5"Güneşi ziya, ayı nur yapan, yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için ona menziller ta'yin eden O'dur. Allah bunları, gerçek bir maksatla yaratmıştır. O, bilecek kimseler için ayetlerini birer birer açıklar". Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Ulûhiyyetin Bazı Delilleri Bil ki Alan Teâlâ, uiuhiyyetine delalet eden delillerden bahsedip, sözü hasrın ve neşrin doğruluğuna çevirdikten sonra, yeniden ikinci defa uluhiyyetinin delillerini zikretmeye döndü. Bil ki tevhid ve ulûhiyyeti isbat hususunda ön planda ele alınan deliller, göklerin ve yerin yaratılmasından çıkarılan delillerdir. Bu tür deliller, güneşin ve ayın hallerinden çıkarılan delillere işarettir. Bu son çeşit ise, haşrın ve neşrin doğruluğunu gösteren delilleri kuvvetlendirmeye işarettir. Çünkü Allahü teâlâ, mükafaatı taat ehline, cezayı da kâfirlere mutlaka vermenin gerekli olduğuna ve hikmeti gereği, iyi ile kötüyü birbirinden ayırması gerektiğinden dolayı, hasrın ve neşrin vuku bulacağını bildirmiş, daha sonra da bu ayette, sayesinde mükellefin seneleri ve hesabı bilsin, ziraat ve ekinle ilgili geçim işlerini sıraya koysun, kış-yaz işlerini yapabilsin diye, güneşi bir ziya, ayı ise bir nur kılıp, aya menziller tayin ettiğini beyan etmiştir. Binâenaleyh Allahü teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: "İyiyi kötüden, itaatkârı isyankârdan ayırmak, hikmet gereği senelerin ve ayların hallerini bildirmemi gerektirmiştir. Bundan dolayı hikmetim ve rahmetim sadece bu dünyada faydalı olan bu iş için, güneşi ve ayı yaratmayı gerektirince, hikmetimin ve rahmetimin, ebedî menfaati ve devamlı mutluluğu gerektirdiği halde, öldükten sonra iyiyi kötüden ayırmayı gerektirmesi öncelikle gerekir." Bu ayette zikredilen, güneş ve ayın hallerinden deliller çıkarma işi, bir yönden tevhidi, -daha evvel de bahsettiğimiz gibi- bir yönden de ahireti gösteren delillerden olunca, Allahü teâlâ me'âdın (ahiretin) doğruluğunun delillerini zikrettikten sonra bu delili zikretmiştir. İkinci Mesele Güneşin ve ayın hallerinden, herşeye gücü yeten bir yaratıcının varlığına şöylece istidlal edilir: Cisimler, zatları bakımından, biribirlerine benzerler; mahiyetleri bakımından da biribirlerine denktirler. Durum böyle olunca, güneşe alabildiğine ziyayı ve bolca şu'ayı, aya da o ışığını vermek, hakîm ve irâde sahibi bir fâil-i muhtarın bulunmasından ötürü olmuştur. Cisimlerin zatları ve mahiyetleri itibarıyla aynı ve denk oluşlarının delili şudur: Cisimler, hiç şüphesiz hacim, boşlukta bir yer tutma ve kütle sahibi olma özellikleri bakımından aynıdırlar. Binâenaleyh eğer onlar birbirinden farklı olabilmişse, bu farklı oluş. "Farklılığı doğuran husus, müşterek olunan şeylerden başkadır" zarurî prensibinden ötürü, hacim ve kütle özelliklerinin ötesinde birşey olmuş olur. Durum böyle olunca da biz diyoruz ki: "Maddelerde farklılığı doğuran şey, ya o maddenin bir sıfatıdır, yahut o madde onunla tavsif edilmiş olur; yahut da ne o, o maddenin sıfatı olur, ne de madde onunla tavsif edilmiş olur. Bütün bu ihtimaller olamaz. Birinci ihtimale gelince, farklılığı doğuran o şey, maddenin zatında bulunan bir sıfat olursa, bu durumda maddelerin zatları, o sıfatlar gözardı edilerek, mahiyetleri itibarıyla denk olurlar. Durum böyle olunca da, bir cisim için doğru olan herşeyin, her cisim için doğru olması gerekir. Zaten elde etmek istediğimiz netice de budur. İkinci ihtimal, şöyle denilmesidir: Kendisi sayesinde cisimlerin birbirinden farklı oldukları şey, cisim olma, boşlukta yer işgal etme ve bir miktarı bulunma gibi hususiyetlerdir. Buna göre biz diyoruz ki: Bunlar da bâtıldır, .o mevsûf (olan madde), ya hacmi olan, bir mekan işgal eden bir madde olur veya böyle olmaz. Birincisi bâtıldır, aksi halde onun bir başka yere muhtaç olması gerekir ve bu sonsuza kadar devam eder. Hem böyle olması halinde, mahal, hail gibi olur ve onlardan birisinin mahal, diğerinin hail olması, bunun aksinin olmasından daha evlâ olmaz. Bu durumda da, onlardan herbirinin diğeri için hem mahal, hem de hail olması gerekir ki bu imkansızdır. O mahallin, hacmi olduğu halde boşlukta bir yer işgal etmemesine gelince, biz diyoruz ki: Bu gibi şeylerin, bir mekana tahsis edilmeleri ve bir cihetle alâkaları yoktur. Halbuki cisim, mekâna tahsis edilmiştir ve bir cihette bulunur. O halde bir mekânda, bir yerde ve bir cihette bulunması gereken o şeyin, bir mekân ve cihette bulunması imkânsız olan o şeyde bir hail olması imkânsız olur. Üçüncü ihtimale gelince ki bu, "Sayesinde bir cismin diğer bir cisme muhalif olduğu şey olup, ne cisimde bir hâil (hulul etmiş)dir, ne de onun mahallidir" şeklindeki sözdür, bu da bâtıldır. Çünkü böyle olması halinde o şey, kendisiyle ilgisi ve alâkası olmadığı halde, cismiyyetten farklı bir şey olmuş olur ki, bu durumda, zâtları bakımından cisimlerin zâtları, mâhiyyetlerinin tamamında denk ve eşit olmuş olur ki, işte elde edilmek istenen netice de budur. Böylece, bütün cisimlerin, mahiyetlerinin tamamında denk ve eşit oldukları sabit olmuş olur. Bu sabit olunca da biz diyoruz ki, mâhiyyetlerinin tamamında eşit olan şeyler, mâhiyyetlerinin levazımında (ayrılmaz vasıflarında) da denk olurlar. Bu sebeple, onlardan bir kısmı için geçerli olan her şeyin, geriye kalanlar için de geçerli olması gerekir. Bu sebeple, güneşin kütlesine alabildiğince parlak bir ışık tahsis edildiğine göre, bu alabildiğince parlak ışığın, ayın kütlesine de tahsis edilmesi gerekirdi. Bunun aksi de, bunun gibidir. Durum böyle olunca da, alabildiğince parlak ışığın güneşin kütlesine, (buna nisbetle) daha zayıf bir ışığın ayın kütlesine tahsis edilmesi, bir muhassisin tahsisi, bir mucidin icadı, bir takdir edenin takdiri ile olması gerekir ki, işte elde edilmek istenen netice budur. Böylece, bu alabildiğince parlak aydınlığın güneşe, diğerinin de aya tahsis edilmeleri, bir yaratıcının yaratması ile olduğu sabit olur. Böylece de, kesin aklî delillerle, Hak Subhanehu ve Teâlâ'nın, "Güneşi ziya. âyı nûr yapan... O'dur" buyruğunun yerinde ve doğru olduğu doğrulanmış olur ki, işte elde edilmek istenen netice de budur. Ziya Kelimesinin İzahı Ebu Ali el-Farisî şöyle demiştir: (......) kelimesi, şu iki şeyden birisidir: a) Bu ya, tıpkı (cem'i:) Kamçı; (cem'i:) havuz kelimelerinde olduğu gibi, (ışık, ziya) kelimesinin çoğuludur. b) Yahut (kalkmak), (oruç tutmak, kelimeleri gibi, ) fiilinin masdarıdır. Bunu, hangi izaha hamladersen et, mutlaka bir muzâf mahzûf demektir. Buna göre ayetin takdiri, (Güneşi, ışıklı ve ziyali; ayı da, nurlu kıldı) şeklinde olur. Bunun, bundan başka şekilde olması da mümkündür. Zira, güneş ve aydaki ziya ile nur, çok ileri derecede olunca, ay ile güneş, sanki ziya ve nurun kendisi gibi kabul edilmiş olurlar. Bu, kerim olan bir kimseye tıpkı, "O, muhakkak ki, mahza kerem ve mahza cömertliktir'" denilmesi gibidir." Dördüncü Mesele Vahidî şöyle demektedir: "Kunbül'ün rivayetine göre İbn Kesir, iki hemze ile (......) şeklinde okumuştur. Alimlerin çoğu, Kunbül'ün bu hususta hata ettiği kanaatindedirler. Çünkü, (......) kelimesinin yâ'sı, tıpkı kıyam ve siyam kelimelerinin yâ'sı gibi, vâvdan çevrilmiştir. Binâenaleyh, buradaki hemzenin bir izahı yoktur." Vahidî, sözüne devamla şöyle demiştir: "Uzakça bir ihtimal olarak, şöyle bir izah yapılabilir: Hemze olan lâmu'l-fiil, aynın yerine alınmış, vâv olan aynu'l-fiil de, lâmu'l-fiilin yerine götürülmüştür. Fakat zâid olan eliften sonra, kelimenin sonunda vâv bulununca, tıpkı (sulama) kelimesinde olduğu gibi, vav hemzeye dönüşmüştür." Allah en iyisini bilendir. Beşinci Mesele Bil ki nûr, fazlalığı, veya azlığı kabul eden bir keyfiyyettir. Çünkü, sabahın nuru ve aydınlığı, güneş doğmadan önce günün ilk anındaki nur ve aydınlıktan; bu da, güneş doğarken, duvarların yüzeyinde bulunan nûr ve aydınlıktan; bu da, duvarlar üzerinde, vuran güneşten dolayı parlayan nurdan; bu da, bizzat güneşin kütlesinde bulunan nûr ve aydınlıktan daha zayıf ve düşüktür. Işık ismi verilen bu keyfiyyetin kemati, güneşin cisminde hissettiğin şeydir. Işığın, güneşte bulunan mertebesinden daha kuvvetli bir mertebesinin bulunup bulunmadığı konusu, aklın duraklaması gerektiği hususlardandır, İnsanlar, güneşten çıkan bu ışınların cisim mi, araz mı oldukları hususunda ihtilâf etmişlerdir. Gerçek olan, bunların araz olmalarıdır. Araz, hususi bir niteliktir, keyfiyyettir. Bunun bir araz olduğu sabit olunca, onun bu âlemde meydana gelmesi, güneş yuvarlaklığının tesiriyle midir, yoksa Allahü teâlâ'nın, kanunu, âdeti üzere, güneş yuvarlağına tekabül eden kütlelerde yaratmasından ötürü müdür? İşte bunlar, çok derin birtakım meselelerdir ki, bunun tafsilatına girmek, ancak aklî ilimlere uygun düşer. Bunu iyice kavradığında biz diyoruz ki: Nûr, bu keyfiyetin aslına denifmektedir. Dav' (ziya) ise, bu keyfiyyet mükemmel ve çok ileri derecede olduğunda, verilen isimdir. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, güneş ile kaim olan keyfiyyeti ziya; ay ile kaim olan keyfiyyeti de nûr diye adlandırmış olmasıdır. Güneşle kaim olan keyfiyyetin, ay ile kaim olan keyfiyyetten daha güçlü ve daha mükemmel olduğunda şüphe yoktur. Cenâb-ı Hak bir başka yerde de "Gökte (...) bir çerağ ve nurlu bir ay yaptı" (Furkan, 61) "Güneşi de bir kandil (olarak) asmıştır " (Nuh, 16) ve "parıl parıl parıldayan bir kandil astık" (Nebe. 13) buyurmuştur. Ayın Menzilleri Cenâb-ı Hak, "Ona menziller tayin etti" buyurmuştur. Bunun bir benzeri de, "Ay (a gelince): Biz ona da menzil menzil miktarlar tayin ettik" (Yasın, 39); ayetidir. Bu hususta, şu iki izah yapılmıştır: a) Bu ifadenin manası, "Allah, onun üzerinde hareket edeceği yolu, yörüngeyi, menziller halinde takdir etti" şeklindedir. b) Mânânın, "Allah ayı menzilli olarak takdir etti" şeklinde olmasıdır. (......) ifadesindeki mef'ul, hu zamirinin neye râci olduğu hususunda du şu iki izah yapılmıştır: Yedinci Mesele (......) ifadesindeki mef'ul, hu zamirinin neye raci olduğu hususunda da şu iki izah apılmıştır: a) Bu zamir, hem güneşe, hem de aya râcidir. Sözü veciz hale getirmek gayesiyle zamir müfred (tekil) getirilmiştir. Aslında o, tesniye anlamındadır. Bilinenle yetinildiği için, müfred getirilmiştir. Zira, senelerin sayısı ve hesabı, ancak güneş ve ayın hareketleri vasıtasıyla bilinirler. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'ı ve Resulünü razı etmeleri daha doğrudur" (Tevbe. 62) ayetidir. b) Bu zamirin, sadece aya râci olmasıdır. Zira aylar, ayın hareketiyle bilinir. Bu böyledir, zira, şeriatta nazar-ı dikkate alınan aylar, hilâlin görülmesine dayandırılmıştır. Yine, şeriatta nazar-ı dikkate alınan yıl da, kamerî senedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Hakikaten ayların sayısı Allah yanında, Allah'ın kitabında... oniki aydır" (Tevbe, 36) buyurmuştur. Ay ve Güneşin Faydaları Hakkında Bil ki canlıların, güneşin ışığı ve aytn nurundan efde ettikleri yarar, pek büyüktür. Güneş, gündüzün; ay da, gecenin sultanıdır. Güneşin hareketiyle yıl, dört mevsime ayrılır. Dört mevsim sayesinde de âlemin işleri düzene girer. Ayın hareketiyle de aylar meydana gelir. Onun ışığının azalıp çoğalmasına göre de, bu âlemin nem ve ısısının halleri değişir. Günlük hareket sebebiyle de, gündüz ve gece meydana gelir. O halde gündüz, kazanıp çalışmak için tayin edilmiş bir zaman; gece de, istirahat için tayin edilmiş bir zamandır. Biz, güneşin ve ayın faydalarıyla alâkalı olarak, daha önce, buna uygun olan ayetlerin tefsirlerinde geniş izahlarda bulunmuştuk. Bütün bunlar, Allah'ın mahlûkat üzerindeki rahmetinin çokluğuna, O'nun onlara olan ihtimam ve ilgisinin büyüklüğüne delâlet eder. Zira biz, cisimlerin, mahiyyetleri itibariyle birbirine denk olduklarına işaret etmiştik. Her ne zaman böyle olursa, her cisme muayyen bir şeklin, muayyen bir yerin ve konumun, muayyen bir mekânın ve muayyen bir sıfatın verilip tahsis edilmesi, ancak hakîm, rahîm, kadir ve kahir olan bir Müdebbir'in yönetmesiyle olur. Bu da, feleklerin hareketleri, güneş, ay ve yıldızların seyri sebebiyle bu âlemde meydana gelen bütün bu menfaatların ancak, müdebbir, güçlü, rahîm ve hakim olan bir varlığın yaratmasıyla meydana geldiğine delâlet eder. Allah, zalimlerin, kendisi hakkındaki iddialarından münezzehtir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu delilleri iyice izah edince, bunu, "Allah bunları, ancak gerçek bir maksadla yaratmıştır" buyurarak sona erdirdi. Bu, "Allahü teâlâ, onu, hikmetine ve maslahata uygun olarak yarattı" demektir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "... Göklerin, yerin yaradılışı hakkında inceden inceye düşünürler de: "Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın, Sen, her türlü noksandan münezzehsin!" (al-i imran, 191) ve "O göğü, yeri ve bunlar arasında bulunan şeyleri biz boşuna yaratmadık. Bu, o kâfirlerin zannıdır" (Sad, 27) ayetleridir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır; Birinci Mesele Kadî şöyle demiştir: Bu ayet, cebrin bâtıl olduğuna delâlet eder. Zira Allahü teâlâ, şayet, her zulmü dilemiş, her çirkini yaratmış ve her sapıtanı saptırmayı irade etmiş olsaydı. O'nun kendi kendini, "Allah bunları ancak gerçek bir maksatla yaratmıştır" diye nitelemesi doğru olmazdı. İkinci Mesele İslâm feylesofları şöyle demişlerdir: "Bu, Allahü Teâlâ'nın, feleklerin ve yıldızların kütlelerine, sayesinde bu süflî âlemin işlerinin intizama girdiği muayyen ve güçlü özellikler verdiğine delâlet etmektedir. Zira, feleklerin ve yıldızların, bu âlemde tesirleri ve faydaları olmasaydı, o zaman onları yaratmak boş, bâttl ve anlamsız olurdu. Halbuki nasslar, buna ters düşer. Allah en iyisini bilendir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, ayetlerini iyice açıkladığını beyân buyurmuştur. "Tafsil etmek" kahir ve ezici, net ve açık olan bu delilleri, birbiri ardınca açıklayarak sıralamak demektir. (......) ifadesinde iki kıraat bulunur: İbn Kesir, Ebu Amr ve Asım'ın ravisi Hafs, yâ ile yufassılu; diğer kıraat imamları ise nün ile nufassılu şeklinde okumuşlardır. Daha sonra "bilecek kimseler için..." buyurulmuştur. Buradaki bilme hakkında iki görüş vardır: 1) Bundan maksad, herkeste bulunan akıldır. 2) Bundan maksad, düşünebilen, mahlukatın faydalarını ve Allah'ın ihsanının eserlerini görebilen kimselerdir. Birinci görüştekilerin delili, lafzın (ifadenin) umumi oluşudur. İkinci görüştekilerin delili ise şudur: Allahü teâlâ'nın bu bilmeyi, alimlere has kılmış olması imkansız değildir. Çünkü bu delillerden istifade eden onlardır. Bu tıpkı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) herkesi uyarmak için gönderildiği halde, Hak teâlâ'nın "Sen, ancak ondan korkacak kimseleri uyarma durumundasın (Naziât. 45) buyurması gibidir. Yaratıkların Yaratıcıya Delil Olması |
﴾ 5 ﴿