2

"İnsanlar için, insanları uyar ve iman edenlere Rableri indinde bir kadem-i sıdk olduğunu müjdele" diye içlerinden bir insana vahyedişimiz şaşılacak bir şey mi oldu ki o kâfirler, "Doğrusu, bu. besbelli bir sihirbaz!" dediler.

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Kureyş kâfirleri, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e peygamberlik ve vahiy nasîb etmesine şaşmışlardı. Allahü teâlâ da onların bu şaşmalarının, kendileri için yadırganacak birşey olduğunu bildirmiştir. Kâfirlerin, Cenab-ı Hakk'ın, Hazret-i Peygamber'e vahyi nasib etmesine şaşmalarının izahına gelince, bu şu şekillerdedir:

1) Cenâb-ı Allah "(Onlar), o bütün tanrıları bir tek tanrı mı yapmış? Bu cidden acâib birşey!" dediler. Onların elebaşlarından birkısmı, birbirine: "Yürüyün, mâbudlarınıza ibadette sebat edin. Doğrusu, yapılacak iş budur" diyerek kalkıp gittiler" (Sâd. 5-6) buyurmuştur. Onlar cahillikte, Allah'ın bir tek oluşuna bile şaşacak oir dereceye vardıkları için, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Peygambere vahyi ve peygamberliği vermesine şaşmaları hiç de uzak görülecek bir ihtimal değil.

2) Mekkeliler, "Allahü teâlâ insanlara, Ebu Talib'in yetimi (Muhammed'den) başka gönderecek kimse bulamadı mı!?" diyorlardı.

3) Onlar, "Bir de şunu söylediler: "Şu Kur'an, iki büyük şehirden, ileri gelen bir adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf, 31) diyorlardı.

Velhasıl, bu şaşıp hayret etme şu iki şeyden ötürü olmuş olabilir:

a) Cenab-ı Hakk'ın, kâfirlerin "Allah bir insanı mı peygamber olarak gönderdi!" s-a 94)dediklerini naklettiği gibi, Allah'ın bir beşeri peygamber olarak göndermesine hayret etmişlerdir.

b) Onlar buna değil de, aksine, Allah'ın Hazret-i Muhammed'e, o bir fakir ve yetim olmasına rağmen, O'na vahyetmesine ve peygamberlik vermesine şaşmışlardır. İşte, kâfirlerin şaşma sebebi olan şeyin izahı budur..

Nübüvvet Hiç de Şaşılacak Şey Değildir

Cenâb-ı Allah'ın, onların bu şaşıp kalmalarını yadırgamasının izahı ise, ayetteki "İnsanlar için, içlerinden bir insana vahyedişimiz şaşılacak birşey mi oldu!" buyruğudur. Çünkü ayetteki tabiri, lafzen bir istifham olup, "Bu işin şaşılacak bir şey olduğunu kabul etmeme" manasındadır. Bunun şaşılacak birşey olmadığı, şu sebeblerden ötürüdür:

a) Allahü teâlâ mahlûkatın hem mâliki (sahibi), hem de melîki (hükümdarıdır). Melik emretme, nehyetme, izin verme ve alıkoyma güç ve yetkisi olandır. Binâenaleyh onun, bazı kulları vasıtası ile bu mükellefiyetlerini o mükelleflere ulaştırıp bildirmesi gerekir. Durum böyle olunca, Allahü teâlâ'nın da peygamber göndermesi imkansız değil, aksine aklen mümkün olan bir şeydir.

b) Allahü Teâlâ, mahlûkatı, kullukla iştigal etmeleri için yaratmıştır. Nitekim, "Ben cinleri de insanları da. ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" (Zâriyat, 50):

"Muhakkak ki biz, insanı birbiriyle karrşık bir damla sudan yarattık. Onu imtihan ediyoruz" (Dehr. 2) ve "Hakikaten, iyi temizlenen ve Rabbinin adını zikredip de namaz kılan kimse kurtulmuştur" (A'lâ. 14-15) buyurmuştur. Sonra, Allahü Teâlâ, onların akıllarını olgunlaştırmış, onlara hayır ve şerri yapma imkânı vermiştir. Sonra da kullarına, kendilerine bir peygamber ve uyarıcı göndermeden, mükellef oldukları şeylerle meşgul olmamalarını bildirmiştir. Bu durumda, lütuf, kerem ve rahmet vücubiyyeti olmak üzere, onlara, o peygamberi göndermesi vâcib olmuştur. Bu vâcib olduğuna göre, artık nasıl olur da buna şaşılabilir?

c) Peygamber göndermek işi, Allahü teâlâ'nın, mükellefleri hiçbir zaman kendisinden mahrum bırakmadığı bir iştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "senden evvel gönderdiklerimiz, şehirler halkından kendilerine vahyettiğimiz birtakım erkeklerdi" (Yusuf, 109) buyurmuştur. O halde, daha önce benzeri geçmişken, buna daha nasıl şaşılabilir? Bunu, "Andolsun ki, Nuh'u da kavmine peygamber olarak gönderdik" (Araf.59)ayeti ile, diğer peygamberlerin kıssaları da desteklemektedir.

d) Allahü teâlâ onlara, nesebini, ümmî, çeşitli töhmet ve yalanlardan uzak olduğunu, devamlı doğru söyleyip iffetli ve namuskâr olduğunu bildikleri birisini peygamber olarak göndermiştir.Sonra O, hiç bir din mensubuyla içli dışlı olmayan, (onları tanımayan) ve asla bir kitap da okumamış olan bir ümmî idi. Buna rağmen O, onlara kendi kıssalarını okuyor ve onların başlarına gelen şeyleri kendilerine haber veriyordu. Bu da O'nun, sâdık ve Allah tarafından da doğrulanmış birisi olduğuna delâlet eder ki, işte bu husus da şaşmaya mahal vermez. Bütün bu hususlar, Cenâb-ı Hakk'ın, "O. ümmiler içinde kendilerinden bir peygamber gönderendir ki" (Cuma, 2) ve "Sen bundan evvel hiçbir kitap okur değildin. Elinle de onu yazmadın" (Ankebût, 48) ayetlerinden anlaşılmaktadır.

e) Bu gibi hayret ve şaşma, her peygamber gönderildiğinde de mevcut idi. Nitekim, "Size, ... kendinizden bir adam vasıtasıyla Rabbinizden bir ihtar ve öğüt geldi diye teaccüp mü ettiniz! Ad kavmine de kardeşler: Hûd'u gönderdik (...) Semûd (kavmine) de kardeşleri Salih 'i gönderdik... " (Araf. 63, 65. 73) ayetlerinde de olduğu gibi.

f) Bu hayret ve şaşırma, ya Allahü teâlâ'nın beşerden bir peygamber göndermiş olmasından dolayıdır, yahut onlar bunun şaşılacak bir şey olmadığını kabul etmekle beraber, Allah'ın, vahiy ve risâfettni Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e vermesinden dolayı şaşırmışlardır.

Birincisine gelince, bu uzak bir ihtimaldir. Zira akıl, bu mükellefiyetlerin mevcut olması halinde, ibadetler ve diğer hususlarda olduğu gibi, dinleri hususunda da, kendisine muhtaç oldukları şeylerin tamamını onlara öğretecek bir peygamberin ve bir uyarıcının bulanması gerektiğine şehadet etmektedir. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz diyoruz ki, evla olan, kendisine daha fazla ünsiyyet duysunlar ve kendisini daha iyi ve daha kuvvetli bir biçimde anlasınlar diye, onlara kendi cinslerinden, kendi içlerinden birisini peygamber olarak göndermesidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer o peygamberi bir melek yapsaydık, onu. o meleği yine de bir adam suretinde gösterirdik" (Enam, 9) ve "De ki: "Eğer yeryüzünde insanlar gibi sakin sakin yürüyen melekler olsaydı, biz de onlara gökten melek peygamber gönderirdik" (isrâ, 95) buyurmuştur.

İkincisi de uzak bir ihtimaldir. Zira Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), hayır, takva ve emanet sıfatlarıyla muttasıf idi. Onlar onu, sadece yetim ve fakir olmakla ayıplıyorlardı ki, bu son derece tuhaf ve saçma idi. Zira Allahü teâlâ, bütün varlıklardan müstağnidir. Binâenaleyh, fakirliğin, Allah katında, peygamberin durumunun noksanlığına; zenginliğin de, O'nun katında peygamberin durumunun mükemmelliğine bir sebep teşkil etmesi uygun düşmez. Nitekim Cenab-ı Hak: "Sizi bizim katımca yaklaştıracak olan ne mallarınız, ne evlâdlarınız değildir" (Sebe. 3?) buyurmuştur. Binâenaleyh, kâfirlerin, Allah'ın vahiy ve risâfetini Hazret-i Muhammed'e vermesinden dolayı şaşmalarının fasit, bozuk bir tavır ve iddia olduğu sabit olmuş olur.

İkinci Mesele

Ayetteki (......) kelimesinde hemze, hem teaccüb etmeyi kabul etmeme hem de muhatabları, o müşriklerin şaşırmış olmasından şaşmaya davet için getirilmiş bir hemzedir. ifadesi, kâne'nin ismi, aceben kelimesi de, haberidir. İbn Abbas, acebun şeklinde okuyarak, nekire olduğu halde kane'nin ismi; ifadesini de, marife olduğu halde, onun haberi kabul etmiştir. Bu tıpkı Arapların, "Bal ve su, onun mizacı olur" şeklindeki sözü gibidir. En güzel izah ise, kâne'nin tam fiil kabul edilerek, ifadesinin aceben kelimesinden bedel kılınmış olmasıdır.

Üçüncü Mesele

Allahü teâlâ "İnsanlar katında şaşılacak bir şey midir?" demeyip de, 'İnsanlar için şaşılacak bir şey midir?" buyurmuştur. Bu iki ifade arasındaki fark şudur: Cenâb-ı Hakk'ın buyruğunun manası, "Onlar onu, kendileri için şaşılacak bir şey addettiler ve uğursuzluğu, alayı ve şaşmayı ona yöneltmek gayesiyle de. hep onu dillerine doladilar ve gözlerini ona diktiler" şeklindedir. Halbuki, sözünde bu mana bulunmamaktadır.

Dördüncü Mesele

(......) ifadesindeki, fiil ile beraber en edatı, masdar takdirinde olup, kâne'nin ismidir. Haberi ise, aceben kelimesidir. Burada, haber mübtedadan önce gelmiştir, zira Araplar, (cümlede) en ehemmiyetli olanı başta zikrederler. Binâenaleyh bu ayette esas inkâr edilen ve yadırganan şey, onların şaşmalarıdır. Cenâb-ı Hakk'ın buyruğundaki en edatına gelince, bu edat tefsir için gelmiş olan endir. Çünkü, evhaynâ kelimesinde, kulnâ (dedik) manası bulunmaktadır. Bunun enne'den hafifletilmiş en olması da mümkündür. Buna göre bu ifadenin aslı: "Durum şudur ki: Bizim sözümüz, "İnsanları korkut ve uyar!" şeklindedir" manasında olmak üzere ....... şeklindedir.

Beşinci Mesele

Allahü Teâlâ, Resulüne vahyettiğini beyan buyurunca, bundan sonra da ona ne vahyedildiğinin açıklamasını yapmıştır ki, bu da, inzâr ve müjdelemedir.

Uyarmaya gelince bu, bundan dolayı uygun olmayan şeyleri yapmaktan kaçınsınlar diye, kâfir ve fâsıklara karşı yapılır.

Tebşîr ise, tâattaki şevk ve istekleri artsın diye, itaat eden kimselere yapılır.

Bu ayette inzâr, müjdelemeden önce zikredilmiştir; zira, "tahliye" (boşaltma), tahliye den (süslemeden) öncedir. Yine uygun olmayan şeyleri gidermek ve yapmamak, uygun olanları yapmaktan, derece bakımından önce gelir.

Kademe Sıdk Tabirinin İzahı

"bir kadem-i sıdk" buyruğu hakkında, hem dilcilerin hem de müfessirlerin görüşleri bulunmaktadır. Dilcilerin görüşlerine gelince, Vahidî, "el-Basît" adlı eserinde şunları nakletmiştir: Leys ve Ebu'l-Heysem, kadem kelimesi, sabıka "öne geçmiş, daha önce bulunmuş" anlamındadır. Buna göre mana, "Onlar için daha önceden, Allah katında bir hayır yazılmıştır" şeklindedir. Nitekim şâir Zû'r-rumme, "Sen, Züâbe hanesinin halkından bir kişisin: onların, herkesçe malûm olan hayırları ve övgü vesileleri vardır.." demiştir" demişlerdir.

Ahmed İbn Yahya: Kadem kelimesi, "senin hayır hususunda yaptığın her şeydir" derken, İbnu'l-Enbârî, kadem, kendisine yönelinen ve kendisi hususunda asla bir tehir ve erteleme bulunmayan bir amel ve iş, anlamındadır" demiştir.

Bil ki, "kadem" lafzının, bu manalara gelmesinin sebebi, çalışma ve öne geçmenin, ancak "kadem" (ayak) ile meydana gelmiş olmasıdır, Böylece netice, sebebin ismiyle isimlendirilmiş olur. Bu tıpkı, el ile verildiği için, nimete yed (el) denilmesi gibidir.

Buna göre şayet, "Cenâb-ı Hakk'ın, kademe sıdk tabirindeki, kadem kelimesinin, sıdk kelimesine muzâf kılınmasının manası nedir?" denilirse biz deriz ki:

Bunun faydası, onun değer ve üstünlüğünün fazlalığına ve onun, önde gelen şeylerden olduğuna dikkat çekmektir. Bazı kimseler de bu ifadenin mekâme sıdk, (doğruluk ve sıdk makamı) manasında olduğunu söylemişlerdir.

Müfessirlere gelince, bazıları bu tabiri, "sâlih ameller; bazıları, mükâfaat manasına; bazıları da, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şefaati manasına hamletmişlerdir ki; İbnu'l-Enbarî bu ikincisini tercih ederek şöyle bir şiir nakletmiştir: mâliki ve sahibi olan (Allah) için namaz kıl ve insanların ayaklarının sürçüp Tökezleyecekleri o (mahşer) gününde seni kurtaracak olan bir şefaat (kadem) vesilesi edin."

Yedinci Mesele

Kâfirlere, kendi içlerinden bir peygamber gelip onları uyarıp müjdeleyip ve onlara Allah katından, O'nun hikmet ve fazlına uygun olan şeyleri getirince, onlar taaccüb ederek:

"Besbelli bu, bir sihirbaz" dediler. Yani, "Kendisinin bir peygamber olduğunu iddia eden şu kimse, bir sihirbazdır" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, Kâfirler... dediler" diye söze başlaması, "Peygamber onları uyarınca, kâfirler dediler ki (...)" takdirindedir. Kaffâl, böylesi takdirlerin, Kur'an'da az olmadığını söylemiştir.

Müşriklerin Kur'an'a Sihir Demelerinin Manası

İbn Kesir, Asım, Hamza ve Kisaî kıraatlerine göre, Hazret-i Muhammed kastedilerek, diğer kıraatlere göre ise, Kur'an-ı Kerim kasdedilerek şeklindedir.

Bil ki kâfirlerin, Kur'an-ı Kerim'i "sihir" diye nitelemeleri, onlar katında, Kur'an-ı Kerim'in değerinin büyüklüğüne, onun bir mu'cize olduğuna ve onların buna karşı durmalarının, muarazada bulunmalarının imkânsız olduğuna delâlet eder. İşte bundan öolayı onlar bu sözü söyleme ihtiyacını duymuşlardır.

Bil ki onların, Kur'an-ı Kerim'i sihir diye nitelemeye yönelmeleri, kötüleme gayesiyle olabileceği gibi, bir medih sadedinde zikretmiş olmaları da muhtemeldir. İşte bundan dolayı, müfessirter bu hususta ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak Dazdan, şöyle demişlerdir: Onlar bununla, Kur'an-ı Kerim'in, dışının süslü, güzel bir kelam olmakla beraber gerçekte batıl ve aslı olmayan bir söz olduğunu iddia etmek istemişlerdir. Diğer bazıları da şöyle demişlerdir: Onlar, Kur'an-ı Kerim'in fesahatinin emmel ve mislini meydana getirmek de imkânsız olduğu için, bu sözleriyle onlar, Kur'an-ı Kerim'in âdeta bir sihir gibi olduğunu kastetmişlerdir.

Bil ki onların bu iddiaları, son derece fasit ve yanlış bir söz olunca, (bunun cevabı) zedilmemiştir. Biz bu sözün, son derece fasit ve yanlış olduğunu söyledik. Zira Hazret-i Peygamber, kendi hemşehrileri idi. Aralarında doğup büyümüş, onlardan ayrılmamış ve onlardan başka hiç kimse ile içti dışlı olmamıştı. Mekke de, âlimler ve zekî kimseler beldesi de değildi ki, onun, onlardan sihri ve pekçok ilmi öğrendiği ye böylece de, böylesi bir Kur'an'ı izhar ettiği söylenebilsin! Durum böyle olunca da, Kur'an'ı büyü anlamına hamletmek son derece yanlış ve fasit iddia olmuş olur. Bundan dolayı, buna cevap verilmemiştir.

Allah'a ve Ahirete îman Esası

2 ﴿