3"Şüphesiz ki sizin Rabbiniz. gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş üzerinde hükümran olan. her işi yönetendir. Onun katında hiç bir kimseşefaatçi olamaz, meğer ki kendi izniyle olsun. İşte sizin Rabbiniz olan Allah budur. O halde ona kulluk edin. Artık iyice düşünüp ibret almaz mısınız?". Bil ki, Allahü teâlâ kâfirlerin, Hazret-i Peygamber'e verilen vahiy ve risâletten dolayı, iddialarını nakledip, sonra da bu taaccübü, "Mahlûkatın yaratıcısının, sâlih amellere mukabil onları mükâfaatla; fasit ve bâttl amellere mukabil ukubet ve ceza ile müjdeleyen bir peygamber göndermesinde, asta imkânsız görülecek bir şey bulunmadığını belirterek" ortadan kaldırınca, verilmiş olan bu cevabın mükemmel olması, ancak iki şeyi bildirmeye bağlı olmuştur: a) Bu âlemin, kahir, kadir olan, emir, yasak ve mükellefiyetlerle ilgili hükümleri geçerli bir ilâhının bulunduğunun isbât edilmesi. b) Vuku bulacağı peygamberlerce bildirilen mükâfaat ve cezanın da gerçekleşebilmesi için haşr, neşr, ba's ve Kıyametin isbat edilmesi. İşte bundan dolayı, pek yerinde olarak Cenâb-ı Hak, bu iki neticeyi gerçekleştirmeye delâlet eden hususu ele almıştır. Ulûhiyyeti isbat demek olan birincisine gelince, Cenâb-ı Hak bunu, "Şüphesiz ki sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri yaratandır " ayetiyle bildirmiştir. Meadı, ahiret hayatını ise, "Hepinizin dönüşü, ancak Allah'adır" (Yunus, 4) ayetiyle bildirmiştir. Böylece bu tertibin, son derece güzel ve mükemmel olduğu sabit olmuş olur. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: İmkân Delili Biz bu kitapta ve aklî meselelere dair kitaplarda, yaratıcının varlığına delâlet eden delilin, ya "imkân" veya "hudûs" delili olduğunu, bu ikisinin de ya zâtlar yahut sıfatlar hakkında söz konusu olduğunu belirtmiştik. Bu sebeple, yaratıcının varlığına delâlet eden yolların toplamı dört olur. Bunlar, zâtların imkânı, sıfatların imkânı, zâtların hudûsu ve sıfatların hudûsudur. Bu dört şey, bazan gökler ve yıldızlar âlemi olan ulvî âlem, bazan da süfli âlem için nazar-ı dikkate alınır. Semavî etaplarda ekseriya zikredilen deliller, gâh ulvî alemin, gâh süfli alemin halleri ıakkında. sıfatların imkân ve hudûsuna tutunan delillerden ibarettir. Burada zikredilen de, ulvî âlemin, miktarları ve sıfatları hususunda imkân deliline sarılmaktır. Bunu birkaç yönden izah edebiliriz: a) Feleklerin kütlelerinin, bölünmeyen cüzlerden meydana geldiklerinde şüphe bulunmamaktadır. Her ne zaman durum böyle olursa, hiç şüphesiz o şey, bir yaratıcıya ve bir takdir ediciye muhtaç olmuş olur. Birinci mukaddimenin izahı şöyledir: Feleklerin kütlelerinin, vehmî bir taksimata kabil olduğu hususunda şüphe yoktur. Aklî meselelerle ilgili eserlerde, vehmî taksimatı kabul eden her şeyin, cüzlerden ve kısımlardan meydana geldiğine işaret etmiştik. ve yine biz, felsefecilerin, "cismin, yani maddenin taksimi kabildir; ancak ne var ki o, aslında tek şeydir" şeklindeki iddialarının yanlış olduğuna da işaret etmiştik. Böylece, bu anlattığımız şeylerle, feleklerin kütlelerinin bölünmeyen cüzlerden meydana gelmiş oldukları sabit olmuş olur. Bunun böyle olduğu anlaşılınca da, onların bir yaratıcı ve bir takdir edene muhtaç olmaları gerekir. Bu böyledir, zira o kütleler, mürekkeb olarak meydana gelince, (onu meydana getiren) cüzlerinin bir kısmı, o kütlenin içinde, bir kısmı da sathında bulunmuş olur. Halbuki o cüzler ve parçalar, tabiatları, mahiyetleri ve hakikatları bakımından birbirine denktirler. Felsefeciler de, "O feleklerin basit olduğunu, onların, karakterleri farklı olan cüzlerden meydana gelmelerinin imkânsız olduğunu" söyleyerek, bizim bu mukaddimemizin doğru olduğunu kabul etmiş olurlar. Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz diyoruz ki: O cüzlerin bir kısmının içte, bir kısmının da dışta yer almaları, : şmın içe, içinin de dışa dönmesi, mümkün olan bir iştir. Durum böyle olunca, o izlerin, terkîb edilirken bazısını iç kısımda, bazısını da dışta bulunma haline tahsis eden müdebbir ve kahir bir kudrete muhtaç olmaları gerekir. Böylece bu, o feleklerin terkîbleri, şekilleri ve sıfatları hususunda alîm, kadir ve hakim bir müdebbire muhtaç olduklarına delâlet eder. b) Feleklerin hareketlerinin bir başlangıcı bulunmaktadır. Durum her ne zaman böyle olursa, o felekler, hareketleri hususunda kahir olan bir muharrike ve müdebbire muhtaç olurlar.. Birinci mukaddimenin doğruluğunun delili şudur: Hareket, bir halden diğer bir hale geçmek demektir. Bu hususiyet ve mâhiyyet, kendisinden intikâl edilen bir halin önceden bulunmasını gerektirir. Halbuki "ezel" kavramı, kendisinden önce bir şeyin bulunmasına zıddır. Binâenaleyh, hareket ile "ezeri bağdaştırmak imkânsız olur. Böylece, feleklerin hareketinin bir başlangıcının bulunduğu sabit olmuş olur. Bu sabit olunca da, şöyle denilmesi gerekir: Bu felekî kütleler ezelde yok idiler. Eğer var idiyseler bile, ancak ne var ki onlar, hareketsiz olup sükûn halindeydiler. Bu iki takdir ve ihtimâle göre de, feleklerin hareketlerinin bir başlangıcı ve evveli bulunuyor demektir. İkinci mukaddimeye gelince, o da şudur: Durum böyle olunca, onların, kahır bir müdebbire muhtaç olmaları gerekir. Bunun delili şudur. Bu kütlelerin, ne daha önce, ne de daha sonra olmaksızın tam belirli vaktinde harekete başlamalarının, bir muhassisin tahsisi ve bir müreccihin tercihi ile olması gerekir. Bu müreccihin, mûcib-i bizzat (zâtı gereği mûcib) olması imkânsızdır. Aksi halde o hareket, o hareketi mûcib olanın o vakitten önce bulunmasından dolayı, o vakitten önce bulunmuş olurdu. Bu bâtıl olunca, bu müreccihin kadir ve muhtar (irade sahibi) bir varlık olduğu sabit olur ki, zaten ispatlamak istediğimiz netice de budur. c) Feleğin cüzleri, başka bir felekte değil, kendisinde mevcuttur. Diğer feleğin cüzleri de, bir başka felekte değil, kendisinde bulunmaktadır. Binâenaleyh bu cüzlerden herbirinin, o feleklerden herbirine mahsus olması, mümkin bir iştir. Binâenaleyh, bir müreccihin olması gerekir. Bu sebeple de, bir önceki izahın aynısı, yine burada da söz konusu olur. Allahü teâlâ'nın, bu ayette ele almış olduğu bu delilin izahı işte budur. Ayette İlgili Bazı Soruların Cevapları Ayetle ilgili birkaç soru bulunmaktadır: Malum Şeyi İfade Eden "Ellezi" Kelimesinin Buradaki Manası Birinci soru: (......) kelimesi, bir şey, malûm bir kaziyye ile tarif edilmeye çalışılırken, müfred (tekil) bir şeye işaret etmek üzere konulmuş bir kelimedir. Bu tıpkı sana. "Zeyd kimdir?" diye sorulup da, seninde "O, babası gidendir" demen gibidir. Bu tarif ancak, onun babasının gitmesi, dinleyen kimseler tarafından malum olduğu zaman yerinde bir ifade olur. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak burada, "Şüphesiz ki sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratandır" buyurunca, bu ancak, Cenâb-ı Hakk'ın, gökleri ve yeri altı günde yaratmış olmasının muhâtablarca bilinen bir şey olması halinde yerinde olur. Halbuki Araplar, bunu bilmiyorlardı. O halde bu tarif, nasıl makul ve yerinde olur? Cevap: Bu söz, yahudi ve hristiyanlar nezdinde meşhur ve malum bir sözdür. Çünkü bu, onların Tevrat diye iddia ettikleri kitabın başında yer almıştır. Bu, yahudi ve hristiyanlarca meşhur olup, Araplar da onlarla temas halinde olunca, Arapların bu meseleyi yahudî ve hristiyanlardan duymuş olmaları aşikâr bir durumdur. İşte bundan dolayı, bu tarif güzel ve yerinde olmuştur. Yaratılış Günlerine İşaret Etmenin Manası İkinci soru: Allah'ın, gökleri ve yeri yarattığı günlerin beyan edilmesindeki fayda nedir? Cevap: Allahü teâlâ, bütün âlemi, göz açıp kapama müddetinden daha az bir süre içinde yaratmaya kadirdir. Bunun böyle oluşunun delili şudur: Alem, parçalanmayan cüzlerden meydana gelmiştir. Parçalanmayan cüzlerin îcadı ise, ancak bir anda mümkündür. Zira biz, o cüzün bir süre içinde meydana geldiğini farzedersek, bu süre, hiç şüphesiz birbirini takip edip izleyen anlara bölünmüş demektir. Binâenaleyh, o ilk anda bu icada dair bir şey meydana gelmiş midir, gelmemiş midir? Eğer, o ilk anda, ona dair herhangi bir şey meydana gelmemişse, bu îcad süresinin dışında kalır. Yok eğer o anda bir şey îcad edilmiş, ikinci anda da başka bir şey İcad edilmişse, bu durumda sen bak, eğer bunlar parçalanmayan o cüzden meydana gelmiş iki cüz iseler, bu durumda parçalanmayan o cüz, parçalanmış olur ki, bu imkânsızdır. Yok, eğer başka bir şey ise, bu durumda, parçalanmayan cüz'ün icadı, ancak tek bir anda ve tek bir defada olmuş olur. Bütün cüzlerin icad edilmesi hususundaki söz, böyledir. Böylece Allah'ın bütün âlemi, tek bir defada yaratmaya kadir olduğu sabit olmuş olur. Keza Cenâb-ı Hakk'ın, bütün âlemi tedricî olarak yaratmaya kadir olduğunda da şüphe yoktur. Bu sabit olunca biz diyoruz ki: Burada iki görüş bulunmaktadır: a) Alimlerimizin görüşü: Buna göre, Allah, her ne irade ederse o şey güzel olur. O'nun fiillerinden hiçbirisi, hikmet ve fayda gözetilme sebebine bağlanamaz. Bu görüşe göre, "Allah, âlemi niçin altı günde yaratmıştır da, onu bir anda yaratmamıştır?" diyenlerin sözü sakıt olmuş olur. Zira biz diyoruz ki, her şey O'nun san'atı ve yapmasıdır. O'nun yapmasının ve fiilinin sebebi yoktur. O'nun hüküm ve fiillerinden hiçbirisi, herhangi bir sebebe bağlanamaz. Böylece bu soru, düşmüş olur. b) Mutezile'nin görüşü: Mutezile, Allah'ın fiillerinin, birtakım fayda ve hikmeti kapsaması gerektiğini iddia eder. İşte bu noktada Kâdî, şöyle der: "Cenâb-ı Hakk'ın, gökleri ve yeri bu muayyen bir müddet içinde yaratmasının, bazı mükellefler hakkında, daha fazla ibret almaya sebep olması uzak bir ihtimal değildir." Kâdî, sözüne devamla şöyle der: "Buna göre, "Bu ibret alan kimdir? İbret alma ciheti nedir?" denilirse, deriz ki: İbret alanın, Allah'ın gökleri ve yerleri yaratmadan önce veya onlarla beraber yarattığı canlılardan, mutlaka bir mükellefin veya mükellef olmayanın olması gerekir. Aksi halde yerlerin ve göklerin yaratılması, abes olmuş olur. Şayet, "Cenâb-ı Hakk'ın, yeri ve göğü, henüz yaratmamış olup, sonra yaratacağı birtakım canlılardan dolayı yaratmış olması mümkün değil midir?" denilirse, biz deriz ki: Bir şeyi elden kaçırma korkusu yoktur. Binâenaleyh O'nun, daha sonra meydana gelecek birtakım canlılar için, kendisinden hiç kimsenin faydalanmadığı bir şeyi. daha önceden yaratmış olması caiz değildir. Bu ancak, birtakım şeylerin mukaddimeleri hakkında, bizim tarafımızdan yapılması doğru olan bir şeydir, Çünkü biz, elden kaçırma, yapamama, kusur etme endişesini taşırız. Bu sabit olunca, haberde, "Melekler, yerlerin ve göklerin yaratılmasından önce yaratılmışlardı" şeklinde yer alan husus doğru olmuş olur. Gökler ve Yer Yaratılmadan Melekler Nerede İdi? Hâl böyle olunca şayet, "O melekler için, mutlaka işgal etmeleri gerekli olan bir yerin bulunması gerekir? Binâenaleyh gökler ve yerler yaratılmadan önce mekânın bulunması söz konusu değildir. O halde onların, mekansız olarak varolmaları nasıl mümkün olur?" denilirse, biz deriz ki: "Arşı, gökleri ve yeri, yerlerinde durdurmaya kadir olan zât, o melekleri işgal edecekleri o yerlerde, o boşluklarda, kudret ve hikmetiyle tutmaktan nasıl aciz olabilir? Bu husustaki ibret alma cihetine gelince, burada bir ibret alan söz konusu olunca, onun görüp müşahede ettiği şeylerle gitgide ibret almasının daha kuvvetli olması imkânsız değildir. Bunun delili şudur: Bu şekilde meydana gelen şey, mutlaka onun hür ve irâde sahibi olan hakim bir fail tarafından yaratıldığına delâlet eder. Ama, bir anda yaratılanlara gelince, o şey buna delâlet etmez." Ayetteki Günler Dünya Günü müdür? Üçüncü soru: Bu günler, dünya günleri gibi mi, yoksa İbn Abbas'tan rivayet edilen, "Onlar, her günü sizin saydığınız bin yıla tekabül eden, âhiret günlerinden altı gündür" demesi gibi midir? Cevap: Kadî şöyle der: "Bu hususta görünen odur ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın, yer ile göğü yarattığı müddeti, kullarına bildirmesidir. Bunun bir tarif olması, ancak bu müddetin malûm günler olması halinde mümkündür." Birisi şöyle diyebilir: "Tarif, Tevrat ve İncil'de ele alınan günler ile yapılıp, burada bahsedilen de, dünya günleri değil, âhiret günleri olunca, bu, tarifin doğruluğunu zedelemez." Güneş Yaratılmadan Önce Gün Kavramı Neyi İfade Eder? Dördüncü soru: "Bu günler ancak, güneşin doğup batmasına göre değer kazanır. Halbuki bu mana, güneş yaratılmadan önce söz konusu olamaz. O halde bu tarif, nasıl düşünülebilir?" Cevap: Bu tarif, şu itibarla hâsıl olur: "Göklerin ve yerin yaratılışı bir zaman müddeti içinde olmuş olsaydı ve şayet dönen felekler, güneş ve ay bulunmuş olsaydı, o müddet, altı güne tekabül ederdi" demektir. Zaman, Ezelî Olabilir mi? Birisi şöyle diyebilir: "Bu, âlemin, zarfında meydana geldiği ve âlem yaratılmadan önce bulunan bir müddetin bulunmasını iktizâ eder ki, bu da (müddetin) kadîm olması sonucunu doğurur." Cevap: O müddet mevcut olmayıp, farazî ve vehmidir. Bunun delili şudur: O muayyen müddet, hadistir. Onun hadis olması, başka bir zamana muhtaç olmaz. Aksi halde, sınırsız ve sonsuz zamanların kabul edilmesi gerekir ki, bu imkânsızdır. Binâenaleyh onların, zamanın hadis olması hususunda söyledikleri her şeyi biz, âlemin hadis olması hususunda öne sürüyoruz. Gün Sadece Gündüzden mi İbarettir? Beşinci soru: "Gün" sözüyle bazan, gecesiyle birlikte olan gün, bazan da sadece gündüz kastedilir. O halde bu ayetle, bu ikisinden hangisi kastedilmiştir? Cevap: Arapça'da genel olarak yevm (gün) sözüyle, gecesiyle beraber olan gün kastedilir. Allahü teâlâ'nın Arşa İstivası Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra Arş üzerinde hükümran oldu" ayetine gelince, bu hususta birkaç konu bulunmaktadır: 1) Bu ifade, Cenâb-ı Hakk'ın, Arş üzerinde oturmuş, karar kılmış olduğu zannını uyandırır. Bu husustaki tafsilatlı açıklama, Tâ-hâ sûresinin başlarında geçmiştir. Ancak ne var ki biz burada, kısa bir açıklama ile yetiniyor ve şöyle diyoruz: Ayet-i kerimeyi zahirine hamletmek mümkün değildir Bunun böyle oluşunun delilleri şunlardır: a) "Allah'ın Arş'a istiva etme"si, Arş'ın olmaması halinde düşeceği ve aşağıya doğru inecek bir biçimde ona yaslanmış ve onun üzerinde karar kılmış olması demektir. Bu bizim tıpkı, "Falanca, koltuğuna dayanmıştır" dediğimizde, bu sözden, böyle bir mânânın anlaşılmasına benzer. Ancak ne var ki, bu mananın kabul edilmesi, Cenâb-ı Hakk'ın, Arş'a muhtaç olmasını ve Arş'ın olmaması halinde .O'nun düşmesini ve aşağıya doğru inmesini gerektirir ki, bu imkânsızdır. Çünkü müslümanlar, Arş'ı tutanın ve onu muhafaza edenin, Allah olduğu hususunda mutabıktırlar. Hiç kimse. Allah'ı tutanın ve O'nu koruyanın Arş olduğunu söylememiştir. b) Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra Arş üzerinde hükümran oldu " buyruğu, O'nun, daha önce Arş'a dayanmadığına delâlet eder. Bu da, Allahü teâlâ'nın bir halden başka bir -hale geçtiğini gösterir. Bir halden başka bir hale geçen her varlık "muhdes" olur. Oysa, Allahü teâlâ hakkında bu, ittifakla bâtıldır. c) O vakitte "istiva" meydana gelince, bu, Allahü teâlâ'nın o vakitten öncebir hareket ve kımıldanış içinde olmasını gerektirir. Halbuki bütün bunlar, sonradan meydana gelmiş olan şeylerin niteliklerindendir. d) Ayetin zahiri, Allahü teâlâ'nın, gökleri ve yeri yaratmasından sonra Arş'a istiva ettiğine delâlet eder. Zira, sunime sonra kelimesi, terahiyi, sonralığı gerektirir. Bu da, Allahü teâlâ'nın Arş'ı yaratmadan önce Arş'tan müstağni olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh, Allah Arş'ı yarattığı zaman. O'nun hakikat ve zâtının istiğna halinden, muhtaç olma haline dönüşmesi imkânsız olur. Dolayısiyle Allah'ın, Arş'ı yarattıktan sonra da Arş'tan müstağni olarak kalması gerekir. Böyle olan herkesin, Arş üzerinde karar kılmış olması imkânsız olur. Bu sebeple, yapılan bütün bu izahlarla, bu ayeti, zahirî manasına hamletmenin, ittifakla mümkün olmadığı sabit olmuş olur. Bu böyle olunca da, bununla, Allah için bir mekân ve bir cihetin isbat edilmesi hususunda istidlal edilmesi imkânsız olur. Üçüncü Mesele Müslümanlar, göklerin üstünde Arş denilen büyük bir cismin bulunduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki: Bu ayette bahsedilen Arş ile, bu gökler üzerindeki Arş mı, yoksa başka bir Arş mı kastedilmiştir? İşte bu hususta iki görüş vardır: Arştan, Göklerin Binasını Anlayanlar Birinci görüş: Bu, Ebu Müslim el-İsfehanî'nin tercih ettiği görüştür. Buna göre, ayetteki "Arş"dan maksad bu olmayıp aksine Hak teâlâ'nın bu beyanı ile, Cenâb-ı Hakk'ın gökleri ve yeri yaratırken, göğün tavanını ve boyunu yükseltmesi, yani yüksek olarak yaratması murad edilmiştir. Çünkü her binaya "Arş", onu yapana da "Âriş" denir. Nitekim Allahü teâlâ, "Ağaçlardan ve insanların yapacakları (......) çardaklardan evler kovanlar edin" (Nahl. 68) buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Allah bir kasabadan bahsederken "Nice memleketler vardır ki, arşları, yani tavanları, duvarları üstüne çökmüştür"(Hacc, 45) buyurmuştur. Bu ifade de, o memleketlerin binaları sağlam ve tavanları ayakta olmasına rağmen, artık, içlerinde hiç kimsenin yaşamadığı kastedilmiştir. Yine Cenâb-ı Hak, "O'nun Arş'ı su üstünde idi" (Hûd, 7) buyurmuştur ki burada "arş"dan maksad "bina"dır. Allahü teâlâ, kendi kudreti hususunda daha fazla hayranlık verici olduğu için bunu zikretmiştir. Çünkü bir bina yapan kimse, onun yıkılmaması için, sudan uzak, sert ve katı toprak üzerinde kurar, Allahü teâlâ ise, aklı olan kimselere kudretini ve mükemmel ululuğunu bildirmek için, gökleri ve yeri su üzerine bina etmiştir. "Arş üzerine istîva", kahren onun üzerine hükümran olmak demektir. Bunun delili, "(O Allah), bütün mahlûkatı sınıf sınıf yaratmış, sırtlarına oturup karar kılasınız, sonra üzerlerine yerleşince, kalblerinizle Rabbinizin nimetini iyice düşünesiniz diye, sizin için gemilerden ve hayvanlardan bineceğiniz şeyleri yaratmıştır" (Zuhruf, 12-13) ayetidir. Ebu Müslim sözüne şöyle devam eder: "Böylece ayetin lafzının bu zikrettiğimiz manaya muhtemel olduğu sabit olmuş olur. Bundan dolayı diyoruz ki lafzı bu manaya hamletmek gerekir. Bu "Arş"ı, gökteki Arş manasına hamletmek caiz değildir. Bunun delili şudur: Bir yaratıcının varlığına getirilen delilin bilinen ve görülebilen bir şey olması gerekir. Gökteki Arş ise böyle değildir. Ama göklerin ve yerin kütlesi, görünen ve müşahede edilen şeylerdir. Binâenaleyh bunların çeşitli durumlarını, hakim olan bir yaratıcının varlığına delil getirmek mümkün, makul ve yerinde bir iş olur." Ebu Müslim, daha sonra şöyle der: "Hak teâlâ'nın, "Şüphesiz ki sizin Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratandır" buyruğu, bu varlıkların kütlelerini yarattığına; "Sonra Arş üzerine istiva etti" ifadesinin de, o gökleri ve yeri yüksek yarattığına ve onlara kendilerine uygun şekiller verdiğine bir işaret olması da, bu hususu destekler. İşte bu izaha göre bu ayet, Hak teâlâ'nın, "Sizi tekrar yaratmak mı daha güçtür, yoksa göğü yaratmak mı? Onu Allah bina etmiştir ve onun boyunu o yüksehmiştir"(Nâziât, 27-28) buyruğuna da uygun olmuş olur. Cenâb-ı Hak, bu ayetlerde önce gökleri yarattığını, ikinci olarak da onların boyunu yükseltip, onlara bir bir nizam verdiğini bildirmiştir. İşte burada da böyledir O, "gökleri ve yeri altı günde yarattı" buyurarak, onların kendilerini yarattığını; sonra "Arş üzerine istiva etti" buyruğu ile de, gökleri ve yeri yükselttiğini, onlara uygun şekiller verip nizama koyduğunu kastetmiştir." Arş "Göklerin Üstünde Olup Göremediğimiz Cisimdir" Diyenler İkinci görüş: Müfessirlerin ekserisine ait olan, meşhur ve yaygın görüşe göre, ayette bahsedilen Arş'dan murad, gökler üstündeki o büyük cisimdir. Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: "Hak teâlâ'nın: "Sonra Arş üzerine istiva etti" ayetinin, "Allah, Arş'ı, gökleri ve yeri yarattıktan sonra yarattı" manasına gelmesi mümkün değildir. Bunun delili, Hak teâlâ'nın bir başka ayette, "O'nun Arş'ı su üstünde idi" (Hûd. 7) buyurmuş olmasıdır. Bu, Allahü teâlâ'nın Arş'ı, göklerden ve yerden önce yaratmış olduğunu gösterir. Aksine bu ayeti, başka bazı manalarla tefsir etmek gerekir. Bu manalardan biri şudur: "Allah, Arş'a istiva etmiş olarak işleri idare eder." Bir üçüncü görüş de şudur: Arş'dan maksad, mülk, yani hâkimiyettir. Nitekim "Falanca tahta çıktı, yani hâkim oldu" denilir. Buna göre ayetteki, "Sonra o. Arş üzerine istiva etti" buyruğundan maksad şudur: "Allahü teâlâ gökleri ve yeri yaratıp, felekler ve yıldızlar dönmeye başlayıp, onların dönmesi ile de dört mevsimi, madenler, bitkiler ve canlılara ait çeşitli durumları halkedince, bütün bu mahlûkatın ve kâinatın varlığı hasıl olmuştur." Velhasıl Arş, mülk demek olup, Allah'ın mülkü de mahlûkatının varlığından ibaret olup, O'nun mahlûkatının varlığı da, gökleri ve yeri yaratmasından sonra meydana gelince, pek yerinde olarak, terâhî (zaman itibarı ile sonralık) ifade eden summe kelimesinin ayetinin başına gelmesi doğru ve yerinde olmuştur. Allahü teâlâ, maksadını en iyi bilendir. Dördüncü Mesele Ayetteki buyruğu "O, hikmetinin gereğine göre hüküm ve takdir eder ve isterinde isabetli olan şeylerin bulunması, uygun olmayan şeylerin var olmaması için, işlerinin neticelerini ve sonuçlarını düşünen kimsenin davrandığı gibi davranır" demektir. Ayetteki "emr" kelimesi ile, durum ve hal manası kastedilmiştir, yani "Allah, mahlûkatın, göklerin ve yerin rnelekûtunun hallerini idare eder" demektir. Buna göre eğer, "Bu cümlenin, ayet içindeki yeri nedir?" denirse, biz deriz ki: Cenâb-ı Hak, gökleri ve yeri altı günde yaratıcı olması ve Arş'a istiva etmiş olması ile, azametinin ve ululuğunun sonsuzluğuna işaret etmiştir. Sonra da bunların peşisıra, ulvî ve süfli âlemde meydana gelen bütün iş ve hadiselerin ancak kendi takdiri, tedbiri, hükmü ve kazası ile meydana geldiğine işaret etmek için de bu cümleyi getirmiştir. Binâenaleyh bu, Allahü teâlâ'nın kudretinin, hikmetinin, ilminin, ihatasının ve tedbirinin sonsuzluğuna, kendisinin bütün mümkinât âleminin yaratıcısı olduğuna ve her türlü ihtiyacın varıp kendisine dayandığına bir delil olmuş olur. "Şefaat'tan Maksad Hak teâlâ'nın "Onun katında hiç bir kimse şefaatçi olamaz, meğer ki kendi izniyle olsun" ifadesi ile ilgili iki görüş vardır: Birinci görüş: Meşhur olan bu görüşe göre, bundan murad, "Allahü teâlâ'nın her şeyi yaratması ve idare etmesi, hiçbir şefaatçinin şefaati ve müdebbirin tedbiri ile olmaz ve hiç kimse O'nun izni olmadan herhangi bir hususta O'ndan şefaat dileme (aracı olma) cesaretini gösteremez. Çünkü hikmetli ve doğru olan işi en iyi bilen Allahü teâlâ'dır. Binâenaleyh o insanların, doğru ve uygun olduğunu bilemedikleri şeyi Allah'dan istemeleri doğru olmaz" manasıdır. Buna göre eğer, "Şefaatçi" sözünün, "yaratmaya başlama" hususu ile birlikte zikredilmesi nasıl uygun düşer? Bunun ancak Kıyamet halleriyle ilgili yerlerde zikredilmesi"uygun olur" denilirse, buna birkaç şekilde cevap verilir: 1) Zeccâc şöyle demiştir: "Bu ayetin muhatabı olan o kâfirler, "Putlar, Allah katında bize şefaat edecekler" diyorlardı. Binâenaleyh bu ayetten maksad, onların bu sözlerini yüzlerine çarpmaktır. Bu tıpkı, "Ogün rûh ve melekler saf halinde ayakta dururlar. Rahman Allah'ın izin verdiği kimselerden başkası o gün konuşamaz" (Nebe, 38) ayetinde ifade edildiği gibidir. 2) Şöyle de denilebilir: Allahü teâlâ, kendisinin, ortağı ve karşı geleni olmaksızın, âlemin üzerinde yegâne tasarruf eden ilah olduğunu beyan edince, "Her işi yönetendir" buyurarak, mebde' (dünya) işini; "Onun katında hiç bir kimse şefaatçi olamaz" İle de me'âd (ahiret) işini beyân etmiştir. 3) Şu da denebilir: Allahü teâlâ, âlemin yaratılışının başlangıcında, işleri yönetmeyi en güzel bir biçimde yapmıştır, faydaları gözetmiştir. Halbuki o durumda, faydaları elde etmek için şefaatçilik eden kimse de yok idi. Binâenaleyh bu, âlemin ilahının, kullarını görüp gözettiğine, onlara ihsanda bulunduğuna, onlar için iyilik irâde edip, onlara rahmet eden bir zat olduğuna delâlet eder. Öyle ise Hak teâlâ'nın, bu vasıflarda olması (iyilik etmesi için) bu hususlarda bir şefaatçinin bulunmasına gerek yoktur. İkinci görüş: Bu, Ebu Müslim el-İstehanî'nin görüşüdür. O şöyle demiştir; Ayetteki "Şefî", "ikinci" manasınadır. Bu, "vitr"in (tek olanın) zıddı olan, şef kelimesinden alınmıştır ve tıpkı '"ferd" (tek) ve "zevç" (çift) lâfızları gibidir. Buna göre ayetin manası şöyle olur: "Allahü teâlâ gökleri ve yeri O'nunla birlikte O'na yardım eden bir ortak olmaksızın, tek başına yaratmıştır. Daha sonra melekleri, cinleri ve asanları yaratmıştır, " Ayetteki. "(Bu şefaat) meğer ki kendisinin izniyle olsun" buyruğu ile bu mana kastedilmiştir. Yani "Meydana gelen ve varlık âlemine giren herkes, ancak Cenâb-ı Hakk'ın ona "Kün" (ol) demesinden sonra var ojmuş ve hasıl olmuştur" demektir. Bil ki Allahü teâlâ bu delilleri beyân edip, bu halleri enine boyuna açıklayınca, ayeti. 'İşte sizin Rabbiniz olan Allah budur- O halde O'oa kulluk edin" buyruğu ile bitirmiştir. Cenâb-ı Hak böyle buyurarak, ibadetin ancak zâtı için yapılmasının uygun düşeceğini beyan buyurmuş ve bahsettiği bütün nirnetleri verenin Kendisi olmasından ötürü, her türlü ibâdete de ancak kendisinin müstehak olduğuna dikkat çekmiştir. Daha sonra da, kesin ve çok açık o deliller üzerinde tefekkür edilmesinin gerektiğini göstermek için, "Artık iyice düşünüp ibret almaz mısınız?" buyurmuştur. Bu da, Allah'ın yaratıkları üzerinde düşünmenin ve mahlûkattan, O'nun ululuğuna, izzetine ve azametine deliller çıkarmanın, en yüksek bir makam ve en mükemmel bir derece olduğuna delâlet eder. Ahiretin Varlığını İsbat |
﴾ 3 ﴿