu tıpkı, asılmaya götürülen kimsenin, hiçbir kelime konuşamayıp, şaşması ve hayrete düşmesi gibidir.

2) Onlar, seleflerinden ve kendilerine uyanlardan utanıp, onların azarlamalarından çekindikleri için pişmanlıklarını gizlediler.

İmdi eğer "Kıyamet gününün dehşeti, insanın böyle şeyleri düşünmesine manidir. Öyleyse onlar bunu nasıl yapabilirler?" denirse, biz deriz ki: "Bu gizleme işi, cehennemde yanmadan önce olur. Fakat onlar ateşe girip yandıklarında, artık pişmanlıklarını gizlemeyi bırakıp, izhâr ederler. Bunun delili, "Onlar, "Ey Rabbimiz, bedbahtlığımız (şekâvetimiz) bize gâlib geldi.." dediler" (Mü'minûn, 106) ayetidir.

3) Onlar, bu pişmanlık hususunda Allah'a karşı hâlis oldukları için, bunu (diğer insanlardan) gizlediler. Nitekim ihlasla duâ eden kimse de, duasını gizli yapar. Bu manaya göre ayette, onlarla ve onların bu ihlâslarıyla alay etme vardır. Çünkü onlar o ihlâsı, zamanında yapmadılar. Dolayısıyla da şimdi o kendilerine fayda vermedi. Halbuki onların görevi, bu samimiyyeti, mükellef oldukları zaman dünyada göstermeleri idi.

Ayetteki eserrû fiilini, "izhâr etme, gösterme" manasına alanların görüşü açıktır. Buna göre o kâfirler, reisliklerini (Koltuklarını) korumak için, dünyada iken kâfirlikleri ve fâsıklıklarına karşı duydukları pişmanlığı gizlemişlerdi. Ama Kıyamette, bu gayeleri ortadan kalkmıştır ve dolayısıyla da pişmanlıklarını ortaya koymuşlardır.

c) "Aralarında adaletle hükmolunacak da asla zulme maruz kalmayacaklardır." Denildi ki, "mü'minlerle kâfirler arasında hükmolunacaktır." Yine denildi ki: "Reis olanlarla, onlara tabî olanlar arasında hükmolunacaktır." Bunun, "Başlarına ceza indirmek suretiyle, kâfirlerin arasında hükmolunur" manasında olduğu da söylenmiştir.

Bil ki kâfirler, her nekadar azabta müşterek iseler de mutlaka aralarında Allahü teâlâ'nın hükmetmesi gerekir. Çünkü dünyada iken zalimlerin, birbirine de zulmedip hainlik etmeleri imkânsız değildir. Binâenaleyh bu hükmetmede, bazılarının azabının hafifletilmesi, bazılarının da ağırlaştırılması söz konusu olmuş olur. Fakat adalet, mazlumun âhını zâlimden almayı gerektirir. Bunun da yolu, mazlumun azabının hafifletilip, zalimin azabının ağırlaştırılmasıdır.

55

Âyetin tefsiri için bak:56

56

"Haberiniz olsun ki göklerde ve yerde ne varsa hepsi şüphesiz Allah'ındır. Haberiniz olsun ki Allah'ın vaadi şüphesiz haktır. Fakat onların çoğu bunu bilmez. O, hem diriltir, hem öldürür. Hepiniz ancak O'na döndürüleceksiniz ".

Daha Önceki Kısımla Münasebet

Bil ki bazı âlimler, bu ayetin kendinden öncekiler ile münasebeti hususunda şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, önceki ayette, "Zulmeden herkes, eğer yerde bulunan bütün imkânlara mâlik olsaydı, azabtan kurtulmak için onu mutlaka fidye verirdi" buyurmuştur. Bu ayette de, zâlimin (Kıyamette) fidye olarak vereceği hiçbir şeyi olmadığını belirtmiştir. Çünkü herşey Allah'ın mülkü ve milkidir."

Bil ki bu, güzel bir ilgidir. Fakat daha güzeli, şöyle bir ilginin bulunmasıdır: İnsanların kısım kısım olduğunu söylemiştik. Bazı insanların, iknâî delillerden istifâdeleri, aklî delillerden istifâdelerinden daha çoktur. Muhakkik âlimler, iknâî delillere iltifat etmezler. Onların dayanakları, açık ve kesin deliller ve burhanlardır. Binâenaleyh Allahü teâlâ, kâfirlerin, "O (azab) bir gerçek mi?" dediklerini nakledince, Peygamberine, "Evet, Rabbime andederim ki..." demesini emretmiştir ki, bu da iknâî delillerdendir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, bu ayetinin peşine, onun doğruluğuna kesin olarak delâlet eden akli delili getirmiştir.

İknâî Delilden Sonra Aklî Delil

Bu delilin izahı da şöyledir: Nübüvvetin ve ahiretin doğruluğuna dâir hüküm, kadir ve hakîm bir ilâhın varlığına ve O'nun dışındaki herşeyin O'nun mülkü ve rnilki olmasına dayanır. Hak teâlâ işte bu hususu, "Haberiniz olsun ki göklerde ve yerde ne varsa hepsi şüphesiz Allah'ındır" ayetiyle beyan etmiş, bu hükmün doğruluğuna dâir başka delil getirmemiştir. Zira Allahü teâlâ, bu delillerin izahını, bu sûrede geçen şu ayetlerde tafsilatlı olarak yapmıştır: "Gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, göklerde ve yerde Allah'ın yarattığı şeylerde (...) elbet nice ayetler vardır" (Yûnus, 6), "Güneşi ziyah, ayı nurlu yapan ve ona menziller ta'yin eden O'dur" (Yûnus. 5). Bu kesin deliller daha önce geçmiş olduğu için. Cenâb-ı Hak tefsir ettiğimiz ayette bu kadarla yetinmiş ve âlemdeki bitki, canlı, beden, rûh, karanlık ve aydınlığın kendi mülkü ve milki olduğunu belirtmiştir. Durum böyle olduğu zaman O, bütün mümkinâta kadirdir, bütün malûmatı bilir, her türlü ihtiyaçtan müstağnidir, yine her türlü noksanlık ve eksiklikten berîdir. Şu halde O, bütün mümkinâta kadir olduğu için, dünya ve âhirette düşmanlarının başına azab indirmeye, dostlarına rahmeti ulaştırmaya, Resulünü katî deliller ve açık mucizelerle desteklemeye ve Resulünün durumunu yüceltip, dinini ortaya koymaya, şeriatını kuvvetlendirmeye de kadir olur. O, bütün bunlara kadir olunca, risaletle istihza ve taaccüb etmek batıl olur. O, noksanlıklardan ve kusurlardan berî olunca, verdiği sözden caymaktan ve yalan söylemekten münezzeh olur. O'nun vaadettiği şey mutlaka meydana gelir. Bu son hüküm, biz 'Allahü teâlâ, kullarının maslahatlarını gözetmez" dediğimiz zaman söz konusu olur. Ama, "Allahü teâlâ kullarının maslahatlarını gözetir" dediğimiz zaman, şöyle söyleriz: "Yalan, akıllı kimselerden, ancak ya âciz olmasından, ya cehaletinden, yahut da ihtiyacından ötürü sâdır olur. Hak Sübhânehû ve Teâlâ, bütün bunlardan münezzeh olunca. O'nun yalan söylemesi imkânsız olur. Binâenaleyh O, kâfirlerin başına bir azabın ineceğini, hasrın ve neşrin (dirilmenin) gerçekleşeceğini haber vermişse, o şeylerin olacağına kesinkes inanmak gerekir. Yaptığımız bu açıklama ile, "Haberiniz olsun ki göklerde ve yerde ne varsa hepsi şüphesiz Allah'ındır" ayetinin, "Haberiniz olsun ki Allah'ın va'di şüphesiz haktır" buyruğunun doğruluğuna kesinkes inanmayı gerektiren bir mukaddime olduğu sabit olmuş olur.

Cenâb-ı Hak daha sonra "Fakat onların çoğu (bunu) bilmez" buyurmuştur. Bu, "Onlar, delillerden habersiz olarak, işlerin dış görünüşlerine aldanmışlar ve bu sebeble de bu bilgilerden mahrum kalmışlardır" demektir.

Daha sonra, Hak teâlâ, bu delilleri te'kid ederek, "O, hem diriltir, hem öldürür. Hepiniz ancak O'na döndürüleceksiniz" buyurur. Bu, şu manayadır: "Cenâb-ı Hak birinci defada yaratıp hayat vermeye kadir olduğuna göre, onları öldürdüğünde de, ikinci kez diriltmeye de kadir olmalıdır." Böylece bu anlattıklarımızla, Allahü teâlâ'nın, Peygamberine: "Evet. Rabbime andolsun ki." (Yûnus. 53) demesini emrettiği, daha sonra buna o kesin delilleri eklediği anlaşılmış olur.

Bil ki ayetteki, "Haberiniz olsun ki göklerde ve yerde ne varsa hepsi şüphesiz Allah'ındır" ifâdesinde bir başka incelik daha vardır. Odaayet-i kerimenin başındaki elâ "Haberiniz olsun ki" kelimesidir. Çünkü bu kelime ancak gafillerin dikkatini çekmek ve uyuyanları (gaflet) uykusundan uyandırmak için kullanılır. Âlemdeki insanlar, zahirî sebeblerle uğraşırlar ve "şu bahçe padişahın, şu ev vezirin, şu köle Zeyd'in, şu cariye de Amr'ın" derler ve her şeyi bir kimseye mal ederler. İnsanlar, cehalet ve gaflet uykusuna iyice daldıkları için, bu izafe edişlerin doğru olduğunu zannederler. İşte bu sebeble, Hak teâlâ, o uyku ve gaflet içinde olanlara "Haberiniz olsun ki göklerde ve yerde ne varsa hepsi şüphesiz Allah'ındır" buyruğu ile seslenmiştir. Bu böyledir, çünkü Hak olan bir ve tek'in dışında kalan varlıkların, zatları gereği "mümkin" oldukları ve mümkin varlıkların, ya doğrudan, yahut da dolayısıyla zâtı gereği vâcib (vâcibu'l-vücûd) olana varıp dayandıkları sabit olunca, O'nun dışındaki herşeyin O'nun mülkü ve milki oldukları sabit olmuş olur. Durum böyle olunca O'nun dışındaki varlıkların, gerçekte bir mülkü olmadığı ortaya çıkar. Mahlükatın (insanların) çoğu, bu incelikleri bilmekten gafil ve habersiz olduğu için, onlardan bir kısmı olsun, cehalet ve dalâlet uykusundan belki uyanır diye, Resulüne (sallallahü aleyhi ve sellem) böyle seslenmesini emretmiştir.

57

Âyetin tefsiri için bak:58

58

"Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerde olan dertlere bir şifâ, müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir. De ki: "Ancak Allah'ın fazlı ile rahmetiyle işte yalnız bunlarla sevinsinler. Bu, onların toplayıp durduklarından hayırlıdır".

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Nübüvveti ispat Yolu

Peygamberlerin, peygamberliklerini isbâtın yolu şu iki şeydir:

Birincisi, şöyle dememizdir: "Şu şahıs peygamberlik iddiasında bulundu ve onun elinde bir mucize zuhur etti.

Böyle olan herkes, Allah katından gönderilmiş, hak ve doğru bir peygamber olur!' İşte bu yolu Allahü teâlâ, bu sûrede, "Bu Kur'ân Allah'ındır. Başkasının uydurması değildir. O kitap, ancak kendinden evvelki kitapları tasdik eder ve o kitabı tafsîi eder. Onda şüphe edilecek hiçbirşey yoktur. O, âlemlerin Rabbindendir. Yoksa "Onu (peygamber) kendiliğinden uydurdu?" mu diyorlar. De ki: "Öyleyse, eğer doğru söylüyorsanız, siz de onun benzeri bir sûre getirin. Allah'dan başka, çağırabileceğiniz kim varsa onları da yardıma çağırın" (Yûnus, 37-38) ayetlerinde en güzel bir şekilde izah etmiştir. Biz, o ayetlerin tefsîrinde, dinî kuvvetlendirecek, yakını imanı doğuracak, her türlü şekk ile şüpheyi giderecek ve bütün cehaletlerle sapıklıkları temizleyecek izahlar yaptık.

İkincisi: Biz aklımızla, gerçek itikâdın ve sâlih amelin ne olduğunu bilebiliriz. Binâenaleyh gelip de, halkı hak inanca ve sâlih amele davet eden, insanları bunlara sevkeden ve kendisinde insanları küfürden imana, batıi itikaddan hak itikada; dünyaya bağlayan işlerden, ahirete bağlayan amellere nakletme kuvveti olan kimse, hak, sâdık ve musaddak bir peygamberdir. Bunu şöyle izah edebiliriz: İnsanlara çeşitli noksanlıklar, cehaletler ve dünya sevgisi hâkimdir. İnsanın mutluluğunun, ancak gerçek inanç ve salih amel ile elde edileceğini aklımızla bilir anlarız. Bunun neticesi şuna varır: Dünyaya karşı nefretini ve âhirete karşı rağbetini artıran'herşey amel-i Salih'tir. Bunun zıddı olan herşey ise, boş ve günah olan ameldir. Durum böyle olduğu için insanlar, güçlü, ruhu aydınlık, karakteri yüce, kâmil bir insana muhtaçtırlar ve o kâmil insan, noksan ve kusurlu olanları, noksanlık makamından kemâl (olgunluk) makamına götürebilecek güçte olur ki, işte peygamber O'dur.

Velhasıl insanlar üç kısımdır:

a) Nakıs (kusurlu) olanlar.

b) Nakıs insanları kemâle erdirmeye kadir olamayan kâmil kimseler, ve

c) Nakıs kimseleri kemâle erdirmeye kadir olan kâmiller.

Birinci kısım, insanların çoğunluğudur. İkinci kısım, velilerdir. Üçüncü kısım da, peygamberlerdir.

Nakıs kimseleri, noksanlıktan kemâl derecesine götürmeye kadir olmanın derece ve mertebeleri de farklı olduğu için, peygamberlerin dereceleri de, nübüvvetlerinin kuvvetine göre farklı farklıdır. İşte bu incelikten ötürü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ümmetimin âlimleri, Isrâiloğullarınm peygamberleri gibidir Keşfu'l-Hafa, (2/64). buyurmuştur.

Bu mukaddimeyi iyice anladığında biz deriz ki: Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetinin doğruluğunu, mucize yoluyla beyân edince, bu ayette de onun peygamberliğini ikinci yolla beyân etmiştir. Bu yol, nübüvvetin doğruluğunu ortaya koyup, mâhiyetini belirleyen yoldur. O halde mucize ile istidlal, mantıkçıların burhân-ı innî adını verdikleri şeydir. Bu yol ise, mantıkçıların "burhân-ı limmî" adını verdikleri yoldur ki, bu daha kıymetli, daha yüce, daha mükemmel ve daha üstün olandır.

Kur'ân'ın Bazı Vasıfları

Bil ki Allahü teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'i bu ayette şu dört vasıfla nitelemiştir:

a) O, 'Allah katından bir "mev'iza" (öğüt)tür,

b) O, kalblerdeki hastalıklara bir "şifâ"dır.

c) "Hidayet"tir.

d) Mü'minlere "rahmet"tir.

Hazret-i Peygamber Tabib, Kur'ân Reçete Durumundadır

Bu sıfatların mutlaka belli birtakım incelikleri vardır: Binâenaleyh biz deriz ki: Ruhlar, bedenlerle alâka kurunca, bu alâka, ruhun bedene karşı duyduğu tabiî bir aşk sebebiyle olur. Sonra rûh cevheri, bedenler âleminin arzu duyduğu ve güzel gördüğü şeylerden, beş duyu vasıtasıyla istifâde eder. Rûh bunlara alışır, ülfet eder ve bunları alışkanlık haline getirir. Hissi alakalar ve bedenî hadiseler de, kendi vasıtasıyla kuvvet bulduğu için akıl nurunun en son derecede tahakkuk edeceği malumdur. Binâenaleyh bu gark (ruhun bedenî hazlara dalması), rûh cevherinde bâttl inançların ve kötü huyların tahakkukuna sebeb olur. İşte bütün bu haller, rûh cevherinin şiddetli hastalıkları demektir. Binâenaleyh bu hastalıklar için, ehil bir doktorun olması gerekir. Çünkü şiddetli hastalıklara düşen kimseye, isabetli ilaçlar ile müdâhale edecek ehil bir doktor rastlamazsa, o mutlaka ölür. Şayet böyle bir doktor rastlar ve beden de o ilaçları kabul ederse, çoğu kez iyileşme gerçekleşir ve hastalık zail olur.

Bunu iyice kavradığında, biz deriz ki: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), hazık (ehil) bir doktor, Kur'an-ı Kerim de, terkibi ile kalb hastalıklarına faydalı olan bütün ilaçlar gibi olmuş olur. Sonra doktor hastanın yanına vardığında, hastaya karşı şu dört merhaleli müdâhalesi vardır:

Birinci mertebe: Doktor, hastasını, uygun olmayan şeyleri alıp yemekten men eder ve ona, hastalığa yakalanmasına sebeb olan o şeylerden kaçınmasını emreder ki işte buna "mev'iza" (öğüt) denir. Çünkü va'z'ın hikmeti, insanı Allah'ın rızasından uzaklaştıracak herşeyden alıkoyup, kalbini Allah'dan başkası ile meşgul eden herşeyden men etmektir.

İkinci mertebe: Bu, şifâ mertebesidir. Bu, doktorun hastasına, hastalığa sebeb olan o bozuk şeyleri içinden söküp atacak ilaçlar içirmesidir. İşte tıpkı bunun gibi peygamberler de, insanları, mahzurlu şeyleri işlemekten men ettiklerinde, insanların zahirleri, uygun olmayan şeyleri yapmaktan temizlenmiş olur. Bu durumda peygamberler onlara, içlerini (bâtınlarını) temizlemeyi de emrederler. Bu da, kötü huyları giderip, iyi huylar elde etme hususunda insanın mücâdele ve mücâhede yapmasıyla olur. Bunların ilki, Hak teâlâ'nın: "Şüphesiz ki Allah adaleti, iyiliği ve akrabaya vermeyi emreder. Fuhşiyatı. taşkınlıkları, münkeri, zulüm ve tecavüzü nehyeder" (Nahl, 90) ayetinde bahsolunan hususlardır. Bu böyledir. Çünkü, bozuk inançların ve kötü ahlâkın, hastalıklar gibi olduğunu söylemiştik. Binâenaleyh bunlar zail olduğunda, kalb şifâ bulur ve rûh cevheri, melekût âlemini seyretmeye manî olan kir ve pasların tamamından temizlenmiş olur.

Üçüncü mertebe: Bu, hidayetin gerçekleşmesidir. Bu mertebe, ancak, ikinci mertebeden sonra elde edilir. Çünkü insanın rûh cevheri, kutsi cilalan ve ilâhî ziyaları kabul eder. Rahmetin kaynağı, umûmîdir ve hiç kesilmez. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ömrünüzün bazı günlerinde Rabbinizin nefhalan (rahmet esintileri) olur. Onlara hedef ol(maya çalışın)" Keşfu'l-Hafa. (1/231) buyurmuştur.

Hem sonra vermemek, ya acizlikten, ya cahillikten, ya da cimrilikten ötürü olur. Bütün bunlar, Allah hakkında imkânsızdır. Binâenaleyh Allah'ın vermeyeceğini düşünmek imkânsızdır. İşte buna göre. o ruhî ziyaların meydana gelmesi, ancak bozuk inançlardan ve karekteri, karanlığın karakteri olan kötü ahlâktan ötürü olur. Karanlık bulunduğunda, aydınlığın bulunması imkânsızdır. Dolayısıyla karanlığı gerektiren sebebler zail olduğunda, aydınlığın engelleri de zail olup ortadan kalkmış olur ve bu durumda, kudsî alemin ziyasının, kudsî nefis cevherinde tahakkuk etmesi gerekir. İşte bu ışık, hidayettir. Bu hal gerçekleşince, nefis, melekût âleminin nakışlarının üzerine işlenip, ilâhî kudsiyetin üzerinde tecellî ettiği bir hale girer. Bu mertebelerin ilki, Hak teâlâ'nın, "Ey itminâne ermiş rûh, sen O'ndan razı, O senden râzt olarak, dön Rabbine"(Fecr, 27-28) ayetinde; ortası, "Hepiniz Allah'a kaçın" (zariyat, 50) ayetinde; sonuncusu "Allah" de ve sonra onları bırak, daldıkları batakta oynayadursunlar" (Enam, 91) ayetinde; hepsi birden de, "Göklerin ve yerin gaybı Allah'ındır. Her iş Ona döndürülüp götürülür. Öyle ise O'na ibadet et. O'na tevekkül et. Senin Rabbin, yapmakta olduğunuz şeylerden habersiz değildir." (Hud, 123) ayetinde bahsedilen hususlardır. Bu ayetlerin açıklamaları, inşaallah yerlerinde gelecektir. İşte bu mertebe, Cenâb-ı Hakk'ın buyruğu ile murad edilendir.

Dördüncü mertebe: Bu, nefsin nuru, nakıs olanların ruhlarına, tıpkı, güneşin cevherinin nurunun, âlemin kütlelerine fezeyan etmesi gibi, füyuzâtta bulunacak bir biçimde, bu rûhânî derece ve rabbani basamağa baliğ olması demektir. İşte Cenâb-ı Hakk'ın, "mü'minler için bir rahmet" tavsifinden maksat budur. Bu mâna, mü'minlere tahsis edilmiştir. Zira, inatçı kulların ruhları, peygamberlerin ruhlarının nurlarından ziyâlanamaz. Güneşten gelen ışığı alabilen cisim, yönü" güneşin yönüne karşı olan cisimdir. Bu tekabül etme işi bulunmazsa, güneşin ışığı, o cisme düşmez. İşte tıpkı bunun gibi, pâk olan peygamberlerin ruhlarının himmetine yönelmeyen her rûh, onların nurlarından istifâde edemez ve o kudsî tertemiz ruhların etkileri, o ruhlara ulaşmaz.

Güneş yuvarlağının karşısında olmayan cisimlerin, bu güneşin karşısında bulunmadaki uzaklık hususunda derecelerinin farklı farklı olup, o cisimlerin, güneş yuvarlağına tekabül etmedeki uzaklığın son noktasına varıp dayanıncaya kadar, bu uzaklığın derecelerinin gitgide artması, böylece de geriye sırf karanlığın kalması gibi, peygamberlerin ruhlarından o nurları almak hususunda da. insanların ruhlarının dereceleri farklı farklıdır. Bu farklılık, zulmeti en ileri raddeye varmış, bedbahtlığı büyümüş, fasit insanlar ve kötü huylar hususunda varılabilecek en uzak noktaya ulaşmış bir nefse ulaşır, vasıl olur. Netice olarak diyebiliriz ki, ayette geçen Vtey "mev'izâ (öğüt)" ifâdesi, insanların zahirlerini, uygun olmayan şeylerden temizlemeye bir işaret olur ki, bu, "şeriat"tir. "Şifa" kelimesi, ruhları, bozuk insanlardan ve kötü huylardan temizlemeye bir işarettir ki, bu "tarikat"tır. "hidâyet rehberi" kelimesi, Hakk'ın nurunun, sıddîkların kalbinde zuhur etmesine işarettir ki, bu "hakîkat"tir ve rahme ("rahmet") kelimesi de. o nurun, kemâl ve aydınlık hususunda, nakıs insanları kemâle erdirecek bir noktaya ulaştığına bir işaret olur ki, bu da "nübüvvet"tir. İşte bütün bunlar bu Kur'ânî lafızlarla, kendisine işaret olunan, önce geçenin sonraya bırakılması; sonra gelenin öne alınması mümkün olmayan birtakım aklî dereceler ve burhanı mertebelerdir.

Allahü teâlâ, bu ayette, bu ilâhî yüce sırlara dikkat çekince, "Deki: "Ancak Allah'ın fazlı ile, rahmetimle, işte yalnız bunlarla sevinsinler. Bu, onların toplayıp durduklarından hayırlıdır" buyurmuştur. Bundan maksad da, İslâm feylesoflarının tesbit etmiş olduğu "rûhânî mutluluklar, maddî mutluluklardan daha üstündür" şeklindeki görüşlerine bir işaret olmuş olur ki bu husus, bu kitabın pekçok yerinde, bu manâyı iyice ortaya koyacak bir biçimde geçmişti. Binâenaleyh, bunu tekrarlamanın faydası yoktur. Şimdilik söyleyeceklerimiz tamamlanmıştır.

Allah'ın Lütfü ve Rahmeti Sayesinde Sevinmek Gereği

Bu ifâdenin takdiri, (......) şeklindedir. Daha sonra ikinci kez Cenâb-ı Hak diyerek, Yahız febizâlike ifadesiyle tekrar Allah'ın fadl ve rahmetine işarette bujunmuştur ki, bu tekîd içindir. Hem, Allah'ın (......) buyruğu hasr ifâde eder. Yani, "İnsanın ancak bununla sevinmesi gerekir" demektir.

Bil ki bu söz şu iki şeye delâlet eder.

Maddî Lezzetler Manevî Hazlara Göre Daha Geride Kalır

a) İnsanın, maddî hallerden, herhangi bir şey ile sevinmemesi gerektiğine, bunun böyle olduğunu da şunlar gösterir:

1) Muhakkik alimlerden bir grup kimse, "Maddî lezzetlerin manası, sadece elemleri gidermektir. Yokluk olan şeyle de, sevinilemez.

2) Bu lezzetlerin olumlu birtakım sıfatlar olması durumunda bile, bunlar, birkaç yönden manevîdirler:

Birincisi: O sıfatların elemlerinden zarar görmek, lezzetlerinden istifâde etmekten daha kuvvetlidir. Baksana maddî lezzetlerin en kuvvetlisi, cima lezzetidir. Bundan duyulan hazzın, kulunç (kramp) ve diğer kuvvetli acılardan duyulan zarardan daha az olduğunda şüphe yoktur.

İkincisi: Cismanî lezzetlerin söz konusu olduğu yerler azdır. Çünkü, o cismanî lezzetleri elde etmek, ancak şu iki yol ile mümkündür: Yani, mideyi doyurma lezzeti ve cima lezzeti. Ama, elemlere gelince, insan bedeninin her parçasında, bir başka çeşit elem vardır ve bu elemlerden her bir çeşidinin, başka bir çeşitte bulunmayan özelliği bulunmaktadır.

Üçüncüsü: Maddî lezzetler, kesinlikle arı-duru olmayıp, aksine pekçok kötülükle karışık ve içiçedirler. Şayet, yemek ve cinsî münasebet lezzetinin meydana gelmesinde, onların öncesinde ve sonrasında nefsi yorma olmasaydı, bu kâfi gelirdi.

Dördüncüsü: Maddî lezzetler, devamlı olamazlar. Her ne zaman, kendilerinden daha fazta lezzet alınırsa, onların elden kaçırılması korkusundan ileri gelen tehassür ve üzüntüler de, o nisbette daha çok ve güçlü olur. İşte bundan dolayı Ma'arrt, "Ölüm anındaki hüzün, doğum anında duyulan sevinçten kat kat fazladır" demiştir.

Çocuğun doğumu anında duyulan sevincin, ölümünde duyulan hüzne denk olmadığı bilinen bir gerçektir.

Beşincisi: Bulunmaları halinde, maddî lezzetlerin devamlı olmaları imkânsız olur. Çünkü, yeme lezzeti, olduğu gibi devam etmez, aksine, açlık lezzetinin yok olması gibi, yemeden duyulan lezzet zâil olur. Binâenaleyh, o lezzetin devamlı olması imkânsız olur.

Altıncısı: Maddî lezzetler, âdî birtakım şeylerden duyulan lezzetlerdir. Çünkü bunlar, çabuk bozulan, değişmeye müsait olan, yumuşak nesnelerde meydana gelen birtakım keyfiyyetlerdir.

Ama, ruhanî lezzetlere gelince, bunlar, bütün bu hususlar bakımından maddî lezzetlerin zıddınadır. Böylece, maddî lezzetlerden duyulan sevincin bâtıl ve boş bir sevinç olduğu; kâmil olan sevincin ise, rûhanîyyet, kudsî cevher, celâl âlemi ve kibriyâ nuru ile duyulan ferahlık olduğu sabit olmuş olur.

b) Ruhanî lezzetler bulunduğunda aklı başında olan kimsenin, o lezzetlerle, birer lezzet oldukları açısından sevinmemesi; aksine onların Allah'dan ve O'nun lütfü ve rahmetiyle meydana gelmiş olması açısından sevinmiş olması gerekir. İşte bu incelikten dolayı, sıddîkler: "Birer nimet olmaları açısından Allah'ın nimetiyle sevinenler müşriktirler; ama onların Allah'dan olması bakımından, Allah'ın nimetleriyle sevinenlerin sevinci, Allah ile, O'nun sebebiyle olmuş olur ki işte bu, kemâlin zirvesi ve mutluluğun nihâî noktasıdır" demişlerdir. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, emrinin manası, "Onlar, onların birer nimet olması açısından değil, aksine, Allah'ın lütfü ve rahmeti ile olmaları açısından, o nimetlerle sevinsinler" şeklinde olur. İşte bunlar, vahiy ve tenzil aleminden zuhur eden bu lâfızların ihtiva etmiş olduğu yüce sırlardır. Bu konuda, bizce özetlenebilecek olan şeyler bunlardır. Ama müfessirlere gelince, onlar, ayetteki "Allah'ın lütfunu İslâm; "rahmet"ini de, Kur'an diye tefsir etmişlerdir. Nitekim Ebu Saîd el-Hudri: "Allah'ın lütfü Kur'ân, rahmeti de, O'nun sizi, o Kur'ân'ın ehli kalmasıdır" demiştir.

Dördüncü Mesele

Bu ayet tâ ile, "Sevininiz" şeklinde okunmuştur. Ferrâ şöyle demektedir: "Nitekim, Zeyd İbn Sabitin, bunu tâ ile okuduğu ve onun, bunun manasının, "Ey Muhammed'in ashabı, siz ancak ve ancak bununla sevinin. Zira bu, kâfirlerin toplayıp biriktirdikleri şeyden daha hayırlıdır "şeklinde olduğunu söylediği zikredilmiştir!' Ferrâ sözüne devamla şöyle der: "Bu, Übeyy'in, "Ancak ve ancak, bununla sevinin" şeklindeki kıraatine yakın bir kıraattir. Gerek muhatap, gerekse gaibler için, emirde aslolan, lamın getirilmesidir. Meselâ bu, "kalk, ey Zeyd" ve "Zeyd kalksın" ifadelen gibidir. Bu böyledir; zira her iki durumda da emrin hükmü aynıdır. Ancak ne var ki Araplar, çok kullanıldığı için, emredilen muhataplardan lamı hazfetmişler ve meselâ, kendisiyle söze başlamak mümkün olsun diye tâ'yı da hazfederek, başına bir vasi elifi getirmişlerdir. Meselâ bu, "vur" ve "öldür" misallerinde olduğu gibidir. Kisâî onların, şeklindeki okuyuşlarını kınardı; çünkü o, bu kullanılışın az olduğunu tesbit etmiş, bu sebeple de bunu bir kusur saymıştı. Fakat aslolan budur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bazı muhataplara, "saflarınızı tutunuz" manasını kastederek (......) dediği rivayet edilmiştir."

Bütün bunlar, Ferra'nın sözleridir. Tâ ile olmak üzere bu kelime (......) şeklinde de okunmuştur. Bunun izahı şudur:

Maddî Zevklerle Ruhanî Zevklerin Arasında İnsanın Durumu

Bunun izahı şudur: Allahü teâlâ, bu ayetle, hem muhatapları, hem de gaibleri kasdetmiştir. Ancak ne var ki o, tıpkı müzekkerliğin müennesliğe tağlib edilmesi (galib kılınması) gibi. muhatapları gaibe tağlib etmiştir. Böylece o sanki, mü'minleri kastetmiştir. Dilciler de bunun böyle olduğunu söylemişlerdir. Ancak burada, aklî bir incelik vardır ki o da şudur: İnşanda, onu, Allah'ın hizmetine davet eden ve gayblar âlemi ile ruhanî derecelerle ilgil kurmaya çağıran bir özellik bulunduğu gibi, yine onda, onu hisler, cisimler ve maddî lezzetler âlemine davet eden başka bir özellik daha vardır. Ruh, bedene bağlı kaldığı sürece, maddeyi sevmekten ve maddî lezzetlerin peşine düşmekten vazgeçmez. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, sıddık ve arif kişilere hitâb ederek şöyle demiştir: "Aklî ilahî hadiseler ile, maddî nefsanî hadiseler arasında bir husumet meydana gelmiştir. Tercih, akla aittir. Zira akıl, Allah'ın fadlına ve rahmetine: nefis ise, dünyanın ve onun şehvetlerinin cem edilmesine çağırır. Halbuki Allah'ın fadlı ve rahmeti, sizin için, dünyadan toplayıp biriktirdiklerinizden daha hayırlıdır. Çünkü âhiret, daha hayırlı ve bakîdir. Böyle olan şey ise, istenmeye ve elde edilmeye daha lâyıktır."

59

Âyetin tefsiri için bak:60

60

"De ki: "Allah'ın size indirip de ondan kimini haram, kimini helâl yaptığınız rızıktan ne haber? Söyleyin bana?" De ki: "Allah mı size izin verdi de öyle yaptınız, yoksa Allah'a iftira m: ediyorsunuz? Allah'a karşı yalan uydurup duranların Kıyamet günü kendilerine ne yapılacağını zannediyorlar? Şüphesiz ki Allah, insanlara lütuf sahibidir. Fakat onların çoğu şükretmezler".

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Daha Sonraki Kısımla Münasebet

Bil ki, âlimler, bu ayetin kendinden öncekilerle münasebeti hususunda çeşitli şeyler söylemişlerdir, ama ben onların hiçbirini güzel bulmuyorum. Gerçek ilmi Allah katında olmak kaydıyla, şu anda hatırıma gelen şu iki şeydir:

a) Bu sözün zikredilmesinin maksadı, nübüvvetin isbâtı hususunda üçüncü yolun zikredilmiş olmasıdır ki; bunun izahı şudur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) inkarcılara: "Sizler, bazı şeylerin helâl, bazı şeylerin haram olduğunu söylüyorsunuz. Şu halde, bu hükmü, siz ya Allah'a iftira ederek söylüyorsunuz, yahut da Allah'ın hükmünün öyle olduğunu biliyorsunuz" demiştir. Oysa birincisi, ittifakla batıl olan bir yoldur; geriye sadece ikincisi kalmıştır. Allahü teâlâ'nın insanlara herhangi bir vasıta olmaksızın hitâb etmediği malumdur. Bu batıl olunca, bu hükümlerin size, Allah'ın size göndermiş olduğu bir resulün ve Allah'ın size gönderdiği bir nebînin sözüyle ulaşmış olduğu sabit olur. Sözün neticesi şudur: "Hepsinin maddî sıfatlar ve menfaatlerde müşterek oldukları halde, onların bazı şeylerin helâl, bazılarının da haram olduğuna hükmetmeleri, sizin, nübüvvet ve risâletin doğruluğunu itiraf etmenize delâlet eder. Durum böyle olunca, daha nasıl oluyor da nübüvveti ve risaleti inkâr etmek hususunda bu kadar ileri gidebiliyorsunuz?" Ayeti, bahsettiğim bu manaya hamletmek, güzel ve makûl bir yoldur.

b) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kendisinin nübüvvetinin doğruluğuna dair pekçok delil getirip, onların o nübüvveti inkâr hususundaki soru ve şüphelerinin fasit olduğunu beyan edince, buna onların, şeriatları ve ahkâmları hususundaki yollarının da bozuk olduğunu beyân etmeyi ilâve etmiş, ve doğruluğuna ne akıl ne de nakil delâlet etmediği halde, birtakım şeylerin helâl birtakım şeylerin de haram kılınmasının batıl bir yol ve fasit bir metod olduğunu da beyân etmiştir ki bundan maksat, münkirlerin, dinleri ve ahkâmları hususundaki metod ve görüşlerini ibtâl'etmek ve onların, bu hususta herhangi bir şekilde asla hak üzere olmadıklarını beyan etmektir.

Müşriklerin Haram Kıldıkları Şeyler

Onların haram kıldıkları şeylerden maksat, bahîra, sâibe. vasile ve hâm gibi hayvanları haram saymalarıdır (Bk. Maide, 103). Hem, Cenâb-ı Hak, "Dediler ki: "Bu davarlarla ekinler haramdır"Bir de (şöyle) dediler: "Şu davarların karınlarında bulunan yavrular canlı doğarsa sâde erkeklerimiz için helâldir, kadınlarımıza haram kılınmıştır" (En'am, 138-139) ve "Allah sekiz çift yarattı: Koyunlardan iki çift, keçiden de iki çift... "(Enam, 143) ayetlerinden aynı hususu belirtmiştir. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın "Ondan kimini haram, kimini helâl yaptığınız., , "(Yûnus, 59)ayetidir. Bu, onlardan daha önce sudur etmiş olan bir şeye işarettir. Halbuki Allahü teâlâ, onlardan, sadece bunu nakletmiştir. Şu halde, bu sözün bu manaya tevcih edilmesi gerekir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, onlardan bunu nakledince, Resulüne "De ki: "Allah m; size izin verdi de öyle yaptınız, yoksa Allah'a iftira mı ediyorsunuz?" demesini emretmiştir. Bu taksimat, makul bir taksimattır. Çünkü bu hükümler, ya Allah'dan olur veya olmaz. Eğer Allah'tan olursa, ki bu Cenâb-ı Hakk'ın "Allah mı size izin verdi de öyle yaptınız" buyruğundan anlaşılandır. Eğer Allah'dan olmazsa, bu da O'nun, "Yoksa Allah'a iftira mı ediyorsunuz?" buyruğundan anlaşılanda.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Allah'a karşı yalan uydurmakta devam edenler kıyamet günü kendilerine, ne yapılacağını zannediyorlar?" buyurmuştur. Bu cümle, her ne kadar "isti'lâm" (o zanlarını bildirmelerini isteme) için ise de, bununla, Allah'a iftira eden kimselerin azabının ne kadar büyük olacağı kasdedilmiştir. İsa İbn Ömer, bunu fiil sığasında (......) şeklinde okumuştur. Bu "Onlar, .Kıyamet günü hakkında hangi zanda bulundular?" şeklinde olur. Bu okuyuşa göre bu ifâde, daha önce de bahsettiğimiz gibi, Kıyamette olacak şeyler her ne kadar gelecekle ilgili şeyler ise de, fakat onlar, hikmet-i ilâhiyyede, mutlak surette vukubulacakları için, pek yerinde olarak Cenâb-ı Hak bunları, mazî sîğasıyla beyan buyurmuştur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Yani, "Allah, onlara akıl vermek, peygamberler göndermek ve kitaplar indirmek suretiyle insanlara karşı lütufkârdır." "Ama, onların çoğu şükretmezler." Yani, onlar, Allah'ın delillerini düşünme hususunda akıllarını kullanmazlar; peygamberlerinin davetlerini kabul etmez ve Allah'ın kitaplarını dinlemek suretiyle de istifâdede bulunmazlar.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın buyruğundaki mâ hakkında, şu iki izah yapılabilir:

a) Bu, ellezî manasında olup reeytum fiifi ile mansûb kılınmıştır.

b) İstifham olan eyyû (ne?) manasında olup, enzele fiiliyle mansub kılınmıştır. Bu, Zeccâc'ın görüşüdür. Buna göre, buradaki enzele fiilinin manası, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Sizin için davarlardan sekiz çift indirdi" ızümer, ayetinde olduğu gibi, "yarattı" ve "îcât etti" manasındadır.

Enzele fiilinin, "yarattı" manasına gelmesi mümkündür. Çünkü, yeryüzündeki bütün rızıklar, gökten inmiştir. Meselâ, hayvanlar, ekinler vb. gibi. Bütün bunların var edilmesi, gökten indirme ile olunca, enzele fiili, "yarattı" manasında kullanılmıştır.

61

"Sen herhangi bir işte bulunmayadur ve onun hakkında Kur'ân'dan herhangi bir şey okumayadur ve sizler de hiçbir iş işlemeyedurun ki, onun içine daldığınız vakit biz üzerinizde şahit olmayalım!.. Ne yerde, ne gökte zerre ağırlığınca birşey Rabbinden uzak kalmaz. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü de hariç olmamak üzere hepsi muhakkak apaçık bir kitaptadır".

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Daha Önceki Kısımla Münasebet

Bil ki Allahü teâlâ, Resulüne, kâfirlerin görüşlerinin bozuk olduğuna dair deliller getirmesini; onların şüphelerine karşı cevap vermesini ve onların eziyyetlerine katlanma ve (şimdilik) yumuşak davranmasını emretmesine dair sözünü iyice açıklayınca, sayesinde, itaat edenlerin teselli ve sevinçlerini; günahkârların da korku ve feryatlarını tamamına erdirecek olan bu kelâmını getirmiştir ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın herkesin amelini ve kalbindeki müsbet ya da menfî anlamdaki dürtü ve saikleri bilmesidır, bunun beyanıdır. Çünkü insan, çoğu kez kendisinin emirlere uyduğunu, itaatkâr, zühd ve takva sahibi olduğunu izhar etmeye çalışır, ama onun içi kötülük ve pisliklerle doludur. Çoğu kez de, bunun aksi olur. Binâenaleyh, Hak teâlâ, insanların içlerinde bulunanları bitince bu, itaatkâr olanlar için sürür nevilerinin; günahkâr olanlar için de tehdit nevilerinin en büyüklerinden olmuş olur.

Ayetteki Hitapların Kimlere Ait Olduğu

Bil ki, Allahü teâlâ, bu ayetin başında, iki şey hususunda Resulüne hitap edip daha sonra da tek bir şey hususunda umuma hitab etmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e tahsis edilen iki şeyden birincisi; "Sen herhangi bir işte bulunmayadur..." kısmının, ifâde ettiği husustur. Buradaki mâ inkârt'dir. Şe'n kelimesi, hal ve durum manasında olup, çoğulu şuûn'dur. Nitekim Araplar, "Onun durumu nasıldır?" manasında derler. Ahfeş de "Sen, "onun gibi yapmam" manasında dersin" demiştir. Bu hususta şu iki izah yapılabilir:

a) İbn Abbas: "Cenâb-ı Hak, iyi amelleri murad ederek, "Ey Muhammed, sen iyi amellere dair herhangi bir işte bulunmayadur ki" demiştir " derken,

b) Hasan el-Basrî de: "Ey Muhammed, sen dünya işlerinle oradaki ihtiyaçların hususunda bir işte bulunmayadur ki" şeklinde açıklamıştır.

İkincisi, Cenâb-ı Hakk'ın "onun hakkında Kur'ân'dan bir şey okumayadur" ayetinin ifâde ettiği husustur. Alimler buradaki minhû kelimesindeki zamirin neye râci olduğu hususunda ihtilâf etmişler ve bu hususta şu üç izahı yapmışlardır:

1) Bu, şe'n lafzına râcidir. Çünkü Kur'ân okumak, Allah'ın Resulünün işlerinden bir iş olup, hatta belki de bu, O'nun işlerinin en önemlisidir. Böyle olması halinde bu, "Sen herhangi bir işte bulunmayadur..." ifâdesinin muhtevasına girmiş olur. Ancak ne var ki Allah, Kur'ân okumanın ne derece yüce bir mertebeyi işgal ettiğine dikkat çekmek için, bunu ayrıca zikretmiştir. Bu, durum, "Meleklerine, resullerine, Cebrail'e, Mikâil'e..."(Bakara.98) ve "Hani biz Peygamberlerden mîsaklarını almıştık. Senden de, Nûh'dan da İbrahim'den de..." (Ahzâb, 7) ayetlerinde olduğu gibidir. (Yani, önemlerine işaret etmek üzere, tamîm'den sonra tahsis yapılmıştır.)

2) Bu zamir, ayetteki Kur'ân lafzına râcidir. Buna göre kelamın takdiri, "Sen Kur'ân'dan bir Kur'ân, yani bir ayet okumayadur ki" şeklinde olur. Bu mümkündür, zira, "Kur'ân" lafzı, Kur'ân'ın tamamının ismi olduğu gibi, Kur'an'ın herhangi bir parçasının da adıdır. "İzmâr kable'z-zikr" (Zamirin merci'i zikredilmeden zamirin zikredilmesi) de, tazîme delâlet eder.

3) Kelamın takdirinin "Sen, Allah'dan nazii olan bir Kur'ân (parçası) okumayadur ki..." şeklinde olmasıdır. Ben diyorum ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen herhangi bir işte bulunmayadur; onun hakkında Kur'ân 'dan bir şey okumayadur..." hitapları Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e tahsis edilen iki husustur. Ama, O'nun "ve sizler de hiçbir iş işiemeyedurun ki..." hitabına gelince bu, hem Hazret-i Peygamber'e, hem de bütün ümmete yöneltilen bir hitâbtır. Hitabın, önce Hazret-i Peygamber'e tevcih edilip sonra da ta'mîm edilmesinin sebebi, "Sen herhangi bir işte bulunmayadur; onun hakkında Kur'ân'dan bir şey okumayadur... " hitabının zahiren Hazret-i Peygamber'e tahsis edilmiş bir hitâb olup, ümmetin de buna dahil olarak, muhatap sayılmış olmasıdır. Çünkü, kavmin önderine hitâb edildiğinde, topluluk da bu hitaba dahil olur. Bunun delili İse, "Ey Peygamber, kadınları boşayacağınız vakit..." (Talâk, 1) ayetidir. Cenâb-ı Hak bu iki hitabı Hazret-i Peygamber'e tahsis ettikten sonra, hitabı, üçüncü bir hitâb ile herkese teşmil derek, 'Ve sizler de hiçbir iş işiemeyedurun ki..." buyurmuştur. Böylece bu ifâde, onların da ilk iki hitabın muhtevasına dahil olduğuna delâlet etmiştir.

Daha sonra Allahü teâlâ "Biz üzerinizde şahit olmayalım!.." buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü Allahü teâlâ herşeye şâhiddir ve her şeyi bilendir. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat'ın prensiplerine göre durum açıktır. Zira Ehl-i Sünnete göre Allah'dan başka muhdis (var eden), yaratan ve mûcid yoktur. O halde, kulların fiillerine, zahiri ve bâtinî amellerine dâir varlık âlemine giren herşey, Allah'ın var etmesi ve yaratmasıyla meydana gelir. Birşeyi yaratanın, mutlaka onu bilmesi gerekir. Binâenaleyh Allahü teâlâ'nın herşeyi bilir olması gerekir. Mûtezile'nin prensiplerine göre ise, Allahü teâlâ hayydır (diridir). Hayy olanın, her türlü malûmatı bilmesi gerekir. Bu bilmeyi gerektiren şey, Allahü teâlâ'nın zâtıdır. O halde O'nun zâtının, bilinebilecek şeylerin (malumatın) bazısını bilmeyi gerektireceğinin söylenmesi, O'nun zâtının, diğer bütün malûmatı bilmeyi gerektireceğini söylemek gibidir. Binâenaleyh O'nun zâtı, malûmatın bazısını bilmeyi gerektirince bunun, malûmatın bütününü bilmeyi gerektirmesi îcâb eder. Böylece Allahü teâlâ'nın bütün malûmatı (herşeyi) bilmiş olduğu sabit olmuş olur.

Hak teâlâ'nın "Onun içine daldığınız vakit... " hitabına gelince; bil ki buradaki "ifâza", bir işe iyice ve ciddi bir şekilde sarılıp başlama manasındadır. Nitekim Arapça'da, "Onlar söze daldılar" manasında, denilir. Yine Arafat'tan bütün cemaatleriyle inip, (Müzdelife'ye) dağıldıklarında, hacılar hakkında denilir.

Buna göre şayet, "Buradaki iz, hîne (o zaman) manasındadır. Buna göre ayetin manası, "(...) Onlar söze daldıkları zaman, bizonların üzerinde şâhidler olmayalım" şeklindedir. Allah'ın şâhid oluşu, bilmesi, haberdâr olması manasındadır. Dolayısıyla bu sözden, Allah'ın herşeyi, ancak o şeyler var olduklarında bildiği neticesi çıkar ki bu yanlıştır?" denilirse, biz deriz ki: Böyle bir soru, Allah'ın "şahâdeti"nin, ilmi manasına gelmesine binâendir. Bu ise kabul edilmez. Çünkü "şahadet", ancak şahadet edilen şey mevcud olduğu zaman söz konusudur. Ama ilme gelince, ilmin, şahadet edilen husus var olmazdan önce bulunması imkânsız değildir. Bunun delili şudur: Meselâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bize, Zeyd'in yarın birşey yiyeceğini haber verse, biz o yeme tahakkuk etmeden önce, onun olacağını bilmiş oluruz, ama ona şahadet ettiğimiz söylenemez. Bil ki bütün bunların neticesi şudur: Hiçbirşey Allah'ın ilmi dışında kalmaz.

Allahü teâlâ daha sonra, bu sözünü iyice te'kid ederek: "Neyerde, negökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden uzak kalmaz. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü de hâriç olmamak üzere hepsi muhakkak apaçık bir kitaptadır" buyurmuştur.

Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ya'zubu fiilinin esas manası, uzaklıktır. Nitekim Arapça'da, yeri uzak olduğu zaman otlak hakkında denilir. Yine adam develerini uzak bir yere saldığında, denilir. İnsan, ailesinden uzak kaldığı zaman, ismi verilir. Birşey, insanın bilgisinden uzak olduğunda, "Bu şey, ilmimden uzak" denilir.

İkinci Mesele

Kisâî, bu kelimeyi, ze harfinin kesresiyle, ya'zibu şeklinde; diğerleri de ya'zubu şeklinde, ze'nin zammesiyle okumuşlardır. Bu fiil, hem şeklinde, hem de şeklinde kullanılır.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hak, "zerre ağırlığında..." buyurmuştur. Birşeyin miskâli, ağırlıkça onun dengi olan şey demektir. Buna göre mana, "zerreye denk şey..." şeklinde olur. Zerre, küçük karınca manasına olup, müfredi zerre'dir. Zerre, gerçekten çok hafif olan şey demektir. Ayetteki "Ne yerde ve ne gökte.., " deyiminin manası açıktır. Eğer, "Hak teâlâ, Sebe' sûresinde, "Hayır, gaybı bilen Rabbime yemin olsun ki. ne göklerde, ne yerde bir zerre miktarı .O'ndan kaçmaz"(Sebe. 3) buyurduğu halde, niçin bu ayette yeri gökten önce zikretmiştir?" denilir ise, biz deriz ki: Göklerin, yeryüzünden önce zikredilmesi gerekir. Fakat Hak teâlâ bu ayette, göğün yerdekilerin hallerine ve amellerine şâhid oluşundan bahsedip, daha sonra da "Hiçbirşey Rabbinden (O'nun ilminden) uzak kalmaz" buyurunca, yerin gökten önce zikredilmesi uygun olmuştur.

Allahü teâlâ daha sonra "Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü de hâriç olmamak üzere..." buyurmuştur. Burada iki kıraat vardır. Hamza. kelimeleri ref ile, asgaru ve ekberu; diğer kıraat imamları da nasb ile asgara ve ekbere şeklinde okumuşlardır.

Bil ki ayetteki (......) ifâdesinin takdiri "Rabbinden, zerre miktarı şey, uzak olmaz" şeklindedir. O halde "miskal" kelimesi. başına min dahil olduğunda, her nekadar zahiren mecrûr olur ise de, mana bakımından merfû (fail)dir. Binâenaleyh, atfedilen şey, bunun zahiri üzerine atfedilir ise mecrûr olur. Fakat, asgaru ve ekberu kelimeleri gayr-ı munsarıftır. Dolayısıyla ayette (cerre niyâbeten) meftûh olmuş olurlar. Yok eğer bunlar, "miskat" kelimesinin mahalline atfedilirler ise, merfû olmalılar. Bunun bir benzen de, meselâ bir kimsenin. "Bana, hiçbir akıllı gelmedi" demesi gibidir. Hak Teâla'nın (A'râf, 59) ayetindeki "gayr" kelimesi de aynıdır. Şâir de, şöyle demiştir:

"Biz, dağlar (gibi) de değiliz, demir (gibi) de!.. (Onlar gibi hissiz değiliz)." Bunlar, nahivcilerin yaptığı izahlardır.

Keşşaf sahibi ise, "Eğer bu şekilde atfetme doğru olsaydı, o zaman ayetin takdiri "Kitapta olan müstesna, yerde ve gökte olan hiçbirşey Allah'dan uzak olmaz" şeklinde olurdu. Bu durumda "kitap" (Levh)de olan şeylerin, Allah'ın ilminden hâriç kalması gerekirdi ki bu yanlıştır" demiştir. Bazı muhakkik alimler buna şu iki şekilde cevap vermişlerdir:

a) Biz, ya'zubu kelimesinin, mutlak uzaklık manasına geldiğini açıklamıştık. Bu sabit olduğuna göre, diyoruz ki: Mahlukât iki kısma ayrılır:

1) Melekler, gökler ve yer gibi, Allahü teâlâ'nın vasıtasız olarak, doğrudan yarattığı varlıklar.

2) Allah'ın, bu birinciler vasıtasıyla yarattığı varlıklar. Bu ikinciler, olma ve yokolma âleminde meydana gelen hâdiselerdir. İkinci kısmın, illet ve malûl (sebeb-netice) zinciri içerisinde varlıkta, vâcibu'l-vücûdun varlık mertebesinden uzak olduğunda şüphe yoktur. O halde, "Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca birşey Rabbinden uzak kalmaz..." ayeti, şu manadadır: "Gökte ve yerde, Allah'ın varetme mertebesinden zerre miktarı bir şey yoktur ki o Kitab-ı Mübin'de bulunmamış olsun." Kitab-ı Mübin, Allah'ın yazmış olduğu ve bütün malumatın kayıtlarını içinde belirlediği kitaptır. Durum böyle olunca, Allah onları bilmiş ve onların hallerini çepeçevre kuşatmış olur. Bundan maksad ise, "Allahü teâlâ, cüz'iyyatı (detayları) bilmez" diyenlerin görüşünü reddir. İşte, "Şüphe yok ki biz, neler yapıyor idiyseniz, hepsini yazdırıyorduk"(Câsiye. 29) ayetiyle kastedilen budur.

b) (......) ifâdesindeki istisnayı, "fakat" manasına alarak, istisna-i munkatî yaparız. Buna göre mana, "Ondan uzak olan hiçbirşey yok ki. Kitâb-ı Mübin'de bulunmasın" şeklinde olur. "Nazm" isimli eserin sahibi, Ebu Ali el-Cürcâni, bu hususta, şöyle bir başka cevap daha vermiştir: "Hak teâlâ'nınbü ayetinde tabirinde, cümle tamamlanmış, sona ermiştir. Daha sonra ifadesiyle yeni bir cümle başlamıştır ki bu, "O, Kitab-ı Mübin'dedir" demektir. Araplar illâ edatını, bazan cümlenin başlangıcında kullanılan atıf vâvı yerine kullanırlar. Meselâ, ayetinde kısmının, manasına olması gibi. Yani, "Benim yanımda peygamberler korkmaz. Fakat zulmeden kimseler müstesna..." (Neml, 10-11) demektir. Yine Hak teâlâ'nın "Ta ki aleyhinize, insanların zâlim olanlarından başkasının (tutunabileceği) bir hüccet (bahane) kalmasın..." (Bakara. 150) ayetinde de böyledir. Yani " (......) takdirindedir, " Bu zorlama ile yapılan bir izahtır. Keşşaf sahibi buna dördüncü bir izah ile şöyle cevap verir:"Problem biz ayetteki kelimelerini, miskal kelimesinin ya zahirine, ya mahalline atfettiğimizde söz konusudur. Fakat biz bunu söylemiyoruz. Ancak, bu kelimelerin mansûb okunmasının, cinsden hükmü nefyeden lâ edatından dolayıdır. Merfû okuyuşumuz ise, bunların mübteda; ifâdesinin de haber olmasına göredir." Bu, Zeccâc'ın tercih ettiği izahtır.

62

Âyetin tefsiri için bak:64

63

Âyetin tefsiri için bak:64

64

"Haberiniz olsun kî Allah'ın velileri için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir. Onlar iman edip, takvaya ermiş olanlardır. Dünya hayatında da. âhirette de onlar için müjdeler var. Allah'ın kelimelerinde asla bir değişme söz konusu değildir, işte bu, en büyük saadetin ta kendisidir..

Bil ki biz, "Sen herhangi bir işte bulunmayadur ve onun hakkında Kur'ân'dan bir şey okumayadur..." (Yûnus, 61) ayetinin, itaatkârların kalblerini kuvvetlendirip, fasıkların kalblerini kıran şeylerden olduğunu beyân etmiştik. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, bunun peşisıra, muhlis, sâdık ve sıddîkların hallerini açıkladı. Bu haller, işte bu ayette zikrediliyor.

Ayetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır:

Ayet ve Hadislere Göre Velî

Bil ki bu ayetin tefsirinde, "velî"nin kim olduğunu izah etmeye, daha sonra da, korkunun ve hüznün ondan gideritişini açıklamaya muhtacız. Bundan ötürü diyoruz ki: "Veli"nin kim olduğu meselesini, hem Kur'ân, hem hadis, hem eser, hem de akıl gösterir. Bunun Kur'ân'dan delili, Hak teâlâ'nın bu ayetteki"Onlar iman edip, takvaya ermiş olanlardır" beyanıdır. 'İman etmek" kelimesi nazarî kuvvetin (tefekkür kuvvetinin) mükemmelliğine, "takvaya ermek" tabiri de amelî kuvvetin mükemmelliğine işarettir. Burada bir başka husus da, imanın, ittkad ve amelin toplamına hamledilmesidir. Sonra biz "velî"yi, bütün bu hususlarda ittikâ sahibi olarak tavsif ederiz. Takva, ilim hududunda olur ve o hududu aşar. Çünkü Allah'ın celâli, beşer aklının ihata edip kavrayamayacağı derecede yücedir. Binâenaleyh sıddîk, Allahü teâlâ'yı, celâl sıfatlarından bir sıfatla tavsif ettiğinde, Allah'ın kemâl ve celâlinin, kendisinin bildiğine münhasır olmasından tenzih eder. Yine o, Allah'a ibadet ettiğinde Allah'ı, böylesi bir hizmet ve ibadete layık olmaktan tenzih eder. (Yani O'nun pek çok mükemmel tarzda yapılacak ibadetlere müstehak olduğunu düşünür.) Böylece o kimsenin devamlı olarak havf ve takva makamında olmuş olduğu sâbıt olur.

Veli'nin kim olduğunun, hadisden delilleri pek çoktur: Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Onlar, aralarında bir akrabalık ve alıp-verecekleri bir mal olmadığı halde, birbirlerini Allah için seven kimselerdir. Allah'a yemin olsun ki onların yüzleri nurdur ve insanlar korkup hüzünlendikleri zaman, onlar korkup hüzünlenmezler" Müsned, 5/343 dediğini ve bu ayeti okuduğunu rivayet etmiştir.

Yine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Onlar öyle insanlardır ki. onları görenler, Allah'ı hatırlarlar Benzeri bir hadis İbn Mace, Zühd 4 (2/379). buyurduğu rivayet edilmiştir. Muhakkik âlimler şöyle derler: "Bunun sebebi şudur: Onlarda görülen, huşu ve huzû alâmetlerinden ötürü, bir de Hak teâlâ onlar hakkında, "Secde izinden nişanlan yüzlerindedir" (Fetih, 29) buyurduğu için, onların bütün bakıp müşahede edişleri, ahireti hatırlamaya yöneliktir.

Bunun eserden deliline gelince, Ebû Bekr el-Esamm şöyle demiştir: "Allah'ın velileri, Allah'ın aklî delil ile kendilerini hidayete erdirmeyi deruhte ettiği, kendilerinin de Allah'a kulluğu ve O'nun yoluna davet etme işini deruhte ettikleri kişilerdir."

Bunun aklî deliline gelince, biz diyoruz ki: İştikak ilminde, vâv, lâm ve yâ harflerinin terkiblerinin yakınlık manasına delâlet ettiği ortadadır. Dolayısıyla, herşeyin "velî"si, O'na yakın olan demektir. Allah'a mekân ve cihet bakımından yakın olmak imkânsızdır. O halde ona yaklaşmak, ancak insanın kalbi, Hak teâlâ'yı bilmenin nuruna garkolduğunda olur. Bu kimse, baktığında, Allah'ın kudretinin delillerini görür; dinlediğinde Allah'ın ayetlerini dinler; konuştuğunda, Allah'ı sena eder; hareket ettiğinde, Allah'a kulluk ve hizmet için hareket eder, çalışıp çabaladığında, Allah'a taat için çalışıp çabalar. İşte bu şekilde de, Allah'a son derece yaklaşmış olur. İşte bu şahıs, Allah'ın velîsidir. İnsan böyle olduğunda, Allah da onun dostu ve velîsi olur. Nitekim Hak teâlâ, "Allah imârı edenlerin velîsi (yardımcısı)dır. Onları karanlıklardan nura çıkarır" (Bakara 257) buyurmuştur. Durumun da böyle olması gerekir. Çünkü yakınlık, ancak iki taraflı olur.

Kelamcılar şöyle demişlerdir: "Allah'ın velîsi, delillere dayalı dosdoğru bir inanç içinde olup. sâlih amellerini şeriata uygun olarak yapan kimsedir" İşte "veli"nin kim olduğu hususundaki söz, kısaca budur.

Veliler Korkmaz ve Mahzun Olmazlar

Cenâb-ı Allah, velilerden bahsederken "(Onlar) için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili iki bahis var:

Birinci bahis: Korku ancak gelecekle ilgili olur, yani ileride korkutan bir şeyin meydana gelmesinden dolayı korkulur. Hüzün ise ancak geçmişte olan birşeyle ilgili olur. Bu, ya geçmişte insanın hoşuna gitmeyen birşeyin meydana gelmiş olmasından ötürü, yahut da arzu edip sevdiği bir şeyi elde edememiş olmasından dolayı olur.

İkinci bahis: Bazı muhakkikler şöyle demişlerdir: "Veliler için, korku ve hüznün olmamasının söylenmesi, ya onlar bu dünyada iken olur, yahut ahirette iken olur. Birincisi, şu sebeplerden ötürü olamaz;

a) Bu, dünyada olmaz. Çünkü burası, korku ve keder yurdudur. Hele mü'min, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu hadislerinde de buyurduğu gibi, bundan hiç kurtulamaz: "Dünya, mü'minin (adetâ) hapishanesi, kâfirin de cennetidir" Keşfu'l-Hafa 1/410; Müslim Tirmizi ve Muvatta'dan."Cennet, zorluklarla (nefsin hoşuna gitmeyen şeylerle), cehennem de şehevat ile (nefsin arzuladığı şeylerle) kuşatılmıştır. " Müslim, Cennet, 1(4/2174).

b) Mü'minin, bu dünyadaki yaşantısı, sıkıntısız olsa bile, o âhiret hakkında fazlasıyla endişe duymaktan ve Allah'a taatını hakkıyla yerine getiremediği düşüncesinden dolayı, kederden uzak olamaz. Şu halde onun dünyada, korkusuz ve hüzünsüz olması söz konusu olmadığına göre, ayetteki, "Onlar için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değiller" beyanını, ahiretle ilgili kılmak gerekir. İşte bu, doğru bir sözdür.

Bazı arifler şöyle demişlerdir: "Velayet (velîlik), yakınlık demektir. O halde Allah'ın velisi, Allah'a çok yakın olan kimsedir." Bu izahı biz, "Allah'dan başka hiçbirşey kalbine gelmeyecek şekilde, insanın marifetullah'a garkolması" diye açıklamıştık. İşte bu durumda tam velilik tahakkuk eder. Ne zaman bu hal tahakkuk etse, bu halin sahibi hiçbir şeyden korkmaz ve hiçbir şeye üzülmez. Zaten aksi nasıl düşünülebilir ki? Birşeyden korkma ve birşeye üzülme, ancak o şey hissedildikten sonra olur. Halbuki Allah'ın celâl nuruna dalmış olan kimse, Allah'ın dışındaki herşeyden bî-haberdir. Dolayısıyla onun için, ne bir korku, ne de bir hüzün söz konusudur. İşte bu son derece yüce bir derecedir ki onu tadmayan bilemez. Sonra insandan bu hal zail olunca, diğer insanlarda olduğu gibi, maddî-dünyevî haller sebebiyle ona korku, hüzün, ümid ve arzu halleri de gelebilir.

Duyduğuma göre İbrahim el-Havâs. beraberinde bir müridi olduğu halde, çölde bulunuyordu. Gecenin birinde, kendisine çok kuvvetli (manevi) bir hal ve tam bir keşif zuhur etmişti Yanına yırtıcı hayvanlar gelip yanıbaşında durdukları halde, kendisi, hiç istifini bozmadan yerinde oturmaya devam etti. Müridi ise, onlardan korkup, bir ağacın tepesine tırmanmıştı. Oysa şeyh, o canavarlardan hiç korkmamıştı. Sabah olup, bu hal kendisinden zail olunca, ikinci geceye girdiklerinde bir sivrisinek eline konunca bundan ötürü yakınmıştı. Bunun üzerine mürid, "Bu hal, önceki hal ile nasıl uyuşur?" eleyince de, o: "Dün geceki yüke tahammül edebilmemiz, imdadımıza gelen gaybî kuvvet sayesinde idi. Bu imdad zail olunca Allah'ın en zayıf mahlûku olurum" demişti.

İkinci Mesele

Muhakkik âlimlerin çoğu "Kıyamet meydanında, mükâfat ehli için bir korku söz konusu değildir" demişler ve görüşlerine hem "Haberiniz olsun ki Allah'ın velileri için hiç bir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir" ayetini, hem de ""O en büyük korku bunları asla tasaya düşürmez.."(Enbiya. 103) ayetini delil getirmişlerdir. Yine onlar, "Kıyamet, mükâfaat ve ceza yurdudur. Dolayısıyla onlara, korku verilmesi uygun düşmez" demişlerdir. Bazıları, Kıyamette çeşitli korkuların olacağını söylemiş ve bu hususta delil olarak bazı hadisler de zikretmişlerdir. Ama Kur'ân'ın zahiri, haber-i vâhidden evlâdır.

Hak teâlâ'nın öya "Onlar iman edip, takvaya ermiş olanlardır" buyruğu ile ilgili şu üç izah yapılmıştır:

a) Ellezîne kelimesi "evliya" kelimesinin sıfatı olarak, (mahallen) mansubtur.

b) Bu kelime, medh üzere mansubtur.

c) Mübtedâ olarak merfû olup haberi, kısmıdır.

[Buşrâ Ne Demektir? Sadık Rüya]

Hak teâlâ'nın "Dünya hayatında da. âhirette de onlar için müjdeler var" ifâdesi ile ilgili bazıgörüşler vardır. Şöyle ki:

1) Bu müjdeden maksad, sâlih rüyadır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Büşrâ (müjde), müslümanm kendisinin gördüğü veya senin, onun için gördüğün salih (güzel) rüyadır, " Kenz'ul-Ummal, 15. cilt, 41425. hadis.

Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Peygamberlik gitti (bitti), geriye mübeşşirât (müjdeci rüyalar) kaldı." Buhârî, Tâ'bır, 5 (8/69).

ve "Sâlih rüya, Allah'dandir. Düş (kötü rüya) şeytandandır. Binâenaleyh sizden biri, korktuğu bir düş görürse ondan Allah'a sığınsın ve soluna üç kere, tükürsün. Çünkü böylece o ona zarar veremez" Buhâri Ta'bir, 4/8/ (69); Müslim, Rü'ya, 1 (4/2261) buyurmuştur. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Rüya-yı sâliha, peygamberliğin kırkaltı cüzünden bir cüzdür" Buhâri, Ta'bir, 2 (8/69); Müslim, Rü'ya, 8 (4/1774).buyurmuştur. İbn Mes'ûd (radıyallahü anh)'un: "Rüya üçtür: İnsanın gündüzün kurup (aklına takılıp) gece gördüğü rüya, şeytanın bulunduğu rüya ve üçüncüsü de sâdık rüya" dediği rivayet edilmiştir. İbrahim (en-Nehâî)'den: "Rüya üç çeşittir: Peygamberliğin yetmiş cüzünden bircüz olan ve Allah tarafından bir büşra (müjde) olan rüya, insanın gündüzün kurup (aklına takıp) gece gördüğü rüya ve şeytanın korkutması olan rüya. Binâenaleyh biriniz, üzülecek ve korkacak bir rüya gördüğünde, "Allah'ın meleklerinin söyleyip Allah'a sığındığı şey ile, gördüğüm rüyanın şerrinden ve dünyada-âhirette bana zarar vermesinden Allah'a sığınırım" desin."

Bil ki ayetteki, "büşrâ" tabirini "sâdık rüya" manasına aldığımızda, ayetin zahiri bu halin ancak veliler için söz konusu olmasını gerektirir. Akıl da buna delalet eder. Çünkü Allah'ın velisi, kalbi ve ruhu zikrullaha gömülmüş kimsedir. Binâenaleyh kim böyle olur ise, uyurken de ruhunda sadece marifetullah bulunur. Marifetullah'ın ve Allah'ın celâlinin nurunun da, ancak hakkı ve doğruluğu göstereceği malumdur. Ama fikri, bu bulanık ve karanlık âlemin hallerine dağılmış kimse, uyuduğu zaman da böyle dağınık kalır. Dolayısıyla onun rüyasına da itimâd edilmez. İşte bu sebebten ötürü Cenâb-ı Hak, hasr ve tahsîs yolu ile (sadece onlara âit olduğunu belirterek) "Dünya hayatında da, ahirette de büşrâ onlar içindir" buyurmuştur.

Büşrâ Hakkında Diğer Tefsirler

2) Büşrâ, insanların bir kimseyi sevip, güzel bir medh-ü sena ile onu övmeleridir. Ebu Zerr (radıyallahü anh)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ya Resulallah, bir kimse Allah için amel ediyor ve insanlar da o kimseyi seviyorsa (onun hakkında) ne buyurursunuz?" dedim, Hazret-i Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)de: "İştebu, müminin büşrasmm (müjdesinin)peşin olarak verilmesidir" buyurdu." Bil ki aklî deliller de bu manayı destekler. Çünkü "kemâl", li-gayrihî değil, li-zâtihî (zatından dolayı, bizzat) sevilir. Binâenaleyh herhangi bir kemâl sıfatı ile muttasıf olan kimse, herkesin sevdiği insan olur. Kul için, kalbinin marifetullaha; dilinin, zikrullaha; bütün uzuvlarının, Allah'a kulluğa dalmasından daha yüce ve kıymetli bir kemâl (olgunluk-yücelik) yoktur. Dolayısıyla kendisinde bunlardan birisi bulunan kimseyi, diller över durur. Kalbler, onu sevme fıtratı üzere yaratılmıştır. Bu kıymetli sıfatlar ne kadar çok olursa, o sevgi de o nisbette güçlü olur. Hem sonra. marifetullahın nuru, bizatihi kendisine hizmet edilen birşeydir. Binâenaleyh hangi kalbte o mevcûd olursa, sahibi tabiî olarak hizmete layık olur. Baksana yırtıcı ve yabanî hayvanlar, insandan daha kuvvetlidirler. Ama bir insana rastladıklarında, ondan korkup kaçarlar. Bu, ancak nefs-i natıkanın (insanın) heybetinden ötürüdür.

3) el-Büşrâ (müjde), onlar ölürken tahakkuk eden müjde, iyi haber demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onların üzerlerine, "Korkmayın, tasalanmayın, vaadolunduğunuz cennetle sevinin" diye melekler inecektir" (Fussilet, 30) buyurmuştur. Ahiretteki müjde ise, meleklerin onlara vermiş olduğu selâmdır. Nitekim Allah "melekler de herbir kapıdan onların yanına girecek ve şöyle diyeceklerdir: "Sabrettiğiniz şeylere mukabil, sizlere selâm..." (Rad, 23-24) buyurmuştur. Yine, ahiretteki müjde, Allah'ın onlara selâm vermesidir. Nitekim O, "Çok merhametli Rab'den bir de sözle olan bir selâm (var)dır" (Yasin. 58) buyurmuştur. Bu konuya, Cenâb-ı Hakk'ın, Kur'ân'da bahsettiği, yüzlerinin beyazlığı, amel defterlerinin kendilerine sağdan verilmesi ve ahirette sevindirici hallerle karşılaşmaları da dahildir ki, bütün bunlar verilen müjdeler cümlesindendir.

4) Bu, Allahü teâlâ'nın, kitabında; ve peygamberlerinin de lisanıyla muttaki olan kullarına müjdelemiş olduğu cenneti ve bol mükâfaatıdır. Bunun delili; "Rabkri onlara rahmetini, rızasını... müjdeler" (Tevbe, 21) ayetidir.

Bil ki, "beşaret" kelimesi, eseri ve etkisi kişinin yüzünde meydana gelecek sevindirici haber manasından türemiştir. Binâenaleyh, böyle olan her şey, bu ayetin muhtevasına girer. Yukarda bahsedilenlerin tamamı, bu sıfatta müşterektirler. Dolayısıyla, hepsi de bu müjdenin içine dahil olur. Bu sebeple, işte bu açılardan dünyayla ilgili her şey, "Dünya hayatında, onlar için müjdeler var"; ahireti ilgilendiren her şey de, "ahirette de onlar için müjdeler var" ifâdesine dahildirler.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Allah'ın dostlarının sıfatını zikredip, onların durumlarını iyice ortaya koyunca, "Allah'ın kelimelerinde asla bir değişme söz konusu değildir" buyurmuştur ki, bu, "Bu kelimelerden caymak söz konusu değildir" demektir. Kelime ve kavi lafızları, aynı anlamdadır. Bu ayetin bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Benim yanımda söz değiştirilmez" (Kaf, 29) şeklindeki ayetidir. Bu, buradaki müjde ile kastedilenin, Allah'ın, "Rableri onlara rahmetini, rızasını müjdeler" ifadesiyle kendisine itaat eden kimselere mükâfaat ve ikramı vaadetmiş olduğunun kasdedildiğini kuvvetlendiren delillerden birisi olmasıdır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bunun en büyük kurtuluş ve mutluluk olduğunu beyân buyurarak, "işte bu, en büyük saadetin ta kendisidir" buyurmuştur. Bu, "orada herhangi bir yere baktığın zaman, bir nimet, büyük bir saltanat, mülk görürsün "(Dehr. 20) ayeti gibidir.

Kâdî, "Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ın kelimelerinde asla bir değişme söz konusu değildir" ifâdesi, "O'nun "kelimeleri"nin değiştirilmeyi kabul ettiğine delâlet eder. Yokluğu kabul eden şeyin ise, kadîm olması imkânsızdır" demiştir. Bunun bir benzeri de, neshin meydana gelmesiyle, Allah'ın hükümlerinin kadîm olmadığına istidlal etmektir ki, bu çeşit açıklamalara dair sözümüz, daha önce geçmişti.

65

Âyetin tefsiri için bak:66

66

"Onların lakırdıları seni hüzünlendirmesin. Çünkü bütün izzet ve hakimiyye Allah'ındır. O, hakkıyla işiten, kemâliyle bilendir. Haberiniz olsun ki göklerde kim varsa, yerde kim varsa (hepsi) muhakkak Allah'ındır. Allah'dan başkasına tapanlar dahi, (gerçekte) Allah'a eş koştukları ortaklara tâbi olmuyorlar. Onlar zandan başkasına uymuyorlar ve onlar ancak, yalan söylüyorlar".

Daha Önceki Ayetlerle Münasebet

Bil ki inkarcılar topluluğu, Allahü teâlâ'nın, bu sûrenin daha önceki yerlerinde onlardan nakletmiş olduğu pekçok çeşitli şüpheler getirip, O da, tefsir edip açıkladığımız cevaplarla onlara cevap verince, onlar bu sefer başka bir yola başvurmuşlardır ki, bu da, onların, Hazret-i Peygamber'i tehdit edip korkutarak, "Biz, tebeası ve malı çok olan kimseleriz; binâenaleyh, seni ezmeye ve davanı yok etmeye çalışacağız" demeleridir. İşte Cenâb-ı Hak, onların bu tavrına, "Onların lakırdıları seni hüzünlendirmesin. Çünkü bütün izzet ve hakimiyyet Allah'ındır" kavliyle cevap vermiştir.

Bil ki insan ancak, kendisine tesir etmesinin mümkün görülmesi durumunda, bir başkasının kendisini tehdit edip korkutmasından, kendisine hile ve tuzaklar kurmasından hüzünlenir. Ama o kimse, Allahü teâlâ katından bunun kendisine hiçbir tesirinin olmayacağını öğrenirse, yapılmış olan bu tehdit vb. şeyler onun hüzünlenmesi için bir sebep olmaktan çıkarlar. Sonra, Cenâb-ı Hak nasıl ki, "Haberiniz olsun ki. Allah'ın velileri için hiçbir korku yoktur"(yûnus, 62) ayeti sebebiyle, Resulünden ahiret hüznünü gidermişse, aynen bunun gibi, "Çünkü bütün izzet ve hakimiyyet Allah'ındır" ayetiyle de, ondan dünya hüznünü ve kederini de gidermiştir. Onu, insanlara peygamber olarak gönderen ve O'na, insanları bu dine davet etmesini emreden zât, ancak ve ancak O olunca, hiç şüphesiz O'nun yardımcısı ve destekçisi de, O olur. İzzet, hakimiyet ve galebenin, sadece O'na ait olduğu kesinleşince, böylece emniyyet meydana gelmiş ve korku da yok olmuş olur.

Hazret-i Peygamber Endişe ve Hüzün Duyar mıydı?

Buna göre şayet, "kendisinden, henüz korku zail olmadığı ve bu sebeple de, hicret edip yurdunu terketmek zorunda olduğu halde; aynı şekilde, daha sonra da zaman zaman korkular içine düştüğü halde, artık nasıl olur da Allah'ın onu bu korkulardan emin kıldığı söylenebilir?" denilirse, biz deriz ki:

Allahü teâlâ, vakit tayin etmeksizin, peygamberine, mutlak manada zafer ve yardım vaadetmiştir. Binâenaleyh peygamber, daima bu vaktin, o muayyen vakit olmadığı korkusunu taşımıştır. İşte bu sebeple de, o vakitte bir gönül kırıklığı ve eksiklik hissi bulunmuştur.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Çünkü bütün izzet ve hakimiyyet. Allah'ındır" beyanına gelince, bu hususta birkaç bahis bulunmaktadır:

Birinci bahis: Kadı şöyle demiştir: de, nin hemzesi meksur (esreli) okunur. Onun fethalı (enne) okunmasında, küfre yakınlaştıran bozuk bir mana bulunmaktadır. Çünkü böyle okuyuş, münkirlerin, "Bütün izzet, Allah'a aittir. Peygambere gelince, bu hal onu üzer" demeleri neticesine götürür. Ama sen, inne şeklinde kesreli okursan, bu müste'nef (yeni başlayan) bir cümle olur. Bu da, i'râb ilmini bilmenin üstünlüğüne delâlet eder." Keşşaf sahibi, Ebu Hayve'nin, bu ifâdeyi, başından lâm harf-i cerinin hazfedildiği düşüncesiyle, (......) şeklinde okuduğunu söylemiştir. Yani, açık bir ta'lîl olmak üzere, demektir.

İkinci bahis: Burada, denilmesinin pekçok faydası vardır:

1) Bundan maksad, "Bütün izzet ve kudret, Allah'a aittir; O, bunlardan dilediğini kullarına verir.." demektir. Bundan maksat ise, "kâfirlere, Hazret-i Peygamber'e karşı güç ve kuvvet vermez. Aksine Allah, o peygamberine, onlara karşı kuvvet verir. Böylece de o peygamber bu sayede, onlardan daha aziz ve güçlü olmuş olur" manasıdır. Böylece Allahü teâlâ, peygamberini bu söz ile, kâfirlerin, kendisine öldürmek ve eziyyet etmek gibi sebeplerle zarar vermelerinden emin kılmıştır. Bunun benzeri de "Allah (şöyle) hükmetmiştir: 'Andolsun ki ben gâlib geleceğim, peygamberlerim de... " (Mücadele, 21) ve "Şüphesiz biz peygamberlerimize... yardım edeceğiz" (Mü'min, 51) ayetleridir.

2) El-Esamm şöyle demiştir: "Bundan maksad şudur: Müşrikler, hizmetçilerinin ve mallarının çokluğu ile, başkalarına izzet taslıyorlar ve bununla seni, (yani peygamberi) korkutuyorlardı. Halbuki bütün izzetler. Allahü teâlâ'ya aittir. Binâenaleyh O, onlardan bütün bunları çekip almaya, sana yardım etmeye, onların mallarını ve yurtlarını sana devretmeye kadirdir."

İmdi eğer denirse ki: "Çünkü bütün izzet ve hakimiyyet, Allah'ındır" sözü, Cenab-ı Hakk'ın "Halbuki, şeref, kuvvet ve galibiyet Allah'ındır, peygamberinindir, mü'minlerindir" (Münafıkun. 8) ayetine zıd gibidir" denilirse biz deriz ki:

Arada bir tezat bulunmamaktadır. Çünkü, Hazret-i Peygamberin ve mü'minlerin izzeti, Allah sayesindedir. O halde bütün izzet, Allah'a mahsustur.

Cenâb-ı Hak, "O, hakkıyla işiten, kemaliyle bilendir" buyurmuştur. Yani, "Allah, onların dediklerini duyar, azmettiklerini bilir ve bu şekilde de o kâfirlere yeter, haklarından gelir" demektir.Cenâb-ı Hakk'ın, "Haberiniz olsun ki, göklerde kim varsa, yerde kim varsa (hepsi) muhakkak Allah'ındır" buyruğuna gelince, bu hususta şu iki izah yapılmıştır:

a) Allahü teâlâ, önceki ayetlerde, "Haberiniz olsun ki, göklerde ve yerde olan şeyler muhakkak Allah'ındır..."(Yûnus, 55) buyurmuştur. Bu, akıl sahibi olmayan her şeyin, yani bütün cansızların Allah'ın mülkü ve milki olduğuna delâlet eder. Ama burada ise, ayetteki men kelimesi, aklı olanlara mahsustur. Dolayısıyla bu da, bütün akıllı varlıkların, Allah'ın mülkünün ve milkinin içine girmiş olduklarına delâlet eder. Böylece bu iki ayetin toplamı, bütün her şeyin, Allah'ın mülkü ve milki olduğuna delâlet etmiş olur.

b) kelimesiyle akit olan ve temyiz edebilenler kastedilmiştir ki, bunlar da melekler ile, insan ve cinlerdir. Onların, Allah için ve O'nun mülkünde delâlet etsin diye, özellikle bu üç grubu zikretmiştir. Binâenaleyh, cansız varlıklar bu kulluğa daha lâyıktırlar. Böylece bu tabir, putların, Allah'ın ortakları kılınması hususunu red ve cerh etmiş olur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah 'dan başkasına tapanlar dahi. (gerçekte) Allah a eş koştukları ortaklara tâbi olmuyorlar" buyurmuştur. Buradaki mâ edatı hususunda iki görüş bulunmaktadır:

a) Bu, nefy ve inkâr manasını ifâde eder. Buna göre mâna, "Onlar, Allah'a ortak koştukları şeylere tâbi olmadılar. Aksine onlar, Allah'ın şeriki zannettikleri şeye tâbi oldular" şeklindedir. Bunun bir benzeri de şudur: Birimiz, Zeyd evde bulunmadığı halde, Zeyd'in evde olduğunu zannetse ve Zeyd zannettiği evde bulunan kimseye bu isimle seslense, bu durumda, "O, Zeyd'e hitâb etti" denilmeyip, aksine, "Zeyd sandığı kimseye hitâb etti" denilir.

b) Bu mâ istifham, soru manasındadır. Buna göre sanki "Allah'ı bırakıp da bazı ortaklara tapanlar, neye tâbi oluyorlar?" denilmiştir ki, bundan maksad da, onların bu hareketlerini kınamaktır. Yani, onların bu hususta herhangi bir delilleri bulunmadığını belirtmektir.

Daha sonra Allahü teâlâ, "Onlar zandan başkasına uymuyorlar" buyurmuştur. Bu, "Onlar, ancak bâtıl zanlarına ve fasit vehimlerine tâbi olmuşlardır" demektir. Müteakiben, bu zannın bir hükmü olmadığını; onların ancak yalan söylediklerini, asılsız tahminde bulunduklarını beyân etmiştir. Biz hars kelimesinin manasını, En'âm, 116 âyetinde açıklamıştık.

67

"O. geceyi, içinde sükûn ve istirahat etmeniz için; gündüzü ise, çalışıp kazanmanız için ziyadar olarak yaratandır. Şüphe yok ki bunda kulak verecek bir kavim için ibretler vardır".

Bil ki Allahü teâlâ, "Çünkü bütün izzet ve hakimiyet Allah'ındır" (Yûnus, 65) deyince, bunun böyle olduğuna dair bu ayetle istidlal etmiştir. Buna göre mana, "Allahü teâlâ, sayesinde sükûna ermeniz suretiyle, yorgunluğunuz ve bitkinliğiniz yok olsun diye geceyi yarattı; gündüzü de, sayesinde, gözlerinizle ihtiyaçlarınızı giderebilesiniz diye aydınlık yarattı. Mubsıra kelimesi, gören demektir. Halbuki gündüz kendisinde görülendir. Allah, gündüze, sebebin ismini müsebbebe verme kabilinden, mubsıra (gören) lafzını itlâk etmiştir.

Buna göre şayet, "Cenâb-ı Hakk'ın, "O, geceyi, içinde sükûn ve istirahat etmeniz için... yaratandır" beyanı, O'nun, bunu sırf sükun gayesi için yarattığına; O'nun, "Şüphe yok ki bunda kulak verecek bir kavim için ibretler vardır " ifâdesi de, Allahü teâlâ'nın, gece ve gündüzü yaratmasıyla, pekcok deliller kasdettiğine delâlet etmektedir" denilirse, biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın "sükûn ve istirahat etmeniz için " ifâdesi, bundaki hikmetin sadece bu olduğuna delâlet etmez; olsa olsa, o hikmetin tahakkuk etmesini gerektirir. Amma "Şüphe yok ki bunda kulak verecek bir kavim için ibretler vardır" buyruğuna gelince, bundan maksat, onların, duyduklarını ve dinlediklerini iyice düşünüp, onlardan ibret almalarıdır.

Allah'ın Evlat Edindiği İddiasını Red

68

"Müşrikler dediler ki: "Allah, evlât edindi." Hâşâ, Allah bundan münezzehtir, o müstağnidir. Göklerde ne varsa, yerde ne varsa, hepsi O'nundur. Nezdinizde o iddianıza dair hiçbir delil de yoktur. Yoksa Allah hakkında bilmeyeceğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?".

Bil ki bu, Allahü teâlâ'nın, kâfirlerden nakletmiş olduğu batıl iddiaların bir başka nev'idir. Bu da, onların "Allah, evlât edindi" demeleridir. Bununla, "Melekler, Allah'ın kızlarıdır" diyenlerin iddiaları kastedilebîleceği gibi, yine bununla, "Putlar, Allah'ın çocuklarıdır" diyenlerin sözlerinin kastedilmiş olması da muhtemeldir. Veyahut da bununla böyle söyleyen bir hıristiyan fırkasının kastedilmiş olması da muhtemeldir. Allahü teâlâ, bu sözü reddetmek üzere, bundan sonra"O müstağnidir. Göklerde ne varsa, yerde ne varsa, (hepsi) O'nundur" buyurmuştur.

Bil ki, Allahü teâlâ'nın "ganî" olması, göklerde ve yerde bulunan bütün şeylerin de mâliki olması, O'nun çocuğunun olmasının imkânsızlığına delâlet etmektedir. Bunun izahı birkaç yönden yapılabilir:

Birinci delil: Allahü teâlâ, bu ayette de belirtildiği gibi, mutlak manada ganîdir, müstağnidir. Akıl da buna delâlet etmektedir. Zira, şayet O, muhtaç olsaydı, bir başka Şâni'e (yaratıcıya) muhtaç olurdu ki, bu imkânsızdır. Ganî olan birinin mutlaka, cüzlerden, parçalardan ve kısımlardan uzak ve münezzeh bir fert olması gerekir. Böyle olan herkesin bir cüz'ünden, herhangi bir parçanın ayrılması imkânsız olur. Halbuki çocuk, insanın parçalarından ayrılan bir parça, sonra da o parçadan kendisi gibi bir varlığın meydana geldiği bir varlık demektir. Allah hakkında, bu imkânsız olunca, O'nun Ganî vasfının, evlat edinmesine mani olacağı sabit olur.

İkinci delil: Allahü teâlâ, müstağnidir. Müstağnî olan herkes, kadîm, ezeli, bakî ve ebedî olur- Böyle olan herkesin, son bulması ve sona ermesi imkânsızdır. Halbuki çocuk, sona eren ve son bulan bir şey için meydana gelir, böylece de onun yerini tutmuş olur. Bu şekilde, Cenâb-ı Hakk'ın müstağnî olmasının, O'nun için bir çocuğun bulunamayacağına delâlet etmiş olduğu kesinleşir.

Üçüncü delil: Allahü teâlâ, müstağnî'dir. Müstağnî olanın, şehvet ve lezzet duymakla nitelendirilmesi imkânsızdır. Bu imkânsız olunca, O'nun eşinin ve çocuğunun olması da imkânsız olur.

Dördüncü delil: Allahü teâlâ, müstağnidir. Böyle olan herkesin, çocuğu olması imkânsızdır. Çünkü çocuk edinmek, çocuğu kendisine, meydana gelecek olan faydalı ve zararlı şeyler hususunda yardımcı olsun diye, ancak muhtaç olan kimseler hakkında düşünülebilir. Binâenaleyh, mutlak olarak müstağnî olanın, çocuk edinmesi imkânsız olur.

Beşinci delil: Canlıların yavruları, şu iki şart muvacehesinde crun çocuğu olabilir: Onun tabiat ve hakikati itibariyle ona denk olması. Böylece, onun varlığının başlangıcı ve meydana gelişi, ondan olmuş olur. Halbuki bu, Allah hakkında imkânsızdır. Çünkü Allahü teâlâ mutlak müstağnidir. Mutlak müstağni olan, zâtı gereği, vâcibu'l-vücud (varlığı zorunlu olan) olur. Binâenaleyh, vâcibu'l-vücud'un bir çocuğu olacak olsaydı, o zaman onun çocuğu da ona denk olurdu. Bu durumda da, vacibu'l-vücudun çocuğunun da vacib'l-vücud olması gerekirdi. Ancak ne var ki, O'nun vacibu'l-vücud olması, başkasından doğmasına mânidir. O, başkasından doğmayınca, O çocuk olamaz. Böylece, Allahü teâlâ'nın müstağni olmasının, O'nun çocuğunun olamayacağına delâlet eden delillerin en kuvvetlilerinden olduğu sabit olmuş olur. Bu son üç açıklama, önceki üç açıklamayla beraber son derece kuvvetlidir.

Altıncı delil: Allahü teâlâ, müstağnidir. Müstağni olanın annesinin ve babasının olması da imkânsızdır. Anne ve babadan münezzeh ve berî olanın, evlâttan da münezzeh olması gerekir.

İmdi şayet, "Bu, ifk baba ile bir müşkillik arzeder" denilirse, biz deriz ki:

İlk babanın, başkasının çocuğu olması imkânsız değildir. Çünkü Allah o ilk babayı, kendisinden önceki ebeveynden yaratmaya kadirdir. Ama, Hak teâlâ'nın ebeveyne muhtaç olması imkânsızdır. Aksi halde, mutlak anlamda ganî olamaz.

Yedinci delil: Allahü teâlâ, mutlak olarak müstağnidir. Mutlak olarak müstağni olanın, eşyayı var etmede başkasına muhtaç olması imkânsız olur.

Bu sabit olunca biz diyoruz ki: Bu çocuk, ya kadîm olur, ya da hadis. Şayet kadîm olursa, zâtı gereği vâcib'ul-vücud olur. Çünkü, o, şayet mümkinu'l-vücûd olsaydı, o zaman bir müessire muhtaç olurdu. Halbuki kadîmin, müessire muhtaç olması, var olan şeyin yeniden var edilmesini gerektirir ki, bu imkânsızdır. O zâtı gereği vâcibu'l-vücûd olunca, başkasının çocuğu olamaz; aksine, kendi başına müstakil bir varlık olur. Ama, bu çocuk şayet muhdes olur; Hak teâlâ da, mutlak manada müstağni olursa, bu durumda O onu, bir başkasını ortak koşmadan doğrudan doğruya yaratmaya kadir olur. Böylece bu da, mutlak manada kul olur. Ve O'nun çocuğu olamaz. İşte, Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğundan çıkarılan ve O'nun çocuğunun olmasının imkânsızlığına delâlet eden izahların tamamı budur.

Cenâb-ı Hakk'ın "Göklerde ne varsa, yerde ne varsa, (hepsi) O'nundur" buyruğuna gelince, bil ki, bu "Göklerde ve yerde olan herkes, müstesna olmamak üzere. Rahman olan Allah'a mutlaka kul olarak gelecektir" (Meryem, 93) ayetinin bir benzeridir. Bunun neticesi şuraya varır: Hak, bir ve tek olanın dışında kalan her şey, "mümkin" varlıktır. Her "mümkin" muhtaçtır. Her muhtaç, muhdestir. O halde hak, bir ve tek olanın dışında kalan her şey muhdes olup, onun muhdisi, hâlık ve mucidi Allah'dır. Bu da, Allah'ın eş veya çocuğu olduğu iddiasının fasit bir söz olduğuna delâlet eder. Cenâb-ı Hak, çok net ve açık delil ile, onların kendisine isnat ettikleri şeyin imkânsızlığını beyân edince, müşriklerin elinde bu hususta hiç bir delil bulunmadığına dikkat çekmek için, inkâr ve kınamayı ifâde eden bir ifâdeyi önceki cümleye atfederek, "Nezdinizde o iddianıza dair hiçbir delil de yoktur" buyurmuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu yadırgamada mübalağa ederek, "Yoksa siz, Allah'a karşı, bilmeyeceğiniz bir şey mi söylüyorsunuz?" buyurmuştur. Biz, bu ayetle, dinlerin asılları hususunda, taklît etmenin batıl olduğuna dair istidlal ve ihticâc edildiğini, kıyası ve ahâd haberleri kabul etmeyenlerin, bu iki aslı ibtal etme hususunda bununla istidlal ettiklerini daha önce söylemiştik. Bu husustaki sözümüz daha önce geçmişti.

69

Âyetin tefsiri için bak:70

70

"De ki: "Allah'a karşı yalan uyduranlar, asla felah bulmayacaklardır" (Belki) dünyada cüz'î bir fayda sağlayabilirler. En son dönüşleri ise, ancak bizedir. Bundan sonra da, inkar etmelerinden dolayı, onlara çetin azabımızı tattıracağız".

Bil ki Allahü teâlâ, kahir ve kesin bir delil ile, kendisine çocuk isnâd etmenin batıl bir iddia olup, sonra da, bunu söyleyen kimsenin, sözünün doğruluğuna dair bir delili olmadığını beyan edince, bu görüşün Allah'a karşı bir iftira ve münasip olmayan şeyi O'na mal etmek olduğu açıkça ortaya çıkmış olur. Böylece Cenâb-ı Hak, durumu böyle olan kimsenin, kesinlikle felah bulmayacağını beyan buyurmuştur. Nitekim O, Mü'minûn Sûresinin başında, "Müminler muhakkak felah bulmuştur"(Müminûn, 1) buyurmuştur. Bu sûrenin sonunda da, "Kâfirler muhakkak felah bulamazlar " (Müminûn, 117) buyurmuştur.

Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'a karşı yalan uyduranlar, hiç şüphesiz felah bulmayacaklardır" beyanının içine, bu durum da dahildir. Ancak ne var ki o, bu duruma tahsis edilmemiştir. Aksine, Allah'ın zât ve sıfatları hususunda, ilimsiz ve açık bir delil olmaksızın söz söyleyen herkes, bu tehdidin kapsamına girmektedir. Cenab-ı Hakk'ın "felah bulmaz" buyruğunun manasını, Bakara Sûresi'nde (Bakara 5) ayetinin tefsirinde beyân etmiştik. Özet olarak diyebiliriz ki "felah", maksad ve gayeye vasıl olmak demektir. Buna göre lâ yuflihu tabirinin manası, "O kimse, sa'y ü gayretinde başarıya ulaşamaz; gayesinde başarıya ulaşamaz. Aksine, onun eli boşa çıkar ve hüsrana uğrar..." şeklindedir. Bazı kimseler, dünyevî maksatlarından ve adî gayelerinden bir şeyler elde ettiklerinde de, en yüce maksadı ve gayeyi elde etmiş olduklarını sanırlar. Halbuki Allahü teâlâ, "Bu adi matlûb ve maksad, ancak bu dünyadaki az bir metadır. Sonra, mutlaka ölüm vardır. Ölünce de mutlaka Allah'a dönüş vardır. Bu dönüşte de mutlaka, daha önceki küfür sebebiyle şiddetti bir azabı taddırmam vardır!" diyerek, bu hayâli silip süpürmüştür. Bu, son derece münasib ve son derece güzel ve akıcı bir sözdür. Allah en iyisini bilendir.

Peygamber Kıssalarının Faydaları

71

Âyetin tefsiri için bak:72

72

"Onlara Nuh'un kıssasını oku. Hani o, kavmine: "Ey kavmim, demişti, eğer benim aranızda duruşum, Allah'ın ayetleriyle öğüt verişim size ağır geliyorsa (ne diyeyim) ben ancak Allah'a dayanıp güvenmişimdir. Siz ve ortaklarınız da artık toplanıp ne yapacağınızı kararlaştınn. (O surette ki) sonra bu işiniz sizehiçbir tasa olmasın. Sonra hakkımdaki hükmünüzü icra edin. Bana mühlet de vermeyin! Eğer benim öğütlerimden yüz çeviriyorsanız ben sizden hiçbir mükâfaat istemedim. Benim mükâfaatım Allah'dan başkasına ait değildir. Bana. müslümanlardan olmam emrolundu".

Bil ki, Hak teâlâ, delil ve beyyineleri açıklamakla, onların suâllerini iyice cevaplandırınca, bundan sonra, şu sebeplerden dolayı, Peygamberlerin kıssalarını anlatmaya geçmiştir:

1) Bir kimse, sözü, ilmin nevilerinden herhangi biri hususunda uzattığında, çoğu kez, bu nev hususunda bir bıkkınlık meydana gelir. İnsan, bu neviden, ilmin başka bir nev'ine geçtiğinde gönlü ferahlar, kalbi hoşnut olur, kendisinde yeni bir istek, yeni bir şevk ve yeni bir arzu hisseder.

2) Bu, Hazret-i Peygamber'e, O'nun ashabına, daha önce geçmiş olan peygamberler sebebiyle bir örnek olsun diye zikredilmiştir. Çünkü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), o kâfirlerin davranışlarının her peygambere karşı bu şekilde olduğunu duyduğunda, bütüp bu olanlar ona hafif geliyordu. Nitekim, "Belâ, umumileştiğinde hafifler" denilmiştir.

3) Kâfirler, bu kıssaları dinleyip; câhiller de, geçmiş ümmetler peygamberlerine eziyyet etme hususunda aşırı davranmış olsalar dahi sonunda Allahü teâlâ'nın o peygamberlere yardımcı olduğunu, onları desteklediğini, onları takviye ettiğini anladıklarında, o kâfirlerin böylesi kıssaları dinlemeleri onların hayal kırıklığına uğramalarına, kalblerine korku ve endişenin düşmesine sebep olur. Bu durumda da onların, ezalarını ve beyinsizce davranışlarını azaltmaları umulurdu.

4) Biz, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), bir ilim tedris etmeyip, herhangi bir kitabı da mütâlâa etmeyip, sonra da ne bir tezat, ne bir ilâve, ve ne de bir eksiltme bulunmaksızın, bu kınamaları aynen anlatınca, bunları vahiy ve ilahî tenzil ile öğrendiğine delâlet ettiğini söylemiş, açıklamıştık.

Bil ki, Allahü teâlâ, bu sûrede, peygambelerin kıssalarından üçünü zikretmiştir.

Hazret-i Nuh (aleyhisselâm)'un Kıssası

Birinci kıssa: Hazret-i Nuh (aleyhisselâm)'un kıssası olup, işte bu, bu ayette zikredilmiştir. Bunda şu iki çeşit fayda bulunmaktadır:

1) Hazret-i Nuh'un kavmi küfür ve inkârlarında diretince, Allahü teâlâ, onların helak olmalarını, onları suda boğarak hemen gerçekleştirmiştir. Böylece Allahü teâlâ, Mekke müşriklerine bir ibret olsun ve onları, tevhid ve nübüvveti İnkâr etmekten uzaklaşmaya sevketsin diye onların kıssasını zikretmiştir.

2) Mekke kâfirleri, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kendilerine bahsetmiş olduğu azabın hemen gelmesini istiyorlar ve peygambere: "Sen yalan söyledin; çünkü o azâb bize gelmedi" diyorlardı. İşte bunun üzerine Cenab-ı Allah onlara, Nuh (aleyhisselâm)'ın kıssasından bahsetmiştir. Zira, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onları, bu azâbla korkutuyor, onlar da onu, bu hususta yalanlıyorlardı. En sonunda da bu iş, Hazret-i Nuh'un haber verdiği gibi tahakkuk etmişti. İşte, Hazret-i Muhammed'in haber verdiği azâb da gelecektir.

Nûh(aleyhisselâm) kavmine, "Ey kavmim, eğer benim aranızda duruşum Allah'ın âyetlerimle size öğüt verişim size ağır geliyorsa (ne diyeyim) ben ancak Allah'a dayanıp güvenmişimdir" demiştir. Bu, bir şart-ceza cümlesidir. Şart kısmı, şu iki kayıddan meydana gelmiştir:

Birinci kayıt: Ayetteki "Eğer benim aranızda duruşum... size ağır geliyorsa" ifadesidir. Vahidî, "Basît" adlı eserinde şöyle demektedir: "Arapça'da yaşlılığı ifâde etmek için, fiili; birşey büyük olup, ağır geldiğinde ise, fiili kullanılır." İbn Abbas (radıyallahü anh), bu ayete, "size ağır geliyorsa, güç geliyorsa, benim durumum size büyük geliyorsa" manalarını vermiştir. "Makam" kelimesi, tıpkı "ikâmet" kelimesi gibi masdardır. Nitekim Arapça'da, "O, onların arasında durdu" denilir. Mîm harfinin zammesi ile, mükâm kelimesi ise, ism-i mekân olarak, "durulacak yer" manasına gelir. Cenâb-ı Allah ayetteki "makam" lafzı ile, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'un kavmi arasında uzun zaman bulunmasını kastetmiştir. Velhasıl ayetteki tabiri, onların, "Falancanın gölgesi ağır" şeklindeki sözleri gibidir

Bil ki bu ağırlığın sebebi şu iki şeydir:

a) Hazret-i Nûh (aleyhisselâm), kavmi içinde dokuzyüz elli sene yaşamıştı.

b) O kâfir, fasit ve batıl dinlerine ve gidişatlarına iyice alışmışlardı. Bir dinî yola alışan kimsenin, ondan başka bir yola davet edilip, dininin zayıflığının anlatılması o kimseye ağır gelir. Bundan dolayı bütün davet .müddetince bu iş yapılsa, bu ona daha ağfr ve daha nahoş gelir. Yine o kimseye dininin yanlışlığına dair kesin deliller getirilse, nefreti o nisbette artar. İşte bu ağırlığın meydana geliş sebebi budur. ,

İkinci kayıt, ayetteki "Allah'ın aletleriyle öğüt verişim size ağır geliyorsa" ifadesidir. Bil ki, dünya sevgisi ile kaplanmış ve dünyevî lezzetlerle elde etmeye düşkün karakterlerin, itaat ile emrolunmaktan ve günâh ile münkerâîtan vazgeçirilmekten son derece nefret eder. ölümü duymaktan ve dünyanın kınanmasından çok rahatsız olur. Böyle olan kimse, marufu (iyiyi) emredip, münkeri (kötülükleri) nehyeden kimseyi ağır bulur, ondan hoşlanmaz.

Bu deyimle ilgili bir başka izah da şudur:

"Hak teâlâ'nın bu ifadesi, "Peygamberler, bir cemaata va'z'u nasihat ettiklerinde, durdukları yer görülsün ye sözleri duyulabiisin diye, ayakta vaz-u nasihat ederlerdi. Nitekim Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'nın, havarilerine, kendisi ayakta, onlar oturur oldukları halde va'z ettiği nakledilmiştir.

Bil ki bu ayetteki şart cümlecikleri bunlardır. Bunların cezası (cevabı)nın ne olduğu hususunda iki görüş vardır:

Birinci görüş: Bunların cevabı, "Ben ancak Allah'a dayanıp güvenmişimdir" ifadesidir, Bu, "Aşın buğzunuz, sizi bana eziyet etmeye sevkediyor. Ben ise, bu şerrinize, ancak Allah'a tevekkül ederek karşılık veriyorum" demektir. Bil ki, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm), hep Allah'a tevekkül ediyordu. Bu ifâde ise, onun sadece o esnada Allah'a tevekkül ettiği zannını uyandırmaktadır. Binâenaleyh bunun manası "O, o şerri defetmek için o esnada Allah'a tevekkül etmiştir" şeklindedir.

İkinci görüş: Bu, ekserî âlimlerin görüşü olup, buna göre şartın cevabı, ayetteki "Siz ve ortaklarınız da artık toplanıp ne yapacağınızı kararlaştırın " ifadesidir. Bu takdirde, "Ben ancak Allah'a dayanıp güvenmişimdir" ifâdesi ise, şart ile cevabı arasına girmiş cümle-i muterizedir. Bu tıpkı "Eğer sen, benim bir şeyimi yadırgadınsa, Allah bana kâfidir. İstediğini yap" demen gibidir. Bil ki şartın cevabı da, sıra ile şu beş kaydı ihtiva etmektedir:

Birinci kayıt : Ayetteki, "işinizi toplayın" ifadesidir. Bu hususta iki bahis vardır:

Birinci bahis: Ferrâ şöyle der: "İcmâ bir şeye hazırlanmak ve karar vermektir. Nitekim şair:

"Temenni ve hülyaların hiçbir faydası olmaz ya. (yine de) ah keşke bilebilsem! Durumum kararlaştırılmış olduğu halde, bir gün ben de sabah erkenleyin gerçekten yola çıkacak miyim?.." demiştir. Binâenaleyh sen, dağınık kimseleri toplamak istediğinde, "Kavmi topladım, onlar da toplandılar" dersin.

Ebu'l-Heysem de şöyle der: "Dağınıkken onları bir araya getirdi" manasında, "işini toparladı"; "Onu düşünmeye başladı" manasında da (......) denilir. Yine insan bazan, "şöyle yapıyorum, böyle yapıyorum" der. Ama belli bir işe azmettiğinde, onu toparlamış olur, denilir. Bu, "O, o işini toparladı" demektir. İşte ayetteki ecmiû lafzının esas manası budur. Hâk Teâlâ'nın, "Onlar hile yaparak işleyecekleri işi toparladıkları zaman... "(Yûsuf, 102) ayeti de bu manayadır. Bu fiil, daha sonra alâ harfi cem ile birlikte, "azmetme, kararlaştırma" manasına kullanılarak, "Ona azmettim " manasında denilmiştir. Bunun aslı, "işi toparladım, kararlaştırdım" şeklidir.

İkinci bahis: Esmaî, Nâfi'nin, sülâsîden ve hemze-i vasıl ile bunu fe ecmaû şeklinde okuduğunu rivayet etmiştir ki, bunun şu iki izahı yapılabilir:

a) Ebu Ali el-Fârisî şöyle demektedir: "Ayetin takdiri, "içinizden iş sahiplerini (iş yapabilecek olanları) biraraya toplayınız" şeklindedir. Buna göre muzaaf olan zevî hazfedilmiş, muzaaf olduğu takdirde ona gelmesi gereken şey, muzaafun ileyhe gelmiştir.

b) İbnü'l-Enbârî şöyle demektedir: "Buradaki "emir" (iş)den maksad onların çeşitli hile ve tuzaklarıdır. Buna göre ayetin manası, "Sizler elinizden gelen işlerden hiçbirini geri bırakmayıp, yapın" şeklindedir.

İkinci kayıt: Bu, ayetteki, "ve ortaklarınızı toplayın " ifadesidir. Bu hur usta da birkaç bahis vardır:

Birinci bahis: Bunun başındaki "ve" maa manasındadır. Buna göre mana "Ortakarınızla birlikte işinizi toplayınız " şeklindedir. Bu, Arapların, "Eğer deve ve yavrusu, (yani yavrusuyla birlikte) bırakılacak olursa, o onu emer"; "Eğer kendini aslanla başbaşa bırakırsan, o seni yer" şeklindeki sözlerine benzer.

İkinci bahis: Burada bahsedilen "ortaklar"dan murad, o kâfirlerin "ilah" saydıkları putları olabileceği gibi, kendi dinleri ve inançlarında olan insanlar da olabilir. Eğer birincisi murad edilmiş ise, bu durumda Cenâb-ı Hak kâfirleri, putların faydalı ve zararlı olabileceği inançlarından dolayı, putlardan yardım istemeye davet etmiştir. Yok eğer ikinci mana murad ise, onların onlardan (yani birbirlerinden) yardım istemelerinin ne demek olduğu açıktır.

Üçüncü bahis: Hasan el-Basrî ve bir kısım kıraat imamı, merfû zamir üzerine atfederek kelimeyi, ref ile (......) şeklinde okumuşlardır ki bunun takdiri: "Siz ve ortaklarınız toplanınız" şeklindedir. Vahidî bunun, te'kid zamiri olmaksızın da olabileceğini söylemiştir. Zira ayetteki, emrekûm, zamir ile. onun üzerine atfedilen şey arasında bir fasıladır. Dolayısıyla bu fasıla, zamir-i müekkidden bir bedel olur. Ferrâ bu kıraati uygun bulmamıştır. Çünkü bu kıraat ayetin, vâv ile şeklinde yazılmasını gerektirir ki, bu şekilde bir yanlış mushaflarda yer almamıştır.

Üçüncü kayıt: Bu, "Sonra bu işiniz, size hiçbir tasa olmasın" ifadesidir. Ebu'l-Heysem, buna, "İşiniz kapalı kalmasın" manasını vermiştir. Bu, Arapların, hilal görülmediğinde söyledikleri şeklindeki deyimlerinden alınmıştır. Tarâfe de şöyle demektedir:

"Ömrüme yemin olsun ki, benim işim, bana hep belirsiz ve müphem değildir! Ne gündüzüm, ne de gecem bana ebedî değildir."

Leys şöyle der; "Arapça'da bir kimse işine yol bulup yapamadığında, denilir. Zeccâc bu ayete, "işiniz açık ve net olsun" manasını vermiştir.

Dördüncü kayıt: Bu, "Sonra hakkımdaki hükmünüzü icra edin " ifadesidir. Bu ifade ile ilgili de iki bahis vardır:

Birinci bahis: İbnü'l-Enbârî, bunun manasının, "Bana karşı kötülüklerinizi ve beni tehdid ettiğiniz herşeyi yerine getiriniz (elinizden geleni ardınıza koymayın)" şeklinde olduğunu söylemiştir. Nitekim Araplar, "ölüp gitti" manasını kasdederek, derler. Bazıları da birşeyin "kaza"sının, sapasağlam yapılması, edâ edilmesi ve tamamlanması olduğunu söylemişlerdir ki işte bu manadan dolayı hâkime, "kadî" ismi verilmiştir. Çünkü kadı hükmettiğinde işi bitirmiş olur. Buna göre, Hak teâlâ'nın bu ifadesi, "işinizi bitiriniz, içinizde (aklınızda) olanı yürürlüğe koyunuz ve benimle aranızdaki meseleyi sonuçlandırınız" manasında olur ki, "Biz kitapta İsrailoğullarına şuna hükmettik., ." yani "onlara kesin olarak haber verdik"ayeti ile "Ona şu emri vahyettik..." (Hicr, 66) ayeti de bu manadadır. Kaffal (r.h) şöyle der: "Burada ilâ kelimesinin getirilmesi, bir mecazdır. Bu, Arapların "Sana karşı olan ahdimden çıktım ve onu bozdum" şeklindeki deyimlerinden alınmıştır. Ayetteki emir sigası ile olan bu ifâdede, haber cümlesi manası vardır. Buna göre sanki Cenâb-ı Hak, "Sonra üzerinde karar kılıp, hükmettiğiniz şeyi yerine getiriniz" demiştir.

İkinci bahis: Bu ifade, fâ ile. "Bana şerrinizi ulaştırınız" manasında, şeklinde de okunmuştur. Bu okuyuşun, insan sahraya çıktığında söylenilen deyiminden alındığı söylenmiştir. Yani "Onu bana karşı ortaya koyun, ortaya çıkarın" demektir.

Beşinci kayıt: Bu ayetteki "Bana mühlet de vermeyin" ifadesidir. Bu, "Siz, bana, üzerinde anlaştığınız şeyi bildirdikten sonra, mühlet vermeyin" demektir. Bütün bu kayıdların izahı işte budur.

Ayetteki Örnek Fikir Silsilesi

Kâdî, bu ayetin en güzel bir şekilde tertib edilmiş olduğu hususunda şu izahı yapmıştır: "Hazret-i Nûh işin başında, "Allah'a tevekkül ettim, Allah'ın vaadine güvendim. O, vaadinden caymaz. Beni ölüm ve işkenceyle tehdidinizin, sizi Allah'a davetten beni alıkoyacağını sanmayın" demiş ve sonra da davetinin doğruluğuna delâlet eden şeyleri ortaya koyarak, "İşinizi toplayın" demiştir. Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) onlara sanki, "Gayenizi gerçekleştirecek sebeb ve yollardan gücünüzün yettiği herşeyi toptan yapın" demiş ve sonra bununla yetinmeyerek, onlara. "Destekçi olacak ortaklarınızı da toplayın" demiştir. Bu iki şeyle yetinmemiş, bunlara bir üçüncü hususu ekleyerek, "Sonra bu işiniz size hiçbir tasa olmasın " demiş, bununla onların bu hususta herşeyi iyice açıkça anlamalarını kastetmiştir. Bununla da yetinmeyip dördüncü bir hususu ekleyerek, "Sonra hakkımdaki hükmünüzü icra edin" demiştir. Bundan maksadı da, onların o kötülüklerin hepsini kendisine yöneltmeleridir. Buna bir beşincisini eklemiştir ki: O da, "Bana mühlet de vermeyin" ifadesidir. Bu, 'Yapabileceğiniz hiçbirşeyi geri bırakmayın, hemen yapın" demektir. İşte bu sözün sonu budur. Böylesi sözün, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'un, Allah'a tevekkül etme hususunda ve onların hileleri ile tuzaklarının kendisine ulaşmayacağına ve tesirli olmayacağına olan inancında zirveye vardığına delâlet ettiği malumdur.

Ayetteki "Eğer benim öğütlerimden yüz çeviriyorsanız, ben' sizden hiçbir mükâîaat istemedim" ifadesi hakkında müfessirler şöyle demektedirler: "Bu, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'un, Allah'ın dinine davet etmesine karşılık onlardan bir mal istemediğine bir işarettir. İnsan, her nezaman tamahtan uzak olursa, sözü kalblerde daha tesirli olur." Bana göre bu hususta şöyle bir izah da yapılabilir: Hazret-i Nûh (aleyhisselâm), onlardan kesinlikle korkmadığını ortaya koymuştur. Çünkü korku ancak iki şeyden, yani bir şerrin dokunması ve bir menfaatin kesilmesi endişesiyle olur. Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) önceki ayette, onlardan gelecek serlerden, bu ayette de onların kendisinden menfaati kesmelerinden korkmadığını beyan etmiştir. Çünkü o, onlardan herhangi bir şey almamıştır ki, onların kendisinin bir menfaatini kesmelerinden korksun.

Daha sonra ayette "Benim mükâfaatım Allah'dan başkasına âit değildir. Bana, müslümanlardan olmam emredildi" buyurulur. Bu hususta şu iki mana verilmiştir:

a) "Siz ister İslâm'ı kabul edin, ister etmeyin, ben İslâm üzere olmakla emrolundum, "

b) "Ben, bu davetten (tebliğden) ötürü başıma gelen her şeye boyun eğmekle emrolundum." Bu ikinci mana, buraya daha uygundur. Çünkü Hazret-i Nûh (aleyhisselâm), "Sonra hakkımdaki hükmünüzü icra edin" deyince, onlara, bu hususta başına gelecek herşeye boyun eğmekle emrolunduğunu açıklamıştır. Allah en İyi bilendir.

73

"Yine onlar kendisini tekzib ettiler. Biz de hem onu, hem gemide beraberinde bulunan kimseleri selâmete erdirdik ve bunları halifeler yaptık. Ayetlerimizi yalan sayanları ise boğduk. Bak, imâr edilenlerin sonu nice olmuştur?".

Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) ile o kâfirler arasında geçen bu konuşmayı nakledince, hadisenin vardığı neticeyi de bildirmiştir.. Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) ile ashabı bakımından hadisenin neticesi şu iki şeydir:

a) Allahü teâlâ, onları kâfirlerden kurtarmıştır.

b) Onları, (tufanda) boğulup helak olanların yerine, yeryüzünün) halîfeleri kılmıştır.

Hadisenin, kâfirler bakımından neticesi de, Allah'ın onları suda boğup helak etmesidir. Bu hadiseyi, peygamberi tasdîk eden de, tekzîb eden de dinlediğinde, bu, Nuh'un kavminin başına gelen şeyin, kendi başlarına da gelmesi ve Hazret-i Nuh'un inananlarının ulaştıkları şeyin misline ulaşması bakımından mü'minler içirv imanda devama bir sebep ve mükellefler için bir zecr olmuş olur. Teşvîk ve sakındırmadaki bu metod, geçmiş ümmetlerden hikaye yoluyla nakledildiğinde, yeni ifâde edilen bir tehdidden daha tesirli olur. Cenâb-ı Allah, peygamberlerinin kıssalarını işte bu tarz üzere zikretmiştir. Nûh kıssasının tafsilatı, başka sûrelerde geçmiştir.

74

"Sonra onun arkasından, kendi kavimlerine (birçok) peygamberler gönderdik ve bunlar, onlara apaçık mucizeler getirdiler. Fakat önceden yalan saydıkları için, inanmadılar. İşte haddi aşanların kalbleri üzerine biz böyle mühür basarız".

Bil ki bundan, "Biz, Nûh'dan sonra peygamberler gönderdik" manası kasdedilmiştir. Allahü teâlâ, o peygamberleri burada, isim isim saymamıştır. Hûd, Salih, İbrahim, Lût ve Şuayb (salavatullahi aleyhim) onlardandır.

"Beyyinât" kesin mucize demektir. Böylece Allahü teâlâ, o geçmiş peygamberlerin ümmetlerinin metodunun da, yalanlama hususunda, aynı Nûh (aleyhisselâm)'un kavminin metodu üzere olduğunu, Allah'ın tekzibe sapmış olan Nuh'un kavmini helak etmesiyle ilgili olarak o kavimlere ulaşan haberin de, onları bu yalanlamadan alıkoymadığını haber vermiş ve bundan dolayı "Daha önceden yalan saydıkları için, inanmadılar" buyurmuştur. Bu ifâde ile, Nûh (aleyhisselâm)'un kavminin yalanladıkları şeyin aynısı murad edilmemiştir. Çünkü onların zamanında, bu meydana gelmemişti. Aksine bununla, onların yalanladıkları mucizelerin misli murad edilmiştir. Çünkü bütün peygamberlerin elinde zuhur eden kesin mucizelerin hepsi, sanki tek bir şey gibidir.

Cenâb-ı Allah daha sonra, "İşte haddi aşanların kalbleri üzerine biz böyle mühür basarız" buyurmuştur. Alimlerimiz, Allahü teâlâ'nın insanı bazan imandan alıkoyacağına, bu ayeti delil getirmiştir ki, bunun izahı açıktır. Kâdî ise şöyle demektedir: "Tab (mühürleme), iman etmeye manî değildir. Bunun delili, Hak teâlâ'nın "Hayır, Allah onların kalbleri üzerine, küfürleri yüzünden mühür basmıştır. Artık, birazı müstesna, onlar iman etmezler" (Nisa, 155) ayetidir. Binâenaleyh eğer tab (kalbi mühürleme), imana manî olsaydı, bu istisna yapılamazdı." Buna şöyle cevap verilir: Bu mesele hakkındaki sözümüz, (Bakara. 7) ayetinin tefsirinde geçmişti. Onu burada tekrar etmeye gerek yok.

İkinci Kıssa: Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın Kıssasıdır.

75

Âyetin tefsiri için bak:77

76

Âyetin tefsiri için bak:77

77

"Sonra bunların ardından da Musa'yı ve Harun'u ayetlerimizle. Firavuna ve onun ileri gelenlerine gönderdik. Fakat kibirlerine yediremediler. Onlar işte böyle günahkâr bir kavim idiler. Tarafımızdan kendilerine hak geldiği vakit, "Hiç şüphesiz, bu apaçık bir sihir!" dediler. Musa da, "Siz, hak için, o size gelince "Bu bir sihir mi" dersiniz? Halbuki, sihirbazlar asla umduklarına eremezler" dedi"

Bil ki bu ayeti tefsire gerek yoktur. Fakat bu hususta şöyle bir soru sorulabilir: Hazret-i Musa'nın kavmi, "Hiç şüphesiz bu bir sihirdir" derken, Hazret-i Mûsâ (aleyhisselâm)'nın, onların "Bu bir sihir mi?" diye soru şeklinde söylediklerini nakletmesi nasıl uygun olur? Buna şöyle cevap verilir: Hazret-i Musa (aleyhisselâm), onların "Bu bir sihir mi?" dediklerini nakletmemiş, aksine "Hak size geldiği zaman, hak konusunda siz şöyle şöyle mi söylersiniz?" demek istemiştir. Sözde, durum (karine) kendisine delâlet ettiği için, "söyler misiniz?" fiilinin mef'ûlü olan "söyleyeceğinizi" ifâdesi hazfedilmiştir. Daha sonra Hazret-i Mûsâ, yeni bir cümle olarak, "Bu bir sihir mi?" buyurmuştur ki, bu bir istifham-i inkârîdir. Daha sonra da, "Sihirbazlar asla umduklarına eremezler" diyerek, o hakkın bir sihir olmadığına istidlal etmiştir. Bu "Sihirbazların yaptıklarının neticesi bir göz boyama ve aldatmacadır. Onlar, umduklarına nail olamazlar" demektir.

Değneğin bir yılana dönmesi ve denizin yarılması meselesine gelince, bunların bir gö2 boyama ve aldatma kabilinden olmadığı zaruri olarak bilinmektedir. Binâenaleyh bunların bir sihir olmadığı sabit olmuş olur,

78

Âyetin tefsiri için bak:82

79

Âyetin tefsiri için bak:82

80

Âyetin tefsiri için bak:82

81

Âyetin tefsiri için bak:82

82

"Sen atalarımızı üzerinde bulduğumuz yoldan bizi döndüresin de bu yerde devlet ikinizin elinde olsun diye mi bize geldiniz? Biz ikinize de inanacak değiliz" dediler. Firavun, "Butun usta sihirbazları bana getirin" dedi. Nihayet sihirbazlar geldiği zaman Musa onlara, "Ne atacaksanız atın" dedi. Vaktaki onlar attılar. Musa dedi ki: "Bu, sizin getirdiğiniz şey, sihirdir. Allah, şüphesiz ki onun boş olduğunu ve asılsızlığını meydana çıkaracaktır. Allah elbet, fesadçıların işini ıslâh etmez. Allah, mücrimlerin hoşuna gitmese de hakkın hak olduğunu kelimeleriyle isbât eder"

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Firavun'un Hazret-i Musa'nın Tebliğini Reddetmesi

Bil ki Allahü teâlâ, Firavun ve kavminin, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın davetini kabul etmediklerini nakletmiştir. Onlar şu iki şeyden dolayıkabul etmemişlerdir:

1) Ayette, "Sen, atalarımızı üzerinde bulduğumuz yoldan bizi döndüresin..." sözü ile anlatılan husus.

Vahidi şöyle demektedir: "Arapça'da "left" birşeyden vazgeçmek manasına olup, asıl (kök) manası "bükmektir." Nitekim birisi birisinin boynunu büktüğünde, denilir. "Yüzünü, ona doğru döndürdü" manasında denilmesi de bundandır.

Ezherî şöyle der: "Arapça'da, birisi birşeyi büküp eğirdiğinde, denilir ki bu, bu iki fiil, birbirinin maklûbudur (harf yerleri değiştirilmiş olup, aynı manayadır)."

Bil ki bu sözün neticesi, onların, "Biz, üzerinde olduğumuz dinimizi bırakamayız. Çünkü atalarımızı bu din üzere bulduk" demelerine varır ki, bu da, onların sırf taklide tutunup, açık delilleri sırf inad ile savuşturma yoluna girdiklerini gösterir.

2) "bu devlet ikinizin elinde olsun dîye mi..." ifadesinde anlaşılan husustur. Müfessirler bunun manasının, Hazret-i Mûsâ ile Harun'a bir hitab olmak üzere, "Mısır topraklarında mülk ve izzet sizin olsun diye mi?..." şeklinde olduğunu söylemişlerdir.

Zeccâc şöyle demektedir: "Mülk, dünyada, istenilen şeylerin en büyüğü olduğu için "kibriyâ" diye adlandırılmıştır. Peygamberi de, kavmi tasdik ettiğinde, ümmetinin işinin idaresi ona kalır; böylece de o, kavminin en büyüğü olmuş olur."

Bil ki, birinci sebep, taklide tutunmaya, ikinci sebep de, dünyayı arzu etmedeki düşkünlüğe ve liderliğin devam etmesi hususundaki gayret ve çabalara bir işaret olmuş olur. Hazret-i Musa'nın kavmi, bu iki sebebi belirttiklerinde, hükümlerini açıkça ortaya koyarak, "Biz ikinize de inanacak değiliz" demişlerdir. Bil ki kavim bu gerekçeleri ileri sürünce, onlar bundan sonra da çabalarını sürdürmüşler ve insanlar nezdinde Hazret-i Musa'nın yapmış olduğu şeyin de sihir babından olduğunu ortaya koymak için, Hazret-i Musa'nın mucizesine'çeşitli sihirlerle mukabele etmek istemişlerdir. Bu cümleden olarak Firavun, bütün sihirbazlarını bir araya getirdiğinde onlara, "Musa onlara "Ne atacaksanız atın.." dedi.

Peygamber Batıl Bir İşi Emreder mi?

Buna göre şayet: "Hazret-i Musa, küfrü emretmek bir küfür olduğu halde, onlara nasıl küfrü emretmiştir?" denilirse, biz deriz ki; Hazret-i .Musâ onlara, yaptıkları şeylerin fasit bir İş ve bâtıl bir gayret olduğu insanlar nezdinde ortaya çıksın diye, değnek ve iplerini atmalarını emretmiştir, yoksa onlara sihri emretmek üzere bu sözü söylememiştir. Onlar da iplerini ve değneklerini atınca, Hazret-i Musa onlara: "Yaptığınız şey, batıl bir sihirdir" demiştir. Bundan maksadı şudur: Kavim Hazret-i Musa'ya senin yaptığın sihirdir, deyince, Hazret-i Musa (aleyhisselâm): "Sizin söylediğiniz şey batıldır, aksine hak olan, sizin yaptığınız şeyin bir sihir ve batıllığı apaçık olan bir göz boyama oluşudur..." demiş, sonra da Cenâb-ı Hakk'ın, hakkı yerleştireceğini, bâtılı da İbtâl edeceğini haber vermiştir. Allahü teâlâ da diğer sûrelerde, o sihri nasıl iptal ettiğini haber vermiştir ki bu da, o ejderhanın, o ip ve değnekleri yutması sebebiyle olmuştur.

İkinci Mesele

(......) ifadesindeki mâ kelimesi ellezî manasında ism-i mevsûl olup, mübtedâ olarak merfû, haberi ise, es-sihr kelimesidir. Ferrâ şöyle demiştir: "Bu kelime, etiflâm ile es-sihr şeklinde gelmiştir. Çünkü bu, daha önce geçmiş olan bir kelâma verilmiş olan bir cevaptır. Baksana o kavim, Hazret-i Musa onlara gelince: "Bu, sihirdir" demişler, bunun üzerine Musa da onlara, "Hayır, sizin yaptığınız sihirdir" cevâbını vermiştir. Binâenaleyh, bu kelimenin başına eliflâmın gelmesi gerekir. Çünkü belirsiz kelime, tekrar söylenildiği zaman, marife olarak söylenir. Bu tıpkı, bir kimsenin bir başkasına, "Bir adamla karşılaştım" deyip de, o başkası da ona, "kimdi o adam?" diyerek kelimeyi eliflâmlı olarak "Kimdir o adam?" şeklinde söylemesi gibidir. Şayet o adam ona, etiflâmsız olarak demiş olsaydı, o zaman onun zihnine, o kimsenin daha önce ona bahsettiği o adamı sormuş olduğu gelmezdi." Ebu Aınr, istifham ile (sihir mi?) şeklinde okumuştur. Bu kıraata göre ma istifhamiyye ve mübteda olarak merfû olup, far de, onun haberi mahallinde gelmiş cümle olur. Buna göre sanki, "Neyi getirdiniz?" denilmiş de, daha sonra da, bir kınama ve azarlama tarzında "sihri mi?" denilmiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı (Mâide. 116) buyruğunda olduğu gibidir. Sihir kelimesi, mübtedâdan bedeldir. İstifham olmak hususunda "mübdelun minh"e denk olsun diye, bunun başına da istifhamın gelmesi gerekmiştir. Bu, senin tıpkı, "Malın ne kadardır? Yirmi mi, otuz mu?" deyip de, (......) ifâdesini (......)den bedel kılman gibidir. "Sihir" kelimesi için bir haberin takdir edilmesine gerek yoktur. Çünkü sen onu, mübtedâdan bedel tuttuğunda, o, mübtedâ yerine, mübdelun minh'den haber olan şey de onun haberi yerine geçmiş olur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Allah, onu boşa çıkaracak ve onu yapanı rüsvay edecektir. Zira Allah, müsriflerin amelini ıslâh etmez, yani onu ne kuvvetlendirir, ne de tamama erdirir" buyurmuştur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah, mücrimlerin hoşuna gitmese de hakkın hak olduğunu kelimeleriyle isbât eder" buyurmuştur. İhkak-ı hak'ın manası, onu izhâr edip takviye etmektir. (......) ifadesiyle de, O'nun Hazret-i Musa'ya olan vaadi kastedilmiştir. Buna, "O'nun daha önce sebkat etmiş olan kaza ve kaderiyle..." manası da verilmiştir. Kelimâtullah'ın ne demek olduğu hususunda anlaşılması zor, derin ve yüce konular bulunmaktadır ki, biz bunu, bu kitabın bazı yerlerinde zikretmiştik.

Hazret-i Musa'ya Sadece Bir Zürriyetin İnanması

83

"Neticede Musa'ya -onlar da Firavun'un ve yöneticilerinin kendilerine çektirecekleri sıkıntılara hedef olarak- bir kısım gençlerden başka iman eden olmadı. Çünkü Firavun o yerde cidden gâlibti ve cidden aşırı gidenlerdendi".

Bil ki Allahü teâlâ, biraz önce Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın elinde zuhur eden büyük mucizelerden ve değneğinin, o sihirbazların hazırlamış olduğu sihir aletlerini yuttuğundan bahsetmişti. Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların, bu büyük mucizeleri müşahade etmelerine rağmen, kavminden az bir zürriyet müstesna, O'na kavminden hiç kimsenin iman etmediğini beyân etmiştir. Allah bunu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i teselli için zikretmiştir. Çünkü o, kavminin kendisinden yüz çevirmesi ve inkârlarına devam etmeleri sebebiyle, üzülüyordu. Bunun üzerine Allah, peygamberine, kendisi için bu konuda diğer peygamberlerde örnekler bulunduğunu beyân buyurmuştur. Çünkü Hazret-i Musa'dan zuhur eden şey, gözün görmesi açısından, olabilecek en büyük mucize idi. Ama buna rağmen, tek bir zürriyet hariç, O'na onlardan kimse iman etmemişti.

"Zürriyet" Kelimesinin Tefsiri

Alimler, bu ayette geçen zürriyetten ne murad edildiği hususunda, şu şekilde ihtilâf etmişlerdir:

1) Zürriyetin manası, iman edenlerin sayısının az olduğunu belirtmektir. İbn Abbas şöyle demektedir: "Önemsiz ve küçük görmek için, bir topluluk (zürriyet) lafzıyla ifâde edilir. Binâenaleyh, bu takdire göre bunu, burada küçümseme ve hor görme manasına hamletmenin imkânı yoktur. Bu sebeple bunun, "sayıları az" anlamında, küçük görmeye hamledilmesi gerekir.

2) Bazıları da şöyle demiştir: Bununla, onları (küfre) çağıranların çocukları murad edilmiştir. Çünkü onların babaları, küfürlerine devam ediyorlardı. Bu husus ya, evlâdların kalblerinin daha yumuşak olmasından dolayı veyahut da o evlâtlarını küfürde ısrar etmeye sevkeden şeylerin daha hafif olmasından dolayıdır.

3) Zürriyyet, babaları Firavun kavminden, anneleri ise, İsrailoğullarından olan bir topluluktur.

4)Zürriyet, Firavun'un ehlinden, yani karısı Asiye'den, hazinedarından, onun hanımından ve bu hanımın hizmetçisinden meydana gelmiştir. Ayetteki sözünde geçen zamirin neye râci olduğu hususuna getince, âlimler bu hususta da ihtilâf etmişlerdir. Buna:

a) Musa'nın kavminden;

b) Firavun'un kavminden, manaları verilmiştir. Zira, her ikisi de daha önce geçmişti. Ama daha uygun ve açık olanı, bunun, "Musa'nın kavminden" manasında olmasıdır. Çünkü bu, daha önce geçenlerden, zamire en yakın olanıdır. Diğer taraftan da, Hazret-i Musa'ya iman edenlerin İsrailoğullarından olduğu nakil ile de sabittir.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Firavun ile yöneticilerinin kendilerine açacağı belâya hedef olarak.." ifadesine gelince, bu hususta birkaç bahis vardır:

Birinci bahis: Musa'ya iman eden o kimseler, hiç şüphesiz Firavun'dan cidden korkuyorlardı. Çünkü Firavun, yakalaması şiddetli olan ve Hazret-i Musa'ya düşmanlığını da açıkça izhâr etmiş bir kimse idi. Binâenaleyh o, kavminin meylinin Hazret-i Musa'dan yana olduğunu bildiği için, onlara eziyyet etme hususunda çok ileri gidiyordu. İşte bundan dolayı da onlar ondan korkuyorlardı.

İkinci bahis: Cenâb-ı Hak, Firavun tek olduğu halde, aşağıdaki sebeplerden dolayı zamiri çoğul getirerek "ve yöneticileri" buyurmuştur:

a) Bazan, müfred bir lâfız, cemi bir lafızla ifade edilebilir ki, bundan maksad tazimdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Muhakkak ki zikri biz indirdik, biz!.." (Hicr, 9) buyurmuştur.

b) Ayetteki "Firavun" sözüyle, onun ailesi kastedilmiştir.

c) Bu, muzâfın hazfedilmesi kabilindendir. Bununla sanki, "Firavun âlinden" manası kastedilmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur ki bu, "O, onları, kendilerine çeşitli belâları musallat kılmak suretiyle dinlerinden çevirir" anlamındadır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Şüphesiz Firavun, yeryüzünde gâiib ve kahirdi; ve o, aşm gidenlerdendi" buyurmuştur. Bununla, "O, herhangi bir hususta kendisine muhalefet eden kimseleri çokça öldüren, çokça azâb edendi" manasının da kasdedildiği ileri sürülmüştür ki, bundan maksat, o mü'minlerin korkularının sebebini ortaya koymaktır. "O, müsriflerdendi, zira o, kulların en adisi olduğu halde, uluhiyyet iddiasında bulundu" manası da verilmiştir.

84

Âyetin tefsiri için bak:86

85

Âyetin tefsiri için bak:86

86

"Musa dedi ki: "Ey kavmim, eğer siz gerçekten Allah'a iman ettiyseniz, O'na (ihlas ile) teslim olmuş müslümanlar iseniz, artık ancak O'na güvenip dayanın." Onlar da şöyle dediler: "Biz yalnız Allah'a güvenip dayandık. Ey Rabbimiz, bizi o zâlimler güruhuna bir fitne mevzuu yapma ve bizi, rahmetinle o kâfirler güruhundan kurtar"

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Hazret-i Musa'nın Kavmine Tevekkül Talimatı Vermesi

Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğu, birisi önce, diğeri de sonra gelen iki şarta talik edilmiş olan bir ceza cümlesidir. Fukahâ şöyle demiştir: "Sonra olanın önce; önce olanın sonra olması gerekir. Bunun misâli, bir kimsenin hanımına "Eğer eve girer, Zeyd'le konuşursan, boşsun" demesi gibidir. Durum böyledir, zira o kimsenin, ifadesinin tamamı ifadesine bağlanmıştır. Halbuki, şart koşulan şey, şarttan sonra olur. Bu, lafız bakımından sonra olanın, manâ bakımından önce, tafız bakımından önce olanın, manâ bakımından sonra olmasını gerektirir. Buna göre ifâdenin takdiri şöyledir: Sanki o adam hanımına "Zeyd'le konuşur halde eve girersen, ey hanım, sen boşsun" demiştir. Binenaleyh, bu talik, o Zeyd'le konuşmadan önce hasıl olmuş olsaydı, talâk vakî olmazdı.

Bunu iyice kavradığında biz diyoruz ki: Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey kavmim, eğer siz. gerçekten Allah a iman ettiyseniz, O'na (ihlas ile) teslim olmuş müslümanlar iseniz, artık ancak O'na güvenip dayanın" ifadesi, onların müslüman olmalarının, "eğer siz, gerçekten Allah'a iman ettiyseniz" ifadesine muhatap olmalarınm şartı olmasını gerektirir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, müslüman bir kimseye, o müslüman olduğu halde, "Eğer Allah'ı tasdik edicilerden isen, Allah'a tevekkül et!" demiştir, Nitekim durum böyledir, Zira İslâm, teslim olmak, boyun eğmektir ki, bu, Allah'dan gelen mükellefiyetlere uymak, hudû ve huşûyu izhar etmeye ve inadı bırakmaya bir işarettir. İman ise, kalbin, zâtı gereği, vâcibu'l-vücûd olanın tek olduğunu, O'nun dışında kalanların muhdes varlıklar olduğunu, Allah'ın yönetimi, tasarrufu ve kahrı altında bulunduklarını bilmekten ibarettir. Bu iki durum tahakkuk edince kul, bütün işlerini Allahü teâlâ'ya havale eder ve kalbinde, Allah'a tevekkül etmenin nuru meydana gelir. Binâenaleyh bu ayet, birtakım ince sırlar ve nükteler ihtiva etmektedir. Allah'a tevekkül ise, işlerin tamamını Allah'a havale etmek ve bütün durumlarda Allah'a güvenip dayanmaktır. Bil ki bütün işlerinde Allah'a tevekkül eden kimseye, Allah, her türlü musibet hususunda yeter, ona yardımcı olur. Zira Cenâb-ı Hak, "Kim Allah'a güvenip dayanırsa O. kendisine yeter" (Talak, 3) buyurmuştur.

Hazret-i Nuh İle Hazret-i Musa Arasnda Bir Mukayese

Hazret-i Musa'nın, kavmine emretmiş olduğu Allah'a tevekkül etme işi, Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i Nuh'tan da naklettiği şeydir. Çünkü, Hazret-i Nuh "Ancak Allah a tevekkül ettim" demişti. İşte bu noktada, iki derece arasında bulunan fark ortaya çıkmaktadır. Çünkü Hazret-i Nuh (aleyhisselâm), kendisini Allah'a tevekkül etmekle vasfetmiş, Musa (aleyhisselâm) ise, bunu kavmine emretmiştir. O halde, Nuh (aleyhisselâm) tam; Musa (aleyhisselâm) ise, tamamın üzerinde bir derecede bulunmuş olur.

Üçüncü Mesele

Hazret-i Musa "Yalnız O'na güvenip dayanın" demiş, ama "O'na güvenip dayanın" dememiştir. Zira, birinci ifâde, "hasr" ifâde etmektedir. Buna göre, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) onlara, sadece Allah'a tevekkül etmelerini emredip, onların başkasına tevekkül etmelerini kesinlikle yasaklamıştır. Durum da böyledir; zira O'nun dışında kalanların, O'nun mülkü ve milki oldukları, O'nun tasarrufu, emri, hükmü ve tedbiri altında bulundukları sabit olunca, insanın başkasına tevekkül etmesi aklen imkânsız olur. İşte bundan dolayı bu cümle, böyle bir ibareyle gelmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Musa (aleyhisselâm) bunu onlara emredince, onların onun sözünü kabul ederek, "Biz. yalnız Allah a güvenip dayandık" dediklerini beyan buyurmuştur. Yani, "Biz, sadece O'na güvendik ve O'nun dışındaki hiçbir şeye iltifat etmiyoruz" demektir.

Daha sonra onlar bunu yapınca, duaya yöneldiler de Allah'dan şu iki şeyi taleb ettiler:

Zalimlere Fitne Olmanın Manası

a) Onlar "Ey Rabbimiz, bizi o zalimler güruhuna bir fitne (mevzuu) yapma..." dediler. Bu hususta şu izahlar yapılabilir:

1) Bundan maksat, "Bizi, Firavun ve kavmiyle imtihan etme... Zira sen, onları bize musallat ve hükümran kılarsan, onların kalblerinde, "Eğer onlar hak üzere olsaydı, sen bizi onlara musallat kılmazdın" şeklinde bir düşünce uyanırdı da, o zaman bu, onların küfürlerinde ısrar etmelerinde kuvvetli bir şüphe vesilesi olurdu. Böylece de, onların bize hükümran olmaları, onlar için bir fitneye düşme mevzuu olurdu.

2) Bunun manası şudur: Sen onları bize hükümran kılmış olsaydın, onlar ahirette çok şiddetli bir azaba duçar olurlardı ki bu da onlar için bir fitne olmuş olurdu.

3) Bunun manası şudur: Bizi, onlar için bir fitne, yani bir azâb yeri, mevzuu yapma.

4) Ayette geçen fitne kelimesiyle ism-i mef'ûl manası murat edilmiştir.. Zira, masdann ism-i mef'ûl makamında kullanılması caizdir. Bu, meselâ, halk (yaratmak) kelimesinin mahlûk (yaratılmış) manasına; tekvin (meydana getirmek) kelimesinin mükevven (meydana getirilmiş) anlamına gelmesi gibidir. Buna göre mâna, "Bizi, fitneye düşmüşlerden, belâya uğramışlardan kılma" şeklinde olur. Yani, "Onlara, zulüm ve baskıları vasıtasıyla, bizi, kabul etmiş olduğumuz bu hak dinden döndürme imkânı verme..." demektir. Bu açıklama, bu ayetten önceki şu ayet ile de kuvvet kazanmaktadır: kazanmaktadır: (Yunus, 83).

b) Bu duadaki ikinci talepleri de, onların "Ve bizi. rahmetinle o kâfirler güruhundan kurtar..." demeleridir.

Bil ki bu tertib, onların dini hususlara göstermiş oldukları ilgi ve alâkanın, dünyevî hususlara gösterdiklerinin üzerinde olduğuna delâlet eder. Bu böyledir, çünkü, biz, onların, "Ey Rabbimiz, bizi o zalimler güruhuna bir fitne (mevzuu) yapma" şeklindeki sözlerini, "Şayet, onlar müslümanlara galip gelirlerse bu. onlar için, bu dinin batıl olduğuna dair bir şüphe meydana getirir" manasına hamledersek, bu durumda, onlar Allahü teâlâ'ya, o kâfirleri böyle bir şüpheden koruması hususunda yalvarıp yakarmış olurlar. Böylece onlar bu duayı, kendilerinin kurtuluşunu istemeden önce yapmışlardır ki bu, onların, düşmanlarının dininin durumlarına göstermiş oldukları itinânın, kendi menfaatlerine göstermiş oldukları itina ve özenin çok üstünde olduğuna delâlet eder. Yok, eğer bu ayeti, "Allahü teâlâ'nın o kâfirlere, inanan kimseleri dini terketmeye zorlama imkânı vermemesi" anlamına hamledersek, bu da, o müslümanların, dinlerine göstermiş oldukları ilgi ve İhtimamın, bedenlerinin maslahat ve umuruna gösterdikleri ilginin üstünde olduğuna, aynı şekilde delâlet etmiş olur. Binâenaleyh, her halükârda bu, son derece güzel olan bir nüktedir.

87

"Musa'ya ve kardeşine: "Mısır'da kavminiz için evler hazırlayın. O evlerinizi namazgah yapın. (Oralarda) dosdoğru namaz kılın. (Ey Musa), mü'minleri müjdele" diye vahyettik".

Bil ki Allahü teâlâ, mü'minlerin, kâfirlerden dolayı duydukları endişeyi ve onlardan sâdır olan, Allah'a tevekkül etmek hususunu beyân edince, bunun peşinden Hazret-i Musa ve Harun'a mescidler edinme ve namazlara yönelme emrini getirmiştir. Arapça'da, "Falan yeri mesken edindi" manasında denilir. Bu, bir kimsenin, bir yeri vatan edindiği zaman, söylenilen "orayı vatan edindi" fiilinin kullanılışı gibidir. Yani, "Mısır'i, kavminize evler ve ibâdet için kendisine yöneleceğiniz bir mahal ve mekân kılınız, yapınız.." demektir.

"Kıble" Kelimesinin Tefsiri

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O evlerinizi namazgah yapın" buyurmuştur. Bu hususta birkaç bahis bulunmaktadır:

Birinci bahis: Bazı âlimler, bu ayette geçen "evler" kelimesinden maksadın, "mescidler" olduğunu, nitekim Cenâb-ı Hakk'ın da, "O kandil o evlerde yakılır ki Allah, onların tazim edilmelerine ve içlerinde adının anılmasına izin vermiştir"(Nur, 36) buyurduğunu söylemiştir.

Bazı âlimler de, "Burada maksad, mutlak manada evlerdir" demişlerdir.

Birincilere gelince, onlar "kıble" kelimesini, "namazda yönelecek cihet" diye tefsir etmişler, sonra da Cenâb-ı Hakk'ın, "O evlerinizi namazgah yapın " emrinden maksadın, "Evlerinizi, namazlarınız için, kendisine yöneleceğiniz mescidler edininiz" ifâdesi olduğunu söylemişlerdir. Ferrâ da: "Evlerinizi, kıbleye doğru çeviriniz" manasını verirken, İbnu'l-Enbarî: "Evlerinizi kıbleler, yani mescidler edininiz" manasını vermiş ve buradaki müfred kıble kelimesinden, çoğul manasının kasdedildiğini söylemiştir.

Alimler, bu kıblenin neresi olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Kur'ân'ın lafzının zahiri, onun nerede ve neresi olduğuna delâlet etmemektedir. Ancak ne var ki İbn Abbas'ın: "Kâ'be, Musa (aleyhisselâm)'nın kıblesi idi." Hasan el-Basrîşnin de; "Kâ'be, bütün peygamberlerin kıblesiydi. Ancak ne var ki, hicretten sonra Hazret-i Peygamber zamanında. Ka'be'den (Beytu'l-Makdis'e) yönelme işi, Allah'ın emriyle meydana gelmiştir" dedikten nakledilmiştir. Diğer âlimler de: "O kıble, Beytu'l-Makdis cihetidir" demişlerdir.

Bu ayette zikredilen "evler" lafzından muradın mutlak manada "evler" olduğunu söyleyenler ayetteki kıble sözünü iki şekilde tefsir ederler:

a) Maksad, o evlerin karşı karşıya yapılmalarıdır. Bunun gayesi ise, bir birliğin oluşması ve birbirleri sayesinde güç-kuvvet kazanmalarını temindir.

b) Bazıları da: "Bundan murad, "Evlerinizi kıble edininiz, yani evlerinizde namaz kılınız" manasıdır" demiştir.

İkinci bahis: Allahü teâlâ, ayetin başında, hitabı Hazret-i Musa ve Harun'a tahsis ederek, "Mısır'da kavminiz için evler hazırlayın" buyurmuştur. Daha sonra da hitabı genelleştirerek, "O evlerinizi namazgah yapın" buyurmuştur. Bunun sebebi şudur: Allahü teâlâ, Hazret-i Musa ve Harun'a, kavimleri için, ibâdet etmeleri gayesiyle, evler edinmelerini emretmiştir. Bu peygamberlere havale edilen şeylerdendir. Bundan sonra da hitap hem Hazret-i Musa ve Harun'u, hem de kavimlerini kapsayacak bir biçimde genelleştirerek onların mescid edinmeleri ve o mescidde namaz kılmaları emredilmiştir. Çünkü bu, herkese vaciptir. Daha sonra Allahü teâlâ, hitabı ayetin sonunda Hazret-i Musa'ya tahsis ederek, "Müminleri müjdele" buyurmuştur. Zira, bütün ibâdetlerin asıl maksadı, işte böylesi bir müjdenin tahakkuk etmesidir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak bu hitabı peygamberlik hususunda Hazret-i Musa'nın asıl; Harun'un ise ona tâbi olduğuna delâlet etsin diye, Hazret-i Musa'ya tahsis etmiştir.

Üçüncü bahis: Müfessirler, bu hadisenin nasıl cereyan ettiği hususunda şu üç izahı yapmışlardır:

1) Hazret-i Musa ve beraberinde olanlar, kâfirler kendilerine gâlib gelmesin ve böylece de kendilerine eziyyet ederek kendilerini dinlerinden döndürmesinler diye, başlangıçta, evlerinde kâfirlerden gizli biçimde namaz kılmakla emredilmişlerdir. Bu tıpkı mü'minlenn, Mekke'de İslâm'ın ilk yıllarında içinde bulundukları duruma benzer.

2) Şu da iferi sürülmüştür: Allahü teâlâ, Hazret-i Musa'yı İsrailoğullarına peygamber olarak gönderdiğinde, Firavun, İsrailoğullarının mescidlerinin yıkılmasını emreder ve onları, namaz kılmaktan men eder. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, inanan o kimselere, evlerinde mescidler edinmelerini ve Firavun'un korkusundan dolayı, orada namaz kılmalarını emretmiştir.

3) Allah Hazret-i Musa'yı onlara peygamber olarak gönderip, Firavun da o şiddetli düşmanlığını izhâr edince, Cenâb-ı Hak Hazret-i Musa ile Harun ve onların kavimlerine, düşmanlarına rağmen mescidler edinmelerini emretmiş ve onları düşmanlarının şerrinden korumayı tekeffül etmiştir.

Hazret-i Musa'nın Firavun Hakkında Bedduası

88

Âyetin tefsiri için bak:89

89

"Musa, "Ey Rabbimiz, dedi, hakikaten sen Firavun'a ve yöneticilerine dünya hayatında zinetler ve mallar verdin; senin yolundan saptırsınlar diye mi ey Rabbimiz? Sen onların mallarını yok et.Rabbimiz, kalblerini şiddetle sık ki onlar o çetin azabı görecekleri zamana kadar iman etmeyeceklerdir." (Allah) dedi ki: "ikinizin de duası kabul olunmuştur. O halde yine istikâmette (doğru hareketinizde) devam edin. Sakın bilmeyenlerin yoluna uymayın".

Bil ki Hazret-i Musa, kesin ve apaçık mucizeleri iyice izhâr edip, kavminin de inkârda, inâd etmede ve lâkaytlıkta ısrarlı olduğunu görünce, o zaman onlara beddua etmeye başladı. Başkasına beddua eden kimsenin her şeyden önce beddua ettiği kimsenin o suça yönelmesinin sebebini zikretmesi gerekir. Hazret-i Musa'nın kavminin suçu ise, dünyayı sevmelerinden ötürü dini terketmiş olmalarıdır. İşte bundan dolayı Hazret-i Musa "Ey Rabbimiz. dedi, hakikaten sen Firavun ve yöneticilerine dünya hayatında zinet ve mallar verdin" demiştir. "Zinet", sıhhat, güzellik, elbise, hayvan ve ev eşyası demektir. "Mal" ise, altın, gümüş, para vs. gibi saklı veya aşikâr olarak bunların dışındaki şeylerdir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "senin yolundan saptırsınlar diye mi?.." buyurmuştur.Bu ifâdeyle ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Hamza, Kisaî ve Asım, yâ'nın dammesiyle diğer kıraat imamları ise, yâ'nın fethasıyla (sapsınlar diye mi?) şeklinde okumuşlardır.

Bu Beddua Hakkında Mutezile İle Münakaşa

Alimlerimiz, Cenâb-ı Hakk'ın, insanları saptırdığına ve dalaletin O'nun iradesiyle olduğuna bu ayetle istidlal etmişlerdir ki, bunu şu iki şekilde açıklayabiliriz:

a) ifâdesinin başındaki lâm, "talî!" lamıdır. Buna göre mana, "Musa (aleyhisselâm), "Ey azîz olan Rabbim. Sen onlara, bu zîneti ve bu malı sapmaları için verdin?!.." şeklinde olur. Böylece bu, Allahü teâlâ'nın, mükellefleri idlâl etmek istediğine delâlet etmiş olur.

b) Hazret-i Musa, "kalblerini şiddetle sık..." demiş, bunu müteakiben de Cenâb-ı Hak, "İkisinin de duası kabul olunmuştur" buyurmuştur ki, maksada delâlet eder.

Mutezife'nin Sözcüsü Kâdî'nin İtirazı

Kâdî ise şöyle demiştir: "Bu ayetten, sizin bahsettiklerinizin murad edilmiş olması caiz değildir. Bunu pekçok şey göstermektedir:

a) Allahü teâlâ'nın "kabîh" olanı, çirkini işlemekten münezzeh olduğu sabittir, kesindir. Halbuki küfrü irâde etmek kabîhtir.

b) Şayet Allah, bunu kastetmiş olsaydı, o zaman kâfirler, küfürleri sebebiyle, yani küfretmeleri suretiyle Allah'a itaat etmiş olurlardı. Çünkü tâat, irâdeye uygun olan şeyin yapılması demektir. Binâenaleyh, şayet onlar böyle olmuş olsalardı, mallarının yok edilmesi ve kalblerinin de sıkıştırılması suretiyle bedduaya duçar olmaya müstehak olmazlardı.

c) 8iz, Allah'ın, kullarını saptırmayı istemesini uygun görmüş olsaydık o zaman, Allah'ın, insanları sapıklığa davet etmek için peygamberler göndermiş olmasını da caiz görmüş olurduk. O zaman da, peygamberler elinde mucizeler izhâr etmek suretiyle, yalancıları, sapanları ve saptıranları desteklemek de caiz olurdu ki, işte bunda dinin temellerini yıkma ve Kur'ân'a olan itimadı sarsma söz konusudur.

d) Allah'ın Hazret-i Musa ve Harun'a, "Ona yumuşak söz söyleyin. Olur ki nasihat dinler, yahut (Allah'dan) korkar" (Tahâ, 44) ve "Andolsun ki biz Firavun hanedanını düşünüp ibret alsınlar diye, yıllarca kuraklıkla, mahsullerin kıtlığıyla tutup sıktık" (A'râf. 130) demesi, sonra da onların sapıtmasını irâde ederek, sapsınlar diye onlara nimet vermesi caiz olmazdı. Çünkü bunlar, birbirine zıt gibidirler. Binâenaleyh, bunlardan birisini, diğerine uygun bir manaya hamletmek gerekir.

e) Şöyle denilmesi de caiz değildirt'Hazret-i Musa (aleyhisselâm), iman etmelerini dilemede sıkı davranmakla beraber, onların iman etmemeleri maksadıyla mallarının imha edilmesi için dua etmiştir."

Bil ki, biz, bu izahları çoğaltma hususunda, bu kitabın pekçok yerinde elimizden gelen herşeyi yaptık. Böyle olunca biz diyoruz ki, bu ayetin tevît edilmesi gerekir. Bu da birkaç yönden olabilir:

a) Ayetteki (......) kelimesinde lâm, âkıbet ifade eder. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, tıpkı "Neticede kendilerine düşman ve başlarına dert olsun diye. Firavun'un adamları onu yitik olarak aldılar" (Kasas, 8) ayetinde olduğu gibidir. Firavun'un kavminin akibeti sapıklık olunca ve Allahü teâlâ da bunu bilince, pek yerinde olarak, bu hususu bu lafızla beyan etmiştir.

b) sözü "senin yolundan saptırmamaları için..." manasınadır. Akıl kendisine delâlet ettiği için, lâ (olumsuzluk) edatı hazfedilmiştir. Bu Cenâb-ı Hakk' in, tıpkı (Nisa, 176) ayetinde olduğu gibidir ki, bu, demektir. Yine bu, (Araf, 172) ayetinde olduğu gibidir ki, bu, demektir. Böylesi harfler Arapçada çokça bulunmaktadır.

c) Hazret-i Musa bunu, inkâr ile içice olan teaccüb üslûbunda zikretmiştir ki bunun takdiri, "Sen onlara bu malı verdin. Ama onlar, bu malları ancak bu konuda harcıyorlar" şeklinde olur. Böylece sanki Hazret-i Musa, "Allah yolundan saptırmaları için mi sen onlara zînet ve mallar verdin?!" demiştir, Sonra da, ifâdenin başındaki istifham hemzesi hazfedilmiştir. Bu, şairin tıpkı şu beytinde olduğu gibidir:

"Gözün mü seni yanılttı, yoksa Vâsıt'da sen. gece karanlığının son deminde Rebâb'ın bir hayalini mi gördün?!. "

Şair bununla, gözün mü seni yanılttı, yalan söyledi?" manasını kasdetmiştir. İşte burada da böyledir.

d) Bazı âlimler, bu lamın, duâ lamı olduğunu ileri sürmüşlerdir ki, buna göre bu lâm, meksûr bir lâm olup, kendisiyle muzari fiil meczûm yapılır; aynı zamanda bu lamla söze başlanılır. Böylece de meselâ, "Allah mü'minleri bağışlasın, kâfirlere de azâb etsin" denilir. Buna göre ayetin manası, "Ey Rabbimiz, onları yolundan sapmakla imtihan et!" şeklinde olur.

e) Bu lâm, talîl lamıdır. Ancak ne var ki bu, durumun zahirine göre olup, işin hakikatında böyle değildir. Bunun izahı şudur: Allahü teâlâ, onlara bu malları verip, bu mallar da onların taşkınlık ve küfürlerinin artmasına sebep olunca, bu durum, sanki yoldan saptırmaları için kendilerine mal verilen kimselerin haline benzemiş olur. İşte bundan dolayı bu cümle, bu sebepten ötürü, talîl lafzıyla îrad edilmiştir.

f) Biz, (Bakara, 26) ayetinin tefsirinde "dalâl" lafzının, Kur'ân'da bazan, helak olma, yok olma anlamına geldiğini beyan etmiştik. Nitekim Arapça'da, yani (Su, sütün içinde kayboldu) denilir.

Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz diyoruz ki, sözünün manası, "Helak olsunlar! ölsünler!.." şeklindedir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, (Tevbe. 55) ayetidir. Bu konuda söylenenlerin tamamı budur.

Kâdî'ye Razî'nin Cevabı

Bil ki, biz bu tür izahlara karşı bu kitapta, defalarca cevaplar verdik. Bunların bazısını burada yeniden zikretmede bir sakınca yoktur. Buna göre biz diyoruz ki: Saptırmanın Allah tarafından olduğuna şunlar delâlet etmektedir:

1) Kul ancak, hidâyet elde etmeyi ister. Binâenaleyh, hidâyet tahakkuk etmeyip de, onun istememiş olduğu sapıklık tahakkuk edince, biz, bu sapıklığın meydana gelişinin kul tarafından değil, tam aksine Allah tarafından olduğunu anlamış oluruz. Buna göre şayet onlar, "O, bu sapıklığı hidayet sanmıştır. İşte bundan dolayı da o, dalaleti varlık âlemine sokarak gerçekleştirmiştir" derlerse biz deriz ki:

Buna göre, onun bu cehlini varlık âlemine çıkarmaya yönelmesi, önceki bir cehaletten dolayıdır. Şu halde, önceki cehaletin tahakkuk etmesi de, başka bir cehalet sebebiyle olursa, bu durumda teselsül gerekir ki, teselsül de imkânsızdır. Öyleyse bütün bu cehalet ve sapmaların, mutlaka bir ilk cehalet ve sapmaya varıp dayanması gerekir. Bunu, kulun ihdas edip meydana getirmesi mümkün değildir. Zira o bunu istememiş, aksine zıddını istemiştir. Binâenaleyh bunun, Allah'dan olması gerekir.

2) Allahü teâlâ, insanları, gönüllerinden bu sevgiyi silmeleri kesinlikle mümkün olmayacak bir biçimde, mal ve makamı çok aşın bir şekilde sevmeye hazır bir tarzda yaratmıştır. Bu sevginin elde edilmesi, onu, bu nimetlerin sahibinden yüz çevirmesine ve O'na karşı mağrur olmasına ve O'na kulak asmamasına sevkeder. Bu da onu küfre götürür. İşte bütün bunların bir kısmı da lüzum (gereklilik) yoluyla diğer bir kısmına ulaştırıp götürünce bu küfrün failinin (yaratıcısının), insanları mal ve makam sevecek tarzda yaratan olması gerekir.

Öyleyse bir müreccih olmadan, iki taraftan birisinin diğerine üstünlüğü olamaz. Bu müreccih, kul değildir. Aksi halde söz, yeniden tekrarlanmış olur. Şu halde müreccihin, Allah olması gerekir. Bu böyle olunca, hidâyet ve sapıklık Allah'dan olmuş olur.

4) Allahü teâlâ, Firavun ve kavmine zinet ve mal vermiş; mal ve makam sevgisi de onların kalblerinde kök salmıştır. Allah, onların karakterine, Hazret-i Musa'nın tebliğinden ve ona boyun eğmekten son derece nefret etme hissini yerleştirmiştir. Özellikle Firavun Hazret-i Musa (aleyhisselâm) için bir mün'im ve mürebbi gibi olunca- bu durumdaki bir kimseye tabi olmaya karşı duyulan nefret, onların kalblerinde iyice yerleşmişti. Bütün bunlar, onların, Hazret-i Musa'nın davetini kabul etmekten yüz çevirmelerine ve onun doğruluğunu inkârda ısrar etmelerine yol açar. Binâenaleyh aklî delil ile de, Allahü teâlâ'nın Firavun ve kavmine, dünya zinet ve malını vermesinin, onların sapmalarına yol açtığı sabit olmuş olur. Böylece de, ayetin lafzının zahirinin düşündürdüğü mananın doğruluğu, açık aklî delil ile de sabit olmuş olur. Şu halde bu gibi yerlerde, ayetin lafzının bırakılması ve sözün cidden zoraki, tutarsız ve çok zayıf manalara hamledilmest?nasıl olur da mümkün ve makut olabilir?

Bunu iyice anladığında biz diyoruz ki: Kâdî'nın birinci izahına gelince, ki bu, buradaki lâm'ın, "akıbet lamı" manasına hamledilmesidir. Bu görüş zayıftır. Çünkü Hazret-i Musa (aleyhisselâm), neticeleri bitmiyordu.

Buna göre onlar eğer, "Allahü teâlâ, ona bunu haber vermiş olabilir" derlerse, biz de deriz ki: Allahü teâlâ, onların iman etmeyeceklerini haber verince, onlardan imânın sâdır olması imkânsız olur. Çünkü bu, Allah'ın haber verdiği şeyin yalana dönüşmesini, asılsız çıkmasını gerektirir ki bu imkânsızdır. İmkânsıza götüren şey de imkânsızdır.

Kâdî'nin ikinci izahına gelince ki bu, Mu'tezile'nin, "Ayetteki ifâdesi, "saptırmasınlar diye..." manasına hamledilir" şeklindeki görüşüdür. Buna karşı biz deriz ki; Bu manayı Ebû Ali el-Cübbâi "Tefsir"inde zikretmiştir. Ben diyorum ki: O (Nisa. 79) ayetinin tefsirine başlayıp, sonra bazı alimlerimizden, istifham-ı inkârî şeklinde bu ayeti "Sen nesin ki?!." diye okuduklarını nakledip, bu kıraati uzak görerek, "Bu, Kur'ân'ın tahrifine ve tağyirine yol açar. Bâtınî tevillerin kapısı açılmış olur" deyip, bu kıraati çok yadırgadığına göre, kendisinin burada yaptığı bu izahın, ondan cok daha tutarsız olduğunu söylememiz gerekir. Çünkü bu, menfiyi müsbete, müsbeti menfiye çevirmedir. Bunu caiz görmek, Kur'ân'a, var ve yok dediği hususlarda itimadın katmaması kapısını açar ki, bu durumda, bütün Kur'ân bâtıl olur. Bu, aynıyla onun "Bundan inkârî manada istifham murad edilmiştir" şeklindeki sözüne karşı verilen cevaptır. Bunu caiz görmek, diğer yerlerde de benzerlerini caiz görmeyi gerektirir. Böyle olursa, namaz ve zekâtı emreden ayetlerde Allahü teâlâ'nın inkâr ve taaccüb üslubuyla, "Namazınızı kılar mısınız, zekâtınızı verir misiniz!" manasını kastettiği de iddia edilebilir. Diğer cevaplara gelince, onların zayıf olduğu açıktır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Hazret-i Musa'nın 'Ey Rabbimiz sen onların mallarını yok et" dediğini nakletmiştir. Biz, "tams"in ne demek olduğunu, (Nisa, 47) ayetinin tefsirinde zikretmiştik. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Bize rivayet edildiğine göre onların dinar ve dirhemleri tam yarım veya sülüs (üçte birlik) olarak nakışlı taşa çevrildiği gibi şekerleri de taşa dönüşmüştür."

Daha sonra Hazret-i Musa "Kalblerini şiddetle sık" demiştir. Kalbleri şiddetle sıkmanın manası, onu, içine hiç iman giremeyecek şekilde bağlamaktır. Vahidî: "Bu, Allahü teâlâ'nın istediği kimselere bunu yapabileceğinin bir delilidir. Eğer böyle olmasaydı, Hazret-i Musa'nın bu şekilde bir talebte bulunması yerinde olmazdı" demiştir.

Daha sonra O, "Onlar o çetin azabı görecekleri zamana kadar iman etmeyeceklerdir" demiştir. Bu ifâde ile ilgili şu iki izah yapılmıştır:

a) Bunun, ayetteki (......) kelimesine atfedilmesi. Buna göre bunun takdiri: "Ey Rabbimiz onlar senin yolundan saptırsınlar ve iman etmesinler, böylece de çetin azabı görsünler diye..." şeklinde olur. Ayetteki "Ey Rabbimiz sen onların mallarını yok et. kalblerini şiddetle sık" ifâdesi, bir cümle-i i'tiraziyye olur.

b) Bunun, ayetteki . "Kalblerini şiddetle sık" ifâdesinin bir cevâbı (neticesi) olması da mümkündür. Buna göre kelamın takdiri, "kalblerini mühürle ve katılaştır ki iman etmesinler. Çünkü onlar buna müstehaktırlar" şeklinde olur.

Daha sonra Cenbâb-ı Hak "İkinizin de duası kabul olunmuştur" buyurmuştur. Bu hususta da şu iki izah yapılabilir:

a) İbn-i Abbas (radıyallahü anh): "Hazret-i Musa duâ etmiş, Hazret-i Harun da "âmin" demiştir. İşte bundan dolayı, "ikinizin de duası kabul olunmuştur" denilmiştir. Zira duâ edenin duasına âmin diyen kimse de, katılmış sayılır. Çünkü "amin", "kabul et yâ Rab!" demektir ki bu da, tıpkı duâ edenin isteyen durumunda olması gibi, bu kimse de isteyen durumunda olmuş olur" demiştir.

b) Onlardan herbirinin bu duayı yapmış olması da uzak bir ihtimal değildir. Bu konuda söylenebilecek en son söz şudur: Allahü teâlâ bu duayı, "Musa, "Ey Rabbimiz, dedi..." ifâdesi ile, Hazret-i Musa'dan nakletmiştir. Fakat bu, Hazret-i Harun'un aynı duayı yapmış olmasına mani değildir.

Ayetteki "O halde yine istikamette devam edin" ifâdesi, "tebliğde, risâlette ve çok hüccet getirmede istikamet üzere olun. Çünkü Nuh, kavmi arasında yaklaşık bin yıl kalmış, onları hakka davet etmişti. Binâenaleyh siz acele etmeyin" demektir. İbn Cüreyc: "Firavun, bu duadan sonra kırk yıl daha yaşamıştır" demiştir,

Cenâb-ı Hakk'ın "Sakın bilmeyenlerin yoluna uymayın" ifâdesi ile ilgili iki bahis vardır;

Birinci bahis: Bunun manası, "Duâ edildiğinde, duanın hemen kabul edileceğini sanan câhillerin yoluna uymayın. Çünkü Allahü teâlâ çoğu kez, insanın istediği şey hususundaki duasını kabul eder. Ama bu kabul edişi, takdir ettiği bir vakte bırakır. Acele etmek, câhillerin işidir" şeklindedir. Bu, tıpkı Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'in "Cahillerden olmaktan sana sığınırım" şeklindeki duası gibidir.

Bil ki bu nehiy, bu işin, Hazret-i Musa'dan sâdır olmuş olduğu manasına gelmez. Bu, tıpkı "Eğer şirk koşarsan, amelin boşa gider" (Zümer, 65) ifâdesinin, şirkin Hazret-i Peygamber'den sâdır olduğuna delâlet etmemesi gibidir.

İkinci bahis: Zeccâc şöyle der: "Ayetteki ifâdesi, cezm mahallindedir.

Buna göre takdiri, şeklindedir. Fakat, te'kid için nehiy sığasına nûn-u müşeddede gelmiş, hem bu nûn, hem de ondan önceki nün sakin olduğu için, meksûr kılınmıştır. Bundan dolayı da harekesi kesre olmuştur. Çünkü o, eliften sonraki tesniye nûnuna benzemiştir." İbn Âmir bu nûnu, şeddesiz olarak (......) şeklinde okumuştur.

Firavun'un İsrailoğullarını Kovalaması

90

Âyetin tefsiri için bak:92

91

Âyetin tefsiri için bak:92

92

"İsrailoğullarını denizden geçirdik. Firavun, hemen askerleriyle beraber, zulmederek ve haddi aşarak peşlerine düştü. Nihayet su onu boğmaya başlayınca (şöyle) dedi: "İnandım. Gerçekten İsrailoğullarının iman ettiğinden başka tanrı yokmuş. Ben de müslümanlardanım." Şimdi mi (iman ediyorsun)? Halbuki sen bundan evvel isyan etmiş, dâima fesadcılardan olmuştun! Biz de bu gün seni (cansız bir) beden olarak bırakacağız ki arkadan geleceklere ibret olasın. Bununla beraber insanlardan birçoğu bizim ayetlerimizden cidden gafildir"

Bil ki bu ayetin lafızlarının tefsiri A'râf suresinde (138. ayette) geçmişti. Bunun manası şöyledir: "Allahü teâlâ, o ikisinin, yani Hazret-i Musa ile Hazret-i Harun'un duasını kabul edince, isrâiloğullarına o belli zamanda Mısır'dan çıkmalarını emretti ve oradan çtkış yollarını kolaylaştırdı. Firavun ise bunlardan habersiz idi. o, İsrailoğullarının çıkıp, memleketinden ayrılmaya yöneldiklerini duyunca, onların peşine düştü." O halde, ayetteki (......) kelimesi, "O onlara ulaştı" demektir. Nitekim Arapça'da, "O, ona yetişinceye kadar, onun peşine düştü" denilir.

Müminlerin Denizden Geçip, Firavun Ordusunun Boğulması

Cenâb-ı Hak "zulmederek ve haddi aşarak" buyurmuştur. Bağy, haksız olarak hâkim olmayı istemek demektir. Adv ise zulüm demektir. Rivayet olunduğuna göre Musa (aleyhisselâm), kavmi ile birlikte çıkıp denizin kıyısına ulaşınca ve Firavun da ordusuyla onlara yaklaşınca, İsrailoğulları büyük bir korkuya kapıldılar. Çünkü onlar, boğacak bir deniz ile, imha edecek bir ordu arasında kalmışlardı. Bundan dolayı Allah, diğer sûrelerde kıssanın tamamında belirttiği gibi, onlara denizde bir yol ortaya çıkarmak suretiyle lütfetti. Daha sonra Mûsâ (aleyhisselâm), ashabı ile birlikte denizdeki o yola girip, denizi geçtiler. Allah Tealâ, Firavun ve ordusu da, o yoldan geçebilecekleri fikrine kapılsınlar diye, o yolu kupkuru bıraktı. Firavun ordusuyla birlikte denizle girince, yarılan denizin iki tarafını birbirine kavuşturmak ve o yolu ortadan kaldırmak suretiyle Allahü teâlâ onları boğdu. İşte âyetteki, ifadesinin manası budur.

Allahü teâlâ, Firavun ve etbâının kalblerindeki bağyi de açıklamıştır. Bu bağy, Firavun ve ordusunun, İsrailoğullarını öldürmeye ve zulmetmeye aşırı istek duymalarıdır. Adv ise, haddi aşmaktır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, şunu belirtmiştir: Firavun boğulurken, Allah'ın kendisini o âfetten, sayesinde kurtaracağını düşünerek, kelime-i tevhidi söylemiştir. Bu hususta şöyle iki soru vardır:

Firavun Boğulurken Kalben İnandı, Kavlen Söylemedi

Birinci soru: İnsan boğulurken, bu lafzı nasıl söyleyebilir? Binâenaleyh Allahü teâlâ, Firavun'un boğulurken bu kelimeyi söylediğini nasıl bildirir?

Cevap: Buna şu iki bakımdan cevap verilir:

a) Biz ehl-i sünnete göre, hakiki söz, kişinin bizzat diliyle söylediği değil, içinden geçirdiğidir. Firavun da bu sözü diliyte söylememiş, içinden geçirmiştir. Bu ayet, gönülden geçirilen sözün, gerçek söz olduğuna delil teşkil eder. Çünkü Allahü teâlâ, Firavun'un bu sözü söylediğini nakletmiştir. Halbuki Firavun'un bu sözü bizzat diliyle söylemediği delil ile sabittir. Binâenaleyh dilin söylediği sözün dışında da sözlerin bulunduğunu kabul etmek gerekir ki, elde edilmek istenen netice de budur.

b) Ayette bahsedilen boğulmadan maksad, boğulma öncesi hallerdir.

Firavun'un İmanı Neden Makbul Olmadı?

İkinci soru: Firavun üç kez imân etmiştir: Birincisi, ayetteki amentü (iman ettim) sözü,

İkincisi "Gerçekten îsrâiloğullarının imân ettiğinden başka tanrı yok" sözü.

Üçüncüsü de "Ben de müslümanlardanım" sözü.

O halde Firavun'un imanının kabul edilmeyişinin sebebi nedir? Halbuki Allahü teâlâ, kin ve öfke ile hareket etmekten münezzehtir. Bu sebeble, "Allah, kin ve öfkesinden dolayı onun bu ikrarını kabul etmemiştir" denilemez?

Cevap: Alimler bu hususta şu izahları yapmışlardır;

1) O, tam azab-ı ilâhi inerken imân etmiştir. O esnadaki imân ise makbul değildir. Çünkü azab inerken, durum mecburiyet vaktine girmiş olur. Bu vakitte ise tevbe makbul olmaz. İşte bu sebepten ötürü Allahü teâlâ, "Allah'ın hışmını gördükleri zaman, yapacakları iman fayda vermez"(Mümin.85)buyurmuştur.

2) Firavun, bu sözü sayesinde, başındaki boğulma belasını ve sıkıntısını savuşturmak için söylemiştir. Yoksa bundan maksadı, Allah'ın vahdâniyyetini, rubûbiyyetinin izzetini ve kulluğun zilletini itiraf değildir. Bu durumda, o bu sözü ihlasla söylememiştir ve dolayısıyla kabul edilmemiştir.

Firavun'un İmanı Taklidî İdi

3) Bu ikrar, sırf taklide dayalı idi. Baksana o, "Gerçekten İsrailoğullarının imân ettiğinden başka tanrı yokmuş" demiş ve böylece Allah'ı tanımadığını, ama İsrailoğullarından âlemin bir ilahı bulunduğunu duyduğunu ifâde etmiştir. Böylece o, İsrailoğullarının var olduğuna inandıklarını duyduğu o ilâhı ikrar etmiştir. Demek ki bu, sırf bir taklid olmuştur. Bundan dolayı da bu iman kabul edilmemiştir. Bu hususta esas izah şudur: Firavun, Tâ-hâ sûresinde de açıkladığımız gibi, bir dehrî olup, Allah'ın varlığını kabul etmeyenlerdendi. Böylesi çok yanlış inançların karanlığı, ancak kesin delillerin ve yakını hüccetlerin nuru ile giderilebilir. Fakat sırf taklid, buna fayda vermez. Çünkü taklid, taklidin karanlığını, daha önceki cehaletin karanlığına eklemektir.

4) Bazı kitaplarda şunu gördüm: İsrailoğullarından bazı kabileler denizi geçtiklerinde, buzağıya tapmışlardır. Binâenaleyh Firavun "Gerçekten İsrailoğullarının iman ettiğinden başka tanrı yokmuş" deyince, onun bu sözü, onların o vakitte ibadet ettikleri buzağı manasına hamledilir. Böylece bu söz, onun küfrünün artmasına sebeb olmuş olur.

5) Yahudilerin kalbleri, teşbih ve tecsim inancına meyyal idi. İşte bu sebebten ötürü, Allahü teâlâ'nın, o buzağının vücuduna girip hulul ettiğine inandıkları için, buzağıya taptılar. Durum böyle ofunca, Firavun da, "İman ettim. Gerçekten Isrâiloğullarının îman ettiğinden başka tanrı yokmuş" demiştir. Böylece sanki o, cisim olarak, hulul edici ve nüzul edici (inici) olarak tavsif edilen bir ilaha imân etmiş olur. Böyle inanan herkes kâfirdir. İşte bundan dolayı, Firavun'un imanı kabul edilmemiştir.

6) Belki de iman, ancak hem Allah'ın birliğini, hem de Musa (aleyhisselâm)'nın nübüvvetini kabul etmekle tamamlanıyordu. Binâenaleyh Firavun bu sözü ile, Allah'ın birliğini kabul edip, Musa (aleyhisselâm)'nın nübüvvetini itiraf etmeyince, imanı sahih olmamıştır. Bunun bir benzeri de, meselâ kâfirlerden birisinin, bin defa "Allah'dan başka ilah olmadığına şehâdet ederim" deyip, bunun yanısıra "Hazret-i Muhammed'in de O'nun peygamberi olduğuna şehâdet ederim" demese, onun imanının sahih olmayışıdır. İşte burada da böyledir.

7) Keşşaf sahibi şunu rivayet eder; Cebrail (aleyhisselâm), Firavun'a (daha önceden) "Efendisinin malı ve nimetleri içerisinde büyüyüp, sonra nankörlük ederek, onun, üzerindeki haklarını inkâr eden ve efendisinin dışında efendilik iddia eden bir köle hakkında siz emîrın görüşü nedir?" diye bir soru sormuştu. Firavun da buna cevaben şunu yazmıştı;

"Ebu'l Abbas Velid b. Mus'âb der ki: Efendisine karşı gelen ve onun nimetlerini inkâr eden kölenin cezası, denizde boğulmaktır." Sonra Firavun denizde boğulurken, Cebrail (aleyhisselâm), bu cevabını, onun gözünün önüne getirdi." Ayetteki, "Şimdi mi (iman ediyorsun?) Halbuki sen bundan evvel isyan etmiş, dâima fesatçılardan olmuştun" ifâdesi ile ilgili olarak da birkaç soru var:

Birinci soru: Bu sözü söyleyen kimdir?

Cevap: Rivayetler, bu sözü Cebrail (aleyhisselâm)'in söylediğini göstermektedir. Cebrail (aleyhisselâm): "sen, dâima fesatçılardan olmuştun" sözünü, Firavun'un: "Ben de müslümanlardanım" sözüne bir karşılık olarak söylemiştir. Bazı alimler, bu sözü Allahü teâlâ'nın ona söylediğini ileri sürmüşler ve "çünkü bundan sonra Cenâb-ı Hak, "Biz de bugün seni (cansız bir) beden olarak bırakacağız ki arkandan geleceklere ibret olasın" buyurmuştur. Bu son cümle, Allah'dan başkasına ait olamaz" demişlerdir.

Tevbenin Kabulü Aklen Vacip Değildir

İkinci soru: Ayetin zahiri, Firavun'un tevbesinin, daha önceki isyanından ve fesadından ötürü kabul edilmediğine delâlet etmektedir. Halbuki böyle bir gerekçe, onun tevbesinin kabulüne manî olamaz?

Cevap: Alimlerimizin mezhebine göre, aklen, tevbeyi kabul etmek, Allah'a vâcib değildir. Alimlerimizin bu görüşlerinin doğruluğunu gösteren delillerden birisi de bu ayettir. Hem sonra bu kabul olunmayısın gerekçesi, sırf daha önceki isyan olmayıp, o isyanın yanısıra Firavun'un müfsidlerden oluşudur.

Cebrail Firavun'un Ağzını Tıkamış mıdır?

Üçüncü soru: Cebrail (aleyhisselâm)'in, Firavun'a kızdığı için, tevbe edemesin diye onun ağzına çamur doldurması doğru mudur?

Cevap: Doğruya en yakın olan, bunun doğru olmamasıdır. Çünkü o durumda, ya mükellefiyetin devam ettiği, yahut da artık bulunmadığı söylenebilir. Eğer mükellefiyet söz konusu ise, Cebrail (aleyhisselâm)'in, onun tevbesine manî olması caiz olmaz. Aksine Cebrâil'in, hem tevbesi, hem de her türlü taatı hususunda ona yardım etmesi gerekir. Çünkü Hak teâlâ, "İyilik etmek ve fenalıktan sakınmak hususunda yardımlasın. Günah işiemek ve haddi aşma hususunda yardımlaşmaym" (maide, 2) buyurmuştur. Hem sonra Cebrail (aleyhisselâm), Firavun'a rivayet edildiği gibi mani olsaydı, Firavun'un tevbe etmesi yine mümkündü, çünkü dilsiz kimse, kalbi ile pişmanlık duymak ve o kötü işleri yeniden yapmamaya azmetmek suretiyle tevbe etmiş olur. Bu durumda Cebrail (aleyhisselâm)'in bunu yapması bir engel teşkil etmez. Eğer Cebrail (aleyhisselâm) onun tevbesine mâni olmuş olsaydı, Firavun'un küfür üzere kalmasına razı olmuş olurdu. Halbuki küfre rıza küfürdür.

Diğer bir husus da şudur: Cenâb-ı Hak'ın, Hazret-i Musa ile Harun'a: "Ona yumuşak söz söyleyin. Olur ki nasihat dinler, yahut (Allah'dan) korkar" (Taha, 44) deyip, sonra da Cebrail (aleyhisselâm)'e, Firavun'un imân etmesine manî olmasını emretmesi Allah'a nasıl yakışır?

Eğer, "Cebrail (aleyhisselâm) bunu, Allah'dan aldığı emirle değil, kendiliğinden yapmıştır" denilirse, bunu da hem Cebrail'in "Biz, senin Rabbinin emri olmadıkça inmeyiz" (Meryem. 64) şeklindeki sözü, hem de Cenâb-ı Hakk'ın, meleklerin özelliklerinden bahsederken söylediği "Bunlar, sözleriyle asla Allah'ın önüne geçemezler (kendiliklerinden bir şey yapamazlar)... Onlar, Allah'ın korkusundan tir tir titrerler" (Enbiya. 27-28) ayetleri geçersiz kılar.

Fakat, "Mükellefiyet, o esnada artık, Firavun'dan kalkmıştı " denilirse, bu durumda da, Cebrail (aleyhisselâm)'e isnad edilen o işin, kesinlikle bir hikmeti kalmaz.

Firavunun Cesedinin Mahfuz Bırakılması

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Biz de bugün seni, (cansız bir) beden olarak bırakacağız" buyurmuştur. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:

1) "Biz seni. yeryüzünün yüksek bir yerine (Necve'ye) atacağız."

2) "Biz seni, denizden çıkarıp, kavminin düştüğü, battığı denizin dibine batmaktan kurtaracağız. Fakat bu, "sen boğulduktan sonra olacak."

Ayetteki "sözü" "hal" yerindedir, yani, sende bir rûh (can) olmaksızın, ceset olarak" demektir.

3) Bu, alay etme yoluyla Firavun'a kurtuluşu vaadetmektir. Bu tıpkı, "Onları, elim bir azab ile müjdele" (Tevbe. 34) ifâdesindeki "müjde" kelimesindeki incelik gibidir. Sanki bu sözle Rravun'a: "Biz, seni kurtaracağız. Ancak bu kurtuluş, canın için değil, cesedin için olacaktır!" denilmektedir. Böyle sözler bazan, istihza için söylenir. Nitekim: "Seni azâd edeceğim, ama öldükten sonra"; "seni hapisden kurtaracağım, ancak ölümünden sonra" denümesi gibi.

4) Bazıları kelimeyi noktasız olarak (nunhike) okumuşlardır ki bu, "Biz seni, denizin kıyısına atacağız" demektir. Çünkü Firavun boğulduktan sonra denizin bir kıyısına atılmıştır. Ka'b: "Su, onu sahile adetâ bir öküz grtoi atmıştır" demiştir.

Ayetteki (bedenini) tabiri ile ilgili şu izahlar yapılmıştır:

1) Daha önce de söylediğimiz gibi bu kelime, "hal" mahallindedir, yani "cansız, sırf bîr cesed olarak" demektir.

2) Bundan maksad, "senin bedenini bozulmadan, sağlam olarak kurtarıp, sahile atacağız" manasıdır.

3) "Bedenini, çırılçıplak denizden çıkaracağız."

4) Bu kelimeye "zırh" manası da verilmiştir, yani, "seni zırhınla çıkaracağız" demektir. Leys: "Beden", kısa zırh demektir. Binâenaleyh, "Bedeninle" ifâdesi, "zırhınla" demektir. Bu mana İbn Abbas dan nakledilmiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Firavun'un üzerinde, sayesinde tanınıp bilindiği altın bir zırh vardı. Allah onu, tanınsın diye sudan bu zırh ile çıkardı. Ben derim ki: Eğer bu doğru ise, hâdise Hazret-i Musa (aleyhisselâm) için bir mucize olmuş olur.

Başkalarına İbret Olması

Hak teâlâ'nın "ki arkandan geleceklere bir ibret, olasın" ifâdesi ile ilgili olarak şu manalar verilmiştir:

a) Firavun'un tanrı olduğuna inananlar, onun boğulduğunu gözleriyle görmedikçe bunu yalanlayacaklar ve öyle kimselerin ölmeyeceklerini iddia edeceklerdi- Bundan dolayı Allahü teâlâ, onlar onu görsünler ve kalblerindeki şüphelen şilinsin gitsin diye Firavun'un halini, onu, sudan olduğu gibi çıkararak ortaya koymuştur. Firavun'un cesedinin atıldığı yerin, İsrailoğullarının çok uğradıkları bir yer olduğu da rivayet edilmiştir.

b) Allahü teâlâ'nın, insanların, Firavun'un, "Ben sizin en büyük Rabbinizim" dediğini duyup işitmelerinden sonra, insanlara onu bu zelil ve hakir vaziyette göstermeyi murad etmiş olması da uzak bir ihtimal değildir. Böylece bu, insanları, onun yolu gibi yollardan alıkoymuş olur ve insanlar, onun daha dün, ululuk ve azametin zirvesinde olduğunu iddia ederken, daha sonra durumunun, gördükleri o vaziyete dönüşünü müşahade etmiş olurlar.

c) Bazıları kelimeyi kâf ile, "seni yaratan için" şeklinde okurlar. Bu, "Ta ki sen, seni yaratanın diğer mucizeleri gibi bir mucize olasın" demektir,

d) Allahü teâlâ, Firavun'u bütün ordusuyla suya garkedip, sonra da ordusundan hiç kimseyi denizin dibinden çıkarmayıp, sadece Firavun'un cesedini çıkarınca, bu enteresan halin Firavun'a has kılınması, Allah'ın kudretinin mükemmelliğine ve Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın peygamberliğinin doğruluğuna delâlet etmiş olur.

Kıssadan İbret Almanın Lüzumu

Hak teâlâ'nın "Bununla beraber insanlardan birçoğu ayetlerimizden cidden gafildir" buyruğuna gelince, görünen odur ki Allahü teâlâ, Hazret-i Musa ve Firavun'un kıssasını zikredip, Firavun'un akibetini belirtip, sözü bu ifade ile bitirince ve Hazret-i Muhammed'e böyle hitab edince, bu, ümmet-i Muhammed'i delillerden yüz çevirmeden alıkoyup, onları deliller üzerinde düşünmeye ve onlardan ibret almaya sevketmiş olur. Çünkü, bu kıssaların zikredilmesinin maksadı, ibret almaktır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "andolsun, onların kıssalarını açıklamada salim akıl sahipleri için birer ibret vardır" (Yusuf 111) buyurmaktadır,

93

"Celalim hakkı için, biz İsrailoğullarını çok güzel bir yurda yerleştirmiştik. Onlara en temiz nimetlerimizden rızıklar vermiştik. Fakat kendilerine ilim gelinceye kadar ihtilâfa düşmediler. Şüphesiz Rabbin, aralarında ihtilâf etmekte oldukları şeyler hakkında Kıyamet günü hükmünü verecektir".

Bil ki Allahü teâlâ az önce, Firavun ile ordusunun sonunu bildirince, burada da İsrailoğullarının akıbetini zikretmiştir. Burada iki bahis bulunmaktadır:

(......) Tabirinin İzahı

Birinci bahis: ifâdesinin manası, "Biz onları, doğru, yani güzel bir yere yerleştirdik, iskân ettik " şeklindedir. O halde, ifadesiyle ilgili olarak şu iki izah yapılabilir:

a) Bu ifâdenin mef'ulü mutlak olması mümkündür. Yani, "Biz onları, doğru, güzel bir yerleştirmeyle yerleştirdik" demektir.

b) Mananın, "Biz, onları elverişli, beğenilen bir yere indirdik, konaklattık..." şeklinde olmasıdır.

Mübevve' (yerleşme yeri) kelimesi, sıdk (doğruluk) kelimesiyle vasfedilmiştir; zira Arapların örfü şudur: Onlar, bir şeyi övdükleri zaman onu, sıdk kelimesine muzâf kılarlar da, meselâ (doğru adam), (uğurlu, mübarek ayak) derler. Nitekim Cenâb-ı Hak da, Ve şöyle de: "Beni güzel bir tarzda girdir, güzel bir tarzda çıkar.... "(isra, 80) buyurmuştur. Bunun sebebi şudur: O iş, tam vaktinde ve kıvamında olup, öngörülen gayeye de elverişli ve müsait olunca, onun hakkında hatıra gelen her türlü haberin, evet işte onun hakkındaki bu zannın mutlaka doğru olması gerekir.

Ayette, Hangi Dönem Yahudilerinden Bahsedildiği

İkinci bahis: Alimler, bu ayetteki "İsrailoğulları" lafzıyla kastedilenlerin, Hazret-i Musa zamanındaki yahudiler mi, yoksa Hazret-i Muhammed zamanındaki yahudiler mi olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir.

Birinci görüşe gelince bunu, bir kısım âlimler ileri sürmüştür ki, delilleri şudur: Allahü teâlâ bu ayeti, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın kıssasının peşinden getirince, bu ayeti de onların hallerinin beyânına hamletmek daha uygun olur. Böyle olması halinde, Cenâb-ı Hakk'ın, "Celâlim hakkı için, biz, îsrailoğullarını çok güzel bir yurda yerleştirmiştik" buyruğunda "yurd, yer" ile kastedilen yer, Şam ve Mısır toprakları olmuş olur. Çünkü o beldeler, bolluk ve bereketi çok olan beldelerdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan alıp, etrafını bereketli kıldığımız Mescid-i Aksa ya kadar götüren Allah, münezzeh ve yücedir (...)" (isrâ, 1) buyurmuştur. "Onlara en temiz nimetlerimizden rızıklar vermiştik" buyruğu ile de o fayda ve menfaatler kasdedilmiştir. Ayrıca bununla, Cenâb-ı Hakk'ın, İsrailoğullarını, Firavun'un kavminin eli altında bulunan bütün "emvâl-i zahire" ile "emvâl-i bâtına" ve bütün ekinler ve hayvanlara varis kılması da kastedilmiştir. Nitekim Allah Tealâ, "Hakaretlere maruz bırakılmış olan o kavmi de kendisine feyz ve bereket verdiğimiz yerin doğularına ve batılarına mirasçı kıldık" (A'raf, 137) buyurmuştur.

Cenâb-ı Hak daha sonra "Fakat kendilerine ilim gelinceye kadar ihtilâfa düşmediler" buyurmuştur.Bundan maksad şudur: Musa (aleyhisselâm)'nın kavmi, Tevrat'ı okuyuncaya kadar, aralarında herhangi bir ihtilâf olmaksızın, aynı din ve aynı görüş üzere idiler. Ama Tevrat'ı okuyunca, meseleleri ve konulan kavramaya başladılar; böylece de aralarında ihtilâf meydana geldi. Daha sonra Cenâb-ı Hak.bu tür ihtilâfların dünyada kalıp, âhirette ise, aralarında kendisinin hükmedeceğini beyan buyurmuştur.

İkinci görüşe gelince; buna göre, bunlar Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanındaki yahudilerdir. Bu görüşü, müfessirlerin çoğunluğu kabul etmişlerdir. İbn Abbas:, "Bunlar Kurayza, Nadîr ve Benû Kaynuka yahudileridir" demiştir. Buna göre ayetin manası, "Biz onları, Medine ile Şam arasında sağlam ve bereketli bir yerde konaklattık, iskân ettik ve onları, en güzel rızıklardan rızıklandırdık "şeklinde olur. Bu rızıklar da, o beldelerde, lezzet bakımından diğer beldelerde bulunmayan yaş ve kuru hurmalar kasdedilmiştir. Onlar "ilim" yani, Hazret-i Muhammed'e nazil olan Kur'an-ı Kerim gelinceye kadar, kendi dinleri üzere kalakaldılar ve aralarında herhangi bir ihtilaf zuhur etmedi. Bu ayette Kur'an, "ilim" lafzıyla ifâde edilmiştir. Zira Kur'an, ilmin sebebidir; sebebe müsebbebin (neticenin) adını vermek ise, meşhur bir mecazdır.

İhtilafların Çıkması Niçin Kitaptan Sonra Oldu?

Kur'an'ın, ihtilâfların çıkışına bir sebep olması hususunda da şu iki izah yapılmıştır:

a) Yahudiler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olarak gönderileceğini haber veriyor ve bununla da, diğer insanlara karşı övünüyorlardı. Allahü teâlâ O'nu peygamber olarak gönderince, liderliklerinin devamını tercih ettikleri için, haset ve kıskançlıklarından dolayı O'nu yalanladılar. Öte yandan onların bir kısmı, O'na iman etmişti. İşte bu yolla, Kur'an-ı Kerim'in nüzulü, onların arasında ihtilâflar çıkmasına sebep oldu.

b) Şöyle de denilebilir: Birkısım İsrailoğulları, Kur'an nazil olmadan önce, tamamiyle kâfir ve dinsiz idiler. Onlar, Kur'an kendilerine gelinceye kadar, bu haf üzere kaldılar. Kur'an nazil olunca da, ihtilâfa düştüler. İşte böylece, onların bir kısmı iman etti, diğerleri de küfürlerini devam ettirdiler.

Cenâb-ı Hakk'ın O', "Şüphesiz Rabbin, aralarında ihtilâf etmekte olduklar) şeyler hakkında Kıyamet günü hükmünü verecektir..." buyruğuna gelince bundan maksad, "Bu tür ihtilâflar dünyada ister istemez olacaktır, ama âhirette Allahü teâlâ, onlar arasında hükmünü verecektir. İşte bu sayede hakka tâbi olan, batıla tâbi olandan; sıddîk da, zındık ve dinsiz olandan ayrılacaktır" manasıdır.

94

Âyetin tefsiri için bak:97

95

Âyetin tefsiri için bak:97

96

Âyetin tefsiri için bak:97

97

"Eğer sana indirdiğimizden şüphede isen, senden evvel kitap okuyanlara sor. Andolsun ki hak sana Rabbinden gelmiştir. O halde sakın şüphecilerden olma. Sakın Allah'ın ayetlerini yalan sayanlardan olma. Sonra, zarara uğramışlardan olursun. Üzerlerine Rabbinin kelimesi hak olmuş bulunanlar (yok mu?) Onlar, kendilerine herhangi bir âyet (mucize) gelmiş olsa dahi. acıklı bir azabı görmedikçe iman etmezler",

Bil ki Allahü teâlâ, biraz önce, onlara Kuran (ilim) geldiğinde ihtilâf ettiklerinden bahsedince, bu ayette de, Kur'ân'ın ve nübüvvetinin doğruluğu hususunda Hazret-i Muhammed'in kalbini takviye edecek olan hususu irad buyurmak üzere "Eğer sana indirdiğimizden şüphede isen..." buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Şekk Kelimesinin İzahı

Vahidî şöyle demiştir: Şekk kejimesi, Arapça'da esasen, birşeyi başka bir şeye eklemek anlamına gelir. Nitekim, kıymetli taşları, incileri, birbirine ekleyip bir ipe dizdiğinde "falan kimse incileri, gerdanlığa dizdi" denilir. Yine, av hayvanına ok atıp, onun arka ayaklarını ön ayağına bağladığın zaman, dersin. Hevdecler (develerin üzerindeki mahfiller) birbirlerine eklendiğinde de, bunlara denilir. Dizi dizi evlere de, (......) denilir. Nesebi betli olmayanlara da, yine, ismi verilir; zira onlar kendilerini, kendilerinden olmayan kimselere nisbet etmektedirler. Yine bir kimse silâhını kuşanıp göğsüne basarak onu yanından hiç ayırmadığında, "Adam silâhla sarmaş dolaş oldu" denilir. Yine dediklerinde, o kimsenin iki şey arasında kalmasını kasdederler. Yani, bu da olabilir, Öteki de... Böylece bu kimse;hatınna gelene onun aksi olan bir başka şeyi de eklemiş olur.

Bu Ayette Muhatabın Kim Olduğu?

Müfessirler, bu hitabın muhatabının kim olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bunun, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğu ileri sürüldüğü gibi, başkası olduğu da ileri sürülmüştür.

Birinci görüşü benimseyenler, şu şekillerde ihtilâf etmişlerdir:

Birinci şekil: Başkası murad edildiği halde, burada hitâb, zahiren Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yapılmıştır. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Ey Peygamber, Allah'dan kork. Kâfirler ve münafıklara itaat efme..."(Ahzâb. 1); "Eğer Allah'a şirk koşarsan, celâlim hakkı için, amelin boşa gider..." (Zümer. 65) ve "Ey Meryem oğlu Isa, insanlara, "Allah'ı bırakıp da beni ve anamı iki tanrı edininiz"diyen sen misin?" (Maıde, 116) ayetlerinde olduğu gibidir. Yine, "Kızım sana söylüyorum, gelinim sen işit, sen anla!.." deyimi de, meşhur olan darb-ı mesellerdendir.

Burada Asıl Muhatap Hazret-i Peygamber Olmayıp Ümmetidir

Bu bahsettiğimizin doğruluğuna, şunlar da delâlet eder;

a) Cenab-ı Hakk'ın bu sûrenin sonlarındaki, "De ki: "Ey insanlar, eğer benim dinimden bir şüphede iseniz..." (Yunus, 104) ifadesidir. Böylece O, bu ayetin başında ima ettiği şeyin, o ayette açık bir biçimde bahsettiği şey olduğunu beyân etmiş olur.

b) Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), şayet kendisinin peygamberliği hususunda şüphe edecek olsaydı, o zaman başkaları haydi haydi onun peygamberliği hususunda şüpheye düşerlerdi ki, bu da, şeriatın tamamıyla yok olmasını gerektirirdi.

c) Hazret-i Peygamberin, kendisinin nübüvveti hususunda şüpheye düşmesinin farzedilmesi halinde, ekserisi kâfir olduğu halde, ehl-i kitabın verdiği haber ile, onun peygamberliği hakkındaki şüpheler nasıl zail olabilir? Onların arasında iman edenler bulunsa bile onların sözleri hüccet değildir. Hele hele, onların ellerindeki Tevrat ve İncil'in tamamen tahrif edilmiş olduğu zuhur etmiş olunca!.. Şöylece, gerçek olanın, bu hitâb her ne kadar zahirde Hazret-i Peygambere tevcih edilmişse de, bununla ümmetin kasdedildiği sabit olmuş olur. Böylesi ifade tarzları, mutâd olan şeylerdir Çünkü, en büyük komutanın, bir emîri bulunur, o emîrin maiyyetinde de bir askeri birlik bulunduğunda; bu en büyük komutan tebaasına hususi bir emir vermek istediğinde, o hitabını doğrudan o birlikteki askere yöneltmez. Aksine, onların kalbterinde daha müessir olsun diye hitabını, onlara emîr yapmış olduğu komutana yöneltir.

İkinci şekil: Allahü teâlâ, peygamberinin bu hususta şüphe etmediğini biliyordu. Ancak ne var ki, Cenâb-ı Hakk'ın maksadı, Hazret-i Peygamber bu sözü duyduğunda açıkça, "Ey Rabbim, ben şüphe etmiyorum. Ehl-i kitabın sözünden bir delil de istemiyorum. Aksine, indirdiğin apaçık deliller bana yeter" demesini temin etmektir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, meleklere "Bunlar mı size tapıyorlardı?" (Sebe, 40) demesidir. Bundan maksat, meleklerin, hak olan cevabı açıkça beyan etmeleri ve "Seni tenzih ederiz. Bizim dostumuz onlar değil, sensin. Aksine onlar, cinlere tapıyorlardı. "(Sebe, 41) demeleridir, Yine Cenâb-ı Hak, Hazret-i İsa'ya, "İnsanlara, 'Allah'dan başka beni ve anamı iki tanrı edininiz" diyen sen misin?" (Mâide, 116) demiştir. Bundan maksadı da, İsa (aleyhisselâm)'nın, kendisinin böyle bir şeyden uzak olduğunu açıkça söylemesini temin etmektir. İşte burada da böyledir.

Üçüncü şekil: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) bir beşerdi. Onun kalbinde, karışık düşünceler ve tutarsız fikirlerin bulunması da, olağan şeylerdendir. Bu tür şeyleri bertaraf etmek, ancak deliller getirmek ve apaçık beyyineler ortaya koymakla olur. Böylece Allahü teâlâ, sayesinde, Hazret-i Peygamber'in zihninden bu tür vesveselerin zail olabilmesi için bü çeşit ifâdeleri indirmiştir. Bunun bir benzeri de "sana vahyolunandan bir kısmını, bu yüzden yüreğin daralarak, hemen terk mi edivereceksin?" (Hûd, 12) ayetidir.

Ben de derim ki: Bu konudaki izahın tamamı şudur: "Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer bir şüphe içinde isen, şöyle şöyle yap!" buyruğu şartlı bir kaziyyedir. Kaziyye-i şartiyyelerde ise, ne şartın, ne de cezanın tahakkuk edip etmediğine dair kesinlikle bir emare bulunmamaktadır. Tam aksine onda, o şartın mahiyyetinin sadece o cezanın mahiyyetini gerektirdiğinin beyân edilmesi söz konusudur. Bunun delili şudur: Meselâ sen: "Eğer beş sayısı çift ise, eşit olarak bölünür" dediğinde, bu doğru bir söz olmuş olur. Çünkü bu, "beşin çift olması, onun eşit olarak bölünmesini gerektirir" demektir. Şu halde, bu söz, ne beşin çift olduğuna, ne de onun eşit olarak bölündüğüne delâlet etmez. Binâenaleyh, burada da bu ayet, bu şekkin tahakkuk etmesi halinde, bu hususta vacip olanın, onun şöyle şöyle., yapması olduğuna delâlet eder. Ama böylesi bir şekkin tahakkuk edip etmediğine gelince, ayette buna dair bir delâlet yoktur. Bu ayetin Hazret-i Peygamber e indirilmesinin manası ise şudur: Çokça delil indirmek ve onları takviye etmek, yakînî bilginin kuvvetini, nefsin itminanını ve gönlün sükûnetini artıran şeylerdendir. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ Kur'an-ı Kerim'de, tevhid ve nübüvvetin delillerini çokça izah etmiştir.

Dördüncü şekil: Bu ayetin zikredilmesinin maksadı, kâfirlerin kalblerini İslâm'a meylettirmek ve onları, imana kabule yaklaştırmaktır. Zira onlar, defalarca Hazret-i Peygamber'in nübüvvetine delâlet edecek delilleri istemişlerdir. Onlar sanki tekrar tekrar talepte bulunmaktan utanmışlardı. Bu utanma ise, onların imanı kabul etmelerine mâni olmuştur. İşte bundan dolayı, Cenâb-ı Hak, "Eğer kendi nübüvvetinden şüphede isen, azıcık bir delile tutunman yeter" demiştir. Yani insanlar içinde kendisinin nübüvveti konusunda şüpheden en uzak olması gereken biri varsa, o da kendisidir. Buna rağmen o, bu hususta apaçık deliller ve kesin beyyineler zuhur ettikten sonra da, eğer kendiliğinden kendisinin peygamberliğine bir delil talebinde bulunuyorsa, bunda bir ayıp yoktur ve bundan bir nâkise meydana gelmez Binâenaleyh, bir kimsenin kendisi hakkında böyle bir hareket tarzı çirkin görülmeyince, başkalarının delil talep etmeleri iiaydi haydi kabih görülmez. Böylece bu sözün maksadının, müşrikleri İslâm'a meylettirmek ve çok münazara etmekten ötürü, içine düştükleri utanma hissini gidermek olduğu meydana çıkar.

Beşinci şekil: Kelamın takdiri şöyle olabilir: "Sen, kesinlikle şüphe etmiyorsun. Eğer şüphe ediyorsan, senin bu şüpheyi giderme hususunda çok çeşitli yolların vardır." Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Eğer her ikisinde Allah'dan başka tanrılar olsaydı, onların ikisi de muhakkak harap olup gitmişti" (Enbiya. 22) ayetinde olduğu gibidir. Bu, "Bu imkânsız şeyin, olması farzedilmiş olsaydı, bundan dolayı olması imkânsız falanca şeyde gerekirdi" anlamındadır. İşte, bu ayette de böyledir. Binâenaleyh bu, "Biz, böylesi bir şekkin olabileceğini farzetsek, kendileri sayesinde bu şekkin zail olduğunu ve bu şüphenin yok olduğunu anlayabilmen için, Tevrat ve İncil'e başvur, bak:.." anlamındadır.

Altıncı şekil: Zeccâc şöyle demiştir: "Bütün insanları kapsadığı halde, Cenâb-ı Hak, "Eğer şüphede isen" sözüyle, Hazret-i Peygambere hitâb etmiştir. Nitekim "Ey Peygamber, kadınları boşayacağınız vakit onları, iddetlehni gözeterek boşayın" (Talâk. 1) ayetinde de, başlangıçta Peygambere hitab ettiği halde, devamından, ümmete hitab ettiği anlaşılmaktadır. Zeccâc, "Bu, görüşlerin en güzelidir" derken Kadı, "Bu, uzak bir ihtimaldir" diyerek, sözünü şöyle sürdürmüştür: "Çünkü Hazret-i Peygamber her ne zaman, bu hitabın muhtevasına dahil edilirse, onunla ister başkası kasdedilsin, isterse edilmesin, soru aynen geri döner (tekrar sorulur). Eğer Hazret-i Peygamber'le beraber başkasının murad edilmesi caiz ise, ayetin zahirinin de iktizâ ettiği gibi, Hazret-i Peygamber'in tek başına murad edilmiş olmasına ne mani olabilir ki?" Kadî sözüne devamla, "Bu gibi te'viller, tahsilin (sermayenin) azlığına delâlet etmektedir" der.

Yedinci şekil: Cenâb-ı Hakk'ın, İn künte sözünün başındaki in olumsuzluk manası ifâde eder. Buna göre mana, "sen daha önce bir şüphe içinde değildin" şeklinde olur. Yani, "sen şüphe ettiğin için delil talebinde bulunmanı biz sana emretmiyoruz. Biz ancak, yakînini arttırasın diye delil talebinde bulunmanı emrediyoruz" demektir. Nitekim Hazret-i İbrahim de, ölülerin yeniden diriltilmesini bizzat görmekle yakînini arttırmıştır.

Hitabın Hazret-i Peygamber'e Yönelmediği Tarzındaki Tefsir

Bu hitabın Hazret-i Peygamber'e yapılmadığını ileri süren ikinci görüşe gelince, bunun izahı şudur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanındaki kimseler, O'nu tasdik edenler, O'nu tekzib edenler, Onun durumu hususunda şimdilik bekleyip o hususta şüphe edenler diye üç kısma ayrılmışlardı. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak onlara bu hitâbla hitâb ederek: "Ey insan, sen, Hazret-i Muhammed'in lisanında ifâdesini bulan sana indirdiğimiz hidâyet hususunda bir şüphe içinde isen, onun nübüvvetinin sıhhati hususunda sana yol göstersinler diye, ehl-i kitaba sor!" demiştir. Allahü teâlâ, cemâati kasdettiği halde, hitabı müfret getirmiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Ey insan, o keremi bol Rabbine karşı seni aldatan ne?" (infitar, 6); "Ey insan, gerçekten sen Rabbine kavuşuncaya kadar durmayıp didineceksin..." (inşikak, 6) ve "insana bir zarar dokunduğu zaman, bizi çağırır..." (Zumer, 49) ayetlerinde olduğu gibidir. Allah, bütün bu ayetlerde belli, muayyen bir insanı kastetmeyip, aksine o, bir cemâati ve topluluğu kastetmiştir. İşte burada da böyledir. Allahü teâlâ, onlardan bu şüpheyi giderecek şeyi zikredince, onlan yalanlayıcılar şürûhuna iştirak etmekten sakındırarak, " "sakın Allah'ın ayetlerini yalan sayanlardan olma, ey insan! Sonra, zarara uğramışlardan olursun..." buyurmuştur.

Üçüncü Mesele

Alimler, Cenâb-ı Hakk'ın, "senden evvel kitap okuyanlara sor.." ayetinde bahsedilenlerin ve danışılacak olanların kim olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, muhakkik alimler, bunların Abdullah İbn Selâm, Abdullah İbn Sûriyâ, Temîm ed-Darî ve Ka'bu'l-Ahbâr gibi iman eden ehl-i kitâb olduklarını, zira bunların, haberlerine itimad edilen kimseler olduğunu söylemişlerdir. Bazı alimler de "ister müslüman olsunlar, isterse kâfir, hepsi birdir; zira onlar, tevatür derecesine ulaşır, Tevrat ve İncil'den bir ayet okurlar ve bu ayet de Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in geleceğini ifade edince, işte o vakit maksad meydana gelmiş olur" demişlerdir.

Tevrat ve İncil'in Tahrifi Hakkında

Buna göre şayet, "Sizin inancınıza göre bu kitaplar tahrif ve tağyir edilmişlerdir; binâenaleyh, bunlara daha nasıl itimâd edilebilir?" denilirse, biz deriz ki:

Onlar, o kitapları, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetine delâlet eden ayetleri gizlemeleri suretiyle tahrif etmişlerdi. Eğer o kitaplarda, Hazret-i Peygamber'in nübüvvetine delâlet eden ayetler kalmışsa bu, Hazret-i Muhammed'in nübüvvetinin doğruluğuna delâlet eden en güçlü delillerden olmuş olur. Zira o ayetler, onların yok edilmesine davet eden pekçok sebep olduğu halde kalabilmişlerse bu, o nübüvvetin son derece açık ve net olduğuna delâlet etmiş olur.

Ama, bu sormadan maksadın, "Hangi şeyi öğrenmek olduğu" meselesine gelince, bu hususta da iki görüş bulunmaktadır:

a) Kur'an ve Hazret-i Muhammed'in nübüvvetini öğrenmektir.

b) Bu söz, Cenâb-ı Hakk'ffı "Fakat kendilerine ilim gelinceye kadar ihtilâfa düşmediler..." (Yunus, 93) ayetiyle ilgilidir.

Birinci görüş daha evlâdır, zira, bu daha mühim olan ve öğrenmeye daha fazla ihtiya, ç duyulan bir husustur.

Bil ki Allahü teâlâ bu yolu beyan edince, "Andolsun ki, hak sana Rabbinden gelmiştir. O halde sakın şüphecilerden olma. Sakın. Allah'ın ayetlerini yalan sayanlardan olma. Sonra zarara uğramışlardan olursun" buyurmuştur.

Bu, "Sen, esasen üzerinde olduğun hiçbir şüphe taşımama hali ile, Allah'ın ayetlerini yalanlamama hali üzere devam ve sebat demektir. Bu ifâdenin, heyecanlandırmak ve cûşa getirmek için söylenmiş olması da mümkündür. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber, bu ayet nazil olduğunda "Ne şüphe eder, ne de sorarım" demiştir.

Bil ki mükellefler üç kısımdır:

a) Hazret-i Peygamber'i tasdik edenler,

b) Onun doğruluğu hususunda tereddüt edenler,

c) Onu yalanlayanlar.

Tereddüt ve bekleme işinjn, tekzib etme işinden daha kolay olduğunda şüphe yoktur. İşte bundan dolayı, pek yerinde olarak Cenâb-ı Hak, bekleyenleri, "O halde sakın şüphecilerden olma" buyurarak beyân etmiş, bunun peşinden de, yalanlayıcıtarı ele alarak, onların hüsrana uğrayanlardan olduklarını bildirmiştir.

Daha sonra da Cenâb-ı Hak, bu tafsilâtı iyice genişleterek, haklarında şakavetle hükmedilen ve böylece bu vasıftan kurtulamayan kulları ile, kendileri hakkında kerem ve ikram ile hüküm verilen, böylece de bu vasıftan uzaklaşamayan kulları bulunduğunu beyân ederek "Üzerlerine Rabbinin kelimesi hak olmuş bulunanlar yok mu? Onlar iman etmezler" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Nâfi ve İbn Âmir, çoğul olarak kelimât; diğer kıraat imamları ise müfred olarak kelime şeklinde okumuşlardır. Ben de derim ki, onlar çeşit veya sınıf itibariyle "kelimelerdirler; cins birliği bakımından da, "kelime"dirler.

İkinci Mesele

Ayette bahsedilen "kelime"den maksad, Allah'ın o husustaki hükmü, ona o kimse hakkında haber vermesi ve onun, kulunda o neticenin meydana gelmesini sağlayaca olan kudret ile sebebin (daînin) toplamını yaratmasıdır. Cenâb-ı Hakk'ın hükmüne, haber vermesine ve bilmesine gelince, bu açıktır. Kurdet + sebep meselesi de açıktır. Zira kudret (kulun kudreti), her iki taraf için de elverişli olunca, bir müreccih olmadan iki taraftan birisinin diğerine baskın çıkması söz konusu olamaz. O müreccih de, teselsülü sona erdirmek için, Allah'dır. Kudret + sebep toplamı meydana geldiğinde, fiilin tahakkuk etmesi gerekir. Alimlerimiz, kaçınılmaz olan kazanın, vâcib olan kaderin isbât edilmesi hususundaki görüşlerinin doğruluğuna dair bu ayetle istidlal etmişlerdir ki, bu, kendisinden kurtuluş olmayan, sırf hakikat ve gerçektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, kendilerine herhangi bir ayet (mucize) gelmiş olsa dahi, acıklı bir azabı görmedikçe" buyurmuştur. Bu, "onlara, bir sının, haddi hesabı olmayan deliller gelse bile, kesinlikle iman etmeyecekleri; zira delil, ancak Allah'ın yardımıyla doğruya iletir. Binâenaleyh, o yardım etme işi tahakkuk etmeyince, o deliller boşa gider" demektir.

98

"Azabımız gelip çattığı zaman iman edip de bu imanı kendisine fayda vermiş bir memleket bulunsaydı ya! (Bu, asla vaki olmamıştır.) Ancak Yunus'un kavmi müstesnadır ki, bunlar iman edince, kendilerinden dünya hayatındaki rüsvaylık azabını uzaklaştırıp giderdik ve onları muayyen bir müddete kadar dünya hayatından faydalandırdık.

Bu sûrede ele alınan kıssaların üçüncüsü de Yunus (aleyhisselâm) kıssası'dır.

Azap Gelip Çattıktan Sonra İman: Hazret-i Yunus'un Kavmi

Bil ki Allahü teâlâ biraz önce, "Üzerlerine Rabbinin kelimesi hak olmuş bulunanlar (yok mu?) Onlar, kendilerine herhangi bir ayet (mucize) gelmiş olsa dahi, acı veren bir azabı görmedikçe iman etmezler" buyurunca, onun peşinden bu ayeti getirmiştir. Zira bu ayet, Yunus (aleyhisselâm)'un kavminin, inkâr ettikten sonra iman ettiklerine ve o imanlarından da yararlandıklarına delâlet eder ki, bu da kâfirlerin iki kısım olduğunu gösterir:

a) Üzerlerine küfür damgası vurulanlar.

b) Üzerlerine iman mührü basılanlar.

Binâenaleyh, Allah'ın hükmettiği her şey olacaktır. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Bu Ayette Gecen Lev Lâ Edatının Manası

Bu ayetteki levlâ nın açıklanması hakkında iki izah şekli bulunmaktadır:

a) Birinci yol: Bu, olumsuzluk manasındadır. Vahidi, el-Basit adlı eserinde şöyle demektedir: "İbn Abbas'ın talebesi Ebû Mâlik "Allah'ın kitabında geçen, bütün levlâ edatları, şu iki ayet hariç, hellâ (keşke) manasındadır:

1) (......) olup, bu (......) manasınadır ki bu, "Yunus'un kavmi dışında iman edip de imam kendisine fayda veren hiçbir belde yoktur" demektir.

2) (......) (Hûd, 116) ayeti. Bu manasına olup, "Sizden önce (...) hiçbir nesil yoktur" demektir. Buna göre ayetin takdiri şöyle olur: (......)

Ayette (......) ifadesi, birinci cümleden istisnâ-i munkatı' olarak mansub kılınmıştır. Çünkü, sözün başında memleketten bahsedilmektedir. Eğer bununla, oranın halkı mürad edilir ve sözdeki istisna memleketten yapılırsa, bu durumda bu kelâm, tıpkı şairin "Evde, ahırlardan (yani, ahırdaki hayvanlardan) başka hiçbir kimse yok" sözü gibi olmuş olur. Bu kelime, bedel olmak üzere, merfû (kavmü) olarak da okunmuştur.

b) İkinci yol: Levlâ, hellâ (keşke..., olsaydı ya!) anlamındadır. Buna göre mâna, "imha ettiğimiz o beldelerden tek bir belde, keşke azabı görmeden önce, küfürlerinden vazgeçip imanlarında ihlâslı olsalardı! Yunus'un Kavmi hariç.." şeklinde olur. Lafzın zahiri, Yunus'un kavminin söz konusu memleketlerden istisna edilmesini gerektirir. Ancak ne var ki mânâ, Yunus'un kavminin, belde ehlinden istisna edilmesi şeklindedir. O halde bu, "Ancak ne var ki Yunus'un kavmi, iman edince, biz onlara şöyle şöyle yaptık..." manasında bir istisnâ-yı munkatı'dır.

Hazret-i Yunus'un Kıssası

Rivayet olunduğuna göre Yunus (aleyhisselâm) Musul topraklarından Ninova'ya Peygamber olarak gönderilmişti. Onlar Yunus'u tekzib edince, o, onlara kızarak oradan ayrıldı. Onlar onu kaybedince de, kendilerine bir azâb geleceği endişesine düştüler de yırtık pırtık elbiseler giyerek, kırk gece feryâd ve figân ettiler. Yunus (aleyhisselâm) da onlara: "Sizin müddetiniz kırk gecedir" demiştir. Bunun üzerine onlar: "Biz, helak edici sebepleri görürsek, sana iman ederiz" demişlerdi. Otuzbeş gece geçince, gökyüzünde alabildiğine siyah bir bulut belirdi. Müteakiben, bundan da şiddetli bir duman zuhur ederek, o duman şehri sarıncaya kadar alçaldı. Böylece evlerinin çatılarını simsiyah etti de, onlar bunun üzerine sahraya çıktılar ve kadınlarla çocuklarını, hayvanlarla yavrularını birbirlerinden ayırdılar. Böylece onlar birbirlerine hasret duydular da, sesleri yükseldi, yalvarıp yakarmalar arttı ve onlar, imanlarını izhar ettiler, tevbe ederek Allah'a yalvarıp yakardılar. Allah da onlara merhamet etti ve onlardan bu hali giderdi. O gün, hem cuma idi, hem de aşûra günü idi. İbn Mes'ûd'dan şu rivayet edilmiştir: "Onların tevbeleri, zulümleri giderecek, haksızlıklara mani olabilecek bir dereceye varmıştı. Hatta birisi, evinin temeline, başkasına ait bir taşı koymuş ise, onu (evini yıkarak) çıkarıp sahibine verebiliyordu."

Şu da rivayet edilmiştir: "Onlar, âlimlerinden hayatta olan yaşlı birisinin yanına varıp: "Başımıza azab geldi, ne yapmamızı tavsiye edersin?" dediler. O yaşlı bilgin onlara: "Ey hiçbir canlı yok iken hayy olan, ey ölüleri dirilten hayy, ey kendisinden başka ilah olmayan hayy (diri)" diye duâ ediniz " dedi. Onlar da bu şekilde duâ edince, Cenâb-ı Hak, onlardan bu azabı kaldırdı." Fazl b. Abbas (radıyallahü anh)'dan onların şöyle duâ ettiği rivayet edilmiştir: "Rabbena! Günahlarımız haddi aştı, büyük oldu. Sen, onlardan daha büyük ve yücesin. Binaenaleyh bize, şanına yakışanı yap. Bize, müstehak olduğumuz şeyleri yapma."

Üçüncü Mesele

Birisi şöyle diyebilir: "Allahü teâlâ, işin sonunda Firavun'un tevbe ettiğini, fakat tevbesinin kabul edilmediğini; Yunus (aleyhisselâm)'un kavminin ise tevbe ettiklerini ve tövbelerinin de kabul edildiğini bildirmiştir. Bu ikisi arasındaki fark nedir?

Cevap: Firavun, azab-ı ilâhiyi görüp müşahade ettikten sonra tevbe etmiştir. Yûnus (aleyhisselâm)'un kavmi ise, azabı görmeden tevbe etmişlerdir. Çünkü onlara azab-ı ilâhinin yaklaştığına delâlet eden emare ve işaretler belirince, azabı görmeden hemen tevbe etmişlerdi. Dolayısıyla bu ikisi arasındaki fark ortaya çıkmaktadır.

Yunus Sûresinin Hedefi

99

Âyetin tefsiri için bak:100

100

"Eğer Rabbin dileseydi yeryüzündeki insanların hepsi, topyekün elbette iman ederdi. Böyle iken sen, hepsi mü'min olsunlar diye insanları zorlayıp duracak mısın? Allah'ın izni olmadan hiçbir kimsenin imân etmesi mümkün değildir. O, akıllarını kullanmayanlara murdarlık verir".

Bil ki Yûnus sûresi, başından bu ayetlere kadar, kâfirlerin nübüvveti inkâr hususundaki şüphelerini ortaya koyup onlara cevaplar vermiştir.

Kâfirlerin şüphelerinden birisi de şu idi: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onları, başlarına inecek ilâhi azapla tehdit ediyor, fakat kendisine uymaları halinde ise Allah'ın onlara yardım edeceğini, şanlarını yücelteceğini ve kendilerini destekleyeceğini bildiriyordu. O kâfirler azabı görmeyince, bunu Hazret-i Peygamber'in nübüvvetini tenkid hususunda bir şüphe kılmışlar ve istihza ederek, ısrarla o azabın hemen getirilmesini istemişlerdir. Daha sonra Allahü teâlâ da vaadedilen şeyin ertelenmesinin, vaadin doğruluğuna zarar vermeyeceğini beyan buyurup, bunun peşisıra Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'un, Firavun ile Hazret-i Musa'nın hadiseleri gibi bazı misaller getirmiş ve bu izahlar bu ayete kadar sürmüştür. Bu ayette ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, onların imana girme hususundaki arzusunun fayda vermeyeceğini, delilleri izahta ve şüphelere verdiği cevapta titizlik göstermesinin hiç birşey ifade etmeyeceğini, zira imanın, ancak Allah'ın yaratması, irâde etmesi, irşadı ve hidayeti ile gerçekleşeceğini, bunlardan biri olmadıkça imanın tahakkuk etmeyeceğini beyan buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Kâinatta Yalnız Allah'ın Dilediği Olur

Alimlerimiz, kâinattaki herşeyin, Allah'ın meşî'eti (dilemesi) ile meydana geldiğinedâir görüşlerinin doğruluğuna bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir:"Lev" (eğer) edatı, birşey bulunmadığı için, diğer birşeyinde olmayacağını ifâde eder. O halde ayetteki, "Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündeki kimselerin hepsi topyekün elbette iman ederdi" buyruğu, bu dilemenin tahakkuk etmediğini, dolayısıyla yeryüzündeki insanların tamamının iman etmediklerini gösterir. Bu ise, Cenâb-ı Hakk'ın herkesin iman etmesini irâde etmediğine delâlet eder."

Cübbâî, Kâdî ve diğer Mu'tezile âlimleri: "Ayetteki meşî'et (dileme) ile, "ilcâ" (iman etmeye zorlama, zorla iman ettirme) manası kasdedilmiştir. Yani "Eğer Allah onları iman etmeye mecbur kılsaydi, O buna kadir olurdu ve onların hepsinden iman sâdır olurdu. Fakat Allah, bunu yapmadt. Çünkü zorlama ile kuldan sâdır olacak olan imanın ona faydası ve menfaati olmaz" demişlerdir. Cübbâî sonra şöyle der: "Allahü teâlâ'nın insanları buna zorlaması, onlara kesin ve açık olarak, "Onlar iman etmemeye çabalasalar bile, onlar ile bu çabaları arasına gireceğini ve bu durumda onların mutlaka mecbur kılındıkları şeyi (yani imanı) yapacaklarını bildirmesidir. Bu tıpkı, birimizin, bir kralı öldürmeye teşebbüs etmesi durumunda, kralın buna kahren (güç ve kudretiyle) mâfiî olacağını bilmesi ve bu fiili yapmamasının bir medhe ve mükâfaata hak kazanmaya sebeb olmaması gibidir, İşte burada da böyledir."

Bil ki bu, tutarsız bir sözdür ve tutarsızlığı birkaç şekilde izah edilebilir:

1) Kâfir, küfrüne kadirdir. Binâenaleyh o, imâna da kadir midir, değil midir? Eğer o, küfre kadir olup, imâna kadir değil ise, küfre kadir oluşu, kâfirliğini gerektirmiştir. O kudreti yaratan Allahü teâlâ olduğuna göre, o zaman "Allah o kimsede küfrü gerekli ve mecburî kılan bir kudret yaratmıştır" denilmesi gerekir. Bu durumda da, "Allah o kimsenin kâfir olmasını irâde etmiştir" denilmesi gerekir. Fakat Mu'tezile'nin de söylediği gibi, kuldaki o kudret, her iki zıdda da (yani hem iman etmeye, hem kâfir olmaya) elverişli ise, bu durumda iki taraftan birinin diğerine üstün gelmesi (ve seçilmesi), eğer bir müreccihe (tercih edene) dayanmıyorsa, bir müreccih olmaksızın bir tercih meydana gelmesi demek olur ki, bu bâtıldır. Yok eğer bu bir müreccihe dayanıyorsa, o müreccih ya kuldur, ya Allahü teâlâ'dır. Eğer kul ise, bu husustaki taksimat (ihtimaller) yeniden sözkonusu olur ve böylece teselsül lazım gelir. Teselsül ise imkânsızdır. Yok eğer o müreccih Allahü teâlâ ise, bu durumda, kulun kudreti, artı sebep, o küfrün meydana gelmesine yol açmış olur. Binaenaleyh kudretin de, sebebin de yaratıcısı Allahü teâlâ olduğuna göre, ilzam (hasmı susturacak durum) yine söz konusu olur.

2) Ayetteki "Eğer Rabbin dileseydi..." ifadesini, mecbur bırakan bir dileme manasına hamletmek caiz değildir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onlar için, âhirette fayda vermeyecek bir imanın tahakkuk etmesini istemiyordu. Bundan dolayı Allahü teâlâ, peygamberinin bu tür imanı gerçekleştirmeye kadir olmadığım bildirmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer Rabbin dileseydi yeryüzündeki insanların hepsi, topyekün elbette iman ederdi" buyurmuştur. Binâenaleyh bu ayette bahsedilen iman ile, sözün yerinde ve muntazam olabilmesi için, faydalı olan imanın murad edilmiş olması gerekir, Ama bu lafzı, zorlayan ve mecbur kılan meşî'et (dileme) manasına hamletmek buraya uygun düşmez.

3) Bu mecbur ktlıştan murad, Allahü teâlâ'nın ya o kimseye, gördüğünde fazlaca korkacağı ve dolayısıyla iman edeceği heybetli mucizeler göstermesiyle olur, ya da o kimsede imanı yaratmasıyla olur. Birinci ihtimal bâtıldır, çünkü Allahü teâlâ bundan önceki ayette, mucizeler getirmenin onlar için hiçbirşey ifâde etmeyeceğini beyan buyurmuştur. Bu da, "Üzerlerine Rabbinin azap vaadi hak olmuş bulunanlar yok mu, onlar isterse kendilerine her bir ayet gelmiş olsun, acıklı bir azab görecekleri zamana kadar iman etmezler " (Yunus. 96-97) ayetleridir. Yine Cenâb-ı Hak, "Eğer hakikaten biz onlara melekleri indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsaydı, herşeyi de onlara karşı senin söylediklerine kefil ve şâhid getirseydik, onlar yine de, Allah dilemedikçe iman etmezlerdi" (Enam, 111) buyurmuştur.

Yok eğer ikinci ihtimal murad ediliyorsa, bu, imana mecbur kılma sayılmaz, aksine onlarda imanı yaratmaktan ibaret olmuş olur. Daha sonra "Allah onlarda imanı yaratmamıştır" denilir. Böylece bu, Allah'ın onlarda imanın tahakkuk etmesini dilemediğine delâlet etmiş olur ki işte bu, bizim mezhebimizin (ehl-i sünnet'in) görüşünün tâ kendisidir.

Bil ki Allahü teâlâ bundan sonra, "Böyle iken sen, hepsi mü'min olsunlar diye, insanları zorlayıp duracak mısın?" buyurmuştur. Bu, "senin hiç kimse üzerinde tasarruf etme ve tesirli olma gücün yoktur" demektir.

Bundan maksad, tesirli kudretin ve geçerli meşîetin, ancak Hak Subhânehû ve Teâlâ'ya âit olduğunu beyân etmektir.

Mükellefiyetin Kaynağı Şeriattır

Alimlerimiz, "şeriat gelmezden önce, hiçbirşey hakkında hüküm verilemez" şeklindeki görüşlerinin doğruluğuna, ayetteki "Allah'ın izni olmadan hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün değildir" buyruğunu delil getirerek şöyle demişlerdir: "İzin. bir fiil hususundaki mutlak (kayıtsız-şartsız) oluştan ve o fiilin yapılmasına müsadeden ibarettir. Bu ayetin açık manası, bu izin tahakkuk etmeksizin, kulun imana yönelemiyeceğine delâlet eder." Alimlerimiz, sözlerine şöyle devam ederler: "Bunun böyle olduğuna, aklî olarak şunlar da delalet eder:

Allah'ı tanıyıp iman etmede, O'na şükretmede ve O'nu övmede, herhangi bir menfaatin bulunduğunu akıl göstermez ve bilmez. Binâenaleyh bunun aklen böyle olmaması gerekir. Birinci cümlenin izahı şöyledir: Bu menfaat ve fayda ya şükredene ya şükredilene aittir. Bunun şükredilene âit olması bâtıldır. Çünkü görünür âlemde (dünyada) şükredilen, şükürden istifâde eder, şükür onu sevindirir, küfran-ı nimette bulunulması da onu üzer. Şu halde şükür güzel, küfran-ı nimet (nankörlük) de çirkindir. Allahü teâlâ'ya gelince, O'nu ne kullarının şükrü sevindirir, ne de küfran-ı nimette bulunmaları üzer. Dolayısıyla bu şükrün Allah'a asla bir faydası yoktur. Bu faydanın şükredene âit olması da bâtıldır. Zira şükreden o anda, o şükür ile yorulur ve şükredilen kesinlikle istifâde etmediği halde, şükreden hizmetini esirgememiş olur. Bu şükrün, mükâfaatın sebebi olduğu da söylenemez. Çünkü Allah'dan alacaklı olmak, imkansızdır. Zira başkasından alacaklı olmak, ancak o başkası vermediği zaman onun, o hakkı vermemesi, kendi hakkında bir noksanlığı icâb ettirdiği zaman düşünülebilir. Hak teâlâ, noksanlıktan ve fazlalıktan münezzeh olunca, O'nun hakkında bu düşünülemez. Böylece iman ve şükürle meşgul olmanın sırf akla göre, bir fayda temin etmediği sabit olmuş olur. Böyle olan şeyi aklın mûcib olması imkânsız olur. Binâenaleyh bu kesin aklî delil ile de, Hak teâlâ'nın "Allah'ın izni olmadan hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün değildir" ayetinin ifâde ettiği hususun doğruluğu sabit olmuş olur.

Kâdi şöyle demiştir: "Bundan maksad, iman o kimseden, ancak Allah'ın bilmesi, onu mükellef tutması ve kulu ona mükellef tutmasıyla olur manasıdır."

Buna şöyle cevap verilebilir: "Ayetteki izni, sizin zikrettiğiniz manaya hamletmek, ayetin zahirini terktir ki bu mümkün değildir. Özellikle aklî ve kesin delilin bizim görüşümüzü kuvvetlendirdiğini de beyan etmiş bulunuyoruz."

Üçüncü Mesele

Asımın râvisi Ebu Bekr, nûn ile fiili, (......) şeklinde okurken, diğerleri faili, Allah'a râcî mahzûf (o) zamiri olmak üzere (......) şeklinde okumuşlardır.

Rics'in Manası

Alimlerimiz, "Küfrü de imanı da yaratan Allah'dır" şeklindeki görüşlerinin doğruluğuna, ayetteki, "O, akıllarını kullanmayanlara murdarlık verir" ifâdesini delil getirerek şöyle demişlerdir. "Murdarlık" (rics) kelimesi ile bazan kötü amel murad edilir. Nitekim Hak teâlâ, "Allah sizden ancak ricsi gidermek ve sizi tertemiz yapmak diler ey ehl-i Beyt... "(Ahzâb. 33) buyurmuştur ki bu ifâdedeki "rics" ile, ister küfür, ister masiyet şeklinde olsun, kötü amel; "tertemiz yapma" ile de, kulun küfür ve günah ricsinden, iman ve taat temizliğine geçirilmesi kastedilmiştir. Binâenaleyh Allahü teâlâ önceki ayette imanın ancak kendi irâdesi ve yaratmasıyla meydana geldiğini belirtince, bu ayette "rics"in de kendi yaratması ve var etmesiyle meydana geldiğini bildirmiştir. İmanın mukabili olarak zikredilen bu "rics", küfürden başka birşey değildir. Binâenaleyh bu ayetin, küfrün ve imanın Allah'ın yaratmasıyla olduğuna delâlet ettiği sabit olmuş olur."

Ebu Ali el-Fârisî en-Nahvî, ehl-i sünnet'in bu görüşüne şöyle diyerek cevap verir: "Rics, şu iki diğer manaya da gelir:

Birincisi: Bununla azab-ı ilâhi murad edilmiştir. O halde ifâdesi, "Allah o akıllarını kullanmayanların başına kötü bir azab getirir" manasında olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah erkek münafıklarla kadın münafıkları; erkek müşriklerle kadın müşrikleri azaba uğratacak... " (Ahzâb, 73) buyurmuştur.

İkincisi: Allahü teâlâ o kâfirlerin rics (pis) olduklarına hükmetmiştir. Nitekim O "Müşrikler ancak bir necisür" (Tevbe, 28) buyurmuştur. Buna göre tefsir edilen ayetin manası, "Müslümanlar için söz konusu olan, müslümanlarda bulunan temizlik, onlar için olmaz" şeklinde olur.

Ebu Ali'ye şöyle cevap verilir: Biz, "Cehaletin kulun fiili olması mümkün değildir" hususunu aklî delil ile açıklamıştık. Çünkü kul, cehaleti istemez ve onu meydana getirmeye çalışmaz. Aksine cehaletin zıddını ister ve o zıddı elde etmeye yönelir. Binâenaleyh eğer bu iş öyle olsaydı, o zaman onun kastedip niyetlendiği tahakkuk ederdi. Biz, bu kitabın daha önceki yerlerinde, bu delilin aleyhine çeşitli sorular irâd ettik ve o sorulara cevap verdik. "Rics"i, azab manasına almak da yanlıştır. Çünkü "rics", bozuk, pis ve kötü görülen şey demektir, Binâenaleyh bu lafzı, o kâfirlerin cehaletleri ve küfürleri manasına hamletmek, doğru, hak ve adalet olan azab-ı ilâhî manasına hamletmekten daha evlâdır. Yine "rics"i, Allah'ın onların pis olduğuna hükmetmesi manasına almak da son derece uzak bir ihtimaldir. Çünkü Allah'ın bu şekilde hükmetmesi, Onun sıfatıdır. Binâenaleyh Allah'ın sıfatının "rics" olduğu söylenebilir. Böylece bizim delilimizin apaçık olduğu sabit olmuş olur."

101

"De ki: "Göklerde ve yerde neler var, bakın." Fakat bunca ayetler (ibretler) ve uyarmalar, iman etmeyecekler güruhuna fayda vermez".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele var:

Ayetteki Kıraat Farklılığı

Asım ve Hamza, ictimâ-i sâkineynden dolayı, lâm'ın kesresi ile, (......) şeklinde okumuşlardır ki, zaten bu gibi yerlerde asl olan hareke kesredir. Diğer kıraat imamları ise, lâm'ın zammesiyle (......) şeklinde okuyarak, hemze-i vaslın harekesini lâm'a vermişlerdir.

Tefekkürün Önemi

Bil ki Allahü teâlâ, geçen ayetlerde, imânın, ancak Allah'ın yaratması ve iradesiyle meydana geldiğini beyân edince, hak (doğru) olanın serâpâ cebr olduğu düşünülmesin diye de, deliller üzerinde tefekkür ve istidlal yapmayı emrederek, "De ki: "Göklerde ve yerde neler var, bakın" buyurmuştur.

Bil ki bu şu iki neticeye götürür:

a) Allah'ı bilmenin yolu, ancak O'nun delilleri hususunda düşünmektir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Halk (mahlûkat) üzerinde tefekkür edin, fakat Hâlık Teâlâ'nın zatı hususunda tefekkür etmeyin Keşfü'l-Hafa, 1/311 buyurmuştur.

b) Deliller ya göklerden, ya yerden çıkarılır. Semavî deliller, feleklerin hareketleri, miktarları, konumları, o feleklerdeki güneş, ay ve yıldızlar ile, herbirinde bulunan çeşitli fayda ve menfaatlerdir. Yerden çıkarılan delillere gelince bu, ulvî cisimlere, madenlere, bitkilere ve özellikle insanın hallerine bakıp düşünmektir. Sonra bu cinslerin herbiri nihayetsiz türlere bölünür. Binâenaleyh insan, Hak teâlâ'nın, bir sivrisineğin kanadını yaratmasındaki hikmet hususunda tefekküre başlasa, aklı ondaki, hikmet ve faydaların en küçük derecesine ulaşamadan tükenir, yorulur. Allahü teâlâ hiç şüphesiz Kur'an-ı Mecîd'de böyle delilleri çokça zikretmiştir. İşte bundan ötürü, "De ki: "Göklerde ve yerde neler var, bakın" buyurmuş ve tafsilata girmemiştir. Böylece Cenâb-ı Hak sanki, insan bu delilden çıkarılacak kısımları anlasın ve herbirinin hikmetini aktı ile ve beşerî gücünün miktarına göre, izah edebilsin diye, küllî (genel) kaideye dikkat çekmiştir.

Cenâb-ı Hak, bu tefekkür ve teemmülü emredince, bunun peşisıra ayetler (deliller) üzerindeki bu tefekkürün, ezelde şekavet ve dalâletine hükmettiği kimselere fayda vermeyeceğini beyân buyurarak "Fakat bunca ayetler (ibretler) ve uyarmalar, iman etmeyecekler güruhuna fayda vermez " buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Nahivciler, ayetin başındaki mâ edatının şu iki manaya gelebileceğini söylemişlerdir:

a) Bu ayetler ve inzârlar, Allah'ın, imân etmeyeceklerine hükmettiği kimselere bir fayda vermez" manasında, bu mâ-yi nâfiye'dir. Bu senin, "infâk etmezsen, malın sana fayda vermez" sözün gibi olur.

b) Bu, "onlardan o azab" hangi şey defedebilir ki" manasında, istifham ifâde eden mâ edatıdır. Buna göre, bu cümle istifham-ı inkârı olmuş olur.

İkinci Mesele

Ayette geçen, "âyât" ile deliller, "nüzûr" sözü ile de, inzâr edici peygamberler veya inzârlar (ikazlar) kastedilmiştir.

Üçüncü Mesele

Kelime, yâ ile ma yuğnî şeklinde de okunmuştur.

Allah Peygamberleri ve Tabilerini Korur

102

Âyetin tefsiri için bak:103

103

"Onlar, kendilerinden evvel geçmiş kavimlerin o acıklı günleri gibi bir günden başkasını mı bekliyorlar? De ki: "Haydi bekleyin. Şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim " Nihayet biz resullerimizi ve iman edenleri selâmete erdiririz. Böylece mü'minleri kurtarmak, üzerimizde bir haktır".

Bil ki bu, "Onlar, ancak geçmiş ümmetlerin başına gelen günler (azablar) gibi günlerin başlarına gelmesini beklerler" demek olup, bununla geçmiş peygamberlerin, zamanlarındaki kâfirleri, çeşit çeşit azabların bulunacağı günlerin gelmesi ile tehdid ettikleri ve o ümmetlerin, onları yalanlayıp alay ederek, o azabların hemen gelmesini isteyişleri kastedilmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanındaki kâfirler de böyle yapıyorlardı. Hak teâlâ daha sonra, Peygamberine, "Haydi bekleyin. Şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim" demesini emretmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Nihayet biz resullerimizi ve iman edenleri selâmete erdiririz" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Nusayr'ın rivayetine göre Kisâî, fiili şeddesiz olarak nünci şeklinde okurken, diğer kıraat imamları şeddeli olarak nünecci şeklinde okumuşlardır ki her iki şekilde, fiilin kullanılan şekilleridir. Durum, ayetteki (nünci) kelimesi için de aynıdır.

İkinci Mesele

Bu ayet-i kerimenin başındaki (......) atıf harfidir. Buna göre takdir şöyledir: "Bizim geçmiş ümmetler hususundaki sünnetimiz, onları çabucak helak etmek, sonra peygamberlerimizi kurtarmak şeklindedir."

Üçüncü Mesele

Önceki ayette, Cenâb-ı Allah, Peygamberine kâfirlerle birlikte azabı beklemesini emredince, tafsilâta girerek, "Azab sadece kâfirlerin başına gelir Arha Resul ve ona tâbi olanlar kurtulacaklardır" buyurur.

Daha sonra Allahü teâlâ, "Böylece mü'minleri kurtarmak üzerimizde bir haktır" buyurur, Bu ifade ile ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Keşşaf sahibi şöyle der: "Bu, "Böylesi bir kurtarma ile, biz mü'minlere yardım eder ve müşrikleri yok ederiz" demektir. Ayetteki "üzerimizde bir hak olarak" cümlesi, bir cümle-i mu'tanzadır, yani "Bu, bizim üzerimize vacib oldu" demektir."

İkinci Mesele

Kâdî: "Hak teâlâ'nın ifâdesi ile, "vücûb" kastedilmiştir. Çünkü Peygamberi ve inananları azabtan kurtarıp mükâfaata erdirmek Allah'a vâcibtir. Eğer bu böyle olmasaydı, Allahü teâlâ'nın onlara zor ve güç işleri yüklemesi güzel ve yerinde olmazdı. Binâenaleyh bu sebebten ötürü bunun Allah'a vâcib olduğu sabit olunca, bu, daha önceki bir sebebten ötürü gerekli olan bir borcun ifâsı gibi olmuş olur" demiştir, Buna şöyle cevap verilir: "Biz (ehl-i sünnet), bunun Allahü teâlâ'nın vaadi ve hükmü sebebi ile, Allah üzerine bir hak olduğunu söylüyoruz. Yoksa bunun, kulun haketmesi ile meydana gelen bir hak ve vâcib olduğunu söylemiyoruz. Çünkü kulun, yaratıcısı üzerinde hiçbir hak sahibi olmadığı sabittir.

Tevhidin Devamlılığı

104

Âyetin tefsiri için bak:106

105

Âyetin tefsiri için bak:106

106

"Ey insanlar, eğer benim dinimden bir şüphede iseniz, (iyice bilin ki) ben Allah'ı bırakıp da sizin taptıklarınıza tapmam. Ancak sizin canınızı alacak olan Allah'a kulluk ederim. Bana mü'minlerden olmam emredilmiştir" de! Ve yüzünü tevhid dinine döndür, sakın müşriklerden olma. Allah'ı bırakıp da sana ne fâide ne de zarar veremeyecek olan nesnelere tapma! Eğer böyle yaparsan o takdirde şüphesiz ki sen, (kendine) yazık etmişlerden olursun",

Bil ki Allahü teâlâ, en ince noktalarına kadar delillerden bahsedince, nübüvveti hususunda hertürlü şek ve şüphesinin zail olup, Allah'a karşı yaptığı ibâdetin artık gizlilikten açığa çıkması için, Peygamberine, dinini ve müşriklerden farklı olduğunu ortaya koyup ilân etmesini emrederek, "Ey insanlar, eğer benim dinimden bir şüphede iseniz (...)" de" buyurmuştur.

Bil ki, bu ayetin zahiri, o kâfirlerin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dinini tanımadıklarına delâlet ettiği halde, hadislerde, onların Hazret-i Peygamber hakkında, "o, sâbiî'dir" dedikleri zikredilmektedir. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, Peygamberine, kendisinin, müslüman ve Hanîf olan İbrahim'in dini üzere olduğunu onlara beyân etmesini emretmiştir. Zira Cenâb-ı Hak, "Hakikaten İbrahim (başlı başına) bir ümmetti; Allah'a itaatkârdı ve muvahhid bir müslümandı"(Nahl, 120), "Şüphesiz ki ben, bir muvahhid olarak, yüzümü o gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a yönelttim" (Enam, 79) ve "Ben, sizin tapmakta olduklarınıza tapmam" de!" (Kafirûn, 2) buyurmuştur.Bu, "Siz, şayet benim dinimin ne olduğunu bilmiyorsanız, ben onu size detaylı bir biçimde açıklayacağım" demektir. Daha sonra Hazret-i Peygamber, bu hususta birtakım kayıt ve açıklamalarda bulunmuştur.

Birinci kayıt: Cenâb-ı Hakk'ın, "iyice bilin ki ben, sizin, Allah'tan başka taptıklarınıza tapmam" ayetinin ifâde ettiği husustur. Bu nefyin mutlaka başa alınması gerekli idi; zira biz, levhadan bozuk nakışların izalesinin, mutlaka o levhadaki doğru nakısların nakşedilip işlenmesinden önce gelmesi gerektiğini söylemiştik. Yine, böyle bir nefiy gerekli idi; zira ibâdet, tazimin doruk noktasıdır. Binâenaleyh ibâdet ancak, celâl ve ikram sıfatlarının doruk noktasında olana yaraşır. Putlar ise, bazı taşlardan ibarettir. İnsan ise onlardan daha kıymetlidir. O halde daha kıymetli olanın, değersiz olana ibâdet etmekle meşgui olması nasıl uygun düşer?

İkinci kayıt: O'nun "Ancak sizin canınızı alacak olan Allah'a kulluk ederim" ayetinin ifâde ettiği husustur, Bundan maksat şudur: "O, Allah'tan başkasına ibâdet edilmemesi gerektiğini beyân buyurunca, Allah'a ibâdetle meşgul olmanın gerektiğini de, tafsilatlı olarak açıklamıştır."

Buna göre şayet, "Hak olan Mabûd'un, burada "O, sizin canınızı alandır" şeklindeki bir sıfatla zikredilmesinin hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki:

Bu hususta şu izahlar yapılabilir:

1) Bununla, "Ben, sizi ilk önce, yaratan; ikinci olarak canınızı alan, üçüncü kez de sizi yeniden iade edecek olan Allah'a ibâdet ederim" manasının murad edilmiş olması muhtemeldir. Bu üç mertebeyi biz, Kur'an'da defalarca, zaman zaman ifâde ettik. Binâenaleyh burada, geriye kalanlarına dikkat çekmek için, bu üç şeyden sadece "can alma"nın zikredilmesiyle yetinilmiştir.

2) Ölüm en korkunç şeydir. Binâenaleyh burada, özellikle bu ifâde, daha caydırıcı ve daha men edici olsun diye zikredilmiştir.

3) Onlar, azabın hemen gelmesini isteyince, Cenâb-ı Hak da, "Onlar kendilerinden evvel geçmişlerin günleri gibi (bir günjden başkasını mı bekliyorlar? De ki: "Haydi bekleyin. Şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim." Nihayet biz, resullerimizi ve iman edenleri selâmete erdiririz... "(Yûnus, 102-103) buyurmuştur. Binâenaleyh bu ayet, Allahü teâlâ'nın, o kâfirleri helak ve mü'minleri kurtarıp onların kudret ve devletlerini kuvvetlendireceğine delâlet etmiş olur. Bu sebeple, bu sözün ifâde edilmesiyle onun zamanının geldiği ve yaklaştığı anlaşılınca, pek yerinde olarak burada, "Ancak sizin canınızı alacak olan Allah'a kulluk ederim..." buyurmuştur ki, bu, Allahü teâlâ'nın bir önceki ayetlerde açıklayıp izah etmiş olduğu şeye işaret olmuş olur. Buna göre Peygamber sanki, "Ben, bana, onları helak edeceğini ve beni bırakacağını vaadeden zâta, varlığa ibâdet ederim..." demek istemiştir.

Üçüncü kayıt: Cenâb-ı Hakk'ın "Bana, mü'minlerden olmam emredilmiştir" cümlesinin ifâde etttiği husustur. Bil ki Allahü teâlâ, uzuvların işleri cinsinden olan ibâdetten bahsedince, ondan iman ve marifet bahsine geçmiştir.

Bu da, zahirin salih amellerle süslenmediği sürece, kalbte iman ve marifet nurunun meydana gelmeyeceğine delâlet etmektedir.

Dördüncü Kayıt: "ve yüzünü tevhid dinine döndür" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bunun başındaki vâv harfi, atıf harfidir. Matufun aleyh hakkında da şu iki izah bulunmaktadır:

1) "Bana, mü'minlerden olmam emredilmiştir" cümlesi "Bana denildi ki: "Mü'minlerden ol" cümlesi yerinde zikredilmiş olup, buna göre, cümlesi de buna atfedilmiştir.

2) cümlesi "Ve ben, özümü tevhid dinine döndürmekle emrolundum" cümlesinin yerini tutmaktadır. Buna göre ayetin takdiri "Bana, mü'minlerden olmam ve özümü, yüzümü tevhîd dinine döndürmem emrolundu" şeklinde olur.

Yüzü Dine Yönelme'nın Manası

Ayette bahsedilen, "ikâmetu'l-vech" ifâdesi, aklı tamamiyle dini talep edip, onu araştırmaya yöneltmekten ibarettir. Çünkü bir şeye alabildiğine bakmak isteyen kimse, kendisini, az olsun çok olsun hiçbir şeyin ondan çeviremeyeceği bir biçimde yüzünü o şeye doğru yöneltir. Zira o kimse, yüzünü o şeyden çok az olsa dahi çevirdiğinde, o takdirde, o şeyin tam mukabilinde olma hali yok olmuş olur. Bu, tam mukabilinde olma işi bâtıl ve yok olunca da, görme haleldar olur. İşte bundan dolayı, "yüzü dine doğru ikâme etme"nin, aklın tamamiyle dini talep etmeye yöneltilmesinden bir kinaye kılınmış olması güzel ve yerinde olmuş olur. Hanîfa kelimesinin manası, "Tamamiyle ona yönelmiş, onun dışında kalanlardan ise tamamiyle yüz çevirmiş kimse olarak" demektir ki, bu sözün neticesi de tam bir ihlâsı ve başkasına iltifat etmemeyi gösterir. O halde, onun ilk önce, "Bana, mü'minlerden olmam emredilmiştir" demiş olması, imanın temelini ve aslını elde etmeye; "ve yüzünü tevhid dinine döndür" sözü de, tamamiyle iman nuruna gark olmaya ve onun dışında kalanlardan da tamamiyle yüz çevirmeye bir işaret olmuş olur.

Beşinci kayıt: "ve sakın müşriklerden olma"buyruğunun ifâde ettiği husustur.

Bil ki, bunun putlara ibâdet etmekten bir rîehiy olması mümkün değildir. Çünkü bu, Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetindeki "Ben, sizin tapmakta olduklarınıza tapmam" buyruğu ile yasaklanmıştı. Dolayısıyla bu sözü yeni bir mânaya hamletmek gerekir ki o da şudur: "Bir kimse Mevlâstnı tanıdıktan sonra, başka bir şeye iltifat ederse, bu, bir şirk olur ki, bu, gönül ehlinin "şirk-i hafî- gizli şirk" adını verdikleri şeydir.

Altıncı kayıt: Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'ı bırakıp da sana ne faide ne de zarar veremeyecek olan nesnelere tapma" buyruğunun ifâde ettiği husustur. Zâtı gereği mümkin olan varlıklar, zatlarına nisbetle yok, Hakk'ın yaratmasıyla da mevcutturlar. Durum böyle olunca, Hakk'ın dışında kalanların varlığı, ancak Hakk'ın yaiatmasıyla olur. Böyle olması halinde de Hak'tan başka fayda veren, yine O'ndan başka zarar verebilecek olan bir kudret yoktur. Çünkü, O'nun zâtı hariç, her şey yok olucudur. Durum böyle olunca da, hüküm sadece Allah'ın olup, her iki dünyada kendisine başvurulacak olan, ancak O olmuş olur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, ayetin sonunda "Eğer böyle yaparsan o takdirde şüphesiz ki sen kendine yazık etmişlerden olursun" buyurmuştur. Bu, "şayet sen, menfaat ve zararı, Allah'tan başkasından beklemekle meşgul olursan, zalimlerden olursun" demektir. Çünkü zulüm, bir şeyin, olması gereken yerden başka bir mevkie konulması demektir. Şu halde, Hakk'ın dışında kalanlar, tasarrufta bulunmaktan uzak olunca, tasarrufun, Hakk'ın dışındaki varlıklara mal edilmesi, bir şeyi olması gereken yerden başka bir yere koymak olur ki, bu da zulümdür.

Buna göre şayet, "yiyerek doymayı, içerek de kanmayı istemek, bu ihiâsa zarar verir mi?" denilirse, biz deriz ki: Hayır, çünkü ekmeğin bulunması ve onun bütün özelliklen, Allah'ın icadı ve meydana getirmesiyledir. Binâenaleyh, ondan yararlanmak için, Allah'ın yaratmış olduğu bir şeyden faydalanmayı talep etmek tamamiyle Allah'a yönelmeye aykırı değildir. Ancak ne var ki bu İhlasın şartı, akıl gözü bu mevcudattan herhangi bir şeye takıldığında, o kimsenin, akıl gözüyle o şeylerin zâtları gereği yok olduklarını; Hakk'ın icad etmesiyle var olduklarını; kendi başlarına fanî, Hakk'ın ibkâ etmesiyle bakî olduklarını görüp müşahede etmesidir. İşte bu durumda o kimse, Hakk'ın dışında kalanların, zâtları gereği mahzâ yokluk olduğunu ve Allah'ın varlığının nuru ile ihsanının feyzinin, her şeyin üzerinde olduğunu ve her şeyi ihata ettiğini görmüş olur.

107

"Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu, O'ndan başka giderecek hiçbir kimse yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse. O'nun fazlını geri çevirecek hiç bir kuvvet de yoktur. O, bunu kullarından dilediğine eriştirir. O, çok affeden ve çok merhamet edendir".

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Âlemde Mutlak Tasarruf Sahibi Allah'tır

Bil ki Allahü teâlâ, bu sûrenin sonunda, bütün mümkin varlıkların kendisine varıp dayandığını ve bütün kâinatın kendisine muhtaç olduğunu; akılların kendisine hayran kaldığını, rahmet, cömertlik ve varlığın kendisinden feyezan ettiğini beyân buyurmuştur.

Bil ki bir şey, ya zararlı, ya faydalı yahut da ne zararlı ne faydalı olur. Bu iki kısım, hayır isminde müşterektirler. Zarar, vücudî (var oluşla ilgili) bir durum olunca, pek yerinde olarak Cenâb-ı Hak bu hususta, "eğer Allah sana bir zarar dokundurursa (...)" buyurmuştur. Ama hayır, bazan vücudî, bazan da ademî olunca, tam yerinde olarak Cenâb-ı Hak bu hususta "dokundurma" fiilini zikretmemiş, aksine, "Eğer sana bir hayır da dilerse... " buyurmuştur. Ayet, zarar ve hayrın, Allahü teâlâ'nın kaza ve kaderi ile meydana geldiğine delâlet etmektedir ki, bu hususa küfür-iman, itâat-isyân, sevinç-âfet, hayır-elemler; lezzetler, rahatlar ve yaralanmalar dahil olur. Böylece Cenâb-ı Hak şunu beyân etmiştir: "O, bir kimseye şer dilemişse, ondan, o şerri, zatından başkasının gidermesi mümkün değildir. Eğer bir kimseye de hayrı hükmetmişse, O'nun lütfunu da hiç kimse geri çeviremez."

Ayetteki Bazı İncelikler

Ayetteki bir başka incelik de şudur: Allahü teâlâ hayır tarafını şu üç bakımdan, şer tarafına tercih etmiştir:

a) Allahü teâlâ, zarar dokundurmadan bahsedince, onu kendisinden başka giderecek kimsenin bulunmayacağını da beyân etmiştir ki, bu, O'nun zararları gidereceğine delâlet eder. Çünkü, olumsuzluktan yapılan istisna, isbât ifâde eder. O, hayrı zikrederken de, "ben onu defederim" dememiş, aksine "Kimse onu geri çeviremez" demiştir ki, bu da hayrın zâtt gereği matlub, şerrin de arızî olarak matlub olduğuna delâlet eder. Nitekim Cenâb-ı Hak, bir hadis-i kudsîsinde, "Rahmetim, gazabımı geçmiştir" demiştir.

b)Cenâb-ı Hak, hayrın sıfatı hakkında, "O. bunu kullarından dilediğine ulaştırır.." buyurmuştur ki bu da, hayır ve rahmet tarafının daha üstün ve baskın olduğunu gösterir.

c) Allahü teâlâ, O. çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir" buyurmuştur. Bu da, rahmet tarafının kuvvetli olduğuna delâlet eder. Bu ayette ilgili sözün neticesi şudur:Cenab-ı Allah yaratma.icad etme, var etme ve eşsiz bir biçimde yaratma hususlarında tek olduğunu, kendisinin dışında mûcid bulunmadığını ve kendisinden başka mabûd olmadığını beyân etmiş, sonra da hayrın bizzat; şerrin de arızî olarak irade edildiğine dikkat çekmiştir ki, bu konunun muhtevasında derin sırlar bulunmaktadır. İşte, bizim bu ayet hakkında söyleyeceğimiz bundan ibarettir.

İkinci Mesele

Müfessirler şöyle demişlerdir: Allahü teâlâ, önceki ayette, putların sıfatı hakkında, "Onlar ne zarar verebilirler, ne de faydalı olabilirler" buyurunca, bu ayette de onların, başkasından gelen zararı def etmeye ve başkasından gelen hayra da mani olmaya muktedir olamadıklarını beyân buyurmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh) ayetinin manasının, "şayet Allah sana, bir hastalık ve bir fakirlik verirse, onu zatından başka geriye çevirecek kimse yoktur.." şeklinde olduğunu söylemiştir.

"Eğer sana bir hayır dilerse..." buyruğuna gelince, bu hususta Vahidî şöyle demektedir: "Bu, ifâde "maklûb" olup, mânası ise, "Şayet Cenâb-ı Hak sana hayrı murad ederse şeklindedir. Ancak ne var ki, bunlardan her biri diğerini ilgilendirince, her birinin diğerinin yerine bedel olması câizdir."8en de derim ki: "Lafızdaki takdim, daha fazia ilgi ve özen gösterildiğine, itinâya delâlet eder: Buna göre, Cenâb-ı Hakk'ın buyurması, maksud olanın, insan olduğuna; diğer hayırların ise, onun için varedildiğine delâlet eder ki, bu incelik ancak, bu terkibden elde edilir."

Sûrenin Hatimesi

108

De ki: "Ey insanlar, size Rabbinizden hak gelmiştir. Artık kim hidâyeti kabul ederse, o ancak kendi yararı için hidâyete ermiş, kim de saparsa o da yalnız kendi zararına sapmış olur.-Ben sizin başınızda bir bekçi de değilim".

Bil ki Allahü teâlâ, tevhid, nübüvvet ve ahiretle ilgili delilleri iyice izah edip, bu sûrenin sonunu da yaratmada, yoktan var etmede, tekvîn ve ibdâda zatının tek olduğuna delâlet eden bu açıklamalarla süsleyince, bu sûreyi, çok kıymetli ve yüce olan bu ifâdelerle hitâma erdirmiştir. Bu ayetin tefsiri hususunda şu iki izah yapılabilir:

a) Allah, ezelde kimin hidâyet bulacağına hükmetmişse bu iş, onun için mutlaka olacaktır; kimin de sapıklığına hükmetmişse işte bu da kaçınılmazdır ve bunu savuşturmanın çaresi yoktur.

b) Bu, Mutezite'ye uygun düşen bir açıklama olup, Kâdî şöyle demiştir: "Allahü teâlâ, şeriatini ikmâl ettiğini, her türlü engeli kaldırarak mazerete mahal bırakmadığını beyân ederek, "Kim hidâyeti kabul ederse, o ancak kendi yaran için hidâyete ermiş, kim de saparsa o da yalnız kendi zararına sapmış olur. Ben sizin başınızda bir bekçi de değilim" buyurmuştur. Bu, "sizi en büyük mükâfaata ulaştırmak ve sizi elîm bir azâbdan kurtarmak hususunda, bana, yaptığımdan daha fazlası vacip değildir" demektir." İbn Abbas, bu ayetin kıtal, savaş ayetiyle mensûh olduğunu söylemiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu sonucu da başka bir latîf, hoş bir sonuç ile nihayete erdirmek üzere,

109

"Sana her ne vahyediliyorsa ona tâbi ol. Allah hükmünü verinceye kadar, sabret. O. hâkimlerin en hayırlısidır".

buyurmuştur. Bu, "Allahü teâlâ, peygamberine, vahye ve tenzile ittibâ etmesini emretmiştir. Binâenaleyh, şayet kendisine, o ittibâdan dolayı bir kötülük ulaşırsa, Allah, o hususta hükmedinceye kadar, ona sabretmesi gerektiğini, zira kendisinin, hükmedenlerin en hayırlısı olduğunu bildirmiştir" anlamındadır.

Araplardan birisi, "sabr" hakkında bir şiir inşad ederek şöyle demiştir:

"Sabır, benim sabretmeme dayanamaymcaya kadar sabredeceğim... Ve sabredeceğim, Allah benîm durumum hakkında hükmedinceye kadar... Ve sabır, sabırdan daha acı ve zor olan şeye sabrettiğimi bilinceye kadar sabredeceğim..."

Allah, ne murad ettiğini ve kitabının sırlarını en iyi bilendir. Böylece, bu sûrenin tefsiri, Allah'ın inayeti ve hüsn-i tevfiki ile tamamlandı. Bu kitabı derleyen (cami) şöyle demektedir: "Ben bu sürenin tefsirini, Allah'ın asamm (yani savaş çağrılarına karşı sağır, içinde savaş olmayan, barış ve sulh) ayı olan Receb ayının bir Cumartesi günü, (Hicrî) 601 yılında bitirdim. Ben, Allah ruhuna ve bedenine mağfiret ve rahmet yağmurlarını yağdırsın, salih bir kimse olan babam Muhammed efendinin ölümü sebebiyle çok hüzünlü idim; canım da çok sıkılmıştı. Ben, bu kitabı okuyan ve kendisinden istifâde eden bütün müslümanlardan, hem o miskîne (babama), hem de bu miskine (bana) duâ, rahmet ve mağfiret taleplerini tahsis etmelerini istiyorum. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a; salât ü selâm da, mahlûkatın en hayırlısı olan Hazret-i Muhammed'e, O'nun âline ve bütün ashabına olsun!.

0 ﴿