HÛD SÛRESİ

Bu sûre, 123 ayettir.

1

"Elif, Lâm, Râ. Bu öyle bir kitaptır ki, ayetleri muhkem kılınmış, sonra da apaçık bildirilmiş, her işi hikmetle yapan, her şeyden kemâliyle haberdâr ola Allah tarafından indirilmiştir".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

İ'rab Meselesi

Bil ki "Elif-Lâm-Râ" kısmı bu sûrenin ismi olub mübtedâ kitab kelimesi onun haberi, (......) ifadeleri de kitab kelimesinin sıfatıdır. Zeccâc, (......) ifâdesinin mubteda; (......) ifâdelerinin de bunun haberi olduğunun söylenemeyeceğini; zira (......) ifâdesinin, sadece bu sıfatla mevsûf olamayacağını ileri sürmüştür ki, bu itiraz yerinde değildir. Zira, haberinin ona hasredilmesi, bir şeyin mübtedâ olmasının şartı değildir. Ben, böyle bir sorunun Zeccâc'ın hatırına nereden geldiğini bilemiyorum. Sonra Zeccâc, takdîri şeklinde olan bir başka görüşü tercih etmiştir ki, bana göre tercih ettiği bu görüş de şu iki sebepten dolayı zayıftır:

1) Bu takdire göre, (......) ifadesi, kendisinde herhangi bir fayda bulunmayan hoş bir söz olarak bulunmuş olur.

2) Sen, "Bu, bir kitabtır" dediğinde, senin hazâ sözün, daha önce zikredilenlerin en yakınma bir işaret olmuş olur ki bu da, sözüdür. Bu durumda "ayetleri muhkem kılınmış bir kitab olmakla" kendisinden haber verilmiş olan bir kelime olmuş olur. Bu görüşe göre Zeccâc, birinci görüşte razı olmamış olduğu görüşü benimsemiş olur. Böylece, doğru olanın, bizim söylediğimiz şey olduğu ortaya çıkar.

Kuranın Muhkem Vasfı

Cenâb-ı Hakk'ın "Ayetleri muhkem kılınmıştır" buyruğu ile ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır:

a) ifâdesinin manası, "ayetleri, çok sağlam, muhkem, tıpkı muhkem ve sağlam bir bina gibi kendisinde hiçbir noksanlık bulunmayan ve herhangi bir bozukluk da mevcut olmayan bir tarzda tertîb edilmiştir...", şeklindedir.

b) "İhkâm", bir şeyin bozulmasına mâni olmak, önüne geçmek demektir. O halde bu ifâdenin manası, "Şeriatler ve kitaplar onun bu ayetleriyle neshedildiği halde, bu ayetler herhangi bir kitapla neshedilmemiştir" şeklindedir.

Bil ki, bu açıklamaya göre, Kur'ân'ın tamamı muhkem değildir. Çünkü Kur'ân'da, mensûh olan ayetler de bulunmaktadır. Ancak ne var ki, onun genel vasfı böyle olunca, geneli hakkında söz konusu olan hükmü, tamamı hakkında varmış gibi kabul edilerek, bu vasıf ona verilmiştir.

c) Keşşaf sahibi şöyle demiştir: (......) kelimesinin, bir şey hakim ve muhkem olduğu zaman söylenilen, kâfin zammesiyle fiilinden if'âl babına nakledilmiş olması caizdir. Buna göre bu ifâdenin manası, "O, ayetleri hakîm ve muhkem kılınmış olan bir kitapdır" şeklinde olur. Bu Cenab-ı Hakk'ın, (Yunus, 1) ayetinde oldğu gibidir."

d) Kur'ân'ın ayetleri, şu pekçok yönden muhkemdir:

1) Bu kitabın mânaları (konuları) tevhîd, adalet, nübüvvet ve meâddır. Bunlar, neshi kabul etmeyip, son derece muhkemdirler.

2) Kur'ân'daki ayetler arasında tenakuz bulunmaz. Tenakuz, muhkem olmanın zıddıdır. Onun ayetleri, tenakuzdan uzak olunca, o zaman muhkem olmak tahakkuk etmiştir.

3) Bu ayetlerin lafızları, fesahat ve belagat hususunda, muaraza kabul etmeyecek bir noktaya ulaşmıştır ki, bu da kuvvet ve sağlamlık ihsas eder.

4) Dinî ilimler ya nazarî ya da amelîdir. Nazarî olanlar, Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü tanımaktır. O halde bu kitap, bu ilimlerin en kıymetlisini ve en güzelini ihtiva etmektedir.

Amelî olanına gelince, bu da, ya zahirî amelleri tezyin etmekten ibarettir ki, bu fıkıh ilminin konusudur. Yahut da, bâtınî halleri tezyin etmekten ibarettir ki, bu da, ruhu tasfiye etme ve gönlü anlaştırma, nefsi terbiye etme ilmidir. Biz, bu âlemde, bütün bu konular hususunda, işte bu kitaba, Kur'ân'a denk olan bir kitab göremiyoruz.

Böylece bu kitabın, ruhanî gayelerin en kıymetlisini ve ilâhi konuların en yücesini . kapsadığı, binâenaleyh onun, nakzolunma ve yokolmaya kabil olmayan bir kitap olduğu kesinlik kazanmış olur. "Muhkem" kelimesinin tefsiri hususundaki sözün tamamını, Cenâb-ı Hakk'ın, ayetini (Al-i İmrân, 7) tefsirinde zikretmiştik.

Üçüncü Mesele

Fussilet kelimesi hakkında şu izahlar yapılabilir:

a) Bu kitap, delillerin, ruhanî faydaların iyice açıklanmış olması gibi, apaçık beyân edilip bildirilmiştir. Bu deliller de tevhîd, nübüvvet, ahkâm, nasihatlar ve kıssaların delilleridir.

b) Bu kitap, sûre sûre, ayet ayet bölünüp fasıllara ayrılmıştır.

c) Bu kitap, toptan değil de parça parça, fasıl fasıl indirilmiştir. Bu şıkdaki anlama göre bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın (A'râf, 133) ayetidir.

Bu, "Bu mucize ve ayetler, birbiri ardınca parça parça gelmişlerdir" demektir.

d) Kulların muhtaç oldukları şeyler fasledilmiş, yani izah edilmiş ve özetlenmiştir.

e) Onun ayetleri, helâl -haram, meseller, terğib- terhîb, öğütler, emirler ve yasaklar olarak, bölünüp fasıllara ayrılmıştır. Böylece, herbirinin faydası tas.tamam olsun ve herbirinin konularına en mükemmel bir biçimde vakıf olunsun diye, bunlardan her birinin kendi başına müstakil, diğerine karışmamış olan bir faslı, bölümü bulunmaktadır.

"Summe Edatı Hakkında

Ayetteki (......) ifadesinin başındaki sümme edatı, zaman bakımından sonralığı ifâde etmeyip, durum bakımından sonralığı ifade eder. Bu, senin tıpkı, O ev güzel bir biçimde muhkem, sonra da en güzel bir biçimde mufassal kılınmış, tafsil edilmiştir " demen gibidir. Bu, senin yine, "Falanca, nesebi ve sülâlesi leîm (düşük), sonra da fiili kerim (değerli) olandır" demen gibidir.

Beşinci Mesele

Keşşaf sahibi: "Bu ifâde, "Ben onları muhkem kıldım, sonra daonları tafsilatlandırdım" manasında, (......) şeklinde de okunmuştur" der. İkrime ve Dehhâk'dan, (......) ifâdesinin manasının, "Hak ile batılın arası ayrıldı" şeklinde olduğu rivayet edilmiştir.

Altıncı Mesele

Cübbâî, Kur'ân'ın muhdes ve mahluk olduğuna, şu üç bakımdan bu ayetle istidlal etmek istemiştir:

a) Muhkem, failinin çok sağlam yaptığı şeye denir. Binâenaleyh eğer Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ı yaratmış olmasaydı, onun için böyle denilmesi doğru olmazdı. Çünkü muhkem yapmak, ancak fiiller için söz konusudur. Kur'ân için, "O muhkem olmayan bir varlık idi de, Allah onu sonradan muhkem kılmıştır" da denilemez. Çünkü bu, Cenâb-ı Hakk'ın muhkem kıldığı kısmın, muhdes olmasını gerektirir ki, hiç kimse Kur'ân'ın bir kısmının kadîm, bir kısmının muhdes olduğunu söylememiştir.

b) Ayetteki (......) ifâdesi, o Kur'ân'da bir ayrılış ve bölünmenin (kısım ve bölümlere ayrılışın) bulunduğuna delalet eder. Yine bu, o ayrılış ve bölünüşün, ancak bir yapanın ve failin yapması ve bir mükevvinin tekvini ile olduğuna delâlet eder. Bu da, (bizim söylediğimiz) neticeye delâlet eder.

c) Ayetteki, "(Her işi) hikmetle yapan, (her şeyden) kemâliyle haberdâr olan (Allah)'ın ledünnünden"ifâdesi, "Allah'ın katından, indinden..." demektir. Halbuki kadîm olan şeyin, bir başka kadîmin indinden olduğu söylenemez. Çünkü eğer her ikisi de kadîm olmuş olsalardı, onlardan birinin öbüründen meydana geldiğini söylemek, bunun tersini söylemekten daha evlâ olmazdı.

(Ehl-i sünnet) alimlerimiz bu özelliklerin, o harf ve seslerle ilgili olduğunu söyleyerek bu iddiaya cevap vermişlerdir. Harflerin ve seslerin muhdes ve mahlûk olduğunu biz de kabul ediyoruz. Kur'ân hakkında, kadîm olduğunu iddia ettiğimiz şey, bu harf ve seslerin dışında, başka birşeydir.

Yedinci Mesele

Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Ayetteki (......) ifadesi şu manalara gelebilir:

a) Biz, ayetteki "kitap" lafzının haber, uhkimet sözünün, bu haberin sıfatı ve ifadesinin de, haberin ikinci sıfatı olduğunu söyledik. Buna göre bu kelamın takdiri: "Elif lâm-râ. Hakîm ve Habîr'in katından bir kitapdır " şeklinde olur.

b) Bu ifâde, ikinci haber de olabilir' Buna göre takdiri, "Elif-lâm-râ. Hakîm ve Habir'in katındandır" şeklinde olur.

c) Bu ayetteki fiillerinin sıfatı da olabilir. Buna göre, "Hakim ve Habir'in katından olarak, muhkem kılınmış ve apaçık bildirilmiş (bir kitap)" şeklinde olur. Böyle olması halinde, ayetin başı ile sonu arasına çok ince bir nükte girmiş olur. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Ayetleri, Hakîm'in katından muhkem kılınan ve işlerin nasıllığını bilip haberdar olanın katından tafsil edilen bir kitab..:" demiştir.

2

Âyetin tefsiri için bak:4

3

Âyetin tefsiri için bak:4

4

"Tâ ki Allah'dan başkasına ibadet etmeyin. Şüphesiz ben size O'nun tarafından bir uyarıcı ve müjdeciyim ve tâ ki Rabbinizden mağfiret isteyin, sonra O'na tevbe edin ki sizi belirlenmiş bir müddete kadar güzel nimetleriyle fâidelendirsin, her fazilet sahibine kendi fazlını versin. Eğer yüz çevirirseniz ben sizin başınıza gelecek büyük bir günün azabından korkarım. Dönüşünüz ancak Allah'adır. O herşeye hakkıyla kadirdir".

Bil ki bu ayetlerle ilgili birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Bil ki ayetteki ifâdesi ile ilgili birkaç izah vardır:

1) Bu, mef'ûl-ü lehtir ve takdiri, "Bu, Allah'tan başka hiç kimseye ibâdet etmemeniz için, ayetleri muhkem kılınmış ve sonra apaçık bildirilmiş bir kitabtır" şeklindedir. Ben derim ki: Bu izah, yüce kitabın maksadının ancak bahsedilen bu şey, yani sâdece ve sadece Allah'a ibâdet olduğuna delâlet eder. Dolayısıyla, ömrünü başka gayelere sarfeden herkes, pişman olur ve zarar eder.

2) Bu kelamın başındaki "en" "en-i müfessire"dir. Çünkü "ayetlerin tafsil edilmesi" ifâdesinde, "ayetlerin söylenmesi" (yani fiili) manası vardır. Binâenaleyh daki edatını bu manaya hamletmek daha münasiptir. Çünkü ayetteki cümlesi o cümle üzerine atfedilmiştir. Binâenaleyh emrin nehiy üzerine atfedilebilmesi için, bunun manasının "Allah'tan başkasına ibadet etmeyiniz" şeklinde olması gerekir. Çünkü onun, "ibadet etmeyesiniz diye" şeklinde kalması, emir sığasında olan, "istiğfar ediniz" kısmının onun üzerine affedilmesine manîdir.

3) Ayetin takdiri şu şekilde de olabilir: "Elif-lâm-ra. Bu, insanlara, Allah'dan başkasına ibâdet etmemelerini emretmen ve onlara "Ben, Allah katından size gelen bir nezir (uyarıcı) ve bir beşir (müjdeleyici peygamberim)" demen için, hakîm ve habîr (Allah) katından gönderilmiş, ayetleri muhkem kılınıp açıklanmış bir kitaptır."Allah en iyi bilendir.

İbadetin Mahiyeti

Bil ki bu ayet, birkaç bakımdan mükellefiyet ihtiva etmektedir:

a) Allahü teâlâ, insanların kendisinden başkasına ibadet etmemelerini emretmiştir. Biz, menfî cümledeki istisnanın müsbeti ifâde ettiğini söylediğimizde, bu ifâdenin manası, Allah'dan başkasına ibadeti yasaklayıp sadece Allah'a ibadeti emretme olur ki doğrusu da budur. Çünkü Allah'ın dışındaki bütün varlıkların muhdes, mahluk ve terbiye edilmiş (geliştirilmiş) olduklarını, Allah'ın tekvini ve varetmesiyle var olduklarını daha önce beyân etmiştik. İbadet, huzû ve huşûyu ortaya koyup, alabildiğine tevazu ve tezellül içinde olmak demektir. Bu da, ancak kâinatı idare eden, merhametli ve lutufkâr bir yaratıcı için yapılırsa uygun olur. Binâenaleyh Allah'dan başkasına ibâdet etmenin ve Allah'a ibadetten yüz çevirmenin kötü bir şey olduğu aşikârdır. Bil ki Allah'a ibadet etmek, ibâdetten önce, Allah'ı bilip tanıma şartına bağlıdır. Çünkü mabudunu tanımayan, O'na yaptığı ibadetten istifade edemez. Bundan dolayı, Allah'a ibâdet etmeyi emretmek, aynı zamanda herşeyden önce O'nun marifetini elde etmeyi (O'nu bilip, tanımayı) emretmektir. Bunun bir benzeri de, Bakara Sûresinin başlarındaki, "Ey insanlar Rabbinize ibadet ediniz... "(Bakara, 21)ayetidir. Cenâb-ı Hak, bu buyruğunun peşinden, yaratıcının varlığına delâlet eden şu delilleri getirmiştir: "Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize (...)" (Bakara. 21). Bu, çok güzel ve yerindedir. Çünkü ibadeti emretmek, aynı zamanda marifetullah'ı elde etmeyi emretmektir. Dolayısıyla pek yerinde olarak Cenâb-ı Hak, marifetullah'ı elde etmeye delâlet eden ifâdesini de getirmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Allah "Şüphesiz ben size, O'nun tarafından bir uyarıcı ve müjdeciyim" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis vardır:

Hazret-i Peygamber Nezir ve Beşirdir

Birinci bahis: Minhu kelimesindeki zamir, daha önce geçmiş olan "Hakîm ve habîr" lafızlarına râcîdir. Dolayısıyla mana, "8en sizin için, o hakîm ve habir (Allah) tarafından gönderilmiş bir nezir ve bir beşirim" şeklindedir.

İkinci bahis: Ayetteki "Allah'dan başkasına ibadet etmeyin" emri, hem Allah'tan başkasına ibadeti yasaklamayı, hem de Allah'a ibadeti teşviki ihtiva eden bir sözdür. O halde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), birinciye göre, ibadeti yapmayanlara çok şiddetli bir azabın geleceğini bildiren ve ikâz eden bir nezir, ikinci hususa göre de, o ibadeti yerine getirenlere, büyük bir mükâfaatın verileceğini müjdeleyen bir beşir olmuş olur.

Bil ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), şu iki şeyden, yani uygun olmayan ve gereksiz şeyleri yapma hususunda uyarma ve uygun-gerekli şeyleri yapma hususunda, müjdelemek için gönderilmiştir..

Tevbe ve İstiğfar Hakkında

Bu ayetlerde bahsedilen hususlardan ikincisi, "Rabbinizden mağfiret isteyin" cümlesi ile; üçüncüsü "sonra O'na tevbe edin" cümlesi ile anlatılan şeydir. Alimler bu iki konunun arasındaki farkı izah hususunda, şu değişik izahları yapmışlardır:

Birinci izah: Ayetteki, (......) kelimesi "Rabbinizden, günahlarınızı bağışlamasını isteyiniz" manasındadır. Cenâb-ı Hak, daha sonra, bağışlanmanın tevbe vasıtası ile isteneceğini beyân ederek, "sonra O'na tevbe edin" buyurmuştur. Çünkü tevbeye götüren ve ona teşvik eden, "mağfiret is'.emek" demek olan istiğfardır. Bu da, Allah'dan mağfiret taleb etmenin yolunun, ancak tevbe etmekten geçtiğine delalet eder. Durum da gerçekten böyledr. Çünkü günahkâr, hak yoldan yüz çevirmiş demektir. Hak yoldan yüz çevirmeye devam eden kimsenin, bundan dönmediği (tevbe etmediği) müddetçe, bizzat maksûd olana yönelmesi mümkün değildir. O halde bizzat maksûd olan, matlûba yönelmektir. Fakat bu da, ancak matlûba zıd şeylerden yüz çevirmeyle mümkün olur. Binâenaleyh istiğfarın bizzat matlûb olmasından vetevbenin de istiğfarın tamamlayıcısı olmasından dolayı, matlûb oldukları ortaya çıkar, Varlık bakımından sonra olan, istenme hususunda önce olabilir. İşte bundan dolayı istiğfar tevbeden önce zikredilmiştir.

İkinci izah: Bu, "Geçmiş günahlarınızdan mağfiret taleb edin ve gelecek günahlarınız hususunda da Allah'a tevbe edin, yani yönelin" demektir.

Üçüncü izah: Bu, "şirkten ve günahlardan istiğfar edin, sonra da batıl işlerden Allah'a dönün" demektir.

Dördüncü izah: İstiğfar, Allah'dan, uygun olmayan şeyi gidermesini istemek; tevbe de, insanın uygun olmayan şeyleri gidermeye sa'y-ü gayret etmesidir. Binâenaleyh kişinin, ancak Mevlâsından istemesine delâlet etsin diye, önce istiğfar zikredilmiştir. Çünkü insanı ona muktedir kılan, Allah'dır. İstiğfar'dan sonra teybe zikredilmiştir. Çünkü tevbe, insanın yaptığı ve sayesinde kötülükleri giderebildiği bir ameldir. Allah'ın fazlından medet ummak, kişinin kendi gayretinden medet ummasından önce gelir. .

Bil ki Allahü teâlâ o üç hususu zikredince, bundan sonra o hususlara dayanan faydalı ve matlûb olan neticeleri bildirmiştir. Matlûb olan şeylerin iki kısma hasredildiği malumdur. Çünkü onların tahakkuku ya dünyada olur, yahut âhirette. Dünyevî menfaatlar, ayette "Sizi belirlenmiş bir müddete kadar güzel nimetleriyle fâidelendirsin" cümlesi ile anlatılmıştır. İşte bu, ibâdete yönelenin, onunla meşgul olanın, dünyada durumunun düzgün ve gönlünün huzur içinde kalacağına delâlet eder: Bu ifâde ile ilgili birkaç soru vardır:

Allah'ı Sevme ile Dünya Sevgisi Arasındaki Denge

Birinci Soru: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hem "Dünya müminlerin hapishanesi, kâfirin ise cennetidir " Keşfu'l-Hafa 1/410, hem de "Belâ (en çok) Peygamberlere, sonra velilere, sonra buna yakın olanlara, sonra (derece itibari ile) daha aşağıda olanlara gelir Benzeri bir hadis: Tirmizi, Zühd, 56 (4/602); Buhârî, Merdâ, 3 7/3). buyurmamış mıdır? Cenâb-ı Allah da "Eğer bütün insanlar bir tek ümmet haline gelmeyecek olsaydı, Rahman'ı inkâr eden kimselerin evlerinin tavanlarını, üstüne çıkacakları merdivenleri hep gümüşten yapardı" (Zuhruf, 33) buyurmuştur. Bu nasslar, dünyada taatla meşgul olanın nasibinin, bela ve sıkıntı olduğuna delâlet etmektedir. Halbuki (tefsir edilen) ayetin muktezast ise, taatia meşgul olanın dünyadaki nasibinin rahatlık olacağını göstermektedir. O halde bunlar nasıl bağdaştırabilir?.

Buna birkaç yönden cevap verilebilir:

a) Bundan maksat, "Allahü teâlâ'nın kâfir beldelerin ahâlisinin kökünü kazıdığı gibi, mü'minlere kökten imha eden azap vermez" manasıdır.

b) Allahü teâlâ, onlar nerede olurlarsa olsunlar, rızıklarını onlara ulaştırır. Buna Cenâb-ı Hakk'ın, "Ehline (ve ümmetine) namazı emret. Kendin de ona sebatla devam et. Biz senden bir rızık istemiyoruz, seni biz rızıklandırırız" (Taha, 132) ayeti ile işaret edilmektedir.

c) Bana göre en güçlü izah şöyle denilmesidir: Allah'a ibadetle ve O'nu sevmekle meşgul olan, değişmesi, son bulması ve yok olması mümkün olmayan bir şeyi sevmekle meşgul demektir. Binâenaleyh kim bu hususta daha fazla derinleşir ve buna daha çok kendini verirse, onun mahlûkâttan kesilmesi o nisbette tam ve mükemmel olur. Bu babdaki mükemmellik ne kadar çok olursa, sevinç ve sürür da o nisbette tam olur. Zira o, matlûbunun değişmeyeceği ve mahbûbunun sonlu olmayacağı hususunda emindir.

Fakat Allah'dan başkasını sevmekle meşgul olan kimse, devamlı olarak mahbûbunu elden kaçıracağı ve onun sön bulacağı korkusunun verdiği acı içinde olur. Dolayısıyla da huzursuzluk içinde yaşar, kalbi ızdırabla dolu olur. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, kendisine hizmet ve ibadetle meşgul olanları anlatırken, "Hiç şüphesiz onu dünyada çok güzel bir hayat ile yaşatırız" (Nahl, 97) buyurmuştur.

Ecel Konusu

İkinci soru: Ayetteki, "Belirlenmiş bir müddete kadar..." kaydı, kulun iki eceli olduğuna ve ecelin öne alınabileceğine veya sonraya bırakılabileceğine delalet eder mi?

Cevap: Hayır, delâlet etmez. Çünkü ayet, "Allahü teâlâ, "Bu kul, şayet ibadet ederse, eceli falanca vakte kadar; yok eğer ibâdet etmezse eceli başka bir vakte kadardır" diye hükmetmemiştir. Fakat Allah, onun ibadetle meşgul olup olmaması halinde, ecelinin, o belirli vakitte olacağını bilmektedir. Böylece her insanın sadece tek bir eceli olduğu sabit olmuş olur.

Üçüncü soru: Niçin dünya menfaatlarınr., "meta" ismi verilmiştir?

Cevap: Onların adiliğine ve ahiret yanında azlığına dikkat çekmek için. Ayrıca Cenâb-ı Hak, "Belirlenmiş bir müddete kadar" ifadesi ile de, dünya menfaatlerinin sonlu olduklarına dikkat çekmiştir. Böylece bu ayet, dünyâ menfaatlerinin değersiz, âdî ve sonlu olduklarına delâlet etmiş olur.

İlâhi Lütuflar

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bunun izahının ardından 'Ve her fazilet sahibine kendi fazlını versin" buyurmuştur ki, bununla uhrevî mutluluklar kasdeditmiştir. Bu ifâdede bazı incelikler vardır:

Birinci incelik: Ayetteki bu ifâde, "Her faziletliye, Hak teâlâ, fazlının gereğini ve neticesini verir" manasınadır. Durum böyledir, çünkü insan, Allah'tan başkasıyla meşgul olmaktan alabildiğince uzak olup, marifetullah'ı elde etme arzusu da çok ileri derecede olduğunda, kalbi melekûtun nakşının kaşı ve sayesinde lâhutî kutsiyyetin tecelli ettiği bir ayna olmuş olur. Fakat zulmânî (karanlık) bedenî alaka ve ilgiler, o ruhanî nurları bulandırır. Binâenaleyh bu alâkalar silinip yok olduğunda, o nurlar ışıldar, ışıklar alabildiğine parlar ve mutluluk sebebleri birbirini kovalar. İşte Hak teâlâ'nın, "Her fazîlet sahibine, kendi fazlını versin" buyruğundan maksad budur.

İkinci incelik: Bu, âhiretteki mutluluk derecelerinin farklı farklı olduğuna bir dikkat çekmedir. Çünkü o dereceler, dünyada gerçekleşen derecelere göre belirlenmiştir. Binâenaleyh Hak'tan başka herşeyden yüz çevirip, sadece Hakk'a kulluğa yönelmek, nihayetsiz derecelerde olunca, ahiret mutluluğunun dereceleri de sınırsızdır. İşte bu sebebten ötürü, "Allah her fazilet sahibine, kendi fazlını versin" buyurulmuştur.

Üçüncü incelik: Allah, dünya menfaatları hususunda, "Sizi, güzel nimetleriyle faidelendirsin": ahiret saadeti hususunda da, "Her fazilet sahibine, kendi fazlını versin" buyurmuştur. Bu, dünyanın ve âhiretin bütün hayırlarının ancak Allahü teâlâ'dan olduğuna, O'nun yaratması.var etmesi, vermesi ve cömertliği ile olduğuna delâlet eder. Rahmetli babam hoca efendi şöyle derdi: "Eğer sebebler olmasaydı, hiçbir kimse şüpheye düşmezdi. Çünkü insanların çoğunun aklı kıttır. Onların akıllarının, bu fânî vasıta ve sebeblerle meşgul olması, akıllarını, herşeyin Allah'dan olduğunu müşahede etmekten alıkor, kör eder. Fakat ilâhî bilgilere dalanlar, hakikat nurlarının denizlerinde yüzenler Allah'ın dışındaki herşeyin, zatı gereği mümkin ve Allah'ın yaratmasıyla ancak var olabilen varlıklar olduğunu anlarlar. Böylece onların bakışları mâsivallah (Allah'ın dışındaki herşey)den kesilir ve onlar zarar verenin, faydalı olanın, verenin, vermeyenin hep Allah olduğunu anlarlar."

Allahü teâlâ bütün bu halleri beyan buyurunca, "Eğer yüz çevirirseniz, ben sizin başınıza gelecek büyük bir gün ün azabından korkarım" (de!)" buyurmuştur. Durum böyledir, zira Allah'tan başkasına ibadetle meşgul olan, dünyada âdeta kör olur. Binâenaleyh dünyada kör olan, ahirette de kör olur, yolca da daha şaşkındır. Bunu ortaya koyan şudur: Kim, dünyayı, onun leziz ve güzel şeylerini elde etmeye yönelirse, dünyaya olan sevgisi artar, tabiatı dünyaya meyleder ve dünyaya olan arzusu büyür. Binaenaleyh böylesi kimse öldüğünde, yanında o şiddetli sevgisi ve meyli kalır da, esas mahbûbuna ulaşamaz. Bu durumda da belası artar, şakiliği tam olur. O günün azabı hususunda, işte bizce bilinebilen bu kadarcığıdır. Fakat o hallerin teferruatını dünya hayatında olduğumuz sürece bilemeyiz.

Daha sonra da Allahü teâlâ "Dönüşünüz ancak Allah'adır. O herşeye hakkıyla kadirdir" buyruğu ile de mutlaka Allah'a dönülüp varılacağını beyân etmiştir.

Bil ki Allahü teâlâ'nın bu hitabında şöyle bir incelik vardır: Bu söz, hasr (sadece) manası ifâde eder. Yani, "Dönüşünüz başkasına değil, sadece Allah'a olacaktır" demektir. Binâenaleyh bu ayet, orada Allah'dan başka bir yöneticinin ve tasarruf edenin olmadığına delâlet eder. Durum, bu dünya hayatında da aynıdır. Fakat bazı insanlar, sebeblerle meşgul olunca, müsebbib'ül-esbâb (sebeblerin müsebbibi, yaratıcısı) olan Allah'a ulaşmaktan âciz olmuşlar ve bu dünya hayâtında herşeye güçlerinin yeteceğini sanmışlardır. Fakat ahiret yurdunda, bu yanlışlık da ortadan kalkacaktır. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Dönüşünüz ancak Allah'adır" hitabı ile bu hasrı beyan etmiştir.

Allahü teâlâ daha sonra "O, herşeye hakkıyla kadirdir" buyurur. Ben derim ki: Bu ifâde, bir bakıma büyük bir tehdid, bir bakıma da büyük bir müjdedir. Büyük bir tehdid oluşu şundandır: Ayetteki "O, herşeye hakkıyla kadirdir" buyruğu da, kendisinin herşeye kadir oluğuna, O'nun hüküm ve takdirini geriye çevirecek, meşietine mânı olacak bir güç, kuvvet bulunmadığına delalet eder. Pekçok ayıplarla ve büyük günahlarla, böylesi bir hâkimin huzuruna dönüp varmak gerçekten zordur.

Bu ayetin büyük bir müjde oluşu da şöyledir: Çünkü bu, o hâkimin, çok büyük, bir kudret ve ululuk sahibi, kulun da son derece zayıf ve aciz olduğuna delâlet eder. Güçlü, kudretli ve kuvvetli hükümdar, helakle yüzyüze âciz birisini gördüğünde, onu helakten kurtarır."(Güce) sahib oldun, binâenaleyh iyi davran, güzel muamelede bulun" darb-ı meseli de bu manada söylenmiştir.

Bu kitabın musannifi der ki: Ömrümü ilim hizmetinde ve kitap okumada tükettim.

Hiçbir şeyde ümidim yok. Son derece zelil ve kusurluyum. Fakat kerim kimse, kadir olduğunda bağışlar. Ya Ekreme'l-Ekremîn, Ya Erhame'r-Râhimîn. Ey ayıplıların ayıplarını örten, çaresizlerin duasına icabet eden! Senden rahmet kovalarını evladım ve ciğerparelerimin üzerine akıtıp bizi fazlınla, atfınla, cömertliğinle, kereminle kurtarmanı niyaz ederim.

5

"Haberiniz olsun ki ondan (o peygamberden düşmanlıklarını) gizlemeleri için göğüslerini dürüp bükerler. Elbiseleriyle örtündükleri zaman da (hallerine) dikkat et. (Halbuki) Allah, onların gizleyeceklerini de, açığa vuracaklarını da biliyor. Çünkü O, kalblerdekini bilir".

Daha Önceki Kısımla Münasebet

Bil ki Allahü teâlâ önceki ayette, "Eğer bana ibadet ve taattan yüz çevirirseniz, başınıza gelecek büyük bir günün azabından korkarım" buyurup, bunun peşine, gizlice yüz çevirmenin de, açıkça yüz çevirme gibi olduğunu beyan buyurunca, "Haberiniz olsun ki onlar, yani o kâfirler, ondan, yani Hazret-i Peygamberden ve kavminden, hallerini gizlemek için göğüslerini dürüp bükerler (içlerinde ne olduğunu gizlemeye çalışırlar)..." buyurmuştur.

Bil ki Allahü teâlâ, o kâfirlerin şu iki halini nakletmiştir:

a) "Onlar, göğüslerini dürüp bükerler." Arapçada birşeyi dürüp büktüğünde (sarıp sarmaladığında) dersin. Ayetteki bu ifade ile ilgili iki açıklama yapılmıştır:

Münafıklar Allah'tan Hiçbir Şey Saklayamazlar

Birinci izah: Rivayet olunduğuna göre bir grup müşrik "Biz, kapılarımızı kapayıp, perdelerimizi örtüp, elbiselerimize bürünüp, Muhammed'e karşı düşmanlığı göğüslerimizin içine dürüp büktüğümüzde, o bizi daha nasıl bilip tanıyacaktır?" demişlerdi. Bu izaha göre, ayetteki "Göğüslerini dürüp bükerler" ifadesi, münafıklıktan bir kinaye olmuş olur. Buna göre sanki "onlar, Allah'tan saklayıp gizlemek için, açığa vurdukları şeyin (yani inancın, sözün, tavrın) zıddını kalblerinde saklarlar" denilmek istenmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Elbiseleriyle örtündükleri zaman da (hallerine) dikkat et" ifadesiyle de, onların elbiseleriyle örtündüklerinde, Hazret-i Peygamber'den saklayıp gizledikleri şeye dikkat çekmiştir.

İkinci izah: Yine rivayet edildiğine göre bir kısım kâfirler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendilerine uğradığında, göğsünü büker, sırtını döner ve elbiselerine bürünürlerdi. Buna göre ayetteki ifâdenin takdiri şöyle olur: "Onlar, Resûlullah'ın sözünü, okuduğu Kur'ân'ı duymamak ve aralarında arzu ettikleri gibi O'nu tenkid etmek için, O'ndan hallerini saklamak gayesiyle, Hazret-i Peygamber'den yüz çeviriyorlardı."

Ayetteki elâ edatı dikkat çekmek içindir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak ilk önce, Hazret-i Peygamber'den hallerini sakiamak için, ondan yüz çevirdiklerine dikkat çekmiş, sonra da onların bu gizlemeyi istedikleri vakte, yani elbiselerine büründükleri zamana dikkat çekmek için, elâ fafzını tekrar etmiştir. Buna göre sanki şöyle denilmiştir: "Dikkat et ki onlar, Allah'tan saklamak için, O'ndan yüz çeviriyorlar. Dikkat et ki onlar, elbiselerine büründüklerinde birşeyler saklıyorlar." Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların bu saklayıp gizlemelerinde bir fayda olmadığını, "Allah onların gizleyeceklerini de, agğa vuracaklarını da biliyor" ifadesiyle belirtmiştir.

6

"Yerde yürüyen hiçbir canlı hariç olmamak üzere rızıkları Allah'ın üstünedir. Onların duracak yerlerini de, emânet edilen yerlerini de O bilir. (Bunların) hepsi (ve bütün halleri) o apaçık kitaptadır".

Bil ki Allahü teâlâ, önceki ayette, kendisinin, onların gizleyeceklerini de, açığa vuracaklarını da bilen olduğunu belirtince, bunun peşinden yine kendisinin bütün malumatı bildiğine delâlet eden ifâdeyi zikretmiştir. Binâenaleyh, her canlının, rızkının kendisine ancak Allah'dan gelmiş olduğu sabittir. Bu sebeple, şayet Cenâb-ı Hak bütün malumatı bilmeseydi, bu iş gerçekleşmezdi. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Dabbe: Yeryüzündeki Canlıların Rızıkları

Zeçcâc şöyle demektedir: Dâbbe kelimesi, her canlıya verileh bir addır. Zira "dâbbe" kelimesi, debîb (kımıldama, debelenme) kelimesinden alınmış bir isimdir.. Bu lafza, müenneslik tâ'sı getirilerek, erkek-dişi olsun, rûh sahibi her canlı hakkında kullanılmıştır. Ancak ne var ki bu kelime, Arapların örfünde, hasseten, at için kullanılmaktadır. Bu ayette, bu lafızla kastedilen ise, aslî, lügavi manasıdır. Bu sebeple, bu ifâdenin içine bütün canlılar girmektedir. Bu husus, müfessirler arasında müttefekun aleyh olan bir husustur. Canlıların kısım ve türlerinin pekçok olduğunda ihtilâf yoktur. Bunlar, karada, denizde ve dağlarda bulunan canlılardır ki, Allah'tan başkası onların sayısını bilemez. Allahü teâlâ, onların yapılarının nasıl olduğunu, uzuvlarını, durumlarını, gıdalarını, girdikleri delikleri ve yerlerini; onlara uygun olan olmayan şeyleri bilendir. Göklerin ve yerlerin tabakalarını, hayvanların ve bitkilerin karakterlerini yöneten ilâh, nasıl olur da onların hallerini bilemez? Rivayet edildiğine göre Hazret-i Musa (aleyhisselâm), kendisine vahiy geldiği bir sırada, kalbi, çoluk çocuğunun durumlarına takılıp kalmıştı. Bunun üzerine Allahü teâlâ Hazret-i Musa'ya, asasıyla, bir kaya parçasına vurmasını emretti. O da vurunca, kaya parçası yarıldı, içinden ikinci bir kaya parçası çıktı. Sonra, asasıyla ona da vurunca, o da yarıldı, içinden üçüncü bir taş çıktı. Daha sonra da değneğiyle ona da vurunca, o da yarıldı ve içinden, adeta bir zerre gibi, ağzında da gıdası yerine geçecek birşey olarak bir kurtçuk çıktı. Musa (aleyhisselâm)'nın kulağından perde kaldırıldı da O, kurtçuğun "Beni gören, benim sözümü duyan, benim yerimi bilen, beni hatırlayan, rızıklandiran ve beni unutmayan zâtı, noksan sıfatlardan tenzih ederim" dediğini duydu.

Mahlukatı Rızıklandırmak Allah'a Vacip midir?

Bazıları, bazı şeylerin Allah'a vacib olduğu hususunda bu ayete tutunarak, şöyle demişlerdir: "Çünkü, buradaki alâ harf-i cerri, vücûb ifâde eder. Bu da, canlılara rızık vermenin Allah'a vâcib olduğuna delâlet eder." Buna, "Bu, Allah'ın vaadi, fazlı ve ihsanı bakımından bir vâcibtir" diye cevap verilebilir.

Haramdan Rızık Olur

Ehl-i sünnet âlimleri, rızkın, bazan haram da olacağını isbat hususunda bu ayete tutunarak, şöyle demişlerdir: "Çünkü, her canlıya rızık vermenin, vaad ve müstehak olmak bakımından, Allah'a vâcib olduğu sabittir. Halbuki Allahü teâlâ, vâcib olanı ihlâl etmez. Sonra biz bazan, ömrü boyunca helâldan yemeyen insanlar görürüz. Binâenaleyh haram, bir rızık olmasaydı, Allahü teâlâ, o canlıya rızkını ulaştırmamış olurdu. Böylece de O, vacibi ihlâl etmiş olurdu ki, bu muhaldir. İşte böylece biz, haramın bazan rızık olacağını anlamış oluyoruz.

"Müstakarr" ve "Müstevda" Kelimelerinin Tefsiri

Cenâb-ı Hakk'ın, "Onların duracak yerlerini de, emânet edilen yerlerini de O bilir" ifadesine gelince, bil ki, "müstekarr", o canlının yeryüzündeki, dünyadaki yeridir. "Müstevda" ise, o canlının, sulbte veya rahimde, yahut da yumurtada karar kılmadan önce bırakılmış olduğu yerdir. Ferrâ, "Canlı mahlukun gece-gündüz sığındığı yere müstekarr, ölüp kaldığı yere ise müstevda denilmiştir" demektedir. "Müstekarr" ve "müstevda" kelimelerinin tafsilatlı bir biçimde izahı, En'âm Sûresi'nde 98, ayetin tefsirinde geçmişti.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "(Bunların) hepsi (ve bütün halleri) o apaçık kitaptadır" buyurmuştur. Zeccâc: "Bu, "Bu, Allah'ın ilminde sabittir" manasındadır" derken, bazıları da bu ifâdeye Levh-i Mahfuz manasını vermişlerdir. Biz bunun faydasını, Cenâb-ı Hakk'ın (Enam, 59) ayetinin tefsirinde anlatmıştık.

7

"O, hanginizin amelinin daha güzel olduğu (hususunda) sizi imtihan etmek için gökleri ve yeri altı günde yaratandır. Arşı su üstünde idi. Andolsun ki, "ölümden sonra muhakkak diriltileceksiniz" dersen, kâfir olanlar mutlaka "Bu, apaçık bir aldatmadan başka (bir şey) değildir" derler",

Bil ki Allahü teâlâ, önceki delil ile, bütün malumatı bildiğini isbât edince, bu ayet ile de, kendisinin, bütün makdûrâta kadir olduğunu isbât etmiştir. Gerçekten de, bu iki delilden her biri, Allah'ın hem ilminin, hem de kudretinin mükemmel olduğuna delâlet eder.

Başlangıçta Allah'ın Arşı Su Üzerinde İdi

Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın, "O. gökleri ve yeri altı günde yaratandır" ifâdesinin tefsiri, Yunus, 3 ayetinin tefsirinde tafsilatlı olarak geçmişti.

Burada geriye, bizim"Arşı su üstünde idi" ayetini tefsir etmemiz kalmaktadır. Bu hususta Ka'b şöyle demektedir: "Allahü teâlâ, yeşil bir yakut yarattı; sonra da ona, heybetle baktı. Bunun üzerine o yakut, titreyen bir su oluverdi. Sonra da rüzgârı yarattı, böylece suyu, o rüzgârın üzerine koydu. Sonra da Arşı suyun üzerine koydu." Ebu Bekr el-Esamm da şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesinin manası, Arapların tıpkı "Semâ, arz üzerindedir" demelerine benzer. Bu söz, onlardan birinin diğerine yapışık olduğunu belirtmek için söylenmiş değildir."

Hâdise nasıl olursa olsun, bu, Arş ve suyun, gökler ve yer yaratılmadan önce bulunduklarına delâlet eder. Mutezile şöyle demektedir: "Ayette, Arş ve suyun yaratılmasından önce meleklerin bulunduğuna dair bir delâlet bulunmaktadır. Zira, Arş ve sudan hiç kimse yararlanma ksızın bunların yaratılması makul olmaz. Çünkü Cenâb-ı Hak, Arş ve suyu yaratırken, onları ya bir fayda için yaratmıştır; veya bir fayda söz konusu olmaksızın yaratmıştır. İkinci ihtimal anlamsızdır. Binâenaleyh, geriye birinci ihtimal kalır ki, bu da Cenâb-ı Hakk'ın onları bir faydadan dolayı yaratmış olmasıdır. O fayda da, ya Allah'a yönelik olur, ki bu imkânsızdır; zira Allahü teâlâ, fayda ve zarardan münezzeh ve yücedir. Veyahut da bu fayda, başkasına yöneliktir. Öyleyse o başkasının canlı olması gerekir. Bunu kabul eden herkes, o canlının melekler cinsinden olduğunu söyler.

Ebu Müslim el-İsfehani'ye gelince o, Cenâb-ı Hakk'ın, "Arş su üstünde idi" buyruğunun manası, "Allah'ın, gökleri bina etmesi, suyun üzerine olmuştur" şeklindedir" demiştir ki, bunun tefsiri, Yunus 3 ayetinin tefsirinde geçmişti. Yine Allahü teâlâ, gökleri su üzerine bina ettiği zaman, bunun çok bedî ve hayranlık uyandırıcı olduğunu beyân etmiş olur. Zira, hafif bir yapı bile, sert ve sağlam bir zemin üzerine kurulmadığı zaman, ayakta durmaz. O halde bu büyük şey, su üzerinde kurulduğu zaman, artık durum nasıl olur? Burada birkaç soru bulunmaktadır:

Bazı Sorular

Arş'ın Su Üzerinde Olmasının Hikmeti?

Birinci soru: Arşın, gökler ve yeryüzü yaratılmadan önce, su üzerinde bulunduğunun anlatılmasının faydası nedir?

Cevap: Bunda birkaç bakımdan, Allah'ın kudretinin çok mükemmel olduğuna bir delâlet bulunmaktadır:

a) Arş, göklerden ve yerden daha büyük olmasına rağmen, su üzerinde bulunmaktadır. Binâenaleyh, şayet Cenâb-ı Hak, ağır olan şeyi direksiz olarak tutmaya kadir olmasaydı, bunu yapması mümkün olmazdı.

b) Allahü teâlâ, suyu, herhangi bir şey üzerinde olmaksızın tutmuştur. Aksi halde, âlemin kısımlarının sınırsız olması gerekirdi ki, bu da bizim bahsetmiş olduğumuza delâlet eder.

c) Allah, yaratılanların en büyüğü olan Arş'ı, altında bir direk, üstünde bir bağı olmaksızın, yedi kat göğün üzerinde tutmuştur ki, bu da yine bizim bahsettiğimize delâlet eder.

Yaratılışın İlk Merhalesi

İkinci soru: Şu rivayet doğru mudur? "Ey Allah'ın Resulü, Rabbimiz, gökleri ve yeri yaratmadan önce nerede idi?" denildi de, bunun üzerine Hazret-i Peygamber: "O. hem altında hem de üstünde hava bulunan bir bulutta idi" buyurdu!

Cevap: Bu rivayet zayıftır. Evlâ olan, meşhur olan haberin kabul edilmesidir ki, o da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Allah vardı: O'nunla beraber hiçbir şey yoktu. Sonra, Arşı da su üzerinde idi " Keşfu'l-Hafâ 2/130-131 şeklindeki sözüdür.

Allah'ın Kullarını İmtihan Hikmeti

Üçüncü soru: Cenâb-ı Hakk'ın "hanginizin ameli daha güzel olduğu (hususunda) sizi imtihan etmek için" ifâdesindeki lâm, Allahü Teâlâ'nın, gökleri ve yeri, mükellefleri denemek için yaratmış olmasını iktizâ eder.

Binâenaleyh, bu husustaki durum nasıldır?

Cevap: Bu sözün zahiri, Allahü teâlâ'nın, bu büyük âlemi, mükelleflerin menfaati için yaratmış olmasını gerektirir. Bu görüşü, bazı kimseler benimsemiştir. Bu hususta her bir kısmın, diğerinin benimsemiş olduğu görüşün dışında izahları bulunmaktadır.' O görüşleri açıklamak, bu kitaba uygun düşmez. "Allah'ın fiil ve hükümleri, kulların maslahatlarına bağlanamaz!" diyenler şöyle demişlerdir:"Bu ifâdenin başındaki ta'lîl, illet lamı, zahir durum itibariyle gelmiş olup, bunun manası, şayet, "Allahü Teâlâ, öyle bir nizama göre iş yapmıştır ki, şayet fayda gözeterek işlerini yapması caiz olan bir kimsenin yapması halinde de sadece bu maksad göz önünde tutulurdu."

Neticeyi Bilmek İçin Allah'ın İmtihana İhtiyacı Yoktur

Dördüncü soru: İmtihan etmek, ancak işlerin neticelerini bilmeyenler için söz konusudur. Halbuki bu, Allah hakkında imkânsızdır. O halde imtihan etmek, Allah hakkında nasıl düşünülebilir?

Cevap: Bu sözü biz. Cenâb-ı Hakk'ın Bakara süresindeki (Bakara. 21) ayetinin tefsirinde detaylı biçimde ele aldık.,

Bil ki Allahü teâlâ, bu âlemi, mükellefleri deneyip imtihan etmek için yarattığını beyân buyurunca, işte bu, haşrin ve neşrin kesinlikle tahakkuk edeceğine hükmetmeyi gerektirir. Zira, denemek ve imtihan etmek, iyilikte bulunana rahmet ve mükâfaat, kötülük yapana da ceza tahsis edilmesini gerektirir. Bu da ancak, mead'i ve Kıyameti kabul etmekle tamamlanır. İşte tam bu sırada Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hitâb ederek: "Andolsun ki, "Ölümden sonra muhakkak diriltileceksiniz" dersen, kâfir olanlar mutlaka, "Bu, apaçık bir aldatmadan başka birşey değildir" derler" buyurmuştur. Bu, "Onlar, bu sözü kabul etmez ve öldükten sonra dirileceğini söylemenin yanlış olduğunu söylerler" demektir.

Söz Hakkında "Sihir" Tabiri Kullanılır mı?

Eğer denilirse ki: "Sihir diye vasfedilen bir şey, hususî bir fiil olamaz. O halde, bu söz, nasıl olur da sihir olarak nitelendirilir?" denilirse, biz deriz ki:

Buna birkaç yönden cevap verilebilir:

a) Kaffal, bunun manasının şu şekilde olduğunu söylemiştir: "Bu söz, sizin, insanlan dünya lezzetlerinden men etmek ve onları, size inkıyada zorlamak ve itaatiniz altına almak için uydurduğunuz bir hiledir."

b) Cenâb-ı Hakk'ın, (......) ifâdesinin manası, "sihir bâtıl bir iştir" şeklindedir. Nitekim Allah Hazret-i Musa'dan naklen, "Bu sizin getirdiğiniz şey sihirdir. Allah şüphesiz ki onu iptal edecektir" (Yunus, 81) buyurmuştur. O halde (......) ifâdesinin manası. "O ancak, açık bir bâtıldır" şeklinde olur.

c) Kur'ân, öldükten sonra dirilmenin olacağına hükmetmektedir. Halbuki onlar, Kur'ân hakkında, onun bir sihir olduğu şeklinde bir ta'n ve tenkîdde bulunurlar. Aslı tenkîd etmek, fer'i tenkîdi ifâde eder.

d) Hamza ve Kisaî, onların Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i kastettiğini belirterek "Bu ancak, bir sihirbazdır" şeklinde okumuşlardır. Buna göre onlar, "sihirbazsa, yalancıdır" demek istemişlerdir.

Müşriklerin İstihzalarını Red

8

"Andolsun ki biz kendilerine gelecek azabı sayılı bir müddete kadar ertelesek, mutlaka diyecektendir ki: "Bunu alıkoyan da ne?" Haberiniz olsun ki azab bunlara geleceği gün, kendilerinden döndürülecek değildir- Eğlenceyen alageldikleri şey onları çepeçevre kuşatmıştır".

Bil ki Allahü teâlâ, kâfirlerin, "Bu, apaçık bir sihirden başka birşey değildir" sözleri ile, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i yalanladıklarını nakledince, bu ayette de onların bir başka bâtıllarını bildirmiştir. O da şudur: Onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in tehdid ettiği azabın gelmesi gecikince, istihzaya başlayarak, "O azabın bize gelmesine mâni olan sebeb ne?" dediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, onlara, "Alay ettikleri o azabın inmesi için, tayin ettiğim vakit gelince, azab onlardan geri dönmeyecek ve onları her taraftan saracaktır" diyerek cevap vermiştir.

Geriye ayetle ilgili birkaç soru var:

Kâfirlere Gelecek Azab Dünyada mı, Ahirette mi Olacak?

Birinci soru: Bu azabdan murad, dünyevi azab mı, uhrevi azab mı? Cevap: Müfessirlerin bu hususta farklı görüşleri vardır:

a) Allah'ın bu ayetteki hükmü, onlardan hiçbirine kökünü kazıma azabıyla azab etmeyip, bunu Kıyamet gününe bırakacağıdır. Binâenaleyh Hak teâlâ onlara gelecek azabı erteleyince, onlar istihza yolu ile, "Bunu alıkoyan da ne?" demişlerdir.

b) Bununla, cihad emri ve Bedir günü başlarına gelen şey kastedilmiştir. Bu izaha göre, bu görüştekiler ayetteki, "O. onları çepeçevre kuşatmıştır" buyruğunu, "O azab onların başına Bedir günü geldi" diye te'vil etmişlerdir.

"Ümmet, Sayılı Müddet" Ne Demektir?

İkinci soru: "Sayılı bir müddete kadar" ifadesinden murad nedir?

Buna iki bakımdan cevap verilebilir:

a) "Ümmet" kelimesinin asıl manası, insan ve cemaattir. Binâenaleyh sen, "İnsanlardan bir ümmet bana geldi" dediğin zaman, bu "ümmet" kelimesiyle, bir araya gelmiş bir topluluk kasdetmiş olursun. Nitekim Cenâb-ı Allah, "O. suyun üst tarafında insanlardan bir ümmet buldu. Onlar, hayvanlarını suluyorlardi." (Kasas. 23) ve "Bir ümmetten sonra (Yûsuf'u) hatırladı" yani "bir ümmet sona erip, yok olduktan sonra.. " (Yûsuf. 45) buyurmuştur. İşte burada da, Hak teâlâ'nın bu buyruğunun manası, "İnsanlardan bir ümmet sona erinceye kadar", , yani, "Bu sözlü va'id ve tehdidden sonra bir ümmet sona erinceye kadar, eğer onlara azabı ertelersek, onlar "Bunu alıkoyan da ne?" derler. Halbuki bu va'id ile tehdid edilen insanlar yok olup gittiler" şeklindedir. Bu, birşeyi onda meydana gelecek şeyin adıyla adlandırmaktc Bu tıpkı, "Ben, ikindi namazında falancanın yanında idim, yani ikindi namazı zamanında onun yanındaydım" demen gibidir,

b) "Ümmet" kelimesi, "maksad, kasıt" manasına gelen (......) masdarından müştaktır. Sanki Allah, bununla tehdid edilen azabın gerçekleştirileceği kastedilen o vakti murat etmiştir.

Üçüncü soru: Cenâb-ı Allah, azab henüz meydana gelmemiş iken, niçin mazi sigasıyla, "onları çepeçevre kuşatmıştır" buyurur?

Cevap: Bu kitabın pekçok yerinde bu tür ayetler çokça geçti. Bu husustaki kaide, Cenâb-ı Hakk'ın, iyice te'kid ve kesinliğini bildirmek için, Kıyamet hallerini mazi sîgalarıyla haber vermiş olmasıdır.

Gafil İnsanın Nankörlüğü

9

Âyetin tefsiri için bak:11

10

Âyetin tefsiri için bak:11

11

"İnsana tarafımızdan bir rahmet tattırıp da sonra bunu kendisinden çekip alıversek, andolsun o, ümidini kesen bir adam, bir nankör olur. Şayet kendisine dokunan bir dertten sonra ona nimeti tattınrsak. Andolsun "Benden kötülükler uzaklaşıp gitti" diyecek. Çünkü o artık şımarıktır, böbürlenendir. (Dertlere) göğüs gerip de güzel güzel amelde bulunanlar böyle değildir. Mağfiret ve büyük mükafaat işte bunlar içindir".

Bil ki Allahü teâlâ, o kâfirlerin azabının, geç de olsa mutlaka başlarına geleceğini bildirince, bundan sonra onların kâfirliklerini ve o azaba müstehak olduklarını bildirmek üzere "insana bizden bir rahmet tattırırsak (...)" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetteki "insan" ile kimin kastedildiği hususunda iki görüş vardır:

Ayette Geçen "İnsan"ın, Herhangi Bir İnsan Olduğu Fikri

Birinci görüş: Bununla, mutlak manada insan (yani herbir insan) kastedilmiştir. Bunun böyle olduğunu şunlar gösterir:

1) Allahü teâlâ, bu ifadeden, "Göğüs gerip de güzel güzel amelde bulunanlar"ı istisna etmiştir. İstisna ise, istisna yapılmaması halinde, sözün hükmüne girecekleri o hükmün dışında bırakmak için yapılır. Binaenaleyh ayetteki "insan" lafzının içine, mü'min ve kâfir herkesin girdiği sabit olur. Bu, bizim görüşümüze delâlet eder.

2) Bu ayet, yapılan bu izaha göre, Hak teâlâ'nın, "Asra yemin ederim ki muhakkak insan kesin ziyandadır. Ancak iman eden, güzel güzel amellerde bulunanlar (...) müstesna"(Asr, 1-3) ayetleri ile, "Gerçekten insan hırsına düşkün yaratılmıştır: kendisine ser dokundu mu feryadı basar, ona hayır dokununcaya çok cimri olur. Fakat namaz kılanlar (...) müstesna.." (Meâric. 19-23) ayetlerine de uygundur.

3) İnsan, acizlik ve zayıflık mizâc; üzere yaratılmıştır. Nitekim İbn Cüreyc, bu ayetin tefsirinde: "Ey âdemoğlu, sana Allah'tan bir nimet geldiğinde, ne kadar nankör olursun! O nimet senden alındığında da ne kadar ümidsiz olursun!" demiştir.

Ayette Geçen 'İnsan'dan Maksadın Kâfir Olduğu Fikri

İkinci görüş: Ayetteki "insan" ile, kâfir insan kasdedilmiştir. Bunun böyle olduğuna şunlar delâlet eder:

1) Başında elif-lâm bulunan müfred kelimede asıl olan, onun, eğer bir mani yok ise, daha önce bahsi geçene hamledilmesidir. Bu ayette buna, herhangibir mani yoktur. Binâenaleyh "insan" lafzının, daha önce bahsedilene hamledilmesi gerekir. Burada az önce bahsi geçen ise, kâfir insandır, kâfirlerdir.

2) Bu ayette insan için zikredilen sıfatlar, ancak kâfirlere uygun düşer, zira Cenâb-ı Hak onu "ümidsiz" diye tavsîf etmiştir. Ümidsizlik ise kâfirlerin özelliğidir. Nitekim Allah "Kâfirler güruhundan başkası Allah'ın rahmetinden ümidini kesmez"(Yusuf. 87) buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak, bu insanı, nankörlükle tavsif etmiştir ki, bu onun kâfir olduğunu açıkça ortaya kor. Yine bu insanın, rahata erdiğinde "Benden kötülükler uzaklaşıp gitti" dediğinden bahsetmiştir ki, bu söz Allah'a karşı bir cüretkârlıktır. Yine Allahü teâlâ, onun "şımarık" olduğunu söylemiştir. "Allah ise, şımaranları sevmez" (Kasas 76). Allah, o insanı "fahur" (böbürlenen) diye tavsif etmiştir ki bu da mü'minlerin sıfatı değildir. Bu görüşü benimseyenler sonra, "Bütün bu mahzurların bizim için söz konusu olmaması için, ayette bahsedilen istisnayı, "istisna-yı munkatî" olarak kabul etmek gerekir" demişlerdir.

İzake Na'ma ve Derra Kelimelerinin İzahı

Gerek izake ve gerek zevk kelimeleri, tadılan şeyin en azını (azıcık tadmayı) ifade ederler. Buna göre, maksad, "O insan, azıcık dünyevi bir hayır elde edip tattığında, hemen inada ve tuğyana girer, yine azıcık bir sıkıntı ve belaya uğrayınca da hemen ümidsizliğe, çaresizliğe ve nankörlüğe düşer" manasıdır. Halbuki dünya zaten az ve değersizdir. Dünyadan bir insanın elde edeceği şey de (ne kadar çok olsa da aslında) azdır. O miktarı tadmak, azıcık bir hayırdır. Sonra o, uyuyanların rüyasına, vesveseli insanların hayaline benzer ve son derece hızla yok olur. O halde tadılan bu şey, azın azıdır. Bununla beraber insanın onu taşımaya gücü yoktur ve onun yanısıra, insanın o azıcık şeyi en güzel bir şekilde yerine getirmeye de sabrı yoktur. Na'mâ kelimesine gelince, Vahidî şöyle der: "Bu, sahibinde izleri görünen nimettir. Darrâ kelimesi de, sahibinde eseri, tesiri görünen zarar manasınadır. Çünkü bunlar, ve (kırmızı ve şaşı) kelimeleri gibi, görünen halleri ifâde etmek için kullanılırlar. İşte, "nimet" ile "na'mâ", "mazarrat" ile "darrâ" arasındaki mana farkı budur."

Üçüncü Mesele

Bil ki dünyanın halleri devamlı değildir. Aksine hep değişken ve sonlu şeylerdir. Fakat buradaki kaide ya nimetin mihnete ve lezzetin afete dönüşmesi, yahut da bunun aksi olmasıdır. Bu da, hoşlanılmayan şeyden, sevilip hoşlanılana; haramlardan hoş ve.helal olan şeylere geçmektir.

Mümin ve Kâfirin Nimetlere Bakışları

Birinci kısım: Hak teâlâ'nın "insana tarafımızdan bir rahmet tattırıp da sonra bunu kendisinden çekip alıversek, andolsun o ümidini kesen bir adam, bir nankör olur" buyruğu ile kastedilendir. Velhasıl Allahü teâlâ, bu insanın, ümidini keseceğini ve nankör olacağını bildirmiştir. Bunu şöyle izah edebiliriz: O insan, nimetleri yok olunca ümidsizliğe düşer. Çünkü kâfir, o nimetin kendisine gelişinin tesadüfen olduğuna inanır. Daha sonra o tesadüfün yeniden kendisi için hasıl olma ihtimalini uzak görür ve bu sebebie de o nimetin tekrar kendisine gelmesini adetâ imkânsız sayar. Böylece de ümidsizliğe düşer. Müslüman ise, o nimetin ancak Allah'dan olduğuna, O'nun fazlı, ihsanı, lûtfu ve keremi ile gerçekleştiğine inanır. Dolayısıyla o müslüman için, bir ümidsizlik söz konusu olmaz Aksine o, "Belki de Allahü teâlâ bundan sonra, o nimeti bana, öncekinden daha mükemmel, güzel ve daha üstün olarak tekrar verir" der. Fakat o kâfir insan, bu nimetin tahakkuk etmesi halinde, nankör olur. Çünkü oT kendisine nimet verildiğinde bunun tesadüfi olarak meydana geldiğine veyahut da, kendi çaba ve gayretiyle olduğuna inantr. İşte bu durumda da, o nimete karşılık Allah'a şükretmez. Velhasıl kâfir, elindeki nimet zail olunca ümidsizliğe düşer, kendisine nimet verilince de nankör olur.

İkinci kısım da, insanın sevmediği şeyden, sevdiğine; sıkıntıdan nimete geçmesidir. Kâfir bu durumda şımarır ve böbürlenir. Şımarıklığın doruk noktasına gelen kâfirin en son arzusu, dünyevi mutlulukları elde etmesidir. Çünkü o, manevi ve uhrevi mutluluklara inanmamaktadır. Binâenaleyh o, dünyalığı elde ettiğinde, sanki bütün mutlulukları elde ettiğini sanır. İşte bu sebebie de, onlar yüzünden alabildiğine şımanr. Kâfir insanın böbürlenmesine gelince, bu şöyle olur: Gayelerini elde etmesi, mutluluklarının sonudur. İşte bu sebebie o, bunlarla böbürlenir. Velhasıl Allahü teâlâ, kâfirin belâ esnasında sabreden ve nimetleri elde edince şükreden kimselerden olmadığını beyan buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, bu hususu iyice izah edince, "(Dertlere) göğüs gerip de güzel güzel amelde bulunanlar böyle değil" buyurmuştur ki, bu cümle ile, önceki ifâdede anlatılanların zıddı kastedilmiştir. O halde burada kastedilen o kimsenin belâ esnasında sabredicilerden olmasıdır. Ayetteki, ""Güzel güzel amelde bulunanlar" sözü ile kastedilen de, bu kimsenin rahatlık ve huzur esnasında şükredenlerden olmasıdır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların durumlarını beyan buyurarak,

"Mağfiret ve büyük mükâfaat işte bunlar içindir" demiştir. Böylece Allah, o mü'minler için şu iki neticeyi birleştirmiştir:

a) İkâb zail olup ondan kurtulmak ki, bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Onlar için (...) bir mağfiret vardır" ifadesiyle kastedilendir.

b) Mükâfaat elde etmek. Bu da, O'nun, "ve büyük bir mükâfaat" ifâdesinden anlaşılandır. Bahsettiğimiz bu açıklamaya iyice vâkıf olan kimse, bu kerîm kitâb olan Kur'ân'ın lafızları bakımından mucize olması yanında, manaları bakımından da mucize olduğunu anlamış olur.

Kâfirlerin Tahakkümle Rastgele İstekleri

12

"Şimdi sen müşriklerin, belki: "Ona gökten bir hazine indirilseydi, yahut maiyyetinde bir de melek gelseydi ya" demelerinden dolayı, sana vahyolunandan bir kısmını, bu yüzden yüreğin daralarak, hemen terk mi edivereceksin? Sen ancak bir uyarıcısın. Allah ise her şeye hakkıyla vekildir".

Bil ki bu, o kâfirlerin sözlerinin bir başka nev'idir. Allahü teâlâ, Peygamberinin kalbinin, işte bu sebeple daraldığını beyân buyurmuş, sonra da onu, ikramı ve ilahi teyidiyle kuvvetlendirerek takviye etmiştir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Ayetin Nüzul Sebebi

İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre Mekkeli önderler: "Ey Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), şayet peygamber isen,

Mekke dağlarını bize altın yap!"; başkaları da "Bize, senin peygamberliğine şehâdet edecek melekler getir!" demişlerdi de, O da: "Benim buna gücüm yetmez!" deyince de, işte o zaman bu ayet-i kerime nazil olmuştu.

Müşriklerin Pazarlık Yapma Teşebbüsleri

Alimler, Cenâb-ı Hakk'ın "sana vahyolunandan bir kısmını, ... hemen terk mi edevereceksin?" ifadesiyle neyin murad edildiği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Müşrikler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: "Sana tâbi olmamız ve seni tasdik edebilmemiz için, bize, içinde bizim putlarımızı, ilahlarımızı tenkit eden bir husus bulunmayan bir kitap getir!.." diyorlardı!' Hasan el-Basrî: "O müşrikler, HÎ. Peygamber'd en, "Kıyamet, muhakkak vukûbulacaktır" dememesini talep ediyorlardı" derken; bazıları da: "Bu ifâdeyle, onların cehalet, taklid ve batılda ısrar sıfatlarıyla nitelendirilmeleri kasdedilmiştir" demiştir.

Vahy, Allah'ın Himayesindedir, Değişmez

Bütün müslümanlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için, kendisine nazil olan vahiy ve tenzile hiyânet etmesinin ve kendisine vahyolunan şeylerin bir kısmını terketmiş olmasının caiz olamayacağı hususunda ittifak etmişlerdir.

Çünkü bunu caiz görmek, bütün şeriat ve mükellefiyetler hususunda şüphe duyma neticesine götürür ki, bu, peygamberlik müessesesini zedeler. Hem, peygamber göndermenin gayesi, Allah'ın teklif ve hükümlerini tebliğ etmektir. Binâenaleyh, bu fayda gerçekleşmeyince, peygamberlik, kendisinden beklenen faydayı ifa etmemiş, yerine getirmemiş olur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, Cenâb-ı Hakk'ın, "'sana vahyolunandan bir kısmını hemen terk mi edivereceksin?" hitabından, Hazret-i Peygamberin bunu yapmış olması değil de, bir başka şeyin kasdedilmiş olması gerekir. Alimlerin bu hususta çeşitli izahları bulunmaktadır:

a) Hazret-i Peygamberin, Allah tarafından kendisine böylesi etkili tenkitlerin gelmesine sebep olacak bir şeyden dolayı, vahyi ve tenzili edâ etmede kusur etmeyeceğinin Allah tarafından bilinmesi imkânsız değildir.

b) Onlar, Kur'ân'a inanmıyor ve onu hafife alıyorlardı. İşte bundan dolayı da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in canı, onlara kabul etmeyecekleri ve gülecekleri şeylerin ilkâ edilip vahyedilmesine sıkılıyordu. Böylece Allahü teâlâ, risâleti edâ, onların bozuk iddialarına aldırmama ve onların alaylarına kulak asmama hususunda peygamberini teşvik edip heyecanlandırmıştır. Bundan maksadı da, "Eğer o, o vahyi edâ ederse, onların alaylarına ve akılsız muamelelerine maruz kalacağına; yok eğer, vahyi onlara tebliğ etmezse, Allah'ın vahyini terketmiş olup bu hususta hiyânet etmiş olacağına" dikkat çekmektir. İşte bundan dolayı, peygamberin, bu iki zarardan birisine mutlaka katlanması gerekir. Onların kendisine yapmış oldukları akılsızca ve beyinsizce muamelelerine katlanması, Allah'ın vahyinde bir hiyânete düşmekten daha basit ve daha hafiftir. Binâenaleyh, bu sözün zikredilmesinin gayesi, bu inceliğe dikkat çekmektir. Zira insan, birşeyi yapma veya yapmama gibi iki şıktan her birinin, büyük bir zarar ihtiva ettiğini bilir, sonra da, yapmamadaki zararın daha büyük ve daha şiddetli olduğunu anlarsa, o fiili yapmak, kendisine daha basit ve kolay gelir. Binâenaleyh, bu sözün zikredilmesinin maksadı, anlatmış olduğumuz bu husustur.

İmdi eğer denirse ki: "Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesi, şekk ve ihtimal ifâde eden bir kelimedir. Öyleyse, bunun zikredilmesinin faydası nedir?" biz deriz ki:

Bundan maksat, men etmektir. Çünkü Araplar, birisini bir şeyden uzaklaştırmak istedikleri zaman ona, o "hususta herhangi bir şüphesi olmadığı halde, "Umulur ki sen, şöyle yapabilirsin! (yani, yap) derlerdi. Yine, bir kimse çocuğuna, ona bir şeyi emretmesi halinde "Galiba, sana emrettiğim hususta kusur ediyorsun" der, bununla, o emrini kuvvetlendirmeyi kasteder ki, bunun manası, "Oğlum, emrimi yap, yerine getir, terketme" şeklinde olur.

Cenâb-ı Hakk'ın, "bu yüzden yüreğin daralarak" ifâdesine gelince, dâik kelimesi, dayyık (sıkışmış, daralmış) anlamındadır. Vahidî şöyle demektedir "Bu ikisi arasındaki fark şudur: (......) kelimesi arızî, devamlı olmayan bir can sıkıntısını, daralmayı ifâde eder. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), insanların, gönlü ve kalbi en geniş olanı idi. Bu, senin, yerleşmiş ve kökleşmiş bir efendiliği ve cömertliği kastederek, "Zeyd, efendi ve cömerttir" demen gibidir. Ama, sen, daha arızi olan bir efendiliği ve cömertliği kastettiğin zaman ise, "Zeyd, efendidir ve cömerttir" dersin. Buna göre mana, "Onlar, "yahut maiyyetinde bir de melek getirseydi ya!.." dedikleri için, senin göğsün geçici olarak daralmıştır" şeklinde olur.

Eğer "Hazine nasıl iner?" denilirse, biz deriz ki:

Bununla, "kenz, hazine olarak edinilen şey" kastedilmiştir. Arapların âdeti, çok olan malı bu isimle adlandırmak şeklinde cereyan etmektedir. Buna göre o müşrikler, sanki şöyle demişlerdir: "Şayet sen, herşeye kadir olmakla vasfettiğin ilahın elçisi olman hususunda doğru söylüyorsan ve sen O'nun katında kıymetli ve değerli isen, sana, sayesinde herşeyden müstağni olacağın, dostlarını sıkıntıdan, meşakkatten kurtaracağın; böylece işlerini halledebileceğin ve yardımcılarına destek olabileceğin birşey inmeli değil miydi? Yine sen eğer doğru söylüyorsan. Allahü teâlâ, senin sözünün doğruluğu hususunda sana şehâdet edecek ve maksadına ulaşmanda sana yardımcı olacak, böylece de nübüvvetin hususundaki şüphenin ortadan kalkmasına vesile olacak bir meleği, beraberinde indirmeli değil miydi? Binâenaleyh, senin ilâhın bunu yapmadığına göre, sen doğru söylemiyorsun" Böylece Allahü teâlâ da onun, ikâbla inzâr eden, sevâbla da müjdeleyen bir peygamber olduğunu ve onun, böylesi şeyleri yapmaya muktedir olmadığını; onu gönderenin ancak bütün bunlara muktedir olduğunu, bundan dolayı da dilerse, bunları yapacağını, dilerse yapmayacağını; fiilleri ve hükümleri hususunda hiç kimsenin kendisine itirazda bulunamayacağını beyân etmiştir. Ayetteki vekîl kelimesinin manası, hafîz demektir. Yani. "Onların amellerini muhafaza eden" yani, "Onlara, onunla karşılık veren..." şeklindedir. Bu ayetin bir benzeri de, "Ne yücedir ki O, dilerse sana bunlardan daha hayırlı olmak üzere, altından ırmaklar akıp duran cennetler verir, senin için saraylar yapar (...) (Furkan, 10) ve "Biz, dediler, sana katiyyen inanmayız. Tâ ki bizim için şu yerden bir pınar akıtasın (...) "De ki: "Rabbimin şânı yücedir. Ben, resul bir beşerden başkası mıyım ki!?.." (isrâ, 90-93) ayetleridir.

Kur'ân Meydan Okuyor: "Uydurma Dahi Olsa On Sûrenin Benzerini Yapın!"

13

"Yoksa Kur'ân'ı kendisi mi uydurdu diyorlar? De ki: "O halde haydi siz de onun sûreleri gibi on sure getirin, düzme ve uydurma olarak!., , Allah'dan başka çağırabileceğiniz herkesi de çağırın, eğer iddianızda doğru iseniz...

Bil ki müşrikler, Hazret-i Peygamber'den mucize isteyince, O: "Benim mucizem, bu Kur'ân'dır. Tek bir mucize tahakkuk edince, fazlasını istemek haddi aşmak ve cehalet olur" dedi. Sonra da, Kur'ân'ın bir mucize olduğunu, onlara o Kur'ân'a muaraza etmelerini istemekle meydan okuyarak beyân etti. Bu ayetin muhtevasının izahı hem Bakara 23, hem de Yunus 38. ayetlerin tefsirinde detaylı bir biçimde geçmişti. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetteki ifterâhu kelimesindeki mef'ûl zamiri, bir önceki ayette geçen "sana vahyolunan şey..." kısmına râcidir. Yani, "Şayet onlar, "sana vahyedilen bu şey uydurulmuştur" derlerse onlara, "haydi, isterse uydurulmuş, hakikatsiz sözler olsun, bunun gibi on sure getirin" de!.." demektir. Ayetteki mislini kelimesinin, o on sûreden herbirine hamledilebilmesi için, emsalini anlamındadır. Bununla, o sûrelerin toplamının murad edilmiş olması da uzak bir ihtimal değildir. Zira, on sûrenin toplamı bir sûre olmuş olur.

On Süre Belli Olmayıp Herhangi On Sûredir

İbn Abbas şöyle demiştir: "Tehaddîye (meydan okumaya) esas teşkil eden bu sûreler muayyen ve belli olup, bunlar: Bakara, Âl-i İmran, Nisa, Mâide, En'âm, A'râf, Enfâl, Tevbe, Yûnus ve Hûd (aleyhisselâm) sûreleridir.

Cenâb-ı Hakk'ın "De ki: "O halde, haydi siz de onun sûreleri gibi on sûre getirin düzme ve uydurma olarak!..." hitabı, bu sûreden önce geçmiş olan sûrelere bir işarettir." Bu hususta bir müşkil ortaya çıkar: Zira bu sûre Mekki, bu sûreden önce geçen sûrelerin bir kısmı ise, Medenîdir. Binâenaleyh, bu on sûre ile, bu söz söylendiğinde henüz nazil olmamış olan o sûreler nasıl kasdedilmiş olabilir? Bu sebeple, daha münasip olan, meydan okumanın, kendisinde kelâmın terkîb ve ahenginin kuvvetinin müşahede edildiği herhangi on sûre ile tahakkuk ettiğinin söylenmesidir.

Bil ki, on sûre ile meydan okumanın, tek bir sûre ile meydan okumadan mutlaka .önce olması gerekir. Bu, bir kimsenin, bir başkasına, "Tıpkı benim yazdığım gibi, on satır yaz..." deyip, sonra da, onun bunu yapmaktan aciz olduğu görülünce, "Ben, onun gibi olan tek bir satırla yetindim" demesi gibidir.

Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki: Daha önce de geçtiği üzere, tek bir sûreyle meydan okuma meselesi, Bakara ve Yunus sûrelerinde varid olmuştur. Bu sûrenin Sakara sûresinden önce olmasına gelince, hu aşikârdır. Zira bu sûre Mekki, Bakara sûresi ise Medenî'dir. Ama, Yunus sûresindekine gelince, buradaki problem de zail olmuştur. Zira, bu iki sûreden her biri Mekkî'dir. Bu sözün doğru olabilmesi için, bizim zikrettiğimiz delil, Hûd Sûresinin, nüzul itibariyle Yûnus Sûresinden önce olmasını gerektirir.

İ'caz Vechi Nedir?

Alimler, Kur'ân'ın mu'cizliğinin hangi hususta olduğu konusunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları bunun, fesahatinde; bazıları üslubu; bazıları tenakuzun bulunmaması; bazıları, onun pek çok ilim ihtiva etmesi;bazıları sarf bazıları gaybî haber kapsaması hususunda olduğunu söylemişlerdir. Bana ve ekser âlimlere göre Kur'ân'ın asıl i'caz vechi, onun fesahatidir. Bu görüşte, olanlar, bu ayeti görüşlerinin doğruluğuna dair delil getirerek şöyle demişlerdir: "Kur'ân'ın mucize olması şayet, ihtiva ettiği ilimlerin çokluğu yahut gaybtan haberler vermesi, yahut da tenakuzun bulunmaması hususunda olsaydı o zaman Cenâb-ı Hakk'ın, müftereyât ifâdesinin bir manası kalmazdı. Ama, Kur'ân'ın i'câz yönü, onun fesahati olunca, bu lafzın kullanılmış olması doğru olur. Zira, fasîh olanın fesahati, söylediği ister doğru ister yalan olsun, onun sözüyle ortaya çıkar.

Hem, Kur'ân'ın mucize olmasının sebebi "sarf" olmuş olsaydı, o zaman, fesahat hususunda düşük ve zayıf olan kelâmın bu gayeye delâlet etmesi, fesahat bakımından daha üstün olan kelamından daha kuvvetli olurdu.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, meydan okuma vechini iyice izah ederek "Allah'tan başka çağırabileceğiniz herkesi de çağırın, eğer İddianızda doğru iseniz" buyurmuştur. Bu, "Cenâb-ı Hakk'ın da, "Yoksa onu (Kur'ân'ı) kendisi mi uydurdu diyorlar?" buyurduğu gibi, eğer onun uydurulmuş olduğu iddiasında doğru iseniz..." demektir. Bil ki bu söz, dinin isbatı hususunda mutlaka aklî ve naklî delillerin izah edilmesi gerektiğine delâlet eder. Zira Allahü Teâlâ. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvveti hususunda, işte bu delili, işte bu hücceti getirmiştir. Binâenaleyh, şayet din, ancak delil ile tamamlanmış olmasaydı, bunun zikredilmesinin herhangi bir faydası olmazdı.

Tehaddînin Cevapsız Kalması

14

"Eğer bunun üzerine onlar da size cevap veremedilerse bilin ki, demek, o (Kur'ân) ancak Allah'ın ilmiyle indirilmiştir. (O Allah ki), hakikaten kendisinden başka hiç bir Tanrı yoktur. Artık siz müslüman oluyor musunuz:.

Bil ki önceki ayet, iki hitabı kapsamıştır:

a) Hazret-i Peygamber'e hitab ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "De ki: "O halde haydi siz de onun gibi on sûre getirin, isterse düzme ve uydurma olsun"(Hûd. 13) ayetidir.

b) Kâfirlere hitab, ki bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'tan başka çağırabileceğiniz herkesi de çağırın "(Hüd, 13) ayetidir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak bunun peşinden, "Eğer bunun üzerine onlar da size cevap veremedilerse (...)" buyurunca, bundan muradın, "O kâfirler, kendilerine imkânsız ve zor geldiği için Kur'ân'a karşı koyma teklifine cevap veremediler." şeklinde bir mana olması muhtemel olduğu gibi, "Onların, Allah'dan başka yardıma çağırdığı kimseler icabet etmediler..." şeklindeki bir mananın kasdedilmesi muhtemeldir. İşte bundan dolayı müfessirler, şu iki görüş üzere ihtilaf etmişlerdir:

Ayetin Muhatabı Hakkında İki İhtimal

Birinci görüş: Bu görüşe göre bu ifâde hem Hazret-i Peygamber'e, hem de mü'minlere bir hitap olup, kastedilen mana şudur: "O kâfirler şayet, Kur'ân'a muaraza etme teklifine icabet etmezlerse, bilin ki, demek o (Kur'ân) ancak Allah'ın ilmiyle indirilmiştir." Buna göre mana, "üzerinde olduğunuz ilim üzere devam edin. O Kur'ân'ın Allah katından indirilmiş olduğu hususundaki katî bilginizi ve kararlılığınızı, azminizi artırınız" şeklinde olur. (......) buyruğunun manası da, "Artık siz muhlis, muvahhid oluyor musunuz?" şeklinde olur.

Bazıları da, bu ifâdede bir hazfın bulunduğunu, buna göre kelamın takdirinin de, "Ey müslümanlar, o kâfirlere, "Biliniz ki, o Kur'ân ancak Allah'ın ilmi ile indirilmiştir" deyiniz" şeklinde olduğunu söylemişlerdir.

İkinci görüş: Bu, kâfirlere yapılan bir hitap olup, mana şöyledir: "Allah'tan başka çağırdığınız o kimseler, Kur'ân'a muâraza etme hususunda size yardımcı olma teklifinize icabet etmezlerse, ey kâfirler biliniz ki, bu Kur'ân ancak Allah'ın ilmiyle indirilmiştir. Şu halde sizi deliller ilzam edip susturduktan sonra, halâ müslüman olmaz mısınız?" Bu görüşü benimseyenler, bunun birinci görüşten daha münasip olduğunu şunu açıklayarak söylemişlerdir: "Çünkü sizler birinci görüşte, Hak teâlâ'nın fa'lemû emrini "sebat edin" manasına alma, yahut külü (deyiniz ki) lafzını takdir etme cihetine gittiniz. Bizim ileri sürdüğümüz ihtimalde ise böyle bir takdire ihtiyaç yoktur. O halde bizimkisi daha uygundur. Hem zamiri, daha önce bahsedilen iki şeyden en yakın olana râcî kılmak vâcibtir. Bu ayetle bahsedilen iki şeyin zamire en yakın olanı ise, ikinci ihtimalde söylenen şeydir. Hem sonra birinci hitab, yani, "De" hitabı, sadece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yapılmıştır. İkinci hitab, yani "çağırın" hitabı ise, kâfirler topluluğunadır. Hak teâlâ'nın, "Eğer bunun üzerine onlar da size cevap vermedilerse..." ifadesi, bir cemaata yapılmış hitabtır. Binâenaleyh bunu, bizim dediğimiz manaya hamletmek daha evlâ olur. Geriye ayetle ilgili birkaç soru kalır:

Ayetle İlgili Bazı Sorular:

1- Yapamadıkları Şey Nedir?

Birinci soru: Onların cevap vermedikleri şey nedir?

Cevap: Bu, "Eğer onlar, Kur'ân'a muâraza etme hususunda size cevap vermezlerse" demektir. Bazıları da bunun manasının, "Eğer onlar size iman mefhumunda cevap vermezlerse..." şeklinde olduğunu söylemişlerdir ki bu uzak bir ihtimaldir.

"Siz" Hitabı Kime Aittir?

İkinci soru: "Size" ifâdesi ile, kimlere işaret edilmiştir?

Cevap: Eğer ayetteki, "Eğer bunun üzerine onlar da size cevap vermedilerse (...)" hitabını mü'minlerle ilgili sayarsak, durum vazıhtır. Yok eğer bunu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'le ilgili sayarsak, bu soruya şu iki şekilde cevap verilir:

a) Bununla, "Eğer onlar sana ve mü'minlere cevap vermedilerse..." manası kastedilmiştir. Çünkü hem Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hem de mü'minler, o kâfirlere meydan okuyorlardı. Allahü teâlâ bir başka ayette de, "Sana icabet etmek (teklifine karşılık vermek) istemezlerse, bil ki onlar sırf nevalarının arkasından gitmektedirler" (Kasas. 50) buyurmuştur.

b) Ayetteki "size" zamirinin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e saygı için cemi olarak getirilmiş olması da mümkündür.

Ayette Şart İle Ceza Cümlesi Arasındaki İlgi?

Üçüncü soru: Bu ayette geçen şart ile ceza (cevap) arasında ne ilgi vardır?

Cevap: Kâfirler, Kur'ân-ı Kerimin Allah adına uydurulduğunu iddia etmişlerdir. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak: "Eğer ü Kur'ân benim adıma uydurulmuş ise, o zaman insanların onun gibisini yapmaya muktedir olmaları gerekir. . İnsanlar bunu yapamadıklarına göre, onun Allah katından olduğu sabit olmuş olur" demiştir. Buna göre ayetteki, '"O (Kur'ân) ancak Allah'ın ilmiyle indirilmiştir" cümlesi, Kur'ân-ı Kerim'in Allah katından ve O'nun tarafından oluşunu mecazî olarak anlatır. Bu, hâkimin, "Bu hüküm benim ilmim ile olmuştur" demesi gibidir.

Nazire Yapılmaması ile Kur'ân'ın Allah Kelamı Olması Arasında İlgi

Dördüncü soru: Ayetteki, "(O Allah ki), hakikaten kendisinden başka hiç bir tanrı yoktur" cümlesinin kâfirleri Kur'ân'a muaraza etmekten (benzerini söylemekten) aciz bırakma ile ne ilgisi vardır?

Buna birkaç yönden cevap verilebilir:

1) Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, o kâfirlerin Kur'ân'a muarazayı gerçekleştirme hususunda putlarından yardım isteyerek muarazada bulunmalarını teklif edip, sonra da onların bundan aciz kaldıkları ortaya çıkınca, o putların hiçbirşey hususunda kesinlikle fayda ve zararları olmadığı da ortaya çıkmış oldu. Durum böyle olunca da, onların ilah olduğunu iddia eden görüş, batıl olmuş oldu. Böylece de kâfirlerin putlarından yardım istemelerinden sonra da Kur'ân'a muaraza edememeleri, o putların ulûhiyyetinin batıl olduğunu gösteren, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetinin sabit olduğu hususunda bir delil olmuş oldu. Böylece ayetteki, "Hakikaten kendisinden başka hiç bir tanrı yoktur" ifâdesi, putların ilah olduğu şeklindeki görüşün aşikar yanlışlığına bir işaret olmuş olur.

2) Usûl ilminde şu vardır: Allah'ın ortaklan olmadığını söylemek, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sözüyle isbatı mümkün olan meselelerdendir. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir. "Karşı tarafın Kur'ân'a muâraza edememesi sabit olunca, hem Kur'ân'ın hak olduğu, hem de Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in risâlet davasında doğru olduğu sabit olmuş olur. Sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Allah'tan başka ilah olmadığını haber vermiştir. Binâenaleyh Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem), nübüvvet davasında haklı olduğu sabit olunca, Onun "Allah'tan başka tanrı yoktur' sözünün doğruluğu da sabit olmuş olur.

3) Ayetteki "Hakikaten kendisinden başka hiç bir tanrı yoktur" ifâdesi, tehdidvârî bir sözdür. Sanki şöyle denilmektedir. "Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, risâlet iddiasında doğru olduğu delil ile sabit olup, siz de Allah'tan başka ilah olmadığını bildiğinize göre, o Allah'ın kahrından ve azabından çekininiz, küfürde ısrarı bırakıp, İslâm'ı kabul ediniz." Bunun tor benzeri de, Bakara Sûresinde, "tehaddî" ayetinin peşinden gelen şu ayettir: "Fakat bunu yapamazsanız -ki, hiç bir zaman yapamayacaksınız- artık sakının o ateşten ki onun tutarağı (odunu-çırası), insan ile taştır. O kâfirler için hazırlanmıştır" (Bakara, 24).

Hak teâlâ'nın "Artık siz müslüman oluyor musunuz?" ifadesine gelince, eğer biz bunun mü'minlere bir hitab olduğunu söylersek, bu, "ihlası artırmaya teşvik" manasında olmuş olur. Yok eğer kâfirlere hitab olduğunu söylersek, bu, "İslâm'a girmeye teşvik" manasında olmuş olur.

Fani Dünyayı Dileyene Allah Verebilir

15

Âyetin tefsiri için bak:16

16

"Kim dünya hayatını ve onun zinetini arzu ederse, onların yaptıklarının karşılığını burada tamamen öderiz. Onlar bu hususta bir haksızlığa uğratılmazlar. Onlar öyle kimselerdir ki, âhirette kendilerine ateşten başka birşey yoktur, işledikleri şeyler, orada boşa gitmiştir. Zaten yaptıkları şeyler, hep boştur".

Bil ki kâfirler, genel olarak Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile münakaşa ediyor, onun haksız, kendilerinin haklı olduğunu ortaya koymaya çalışıyor ve "Biz, hakkın hak olduğunu göstermek ve bâtılın bâtıl olduğunu ortaya koymak için onunla çok münakaşa ediyoruz" diyorlardı. Halbuki onlar, yalan söylüyorlardı, Çünkü onların esas maksadları, sırf hased etmek ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e uymamaktı. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, bu hususu belirtmek için bu ayeti indirdi. Bunun bir benzeri de, "Kim âhiret ekini (mahsulü) dilerse, onun ekinini artırırız: kim de dünya ekinini dilerse, ona da (yalnız) bundan veririz. Ahirette ise onun hiçbir nasibi yoktur" (Şura, 20) ve "Kim bu âcil dünya zevkini dilerse, biz de burada ona, -(evet) kimi dilersek ona-, dileyeceğimiz şeyi çabucak veririz..." (isra, 18) ayetleridir.

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki bu ayetle ilgili iki görüş vardır:

Birinci görüş: Bu ayet, kâfirler hakkındadır. Çünkü ayetteki, "Kim dünya hayatını ve onun zinetini arzu ederse..." ifâdesinin içine, mü'min, kâfir, sıddîk, zındık bütün insanlar girer. Çünkü herkes dünyanın leziz şeylerinden ve güzelliklerinden faydalanmak, menfaatlarından ve arzu duyulan şeylerinden istifâde etmek ister. Fakat ayetin sonu, bu umumî ifâdeden, hususî mananın ve kişilerin kasdedildiğini gösterir. Bu kişiler de kâfirlerdir. Çünkü ayetteki, "Onlar öyle kimselerdir ki' ahirette kendilerine ateşten başka birşey yoktur, işledikleri şeyleri, orada boşa gider. Zaten yaptıkları şeyler hep boştur" ifâdesi, ancak kâfirlere uygun düşer. Buna göre ayetin manası "Kim sadece dünya hayatını ve zinetini isterse, yani o kişinin isteği sırf dünya sevgisi ve süsü püsü olur, ahiret mutluluklarını istemez ise, onun durumu ahirette şöyle şöyle olur" şeklindedir. Bu görüşte olanlar, bu kâfirlerin hangi kâfirler olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazı âlimler, bunların, öldükten sonra dirilmeyi (ba'si) inkâr eden kâfirler olduklarını, çünkü onların ahirete inanmadıklarını, bütün arzularının dünyevi mutluluklar olduğunu söylemişlerdir. Bu görüş, Esamm'a aittir ve görüşü açıktır.

Bu hususta ikinci görüşe göre, ayet âhirete ve ahiret mükâfaatına inanmadıkları halde, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte savaşıp ganimet elde etmeyi isteyen münafıklar hakkındadır.

Üçüncü görüşe göre, bununla yahudî ve hristiyanlar murad edilmiştir. Bu görüş, Enes (radıyallahü anh)'den nakledilmiştir.

Dördüncü görüş, ki bu Kâdî'nin tercih ettiği görüştür. Buna göre ayetin manası: "Kim yaptığı bir hayır ile dünya hayatını ve zinetini elde etmeye niyet ederse..." şeklindedir. Hayırlar iki kısımdır:

a) İbadetler.

b) Canlılara faydalı olma. Bu ikinci kısma, iyilikler, sıla-i rahim, sadaka, köprü yapmak, yolları düzeltmek, kötülükleri defetmeye çaba göstermek ve su getirmek, çeşme yaptırmak gibi şeyler girer. Bütün bunları kâfir, dünyada övülmek ve beğenilmek için yaptığında, hepsi sayesinde birçok hayır ve menfaat muhtaç olanlara ulaşır, böylece de hepsi hayırlı işlerden olmuş olur. Binâenaleyh bu tür işler ister kâfir, ister müslüman tarafından yapılmış olsun, bir taat olmuş olur. Fakat ibadetler, belli niyetler sayesinde taat olurlar. Bundan dolayı insan, bu belli niyet ile başlamayıp, ibadetleri sırf dünya süsünü elde etmek için veya gösteriş ve kahramanlık duygusuna kapılarak yaptığında, bunların varlıkları yoklukları bir olur, dolayısıyla da taat faslından olmazlar.

Bunu iyice anladığında biz deriz ki: Ayetteki, "Kim dünya hayatını ve onun zinetini arzu ederse.." ifadesi ile, kâfirden sâdır olabilen taatlar (iyilikler) murad edilmiştir.

İhlassız Amellerin Akıbeti

İkinci görüş: Bu, ayetin zahirine göre olan umumî mananın tercih edilmesi görüşüdür. Buna göre, diyoruz ki: Ayetteki bu ifâdenin hükmüne gösteriş, riya, kahramanlık ve şöhret için taat yapan mü'minler ile bu durumda olan kâfirler girer. Bu görüşte bir problem vardır. Çünkü, "Onlar öyle kimselerdir ki âhirette kendilerine ateşten başka birşey yoktur" ifâdesi mü'minlere uygun düşmez. Fakat biz, bu ayetle kastedilenin, bu fasit ameller ve riya ile yapılan batıl fiiller olduğunu söylediğimizde, müşkil ortadan kalkar.

Sonra bu görüşü benimseyenler, bu konuda pek çok haberler zikretmişlerdir: Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Hüzün kuyusuna (düşmekten) Allah'a sığının" buyurdu. Bunun üzerine, "Ey Allah'ın Resulü, "Hüzün" kuyusu nedir?" diye soruldu. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "O, cehennemde, içine mürâî (gösterişçi) kurrâların atıldığı bir vâdidir" Tirmizi, Zühd, 48 (4/593).buyurdu.Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Kıyamet günü insanların azabı en şiddetli olacak olanı, kendisinde bir hayır olmadığı' halde insanların kendisini hayırlı zannettiği kimsedir" Kenzu'l-Ummal, 3. cilt, 7485. hadis.buyurmuştur.

Ebû Hureyre (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Kıyamet günü olduğunda. Kur'ân'ı (hafızasında) toplayan bir adam huzura çağrılır ve ona, "Bu hususta ne yaptın?" denilir. O, "Ya Rabbi, ben o Kuran) gece gündüz yerine getirdim" der. Bunun üzerine, Allahü teâlâ "Yalan söylüyorsun. Sen! "Falanca ne güzel okuyor" denilmesini istedin. Nitekim, senin hakkında bu da söylendi" buyurur. Yine zengin birisi huzura getirilir ve Allah ona: "Sana bol rızık (mal) vermedim mi, sana verdiğim şey hususunda ne yaptın?" der. O zengin: "Sıla-i rahimde bulundum (akrabalarıma yardım ettim) ve tasaddukta bulundum " der. Bunun üzerine, Hak teâlâ; "Yalan söylüyorsun, aksine sen "Falanca cömerttir" denilmesini istedin. Nitekim, bu da denildi" buyurur. Yine Allah yolunda cihâd edip öldürülen birisi getirilir ve o: "Ben cihâd için savaştım ve öldürüldüm" der. Allahü teâlâ: "Yalan söylüyorsun, aksine sen. "Falanca ne kadar cesur" denilsin istedin, bu da denildi" buyurur." Ebu Hureyre (radıyallahü anh) sözüne şöyle devam eder: "Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) daha sonra, benim dizlerime vurarak, "Ey Ebu Hureyre, işte bu üç (çeşit) kimse Kıyamet günü, cehennemin tutuşturulup cayır cayır yandığı mahlukatın ilkidir" buyurdu. Rivayet olunduğuna göre. Ebu Hureyre (radıyallahü anh) bu hadisi Muâviye (radıyallahü anh)'nin yanında nakletti. Râvî şöyle der: ' Muaviye öyle ağladı ki, onun helak olacağını sandık. Sonra kendine gelince, "Allah ve Resulü doğru söyledi" deyip, "Kim dünya hayatını ve onun zinetini arzu ederse, onların yaptıklarının karşılığını burada tamamen öderiz " ayetini okudu. Tirmizi, Zühd, 48 (4/592-593).

İkinci Mesele

O amellerin ücretlerinin tastamam ödenmesinden murad, onların. müstehak oldukları mükâfatın tamamının, onlar dünyada iken kendilerine verilmesidir. Binâenaleyh, onlar bu dünyadan göçünce, kendileriyle beraber o amellerden, o hayır işlerinden de bir eser kalmaz, Aksine, onlar için ahirette, artık sadece ateş vardır.

Bil ki, akıl da, kesinlikle bunun böyle olduğuna delâlet eder. Bu böyledir, zira amelleri, dünyada medhedilmek ve riya olsun diye yapan herkesin kalbine, dünya sevgisi galip gelmiş ve onun kalbinde, böylece ahiret sevgisi yer etmemiştir. Çünkü o, âhireti ve o ahiretteki mutlulukları tanısaydı, o hayırları sırf dünyada yapmaktan ve âhiret işini unutmaktan kaçınırdı. Böylece, o iyi işleri, sırf dünya için yapanın, dünyaya olan arzusunun mutlaka büyük ve çok, ahirete olan arzusunun da bulunmaması gerekir. Böyle olan herkes öldüğü zaman, bütün dünya menfaatlerini geride bırakmış, onları artık bulamaz olmuş ve onları, artık elde tutamaz ve elde edemez olmuştur. Binâenaleyh, bir şeyi sevip de, sonra da kendisiyle o sevdiği şey arasına bir engel giren kimsenin kalbinde, mutlaka hasret ateşlerinin tutuşup yanması gerekir. Böylece, bu aklî delil ile, sırf dünya hallerini taleb etmek amacıyla iş yapan herkesin, o ameline uygun olan dünyevî o menfaati elde edeceği; öldüğü zaman ise, onun için o dünya menfaatinde sadece ateş bulunacağı ve o amelin ahirette boşa çıkıp hiçbir fayda veremeyeceği, tesirinin de olmayacağı kesinlik kazanmış olur.

17

"(Yalnız dünya hayatını arzu eden kimse), Rabbinin açık bir delili üzerinde bulunup da ardınca yine ondan bir şahit gelen, ondan önce de bir rehber ve bir rahmet olmak üzere Musa'nın kitabı olan kimse gibi midir ki, böyle olanlar ona (Kur'âna) inanırlar. Herhangi bir güruh onu tanımazsa, ona vaat edilmiş yer, ateştir. Sen de bundan şüphe içinde olma. Çünkü o, haktır. Rabbindendir. Fakat insanların çoğu iman etmezler".

Daha Önceki Ayetlerle Münasebet

Bil ki bu ayetin daha önceki ayetle münasebeti aşikârdır. Buna göre ayetin takdiri, "Rabbinden bir beyyine, delil üzere olan, dünya hayatını ve zînetini isteyip de kendileri için ahirette sadece ateş bulunan kimseler gibi olur mu? (Olmaz)" şeklindedir. Ancak ne var ki, cevap çok açık ve belli olduğu için, hazfedilmiştir. Böylesi ifâdelerin benzerleri Kur'ân-ı Kerimde pek çoktur. Bu, meselâ "Ya kötü ameli kendisine süslü gösterilip de onu hoş gören adam mı (Allah'ın hidayet ettiği kimseler gibi muamele görecek?) Şüphe yok ki Allah kimi dilerse şaşırtır... "(Fatır, 8) "Yoksa o. (...) gecenin saatlerinde secdeye kapanır, kıyamda durur bir hâlde taat ve İbâdet eden kimse (gibi) midir?" (Zümer. 9) ve "De ki: "Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?. ."(Zumer.9) ayetleri gibidir.

Ayetteki Dört Mücmel Taraf ve Tefsirleri

Bil ki bu ayet, hepsi de mücmel olan dört laffz ihtiva etmektedir:

1) Allahü teâlâ'nın, Rabbi tarafından olan bir delil üzerinde bulunmakla nitelediği kişinin kim olduğu.

2) Bu beyyine ile neyin kasdedildiği.

3) Yetlûhü kelimesinden maksad, Kur'ân mıdır, yoksa o şahidin başkasının peşinden gitmesi midir?

4) Bu "şâhid" nedir? İşte bu dört husus, mücmeldir. İşte bundan dolayı müfessirler, bu ayet üzerinde çok ihtilâf etmişlerdir.

Bahsedilen Kişinin Kim Olduğu?

Birincisine gelince, ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın, Rabbi tarafından olan bir delil üzerinde bulunmakla nitelediği.kimsenin kim olduğudur? Bununla Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kasdedilmiş olduğu ileri sürüldüğü gibi, yine bununla Abdullah İbn Selâm ve diğerleri gibi, yahudilerden müslüman olanların murad edildiği de ileri sürülmüştür ki, işte bu, ayetin sonundaki. "İşte böyle olanlar ona (Kur'ân'a) inançlar" ifâdesinden dolayı, apaçık anlaşılmaktadır. Zira bu ifâde çoğul olup, O'nun Hazret-i Peygamber'e râci kılınması doğru olmaz. "Beyyine" (delil)den maksad, sayesinde hak dinin doğruluğunun bilindiği, "beyân" yani naklî delil ile aklî delillerdir.

Yetlûhu kelimesindeki zamir "beyyine"nin manası olan, naklî ve aklî delillere racidir. "Şahid" ile kastedilen ise, Kur'ân'dır. Minhu tafzındaki zamir ise Allah'a râci olup, "Allah'tan" demektir. (......) ifadesinin manası, "Bu aklî delili. Kur'ân gelmezden önce Musa'nın kitabı izledi..." demektir.

Bil ki. Hazret-i Musa'nın kitabının, Kur'ân'a tâbi olması, meydana gelmede değil de, tam aksine aynı gayeye delâlet etme hususundadır. İmam-en (imam olarak) kelimesi de, hâl olmak üzere mansûbtur. Netice olarak Cenâb-ı Hak şöyle demek istemiştir: "Bu dinin doğruluğunu ortaya koyma hususunda şu üç şey birbirini desteklemiştir:

a) Aklî deliller dinin doğruluğuna delâlet etmektedir.

b) Kur'ân, o dinin doğruluğuna şehâdet etmektedir.

c) Tevrat o dinin doğruluğuna şehâdet etmektedir. İşte, bu üç şey bir araya gelince, o dinin doğruluğu hususunda hiçbir şek ve şüphe kalmaz. Bu görüş, bu ayet hakkındaki görüşlerin en güzeli ve lafzına mutabakat etmeye de en yakın olanıdvr. Bu hususta başka görüşler de bulunmaktadır:

Ayetteki Şahid'den Maksad

Birinci görüş: Allahü teâlâ'nın, Rabbi tarafından olan bir delil üzerinde bulunmakla nitelediği, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem); "beyyine" ise, Kur'ândır. Yetlûhu ile de, kıraat manasına gelen "tilâvet" kastedilmiştir. Böyle olması halinde, bu görüşü benimseyenler, ayetteki şâhid lafzını tefsir etmek için şu hususları ileri sürmüşlerdir;

a) Bu, Cebrail (aleyhisselâm)'dir. Buna göre mana, "Cebrail (aleyhisselâm), Kur'ân'ı Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e okuyordu..." şeklinde olur.

b) Bu şahid Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in lisânıdır. Bu, Hasan el-Basrî'nin görüşü ve Muhammed İbnu'l-Hanefiyye'nin. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'den yapmış olduğu bir rivayettir. O şöyle demiştir: "Ben babama, "Talî" (okuyan; veya, tâtî, ikinci olan..) sensin" dediğimde o, "Tâli ne demektir?" deyince de ben, Cenâb-ı Hakk'ın buyruğudur" dedim. Bunun üzerine o da "Benim, o olmamı arzu ederdim; ancak ne var ki o, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in lisânıdır" dedi. İnsan, Kur'ân'.ı okuyup, lisanı ile de onu takip edince, o zaman lisân, hiç şüphesiz, mecazi manada "talî (izleyen)" olmuş olur. Nitekim Arapça'da, "Gören göz" "İşiten kulak", "Konuşan dil" denilmiştir.

c) Bununla, Hazret-i Ali İbn Ebi Talib (radıyallahü anh) kasdedılmiştir. Buna göre mana, "O. o beyyineyi okur" şeklinde olur. Minhu kelimesinin manası ise, "Bu şahit, Muhammed'dendir ve O'nun bir parçasıdır" şeklinde olur ki bundan murad bu şahidi, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bir parçası kılmakla şereflendirmedir.

d) Yetlûhü kelimesinden, Kur'ân murad edilmeyip, aksine, bu şahidin, o beyyinenin hemen peşinden gelmesi murad edilmiştir. Bu şıktaki izaha göre, bu görüşü benimseyenler şöyle demişlerdir: Hazret-i Peygamber'in şekli şemaili, onun yüzü ve alâmetleri; evet bütün bunlar, onun doğruluğuna şehadet etmektedir. Zira, aklını kullanarak ona bakan kimse, onun ne bir mecnûn, ne bir kâhin, ne bir sihirbaz, ne de bir yalancı olmadığını anlar. "Bu şahidin ondan olması"ndan maksad ise, bu hallerin, Hazret-i Peygamber'in zâtı ile alâkalı olduğudur.

İkinci görüş: Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın bir beyyine üzerinde bulunmakla nitelemiş olduğu kimseler, mü'minlerdir ki, bunlar da, Hazret-i Peygamber'in ashabıdır. "Beyyine" ile Kur'ân murad edilmiş olup, yetlûhü kelimesine de, "Hüccet olan kitabı takib eder" anlamı verilmiştir. Yani, "O kitabı. Allah'dan olan bir şâhid izler ve tâkib eder" demektir. Bu görüşe göre âlimler, (bu kez de) şahidin kim olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları bunun, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğunu ileri sürerken; diğer bazıları da şöyle demişlerdir: "Tam aksine o şahid, Kur'ân'ın, kendisini inceleyen ve tetkik eden herkesin, onun bir mucize olduğunu anlayabileceği bir tarzda olmasıdır. Bu tarz da, Kur'ân'ın tam bir fesahat, mükemmel bir belagat ihtiva etmesi ve onun, beşerin bir benzerini getirmeye muktedir" olamayacağı bir biçimde olmasıdır. (Bu görüşe göre) Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifâdesine, "O beyyinelerden bir şahit" manası verilmiştir. Çünkü Kur'ân'ın halleri ve kıraatlarla ilgili sıfatları bununla alâkalıdır.

Üçüncü görüş: Ferrâ şöyle demiştir: Cenâb-ı Hakk'ın, cümlesinin manası, her ne kadar İncil Kur'ân'dan önce indirilmişse de, "İncil Kur'an'ı takib eder, izler" demektir. Buna göre mana, "İncil o Kur'ân'ı tasdikte takib eder" şeklinde olur. Bunun izahı şöyledir: Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, İncil'de de zikretmiş ve o İncil'de, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e imanı emretmiştir.

Bil ki, bü iki görüş, her ne kadar ihtimal dahilinde iseler de, birinci görüş daha kuvvetli ve daha tamdır.

Bil ki Allahü teâlâ, Musa (aleyhisselâm)'nın kitabını, bir imâm ve rahmet olarak vasfetmiştir. Onun bir imâm olmasının manası, onun, insanların tâbi oldukları bir kitap olması ve kanunlarını ve şer'î hükümlerini bilme hususunda kendisine müracaat ettikleri mercî, rehber olmasıdır.

Rahmet olmasına gelince: Bu, bu kitabın, gerek dinî gerekse dünyevî hususlarda hakka ve doğruya iletmiş olmasıdır ki bu, rahmet ve mükâfaatın tahakkuk etmesinin sebebidir. Binâenaleyh o, rahmetin sebebi olunca, "müsebbeb"in sıfatının "sebeb"e verilmesi kabilinden, buna rahmet ismi verilmiştir.

Bilme Vasıtaları (Delillerin Tasnifi)

Daha sonra Cenâb-ı Hak "böyle olanlar ona (Kur'ân'a) inanırlar" buyurmuştur. Bu, "Cenâb-ı Hakk'ın, Rableri tarafından olan bir beyyine üzerinde bulunmakla nitelemiş olduğu o kimseler, bu dinin doğruluğuna inanırlar" demektir.

Bil ki, gaye ve matlûblar ikiye ayrılır: Doğrulukları bedîhî olarak bilinenler; bilgilerini elde etme hususunda istek, sa'y-u gayret ve bir çaba gerektirenler. Bu ikinci kısım da ikiye ayrılır, Zira, bilgileri elde etmenin yolu, ya hüccettir (naklî delildir), yahut da akıl ile elde edilen burhandır (aklî delildir). Vahiy ve ilhamdan elde edilene gelince, işte bu iki yol, bilinmeyenleri bilme hususunda kendilerine başvurulan iki yoldur. Dolayısıyla, bunlar biraraya gelip birbirlerini desteklediklerinde, kuvvet ve sağlamlık hususunda en son noktaya ulaşmış olurlar. Sonra, Allah'ın peygamberleri de çoktur. Binâenaleyh, Allah'ın peygamberlerinin sözleri, o dinin sıhhat ve doğruluğu hususunda birbirini tutup, yakîni ve aklî delil de, o dinin sıhhatine delâlet edince, işte ulaşılmış olan bu derece ve nokta, kuvvet itibariyle kendisine başka bir şeyin ilâve edilmesine gerek kalmayan bir mertebe olmuş olur, Şu halde Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesindeki "beyyine" ile, aklî ve yakînî deliller kastedilmiş olup, ifâdesi, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) için tahakkuk etmiş olan vahye; ifadeleriyle de Hazret-i Musa (aleyhisselâm) için tahakkuk etmiş olan vahye işaret edilmektedir. İşte bu üç husus bir araya gelince, bu yakînî bilgi, kuyvet, açıklık ve netlik bakımından, artık kendisine hiçbir ilâve yapılamayacak olan bir noktaya ulaşmış olur.

Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i İnkâr Eden Dinlerin Durumu

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "herhangi bir güruh onu tanımazsa, ona vaadedilmiş yer ateştir" buyurmuştur ki, bu ayetteki ahzâb (hizipler, topluluklar) ile kâfir çeşitleri kastedilmiştir. Binâenaleyh, yahudî, hristiyan ve mecusiler bu hükmün kapsamına dahil olurlar, Saîd İbn Cübeyr, Ebu Musa'dan Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir

Benim peygamberliğimi herhangi bir yahudi ve hıristiyan duyar da iman etmezse, o mutlaka cehennemliklerden olur" Müslim, İman 240 (1/134). buyurmuştur. Ebu Musa: "Ben kendi kendime, Hazret-i Peygamber bu sözü, ancak Kur'ân'dan mülhem olarak söylemiştir diye düşündüm ve derken bir de baktım ki Cenâb-ı Hak, "herhangi bir güruh onu tanımazsa, ona vaadedilmiş yer ateştir" buyurmakta" demiştir. Bazı kimseler de: "Ayet, onu inkâr eden kimsenin vaadedilmiş yerinin ateş olduğuna delâlet edince, onu İnkâr etmeyenin yerinin de, ateş olmadığına delâlet etmiş olur" demişlerdir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Sen efe bundan şüphe içinde olma. Çünkü o, Rabbinden bir gerçektir" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili şu iki izah yapılmıştır:

a) "Bu dinin doğruluğu ve Kur'ân'ın Allah katından indirildiği hususunda bir şüphe içinde olma.." Mananın böyle olması halinde bu ifâde, Cenâb-ı Hakk'ın, ayetiyle alâkalı olmuş olur.

b) Kâfirlere vaadedilen yerin cehennem olduğunda hiç şüphen olmasın..." Mîm'in dammesiyle, şeklinde de okunmuştur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Fakat insanların çoğu iman etmezler" buyurmuştur. Bu ifâdenin takdirî manası: "Gerçek iyice ortaya çıktığına göre, sen ona tabi ol; ister inansınlar, isterse inanmasınlar, cahillere aldırma..." şeklindedir. Doğruya en yakın olan, bundan murad edilen mananın, "İnsanların çoğu, daha önce bahsedilen o Kur'ân'ın vasıflarına inanmazlar" şeklinde olmasıdır.

Kâfirlerin Çarpık Tutumları

18

Âyetin tefsiri için bak:19

19

"Allah'a karşı yalan düzenden daha zalim kimdir? Onlar Rablerine arzedilecekler. Şâhidler de. 'İşte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir" diyecek. Haberiniz olsun ki Allah'ın laneti zalimlerin tepesindedir. Öyle zalimler ki insanları Allah'ın yolundan vazgeçirir, onu eğriltmek isterler. Onlar âhireti inkâr edenlerin ta kendileridir".

Bil ki kâfirlerin, pekçok âdeti ve farklı farklı yolları, gidişatları vardır. Bunlardan birisi, meselâ onların dünyaya çok fazla düşkün olmaları ve dünyayı elde etmedeki aşırı arzulandır. Allahü teâlâ, onların bu gidişatlarının bâtıl olduğunu (Hûd. 15) ayetiyle beyan buyurmuştur. Bir diğerde, onların Hazret-i Peygamber'in nübüvvetini inkâr, mucizelerini de tenkid etmeleridir. Cenâb-ı Hak bu iddialarını da (Hûd, 17) ayetiyle iptal etmiştir.

Bir üçüncüsü de onların, putlarının, Allah katında kendilerine şefaatçi olacaklarını iddia etmeleridir ki, Allahü teâlâ bunu da, işte bu pyetiyle iptal etmiştir. Bu böyledir, zira bu iddia, Allah'a bir iftira atmaktır. Allah, kendisine iftira atanlarla ilgilivaîd ve tehdidini beyân buyurunca, bu da, onun içine girmiş olur.

Bil ki, "Allah'a karşı yalan düzenden daha zalim kimdir?" ayeti, mübalağa sadedinde zikredilmiş bir ifadedir. Bu cümlede Allah'a karşı iftirada bulunmanın, zulüm çeşitlerinin en büyüğü olduğuna bir delâlet bulunmaktadır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, böylesi kimselerle alâkalı olan vaîd ve tehdidini "Onlar Rablerine arzedilecekler.." buyruğu ile beyan etmiştir. Allah, bu arzolunma işi sırf kendilerine has olduğu için onları bu şekilde tavsif etmiş değildir. Çünkü arzolunma bütün kullar için umumi bir durumdur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Hepsi saflar halinde Rabbine arzedilmişlerdir" (Kehf, 48) buyurmuştur. Allah bununla ancak, onların arzolunacaklarını ve böylece de, onlar arzolunurken, şahidlerin, "hte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir.. "demesiyle rüsvay ve perişan olacaklarını ve böylece de onlar için alabildiğince fazla olan rüsvaylık ile cezanın tahakkuk edeceğini anlatmak istemiştir.

Ayetle İlgili Bazı Sorular "Allah Huzuruna Çıkma" Mekân Zannımı Uyandırıyor?

Birinci soru: Allah'ın herhangi bir mekânda bulunması caiz olmadığına göre, Cenâb-ı Hak daha nasıl, "Onlar Rablerine arzed ilecekler..." buyurmuştur?

Cevap: Bu, "Onlar, hesâb ve suâle çekilmek için hazırlanmış olan yerlere arzedilirler" demektir.Bu arz'ın, Allah'ın emriyle O'nun mahlûkatından dilemiş olduğu meleklerine, peygamberlere ve mü'minlere olması da caizdir.

Bahsedilen Şahitler Kimlerdir?

İkinci soru: Bu sözün, kendilerine nisbet edilmiş olduğu o şahitler kimlerdir?

Cevap; Mücâhidi "Bunlar, dünyada iken o insanların üzerinde olup, onların amellerini kayıt ve muhafaza eden meleklerdir" derken, Katâde ve Mukâtil. "bu şahitlerin insanlar olduğunu" söylemişlerdir. Bu, Arapça'da tıpkı, "insanların huzurunda" manasının kastedilerek, denilmesi gibidir. Diğer alimler de, "bunların peygamberler (aleyhisselâm) olduğunu" söylemişlerdir. Nitekim, Cenâb-ı Hak: "Kendilerine peygamber gönderilenlere de mutlak soracağız, onlara gönderilen peygamberlere de muhakkak soracağız "(Araf. 6) buyurmuştur: O şahitlerin sözünün nazâr-ı dikkate alınmasının gayesi ise, onları iyice rüsvay etmektir.

Üçüncü soru: Eşhâd kelimesi çoğul bir kelimedir. O halde bunun tekili nedir?

Cevap: Sahib (cem'i ashâb: arkadaşlar), ' nasır (cem'i ensar: yardımcılar) kelimeleri gibi eşhâd da şâhid'in cem'idir. Fakat şerif (cem'i eşraf) kelimesi gibi eşhad, şehîd kelimesinin cem'i de olabilir. Ebu Ali e!-Farisî şöyle demiştir: "Sanki bu ikincisi, tercihe daha şayandır. Çünkü Kur'ân'da aynı kelime; vezninde gelmiştir. Bu, peygamber de sizin üzerinize tam bir şahit olsun diye..."(Bakara 143) ve "onların üzerine de (habibim) seni bir şahit olarak getirdiğimiz"(Nisa. 41) ayetleri gibidir.

Sonra Cenâb-ı Hak, onların Kıyamet günündeki azâb içindeki hallerini haber verince, şu anki hallerini de haber vererek, "Haberiniz olsun ki Allah'ın laneti zâlimlerin tepesindedir..." buyurmuş ve böylece onların şu anda, Allah'tan olan bir lanet içinde bulunduklarını beyân etmiştir.

Daha sonra da onların ayrılmaz vasıflarının, insanları Allah'ın yolundan alıkoymak ve Allah'ın yolunun eğriliğini istemek olduğunu açıklamıştır. Yani onlar, küfrü ve sapıklığı iltizâm etmeleri suretiyle, kendilerine zulmettikleri gibi, onlar bu zulümlerine, insanları gerçek dinden vazgeçirmeyi, din hususunda şüpheler uydurmayı ve dosdoğru delilleri eğri büğrü olarak göstermek istemeyi de katmışlardır. Zira, Arapça'da isyan eden kimse hakkında, deyimi kullanılmaz. Bu ifâde ancak, delillerin doğruluğunun keyfiyyetini bilip de, şüpheler atmak ve sapıklıkları yayıp yerleştirmek suretiyle o delillerin nasıl tersyüz edileceğini, eğri hale getirileceğini bilen kimseler hakkında kullanılır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "onlar ahireti inkâr edenlerin ta kendileridir" buyurmuştur. Zeccâc, buradaki hüm kelimesinin, onların küfürdeki ısrarlarını tekîd etmek için tekrarlandığını söylemiştir.

Müşriklerin Bariz Ondört Vasfı

20

Âyetin tefsiri için bak:22

21

Âyetin tefsiri için bak:22

22

"Onlar yeryüzünde Allah'ı âciz bırakabilecek değillerdir. Kendilerini Allah'tan kurtaracak hiçbir hamileri de yoktur. Onların azabı kat kat olacaktır. Çünkü onlar (hakkı) işitmeye kadir olamazlardı, onu göremezlerdi de. Onlar nefislerine ziyan edenlerdir. Uydurmakta oldukları şeyler (putlar) da kendilerinden uzaklaşıp kaybolmuşlardır. Şüphesiz onlar âhirette ençok zarar görenlerin ta kendileridir".

Bil ki, Allahü teâlâ, o inkarcı münkirleri, zemmetmek sadedinde pekçok sıfatla vasf etmiştir.

Birinci sıfat: Onların, Allah adına birşeyler uydurmalarıdır. Bu, "Allah'a karşı yalan düzenden daha zalim kimdir?" (Hûd. 18) ayetinin ifâde ettiği husustur.

İkinci sıfat: Onların, zillet hakirlık, kepazelik ve ceza meydanının ortasında, Allah'ın huzuruna çıkarılıp arzolunmalandır. Bu da "Onlar Rablerine arzedilecekler...", 18) ayetinin ifade ettiği husustur.

Üçüncü sıfat: Onlar için rüsvayiık, ceza ve büyük bir utancın tahakkuk etmesidir. Bu da "şahidler de. "işte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir" ayetinde beyan edilmiştir.

Dördüncü sıfat: Onların, Allah tarafından lanete uğratılmış olmalarıdır. Bu da "Haberiniz olsun ki. Allah'ın laneti zalimlerin tepesindedir"(Hûd, 18) ayetinin ifâde ettiği husustur.

Beşinci sıfat: Onların, Allah yolundan ve hakka uymaktan, insanları men edici olmalarıdır. Bu da, "Öyle zalimler ki insanları Allah'ın yolundan vazgeçirirler...", 19) buyruğunda bildirilmiştir.

Altıncı sıfat: Bu, onların, ortaya şüpheler atmak ve dosdoğru olan delilleri de tersyüz etme hususundaki çaba ve gayretleridir ki, bu, ayette "onu eğriltmek isterler" kaydı ile ifade edilmiştir.

Yedinci sıfat: Onların, kâfir olmalarıdır. Bu, "Onlar ahireti inkâr edenlerin ta kendileridir' (Hûd, 9) cümlesinde bildirilmiştir.

Sekizinci sıfat: Onların, Allah'ın azabından kaçamayışlandır. Bu da "Onlar yeryüzünde Allah'ı aciz bırakabilecek değillerdir" (Hûd, 20) ayetinin ifâde " husustur.

Vahidî şöyle demiştir: "İ'caz kelimesinin manası, maksadı gerçekleştirmekten men etmektir. Arapça'da, "Beni maksadımdan alıkoydu" manasında denilir." O halde ayetteki, (......) deyiminin manası şöyle olur: "Onların, bizim azabımızdan kaçıp kurtulmaları mümkün değildir. Zira kulun, Allah'ın azabın kaçması imkânsızdır. Çünkü Cenâb-ı Hak, bütün mümkinâta kâdirdir. O'nun kudreti uzaklık, yakınlık, güçlülük ve zayıflılık ile değişmez."

Dokuzuncu sıfat: Onların, kendilerinden Allah'ın azabını savuşturacak dostlarının bulunmayışıdır. Bundan maksat ise, onların, putları, Allah katında kendilerinin şefaatçileri saymalarını reddetmektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar yeryüzünde Allah'ı âciz bırakabilecek değillerdir" buyruğu, onların kaçıp kurtulamayacaklarına; "kendilerini Allah'tan kurtaracak hiçbir hamilen de yoktur" buyruğu da hiç kimsenin, onları o azâbtan kurtaramayacağına delâlet eder.

Böylece Allahü teâlâ, onların kendilerine yönelik olanla başkalarına yönelik olanı bir arada zikretmiş ve böylece onların, gerek dünyevi gerekse uhrevi azabtan kurtulmaları hususundaki çarelerinin bitip neticesiz kaldığını beyan buyurmuştur. Sonra âlimler, bu hususta ihtilâf ederek bir kısmı şöyle demiştir: "Bundan maksad şudur: Başkalarına azabın gelmeyişi, onların ne Allah'ı kendilerine azabı indirmekten men etmeye kadir olmaları, ne de onlara bu azabın gelmesine mani olacak bir yardımcı ve dostlarının bulunmasından dolayı değildir. Aksine onlara verilmiş olan mühlet, ancak, tevbe edebilsinler ve küfürlerinden vazgeçsinler diye, Allah'ın süre tanımasıyla tahakkuk etmiştir. Binâenaleyh onlar, küfürde diretmeye devam edince, ahiretteki azablarının mutlaka kat kat olması gerekmiştir." Bazıları da şöyle demiştir: "Bundan maksat, onların, Cenâb-ı Hakk'ı gerek dünyada gerekse ahirette başlarına getirmeyi dilediği azâbtan alıkoyamayacakları ve kendilerine yardımcı olarak bu azabı onlardan savuşturacak bir dost bulamamalarıdır.

Onuncu sıfat: Ayetteki "Onların azabı kat kat olacaktır" cümlesinin anlattığı sıfattır. Onların azabının kat kat olmasının sebebinin, Allah'ı, öldükten sonra dirilmeyi ve haşrı-neşri inkâr etmeleri olduğu söylenmiştir. Binâenaleyh onların mebde' ve meâdı (ilk yaratılışı ve ahireti) inkâr etmeleri, azablarının kât kat olmasına sebeb olmuştur. Doğruya en yakın olan, şöyle demektir: Onlar, kendileri alabildiğine sapmış olmalarının yanı sıra, diğer insanları da hak dinden alıkoyup, ondan saptırmaya çaba sarfetmişlerdir. İşte bundan ötürü azabları kat kat olmuştur.

"Onlar (hakkı) cümlesinin anlattığı sıfattır.

Onbirinci sıfat: Ayetteki işitmeye kadir olamazlardı. (Onu) görmezlerdi de.. Bu ifâde ile, onların dünyada iken, kalblerinin sağır, ruhlarının kör oluşu kastedilmiştir. Alimlerimiz, bu ayete dayanarak, Allahü teâlâ'nın bazan mükellefte, onu imandan alıkoyacak şeyi yaratabileceğini söylemişlerdir. İbn Abbas (radıyallahü anh)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allahü teâlâ kâfiri, hem dünyada hem de ahirette imân etmekten alıkoymuştur. Dünyada alıkoyuşu. "Onlar hakkı işitmeye kadir olamazlardı, onu göremezlerdi de..." buyruğu ile; ahirette alıkoyuşu da, "O gün onlar secdeye davet edilecekler, fakat buna güç yetiremiyecekler" (Kalem, 42) ayetiyle anlatılmaktadır. Bu istidlalde sözün özü şudur: Allahü teâlâ onların işitmeye muktedir olamayacaklarını haber vermiştir. Bununla onların ya sesleri ve harfleri duymaya muktedir olamayacakları, ya da Allah'ın delillerini anlamaktan aciz olacakları manası kastedilmiştir. Birinci ihtimal söz konusu olamaz. Çünkü ortada olan açık durum onların sesleri ve harfleri duyduklarını göstermektedir. Dolayısıyla, ayeti ikinci manaya hamletmek gerekir.

Cübbâî buna cevap olarak şöyle demiştir: "Sem' lafzı, ya belli işitme organı manasınadır, yahut da Cenâb-ı Hakk'ın, kulak boşluğunda yarattığı şey (işitmenin kendisi) manasınadır, O kul bu ikisine de muktedir olamaz. Çünkü o, bunu yapmaya veya yapmamaya gayret etse bile, bunları yapamaz. Bunun böyle olduğu sabit olunca, o kulda "istita'a"nın (güç yetirmenin) olduğunu söylemek imkânsızdır. İstita'a imkânsız olunca, kulda istita'anın olmadığım söylemek doğru olur. Böylece ayetin zahirinin biz (Mu'tezile'nin) görüşüne zarar vermediği sabit olur. Hem sonra, ayetteki, "Onlar işitmeye kadir olamazlardı.." ifadesi ile, onların (hakkı) işitmeyi ihmâl etmeleri ve onu işitmekten hoşlanmamaları manası kastedilmiştir. Bu, tıpkı bir kimsenin, "şu, dinlemeye muktedir olamadığım (tahammül edemediğimi), ama ister istemez kulağıma gelen bir sözdür " demesi gibidir."

Cevab: Cübbâî'nin dışındaki diğer (Mu'tezilî âlimleri), başka bir izah yaparak şöyle cevap vermişlerdir: "Allahü teâlâ, o kâfirlerin dostları bulunmadığını bildirmiştir ki dostlardan maksad onların putlarıdır Daha sonra da putların, onların dostu olamayacağını, "Onlar, işitmeye kadir olamazlardı, göremezlerdi de..." buyurarak bildirmiştir. Dolayısıyla onlar velî, yani hami olmaya nasıl elverişli olabilirler?"

Cevap: Cübbâî'nin, ayeti, kulların işitme duyusunu ve işitmenin kendisini yaratmaya kadir olamamaları manasına hamletmesi yanlıştır. Çünkü ayet, bir tehdîd sadedinde gelmiştir. Öyleyse bunun, onlara has birşey olması gerekir. Mu'tezile'nin dediği husus ise, meleklerde ve peygamberlerde vardır. O halde, ayetin lafzını bu manaya hamletmek nasıl mümkün olabilir?

Cübbâ: nin, "Bu, onların, Hazret-i Peygamberin sözünü dinleme ve şeklini, şemâlini görmede ağır davranmaları manasınadır" şeklindeki sözüne de şöyle cevap veririz: Allahü teâlâ, onlarda istija'a olmadığını bildirmiştir. Şu halde, bunu bir başka manaya hamletmek ayetin zahirinin hilafına olur. Hem sonra bu ağır davranışın bulunması, anlayışa ve maksada ulaşmaya ya manidir, ya değildir. Eğer mani ise, maksadımız da zaten bunu anlatmaktır. Yok eğer mani değil ise, bu durumda bu, anlama ve idrâk etmede nazar-ı dikkate alınan hususlara yabancı olan bir sebeb olmuş olur. Halbuki bu sebeb yüzünden, bilme ve anlama bakımından kalbin hali değişmez. Artık nasıl olur da bu, bu sadedde onlar için bir zemm kılınabilir? Hem, biz bu kitapta defalarca, bir işin, yapılmasına mâni birşey bulunurken meydana gelmesinin imkânsız olduğunu beyân ettik. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, bu hususun hak dini kabûte mâni birşey olduğunu bildirip, bunun o esnada ortadan kalkması mümkün olmayan bir şekilde kesinlikle mevcut olduğunu beyan edince, mükellef (kul) o vakit imandan alıkonmuş olur. Bizim demek istediğimiz de budur.

Mu'tezile'nin, "Biz, ayetteki bu sıfatı putların sıfatı sayıyoruz" şeklindeki izahı da, uzak bir ihtimaldir. Çünkü Allahü teâlâ, önce, "Onların azabı kat olacaktır" buyurmuş, bunun peşine de, "Onlar, işitmeye kadir olamazlardı.." ifadesini getirmiştir. Binâenaleyh bu son ifâdedeki, "Onlar" zamirinin, önceki ifadedeki zamirin râcî olduğu şeye aynen râcî olması gerekir.

Allahü teâlâ'nın "Onlar göremezlerdi de" buyruğuna gelince, buradaki "görme" ile, basiret (kalbin görüp anlaması) manası kasdedildiği söylendiği gibi, "Onlar, kendileri için hüccet olan şeyleri görmekten yüz çevirdiler" manasının murad edildiği de söylenmiştir.

Onikinci sıfat: Ayetteki "Onlar, nefislerine ziyan edenlerdir" buyruğunun anlattığı husustur. Bu, "Onlar, Allah'a ibadet etmeyiverip, putlara ibadeti (âdeta) satın almışlardır. Binâenaleyh bu zarar ve ziyan, en büyük zarar ve ziyandır" demektir.

Onüçüncü sıfat: Ayetteki "Uydurmakta oldukları şeyler de kendilerinden uzaklaşıp kaybolmuşlardır" buyruğunun ortaya koyduğu sıfat. Bu, "Onlar, dinlerini dünya karşılığında satınca, zarar etmişlerdir. Çünkü onlar böylece kıymetli olanı verip değersiz olanı almaya razı olmuşlardır ki, bu, dünyadaki zarar-ziyânın tâ kendisidir" demektir. Sonra ahirette, bu değersiz şey yok olacak ve ondan hiçbiı iz kalmayacaktır. İşte ayetteki, "Uydurmakta oldukları şeyler de kendilerinden uzaklaşıp gitmiştir" ifadesi ile kastedilen budur.

Ondördüncü sıfat: Ayetteki "Şüphesiz onlar ahirette en çok zarar görenlerin tâ kendileridir" ayeti ile ortaya konulan sıfattır. Bu ayetin izahı, bir önceki ayetin izahının aynısıdır. Çünkü bu kimse, kıymetli ve yüce olanı verip, onun yerine kıymetsiz ve düşük olanı almaya razı olunca, ticâretinde zarar etmiş olur. Sonra bu âdi ve değersiz şey, bakî kalmayıp aksine yok olacak cinsten birşey olunca, bu ticaret, işin sonunda yine zarara dönüşmüş olur. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, "Şüphe yok kî onlar ahirette en çok zarar görenlerin tâ kendileridir" buyurmuştur.

Tabirinin İzahı

Ayetteki ifâdesi, hakkında Ferrâ şöyle demiştir: "Bu, ve (hiç şüphesiz, kesinlikle) tabirlerimiz gibidir. Sonra bu kelime çokça kullanıldığı için, (gerçekten) manasına gelmiştir. Nitekim Araplar, "Gerçekten sen muhsinsin, iyilik seversin" manasında derler." Nahivcilerin bu lafızla ilgili çeşitli izahları vardır:

1) Lâ nefiy (olumsuzluk) ve kesinlik ifâde eden bir edattır. Binâenaleyh la cerem dediğimizde, bunun manası, "Onlar, ahirette kesinlikle zarara uğrayacaklardır" şeklinde olur.

2) Zeccâc şöyle der: "Lâ edatı, onlarfn, fayda vereceğini sandıkları şeyin, nefyini (olumsuzluğunu) ifade eder. Cerem kelimesi ise, "Fiili kazanmak" manasınadır. Buna göre bunun manası, " Bu onlara fayda vermez. Bu fiili kesbetmek, kazanmak da onlara fayda vermez. Hem dünyada, hem de ahirette zarar onların basınadır" şeklinde olur." Biz, cereme fiilinin, kesebe (kesbetti, kazandı, yaptı) manasına geldiğini, ayetinio tefsirinde ele almıştık. Ezherî: "Bu, bu konuda yapılan izahların en güzellerindendir" demiştir.

3) Sibeveyh ve Ahfeş ise şöyle demişlerdir: "Lâ edatı, daha evvel de söylediğimiz gibi, küfür ehline reddiyedir. (Yani "hayır, sizin dediğiniz gibi değil..." demektir.) Cerem kelimesi ise, "hak ve doğru" demektir. Buna göre ayetin manası, "Onların inkârlarının hakkı, başlarına azâb ve hüsrânın gelmesidir" şeklindedir." Sîbeveyh bu görüşüne şairin şu beyti ile istişhad etmiştir: "Andolsun. Ebû Uyeyne'yi öyle bir tenkit ettim ki, bundan sonra, Fezâre (oğulları)'nın kızıp buğzetmesi bir hak oldu (kaçınılmaz, zorunlu hale geldi)."

Şâir bununla, manasını kastetmiştir.

İman ye Salih Amel Sahipleri Cennetlik Olacaklar

23

"îmân edip de güzel ameller yapanlara, huşu ve tevâzuyla Rablerine bağlananlara gelince, işte onlar cennetlik olanlardır. Onlar, orada ebedî kalıcıdırlar".

Bil ki Allahü teâlâ, kâfirlerin cezasından ve zarar-ziyan içinde olduklarından bahsedince, bunun peşinden mü'minlerden bahsetmiştir.

Noktalı hı ile "ihbât" kelimesi, huşu ve tevazu demek olup, düz ve engin yer manasına gelen, kerimesinden alınmıştır. "Gizli oldu" manasında, "zikri (ismi) gizli kaldı" denilir. Binâenaleyh "düz ve engin yere girdi" demektir. Nitekim Arapça'da, IMecid tarafına gidenlere (......), Tihâme'ye gidenlere de, (......) denilir. "Rabbine yönelen ve O'nda mutmain olan" manasında da, muhbit denilir. Ahbete fiili, hem ilâ, hem de lâm harf-i cerleriyle müteaddi olur. Binâenaleyh biz, (......) dediğimizde, "Falanca falancaya bağlandı" manasına gelir. Ama (......) dediğimizde, "O, ona boyun eğdi" manasına gelir.

Bunu iyice kavradığında biz deriz ki: Ayetteki, "iman edip de güzel ameller yapanlar.." buyruğu, bütün sâlih amellere; "huşu ve tevâzuyla Rablerine bağlananlar" ifâdesi de o amellerin, ahirette insana ancak kalbinin hallerine göre fayda vereceğine bir işarettir. Biz, "ihbat" kelimesini "itmî'nân" manasına tefsir edersek, o zaman bundan maksad, "Onların kalbleri, ibadetleri edâ ederken, Allah'ın zikri ile itminan bulmuştur ve onlar Allah'tan başkasına iltifat etmekten tamamen uzak olarak, Allah'a ibadet ederler" şeklinde olur. Yahut da şöyle denilebilir: "Onların kalbleri, Allah'ın vaadettiği sevab ve ikâb hususunda Allah'ın doğruluğuna mutmain (kesin inanır) vaziyettedir." Fakat biz, "ihbât"ı, huşu manasına alırsak, ayet, "Onlar, kusurlu ve eksik bir şekilde ifâ etmekten korkarak, salih amellerini yaparlar" manasına gelir.

Daha sonra, Cenâb-ı Allah, kendilerinde bu üç sıfat bulunan kimselerin, cennetlik olduklarını ve onların cennette ebedî kalacaklarını beyân buyurmuştur.

Körle Gören, Sağırla İşiten Bir Olmaz

24

"Bu iki zümrenin hali, kör ve sağır ile gören ve işitenin hali gibidir. Bunlar, birbirine denk olurlar mı hiç? Halâ iyi düşünmeyecek misiniz?".

Bil ki, Allahü teâlâ bu iki zümreden bahsedince bunlara tıpatıp uyan bir de misal getirmiştir. Alimler bu hususta değişik izahlar yapmışlar; bazıları "bu ayetin, en son bahsedilen mü'minler ile, daha önce bahsedilen kâfirler hakkında olduğunu" söylemişlerdir. Diğer alimler ise, "Bunun, "Rabbinin açık bir delili üzerinde bulunup da..." (Hüd, 17) ayetinde bahsedilen mü'minlerle ve bu ayetten sonra bahsedilip, haklarında, "Onlar işitmeye kadir olamazlardı, göremezlerdi de.." (Hûd, 20) buyurduğu kâfirlerle ilgilidir. Bu ayetteki "basir" (gören) ve semî (işiten) ile de, Allah'ın "Rabbinin açık bir delili üzerinde bulunan" diye tavsif ettiği kimseler kastedilmiştir" demişlerdir.

Bil ki bu teşbih (benzetme)deki vech-i şebeh (benzeme yönü) şudur: Allahü teâlâ, insanı beden ve ruhtan mürekkeb olarak yaratmıştır. Bedenin gözü ve kulağı olduğu gibi, ruh cevherinin de gözü ve kulağı vardır. Nitekim bedendeki göz ve kulak, kör ve sağır olduğunda, hiçbir işine yol bulamaz vaziyette, şaşkın, hatta karanlığın derinliklerinde, yolunu bulacağı hiçbir ışık görmez, hiçbir ses işitmez halde yolunu şaşırmış kimse gibi, sapmış ve saptırmış câhil kimsenin de, kalbi kör ve sağır olur. Dolayısıyla da dalâletin karanlıklarında şaşkın ve çaresiz kalakalır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu körlüğün ve sağırlığın tedavisinin mümkün olduğuna dikkat çekmek için, "Halâ iyi düşünmeyecek misiniz?" buyurmuştur. Bu körlük ve sağırlığın sebeb olduğu zararın tedavisi mümkün olunca, insanın elinden geldiğince o tedavi için gayret sarfetmesi gerekir.

Kıssalarla Delillerin Takviyesi Şarttır

Bil ki Allahü teâlâ'nın âdeti, kâfirlere çeşitli deliller getirdiğinde, daha evvel de birçok yerde bahsettiğimiz gibi, bu delilleri takviye etsin diye, bunların peşinden kıssaları getirme şeklinde cereyan etmiştir. Bu sûrede de çeşitli kıssalar anlatmıştır:

Birinci Kıssa: Nûh (aleyhisselâm)'un kıssasıdır.

25

Âyetin tefsiri için bak:26

26

"Andolsun ki biz, Nuh'u kavmine peygamber olarak gönderdik. O şöyle demişti: "Şüphesiz ki ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Allah'tan başkasına ibadet etmeyin. Hakikat, ben sizin başınıza acıklı bir günün azabının gelmesinden endişe ediyorum".

Bil ki Allahü teâlâ bu kıssaya Yûnus Sûresi'nde başlamış, içinde bulunan güzel hikmetler ve ilave bilgilerden ötürü, onu bu sûrede de tekrar etmiştir. Bu ayetle ilgili iki mesele .vardır:

İbn Kesir, Ebu Amr ve Kisâî, hemzenin fethası ile ennî şeklinde okumuşlardır ki, bunun takdiri, şeklindedir. Bunun manası, "Biz Nuh'u, bu söz ile gönderdik" demektir. O söz de ayetteki, "Şüphesiz ki ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım" ifadesidir. Bunun başına harf-i cerr olan bâ bitişince, tıpkı den sonra geldiğinde fethalandığı gibi, en edatı, fethalı olarak ennî şeklinde okunmuştur. Diğer kıraat imamları ise, bunu, takdirinde olmak üzere, kesre ile okumuşlardır.

İkinci Mesele

Bazıları şöyle demişlerdir: "Peygamberin "nezir" olması, isyankâr kimseleri ilahi ikâb ile tehdid etmesi; "mübîn" olması ise, Allah'ın itaatkârlar için hazırladığı mükâfatları açıklamasıdır." Evlâ olan bunun manasının şu şekilde olmasıdır: "O, âsîleri ikabtan korkutucudur ve mübîndir, yani bu korkutmayı (uyarmayı) en güçlü, en mükemmel ve en açık bir yol ile yapmıştır." Cenâb-ı Hak daha sonra, bu inzârın ancak Allah'tan başkasına ibadetten alıkoyma ve Allah'a ibâdeti emretme hususunda olduğunu beyan buyurmuştur. Çünkü ayetteki, "Allah'tan başkasına ibadet etmeyin" ifadesi, nefiyden yapılan istisnadır. Bu da, müstesnadan başkasının nefyini gerektirir.

Bil ki bu ayetin takdiri, Cenâb-ı Hakk'ın sanki şöyle demesidir: "Biz Nuh'u kavmine bu sözle, yani "şüphesiz ki ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım" sözü ile gönderdik."

Allahü teâlâ daha sonra "Allah'tan başkasına ibadet etmeyin" buyurmuştur. Binâenaleyh bu ifâde, ayetteki, "Şüphesiz ki ben sizin için apaçık bir nezirim" ifadesinden bedeldir. Sonra da Cenâb-ı Hak bu ifâdeyi, "Hakikat, ben sizin başınıza acıklı bir günün azabının gelmesinden endişe ediyorum" ifadesiyle te'kid etmiştir. O büyük acı, o günde gerçekleşeceği için, bu acı, o güne izafe edilmiştir. Bu, Araplanrv "Gündüzün oruç, gecen namaz" sözü gibidir.

Müşriklerin Hazret-i Nuh'u Red Bahaneleri

27

"Bunun üzerine kavminden, küfredenlerin ileri gelenleri, "sen de bizim gibi bir insansın. Aşağı tabakadan ve basit görüşlü olanlarımızdan başkasının sana . tabî olduğunu görmüyoruz. Sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Biz sizi aksine yalancılar zannediyoruz" dediler".

Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i Nuh'un, kavmini Allah'a ibadete davet ettiğini anlatınca, kavminin, Hazret-i Nuh'un peygamberliğini şu üç şüphe ile tenkid ettiklerini (reddettiklerini) nakletmiştir:

Birinci şüphe: Hazret-i Nuh'un da, Kendileri gibi bir insan olmasıdır. İnsan fertleri arasındaki farklılığın, âlemdeki herkesin onlardan birisine itaat etmesinin vâctb olması noktasına vanp ulaşması imkânsız olur.

İkinci şüphe: Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'a, kavmin basit insanlarının, mesela dokumacıların ve değersiz sanat sahibi kimselerin tabî olmuş olmasıdır. Kavmi, "Eğer sen doğru olsaydın, insanların en zekileri ve eşrefi sana tabî olurlardı" demişlerdir. Bunun bir benzeri de, "Arkana hep bayağı kimseler düşmüşken, biz sana iman eder miyiz?" (Şuara, 111) şeklindeki ifâdeleridir.

Üçüncü şüphe: Bu, ayetteki, "Sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz" cümlesinin anlattığı husustur. Bunun manası, "Biz, senin bizden ne akıl, ne dünyevî menfaatleri görüp gözetme, ne de mücâdele kuvveti bakımından bir üstünlüğünü görmüyoruz. Binâenaleyh senin bu görülebilecek şeylerden birisinde, bizden daha üstün olduğunu görmediğimize göre, en yüce ve kıymetli derece ve makam bakımından bizden üstün olduğunu nasıl kabul edebiliriz?" şeklindedir. İşte şüphelerin izahı hususundaki sözün özü budur.

Bil ki ilk şüphe ancak, insanların peygamber olmasını kayıtsız şartsız inkâr eden Brahmanlara uygun düşer. Diğer iki şüpheye, başka peygamberlerin peygamberliğini kabul eden kimselerin de düşmesi mümkündür.

Ayetin lafzı ile ilgili birkaç mesele var:

Mele' Kelimesinin Tefsiri

“Mele” "kavmin eşrafı, ileri gelenleri" demektir. Bu kelimenin neden iştikak ettiği hususunda şu izahlar yapılmıştır:

1) Bu, Arapların birşey tıkabasa dolduğunda, deyimlerinden alınmıştır. Bu son deyimin kullanılışı "çok meşgul, işleri pek yoğun olup, isterini güzelce' düzenleyen kişiler" manasınadır.

2) Onlar, bu şeref üzerlerinde görüldüğü için bu kelime ile tavsif edilmişlerdir.

3) Onlar, kalblere heybet, meclislere de saygı saldıkları için bu ismi almışlardır.

4) Onlar, üstün akıl ve isabetli fikirlerle dopdolu oldukları için bu ismi almışlardır.

Peygamberin Beşer Olmasını Şüphe Konusu Yapmaları

Cenâb-ı Hak, daha sonra birinci şüphelerini nakletmiştir. Bu onların, "sen de bizim gibi bir insansın" şeklindeki sözleridir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın naklettiği, bazı Araplara ait, "O Peygambere bir melek indirilmeli değil miydi?" (Furkan, 7) şeklindeki söz gibidir. Bu, sırf cehalettir. Çünkü Peygamberin fizik yaratılışı, dtş görünüşü ile değil, delil ve burhanla, aklî muhakeme ile ümmet fertlerine müdahale etme hakkı vardır. Hatta diyebiliriz ki: Eğer Allahü teâlâ, insanlara peygamber olarak melek gönderseydi, o zaman onun peygamberliğini tenkid için ortaya atılacak şüphe daha kuvvetli olurdu. Çünkü o zaman akla şu gelirdi: "Gösterilen mucizeleri, belki de o melek kuvvetinin ve kudretinin daha mükemmel ve daha çok olmasından ötürü kendiliğinden yapmıştır." İşte bu hikmetten ötürü, Allahü teâlâ insanlara, insan peygamberler göndermiştir.

Peygambere Sade İnsanların Tâbi Oluşunu Şüphe Konusu Yapmaları

Cenâb-ı Allah, onların ikinci şüphelerini de, "Aşağı tabakadan ve basit görüşlü olanlarımızdan başkasının sana tabî olduğunu görmüyoruz" ifâdesi ile nakletmiştir. Bununla, peygambere tabî olanların mallarının azlığı, makamlarının düşüklüğü, sanat ve zenâatlarının değersizliği kastedilmiştir ki bu da bir cehalettir, Çünkü dindeki üstünlük ve yücelik, soy-sop ile, mal ile yüksek makam-mansıb ile olmaz. Aksine fakir dine, zenginden daha yatkındır. Yine aksine diyoruz ki, peygamberler, insanlar dünyayı bırakıp ahirete yönelsinler diye gönderilmişlerdir. Binâenaleyh dünyada mal azlığı (fakirlik) daha nasıl, peygamberlik hususunda bir tenkid sebebi sayılabilir?

Daha sonra Hak teâlâ onların üçüncü şüphelerini nakletmiştir. Bu da onların "Sizin bize karşı bîr üstünlüğünüzü de görmüyoruz" şeklindeki sözleridir. Bu da bir cehalettir. Çünkü, Allah katında muteber üstünlük, ancak ilim ve amel ile olur. O halde, onlar daha nasıl insanların içine muttali oldular da bu faziletin olmadığını anlayıverdiler?

Onlar, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) ve ona uyanlar hakkındaki bu şüphelerini ortaya koyduktan sonra, "Biz sizi aksine yalancılar zannediyoruz " demişlerdir. Bu ifâde ile ilgili şu iki izah yapılmıştır:

a) Bu, Hazret-i Nûh ve kavmine bir hitabtır. Bununla kavminin, Hazret-i Nuh'u, peygamberlik iddiası hususunda yalanlamaları kastedilmiştir.

b) Bu, kavmin basit insanlarına bir hitabtır. Binâenaleyh Hazret-i Nuh'un kavmi, inananlara, Hazret-i Nuh'a iman edip ona tabî olmaları hususunda, "yalancılar" demişlerdir.

İkinci Mesele

Vahidî şöyle demiştir: "Erzel, rezl kelimesinin çoğuludur. Bu, görünüşü ve hali düşük olan şey demektir. Nitekim Arapça'da "Elbisesi ve işi düşük adam" denilir. Erâzil ise, erzel kelimesinin çoğuludur. Bu, Arapların "Oranın günahkârlarının ileri gelenleri" sözü gibidir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ahlakça en güzel olanlarınız.." buyurmuştur. Buna göre Erâzil kelimesi, cem'u'l-cem fcem'in cem'i) olmuş olur." Bazıları da bu kelimenin aslının, "Ocundan daha rezil" deyimi olduğunu, çok kullanıldığı için şeklini aldığını, başındaki elif-lâm'ın izafetten (hazfedilen den) bedel olduğunu söylemişlerdir.

Bâdi'er-re'y Tabiri Hakkında

(......) tabirine gelince bâdî görünen demektir. Bu, bir şey ortaya çıkıp göründüğünde demenden alınmıştır. Bakıp görenlere zahir olduğu ve açık göründüğü için çöle, "Bâdiye" denilmiştir. Alimler, ayetteki ifâdesinin manası hususunda şu değişik izahları yapmışlardır:

1) Bu, "Onlar sana, içleri (kalbleri) öyle olmadığı halde, zahiren uydular" demektir.

2) Bu, "Onlar sana ilk nazarda, fikir ortaya atılır atılmaz ittibâ ettiler, ihtiyatlı davranmadılar. Ona, isabetli fikrin ve tam düşüncenin hakkını vermediler" demektir.

3) Onlar, Hazret-i Nuh'a uyanları "reziller" diye tavsif edince şöyle dediler: "Onların, işte böylece basit görüşlü olmaları, onları gören herkesçe meydandadır. Buna göre, ayetteki "re'y (görüş)" kelimesi, kalbin görmesi (fikri) manasına değil, gözün görmesi manasınadır. Bu izah, Mücâhid'den nakledilen şeklindeki kıraat ile de kuvvet kazanmıştır.

Üçüncü Mesele

Ebu Amr, Kisâî'nin râvisi Nusayr, bunu hemze ile, şeklinde; diğer kıraat imamları ise, hemzesiz olarak yâ ile şeklinde kıraat etmişlerdir. Bunu hemzeli okuyanlara göre mana, "re'yin evveli" (görüşün başlangıcı) demek olur. Hemzesiz okuyanlara göre ise, bu "ortaya çıktı, göründü" manasında olan fiilindendir. Ayetteki (......) kelimesi, mef'ul-ü mutlak olarak nasbedilmiştir. Bu, "ilk vuruşu ben vurdum" demen gibidir.

28

"(Nûh) dedi ki: "Ya ben, Rabbimden gelen apaçık bir delil üzerinde isem?.. O, bana katından bir rahmet vermiş de, o, sizden gizli bırakılmış ise?.. Söyleyin bana ey kavmim, kendiniz hoş görmeyip dururken, sizi onu kabule zorlayıp duracak mıyız?".

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Allah, Lütfü İle Peygamberine Bazı Özellikler Verir

Bil ki Allahü teâlâ, Nûh (aleyhisselâm)'un nübüvvetini inkâr edenlerin şüphelerini nakledince, bunun peşince şüphelere cevapolacak şeyi nakletmiştir. Binâenaleyh onların, "Sen, ancak bizim gibi bir insansın" şeklindeki şüphelerine karşı Nuh(aleyhisselâm), "İnsan olmak bakımından arada bir eşitliğin (aynılığın) bulunması, nübüvvet ve risalet sıfatını alma bakımından bir ayrılığın olmasına mani değildir" demiş ve sonra bunun mümkün olduğunu gösteren şeyi belirterek, "Ya ben, Rabbimden gelen apaçık bir delil üzerinde isem?.." demiştir. Bu, "Eğer ben, Allah'ın zâtını ve sıfatlarını. O'nun hakkında vâcib, imkânsız ve caiz olan şeyleri biliyorsam (...)" demektir. O, "Sonra Allahü teâlâ bana katından bir rahmet vermiştir" demiştir. O rahmetten murad, ya peygamberlik, ya da peygamberliğin delili olan mucizedir. "Fakat, o sizden gizli bırakılmış ise", yani "O, sizin için şüphe edilecek birşey olmuş ve aklınız onu tam seçip anlayamamış ise, isteseniz de, diretseniz de, ben sizi onu bilmeye ulaşacak hale nasıl getirebilirim? Yani buna kesinlikle kadir değilim."

Katâde'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Vallahi eğer o buna kadir olsaydı, bunu mutlaka yapardı. Fakat o buna kadir olamamıştır." Velhasıl onlar "sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz" dediklerinde, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm), bunun sebebinin, onların hücceti anlayamamaları ve onu açıkça seçememiş olmaları olduğunu belirtmiştir. "Fakat sizler inadı ve diretmeyi bırakıp, delillere nazar ederseniz, maksad ve Allahü teâlâ'nın biz (peygamberleri) size büyük bir fazl olarak verdiği ortaya çıkar" (demek istemiştir).

İkinci Mesele

Hamza, Kisâî ve Âsım'ın râvisi Hafs, kelimeyi, ayn harfinin zammesi ve mim'in şeddesi ile, meçhul olarak, "karıştırıldı, gizli kılındı" manasında, (......) şeklinde; diğer kıraat imamları ise, ayn'ın fethası ile ve şeddesiz olarak (......) şeklinde okumuşlardır ki bu, '"karıştı, gizli oldu" manasınadır.

Bil ki bir şey tamamen meçhul bir halde olursa, muammaya (bilmeceye) benzer. Çünkü ilim, (bilme) batınî basiretin (kalb gözünün) nurudur. Görme de, zahirî gözün nurudur. Bu "görme" ile "bilme" kelimelerinden herbirinin, mecazî olarak diğeri yerine kullanılması güzel ve yerinde olur. Bunun izahı şudur: Beyyine (delil) hakkında "görme" kullanılır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ayetlerimiz böyle görünür şekilde geldiği zaman, "Bu apaçık bir sihirdir" dediler" (Neml. 13) buyurmuştur. Burada, beyyine "görünememe7âmâ ile de tavsif edilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Artık o gün onlara karşı haberler saklı kalmıştır" (Kasas. 66) ve, bu ayette, "O sizden gizli bırakılmış..." buyurmuştur.

Üçüncü Mesele

Ayetteki "Sizi ona zorlayacak mıyız?" ifadesinde üç zamir var; Mütekellim zamiri (yani "biz"), gâib zamiri (yani "ona") ve muhatab zamiri (yani "sizi"). Ferrâ bundaki birinci mim'i sakin okumanın caiz olduğunu söylemiş, bu şekildeki bir kıraati Ebu Amr'dan rivayet etmiş ve şöyle demiştir: "Harekeler peşpeşe geldiği için, bu böyle olmuştur. Binâenaleyh mim harfi, sakin kılınır. Kendinden önceki harfin harekesi meksûr olur, kendinden sonra da ağır bir hareke olan zamme bulunursa, merfûsu da böyledir." Zeccâc da şöyle demiştir. "Bütün Basralı nahivciler, i'rab harfinin sakin kılınmasınıyancak şiir zaruretinden dolayı (kâfiye için) caiz görmüşlerdir. Ebu Amr'dan nakledilen kıraata gelince, Ferrâ bunu Ebu Amr'dan sağlam bir rivayetle almamıştır." Sibeveyh'in, mim'in harekesini "tahfif" ve "ihtilas" ile okuduğu rivayet edilmiştir. İşte doğrusu budur. Harekeyi sakin kılmak ancak İmriü'l-Kays'ın şu beytinde olduğu gibi, şiirde caizdir.

"İşte bugün, kendim istemeksizin ve irtikâb etmeksizin, bana içirilir..."

Kâfirleri Memnun Etmek İçin Fakir Mü'minler Uzaklaştırılamaz

29

Âyetin tefsiri için bak:31

30

Âyetin tefsiri için bak:31

31

"Ey kavmim, bundan dolayı sizden hiç bir mal istemiyorum. Benim mükâfaatım ancak Allah'tandır ve ben iman edenleri kovacak da değilim. Çünkü onlar muhakkak ki Rablerine kavuşacaklardır. Ancak ben sizi cahillik eder bir topluluk görüyorum. Ey kavmim, ben onları kovarsam Allah'a karşı bana kim yardım eder, hiç düşünmez misiniz? Ben size, "Allah'ın hazineleri benim yanımdadır" demiyorum. Ben gaybı bilmem. "Ben bir meleğim" de demiyorum. Bununla beraber gözlerinizin hor gördüğü kimseler hakkında, "Allah onlara kesinlikle bir hayır vermez" de diyemem. Allah onların içlerindekini en iyi bilendir. (Eğer onları tardedersem), o takdirde gerçekten, zalimlerden olmuş olurum".

Bu ayetlerle ilgili birçok mesele var:

Birinci Mesele

Bil ki bunlar, o kâfirlerin "Aşağı tabakadan ve basit görüşlü olanlarımızdan başkası sana tâbi olmuyor" şeklinde ifade ettikleri ikinci şüphelerine cevaptır. Bu cevabın izahı, birkaç şekilde yapılabilir:

Birinci şekil: Hazret-i Nuh (aleyhisselâm) "Ben, risalet davasını tebliğ etmeme karşılık mal istemiyorum ki, icabet edecek (davetime cevap verecek) kimsenin fakir veya zengin olması sebebi ile durum değişsin. Benim, zor olan bu taata karşılık ücretim, âlemlerin Rabbine aittir" demiştir. Durum böyle olunca, onlar ister fakir ister zengin olsunlar, tebliğe karşı durumları değişmez.

İkinci şekil: Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) onlara sanki şöyle demektedir: "Siz, işin zahirine baktığınızda, beni fakir görüyorsunuz ve bundan dolayı da benim, ancak elinizden malınızı almak için bu işle meşgul olduğumu sanıyorsunuz. Bu zan, sizin bir hatanızdır. Çünkü ben, risaleti tebliğime karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum, Benim mükâfaatım ancak, alemlerin Rabbinden olacaktır. Öyleyse, bu yanlış zannınız sebebiyle, kendinizi dinî (uhrevi) mutluluktan mahrum etmeyiniz."

Üçüncü şekil: Onlar, "Sen de bizim gibi bir insansın. Sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz" demişlerdi. İşte bunun üzerine Nûh (aleyhisselâm), Hak teâlâ'nın kendisine, onlardan üstün olmasını sağlayan pek çok şey verdiğini; işte bundan ötürü dünya peşinde koşmadığını; vazifesinin ancak din peşinde koşmak olduğunu; dünyadan yüz çevirip, ona iltifat etmemenin de, -herkesin üzerinde ittifak ettiği gibi-, faziletlerin en belli başlılarından olduğunu söylemiştir. Belki de Nûh (aleyhisselâm)'un maksadı, bu bakımdan bir faziletinin olduğunu bildirmektir.

Ayetteki "Ben imân edenleri kovacak değilim" ifâdesi, Nûh kavminin, kendilerini o fakirlerle birlikte olmaktan kurtarmak için, Hazret-i Nûh'dan âdeta onları kovmasını istediklerini göstermektedir. İbn Cüreyc'in rivayetine göre, onlar şöyle demişlerdir: "Nûh, eğer sana tabî olmamızı istiyorsan, yanındaki fakir fukarayı kov. Çünkü biz, onlarla beraber olmaya razı olamayız." Bunun üzerine Hazret-i Nûh (aleyhisselâm): "Ben, iman edenleri kovacak değilim" demiştir. Şu halde Cenâb-ı Hakk'ın onların söylediklerini naklettiği, "Aşağı tabakadan ve basit görüşlü olanlarımızdan başkasının sana tâbi olduğunu görmüyoruz" şeklindeki sözleri, o kâfirlerin, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'dan, yanındaki mü'minleri kovmasını istediklerini dolaylı olarak gösteren bir delildir. Çünkü bu, onların sanki "Eğer sana kavmin ileri gelenleri uymuş olsalardı, biz de sana uyar, yolunca giderdik" demiş olduklarının delilidir.

Müminleri Kovmayı Engelleyen Sebepler

Daha sonra Cenâb-ı Allah, Hazret-i Nuh'un o mü'minleri kovmadığını nakletmiş ve bu tür bir kovmadan kaçınmayı gerektiren hususu açıklamak için üç şeyi bildirmiştir:

a) "Onlar. Rublerne kavuşacaklardır." Bu söz de, birkaç manaya gelir:

1) Kaffirler, "Sana inanan bu kimseler, zahiren gösterdikleri iman hususunda, münafıktırlar. Şu halde onlara kanma" demişlerdir. Bundan dolayı Hak teâlâ, durumun âhirette Rableriyle karşılaştıkları zaman ortaya çıkacağını bildirerek cevap vermiştir,

2) O, bunu kovmaktan kaçınmanın bir sebebi olarak bildirmiş ve sanki "Onlar Rablerinin vaadettiği şeyle karşılaşacaklardır. Eğer sen onları huzurundan kovarsan, ahrette benimle davalaşırlar" manasını kasdetmiştir.

3) O, bu emir ile, "Bizim ahirette toplanıp biraraya gelip, onları kovduğum için hesaba çekileceğim, binâenaleyh bana yardım edecek hiç kimse bulamıyacağım" manasında bir ikazda bulunmuştur. Sonra Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) onların durumlarını, işlerin akıbetlerini bilmeme ve sadece zahire aldanmaya bina ettiklerini beyan etmiş ve, "Ben, sizi cahillik eder bir topluluk görüyorum" demiştir. Bundan sonra ise, "Ey kavmim, ben onları kovarsam, Allah'a karşı bana kim yardım eder?" demiştir. Bu "Akıl ve şeriat, mü'min, muttaki iyi kimseye saygının, değer vermenin; fâcir ve kâfir kimseyi de hor ve hakir kılmanın, onlara değer vermemenin gerektiği hususunda mutabıktır (ittifak halindedir). Eğer bu durumda kaziyyeyi, ters yüz eder ve kâfir fâciri, saygı ile yakın kılıp; mü'min muttakiyi hor ve hakir kılma yoluyla kovarsam, Allah'ın emrinin ve hükmünün aksine hareket etmiş olurum ve bu hükmümde (davranışımda), Allah'ın, hakedenlere sevab ve mükâfaat, bâtıl ehline de ceza verilmesi emrinin zıddını yapmış olurum. O zaman da, büyük bir cezayı haketmiş olurum. Böyle olunca Allah'a karşı bana kim yardım ve beni Allah'ın azabından kim kurtarır? Hiç düşünüp de anlamaz mısınız bu uygun değildir" demektir.

Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) bu izahını, üçüncü bir vecih ile te'kid etmiş ve "Ben size, "Allah'ın baâneleri benim yanımdadır" demiyorum" demiştir. Bu, "Sizden böyle bir ücret istemediğim gibi, mala veya mal ile ilgili, mal almak veya mal vermek gibi bir gayeye olduğumu iddia da etmiyorum. Ben gaybı da bilmem ki, bu bilgi sayesinde ve tabî olanlarım için istediğim şeylere ulaşayım. Yine ben, bir melek olduğumu da söylemiyorum ki bu yüzden size karşı büyükleneyim. Aksine benim yolum, huzû ve tevâzûdur. Durumu ve yolu böyle olan, fakir fukaraya karışmaktan kibirlenmez, geri durmaz, hep emîrlerle sultanlarla oturup kalkmayı istemez. Bu kimsenin işi, dini istemek; sireti (ahlâkı) da, mütevâzî ve huşûlu kimselerle oturup kakmak, onlarla haşır neşir olmaktır. Benim yolum da, fakir fukarayla haşır neşir olmayı gerektirdiğine göre, siz nasıl bunu benim için bir ayıp sayarsınız?" demektir.

Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) beyân ettiği bu hususu, dördünci bir yol ile te'kid ederek, "Bununla beraber, gözlerinizin hor gördüğü kimseler hakkında, "Allah onlara kesinlikle bir kayar vermez" de diyemem" buyurmuştur. Bu, sanki onların Hazret-i Nuh'a, fakirlik ve zillet ile birlikte uyulmasını münafıklık saydıklarına delâlet eder gibidir. Bundan dolayı O "Ben, bunu söyleyemem. Çünkü bu, gayb cinsinden bir husustur. Gaybı ise ancak Allah bilebilir. Dolayısıyla, olabilir ki onların içleri - dışları bir olur ve Allah onlara âhiret mülkünü verir, böylece de ben, haber verdiğim hususta yalancı olmuş olurum. Demek ki eğer ben böyle yaparsam, hem kendime zulmedenlerden, Allah onlara ahirette hayır vermiş olduğu halde, onlarda hiçbir hayır olmadığını söylemiş olacağım için, hem de onlara zulmetmiş olanlardan olurum" demiştir.

Peygamber'in (aleyhisselâm) Meleklerden Üstün Olduğu

Bir grup alim, bu ayeti, meleklerin peygamberlerden daha üstün, faziletli olduğuna delil getirmişler ve şöyle demişlerdir: "Bir kimse, "Ben, şöyle şöyle iddia etmiyorum" dediği zaman, bu ancak o şey, sözü söyleyenin hallerinden daha üstün ve şerefti bir hal olduğu zaman uygun ve güzel olur. Bu sözü söyleyen Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) olduğuna göre, meleklerin derecesinin, peygamberlerinkinden daha yüce ve şerefli olması gerekir." Bu görüşte olanlar sözlerini şöyle devam ettirmişlerdir: "Durum nasıl böyle olmasın ki? Melekler, yaratıldıkları andan, tâa Kıyamet kopuncaya kadar, ömürleri boyunca Allah'a ibadete devam etmişlerdir."

Bu husustaki sözün özü şudur: Ruhanî ve gerçek faziletler, ancak şu üç şeydir:

a) Mutlak istiğna (hiçbir şeye ihtiyacı olmama) hali. Dünyada, genellikle şöyle olur: Çok mala sahip olan kimse, "zengin" (gani, müstağni) diye nitelenir. Binâenaleyh Nûh (aleyhisselâm)'un, "Ben size, Allah'ın hazineleri benim yanandadır" demiyorum" sözü, âdeta, "Ben, mutlak manada bir istiğna iddiasında değilim" manasına bir işaret olmuş olur.

b) Tam ilim. Buna da, "Gaybı da bilmem" sözü ile işaret etmiştir.

c) Tam ve mükemmel bir kudret. Kudret ve kuvvet itibarı ile meleklerin, mahlûkatın en kuvvetlileri olduğu akıllarımıza yerleşmiştir. İşte Hazret-i Nûh (aleyhisselâm), "Ben, bir meleğim" de demiyorum" sözü ile de buna işaret etmiştir. Bu üç hususun zikredilmesinden maksad, şunu ortaya koymaktır: "İyi biliniz ki benim yanımda, bu üç mertebeden ancak, beşerî kuvvete ve insanî tâkata uygun düşen miktar var. Mutlak kemâle gelince; ben onu asla iddia etmiyorum." Durum böyle olunca, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'un, "Ben bir meleğim" de demiyorum" ifadesinin, meleklerin insanlardan daha mükemmel olduğuna delâlet ettiği ortaya çıkmış olur. Hem bu sözü, onların ileri sürdükleri şüpheye bir cevap kılmak da mümkündür. Zira onlar, Nûh (aleyhisselâm)'a tâbi olanları fakirlikle ta'n etmişlerdi. Bunun üzerine de Nûh (aleyhisselâm), "Ben size "Allah'ın hazineleri benim yanımdadır" demiyorum ki, onları zengin yapayım!" demişti. Yine onlar, Hazret-i Nuh'a tâbi olanları münafıklıkla itham etmişlerdi. Bunun üzerine de Nûh (aleyhisselâm), "Ben gaybı bilmem.. ki onların içlerinin durumunu bileyim!.. Durumlar ancak, zahire göre değerlendirilir" demiştir. Yine onlar, onları, birtakım fiilleri olması gerektiği gibi yapmadıklarını söyleyerek tenkit etmişlerdi. Bunun üzerine de Nûh (aleyhisselâm), "Ben bir meleğim" de demiyorum ki böylece, bütün şehvanî ve nefsanî arzu ve isteklerden uzak ve ben olayım!.." demişti.

Peygamber Fakir Mü'minleri Kovmuş mudur?

Birtakim kimseler, peygamberlerden günah sâdır olacağı hususunda bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir:

"Bu ayet, kâfirleri memnun etmek maksadıyla mü'minleri kovmanın, en büyük günahlardan olduğuna delâlet etmiştir. Ama görüyoruz ki Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) kâfirleri hoşnut etmek için, fakir kimseleri huzurundan kovmuştu. Bunun üzerine de Cenâb-ı Hak, "Sabah akşam, Rablerine, sırf O'nun cemâlini dileyerek, duâ edenleri huzurundan kovma... buyurarak, onu azarlamıştır. Bu da, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in günaha yeltendiğine delâlet eder."

Buna şöyle cevap verilebilir: Bu ayette bahsedilen kovma, ebediyen mutlak mânada kovma manasına hamledilmiştir. Halbuki Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında bahsedilen kovma meselesi, bir fayda düşünülerek, sadece muayyen vakitlerde onları uzak tutma manasına hamledilmiştir.

Dördüncü Mesele

Cübbaî, Hazret-i Nüh (aleyhisselâm)'un, "Ey kavmim, ben onları kovarsam Allah'a karşı bana kim yardım eder?" ifadesiyle istidlal ederek, azabı savuşturmak için, Allah katında şefaatçi olmanın caiz olmadığını söylemiştir ki, bu ayetin manası, "Eğer bu kovma haram ise, o takdirde kim Allah'a karşı bana yardımcı olabilir? Yani, kim beni O'nun azabından kurtarır? " demektir. Dolayısıyla, şefaat şayet caiz olsaydı, o zaman bu, Hazret-i Nuh (aleyhisselâm) hakkında da caiz olurdu. Bu durumda da Nûh (aleyhisselâm)'un, "Allah a karşı bana kim yardım eder?" ifadesi manasız olurdu. Bil ki bu istidlal, Mu'tezile'nın, tıpkı, (Bakara, 48) ayetiyle yapmış oldukları istidlale benzemektedir. Buna burada verilecek cevap, o ayette verilen cevâbın aynısıdır.

Hakkı Yüceltmek İçin Mücadele Peygamberlerin Yoludur

32

Âyetin tefsiri için bak:34

33

Âyetin tefsiri için bak:34

34

"Dediler ki: "Ey Nûh, bizimle cidden uğraştın. Bizimle olan bu mücadelende ileri de gittin. Eğer sen doğru söyleyen kimselerden isen, bizi tehdit edip durduğun azâbt haydi getir bize!" (Nûh da): "Dilerse onu size ancak Allah getirir. Siz (onu) âciz bırakabilecekler değilsiniz" dedi. Eğer Allah sizi helak etmeyi dilemişse, ben sizin iyiliğinizi arzu etmiş olsam bile, bu nasihatim size fayda vermez. O, sizin Rabbinizdir ve nihayet ancak O'na döndürüleceksiniz".

Ayetle ilgili birkaç mesefe vardır:

Birinci Mesele

Bil ki kâfirler, o şüpheleri ileri sürüp Nûh (aleyhisselâm) da doğru ve uygun cevaplarla o şüphelere karşılık verince, kâfirler, Hazret-i Nuh'a şu iki sözü yöneltmiştir:

1) Onlar, Hazret-i Nuh'u, çok mücadele etmekle niteleyerek, "Ey Nûh, bizimle cidden uğraştın. Bizimle olan bu mücadelende ileri de gittin..." demişlerdir ki bu, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'un onlarla çok meşgul olduğuna delâlet eder. Bu mücâdele ancak tevhîd, nübüvvet ve meâdi isbât hususunda olmuştur ki bu da, delilleri izah etme, şüpheleri ortadan kaldırma hususunda mücadele etmenin, peygamberlerin sanatı; taklîd, cehalet ve bâtılda ısrar etmenin de kâfirlerin sanatı olduğuna delâlet etmektedir.

Müşriklerin Çarçabuk Azap İstemeleri

2) Onlar, Hazret-i Nuh'un kendisiyle kendilerini tehdit etmekte olduğu o azabın hemen gelmesini isteyerek "Eğer sen doğru söyleyen kimselerden isen, bizi tehdit edip durduğun azabı haydi getir bize!" demişlerdir. Nûh (aleyhisselâm) da, bunu doğru bir cevapla cevaplayarak "Dilerse onu size ancak Allah getirir. Siz O'nu aciz bırakabilecekler değilsiniz..." demiştir ki bu, "Azabı getirme işi, bana ait değildir. O, Allah'ın yapacağı bir iştir. Binâenaleyh, O onu, isterse, istediği gibi yapar. O, azabı indirmeyi istediğinde, hiç kimse O'nu acze düşüremez. Yani, O'nun azabı indirmesine mâni olamaz..." demektir. "Mu'ciz"başkasının istediğini imkânsız hale getirmek için, kendi nezdindekini yapan kimsedir. Binâenaleyh bu kimse, "Onu acze düşürdü, âciz bıraktı" diye vasfedilir. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunun manası, "Sizin, O'nun katındakini yapma imkânınız yoktur. Binâenaleyh, eğer üzerinize azab indirmeyi isterse, Allah'ın dilemiş olduğu azabı indirmesi imkânsız olmaz..." şeklinde olur.

Bu ifâdenin mânasının:

a) "Sizler, mâni olamazsınız";

b) "Sizler, kendinizi koruyamazsınız";

c) "Sizler, kurtulamazsınız" şeklinde olabileceği de ileri sürülmüştür ki, bütün bu manâlar birbirine yakındır.

Bil ki Nûh (aleyhisselâm), onların şüphelerine cevap verince, sözünü kesin bir ifâdeyle bitirerek, ben sizin iyiliğinizi arzu etmiş olsam bile, bu nasihatim size fayda vermez... "demiştir. Yani, "Eğer Allah sizi saptırmayı İstemişse, benim nasihatim kesinlikle size fayda vermez..." demektir. Alimlerimiz, bu ayetle, Allahü Teââlâ'nın bazan, kulundan küfrü irade ettiği ve O, ondan bunu dilediğinde de, o kuldan imanın sâdır olmasının imkânsız olduğu hususunda istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Nûh (aleyhisselâm), "Eğer Allah sizi saptırmayı dilemişse, ben sizin iyiliğinizi arzu etmiş olsam bile, bu nasihatim size fayda vermez..." demiştir ki, bu ketemin takdiri, "Eğer Allah sizi saptırmayı ve dalâlete düşürmeyi istemişse, benim nasihatim fayda vermez..." demektir. Bu da, bizim görüşümüz lehinde olan açık bir ödedir."

Mutezilenin Bu Ayeti Tevili

Mutezile ise şöyle demiştir: Ayetin zahiri, Allahü teâlâ'nın, kâfirleri saptırmayı istediğinde, peygamberinin nasihatinin fayda vermeyeceğine delâlet etmektedir ki, bu bizce de müsellemdir. Zira biz biliyoruz ki Allah bir kulunu saptırmak istediğinde, kuluna nasihat edenlerin nasihati fayda vermez. Fakat, "Siz niçin, "Allah bu saptırmayı istemiştir" diyorsunuz? Zira münakaşa ancak bu husustadır. Aksine biz diyoruz ki, Nûh (aleyhisselâm) bu sözü ancak, Allah onları saptırmadığına, aksine tercihi onlara r-'alığına delâlet etsin diye zikretmiştir. Bunu şu iki şekilde izah edebiliriz:

1) Nûh (aleyhisselâm), Allah'ın kullarını saptırmak istediği zaman, onun nasihatinin herhangi bir faydası olamayacağını beyan buyurmuştur. Binâenaleyh, onun nasihatında herhangi bir fayda olmasaydı, Allah, Nûh (aleyhisselâm)'a, kâfirlere nasihat etmesini emretmezdi. Halbuki müslümanlar Nûh (aleyhisselâm)'un, kâfirleri dine davet etmekle ve onlara -âs hat etmekle görevli olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Böylece, bu nasihatin faydadan hâlî olmadığını anlamış oluyoruz. Nasihat faydadan hâlî olmayınca, Allahü teâlâ'nın onları saptırmadığına kesinkes hükmetmek gerekir. Öyleyse bu, işte bu açıdan bizim lehimize bir delil olmuş olur.

2) Şayet, Allah'ın onları saptırdığına hükmedilirse, bu, iman etmeme hususunda kafirler için bir mazeret olur ve Hazret-i Nûh da onlarla münazara etmezdi. Zira onlar Nûh (aleyhisselâm)'a "Sen, Allah'ın bizi saptırması halinde, senin nasihatinin ve bizim gayretimizin herhangi bir faydasının bulunamıyacağını kabul ettin. Şu halde sen, Allah'ın bizi saptırmadığını iddia etmekle bizi mazur kılmış oldun. Öyleyse, bu daveti kabul etmemiz gerekmez" derler. Böylece durum, şayet karşı tarafın demiş olduğu gibi olsaydı bu, kâfirlerin lehine, Hazret-i Nuh'un da aleyhine bir hüccet olmuş olurdu. Nûh (aleyhisselâm)'unda kendisini acze düşürecek Allah'ın hüccetini izahtan aciz bırakacak Dir sözü ileri sürmesinin caiz olamayacağı malûmdur. Böylece bu anlattıklarımızla, ayetin Cebriyye'nin görüşüne delâlet etmediği sabit olmuş olur.

Daha sonra Mutezile, bu hususta çeşitli teviller yapmıştır:

1) "O kâfirler, mecbur idiler. Ve onlar, kendi küfürlerinin Allah'ın dilemesiyle olduğunu söylüyorlardı. İşte bundan dolayı Hazret-i Nûh (aleyhisselâm), eğer durum onların dediği gibi ise, nasihatinin onlara fayda veremeyeceğini söylemiştir. Bunun misali bir kimsenin çocuğunu, suçundan dolayı cezalandırıp; çocuğu, "Ben bundan başkasını yapamam" dediğinde, babasının, "O halde, benim nasihat ve zorlamam sana fayda vermeyecektir" demesine benzer. Babasının böyle demesinin maksadı, çocuğunu, ileri sürdüğü şey hususunda tasdik etmek değil, aksine onu kabul etmemektir

2) Hasan el-Basrî, yuğviyekum kelimesine, "size azab etmeyi..." manasını vermiştir. Böyle olması halinde ayet-i kerimenin manası, "Size azâb gelip, siz de o zaman iman ettiğinizde, işte o gün benim nasihatim size fayda vermez. Çünkü, azab inerken edilen iman kabul olunmaz. Benim nasihatim size, ancak azabı görmenizden önce iman etmeniz halinde fayda verir" şeklindedir.

3) Cübbaî şöyle demiştir: "Gevâye kelimesi, isteğine ulaşamamaktır. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, 'İşte bunlar da ileride azgınlıklarının cezasına uğrayacaklardır" (Meryem, 59) ifadesidir. Yani, "Ahiret hayırlarını elde edemeyeceklerdir" demektir. Nitekim, şair de "Kim azgınlık yaparsa, azgınlığına mukabil, kendisini kınayandan başka bir şey elde edemeyecektir" demiştir.

4) O kimse, küfründe devam edip onda ısrar edince, Allah lütuflarını ondan kesmiş ve onu kendi başına bırakmıştır. Dolayısıyla bu durum, Cenâb-ı Hakk'ın o kimseyi saptırmak istemesine benzer bir haldir. İşte bundan dolayı, "Allah, onu saptırdı" denilmesi güzel ve yerinde olmuş olur."

Mutezile'nin bu konudaki sözlerinin tamamı budur. Mutezile'nin bu ve benzeri fikirlerine verdiğimiz cevaplar, defalarca geçmişti. Binâenaleyh, bunları defalarca tekrarlamaya mahal bulunmamaktadır.

İki Şart Cümleciği İhtiva Eden Cümle

Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer Allah sizi helak etmeyi dilemişse, ben sizin iyiliğinizi arzu etmiş olsam bile, bu nasihatim size fayda vermez..." ayeti, kendisinden sonra başka bir şartın geldiği, bir şarta bağlanan bir "ceza" cümlesidir. Bu da, lafız bakımından sonra gelen, şartın hükmünün var olması bakımından önce olmasını gerektirir. Bu böyledir, zira bir kimse hanımına, "Eğer sen eve girersen boşsun!" dediğinde, bundan anlaşılan, talâkın, girme işinin levazımından olmasıdır. Binâenaleyh o kimse, meselâ, "Eğer ekmek (de) yersen..." demek suretiyle, önceki (eve girmek) şartından sonra, bir başka şart daha ilave ettiğinde, o zaman anlaşılan ve kastedilen önceki şarta bağlanmış olan o cezanın, ikinci şartın tahakkukuna da bağlanmış olmasıdır. Halbuki şart, var olma bakımından, meşrût'tan, (şart koşulan şeyden) önce olur. Buna göre, eğer ikinci şart tahakkuk ederse, ceza o birinci şarta bağlanmış olur. Ama, ikinci olarak zikredilen şart bulunmadığı zaman, o ceza, o zaman birinci şarta taalluk etmez. İşte ayetin terkibindeki hakikat de budur. İşte bundan dolayı fukaha, lafızda muahhar olan şartın, manada önce; lafızda önce olanın, manada sonra geleceğini söylemişlerdir.

Bil ki Nüh (aleyhisselâm), bütün bunları izah edince, "O, sizin Rabbinizdir. Ve nihayet ancak Ona döndür üteceksiniz" demiştir. Bu, tehdidin doruk noktasıdır. Yani, "O, sizi yaratan, sizi terbiye eden, ölümden önce ve ölüm esnasında, sizin zât ve sıfatlarınızda tasarruf sahibi olan ve ölümünüzden sonra da kendisine varacağınız ilâhınızdır" demektir. İşte bu üslup sakındırmanın en ileri derecesini ifâde eder.

35

(Habibim) belki "Onu kendiliğinden uydurdu" derler. De ki: "Eğer ben onu kendim uydurdumsa günahı benim üstüme olsun. Halbuki ben sizin irtikâp edegeldiğiniz şeylerden uzağım".

Bil ki, ifterah kelimesinin manası, "O onu uydurdu; onu icad etti ve o onu kendilerinden yaptı" demektir. Buradaki hû zamiri, o kâfirlere tebliğ edilmiş olan râcidir. Nûh (aleyhisselâm) "...günahı benim üstüme olsun" demiştir. mahzurlu ve yasak olan şeyleri arzu edip onları yapmaktır. Bu, muzafın hazfedilmesi kabilinden bir ifâdedir. Çünkü, kelamın takdiri, "İşlediğim günahın cezası benim üstümedir" şeklindedir. Ayette bir başka hazf daha bulunmaktadır ki, bu da, kelamın takdirî manasının, "Eğer ben onu uydurdu isem, suçumun cezası bana aittir. Yok, eğer ben doğru söylüyor ve siz de beni yalanlıyorsanız, bu yalanlamanızın cezası da size aittir" şeklinde olmasıdır. Ancak var ki, söz bu hazfe delâlet ettiği için, bu bırakılıp, söylenmeyen kelimeler -azledilmiştir. Bu, tıpkı"..gecenin saatlerinde taat ve ibâdet eden kimse gibi midir?" (Zumer, 9) ayetinde olduğu gibidir ki, Cenâb-ı Hak bu ayette, bazı şeyleri zikretmemiştir. Ayetteki "Ben, sizin suçunuzun cezasından uzak ve beriyim" demektir. Müfessirlerin ekserisi, bu sözün, Hazret-i Nuh'un sözünün devamı olduğu ve bu ayetin, Hazret-i Nuh'un kıssasının nakledilmesi esnasında, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kıssası hakkında vaki olduğu kanaatindedirler ki, onların : sözü, gerçekten kabul edilemeyecek uzak bir ihtimaldir. Hem, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)' un "Eğer ben onu kendim uydurdumsa, günahı benim üstüme olsun" sözü, onun bir şüphe içinde olduğuna delâlet etmez. Ancak ne var ki bu, risâletini kabul etmelerinden ümidini kestiği esnada, inkarı manada söylenilmiş olan bir sözdür.

Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'un Teskin Edilmesi

36

"Nuh'a şu hakikat vahyolundu: "Kavminden gerçek iman etmiş olanlardan başkası asla iman etmeyecekler. O halde işleyegeldikleri şeyden tasalanma".

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

İbn-i Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir; "Bu azâb Allah katından gelince, Hazret-i Nuh (aleyhisselâm), kavmine beddua ederek: "Yâ Rabbi, yeryüzünde kâfirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma!" (Nuh, 26) demiştir.

Şu halde Cenâb-ı Hakk'ın buyruğunun manası "üzülme" demektir. Ebu Zeyd şöyle demiştir: "Arapça'da, insanın başına hoşlanmadığı birşey geldiğinde "adam hüzünlendi" denilir. Nitekim Ebu Ubeyde, "Allah'ın taksimine sana ayırdığına .hiç hüzünlenmeksizin yönel ve al onu! Efendi efendi, gönlü rahat kişi olarak otur yerine!.." beytini nakletmiştir. Buradaki gayre mubteis: "Mahzun olma, ve hoş karşıla..." demektir.

İkinci Mesele

Alimlerimiz, kaza ve kader hakkındaki görüşlerinin doğru olduğuna dair bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir; "Allahü teâlâ, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'un kavminin, artık bundan sonra iman etmeyeceğini haber vermiştir. Binâenaleyh, şayet onlardan iman tahakkuk etmiş olsaydı o zaman bu iman ya hem bu haber ve bu bilgi doğru bir haber ve bilgi olarak kalması; yahut bu haberin yalana, bu ilmin de cehle dönüşmesi tarzında tahakkuk etmiş olurdu. Birincisinin bâtıl olduğu açıktır. Zira imanın varlığı halinde, imanın yokluğuna dair haberin doğru olması; iman mevcut iken imanın yokluğuna dair bilginin hasıl olması, iki zıddın aynı anda bir arada bulunması demek olur. İkincisi de bâtıldır; zira, Allah'ın haberinin yalana, ilminin de cehle dönüşmesi imkânsızdır. Onlardan imanın sadır olmasının, mutlaka bu iki kısım üzere olmasının gerektiği ve bunlardan herbirinin de imkânsız olduğu sabit olunca, onlar iman etmekle emredilmiş oldukları halde, onlardan imanın sadır olması imkânsız olur. Hem kâfirler iman etmekte emrolunmuşlardır. Allah'ı, verdiği her haber hususunda tasdik etmek de imandandır. Cenâb-ı Hakk'ın, "kavminden gerçek iman etmiş olanlardan başkası asla iman etmeyecektir" beyanı da bu manadadır. Şunu kabul etmemiz gerekir: Onlar, kendilerinin iman etmeyeceklerine dair habere de iman etmekle görevli idiler ki bu, iki zıddı bir arada bulundurmayı teklif etmektir. Bu sözün izahı, bu kitapta defalarca geçmiştir.

Üçüncü Mesele

Mutezile, Allah'ın, içlerinde iman edeceklerini yahut da, zürriyetleri içinde iman edecek kimselerin bulunduğunu bildiği bir kavme, köklerini kazıyıp kurutan bir azabı indirmesinin caiz olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, bazıları bunun caiz olmadığını ileri sürmüşler ve Cenâb-ı Hakk'ın, Nûh (aleyhisselâm)'dan nakletmiş olduğu, "Ya Rabbi yeryüzünde kâfirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma! Çünkü eğer sen onları bırakırsan, kullarını yoldan çıkarırlar. Kötüden, öz kâfirden başka da evlât doğurmazlar" (Nuh, 26-27) sözüne tutunarak şöyle demişlerdir: "Bu, Allahü teâlâ'nın ne onların içinde, ne de onların zürriyetleri içinde iman edecek tek bir kimsenin bulunmadığını bildiği için, onların üzerinde köklerini kazıyan bir azabı indirmiş olmasının yerinde ve uygun olduğuna delâlet etmiştir." Hem, Mutezilî bir alim olan Kadî, hem de bizim alimlerimizin pek çoğu ise şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ'nın onların içinde iman edecek olan bir kimsenin sunduğunu bildiği halde, azâb indirmesi caizdir."

Nüh (aleyhisselâm)'un, "Ya Rabbi, yeryüzünde kâfirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma!" şeklindeki sözüne gelince bu, Hazret-i Nuh'un bunu, ancak, onların Allah'ın kullarını saptırdıklarını ve onların doğurduklarının da sadece öz günahkâr ve kâfir olduklarını bildiği için, istemiş olduğuna delâlet eder ki, bu da, bu hükmün, bu iki illetin toplamına göre verilmiş olduğuna delâlet eder. Yine bu ifâde de, bu iki illetin bulunmaması hafinde o azabın İndirilmesinin caiz olmayacağına dair bir deli de bulunmamaktadır.

Doğruya en yakın olan şöyle denilmesidir: Nûh (aleyhisselâm), onların iman etmelerini aşırı bir biçimde arzuladığı için Rabbinden onları bırakmasını, imha etmemesini istemişti, bunun üzerine de Rabbi ona, kalbinde bulunan o arzuyu silmek için, onlardan hiç lansenin iman etmeyeceğini bildirmişti. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "O halde, işleyegeldikleri şeyden tasalanma" buyurmuştur. Bu, "Bundan dolayı üzülme ve tanda bir zillet olduğunu sanma. Zira, kendisine tutunanların sayısı az olsa dahi din sizdir. Kendisini ileri sürenlerin sayısı çok olsa dahi, batıl, zelil ve hakirdir" demektir.

Hazret-i Nuh'a Gemi Yapma Emri Veriliyor

37

"Bizim nezâretimiz ve vahyimiz ile gemi yap. Zulmedenler hakkında bana birşey söyleme. Çünkü onlar suda boğulmuşlardır".

Bil kî, Cenâb-ı Hakk'ın, bir önceki ayetteki, "kavminden gerçek iman etmiş olanlardan başkası asla iman etmeyecektir " beyanı, O'nun, onları helak edeceğini, azaba duçar kılacağını Nûh (aleyhisselâm)'a bildirmiş olduğunu gösterir. Ama bu, aynı zamanda, Allah'ın onlara çeşitli azabla azab edeceğine ihtimali olan bir ifadedir de. Böylece Allahü teâlâ, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'a, kendisine iman etmeyenlere, boğma azabı ile azab edeceğini bildirmiştir. Boğulmaktan kurtulmanın yolu gemi yapmak olunca, pek yerinde olarak Cenâb-ı Allah da Nûh (aleyhisselâm)'a gemi yapıp onu hazırlamasını emretmiştir. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Hazret-i Nûh'a bu gemiyi kuşların göğüs kafesi biçiminde yapmasını emretmiştir.

Buna göre şayet, "Cenâb-ı Hakk'ın, "gemi yap" emrinin vücub mu, yoksa ibâha ifade eden bir emir mi olduğu" sorulursa, biz deriz ki:

Daha zahir olanı, bunun vücub ifâde eden bir emir olmasıdır; zira Hazret-i Nuh'un hem kendi canını, hem de başkalarının canını bu helâktan korumasının yolu, ancak budur. Canı, helak olmaktan korumak ise, vâcibtir. Vacibi gerçekleştirmeye vesile olan şey de vâcibtir. Bu emrin, vücub ifade eden bir emir olmayıp, aksine ibâha ifade eden bir emir olması da muhtemeldir. Bu durumda bu, insanın, oturup içinde ikâmet edebilmesi gayesiyle kendisine bir ev, bir yurt edinmesi gibidir.

Allah Hakkında "A'yün" Nasıl Anlaşılmalı?

Cenâb-ı Hakk'ın, buyurmasına gelince, bu ifâdeyi şu sebeplerden dolayı zahirî manasına hamletmek mümkün değildir:

a) Bu ifade, Allahü teâlâ'nın pekçok gözü olmasını iktiza eder ki, bu durumda bu, buyruğunun zahirine ters düşer.

b) Bu ifade, Nûh (aleyhisselâm)'un, o gemiyi o gözler sayesinde yapmış olmasını iktiza eder. Bu da, "bıçak ile kestim", "kalem ile yazdım" denilmesi gibi olur. Halbuki, "o gözler ile yaptım" denilmesi bâtıl ve yanlıştır.

c) Allahü teâlâ'nın uzuvlardan, organlardan, kısım ve parçalardan münezzeh olduğu kesin olan aklî delillerle sabittir. Öyleyse işte bütün bunlardan dolayı bu lafzı tevil etmek gerekir. Bu tevîl de birkaç yönden yapılabilir:

1) Bu tabirin manası, "Hazret-i Nûh'a , geminin nasıl yapılacağını öğreten meleğin gözetimi ile... yap..." şeklindedir. Bu tıpkı, "falan kişi, falan üzerinde ayın (göz)dür; onun hallerini araştırmak ve gözünü ondan Kıç ayırmamak üzere görevlendirilmiştir" denilmesi kabilindendir. (Yani göz mecazi olarak "nezaretçi" manasında kullanılmıştır.)

2) Bir kimse bir şeye çok itinâ gösterirse, gözünü onun üzerine diker. Binâenaleyh, gözü bir şeye dikmek, o şeye çok ihtiyat ve itina götürmenin bir sebebi olunca, bu ifâdedeki "ayn" ifâdesi, ihtiyat ve itinâdan bir kir olmuş olur. İşte bundan dolayı müfessirfer, bunun manasının, "Bizim, seni tıpkı, görüp ve seni kötülükleri def edebilen kimsenin koruması tarzında olan bir korumayla gemiyi yap!" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Netice olarak denilebilir ki: Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'un gemiyi yapmaya yönelmesi şu iki şeye bağlanmıştır:

a) Düşmanlarının, onun o işine mâni olamayışları.

b) Onun, geminin nasıl yapılacağını ve kötülüğü ve şerri kendisinden nasıl giderebileceğini bilmesi. Cenâb-ı Hakk'ın "vahyimiz ile" tabiri, Allahü teâlâ'nın nasıl yapacağını vahyettiğine bir işarettir. Böyle olması halindedir ki, ancak bundan bir netice elde edilebilir.

Cenâb-ı Hakk'ın "Zulmedenler hakkında bana hiçbir şey söyleme. Çünkü onlar suda boğulacaklardır" buyruğuna gelince, bu hususta şu izahlar yapılabilir:

a) Bu, "Benden, onlardan azabımı geciktirmemi isteme, zira ben, onlar hakkında hûkmümü verdim..." demektir. Nûh (aleyhisselâm) bunu anlayınca, işte bundan sonra kavmine beddua ederek, "Ya Rabbi, yeryüzünde kâfirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma!.." (Nûh, 26) demiştir.

b) Bunun manası, "O cezaların o zulmedenlere hemen verilmesi hususunda bana da şey söyleme; zira ben, o azabı belirli bir zamanda indirmeyi hükmedince, onu hemencecik indirmek imkânsız olur" şeklindedir.

c) Ayetteki "zulmedenler" ifadesiyle kastolunanlar, onun karısıyla oğlu Ken'ân'dır.

Hazret-i Nûh Gemi Yapıvor

38

Âyetin tefsiri için bak:39

39

O gemiyi yapıyordu. Kavminden herhangi bir güruh yanından geçtikçe, onunla eğleniyorlardı. Dedi ki: "Eğer bizimle eğlenirseniz, biz de sizinle bu eğlendiğiniz gibi eğleneceğiz! Artık kendisini rüsvây edecek azabın kime gelip çatacağını, daimî azabın da kimin başına geleceğini ileride bileceksiniz"

Cenâb-ı Hakk'ın "Nuh gemiyi yapıyordu " cümlesine gelince, bu hususta iki mesele bulunmaktadır:

Birinci Mesele

Bu cümle ile ilgili iki açıklama yapılmıştır:

a) Bunda muzari, mazide cereyan etmiş bir durumun hikâye edilmesidir. Yani, o vakitte, onun hakkında "gemi yapıyor" denilmesi yerinde bir ifade olurdu" demektir.

b) Kelamın takdiri "Gemi yapmaya yöneldi" şeklinde olup, burada ifadesiyle yetinilmiştir.

Geminin Bazı Vasıfları

Alimler, bu geminin vasfı hususunda pekçok görüş belirtmişlerdir:

1) Nûh (aleyhisselâm), o gemiyi iki senede yaptı. Bunun dört senede yapıldığı da ileri sürülmüştür. Ve yine o geminin uzunluğunun üçyüz zira', eninin elli zira' olduğu belirtildiği gibi, onun yukarıya doğru, su yüzünden itibaren yüksekliğinin otuz zira' olduğu ve abanoz ağacından yapıldığı, üç bölümü bulunduğu; en alt bölüme vahşi hayvanların, yırtıcı hayvanların ve haşerâtın; orta bölüme hayvanların ve en'âm (sığır, deve, koyun cinsi) yüklendiği; en üst bölüme de kendisiyle beraber, inananlar ve ihtiyaç duydukları yiyeceklerin konulduğu, ayrıca Hazret-i Adem'in cesedinin de gemiye yüklendiği de ileri sürülmüştür.

2) Hasan el-Basrî şöyle demiştir:

"Geminin boyu binikiyüz; eni ise altıyüz zira' idi."

Bil ki bu gibi konular benim hoşuma gitmiyor. Çünkü bunlar bilinmesine kesinlikle ihtiyaç olmayan ve bilinmesinde fayda da bulunmayan şeylerdir. Dolayısıyla, böyle konulara dalmak lüzumsuz şeylerden olur. Hele hele ortada doğru olanı gösteren herhangibir belge olmazsa. Bizim bildiğimiz, o geminin, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'un kavminin mü'minlerini, ihtiyaç duydukları şeyleri ve her hayvandan bir çifti alacak kadar geniş olmasıdır. Çünkü bu kadar bilgi Kur'ân'da zikredilmiştir. Fakat bunun dışında kalan hususlar Kur'ân'da zikredilmemiştir.

Kavminin Hazret-i Nuh ile Alay Etmesi

Cenâb-ı Hakk'ın "Kavminden herhangi bir güruh yanından geçtikçe onunla eğleniyorlardı" buyruğuna gelince, bunda geçen "mele"' kelimesinin tefsiri hususunda şu izah yapılmıştır:

a) Bu, onlardan herhangi bir güruhtur;

b) Onların ileri gelenlerinden ve kodamanlarından olan bir güruhtur. Alimler, onların hangi hususta Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'la alay ettiklerinde ihtilaf etmişlerdir. Bu konuda da şu izahlar yapılmıştır:

1) Onlar, "Ey Nûh, sen Allah'ın peygamberi olduğunu iddia ediyordun; ama şimdi marangozluğa başladın" diyorlardı.

2) Eğer sen, iddianda doğru olsaydın, tanrın seni bu zor ve güç işten müstağni kılar böylesine yorulmana ihtiyaç bırakmazdı" diyorlardı.

3) Onlar daha önce hiç gemi görmemiş ve ondan nasıl istifâde edileceğini bilmiyorlardı. İşte bundan dolayı gemiye şaşıyor ve Hazret-i Nuh'la alay ediyorlardı.

4) O gemi gerçekten çok büyüktü ve Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) onu sudan çok uzak bir yerde yapıyordu. Onlar, bundan ötürü, "burada su yok ve senin onu büyük nehirlere, denizlere taşıman mümkün değil" diyorlar ve bunu bir nevî akılsızlık ve delilik ; sayıyolardı.

5) Hazret-i Nuh'un kavmi içindeki ömrü uzayıp, bu müddet zarfında onları boğulma azabı ile inzâr edince ve onlar da buna dair hiçbir emare ve işaret görüp müşahede edemeyince, zann-ı galiblerince, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'un bu sözünde yalancı olduğuna hükmettiler. Bu sebeble de, Hazret-i Nüh (aleyhisselâm) gemi yapmaya başlayınca, onunla alay ettiler. İzah edilen bütün bu hususlar ihtimal dahilindedir.

Hazret-i Nuh'un Onlara Cevabı

Allahü teâlâ daha sonra, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'un "Eğer bizimle alay ederseniz, biz de sizinle, bu alay ettiğiniz gibi, alay edeceğiz"

Dediğini nakleîmiştir. Bu ifade ile ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır:

1) Kelamın. takdiri, "Eğer siz bizimle şu anda eğleniyor iseniz, başınıza dünyada boğulma belası, ahirette de zelil ve rüsvay olma hadisesi geldiği zaman, biz de sizinle Aynen sizin eğlendiğiniz gibi, sizinle alay edeceğiz" şeklindedir.

2) Eğer yaptığımız iş hususunda, câhil olduğumuzu söylüyorsanız, biz de size, üzerinde olduğunuz küfür hususunda ve Allah'ın gazabı ile azabına maruz kalmanız "hususunda cahil olduğunuzu söylüyoruz. Demek ki siz, alay edilmeye bizden daha müstehaksınız.

3) Eğer siz, bizim câhil olduğumuzu söylüyorsanız, bilin ki biz de sizin câhil olduğunuzu söylüyoruz. Hem sonra sizin cehaletiniz daha çok ve daha ileridir. Çünkü siz tıpkı çocukların ve câhillerin yaptığı gibi, işin gerçeğini bilmeyip, durumun zahirine adandığınız için, bizim câhil olduğumuzu söylüyorsunuz.

İmdi, "Alay ve istihza günahtır. Öyleyse bunu yapmak, peygamberlere nasıl uygun düşer?" denilirse, biz deriz ki: "Allahü teâlâ, alaya karşılık vermeyi, mukabele etmeyi aylay etme " diye ifâde etmiştir. Bu tıpkı Allah Tealâ'nın "Kötülüğün karşılığı ona denk bir kötülüktür"(Şura. 40) ayetinde olduğu gibidir."

Cenâb-ı Hak, "Artık kendisini rüsvay edecek azabın kime gelip çatacağını ileride bileceksiniz" buyurmuştur. Yani, "Alay edilmeye kimin müstehak olduğunu ve kimin en güzel neticeyi elde edeceğini bileceksiniz."

Ayetteki "Kime gelecek" ifâdesi hususunda şu iki izah yapılmıştır:

a) Bunun başındaki men edatı, eyyü manasında bir istifhamdır. Buna göre sanki, "siz, o azabın hangimize geleceğini göreceksiniz" denilmektedir. Bu izaha göre, men, mahallen merfu, mübtedâ olmuş olur.

b) Bu edat, ellezi manasınadır. Bu durumda o mahallen mansub olur.

Cenâb-ı Hak, 'Vaimi azabın da kimin başına geleceğini (bileceksiniz)"; yani "o azabın, devamlı olarak, kime musallat olacağını görüp anlayacaksınız..." buyurmuştur.

Geminin Tamamlanması ve Bindirme İşleminin Yapılması

40

"Nihayet emrimiz gelip de fırın kaynadığı zaman, dedik ki: "Her birinden ikişer çift ile, aleyhinde söz geçmiş (helakleri takdir edilmiş) olanlar müstesna, aileni ve iman edenleri, içine yükle." Zaten onun yanındaki az sayıda insandan başkası da iman etmemişti".

Ayette ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Ayetin başındaki hatta, kendisi ile yeni bir cümleye başlanan, hatta-yı ıbtidâiyyedir. Burada o, şart ve ceza cümlesinin başına gelmiş ve geçen ayetteki, "ve (Nûh) gemiyi yapıyordu" cümlesinin gayesi (son vadesi) olmuştur. Yani, "Nûh o gemiyi, vaadedilen o tufan vakti gelinceye kadar yaptı" demektir."

Emr Kelimesinin Tefsiri

Ayetteki, "Emrimiz gelip" ifâdesindeki "emir" kelimesi şu iki manaya muhtemeldir:

a) Allahü teâlâ, herşeyin kendi emri ile olduğunu beyân buyurmuştur. Nitekim O, "Bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman sözümüz ancak ona "öl" demektir. O da derhal oluverir" (Nahl, 40) buyurmuştur işte bu ayetteki emir" ile de bu mana kastedilmiştir.

b) Bununla vaadedilen o azab irade edilmiştir.

Tennûr Hakkında İzahat

Ayette geçen "tennûr" ile ilgili iki görüş vardır:

a) Bu, içinde ekmek pişirilen "tandır" manasındadır.

b) Bu, tandırdan başka birşeydir.

Birincisi, İbn Abbas, Hasan el-Basrî ve Mücâhid gibi müfessirlerin büyük bir kısmının görüşüdür. Bunlar da kendi aralarında ihtilaf etmişler ve bazıları bunun, Hazret-i Nuh'a ait bir tandır olduğunu söylerken; Hazret-i Adem'e ait bir tandır olduğu da söylenmiştir. Nitekim Hasan el-Basrî, "bunun taştan olup, Hazret-i Havva'ya ait iken daha sonra Hazret-i Nûh'a geçtiğini" söylemiştir. Alimler bu tandırın -erede olduğu hususunda da ihtilaf etmişlerdir Şa'bi, onun Küfe taraflarında olduğunu söylemiştir. Hazret-i Ali (k.v)'den, "onun, Küfe Mescidi'nde olduğu" rivayet edilmiştir. "Onun içinde, yetmiş peygamber ekmek pişirmiştir" demiştir. Bu tandırın, Şam'da "Aynü Verdân" denilen yerde olduğu da söylenmiştir. Bu görüş Mukatilc aittir. Bu "tennûr"un, Hindistan'da olduğu da söylenmiştir. Yine Hazret-i Nuh'un hanımının o tandırda ekmek pişirdiği, Hazret-i Nuh'a tandırdan su çıkmaya oaşladığını haber verdiği, böylece Hazret-i Nuh'un eşyaları gemiye yüklemeye başladığı da söylenmiştir.

İkinci görüşe göre, ayetteki "tennûr" ile, ekmek pişirilen tandır kastedilmemiştir. Bu görüşe göre, tennûr hakkında çeşitli izahlar yapılmıştır:

1) Bu, "yeryüzünden su fışkırmaya başladı" manasındadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Biz de göğün kapılarını açıp, şarıl şarıl su akıttık. Yeri de kaynaklar halinde fışkırttık. (Her iki) su, ezelde takdir edilmiş bir emr üzerinde birleşiverdi" (Kamer, 11-12) buyurmuştur. Araplar, yeryüzüne "tennûr" demişlerdir.

2) Tennûr, yeryüzünün en kıymetli ve en yüksek bir yeridir. Tufan suyu, Hazret-i Nûh için bir mucize olsun diye, o yüksek yerden çıkarılmıştır. Hem sonra manası, "su, yeryüzünün yüksek tepelerinden ve yerlerinden kaynayıp fışkırınca, bu yerler, yüksekliğinden ötürü tandırlara benzetildi" şeklindedir.

3) Bu kelime, "sabah doğdu" manasınadır. Bu görüş, Hazret-i Ali'den nakledilmiştir.

4) Kelimenin, "iş şiddetlendi (hızlandı)" manasına olması da muhtemeldir. Nitekim Arapçada, "Tandır kızdı" yani (iş kızıştı)" denilir. Buna göre ayetin manası, "Ey Nûh, işin kızıştığını ve suyun çoğaldığını gördüğünde, kendini ve beraberindekileri gemiye alıp kurtar" şeklinde olur.

Eğer, "Bu görüşlerin hangisi doğrudur?" denilirse, biz deriz ki: Aslolan (doğrusu) sözü, hakiki manasına hamletmektir. "Tennûr" lafzının ise, hakiki manası "ekmek pişirilen yer" demektir. Dolayısıyla bu lafzı, bu manaya almak gerekir. Suyun ilk önce belli bir yerden fışkırmaya başladığını ve o yerin de (Hazret-i Nuh'un) tandırı olduğunu söylemek de akten imkânsız değildir.

Eğer denirse ki: "Tennûr" kelimesi elif-lam'lıdır, bu da, o tandırın muhatablarca belli ve malum bir tandır olduğunu gösterir. Halbuki yeryüzünde böyle belli bir tandır yoktur. Dolayısıyla bunun, "işin kızıştığını, suyun fışkırdığını gördüğün zaman, hem kendini, hem beraberindekileri kurtar" manasına hamledilmesi gerekir." Biz cevaben deriz ki: Şöyle denilebilir: "Bu tandır, Hazret-i Adem'in veya Hazret-i Havva'nın, yahut da Allah'ın Nûh (aleyhisselâm) için belirleyip gösterdiği bir tandır olup, Cenâb-ı Allah'ın ona, "Sen, o tandırdan su fışkırdığını gördüğünde bil ki iş tamamdır" demiş olması muhtemeldir. Böyle olması halinde, ayetin lafzını zahirî manadan mecazi manaya çevirmeye gerek yoktur.

Dördüncü Mesele

Fare fiili, ateş çok kızgın olduğunda tencerenin kaynamasına benzetilerek, "çok şiddetli ve kuvvetli bir şekilde fışkırdı" manasınadır. Tandırın bizzat kendisinin fışkırmayacağı bellidir. Şu halde bundan maksad, tandırdan suyun fışkırmasıdır. Tandırın fışkırmasının, o kavmin helak olacağının bir alameti olacağının onlara bildirilmiş olması imkânsız değildir. Çünkü bu büyük bir hadisedir. Allahü teâlâ mü'minlere, kurtuluşu vaadetmiştir. Bu sebeple Allah'ın, mü'minlere, o belirli vakti bilip tanıyacakları bir alamet vermesi gerekir. Binâenaleyh bunun, o önemli hadisenin artık geldiğine dâir bir alamet kılınmış olması uzak bir ihtimal görülemez.

Kur'an'da Muarreb Kelimeler Hakkında

Leys şöyle demiştir.-"Tennûr, her dilde kullanılan genel bir kelimedir. Bu manada "tennâr" da kullanılır." Ezherî şöyle der: "Leys'in bu görüşü, bu kelimenin a'cemi (Arapça olmayan) bir kelime olup, Arapların bunu arapçalaştırdıklarına delâlet eder. Bunun delili, kelimenin aslının "tennâr" olup, daha önce Arapça'da "tennûr" diye bir kelimenin bilinmeyişidir.

Bunun bir benzeri de, Arapça'ya Farsça'dan geçen, "dîbâc, dînar, sündüs ve istebrak" kelimeleridir. Çünkü Araplar, bu kelimeleri kullanınca, bunlar da Arapça olmuşlardır.

Geminin İhtiva Ettiği Şeyler

Bil ki tandır kaynamaya, su fışkırmaya başlayınca, Allahü teâlâ Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'a gemiye üç çeşit şeyi yüklemesini emretmiştir:

Zevc Kelimesinin Manası

"Her birinden ikişer eş, içine yükle." Ahfeş şöyle der: "Sen, "şu ikisi, eş (zevc) dirler" dersin. Cenâb-ı Hak da, "Her şeyden iki zevç eş yarattık" (Zariyat. 49) buyurmuştur. Şu halde gök bir zevç, yer bir zevç, kış bir zevç, yaz bir zevç, gündüz bir zevç, gece bir zevc'dir. Yine sen kadına, "zevce" dersin ve "Bu (adam) o kadının zevci" dersin. Cenâb-ı Hak da, "Allah Adem'den deyine onun zevcesini yarattı" (Nisa, 1) ve "Erkek ve dişi iki çifti (zevci) O yarattı" (Necm. 45) buyurmuştur. Böylece tek bir şey için de bazan "zevç" (eş) ifâdesi kullanıldığı sabit olmuş olur. Hak teâlâ'nın, "(Allah) sekiz zevç yarattı, koyundan iki keçiden iki, deveden iki, sığırdan iki... "(En'âm, 143) ayeti de bunu göstermektedir.

Bunu iyice kavradığında biz diyoruz ki, "zevceyn" (iki zevç), biri erkek biri dişi id şey demektir. Buna göre ayetin takdiri, "Böyle olan herşeyden gemiye, biri erkek tari dişi çiftleri yükte" şeklinde olur. İşte bundan ötürü Hafs kıraatinde, ayetteki etme tenvin ile şeklinde okunur, "Herşeyden biri dişi biri erkek olmak re, birer çift yükle" manası kasdedilir.

"Zevceyn", zaten iki olur. O halde, "ayette, (iki zevce, iki çift) denilmesinin hikmeti nedir?" denilemez. Çünkü biz diyoruz ki, bu tıpkı, iki, çift ilah edinmeyin" (Nahl, 51) ve "Tek bir nefha, ."(Hakka, 13) ayetlerinde olduğu gibidir. (Yani tekid ifade edip, ayrı bir çift manasına gelmez.) Fakat meşhur kıraata göre, bu soru söz konusu olmaz.

Alimler, ayetteki "ikişer çift" tabirinin içine, hayvanların dışında kalanların da girip girmediği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Biz diyoruz ki: Hayvanlar buna dahildirler. Çünkü her türlü caniı bu ifâdenin kapsamına girer. Fakat ayetin lafzı, bitkilere delâlet etmez. Ama bu, halin muktezasına göre, uzak bir ihtimal de değildir. Zira insanlar, etkilerin bütün kısımlarına muhtaçtırlar. Rivayetlerde varid olduğuna göre İbn Mes'ûd (radıyallahü anh)'dan şöyle rivayet edilmiştir: "Nuh (aleyhisselâm)'un, aslanı gemiye yüklemeye gücü yetmeyince, aslan humma hastalığına yakalandı. Çünkü, Nûh (aleyhisselâm) "Ya Rabbi, eğer ben onu gemiye bîndirirsem, aslanı nasıl doyururum?" deyince, Cenâb-ı Hak da, "Ben onu, yemekten alıkoyacağım" buyurmuş ve bunun üzerine, aslana humma hastalığını musallat kılmıştı." Bizce en münasip olan tutum, böylesi sözleri bir kenara bırakmaktır; zira mesela fil, yemeğe daha çok muhtaç olduğu halde, hummaya tutulmamıştır!.

Hazret-i Nuh (aleyhisselâm)'un Ailesi

Cenâb-ı Hakk'ın, Nûh (aleyhisselâm)'a, gemiye bindirmesini emretmiş olduğu şeylerin ikincisi, O'nun "aleyhinde söz geçmiş (helakleri takdir edilmiş) olanlar müstesna, aileni..." ayetinin ifâde ettiği husustur. Alimler, "bunlar yedi kişidir; Nûh (aleyhisselâm), üç oğlu Hâm, Sâm ve Yafes; bir de, her birinin karısı" demişlerdir. Yine bunların sekiz kişi olduğu; bunlara ilâveten Nûh (aleyhisselâm)'un hanımının da bulunduğu söylenmiştir.

Cenâb-ı Hakk'ın, "aleyhinde söz geçmiş (helakleri takdir edilmiş) olanlar müstesna" buyruğundan maksad da Nûh (aleyhisselâm)'un oğlu ve hanımı olup, bunlar kâfir idiler; bundan dolayı da Cenâb-ı Hak onların helaklerine hükmetmiştir.

İmdi eğer, "İnsan, diğer bütün canlılardan daha şereflidir. O halde, önce diğer canlıların zikredilmesinin sebebi nedir?" denilirse, biz deriz ki:

İnsan akıllı bir varlıktır. Aklından dolayı da o, helakine yol açacak sebepleri kendisinden uzaklaştırmaya mecburdur. Dolayısıyla bu hususta onu daha fazla teşvike gerek yoktur. Ama, diğer canlıları kurtarma hususunda sa'y-ü gayret göstermeye teşvik etmekse böyle değildir. İşte bundan dolayı önce hayvanlar zikredilmiştir.

Bil ki bizim alimlerimiz, Cenâb-ı Hakk'ın, "aleyhinde söz geçmiş (helakleri takdir edilmiş) olanlar müstesna" buyruğu ile kaçınılmaz (lâzım) olan kaza ve vâcib olan kaderin isbatı hususunda istidlalde bulunmuşlar ve şöyle demişlerdir: "Çünkü, "aleyhinde söz geçmiş (helakleri takdir edilmiş)" kaydı, hakkında kavl-i ilâhi sebkat etmiş olan hiç kimsenin durumunun asla değişmeyeceğini ihsas ettirmektedir. Bu, tıpkı Hazret-i Peygamber'in şu sözüne benzer: "Said, annesinin karnında sâid olandır; bedbaht da, annesinin karnında bedbaht ve şakı olandır. " Müslim, Kader, 3 (4/237); Ibn Mâce, Mukaddime, 7 (1/18) benzeri hadis.

Müminler

Bunlardan üçüncüsü, (......) buyruğunun ifâde ettiği husustur. Alimler, bunların seksen kişi olduğunu söylemişlerdir. Mukatil ise şöyle demiştir "Musul taraflarında bir köy bulunmaktadır; ismi ise, es-Semânîn (seksenler) köyüdür. Bu köye es-Semânîn ismi verilmiştir; zira, (bu seksen kişi) gemiden çıktıkları zaman, bu köyü kurmuşlardır. Bundan dolayı da bu köy, bu adla isimlendirilmiştir." Alimler yine, bu hususlara dair, bundan daha çok veya daha az şeyleri de zikretmişlerdir ki, bütün bu hususları bilmek mümkün değildir. Ancak, Allah onların "az" olduğunu bildirmiştir. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın, '"Zaten onun yanındaki az sayıda insandan başkası da iman etmemişti" buyruğudur.

İmdi, eğer denirse ki "Beraberinde iman edenler gemiye bindikleri zaman bir cemâat olmuşlardır. O halde Cenâb-ı Hak "Şüphesiz bunlar azar azar birer cemâattir"(şuarâ, 54) ayetinde olduğu gibi, niçin buyurmamıştır?"

Cevaben deriz ki:

Her iki ifadeyi kullanmak da caizdir. Burada kelamın takdiri, "Onun yanında, az bir topluluktan başkası iman etmedi" şeklindedir.

İblis'in de gemiye girmiş olduğunu söyleyen rivayete gelince; bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü İblis, cinlerden idi; o ise, ateşten ya da hava misali bir şeyden yaratilmişti. O halde daha nasıl o da boğulabilir? Ayrıca Cenâb-ı Hakk'ın kitabt buna Uet etmediği gibi, bu hususta sahih bir haber de varid olmamıştır. En uygun olanı bu konulara dalmamaktır.

41

"Nuh dedi ki: "Bininiz içerisine. Onun akması da, durması da Allah'ın zdıyladır. Muhakkak ki Rabbim çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir".

Ayetteki kale kelimesi "Nûh (aleyhisselâm)'un kavmine "bininiz" demesini ifade eder. Rükûb kelimesi, "bir şeyin üzerine çıkmak" anlamına gelir. Nitekim Hayvana binmek";"gemiye binmek" "Denize binmek", yani Gemiye binmek" deyimleri de bu anlamdadır. Bir şeyin üzerine çıkan, bir şey onun -zerine binmiş demektir. Nitekim Arapça'da, "Üzerine borç bindi" anlamında denilmektedir. Leys de şöyle demiştir: "Araplar, gemiye binen kimseye derlerdi. Ama rekb ve rükban kelimeleri ise, hayvanlara ve deveye binen cemâate verilen bir isimdir." Vahidî şöyle demiştir: (......) cümlesindeki fi harf-i cerrinîn "binmek" fiilinin müteallakı olması caiz değildir. Çünkü, "Gemiye bindim" denilir, fi harfi burada kullanılmaz. Aksine, doğru olanı şudur: Ayetteki Irkebû "bininiz" fiilinin mef'ûlü hazf olunmuştur. Kelamın takdiri ise, şeklindedir." Aynı şekilde, buradaki harf-i cerrin ifâde ettiği mananın şu şekilde olması da mümkündür: Allah onlara, geminin üstünde değil de, içinde bulunmalarını emretmiştir. Şayet Cenâb-ı Hak, İrkebûhâ demiş olsaydı, onlar kendilerine, geminin üzerinde bulunma emri verildiğini zannedebilirlerdi.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Onun akması da durması da Allah'ın adıyladır" buyruğu ile ilgili olarak birkaç mesele bulunmaktadır:

Ayetteki Farklı Kıraatler

Hamza, Kisâî ve Asım'ın ravisi Hafs, mim'in fethasıyla olmak üzere (......) şeklinde; diğerleri de, mim'in dammesiyle (......) şeklinde okumuşlardır. (......) kelimesinin ise damme ile okunacağında ittifak etmişlerdir. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Mücâhid bu kelimeleri, Lafza-i Celâlin sıfatları olarak, mahallen mecrûr olmak üzere ism-i fail sîgalarıyla (......) şeklinde okumuştur.

Vahidî de şunları söylemiştir:

"Mücra kelimesi, icra (akıtmak) kelimesi gibi bir masdardır. Bunun bir benzeri de (Mü'minun. 29) ve (isra, 80) ayetleridir. Ama bu kelimeyi mim'in fethasıyla mecrâha şeklinde okuyana gelince, bu durumda da kelime masdardır; aynen cery (akmak) kelimesi gibi. Bu kıraatla okuyan kimse, Cenâb-ı Hakk'ın, (Hûd. 42) ayetiyle ihticâc etmiş ve şöyle demiştir: "Şayet bu kelime mücrâha şeklinde olsaydı, burada da (Hûd, 42) ifâdenin şeklinde olması gerekirdi." Bu kelimeyi mücrâhâ şeklinde okuyanın hücceti ise şudur: deyimleri, mana bakımından birbirine yakındır. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak (......) buyurunca, sanki (......) buyurmuş gibi olur. Mürsâ kelimesine gelince, bu da, irsa (demir atmak, durmak) kelimesi gibi masdardır. Arapça'da bir şey demir atıp durduğu, sâbitleştiği zaman (......) denilir, (......) tabiri ise, "Başkası onu durdurdu, sabitleştirdi" anlamındadır. Nitekim Cenâb-ı Hak "Dağları da dikti, sabitleştirdi" (Nâziat. 32) buyurmuştur.

İbn Abbas şöyle demiştir: "O, şunu kasdetmiştir: "Bu gemi, Allah'ın ismi ve kudretiyle akıp gider; yine O'nun kudreti ve ismiyle durur." Yine şu da söylenmiştir: "Nûh (aleyhisselâm) geminin kendilerini götürmesini dilediğinde, "Onun akıp gitmesi Allah'ın adıyladır" der; gemi de akıp gitmeye başlardı. Durmasını istediğindeyse "Durması da Allah'ın adıyladır" der, bunun üzerine de gemi dururdu.

Bismillah Kelimesinin İzahı

"Bismillah" ifâdesindeki i'rabın amili olan bâ harf-i cerri hakkında, alimler birkaç görüş zikretmişlerdir:

a) "Allah'ın adıyla bininiz" demektir.

b) "Allah'ın adıyta başlayınız" demektir.

c) "Onu akıtmak da durdurmak da Allah'ın adıyladır" demektir.

Gemi Hareket Ediyor

Geminin Receb ayının itk gününde yota çıktığı söylenildiği gibi, yine Receb ayının onuncu gününde yola çıktığı, altı ay yol aldığı, Muharrem'in onuncu günü de, Cûdî Dağı'na oturduğu da söylenmiştir.

Üçüncü Mesele

Ayet hakkında iki ihtimal bulunmaktadır: Birinci ihtimal: Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunun toplamının tek bir söz olmasıdır. Buna göre mananın takdiri, "Gemiye, onu akıtan ve durduranın adını zikrederek bininiz" şeklinde olur. Yani, "Bunu zikrederek o gemiye binmeniz yaraşır ve gerekir."

İkinci ihtimal ise, bu ifâdenin iki ayrı söz olmasıdır. Buna göre mananın takdiri şöyle olur: "Nûh (aleyhisselâm) onlara gemiye binmelerini emretmiş; sonra da onlara, bunun akıp gitmesinin de durmasının da ancak Allah'ın adıyla, O'nun emri ve olduğunu haber vermiştir."

Buna göre birinci mana, bir insan bir işe başladığı zaman, ancak mukaddes zikirlerle Allah'ın adını anarak başlamasının uygun ve güzel olacağına; böylece de, istenen maksadın, bu zikrin hareketiyle elde edilip tamamlanacağına bir işarette bulunmuş olur.

İkinci mana ise, Nûh (aleyhisselâm)'un, gemiye bindiği zaman, ümmetine, geminin, kurtuluşun tahakkuk etmesi için bir vesile ve araç olmadığını; aksine yapılması gereken şeyin, azmi sağlam tutup kalbi Allah'ın lütfuna bağlamak olduğunu haber verdiğine; yine onlara, gemiyi akıtıp durduranın ancak Hak teâlâ olduğunu; binâenaleyh, "Sizler gemiye güvenmekten sakının, aksine sizin, Allah'ın lütfuna güvenip dayanmanız gerekir. Zira, gemiyi akıtıp durduracak olan ancak O'dur" demek istediğine delâlet etmektedir. Birinci takdire göre, Nûh (aleyhisselâm) gemiye bindiği ân zikir makamında idi. İkinci takdire göreyse, Nûh (aleyhisselâm) tefekkür ve kendisine kuvvet ve kudret nisbet etmeden uzaklaşma; bütün sebeplerden sarf-ı nazar etme, müsebbibu'l-esbâb olan Allah'ın celâl nuruna dalma (istiğrak) makamında idi.

Bil ki insan, delil ve hüccet ile Marifetullah'ı elde etme hususunda tefekkür edince, zulumât (karanlık) ve dalâlet dalgaları o dağlara ve zulmet tepelerine kadar çıkmış olduğu bir zamanda, sanki o tefekkür ve tedebbür gemisine oturmuş gibidir. Dolayısıyla düşünce ve tefekkür gemisi hareket etmeye başladığında, onun, o esnada Allah'a dayanması, O'na yalvarıp yakarması ve lisân-ı kalb ve akıl gözüyle başbaşa olması gerekir ve o bu esnada, fikir gemisinin, kurtuluş sahiline ulaşması ve dalâlet dalgalarından kurtulabilmesi için, "Geminin akması da durması da Allah'ın adıyladır" der.

Ayetteki "Muhakkak ki Rabbim, çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir" buyruğu ile ilgili olarak şöyle bir soru sorulabilir: O vakit, Cenâb-ı Hakk'ın imha etme ve kahrını, kudretini izhâr etme zamanıdır. Dolayısıyla böyle söylenilmesi nasıl uygun düşer?

Cevap: Belki de, gemiye binen o topluluk, "Biz ilmimizin bereketiyle kurtulduk!" diye inanmış olabilirler. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, bu sözüyle, onların kendilerini beğenmişliklerini izâle etmek istemiştir. Çünkü insan, çeşitli hatalardan ve şehevî duyguların karanlıklarından salim olamaz. O, daima Allah'ın yardımına, lütfuna ve ihsanına; suçlarına karşı merhametli, günahlarına karşı da çok bağışlayıcı olmasına muhtaçtır.

Hazret-i Nuh, Dalgalar Arasında Oğluna Sesleniyor

42

Âyetin tefsiri için bak:43

43

"O gemi bunları dağlar gibi dalgalar içinden akıtıp götürüyordu. Nuh ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna bağırdı: "Evladım! Gel bizim yanımıza sen de bin, kâfirler ile beraberolma." O, dedi ki: "Bir dağa sığınırım, o beni sudan korur." Nuh da şöyle dedi. "Bugün Allah'ın emrinden, esirgeyici olan kendisinden başka, hiçbir koruyucu yoktur." Derken ikisinin arasına dalga girdi, o da boğulanlardan oldu".

Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Burası mahzuf bir söz ile alâkalı olup, kelamın takdiri şöyledir: "Nuh (aleyhisselâm), "Gemiye bininiz" deyince, onlar o gemiye, -o gemi bunları dağlar gibi dalgalar içinden akıtıp götürüyorken-, "Allah'ın adıyla" diyerek bindiler."

İkinci Mesele

Büyük dalgalar ancak, çok şiddetli fırtınalar ve kasırgalar olduğu zaman meydana gelir ki, bu da o zaman çok şiddetli kasırga ve fırtınaların meydana geldiğine delâlet eder ki bundan maksat da, o zamanki korkunun ve dehşetin şiddetini beyan etmektir.

Üçüncü Mesele

"Dalgalar içinde akıp gitmenin" manası, o geminin dalgaların içinde olması anlamına gelir ki, bu da boğulmayı gerektiren bir haldir. Şu halde bundan maksad şudur: O dalgalar, o gemiyi her taraftan kuşatınca, o gemi, âdeta o dalgaların içinde, hareket eden bir şeye benzetilmiştir.

Sonra Hak teâlâ, Nûh (aleyhisselâm)'un oğluna seslendiğini nakletmiştir. Bu hususta birkaç mesele bulunmaktadır:

Hazret-i Nuh'un Gerçek Oğluna Hitab Ettiği Görüşü

Alimler, Hazret-i Nuh'un seslendiği kimsenin, onun oğlu olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu hususta da taç birkaç görüş vardır:

Birinci görüş: O kimse, gerçekte Hazret-i Nuh'un oğludur. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, bunu açıkça zikredip, "Nûh oğluna bağırdı" buyurmuş olmasıdır. Yine Hazret-i Nûh da bu hususta, açık bir ifâde zikrederek "Evlâdım!" demiştir. Bu lafzı, Hazret-i Nuh'un yetiştirdiği bir evlatlık anlamına alıp, bu sebepten de ona "oğul!" denilebileceğini ileri sürmek, sözü, hiç zaruret yok iken hakiki manasından mecazi manasına götürmek olur ki bu caiz değildir. Bu zahiri manaya muhalefet edenler ise, şunun için muhalefet etmişlerdir: Bunlar, masum olan bir peygamberin çocuğunun kâfir olmasını imkânsız görmektedirler. Bu, uzak bir ihtimaldir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in babasının kâfir olduğu kesindir. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'ın babası da, Kur'ân'ın açıkça ifâde ettiği gibi, kâfir idi. İşte burada da böyledir. Daha sonra bu görüşte olanlar, Nûh (aleyhisselâm), "Ey Rabbim, yeryüzünde kafirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma" (Nuh. 26) demiş olduğu halde, daha nasıl kafir olan oğluna seslendiği hususunda ihtilaf etmişlerdir:

Buna birkaç yönden cevap vermişlerdir:

1) O babasına münafıklık ediyordu. Bunun için de, Nûh (aleyhisselâm) onun mü'min olduğunu zanetti ve bundan ötürü ona böyle seslendi. Eğer böyle olmasaydı, onun kurtulmasını istemezdi.

2) Hazret-i Nûh (aleyhisselâm), onun kâfir olduğunu biliyordu. Fakat oğlu boğulma ile yüz yüze gelip o büyük ve korkunç hâdiseleri (tufanı) müşahede edince, imanı kabul edecek zanetti. Buna göre, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'un "Evlâdım! Gel bizim yanımıza sen de bin" sözü sanki oğlundan imân etmesini istemiş olduğuna delalet eder gibidir. Bu, O'nun kafirlerle beraber olma" cümlesi ile de kuvvet kazanır. Yani bu, "kâfirlikte onlara tabi olan bir kimse olma, bizimle beraber bin" demektir.

3) Baba şefkati belki de onu böyle bir nidada bulunmaya sevketmiştir. Binâenaleyh fince geçmiş olan, "Aleyhinde söz geçmiş (helakleri takdir edilmiş) olanlar cümlesi, mücmel (manası kapalı) bir ifâde gibidir ve bundan dolayı belkide Nûh (aleyhisselâm), oğlunun bu hükmün kapsamına girmemesini mümkün görmüş olabilir.

Hazret-i Nuh'un, Üvey Oğluna Hitab Ettiği Görüşü

İkinci görüş: Bu, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'un karısının oğlu idi (yani üvey oğlu idi). Bu görüş, b. Ali el-Bakır ile Hasan el-Basrî'nin görüşüdür. Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Ali (radıyallahü anh) burayı, (......) şeklinde okumuştur ki, buradaki "hâ" zamiri, Nuh'un karısına aittir. Yine Muhammed b. Ali ve Urve b. Zübeyr de bunu, ibnehâ adının oğluna" manasını kasdederek, (ibnehe) şeklinde okumuşlar ve el Basrî'ye, bu hususu sorduğumda, 'Vallahi o, Nuh'un oğlu değildi" dedi. Ben de bunun üzerine, Hak teâlâ onun hakkında, Nûh (aleyhisselâm)'un "Ya Rabbi, benim oğlum da benim ailemdendir" (Hûd, 45) dediğini naklediyor. Sen ise, onun Hazret-i Nuh'un oğlu olmadığını söylüyorsun" dedim. Hasan el-Basrî de şöyle cevap verdi: Hazret-i Nûh, "O, bendendir" demedi, "O, benim âilemdendir" dedi. İşte bu, benim görüşüme delildir."

Üçüncü görüş: "Bu kimse, gayr-ı meşru bir şekilde Hazret-i Nuh'un yatağında doğmuştur." Bu görüşü söyleyenler, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah kâfirlere misal olarak, Nûh'un karısı ile Lût'un karısını gösterdi. Onlar (...) hainlik ettiler" (Tahrim, 10) ayetini delil getirmişlerdir. Bu, son derece çirkin bir görüş olup, peygamberlerin yüce makamlarının böylesi rezilliklerden korunması gerekir, hele bir de görüş Kur'ân'ın ifâdesinin hilafına olunca. Fakat, "hainlik ettiler" (İbrahim, 10) tabirine gelince, bu hainliğin, bu görüşte olanların söylediği manada olduğu hususuna bir delil yoktur. İbn Abbas (radıyallahü anh)'a "Bu hainlik nedir?" diye sorulduğunda şöyle dedi: "Nuh'un karısı, "Benim kocam mecnûn" diyordu. Lût'un karısı da, melek misafirleri Lût'un evine geldiği zaman, halka bu misafirlerin geldiğini haber veriyordu.

Üçüncü görüşün yanlış olduğuna delâlet eden bir başka kat'î delil de, "Kötü kadınlar, kötü erkeklere; kötü erkekler, kötü kadınlara: temiz kadınlar ise temiz erkeklere; temiz erkekler de temiz kadınlara (yakışır)" (Nur. 26) ayeti ile, "Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan kadından başkasını nikahlamaz"'(Nur, 3) ayetidir. Kısaca biz, doğru olanın, birinci görüştekilerin sözü olduğuna dâir deliller getirmiş olduk.

Cenâb-ı Hakk'ın aynı bir yere çekilmiş idi" ifâdesine gelince, bil ki, Arapça'da, ma'zil kelimesi, "başka yerlerden ayrılmış, irtibatı kesilmiş yer" manasındadır. Bu kelimenin aslı azl masdarı olup, bunun manası "Uzaklaşmak ve uzaklaştırmaktır. Mesela sen, " dersin. Yani, "Ben falanca yerden uzak olan bir yerde idim." Bil ki ayetteki bu tabir, Hazret-i Nuh'un oğlunun hangi yerden uzak bir yerde olduğuna delâlet etmemektedir. İşte bundan ötürü âlimler birkaç izah yapmışlardır:

a) O, gemiden uzak bir yerde idi. Çünkü o, dağın kendisini, boğulmaktan koruyacağını zannediyordu.

b) O, babasından, kardeşlerinden ve kavminden uzak bir yerde idi.

c) O, kâfirlerden uzak bir yerde idi. Buna göre sanki o, kâfirlerden ayrı bulunuyordu. Bundan dolayı Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) da, zannetmişti ki oğlu, kâfirlerden ayrılmayı istediği için, böyle uzaklaşmıştı.

(......) Kelimesindeki Kıraat Farkı

Ayetteki, "Evladım, gel bizim yanımıza sen de bin, kâfirlerle beraber olma" sözüne gelince, biz deriz ki, Asım'ın râvisi Hafs, (......) kelimesini, sondaki yâ harfinin fethası ile; diğer kıraat imamları da kesre ile okumuşlardır. Ebu Ali ise şöyle der: Kesre ile olan mana daha zahirdir. Çünkü "İbn" kelimesinin lam'ül fi'li (yani asıl son harfi), ya yâ harfidir, ya vâv harfidir. Bu kelimenin ismi tasğiri yapıldığı zaman, sonuna bir ism-i tasgir yâ'sı eklenir. Bundan ötürü de, daha önce hazfedilmiş olan lâmü'l-fiilin (son harfin) tekrar gelmesi gerekir. Aksi halde, ism-i tasğir yâ'sının i'rab harekeleri ile harekelenmesi gerekir. Halbuki ism-i tasgir ya'sı i'rab harekeleriyle harekelenemez. Çünkü o eğer i'rab harekeleriyle harekelense, onun da i'rab harfleri oldukları zaman, diğer med ve lin harflerinin başka harfe dönüşmesi gibi dönüşmesi gerekir, (......) ve (......) kelimelerinde olduğu gibi. Başka şekle (harfe) dönüşmesi halinde ise, bu yâ harfinin, ism-i tasgire delalet etme manası yok olur. Hem sonra sen, ism-i tasgiri kendine nisbet ettin (yani buna nefs-i mütekellim yâ'sı ekledin). Böylece üç tane yâ harfi bir araya gelmiş oldu. Birincisi, ism-i tasgir yâ'sı; ikincisi, kelimenin aslındaki son harfi olan yâ; üçüncüsü de, muzafun ileyh olan nefs-i mütekellim yâ'sı. "Bu benim evladımdır" dersin. Ona seslendiğin zaman ise, bunu iki şekilde diyebilirsin:

a) Yâ'nın hazfedilmemesi ile,

b) Yâ'nın hazfedilmesi ile. Tercihe şayan olan ise, muzafun ileyh nefs-i mütekellim ya'sının hazfedilip, bu yâ 'ya delâlet etmesi için geriye kalan son harfin kesresinin bırakılmasıdır. Tıpkı, mesela, "Ey oğlum" kelimesinde olduğu gibi (......) kelimesini, yâ'nın fethası ile okuyan da, onu kesre ile okuyan gibi, izafet manasını kastetmiştir. Fakat kesre yerine fetha, yâ yerine de, hafif olsun diye, elif getirmiştir. Böylece ifâde şeklinde olmuştur. Nitekim şairin şu ifadesinde de böyledir Ey kız, o şeyden dolayı beni kınama; ve uyu artık."

Sonra ise, bu kimse, okunması kolay olsun diye, elifi de hazfetmiştir. Bil ki Allah Tealâ, Nuh'un, oğlunu gemiye binmeye davet ettiğini nakledince, oğlunun da, "Bir dağa sığınırım, o beni sudan korur" dediğini bildirmiştir. Bu da, o oğulun, küfürde ısrarlı ve babasını, haber verdiği "hususlarda tamamen yalanlayıcı olduğuna delalet etmektedir. İşte o zaman Nûh (aleyhisselâm) "Bugün Allah'ın emrinden, esirgeyici olan kendisinden başka, hiçbir koruyucu yoktur" der.

Bu hususta şöyle bir soru var: Allahü teâlâ'nın, merhamet edip, esirgediği kimse korunmuştur. O halde, korunmuş olanın, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bugün, Allah'ın emrinden hiçbir koruyucu yok" buyruğunun delâlet ettiği, koruyucu olmaması halinden istisna edilmiş olması nasıl uygun olur? Alimler bu soruya cevap olarak pek çok izah zikretmişlerdir:

Birinci izah: Allahü teâlâ, bu ayetten önce, "Nûh (dedi) ki: "Binin içine. Onun akması da, durması da Allah'ın adıyladır. Seksiz şüphesiz Rabbim çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir" (Hud, 41) buyurarak, kendisinin rahim olduğunu ve gemiye binen bu kimselerin, rahmeti sayesinde boğulmaktan kurtulduğunu beyân etmiştir. Bunu iyice anladığın zaman deriz ki: Hazret-i Nuh'un oğlu: "Bir dağa sığınırım, o beni sudan korur" deyince, Hazret-i Nûh da: "Yanılıyorsun. Bugün Allah'ın emrinden, rahim olan zattan başka, hiçbir koruyucu yoktur" demiştir. Bunun manası şudur: "Rahmeti sayesinde boğulmaktan kurtulduğunu söylediğim kimse hariç." Böylece ayetin takdirî manası, "Bugün, rahim olan Allah'dan başka azab-ı ilâhiden insanları koruyabilecek hiçbir kimse yoktur" şeklinde olur ki bu da, "Allah'dan ancak yine Allah'a sığınılır" demektir. Bu izah, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in duasındaki "Allah'ım, senden, yine sana sığınırım" sözü gibidir. Bu, son derece güzel bir te'vildir.

İkinci izah: Bu, "Hallu't-uked" adlı eserin müellifinin görüşüdür. Ona göre bu istisna, lafız kendisine delalet etmiş olduğu için, sanki söylenilmiş gibi olan mahzûf bir ifâdeden yapılmıştır. Buna göre ifâdenin takdiri, şeklindedir. Bu ifâde senin, Bugün, ancak Zeyd'i döveriz" sözün gibidir. Zira bu kelamın takdiri de, "Bugün Zeyd'den başka hiç kimseyi dövmeyiz" şeklindedir. Çünkü, lafız buna delâlet ettiği için, bu açıkça zikredilmemiştir. İşte bu ayet için de böyledir.

Üçüncü izah: (......) kelimesinin anlamı, "Koruması olan yok" şeklindedir. Bu tıpkı, râmih ve labin kelimeleri gibidir ki, bunlar da (mızraklı) ve (sütlü, sütü bol) anlamındadırlar. Aynı şekilde Cenâb-ı Hak, "atılıp dökülen bir sudan" (Tarık, 6) ve "hoşnut bir hayat içindedir" (Hakka, 21) buyurmuştur. Bunların manası da zikrettiğimiz gibidir. İşte burada da böyledir. İşte yapılmış olan bu açıklamalara göre, âsim kelimesi, zu'l-ısme anlamındadır ve o zaman buna, ma'sum manası da dahil olur. O vakit, ifadesinin, ifadesinden istisna edilmesi, yerinde ve doğru olur.

Dördüncü İzah: ifadesinde (rahime fiilinin faili, o kişinin kendisidir) mana: "Bugün ancak kendi nefsine merhamet eden kimse Allah'ın himayesindedir" şeklindedir. Nitekim Hazret-i Nuh ile etrafındaki cemaatin ilahi merhamete nail olmaları, kendi nefislerine merhamet etmeleri sebebiyle olmuştu. Nasıl ki sözünde "hayat verme" özelliği Hazret-i İsa'ya izafe edilmiştir. Halbuki aslında, bu hayat verme İşi, onun duası sebebiyle Allah tarafından yapılmıştır.

Beşinci İzah: Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesi, istisnâ-i munkatı'dır. Buna göre mana, "Fakat Allah'ın merhamet ettiği kimse korunmuştur" şeklindedir.

Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın "Onların buna ait hiçbir bilgileri yoktur; fakat bir zanna uymak(dadırlar)"(Nisa, 157) ayetidir.

Cenâb-ı Hak daha sonra durumu "Derken, ikisinin arasına dalga girdi" diye beyan etmiştir. Yani aralarına dalganın girmesi ile, Hazret-i Nûh ona hitab edemez olmuş ve böylece de o, "boğulanlardan olmuştur.

Tufan Hâdisesi

44

"Denildi ki: "Ey arz suyunu yut, ey gök sen de tut." Su kesildi, iş bitirildi. (Gemi de) Cûdi üzerine durdu. O zâlimler güruhuna, "(Allah'ın rahmetinden) uzak olsunlar" denildi".

Bil ki bu sözden maksad, Tufan hâdisesinin bir başka yönünün anlatılmasıdır. Bu ifâdenin manası şudur: Tufan sona erdiği zaman (taraf-ı ilâhiden) "Ey yeryüzü mu yuf"' denildi. Arapça'da, bir kimse suyu içip yuttuğu zaman, ; okmayı çiğnemeden yuttuğu zaman da, denilir. Dilciler şöyle demişlerdir: "Fasih olan, bu kelimeyi lamın kesresiyle, mazisinde, muzaresinde şeklinde okumaktır." Ayetteki "Ey gök, sen de tut" ifâdesine gelince, Arapça'da işini bıraktığı zaman, adam için, Adam işinden elini çekti); yağıyorken kesilen yağmur için de, (Gök, yağmurunu kesti) denilir. Ayetteki tabirine gelince, Arapça'da su eksildiği zaman, denilir. Yine "Ben onu eksilttim" denilir. Bu fiilin kullanılışı, ve (O şey oldu ve ben onu yaptım) fiilindeki kullanış gibidir (yani hem lazım, hem müteaddidir). Bu tıpkı, "Kemik sarıldı (iyileşti)"; (Onu sardım); "Ağız açıldı" ve (Ağzımı açtım); "Dil çıktı" ve "Dilimi çıkardım" ve"O şey eksildi" ve (Onu eksilttim) fiillerinde olduğu gibidir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesi, "su eksildi ve ondan geriye hiçbir şey kalmadı" manasındadır.

Tufan Ayetindeki Belagat

Bil ki bu ayet-i kerime, herbiri Cenâb-ı Hakk'ın azametine ve kibriyâsının yüceliğine delalet eden pek çok şeyler ihtiva etmektedir:

1) Ayetteki "Denildi ki" ifâdesi. Çünkü bu lafız, Cenâb-ı Hakk'ın celâl, yücelik ve azamet itibarıyla, her ne zaman "denildi" denilse, aklın ancak kendisine yöneleceği, fikrin de ancak, bu söyleyenin ondan başkası olamayacağı düşüncesine varacağı bir makam ve mertebede olduğuna delâlet eder. İşte bu, bu bakımdan, insanların aklında, kâinatta O'ndan başka bir hâkim ve ulvî-süflî alemler de O'ndan başka bir tasarruf sahibi bulunmadığı fikrinin yerleşip, takarrür ettiğine bir dikkat çekmedir.

2) Ayetteki, "Ey Arz suyunu yut, ey gök sen de tut" ifâdesi. Çünkü duyular bu şeylerin, büyüklüğüne, sağlamlığına ve gücüne delâlet eder. Akıl, bu şeylere hâkim, onları kudretiyle sarmış ve onlarda istediği gibi bir tasarruf sahibi olan bir varlığın bulunduğunu anlayınca, bu aklî kuvvetin, Cenâb-ı Hakk'ın celâlinin kemaline, kudretinin yüceliğine, gücünün ve meşietinin mükemmelliğine vâkıf olmasına bir sebeb olmuş olur.

3) Gök ve yer cansız varlıklardır. Binâenaleyh "Ey gök ve ey yer" diye onlara emir vermek, zahirî durum itibariyle Allah'ın emrinin ve teklifinin cansız nesnelerde de geçerli olduğunu ihsas ettirmektedir. O zaman akıl, " O'nun emri cansızlarda böyle geçerli olursa, akıllılar için haydi haydi geçerli olması gerekir" diye hükmeder. Benim bu izahtan kasdım, Hak teâlâ'nın cansız nesnelere emrettiğini (onları mükellef tuttuğunu) söylemek değildir. Çünkü bu batıldır. Aksine, bundan kastım şudur: Zahire göre, emir sigastnın, bu güçlü ve muhkem olan cansız varlıklara yöneltilmesi, Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve azametini bir başka şekilde çok mükemmel olarak zihinlere yerleştirir.

Ayetteki "iş bitirildi" tabirinden maksad şudur: "Allahü teâlâ'nın ezelde, kesin ve katî bir şekilde takdir edip hükmettiği şey, mutlaka meydana gelir." Bununla, Allahü teâlâ'nın takdir etmiş olduğu herşeyin, vakti gelince meydana geleceğine, ne yerde ne de gökte, O'nun takdirine manî olacak ve hükmünün geçerli olup, tahakkuk etmesini önleyecek hiçbir şeyin bulunmadığına dikkat çekmektir.

Tufanla Günahsızları Boğmak İlahi Hikmete Uygun mudur?

İmdi eğer, "Kâfirlerin günahı yüzünden, çoluk çocuğu boğmak, Allah'ın hikmetine nasıl yakışır?" denilirse, biz deriz ki:

Buna iki şekilde cevap verilir:

a) Müfessirlerden çoğu şöyle demektedirler: Allahü teâlâ, bu Tufandan kırk sene önceden itibaren, onların hanımlarını kısır bırakmıştı. Dolayısıyla, ancak kırk ve daha yukarı ki yaştakiler boğulmuşlardır.

Bir kimse şöyle diyebilir: "Eğer durum sizin dediğiniz gibi olsaydı bu, ezici ve şaşırtıcı bir mucize olmuş olurdu ve bu ortaya çıktığı halde, Nûh (aleyhisselâm)'ın kavminin kâfirde ısrar etmeleri ve buna devam etmeleri de uzak bir ihtimal olurdu." Yine farzet ki siz bunu diyorsunuz. Peki, üzerlerinde kesinlikle hiçbir yükümlülük bulunmadığı halde, kuşların ve vahşî hayvanların helak edilmesine ne diyorsunuz?

İkinci cevap ki doğru olan da budur: Yaptığı fiiller hususunda Allah'a itiraz. Çünkü Allah, "'O. yapacağından mesul olmaz, fakat insanlar mesul olurla (Enbiya, 23) buyurmuştur.

Mutezile'ye gelince onlar, "Cenâb-ı Hak, çocukları ve hayvanları boğmuştur. Bu da Hak teâlâ'nın, bu hayvanların boğazlanmasına ve güç işlerde kullanılmasına izin vermesi durumundadır" demektedirler.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Gemi de Cudî üzerine durdu" ifadesine i bunun manası, "O gemi, ada üzerinde ismi Cûdî olan bir dağ üzerinde durdu" onoedır. Bu dağ alçak bir dağ idi. Buna göre, geminin dağ üzerinde durması, kökünün kesilmesine bir delil olmuş olur. Geminin dağ üzerinde durması, "Aşura günü' idi.

Cenâb-ı Hakk'ın Hali "O zalimler güruhuna Allah'ın rahmetinden olsunlar" denildi" ayetine gelince, bu hususta iki izah bulunmaktadır:

1) Bu, Allah'ın sözü cümlesindendir. Bunu, Cenâb-ı Hak, lanetleme ve inden kovma üslubuyla söylemiştir.

2) Bunun, Nuh (aleyhisselâm) ile yanındaki mü'minterin sözleri cümlesinden olması ündür. Çünkü, bu korkunç hadiseden kurtulanların çoğu, (daha önce) zalimden bir topluluğun içinde bulunduklarından, onlar helak olup kendileri de onlardan kurtulunca, böyle bir söz söylemişlerdir. Bir de bu söz, onlara beddua etmek geçer. Öyleyse bunu, Nuh (aleyhisselâm) ile, yanındakilerin sözü cümlesinden kabul etmek daha uygun olur.

Mühim Olan Soy Yakınlığı Değil, Din Yakınlığıdır

45

Âyetin tefsiri için bak:47

46

Âyetin tefsiri için bak:47

47

"Nûh Rabbine duâ edip dedi ki: "Ya Rabbi, benim oğlum da şüphesiz benim ailemdendir. Senin, vaadin elbette haktır. Ve sen, hakimlerin hakimisin."Allah da şöyle buyurdu: "Ey Nûh, o katiyyen senin ailenden değildir. Çünkü o, salih olmayan bir İştir. O halde, bilgin olmayan bir şeyi benden isteme. Seni, cahillerden olmaktan kesinlikle men ederim." Nuh da şöyle dedi: "Ya Rabbi, , ben bilgim olmayan şeyi istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve affetmezsen, hüsrana düşmüşlerden olurum".

Ayetle ilgili iki mesele bulunmaktadır:

Birinci Mesele

Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın, ayetteki "Ya Rabbi, oğlum da şüphesiz benim ailemdendir" cümlesinde bahsedilen kimsenin, Hazret-i Nuh'un oğlu olup olmadığı hususundaki ihtilafı daha önce zikretmiştik. Dolayısıyla bunu burada tekrar ele almayacağız. Sonra Allahü teâlâ, kendisinin "Ey Nuh, o katiyyen senin ailenden değildir" dediğini zikretmiştir. Bil ki, bahsedilen bu kimsenin, Nuh (aleyhisselâm)'un oğlu olduğu delillerle sabit olunca, "o katiyyen senin ailenden değildir" cümlesini şu iki manadan birine hamletmek gerekir:

1) Bu, "O, senin dinine mensup olanlardan değildir" anlamındadır.

2) Bundan maksad, "O, sana, seninle beraber kendilerini kurtaracağımı vaadetmiş olduğum ailene dahil değildir" manasıdır. Her iki mana da, birbirine yakındır.

İkinci Mesele

Bu ayet, neseb yakınlığına değil, din yakınlığına bakılması gerektiğine delâlet eder. Çünkü bu hadisede, Hazret-i Nûh ile oğlu arasındaki neseb yakınlığı, en kuvvetli biçimde tahakkuk etmişti. Fakat, aralarında din yakınlığı olmadığı için, Allahü teâlâ da "o katiyken senin ailenden değildir" şeklindeki çok beliğ bir ifadeyle, aralarında hiçbir yakınlık bulunmadığını söylemiştir.

Ayette Kıraat Farkı

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Çünkü o, salih olmayan bir iştir" buyurmuştur. Kisaî, kelimeyi fiil-i mazî sîğasıyla (yaptı), (......) kelimesini de nasb ile okumuştur. Bunun manası, "şüphesiz senin oğlun, uygun olmayan bir iş yaptı; yani şrk koştu ve yalanladı" şeklindedir. Buradaki gayre kelimesi mansub kılınmıştır; çünkü o, mahzûf bir masdarın sıfatıdır. Diğer kıraat imamları ise, kelimeyi merfû olarak tenvin ile okumuşlardır. Bunun da iki izahı bulunmaktadır:

1) İnnehû kelimesindeki hû zamiri, Nûh (aleyhisselâm)'un isteğine râcidir. Yani, "Bu istek, uygun olmayan bir istektir" manasınadır. Yani, "benim oğlum da şüphesiz benim acemdendir. Senin vaadin elbette haktır" sözün uygun değildir. Çünkü, Cenâb-ı Hak onlar hakkında daha önce, onlardan hiçbirini kurtarmayacağına hükmedip bunu takdir ettikten sonra, kâfirin kurtulmasını talep etmek, uygun olmayan bir taleptir" demektir.

2) Bu zamir, ibn (oğul) kelimesine ait olabilir. Binâenaleyh, o zaman da onun, salih olmayan bir iş olarak vasfedilmesi birkaç yönden izah edilebilir:

a) Bir adamın, ibadeti ve iyiliği çok olursa, "O, serapa amel, cömertlik ve eremdir" denilir. Burada da böyledir. Nûh (aleyhisselâm)'un oğlunun batıl işlere yönelmesi çok olunca, sanki onun kendisinin batıl bir iş olduğu söylenmiştir.

b) Bundan maksad, "O, batıl bir amel sahibidir" şeklindedir. Ancak, söz kendisine delâlet ettiği için, muzaf olan zû kelimesi hazfedilmiştir.

c) Bazı alimler şöyle demişlerdir: "Bunun manası, "o salih olmayan bir iştir", yani, "o, bir veled-i zinadır" şeklindedir. Bu, kesinlikle yanlış bir görüştür.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Nuh (aleyhisselâm)' "O halde, hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme. Seni, cahillerden olmaktan kesinlikle men ederim" demiştir. Bu ifadeyle ilgili iki mesele vardır:

Enbiya'nın İsmetine İtiraz Edenler ve Cevabı

İsmetu'l-enbiyayı tenkit edenler, bu ayetle birkaç yönden istidlal etmektedirler:

Birinci vecih: Amel kelimesini merfû ve tenvîn ile okumak, mütevatir bir kıraattir; binâenaleyh, bu ayet muhkem olmuş olur. Bu da, innehu kelimesindeki hû zamirinin, ya Nuh'un oğluna, yahut o istekte bulunan kimseye râci olmasını iktizâ eder. Binâenaleyh bu zamirin, Nuh'un oğluna râci olmasını söylemek, ancak, ayette bir takdir yapmak ile mümkün olur ki, takdir yapmak ise, zahirin hilâfınadır. Buna ancak, mecbur kalındığında başvurulur. Halbuki burada ise bir zaruret bulunmamaktadır. Çünkü biz, zamirin, daha önceki isteğe râci olduğunu söylediğimizde, böyle bir takdirde bulunmaya gerek kalmaz. Bu sebeple zamirin, o isteğe râci olduğu sabit olmuş olur. Böylece de kelamın takdiri, "Şüphesiz bu istek, uygun olmayan bir iştir. Yani senin, "kurtulmasını arzuladığın için, "oğlum, benim ailemdendir" demen, uygun olmayan bir iştir" şeklindedir ki, bu da, bu isteğin bir günah ve bir masiyet olduğuna delâlet eder.

İkinci vecih: Cenâb-ı Hakk'ın, "Benden isteme' buyruğu, onu böyle bir talepte bulunmaktan nehyetmektir. Daha önce bahsedilen ise, Nûh (aleyhisselâm)'un, "Oğlum, benim ailemdendir" sözüdür. Böylece bu, Allahü teâlâ'nın, Nûh (aleyhisselâm)'u böyle bir istekte bulunmaktan nehyettiğine delâlet etmiş olur. Bu sebeple bu da, bir günah ve bir masiyet olmuş olur.

Üçüncü vecih: Cenâb-ı Hakk'ın, "bilgin olmayan bir şeyi benden isteme" buyruğu, bu isteğin ilme dayanmadan sâdır olduğuna delâlet eder. Halbuki, bir şey hakkında bilmeden hüküm vermek, (Bakara, 169) ayetinden dolayı, bir günahtır.

Dördüncü vecih: Cenâb-ı Hakk'ın, "Seni cahillerden olmaktan kesinlikle men ederim" buyruğu, bu isteğin, mahzâ cehalet olduğuna delâlet eder.

Beşinci vecih: Nûh (aleyhisselâm), bu makamda (yani bu istekte bulunmakla) günah ve masiyete yönelmiş olduğunu itiraf etti. Çünkü o, "Ya Rabbi, ben bilgim olmayan şeyi istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve affetmezsen hüsrana düşmüşlerden olurum " demiştir. Onun bunu itiraf etmesi, kendisinin günah işlemiş olduğuna delâlet eder.

Altıncı vecih: Bu ayet, Nûh (aleyhisselâm)'un, oğlunu boğulmaktan kurtarması için Cenâb-ı Hakk'a duâ ettiğine delâlet eder. Bundan önceki "Nûh, oğluna bağırıp seslendi" ve "Evladım, gel bizimle yanımıza sen de bin" dedi" (Hûd, 42) ayeti de, Hazret-i Nuh'un, oğlundan, kendilerine uymasını istediğine delâlet eder. Dolayısıyla biz diyoruz ki: Ya, "O'nun bunu Cenâb-ı Hak'tan istemesi, çocuğundan kendisine uymasını istemesinden sonra idi" denilebilir, ya bunun aksi denilebilir. Birinci ihtimal olamaz. Çünkü Hazret-i Nuh'un bunu Allah'tan taleb etmesinin, oğlundan uymasını istemesinden sonra olması durumunda, onun Cenâb-ı Hak'tan bu oğlunu kurtarmayacağını zaten işitmiş olur ve Hak teâlâ da böyle bir şey istemesini yasaklamış olurdu. Binâenaleyh bundan sonra, o daha nasıl olur da oğluna: "Evladım, gel bizimle yanımıza sen de bin" demiş olabilir? Fakat bizim, "Onun bunu oğlundan istemesi daha önce idi" dememiz ihtimaline gelince, o zaman oğlundan, "Bir dağa sığınırım. O beni sudan korur" (Hûd.43) sözünü duymuş, böylece de onun kâfirliği açıkça ortaya çıkmış olurdu. Böyle olduğu halde o, Allahü teâlâ'dan oğlunu kurtarmasını nasıl istemiş olabilirdi? Yine Cenâb-ı Hak, Nûh (aleyhisselâm), oğlundan kendilerine uymasını isteyip, onun da bundan Kaçınarak boğulanlardan olacağını bildirince, Nûh (aleyhisselâm) daha nasıl, oğlu boğulacaklardan olacağı halde, Allah'tan onu kurtarmasını istemiş olabilir? İşte bu ayeti kerime, zikredilen bu altı yönden, Nûh (aleyhisselâm)'dan bir günahın sudur ettiğine etmektedir."

Bil ki pek çok delil, Allahü teâlâ'nın peygamberleri günahlardan koruyup uzak olması gerektiğine delâlet edince, zikredilen bütün bu vecihleri, "daha efdal ve daha evla olanı terketmek" manasına hamletmek gerekir. Çünkü ebrârın (iyilerin) iyilikleri, mukarrebûn'un (daha iyi kulların) seyyiâtı (günahı) mesabesindedir. İşte ayetteki azarlama ve istiğfarda bulunma emri bu sebepten ötürü varid olmuştur. Dolayısıyla bu, daha önceden bir günah işlendiğine delâlet etmez. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah'ın nusreti ve fethi gelince, sen de insanların fevc fevc Allah'ın dinine girdiklerini görünce, hemen Rabbini hamd ile tesbih et. O'na istiğfar et. Şüphesiz ki O, tevbeleri çok kabul edendir" (Nasr, 1-3) buyurmuştur. Bilinen bir gerçektir ki, Allah'ın nusretinin ve fethin gelmesi, insanların fevc fevc, Allah'ın dinine girmesi, istiğfarda bulunmayı gerektiren birşey değildir. Yine Allahü teâlâ, "Hem kendin, hem erkek mü'minler, hem de kadın mü'minler için istiğfar et" (Muhammed.19) buyurmuştur. Halbuki onların hepsi günahkâr değildir. İşte bu da delalet eder ki, sazen, efdal ve evlâ olanı terketmek sebebi ile olur.

Ayette Kıraat Farkı

Verş'in rivayetine göre Nâfi ve İsmail, nûn'un şeddelenmesi ve yâ harfinin isbatı ile (......) şeklinde; İbn Amir ve Kâlûn'un rivayetine göre Nâfi nûn'un şeddelenip, yâ isbât edilmeksizin, son harfin kesresi ile (......) şeklinde; Ebu Amr da, şeddesiz meksûr nün ile ve yâ'nın hazfi ile (......) şeklinde okumuşlardır. Nûn'un şeddeli olarak okunması, te'kîd içindir. Yâ harfinin hazfedilmemesi ise, kelimenin aslındaki (yâ-i mütekellim) itibari iledir. Nûn'un şeddelenmeyip, yâ'nın hazfedilmesi ise herhangi bir ihlâle, bozukluğa sebebiyet vermeksizin, tahfif içindir.

Bil ki Allahü teâlâ, Nûh (aleyhisselâm)'un böyle bir şey istemesini yasaklayınca, onun ben bilgim olmayan şeyi, senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamazsan ve affetmezsen, hüsrana düşmüşlerden olurum" dediğini nakletmiştir. Bu sözün manası şudur: Cenâb-ı Hak ona, "Bilgin olmayan bir şeyi benden isteme" deyince, Nûh (aleyhisselâm) da, "Ya Rabbi, bunu kabul ettim. Bunu bir daha yapmayacağım. Fakat ben bundan, ancak senin yardımın ve hidayetin sayesinde kaçınabilirim" dedi. İşte bundan ötürü Hazret-i Nûh (aleyhisselâm), "Ya Rabbi, sana sığınırım" diye başladı. Bil ki ayetteki bu ifâde, gelecekte olacak bir şeyi haber vermedir. Yani, "Bir daha bu işi yapmayacağım" demektir. Sonra Nûh (aleyhisselâm), kendisinden sudur etmiş olan o şeyden dolayı, Allah'dan özür dileyerek, "Eğer beni bağışlamaz ve affetmezsen, hüsrana düşmüşlerden olurum" demiştir. Tevbenin hakikati, şu iki şeyi gerektirir:

a) Geleceğe ait olan. Bu, günâha bir daha yaklaşmama hususunda azimli ve kararlı olmaktır. Buna, ayetteki “Ben bilgim olmayan şeyi, senden istemekten sana sığınırım” ifâdesiyle işaret edilmiştir.

b) Geçmişe ait olan. Bu da, insanın daha önce işlediği günahtan ötürü pişmanlık duymasıdır. Buna da ayetteki, “Eğer beni bağışlamaz ve affetmezsen, hüsrâna düşmüşlerden olurum” sözüyle işarette bulunulmuştur.

Hazret-i Nuh'un (aleyhisselâm) Zellesi

Tufan Sonrası

48

"Denildi ki: "Yâ Nûh, sana ve beraberinde bulunan ümmetlere, bizden bir selâmla ve bereketlerle in. Başka ümmetler vardır ki, biz onları da faydalandıracağız ve sonra onları bizden gelen acıklı bir azab çarpacaktır".

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Tufandan Sonra Gemiden Çıkış

Allahü teâlâ, geminin "Cûdî" üzerine oturduğunu haber verince, bu ayette de, Hazret-i Nûh ile kavminin gemide çıkışlarını anlatmıştır. Sonra onlar bu dağdan, araziye indiler. Ayetteki İhbıt (in) emri, gemiden çıkıp, dağın üstüne inme hususunda bir emir olabileceği gibi, bu, dağdan düz arazilere inme hususunda bir emir de olabilir.

Hazret-i Nuh'un Zellesinin Affedilmesi, Kadrinin Yüceltilmesi

Allahü teâlâ, Nûh (aleyhisselâm)'a, gemiden çıktığı zaman önce selâm ve selâmet, daha sonra da bereket vaadetmiştir. Selâm ve selâmet vaadine gelince, bu şu iki manaya gelebilir:

1) Allahü teâlâ önceki ayette Nûh (aleyhisselâm)'un, zellesinden tevbe ederek, "Eğer beni bağışlamazsan ve affetmezsen, hüsrana düşmüşlerden olurum" sözü ile, Allah'a yalvarıp yakardığını bildirmişti. İşte bu yalvarıp yakarma, zellesinen tevbe ettiği zaman, Hazret-i Adem'den Cenâb-ı Hakk'ın naklettiği şu tazarru ve yakarışın aynısıdır: "Ey Rabbimiz, biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve sffetmezsen, muhakkak zarara uğrayanlardan olacağız"(A'raf; 23). İşte Nûh (aleyhisselâm) da, Allahü teâlâ'nın, tehdid ve va'idde olacağına dair bir müjde vermesine muhtaç idi. Nûh (aleyhisselâm)'a "Ey Nûh, bizden bir selâm ile in" denildiğinde ona, dine dâir hertürlü sıkıntılar hususunda bir emniyet ve güven meydana geldi.

2) Bu boğulma işi, bütün yeryüzünü kaplayıp, Nûh (aleyhisselâm) da gemiden çıktığı zaman, yeryüzünde yararlanılabilecek hiçbir canlı ve bitki olmadığını anlayınca, âdeta nasıl yaşayacağı, yeme ve içme ile ilgili ihtiyaçlarını nasıl gidereceği hususunda endişeye düştü. İşte Cenâb-ı Hak, "Bizden bir selâm ile in" buyurduğu zaman, onun bu endişeleri yok oldu. Çünkü bu, hertürlü sıkıntıya karşı bir emniyetin olduğuna delâlet etmektedir. Bu ise ancak, güvenlik ve bol rızık içinde bulunmakla olabilir. Allahü teâlâ, selâmette olmayı vaadedince bunun peşinden ona "bereket'i vaadetmiştir. Bu da, hayatı devam edip sürdürmekten, var olmaya sebattan ve arzu edilen şeyleri elde etmekten ibarettir. "Devenin çöküp, iyice oturması" bu köktendir. İçine su dolup yerleştiği için de, gölcüğe de, denilir. Yine, "Tebâreke ve Teâlâ" tabiri de bu kökten olup, "Daima ta'zim edilen" demektir. Müfessirler daha sonra bu sebat ve bekanın ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir:

Hazret-i Nuh'un İkinci Âdem Olması

Birinci görüş: Allahü teâlâ, Nûh (aleyhisselâm)'u beşeriyetin (ikinci) atası yapmıştır. Çünkü tufandan kurtulanların hepsi, onun neslinden idi. Bu görüşte olanlar şöyle der: "Nûh (aleyhisselâm) gemiden çıkınca, onun zürriyetinden olmayıp da beraberinde bulunan diğer mü'minler öldüler. Böylece sonraki nesiller hep onun zürriyetinden meydana geldi. Bundan dolayı insanların hepsi onun neslinden ve zürriyetindendir."

Diğer bazı alimler de şöyle demişlerdir: "Hazret-i Nuh'un gemisinde sadece onun soyundan olan kimseler bulunuyordu." Her iki duruma göre de, bütün insanlar ondan ve onun evladlarından meydana gelmişlerdir. Bunun delili de, "Onun zürriyetini, devamlı kalanların tâ kendileri kıldık" (Saffat, 77) ayetidir. Böylece Nûh (aleyhisselâm)'un, "Küçük (ikinci) Âdem" olduğu sabit olmuş olur. İşte Allah'ın ona vaadettiği "bereketlerden maksad budur.

Bu Ayetteki "Ümmetler" Kimlerdir?

İkinci görüş: Cenâb-ı Allah ona, bütün belalara karşı esenlikte olmayı vaadedince, bu selâm ve selâmeti, rahatlığı ve gönül huzurunu sağlayacak şeylerin son derece fazla, devamlı ve sebatlı olacağını da vaadetmiştir.

Sonra Cenâb-ı Hak, onu selamette olma ve bereket ile şereflendirince, onunla beraber olan kimselerin durumunu açıklayarak "Beraberinde bulunan ümmetlere de" buyurmuştur. Alimler, üç görüş belirterek, bu "ümmetler" ile kimlerin kastedildiğinde ihtilaf etmişlerdir:

a) Alimlerden bir kısmı, bunu "Nûh (aleyhisselâm) ile beraber kurtulan kimseler" manasına hamletmiştir. Cenâb-ı Allah bunları, "ümmetler" diye nitelemiştir. Çünkü o zaman bütün yeryüzünde, onlardan başka insan yoktu. İşte bundan ötürü Allahü teâlâ onlara "ümmetler" demiştir.

b) Bir kısım alimler de, bu "ümmetler"den maksadın, "türeme ve doğma itibarı ile, senden olan insanlar" manasında olduğunu, bunun delilinin, Nûh (aleyhisselâm)'un yanında ancak imân etmiş kimselerin bulunuşu olduğunu ve Hak teâlâ'nın bu kimseler hakkında, "zaten onun maiyyetindeki az kimseden başkası da imân etmemişti" (Hud, 40) diye bahsettiği gibi, onların az olduğunu bildirdiğini söylemişlerdir.

c) Birkısım alimler ise, bundan muradın, o anda mevcûd olanlar ile bundan sonra olanlar olduğunu söylemiştir. Tercihe şayan olan ikinci görüştür.

Ayetteki min harf-i cerh, ibtida-i gaye (bir başlangıç ifâde eden) manasınadır. Buna göre ayetin manası, "seninle beraber olanlardan doğacak olan ümmetlere de" şeklindedir.

Bil ki Allahü teâlâ, Nûh (aleyhisselâm) ile birlikte bulunanlardan doğacak olan ümmetleri iki kısma ayırmıştır: Birincisi, selamını ve bereketlerini kendilerine verme hususunda, (aleyhisselâm) ile birlikte zikrettiği kimselerdir.ki bunlar, iman ehli olanlardır. İkincisi ise, Cenâb-ı Hakk'ın, dünyada az bir müddet faydalandırıp, âhirette elîm bir azab solunduracağını belirttiği ümmetlerdir. Böylece Hak teâlâ, Nûh (aleyhisselâm) ile beraber bulunan kimselerden olacak olan ümmetlerin mutlaka mü'min ve kâfir olarak iki kısma artacaklarına hükmetmiştir. Müfessirler şöyle demiştir: O "selâmet" ifâdesine Kıyamete kadar gelecek olan her mü'min erkek ve kadın; o, "geçici faydalanma ve azap içine" de, Kıyamete kadar gelecek olan her kâfir kadın ve erkek dahildir.

Ayrıca, tahkik ehli şöyle demiştir: Allahü teâlâ, Nüh (aleyhisselâm)'a selâmeti ve bereketi suretiyle onun şanını yüceltmiştir. Zira Cenâb-ı Hak, "Tarafımızdan bir selamla" buyurmuştur. Bu ifade, sıddîk kimselerin, nimetin bir nimet olması bakımından -voetle sevinmediklerine; onların ancak, o nimetlerin Allah tarafından olması bakımından o nimetle sevindiklerine delâlet eder. Gerçekten de onların sevinçleri hak ile olup, talebleri hep hak olmuş ve teveccühleri de hep Hakk'a doğru olmuştur bu, çok kıymetli bir makam olup, onu ancak Allah'ın has kulları bilebilir. Zira, selamet ve bereketle, onların sırf bereket ve selâmet olmaları açısından sevinmek başka bir şey; onların, Cenâb-ı Hak tarafından olması bakımından onlarla sevinmekse başka bir şeydir. Birincisi, bütün insanların işidir; ikincisi ise mukarreb, Allah'a yakınlaşmış kulların işidir. İşte bundan dolayı bazıları şöyle demişlerdir: "Kim irfanı, irfan için tercih ederse, ikinci şıkkı söylemiş olur. Kim de irfanı, irfan için değil de için tercih ederse, o kimse vuslat deryasına dalmış olur."

İkâba maruz olanlara gelince, Cenâb-ı Hak, onların hallerini şerhetmek için de "Başka ümmetler vardır ki, biz onları da faydalandıracağız ve sonra onları bizden gelen acıklı bir azâb çarpacaktır" buyurmuştur. Böylece Cenâb-ı Hak, onlara, dünya metâından paylarına düşeni vereceğine hükmetmiştir ki, bu, dünyanın değersiz olduğuna delâlet eder. Zira Allah mü'minlerin hallerinden bahsederken, onlara dünyayı verip vermeyeceğinden kesinlikle bahsetmemiştir; ama, kâfirlerin hallerinden bahsederken, onlara dünyayı vereceğini beyan buyurmuştur ki, bu, maddî mutlulukların değersizliğine ve ruhanî-manevî makamlara arzu duymanın yüce bir şey olduğuna bir dikkat çekmedir.

Gaybî Haberlerin Nübüvvete Delâleti

49

"Bunlar gayb haberlerindendir ki, sana onları vahyediyoruz. Onları bundan evvel ne sen biliyordun, ne kavmin. O halde, sen de katlan. Akıbet, hiç şüphesiz müttakiler içindir".

Bil ki, Allahü teâlâ Nûh (aleyhisselâm)'un kıssasını detaylıca ele alınca, buyurdu. Yani, "Bahsettiğimiz o ayetler ve o tafsilatlı açıklamalar, "enbâ-i gayb"dan, yani halka gizli, onların bitmediği haberlerdendir" demektir. Binâenaleyh, tilke kelimesi mahallen mertû, mübtedâ; kısmı haber; (......) kısmı ikinci haber; bundan sonra gelen ifâde ise üçüncü haberdir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onları bundan evvel ne sen biliyordun, ne kavmin" buyurmuştur. Yani, "Bu kıssayı sen bilemediğin gibi, kavmin de bilemez" demektir. Bunun bir benzeri ifâde de, senin bir kimseye, "Bu meseleyi ne sen; ne de, senin memleketindeki bir kimse bilebilir!" demendir.

Buna göre şayet, "Nûh (aleyhisselâm)'un tufan kıssası, ilim ehline göre, yaygın ve meşhur değil miydi?" denilirse, biz deriz ki:

O kıssa, genel hatlarıyla herkesçe biliniyordu. Ama, bahsedilen tafsilatlara gelince, bunlar onlar tarafından bilinmiyordu.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O halde, sen de katlan. Akıbet, hiç şüphesiz müttakîlerindir" buyurmuştur. Bu, "Ey Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), tıpkı Nûh ve kavminin, o kâfirlerin eziyyetlerine katlanması gibi, sen ve kavmin de bu kâfirlerin eziyyetlerine sabredin!" demektir. Bu ifâdede, "sabr"ın neticesinin, ilahî yardım, ilahî muzafferiyet, sevinç ve sürür olduğuna bir dikkat çekme bulunmaktadır. Bu tıpkı, Nûh (aleyhisselâm) ve ona inananlar için tahakkuk ettiği gibi olacaktır.

Tufan Kıssasının Tekrarlanmasının Hikmeti

Buna göre şayet birisi, "Cenâb-ı Hak bu kıssayı Yunus Sûresi'nde zikredip, burada ikinci defa getirmiştir. Binâenaleyh, bu tekrarın hikmeti nedir?" derse, biz deriz ki:

Aynı Kıssadan bazan değişik yönlerden yararlanılabilir: Şöyle ki: Yunus Sûresi'nde, kâfirler, başlarına gelecek azabın hemen gelmesini istiyorlardı. Böylece Cenâb-ı Hak, Nûh (aleyhisselâm) kıssasını, Nûh (aleyhisselâm)'un kavminin, o azabın henüz meydana çıkmamış olması sebebiyle yalanladıklarını, ama işin sonunda zuhur ettiğini beyan etmek için zikretmiştir. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) olayında da böyledir. Bu sûrede ise Cenâb-ı Hak o kıssayı, kâfirlerin Hazret-i Peygambere son derece vahşetle davranmaları vbebiyle zikretmiştir. Böylece Cenâb-ı Hak bu kıssayı, kâfirlerin eziyyet etmeye ve lortutmaya yönelmelerinin, aynı şekilde Nûh (aleyhisselâm) zamanında da bulunduğunu; ancak ne var ki Nûh (aleyhisselâm)'un sabretmesi neticesinde, fethe ve muzafferiyete nait olduğunu tayan için zikretmiştir. Öyleyse "Ey Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), sen de maksadına ulaşmak istiyorsan, böyle ol!" denilmek istenmiştir. Geçtiği her sûrede aynı kıssadan istifâde yönü değişik olunca, kıssanın tekrar edilmesi, faydadan hâlî olmamış olur.

50

Âyetin tefsiri için bak:51

51

Ad kavmine de kardeşleri Hûd'u gönderdik: "Ey kavmim, dedi, Allah'a kubul edin. Sizin ondan başka hiçbir tanrınız yok. Siz, yalan düzenlerden başkası değilsiniz. Ey kavmim, ben buna mukabil sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfaatım, beni yaratandan başkasına ait değildir. Halâ akıllanmayacak mısınız?".

Bil ki bu, Allahü teâlâ'nın bu sûrede bahsetmiş olduğu ikinci kıssadır. Yine bil bu (......) (Hûd, 26) cümlesine atfedilmiş olup, kelamın takdiri "Ad'e de kardeşleri Hûd'u gönderdik" şeklindedir, halde (......) kelimesi (......) kelimesinin atf-ı beyânıdır.

Bil ki Allah, Hûd'u onların kardeşi diye vasfetmiştir. O kardeşliğin, dinî bakımdan sadece neseb bakımından olduğu malumdur. Çünkü Hûd (aleyhisselâm) Ad Kabilesine mensup birisi idi. Bu kabile de Arap kabilelerinden olup Yemen civarında d. Bunun bir benzeri ifâde de, "Onlardan biri" manası kastedilerek bir kimseye, "Ey, Temîm'in kardeşi" ve Süleym'in kardeşi" denilmesidir.

Hazret-i Hud Hakkında "Âd Kavminin Kardeşi" Vasfı Verilmesi

İmdi eğer, denirse ki "Allahü teâlâ Nûh (aleyhisselâm)'un oğlu hakkında, "o katiyyen senin ailenden değildir" (Hüd, 46) buyurmuş, böylece, din yakınlığı bulunmadığı sürece, neseb yakınlığının hiçbir şey ifâde etmediğini beyân buyurmuştur. Burada ise, din konusunda bir farklılık bulunduğu halde, Hûd için "kardeşleri" ifâdesini kullanmıştır. Binâenaleyh, bu iki husus arasındaki fark nedir?" Biz deriz ki:

Bu sözden maksad, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kavminin, ona meyletmesini sağlamaktır. Çünkü onun kavmi, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) onların kabilelerinden bir kimse olduğu halde, onun Allah katından kendilerine gönderilmiş bir peygamber olduğunu kabul edemiyorlardı. Böylece Allahü teâlâ bu uzak görmeyi bertaraf etmek için, Hûd (aleyhisselâm)'ın Âd Kabilesi'nden olan bir kimse; Salih (aleyhisselâm)'ın da Semûd Kabilesi'nden olan bir kimse olduğunu beyan etmiştir.

Hazret-i Hûd'un Tebliğinin Esasları

Bil ki, Allahü teâlâ Hûd (aleyhisselâm)'un kavmini çeşitli mükellefiyetlere davet ettiğinden bahsetmiştir:

Birinci çeşit: Hûd (aleyhisselâm) kavmini, Allah'ın bir olduğu inancına davet ederek, "Ey kavmim, dedi, Allah'a kulluk edin. Sizin ondan başka hiçbir tanrınız yok. Siz, yalan düzenlerden başkası değilsiniz" demiştir. Bunda şöyle soru bulunmaktadır: "Nûh (aleyhisselâm), Allah'ın varlığına dair deliller getirmeden, onları, Cenâb-ı Hakk'a ibâdet etmeye nasıl davet etmiştir?"

Deriz ki: Allah'ın varlığına dair deliller aşikâr olup, bunlar afakî ve enfüsî delillerdir. Dünyada, Allah'ın varlığını inkâr edebilecek pek az insan bulunur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, kâfirlerle ilgili olarak, "Celâlim hakkı için, onlara gökleri ve yeri kimin yarattığını sorarsan, muhakkak "Allah" derler" (Lokman, 25) buyurmuştur.

Bu kitabın musannifi, -Allah kendisine rahmet edip, iyi hatimeler nasib etsin-Muhammed İbn Ömer er-Razî şöyle demektedir: "Hindistan'ı dolaştım. Oradaki kâfirlerin Allah'ın varlığını kabul etmek hususunda mutabık olduklarını gördüm. Türk beldelerinin çoğu da böyledir. Esas mesele putperestlikle ilgili olup, putperestlik, yeryüzünün pekçoğunu kaplamıştır. Eski zamanda, yani Hazret-i Nûh, Hûd ve Salih (aleyhisselâm) zamanında da durum böyleydi. Binâenaleyh o peygamberler (aleyhisselâm) kavimlerini putperestlikten vazgeçirmeye çalışmışlardır. Bundan dolayı Hûd (aleyhisselâm)'un; "Allah'a ibadet ediniz" sözünün manası, "Allah'dan başkasına tapmayınız" demektir. Bunun delili, Hûd (aleyhisselâm)'ın, bu ifâdenin hemen peşinden, "Sizin ondan başka hiçbir tanrınız yok" demiş olmasıdır. Bu da, bu sözün maksadının, onları putlara tapmakla meşgul olmaktan uzaklaştırıp alıkoymaktır.

"Sizin ondan başka hiçbir tanrınız yok" beyanına gelince gayruhû kelimesi, (......) kelimesinin mahallinden sıfat olarak merfû okunduğu gibi, (......) lafzından sıfat olmak içere mecrûr okunmuştur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Siz, yalan düzenlerden başkası değilsiniz" buyurmuştur. Yani, "Sizler, "Bu putlara ibadet etmek güzeldir" sözünüzde yahut, O putlar ibâdete müstehaktır "sözünüzde yalan düzüyorsunuz. O putlar ne bir hissi ne de bir idrâk kabiliyeti olmayan nesnelerken, söylediğiniz bu söz nasıl olur da yalan ve iftira olmaz?. Onları bir araya getirip onlara şekil veren insandır. Daha nasıl onlara tazimde bulunmak maksadıyla onları yapan insanın, onlara tapması ve alnını toprağa koyması yakışır?" demektir.

Sonra Hûd (aleyhisselâm) onları Allah'ın birliğine irşâd etmeye çalışıp ve onları putperestlikten men edince, "Ey kavmim, ben buna mukabil sizden hiç bir ücret istemiyorum. Benim mükâfaatım, beni yaradandan başkasına ait değildir" dedi. İşte bu, Nûh (aleyhisselâm)'un söylediği şeyin aynısıdır. Çünkü, Allah'a davet etme işi, bir karşılık umma kirlerinden temizlenmiş ve annmış olunca, kalblerdeki tesiri de o nisbette etkili olur.

Daha sonra Hûd "Halâ akıllanmayacak mısınız?" demiştir. Yani, "Benim, sizleri putlara ibadet etmekten men etmemin doğru ve isabetli olduğunu anlamıyor musunuz? Zira, bu men edişimin doğruluğu, adeta, ilk anda akla gelecek olan şeyler cümlesi arasında bulunmaktadır" demektir.

Hûd (aleyhisselâm)'un Tebliğinin Mükâfatı

52

'Ey kavmim Rabbinizden mağfiret isteyin. Sonra yine O'na tevbe edin ki üstünüze gökten bol bol (yağmur) göndersin, kuvvetinize kuvvet katıp artırsın. Günahkârlar olarak yüz çevirmeyin".

Bil ki bu, Hûd (aleyhisselâm)'un kavmine söylediği mükellefiyetlerin ikincisidir. Çünkü Hûd aleyhisselâm), ilkinde onları tevhide davet etmiş, bunda da önce istiğfar etmeye, sonra da revbeye çağırmıştır. İstiğfar ile tevbe arasındaki fark, bu sûrenin başında geçmişti.

Ebu Bekr el-Esamm, bu ayete şu manav vermiştir: "İstiğfar ediniz, yani Allah'tan, önceki şirkinizi bağışlamasını İsteyin. Bundan sonra da geçmişlere pişman olup, aynılarını bir daha yapmamaya azmetmek suretiyle tevbe ediniz."

Tevbe ve İstiğfarın Faydası

Daha sonra Hûd (aleyhisselâm): "Siz ne zaman bunu yaparsanız, Allahü teâlâ size olan nimetlerini artırır ve size o nimetlerden istifade etme gücü kuvveti verir" demiştir. İşte mutluluklarda arzu edilenlerin son noktası budur. Çünkü eğer nimet bulunmazsa, istifade etmek imkânsız olur. Nimetler bulunur, ama canlıların onlardan yararlanması imkânsız olursa, maksad yine hasıl olmamış olur. Fakat nimetler çok olur ve insanın da onlardan istifade edebileceği tam bir kuvveti de bulunursa, işte o zaman mutlulukların ve sevincin zirvesi gerçekleşmiş olur. Demek ki ayetteki, "Üstünüze gökten bol bol (yağmur) göndersin" ifâdesi, çokça nimet vermeye bir işarettir. Çünkü nimetlerin olmasını sağlayan, uygun yağmurların yağmasıdır. Ayetteki, "Kuvvetinize kuvvet katıp artırsın" ifâdesi de, o nimetlerden istifâde etme hususunda en mükemmel halin bulunmasına bir işarettir. Bu ifâdenin, mutlulukları elde etme müjdesi taşıyan ve daha fazlasının aklen imkânsız olduğunu gösteren bir tabir olduğunda şüphe yoktur. İnsanın, bu Kitab-ı Kerim'de saklı sırları bilebilmesi için, bu incelikleri düşünmesi gerekir. Müfessirler şöyle demişlerdir: "Hûd (aleyhisselâm)'un kavmine, dünyada iki çeşit kemâl verilmiştir. Bunlardan birincisi, onların bostanlarının ve ekinlerinin, son derece güzel ve hoş olmasıdır. Bunun delili, "Görmedin mi Rabbin ne yaptı "Ad" (kavmine), yani o direk sahibi "lrem"e ki, şehirlerde onun bir benzeri yaratılmamıştı" (Fecr, 7-9) ayetidir. İkincisi, onların son derece güçlü-kuvvetli olmalarıdır. İşte bundan ötürü onlar: "Onlar "bizden daha kuvvetli kim var?" dediler" (Fussilet, 15) buyurmuştur. Bu kavim, işte bu iki hususla diğer insanlara karşı övününce, Hûd (aleyhisselâm), onların putlara ibadeti bırakıp, istiğfar ve tevbe etmeleri halinde, Allahü teâlâ'nın bu iki hususta, onları daha da güçlendirip, onlara bu hususta pek çok dereceler vereceğini vaadetti."

Şu da "nakledilmiştir: Allahü teâlâ, Hûd (aleyhisselâm)'u kavmine gönderip, onlar da onu yalanlayınca ve bu sebeble Cenâb-ı Hak onlardan yıllarca yağmuru kesip, hanımlarını kısır bırakınca, Hûd (aleyhisselâm), onlara: "Eğer siz Allah'a iman ederseniz, O sizin beldelerinizi canlandırır, sizlere mallar, çocuklar verir" demiştir. İşte bu, ayette "(Allah) gökten üstünüze bol bol (yağmur) göndersin" buyruğu ile anlatılan husustur. "Midrâr", çok yağmur manasına olup, mübalağa ile ism-i fail siğasıdır. Cenab-ı Hak "Kuvvetinize kuvvet katıp artırsın" buyurmuştur. Müfessirler burada bahsedilen kuvveti, mal ve çocuk verme ve bedence kuvvetli kılma diye tefsir etmişlerdir. Çünkü bütün bunlar, sayesinde insanın güç-kuvvet bulduğu şeylerdir.

Buna göre eğer, "sözün özü şudur: Hûd (aleyhisselâm), "Eğer Allah'a ibadet ederseniz, dünyevî hayırların kapılan size açılır" demiştir. Halbuki durum böyle değildir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Belâlar öncelikle peygamberlere, sonra velilere, sonra (derece bakımından) onlara yakın onlanlara has kılınmış, verilmiştir" Tirmizi, Zühd 56 (4/8602); Buhari, Merda, 3 (7/3). buyurmuştur. O halde bu ikisinin arası nasıl bağdaştırılır? Hem sonra Kur'ân'ın taatlara teşvikteki örfü (metodu), hem dünyevi hem de uhrevî nayırların o taatlara dayandığını bildirme şeklinde cereyan eder. Fakat taatlara, kendisine birtakım dünyevî hayırların dayanmasıyla teşvik etmek Kur'ân'a yakışmayan, (tahrif edilmiş) Tevrat'ta bulunan bir metoddur" denilir ise, şöyle cevap veririz: "Ahiret mutluluklarına fazlaca teşvik yapılınca, dünyevî hayırlara kifayet miktarı :eşvik yapılmış olması uzak bir ihtimal değildir."

Hak teâlâ'nın "Günahkârlar olarak yüz çevirmeyin" ifâdesi, 'suç ve günahta ısrar ederek, benden, davet ettiğim ve teşvik ettiğim şeyden yüz çevirmeyin" manasındadır.

Kavminin Hazret-i Hud'u Reddetmesi

53

Âyetin tefsiri için bak:56

54

Âyetin tefsiri için bak:56

55

Âyetin tefsiri için bak:56

56

"Dediler ki: "Ey Hûd, sen bize açık bir mucize getirmedin. Biz de senin sözünle tanrılarımızı bırakacak değiliz. Sana inanacak da değiliz. Biz, "tanrılarımızdan kimi seni fena çarpmış" demekten başka bir şey söylemeyiz. Hûd dedi: "Allah'ı hakikî şâhid gösteririm ve siz de şâhid olun ki ben sizin Allah'dan başka O'na ortak tutmakta devam ettiğiniz şeylerden kaüyyen uzağım. Artık bana topyekün, istediğiniz tuzağı kurun, sonra bana mühlet de vermeyin. Şüphesiz ki ben, kendimin de, sizin de Rabbiniz olan Allah'a güvenip dayandım. Yürür hiç bir mahlûk hâriç olmamak üzere (hepsinin) alnından tutan O'dur. Benim Rabbim hakikaten sırat-ı müstakim üzerindedir".

Bil ki Allahü teâlâ, Hûd (aleyhisselâm)'un, kavmine söylediği sözleri nakledince, bundan sonra kavminin ona söyledikleri şu sözleri nakletmiştir:

1) Onlar, "Sen bize açık bir beyyine, yani hüccet getirmedin" demişlerdir. "Beyyine"ye, sayesinde hak batıldan ayrıldığı için, "beyyine" (ayıran) denilmiştir. Hûd (aleyhisselâm)'un mucizeler ortaya koyduğu, fakat kavminin, cahillikleri yüzünden o mucizeleri inkâr ettikleri ve onun hiçbir mucize getirmediğini iddia ettikleri malumdur.

2) Onlar, "Biz de senin sözünle tanrılarımızı bırakacak değiliz" demişlerdir. Bu söz de tutarsızdır. Çünkü onlar faydayı ve zararı verenin Allah olduğunu, putların ise ne faydası ne de zararı olmayan şeyler olduğunu kabul ediyorlardı. Durum böyle olunca, akla ilk gelen o putlara ibadet etmenin caiz olmayacağı olur. Onların putlarını bırakmaları, sırf sözleri ile değil, aksine aklın ve ruhun buna açıktan açığa karar vermesiyle olur.

3) Onlar, "Sana inanacak da değiliz" demişlerdir. Bu ise, onların küfürde, taklidde ve inkârda ısrarlı olduklarını gösterir.

4) Onlar, "Biz, "Tanrılarımızdan kimi, seni fena çarpmış" demekten başka birşey söylemeyiz" demişlerdir. Bir kimseyi bir şey sarıp bürüdüğünde, başına geldiğinde denilir. Buna göre ayetin manası, "Ey Hûd, sen putlarımızı tenkid ettin, bundan dolayı da onlar seni delirttiler" şeklindedir.

Hazret-i Hûd (aleyhisselâm)'un Onlara Cevabı

Cenâb-ı Hak onların bu sözüne karşılık Hûd (aleyhisselâm)'un "Allah'ı hakiki şâhid gösteririm ve siz de şâhid olun ki, ben sizin, Allah'dan başka O'na ortak tatmakta devam ettiğiniz şeylerden kaüyyen uzağım" dediğini nakletmiştir ki bunun manası açıktır.

Hazret-i Hûd (aleyhisselâm) daha sonra "Artık bana topyekün istediğiniz tuzağı kurun, sonra bana mühlet de vermeyin" demiştir ki bu, Hazret-i Nuh'un kavmine, "siz ve ortaklarınız da artık toplanıp ne yapacağınızı kararlaştırın... Bana mühlet de vermeyin" (Yûnus, 7) şeklindeki sözünün aynısıdır.

Bil ki bu, kesin bir mucizedir. Çünkü bir tek kimse, büyük bir topluluğa karşı: "Bana düşmanlık ve eziyet hususunda elinizden geleni yapın, geri bırakmayın!" dediğinde, o kimsenin bu sözü, ancak Allahü teâlâ'nın kendisini düşmanların vereceği eziyetlerden koruyup muhafaza edeceğine dair, ilâhî bir garanti içinde olduğu zaman söyleyebileceğini anlarız.

Daha sonra o, "Yürür hiçbir mahlûk hâriç olmamak üzere hepsinin alnından tutan O'dur" buyurmuştur. Ezheri şöyle demiştir: "Araplar'a göre "nâsiye", başın ön kısmındaki (alındaki) saç biten yerdir. Orada biten saç, bittiği yerin ismi ile, "nâsiye" diye adlandırılmıştır.

Bil ki Araplar bir insanı, zelil ve boyun eğmiş olarak tavsif ettiklerinde, "Falancanın ıâsiyesi, ancak falancanın elindedir" derler, yâni "o, ona itaat eder" demektir. Çünkü -âsiyesinden (perçeminden, kâkülünden) tuttuğun kimseyi, zabî-u rabt altına almış olursun. Yine Araplar bir esir alıp, onu salıvermek ve başına kakarak (minnetle) azâd etmek istediklerinde, onun hor ve hakir olduğuna bir alâmet olsun diye, perçemini keserlerdi. Böylece Araplara, bildikleri bir ifâde üslubuyla Kur'ân'da hitab edilmiştir. Buna göre ayetteki bu ifâdenin manası, "Her canlı onun kahrı ve kudreti altında olup, onun kaza ve kaderine boyun eğmiştir."

Daha sonra O "Benim Rabbim hakikaten sırat-ı müstakim üzerindedir" demiştir. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:

1) O, "Yürür hiçbir mahlûk hâriç olmamak üzere, (hepsinin) alnından tutan O'dur" deyince, bu yüce bir kudrete ve büyük bir kuvvete işaret olur. Bundan dolayı O, bunun peşinden "Benim Rabbim hakikaten sırat-ı müstakim üzerindedir" yani, "Allah, o kavme kadir ise de, onlara zulmetmez, ancak hak, adalet ve doğru olanı yapar" demiştir. Mutezile şöyle der: "Ayetteki, "Yürür hiçbir mahlûk hariç olmamak üzere, (hepsinin) alnından tutan O'dur" ifâdesi Allah'ın birliğine; "Benîm Rabbim hakikaten sırat-ı müstakim üzerindedir" cümlesi de, adâlet-i ilâhiyyeye delâlet eder. Böylece dinin ancak tevhid ve adaletle tam ve mükemmel olduğu sabit olur."

2) Allahü teâlâ, kendi saltanatının, bütün mahlukatı, zabt-u rabt altına aldığını belirtince, peşinden "Benim Rabbim hakikaten sırat-ı müstakim üzerindedir" ifâdesini getirmiştir ki bu, "O'na hiçbirşey gizli kalmaz ve O'ndan hiçbir kimse kaçamaz" demektir. Cenâb-ı Hak bu ayette, "strat-ı müstakim'i" zikretmiş ve bununla nerkesin girmesi gereken yolun ancak bu olduğunu belirtmek istemiştir. Nitekim Hak teâlâ, "Çünkü Rabbin şüphesiz ki rasad yerindedir (gözetlemededir)" (Fecr, 14) buyurmuştur.

3) Bunun manası, "Senin Rabbin sırat-ı müstakime sevkeder, yani oraya teşvik eder, yahut oraya çağırarak sizi oraya sevkeder" şeklindedir.

Haktan Sapanın Zararı

57

"Eğer şimdi yüz çevirirseniz (ne diyeyim?) Ben size ne ile gönderilmişsem işte size onu tebliğ ettim. Rabbim sizin yerinize diğer bir kavmi getirir ve O'na hiçbir surette zarar veremezsiniz. Şüphesiz ki benim Rabbim her şeyin üstünde bir gözeticidir".

Bil ki ayetteki, (......) fiilinin aslı, (......) şeklindedir. Buna şu iki mana verilmiştir:

a) İfâdenin takdirî manası, "Eğer siz yüz çevirirseniz, tebliğde kusurlu davranmakla itâb olunmaz ve aleyhinize hüccet tahakkuk etmiş oîur" şeklindedir. Buna göre Hûd (aleyhisselâm) sanki "Tekzibde ısrar eden sizsiniz " demek istemiştir.

b) Bu, "Eğer şimdi yüz çevirirseniz, ben size ne ile gönderilmişsem işte size onu tebliğ ettim" demektir.

Daha sonra o, "Rabbim sizin yerinize diğer bir kavmi getirir" demiştir. Yani, "Sizden sonra yerinize, kendisine sizden daha itaatkâr kimseler yaratır" demektir. Bu, onlara kökünü kazıma (neslini kazıma) azabı indireceğine bir işarettir. O, "O'na hiçbir surette zarar veremezsiniz" demiştir. Yani, "O'nun sizi helâk etmesi, mülkünden hiçbirşey noksanlaştırmaz."

Daha sonra, Şüphesiz ki benim Rabbim her şeyin üstünde bir gözeticidir" demiştir. Bu hususta da şu üç izah yapılmıştır:

1) O, kullarına yaptıklarına göre karşılık vermek için, onların amellerini muhafaza eder.

2) O, beni sizin şerrinizden ve tuzağınızdan korur.

3) O, herşeye karşı bir gözetici olup, istediği zaman o şeyi helak etmekten korur, istediği zaman helak eder.

Ad Kavminin İmha Edilmesi

58

Âyetin tefsiri için bak:60

59

Âyetin tefsiri için bak:60

60

Vakta ki (azab) emrimiz geldi. Hûd'u ve beraberindeki mü'minleri, bizden bir rahmet olarak, selâmete erdirdik, onları ağır azaptan kurtardık. İşte Ad kavmi! Onlar, Rablerinin ayetlerini bilerek inkâr ettiler, peygamberlerine âsî oldular, inada her zorbanın emri ardınca gittiler. Onlar bu dünyada da, Kıyamet gününde de, la'nete uğradılar. Haberiniz olsun ki Ad kavmi, Rablerini inkâr ettiler. Haberiniz olsun ki Hûd'un kavmi olan Ad'e (rahmet-i ilahiyyeden) uzaklık verildi".

Bil ki Cenâb-ı Hak, "Vakta ki emrimiz geldi" buyurmuştur. Bu, "Azabımız geldiği zaman..." demek olup, o azap, onların başına gelen, kasıp kavurucu ve köklerini Kazıyan bir rüzgârdır. Allahü teâlâ bununla onlara yedi gece ve sekiz gündüz azab etmiştir. Bu rüzgâr onların burun deliklerinden girip, arkalarından çıkmış ve onları yeryüzüne yüzüstü baygın düşürmüştür. Böylece onlar, sanki yere devrilmiş uzun hurma kütükleri gibi olmuşlardır.

Eğer denirse ki: "Bu rüzgâr, onları helak etmede nasıl müessir olmuş?" Cevaben deriz ki: "Bunun, o rüzgârın çok sıcak, çok soğuk yahut da varlıktan yerden havaya kaldırıp, sonra geri çarpacak şekilde çok kuvvetli olmasından ötürü olması muhtemeldir. Hepsi olabilir."

Hazret-i Hûd (aleyhisselâm) ile Mü'minlerin Kurtarılması

Cenâb-ı Hakk'ın "Hûd'u ve beraberindeki mü'minleri, selâmete erdirdik (kurtardık)" buyruğuna gelince; bil ki: Belâların aynı anda hem mü'minlere, hem kâfirlere gelmesi caizdir. Bu durumda o bela, mü'minler için bir rahmet, kâfirler için bir azâb olmuş olur. Fakat peygamberlerini tekzib eden kavimlere inen azaba gelince; Allah'ın hikmeti mü'minleri bu azabtan kurtarmayı gerektirir. Eğer böyle olmasaydı, o zaman bu belânın, onların küfürlerine karşı bir azab (ceza) olduğu anlaşılmazdı. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Hûd'u ve beraberindeki mü'minleri kurtardık" buyurmuştur.

Ayetteki "Bizden bir rahmet olarak (kurtardık)" buyruğu ile ilgili şu izahlar yapılmıştır:

1) Allahü teâlâ, bu sözü ile, insanın, iman ve salih amelde gayret göstermiş olsa bile, ancak Allah'ın rahmeti ile kurtulabileceğini kasdetmiştir.

2) Buradaki "rahmeften maksad, Allah'ın hidayet ettiği ve muvaffak kıldığı iman ve sâlih ameldir.

3) Allah onlara o vakit merhamet etmiş ve cezada onları kâfirlerden ayırmıştır.

"Onları ağır azabtan kurtardık" buyruğuna gelince, bundan önceki "kurtarma"dan maksad, dünyadaki azabtan kurtarmadır.Bu ikinci kurtarma ile de, Kıyamet azabından kurtarma kastedilmiştir. Allahü teâlâ, Kıyamet azabını, onlar için ölümden sonra olacak bu azabın, içindeki (dünyadaki) azaba nisbetle daha ağır olduğuna dikkat çekmek için, "galiz (ağır) bir azab" diye nitelemiştir. O halde ayetteki, "Onları... kurtardık" buyurmaktan maksad, "Biz onların, bu ağır azaba müstehak olmadıklarına ve buna düşmemelerine hükmettik" manasıdır.

Bil ki Allahü teâlâ, Âd Kavmi'nin kıssasını anlatınca, Ümmet-i Muhammed'e hitab ederek, 'İşte Ad (kavmi)!" buyurmuştur. Bu, onların kabirlerine ve geride kalan izlerine bir işaret olup, Cenâb-ı Hak sanki, "Yeryüzünde gezip dolaşın, bütün bu (eski eserlere, antik kentlere) bakın da ibret alın" demek istemiştir.

Ad Kavmi'nin Başlıca Cürümleri

Allahü teâlâ daha sonra, onların sıfatlarını zikrederek, dünyadaki ve ahiretteki durumlarını ele almıştır. Onların sıfatları şu üç şeydir:

Birinci Sıfat: "Onlar, Rablerinin ayetlerini bilerek inkâr ettiler." Bu, "Onlar, mucizelerin o peygamberin doğruluğuna delâlet ettiğini inkâr ettiler" demektir. Şayet onların zındık (münkir) oldukları sabit ise mana: "Onlar, yaratıkların hikmet sahibi Yaratıcının varlığına delâlet edişini inkâr ettiler" olur.

İkinci Sıfat: "Onlar, O'nun peygamberlerine âsî oldular." Böyle denmesinin sebebi şudur: Onlar tek bir peygambere âsî olunca, bütün peygamberlere isyan etmiş, karşı çıkmış oldular. Nitekim şu ayet bu gerçeği ifade eder: "Onun peygamberlerinden hiç birini diğerlerinin arasından ayırmayız "(Bakara, 285). Denildi ki: Onlara, Hûd (aleyhisselâm)'den başka peygamber gönderilmemişti.

Üçüncü Sıfat: "Onlar, inadcı her zorbanın emri ardınca gittiler." Bu, "Sefiller, ayak takımı, "Bu (peygamber) de sizin gibi bir insandan başka birşey değil" deme hususunda (ve buna inanmada), reislerini taklid ediyorlardı. "Cebbar" (zorba)'dan maksad, yüksek tabakada olan ve inada, "Anîd, anûd ve mu'ânid, nizacı ve muarız" demektir.

Bil ki Allahü teâlâ onların bu sıfatlarını zikredince, bunun peşine hallerini de zınredip, "Onlar bu dünyada da, Kıyamet gününde lanete uğradılar", yani "Dünyada da âhirette de lanet onların arkadaşı, ayrılmaz tâbisi ve yandaşı kılındı" buyurmuştur. "Lanet", Allah'ın rahmetinden ve her türlü hayırdan uzaklaştırılmaktır.

Sonra Allahü teâlâ, onların başına bu nahoş hallerin gelmesindeki asıl sebebi beyan edip, "Haberiniz olsun ki Ad Kavmi, Rablerini inkâr ender" buyurmuştur. Denilmiştir ki: "Ayetteki lafzı ile manası kastedilmiştir. Şu halde burada bâ harf-i cerri mahzuftur." Yine buradaki "Küfr"ün, bite bile inkâr manasına olduğu söylenmiştir. Buna göre mana, "Haberiniz olsun ki Âd. Rablerini bile bile inkâr ettiler" şeklindedir." Yine denilmiştir ki: "Bu, muzâfın hazfedilmiş olduğu bir cümledir ve "Onlar, Rablerinin nimetine nankörlük ettiler" manasındadır. (Dolayısıyla "nimet" kelimesi mahzuftur).

Sonra Cenbâb-ı Hak, iyi "Haberiniz olsun ki Hûd'un kavmi olan Âd'e, rahmet-i ilâhiyyeden uzaklık verildi" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili iki soru vardır:

Birinci Soru: Lanet, uzaklık manasındadır. Dolayısıyla Cenâb-ı Allah, "Onlar bu dünyada da, Kıyamet gününde de lanete uğradılar" buyurmuş olunca, "Haberiniz olsun ki (...) Ad'e uzaklık verildi" sözünün ne hikmeti var?

Cevap: Aynı hususu değişik iki ifâde ile tekrar etmek, son derece ileri bir te'kidi gösterir (onun önemine delâlet eder).

İki Ayrı Ad Kavmi'nin Bulunduğu

İkinci Soru: Ayetteki "Hûd'un kavmi olan tavsifinin ifade ettiği incelik nedir?

Cevap: İki "Âd" kavmi vardı. Birincisi daha önce olan idi ki, bunlar Hûd (aleyhisselâm)'un kavmi idiler. İkincisi ise, sütunlar (yüksek binalar) sahibi İrem halkı idi. Binâenaleyh Cenâb-ı Allah, karışıklığı önlemek için, bunu belirtti. İkinci bir husus da şudur: Birşeyi açıkça belirtmedeki mübalağa, son derece ileri te'kide delâlet eder.

Hazret-i Salih'in Semud Kavmini Dine Daveti

61

Âyetin tefsiri için bak:62

62

"Semûd kavmine de kardeşleri Salih'i gönderdik. Dedi ki: "Ey kavmim Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka hiçbir tanrınız yoktur. O, sizi topraktan meydana getirdi, sizi orada ömür geçirmeye yahut imâra memur etti. O halde O'ndan mağfiret isteyin, sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz ki Rabbim çok yakındır, duaları kabul edendir." Onlar dediler ki: "Ey Salih, sen bundan evvel içimizde ümid beslenen bir zât idin. Şimdi atalarımızın taptığı şeylere tapmaktan bizi vazgeçirmek mi istiyorsun? Senin bizi davet ettiğin şey hakkında gerçekten şek ve şüphe içindeyiz".

Bil ki bu, Hûd Sûresi'nde zikredilen üçüncü kıssadır. Bu kıssa, Hazret-i Salih (aleyhisselâm) ile Semûd Kavmi'nin kıssasıdır. Bu ayetlerin, daha öncekilerle münasebet ve alâkası, tıpkı Hûd (aleyhisselâm) Kıssası nda zikredilen münasebet gibidir. Fakat ne var ki Hazret-i Safih (aleyhisselâm), kavmine Cenâb-ı Hakk'ın birliğini kabulü emredince, Allah'ın birliğini ortaya koymak için şu iki delili "zikretmiştir:

Allah'ın İnsanları Topraktan Yaratması

Birinci Delil: Ayetteki, "O, sizi topraktan meydana getirdi" ifadesiyle ortaya konulan delildir. Bu hususta şu iki izah yapılır:

Birinci İzah: Herkes, Âdem (aleyhisselâm)'in sulbünden yaratılmış olup, o da topraktan yaratılmıştır. Ben derim ki: Bu doğrudur. Ancak bu hususta, doğruya bundan daha yakın şöyle bir izah daha yapılabilir: İnsan, meniden ve hayız kanından yaratılmıştır. Meni ise, kandan meydana gelir. O halde insan, kandan yaratılmıştır. Kan da (insanın yediği) gıdalardan neş'et eder. Gıdalarda ya hayvansal Olur, ya bitkisel olur. Hayvanların durumu da, insanlarınki gibidir. Şu halde gerek hayvan, gerek insan, hepsinin yaratılışı varıp bitkilere dayanır. Bitkilerin yerden bittiği açıktır. O halde Allahü teâlâ'nın hepimizi yerden (topraktan) yarattığı sabit olur.

İkinci İzah: Ayetteki mine'l-ard "topraktan" kelimesindeki min edatı, fîlanasınadır ve takdiri, sizi toprakta, yeryüzünde meydana getirdi" şeklindedir. Bu görüş zayıftır. Çünkü ifâdeyi zahirine hamletmek mümkün iken, onu zahirî manasından (mecazî manaya) geçirmeye gerek yoktur. Fakat insanın yerden neş'et edişinin, bir yaratıcının varlığına nasıl delâlet ettiği meselesinin izahına gelince; biz bunu daha önce defalarca açıkladık.

Yeryüzünü İmar Etmenin Önemi

İkinci Delil: Ayetteki "Sizi orada ömür geçirmeye, (yahut imâra) memur etti" cümlesinin ortaya koyduğu delildir. Bu ifâde ile ilgili şu üç mana imiştir:

a) "Allah sizi, yeryüzünü mamur kılan kimseler kıldı." Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: "Fars kralları çokça kanallar açtırıyor ve ağaçlar diktiriyorlardı. İşte bundan dolayı, onlar uzunca bir ömür sürdüler. Bunun üzerine, onların zamanlarındaki peygamberlerden birisi, Rabbine, "Onları böyle uzunca yaşatmanın sebebi nedir?" deyince, Allahü teâlâ ona, "Çünkü onlar benim beldelerimi imâr ettiler ve kullarım oralarda (rahat) yaşadılar" diye vahyetti." Muâviye (radıyallahü anh) ömrünün sonlarına doğru, yeryüzünü imâra başlayınca, ona, "Seni, buna sevkeden ne?" diye sorulduğunda Beni buna sevkeden, şâirin şu sözleridir" dedi.

"Kendisi ile aydınlanılmayan ve yeryüzünde bir eseri olmayan yiğit, yiğit değildir."

b) "Allahü teâlâ, size orada uzun ömür verdi." Bu manaya göre, -ısdarından türemiştir. Bu tıpkı, (sizi bakî kıldı) fiilinin, "beka" masdarından türemiş olması gibidir.

c) fiili, umrâ kelimesinden iştikak etmiştir ve manası, "Allah, orayı ömrünüz süresince sizin kıldı. Fakat siz ölünce, başkasına geçer" şeklindedir.

Bil ki yeryüzünün, insanlar için faydalı olacak bir imârı kabul edecek şekilde hazırlanmasında ve insanların buna kadir olmasında, Halik Teâlâ'nın varlığına büyük bir delil vardır. Bunun neticesi, Hak teâlâ'nın bir başka ayetindeki "O her mahluku ölçüyle yapıp sonra da hayat yolunu gösterendir"(A'la. 3) buyruğunun ifâde ettiği hususa dayanır. Bu böyledir. Çünkü kendi zâtında uygun tasarruflara götürebilecek bir akıl ve kudret var iken, insanın sonradan yaratılmış olması, hakîm bir Yaratıcının varlığına delalet eder. Yeryüzünün kulların menfaatlarına uygun ve maslahatlarına yarar bazı özelliklerle mevsûf oluşu da, Hakîm bir Yaratıcının varlığına delâlet eder.

Ayetteki, "O'ndan mağfiret isteyin, sonra O'na tevbe edin" buyruğunun tefsiri daha önce geçmiş idi.

Ayetteki, "Şüphesiz ki Rabbim çok yakındır, (duaları) kabul edendir" buyruğu ise, "O, ilmi ve duyması ile çok yakındır, fazlı ve rahmeti ile de, muhtaçların dualarını kabul edendir" demektir.

Kavmi, Birdenbire Hazret-i Salih Aleyhine Dönüyor

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Hazret-i Salih (aleyhisselâm), bu delilleri açıkladığı zaman, kavminin, "Ey Salih, sen bundan evvel içimizde ümid beslenen bir zât idin" dediğini beyân buyurmuştur. Bu hususta şu izahlar yapılır:

1) O, aklı keskin, güçlü kuvvetli ve zekâsı yerinde bir genç olup, kendi kabilelerinden de olduğu için, kavmi onun dinlerine yardım edeceği, mezheblerini takviye edeceği ve yolları ile metodlarını iyice yerleştireceği hususunda çokça ümidlendirmişti. Çünkü bir cemiyet içinde, ne zaman üstün bir kişi meydana gelse, onlar işte bu yönden ona ümid bağlarlar.

2) Bazıları da şöyle demişlerdir: "Bundan maksad, "Sen, bizim fakirlerimize şefkat duyar, güçsüzlerimize yardım eder ve hastalarımızı ziyaret ederdin. Böylece senin, bizi seven ve bize yardım eden kimselerden olman hususundaki ümidimiz güç kazanmıştı. O halde artık nasıl olur da sen, düşmanlık ve buğz izhar edersin?"manasıdır. Sonra onlar bu sözlerine çok şiddetli bir hayreti de ekleyerek, "Şimdi atalarımızın taptığı şeylere tapmaktan bizi vazgeçirmek mi istiyorsun?" demişlerdir. Bu sözün maksadı, onların taklîde, babalarına ve atalarına tâbi olmanın vücûbiyyetine sımsıkı sarıldıklarını ifâde etmektir. Bu teaccübün bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, Mekke kâfirlerinden naklettiği, "O, tanrıları bir tek Tanrı mı yapmış? Bu, cidden acayip birşey!" (Sa'd. 5) şeklindeki sözdür.

Daha sonra onlar "Senin bizi davet ettiğin şey hakkında gerçekten şek ve şüphe içindeyiz..." demişlerdir. "Şekk" insanın nefy ile isbât arasında kalakalmasıdır. "Murîb" ise, sû-i zanda bulunan kimse demektir. O halde, "biz (...) şek içindeyiz.' ifadesiyle, Salih (aleyhisselâm)'in sözünün doğruluğunun, onların inançlarında müessir olmamış olduğu kastedilmektedir. "Murîb" ifadesiyle de, Salih (aleyhisselâm)'in sözünün, onların inançlarına göre, daha ağır basmış olduğu kasdedilmiştir ki, bu da Salih (aleyhisselâm)'in sözünü geçersiz kılmak için söylenmiş bir mübalağa ifadesidir.

Hazret-i Salih Kavmini İkna Etmek İstiyor

63

'Salih dedi ki: "Ey kavmim, ya ben Rabbimden apaçık bir delil üzerinde isem ve O, kendinden bana bir rahmet vermişse? Ne dersiniz? O halde Allah'dan, eğer O'na isyan edersem, beni kim koruyabilir? Demek, siz beni ziyana ofratmaktan, bunu bana karşı arttırmaktan başka bir şey yapmayacaksınız...".

Bil ki Salih (aleyhisselâm)'in "ya ben apaçık bir mucize üzerinde isem..." cümlesi, şek ifâde eden in harfiyle kurulan bir cümledir. Halbuki o, peygamberliği Hususunda tam bir yakînî inanç üzerinde bulunuyordu. Ancak ne var ki, muhalif kimselere bu şekilde söz söylemek, sözün kabul edilmesini daha iyi temin edebilir. Buna göre o sanki şöyle demek istemiştir: "Benim, Rabbimden olan bir delil üzere olduğumu ve nebî olduğumu farzediniz. Ve düşününüz ki, şayet ben size tâbi olur ve emirleri hususunda Rabbime isyan edersem, beni Allah'ın azabından kim koruyabilir? Şu halde, böyle yaparsam, siz benim ziyanımı artırmaktan başka bir şey yapmış olmazsınız..." Buradaki tahsîr (ziyan vermek) kelimesinin izahı hususunda şu iki açıklama yapılmıştır:

a) Bu kelimenin manası, "Böyle olması halinde siz benim amellerimi noksanlaştırmış ve onları iptal etmiş olursunuz..." şeklindedir.

b) Takdirin şu şekilde olması: "Siz, bana söyledikleriniz ve beni sevkettiğiniz cihet ile, benim sizi hüsrana nisbet etmemden ve size, "siz, hüsrana düşmüş kimselersiniz" cememden başka, benim bir şeyimi artırmazsınız..." Birinci görüş, doğruya daha yakındır. Çünkü Salih (aleyhisselâm)'in "eğer O'na isyan edersem, beni Allah'ın azabından kim koruyabilir?" şeklindeki sözü, şayet, beni kendisine davet ettiğiniz küfür nususunda size tâbi olacak olursam, o zaman ben ancak dindeki hüsranımı arttırmış ve böylece de hüsrana düşen ve helak olan kimselerden olmuş olurum..." şeklindeki bir manaya delâlet eder gibidir.

Mu'cize Olarak Verilen Deveyi Kesmeleri

64

Âyetin tefsiri için bak:65

65

"Ey kavmim, işte size bir ayet (mucize) olmak üzere Allah'ın şu dişi devesi! Serbest bırakın onu... Allah'ın arzında yesin. Ona fenalık edip dokunmayın... Aksi halde sizi yakın bir azâb yakalar. Derken onu, ayaklarını keserek öldürdüler. Bunun üzerine (Salih) dedi ki: "Memleketinizde üç gün daha yaşayın. İşte bu, yalan çıkarılamayacak bir tehdittir".

Bil ki putperest bir toptum içinde, peygamberlik iddia eden bir kimsenin adet ve tutumu, önce onları Allah'a ibâdete davet etmek, sonra da buna peygamberlik iddiasını eklemektir. Bu durumda mutlaka onlar da, ondan bir mucize isterler. Salih (aleyhisselâm)'in durumu da böyleydi. Rivayet olunduğuna göre: Salih (aleyhisselâm)'in kavmi, bir bayramları esnasında sahraya çıkarlar. Böylece de, Salih (aleyhisselâm)'den bir mucize getirmesini isterler. Ve ona, gösterdikleri muayyen bir kaya parçasından, kendilerine bir deve çıkarmasını söylerler. Bunun üzerine Salih (aleyhisselâm) de Rabbine duâ eder; böylece de, istedikleri gibi bir deve meydana gelir.

Bil ki o deve, birkaç bakımdan mucizedir:

1) Allahü teâlâ onu, kaya parçasından yaratmıştır.

2) Allah onu, dağın içinde yaratmış, sonra da dağ yarılmıştır.

3) Allah onu, herhangi bir erkek deve bulunmaksızın, hamile yaratmıştır.

4) Cenâb-ı Hak o deveyi, bir doğum ve gelişme, büyüme olmaksızın bu durumda, bir anda yaratmıştır.

5) Rivayet olunduğuna göre su içme sırası bir gün o devenin, diğer bir gün de kavmin tamamının idi.

6) O deveden, büyük bir topluluğa yetecek miktarda süt elde ediliyordu. Bütün bunlar kahir ve kesin mucizelerdir. Halbuki Kur'ân'da, o devenin "bir mucize" olduğundan başka bir izah yoktur. O devenin hangi yönlerden mucize olduğunun beyanı ise Kur'ân'da yer almamıştır.

Müşriklerin Mucizevî Deveyi Çekememeleri

Daha sonra Salih (aleyhisselâm) "Serbest bırakın onu! Allah'ın arzında yesin!" demiştir. O bu sözüyle devenin bakım külfetinin kaldırıldığını ve böylece o devenin, onlar için bir mucize olması yanında, onlara faydalı olup, zarar da vermediğini kastetmiştir. Zira onlar, onun sütünden yararlanıyorlardı. Salih (aleyhisselâm), onların küfürlerinde ısrar ettiklerini gördüğü için, onlardan yana deveye herhangi bir zararın dokunacağından korkuyordu. Zira, hasım olan kimse, hasmının delilinin ortaya çıkmasını sevmez; aksine, var kuvveti ile onu gizlemeye ve ibtâl etmeye çalışır. İşte bundan dolayı Salih (aleyhisselâm), kavminin o deveyi öldürmeye yeltenmelerinden endişeleniyordu. Bunun için ihtiyatlı davranarak "Ona fenalık kasdıyla dokunmayın..." demiş ve onları, ona kötülükle dokunmaları halinde, çok yakında gelecek bir azâb ile tehdit etmiştir ki bu, o deveyi öldürmeye yeltenmekten, onları iyice sakındırmaktır. Allahü teâlâ, Salih (aleyhisselâm)'ın bu tenbihine rağmen onların o deveyi boğazladıklarını beyân buyurmuştur. Onların o deveyi, ya o hücceti ibtâl etmek için, yahut su sıkıntısına düştükleri için veyahut da onun yağına ve etine gönül sardıkları için, boğazlamış olmaları muhtemeldir.

Salih (aleyhisselâm) üçüncü günü kasdederek, "Aksi halde sizi yakın bir azâb yakalar" demiştir. Bu da, onun "Memleketinizde üç gün daha yaşayın" şeklindeki sözüdür.

Dâr Kelimesi Hakkında

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Salih (aleyhisselâm)'in kavminin o deveyi boğazladığında, peygamberin onlara, "memleketinizde üç gün daha yaşayın" dediğini beyan buyurmuştur. "Temettü' " his ve duygularla idrâk edilen menfaat ve lezzet veren şeylerden istifade etmek demektir. Faydalanma, ancak canlılar için söz konusu hayat ve yaşama, bu kelime ile ifâde edilmiştir. Salih (aleyhisselâm)'in dârikum tabiriyle şu iki açıklama yapılabilir:

a) Bu tabirle belde, memleket kastedilmiştir. Beldelerde deveran ve tasarruf için, bu adla adlandırılmışlardır. Nitekim "Bekr kabilesinin beldesi" "Diyar-ı Bekr" denilmektedir.

b) Bu tabirle, "dünya" kastedilmiştir, Salih (aleyhisselâm) "işte bu, yalan çıkarılamayacak bir tehdittir..." demiştir. Yani, "içinde yalan bulunmayan..." demektir. Meclûd (celdelenmiş), ma'kûl düşünülmüş, akledilmiş), ve meftun (fitnelenmiş) kelimelerinde olduğu gibi, bazan ism-i mef'ûl masdar manası kastedilebilir.

(......) tabirine (......) manası da verilmiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir "Allahü teâlâ onlara o üç gün mühlet verince, onları adetâ iman etmeye teşvik etmiştir. Zira onlar, deveyi boğazlayınca, Salih (aleyhisselâm) onları, başlarına gelecek bir azab ile inzar etti... Bunun üzerine onlar, "Bunun alâmeti nedir?" dediklerinde de Salih (aleyhisselâm), "Yüzlerinizin, ilk günde sararması, ikinci günde kızarması, üçüncü günde de simsiyah olması ve dördüncü günde de size azabın gelmesidir" demiştir. Onlar, yüzlerinin siyah lastiğini görünce, azabın geleceğine kesinkes inandılar. Derken tedbir olarak ona karşı hazırlık yaptılar. Nihayet, dördüncü gün sabahleyin azâb onları yakalayıverdi. Bu azab da müthiş bir sayha, yıldırım veya diğer bir azab idi.

İmtihan Sırrı İmana Mecbur Etmez

İmdi şayet, "Bu alâmetlerin, onlar arasında, Salih (aleyhisselâm)'in sözüne mutabık olarak zuhur edip de, yine buna rağmen onların küfürlerinde ısrar etmiş olmaları nasıl makûl olabilir?" denilirse, biz şöyle deriz:

Bu alâmetler, kesin ve yakın noktasına ulaşmadıkları sürece, onların küfürlerine devam etmeleri imkânsız olmaz. Ama bu emareler, kesin ve katî olunca da, iş mecbûriyyet noktasına varmış olur. Halbuki o vakitte de iman etmek, kabul edilmez.

66

Âyetin tefsiri için bak:68

67

Âyetin tefsiri için bak:68

68

"Vakta ki emrimiz geldi, Salih de, onun maiyyetinde iman etmiş olanları da tarafımızdan bir esirgeme olarak o günün rüsvaylığmdan kurtardık. Şüphesiz ki senin Rabbin, O, çok kuvvetlidir, mutlak gâlibtir, O zalimleri ise korkunç bir ses alıp götürdü de yurtlarına diz üstü çöken kimseler oluverdiler. Sanki orada hiç oturmamışlardı. Haberiniz olsun ki Semud, hakikaten Rablerine küfrettiler, dikkat edin ki Semûd'a rahmet-i ilahiyeden uzaklık verilmiştir...".

Bil ki bu ayetin bir benzeri, Âd Kıssasında geçmişti "O günün rüsvaylığmdan" buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu kelamın başındaki vav, atıf vâvı'dır. Buna göre bunun iki izahı yapılmıştır:

1) Kelamın takdirinin, "Biz Salih'i ve onunla beraber iman edenleri, tarafımızdan olan bir rahmet ile, onun kavminin başına gelen azâbtan ve onlardan ayrılmayan, utancı hep kendilerinde görülen ve daima onlara ait olan rüsvaylıktan kurtardık..." şeklinde olmasıdır. Zira hizy kelimesinin manası, rüsvaylığı insana utanç veren bir kusur ve ayıp demektir. Böylece, söylenilenlere itimâd bu hazif yapılmıştır.

2) Takdirin, "Biz Salih'i tarafımızdan bir rahmet ile kurtardık; mü'minleri de bu gün rüsvaylığından kurtardık..." şeklinde olmasıdır.

(......) Kelimesindeki Farklı Kıraatlar

Kisaî, Verş'in rivayetine göre Nâfî, Kalûn ve bir rivayete göre A'şâ hem burada, hem de Meâric (Ayet, 11) sûresinde mim'in fethasıyla (......) diğer kıraat imamları ise, bu iki yerde mim'in kesresiyle (......) şeklinde okumuşlardır. Bu kelimeyi mim'in fethasıyla okuyanlar, (......) kelimesinin (......) ifâdesine muzâf olmasına (......) kelimesinin de mebnî olmasına göre okumuşlardır. Mebniye muzâf olanın mebnî kılınması caizdir. Görmüyor musun? Muzaf, muzâfun ileyh'den ya marifeliği da nekreliği kazanır. İşte burada da böyledir, (......) kelimesinin meksûr sebebi, onun, mübtedâ-haberden meydana gelen cümleye muzâf olmasıdır. "Güneş doğarken sana geldim..." dersin. Ama bu muzâf olmayınca, muzafun iteyhe delâlet etmesi için tenvîn almıştır. Daha sonra da, hem kendisi hem de tenvîn sakin olduğu için, zâl harfi kesrelenmiştir.

Bu kelimeyi mim'in kesresiyle (......) şeklinde okumaya gelince; bu hizy kelimesinin yevm kelimesine muzaf olmasından ve mebnî olan bir kelimeye sebebiyle, o kelimenin de mebnî olması gerekmediği içindir. Çünkü bu izafet, gerekli değildir.

Üçüncü Mesele

"Hizy", rezil ve rüsvayhk noktasına varan, büyük bir zillet demektir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak harbîler için, "Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır... "(Maide. 33) buyurmuştur. Allah bu azabı, onlar gibi olanların ibret alacakları devamlı bir rûsvaylık olması sebebiyle. "hizy" (rûsvaylık) diye adlandırmıştır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki senin Rabbin, O, çok kuvvetlidir, mutlak gâlibtir.." buyurmuştur. Bu, tam yerinde söylenmiş bir ifadedır. Zira Allahü teâlâ, bu azabı kâfirlere verip, mü'minleri de ondan koruduğunu beyan buyurmuştur. Bu ayırma, birine azâb verip diğerine vermeme işi, ancak eşyanın karakterini değiştirebilen ve aynı şeyi bir kimseye nisbetle belâ ve azâb; diğer bir kimseye nisbetle de rahat ve huzur vesilesi yapabilen kadir ve muktedir olan bir zât için söz konusu olabilir.

Zalimleri Çarpan Müthiş Sayha

Daha sonra Cenâb-ı Hak bu durumu beyân buyurmak üzere "O zalimleri ise korkunç bir ses alıp götürdü..." demiştir. Bu cümle ile ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Cenâb-ı Hak, ehazet değil de, ehaze buyurmuştur. Zira, (fail olan) sayha kelimesi, mana itibariyle müzekker olan siyah yerindedir. Ayrıca, fiit ile müennes olan faili arasına, bir fasıla girmiştir. Binâenaleyh, araya giren bu kelimeler, sanki müenneslik tfi'sının yerini tutmuş gibidir. Bu durumun benzerleri geçmiş idi.

İkinci Mesele

Alimler, burada bahsedilen "sayha"nın ne olduğu hususunda şu iki izahı yapmışlardır:

a) İbn Abbas (radıyallahü anh): "Bununla yıldırım kastedilmektedir" demiştir.

b) Sayha, onların işitip de, böylece hepsinin kendisi sebebiyle öldüğü ve evlerinde, meskenlerinde yüzüstü yıkılmış ölüler haline geldikleri büyük bir sestir, çığlıktır. Ayette bahsedilen câsimîn tabirinin manası, onların diz üstü ve yüz üstü düşmeleri anlamındadır. Rivayet olunduğuna göre Allahü teâlâ Cebrail'e, onların ölümüne sebeb olacak bir nara atmasını emretmiştir. Bu sayhayı biifii! Allah'ın yaratmış olması da caizdir. Siyah kelimesi ise ancak, ağızda ve boğaz içinde meydana gelen sese denilir (......) kelimesinin anlamı da böyledir. Eğer bu bizzat Allah'ın yaratmasıyla ise, Cenâb-ı Hak bunu, bir canlının boğazında yaratmış demektir. Yok, eğer bunu Cebrail (aleyhisselâm) yapmış ise, bu onun, ağzında ve boğazında meydana gelmiş demektir. Bunun böyle olduğunun delili; gök gürültüsünün hertürlü naradan daha kuvvetli ve tonlu olup, ne "sayha" ne de "surâh" diye adlandırılmayadır.İmdi şayet, "O sayhanın ölüme sebebiyet vermesinin sebebi nedl'?" denilirse biz deriz ki, bu hususta şu izahlar yapılabilir:

1) Büyük bir nara ancak, havanın dalgalanmasını gerektirecek büyük bir şey bulunduğu zaman meydana gelir. Bu şiddetli dalga çoğu kez, insanın kulağını delerek geçer ve beyin zarını paramparça ederek ölüme yol açar.

2) Bu, çok korkunç bir şeydir; meydana geldiğinde, çok büyük bir dehşet hasıl olur. Ruhî hastalıklar şiddetlendiği zaman, ölüme sebebiyet verir.

3) Bu büyük sayha, buluttan neş'et ettiğinde mutlaka onunla birlikte, yakıcı olan çok şiddetli bir şimşek de bulunur. İşte İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın "saika" dediği de budur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "yurtlarına diz üstü çökenler oluverdiler..." buyurmuştur. Cüsûm kelimesi, dinmek, sükûnete ermek temektir. Nitekim kuş, yuvasına gecelediğinde denilir. Daha sonra Vaplar bu kelimeyi, ölümden dolayı hareket edememe manasında kullanmışlardır. Böylece Allahü teâlâ, helak olan kimseleri, helak oldukları andaki o hareketsizlikleri e vasfetmiştir ki, buna göre sanki onlar hiç diri değillermiş manası kastedilmiştir.

Cenâb-ı Hak "Sanki orada hiç olmamışlardı..." buyurmuştur. Yani, "Sanki onlar, orada hiç bulunmamışlardır" demektir. Bu fiilden iştikak etmiş olan (......) kelimesi, canlının kendisinde ikamet ettiği yer demektir. Nitekim bir bir yerde ikamet ettiğinde denilir.

Semûd Kelimesinin Kur'an'da İki Şekilde Okunması

Daha sonra Cenâb-ı Hak Haberiniz olsun -:. Semûd, hakikaten Rablerine küfrettiler. Dikkat edin ki Semûd'a rahmet-i iiahiyyeden uzaklık verilmiştir" buyurmuştur. Hamza ve Asım'ın ravisi Hafs, Kur'ân'ın her yerinde tenvinsiz olarak Semûde şeklinde okurlarken, diğer kıraat namları tenvinle Semûden şeklinde okumuşlardır. Semûd kelimesinin, hem munsarıf, hem de gayr-i munsarıf olarak kullanılması söz konusudur. Semûd kelimesinin munsarıf olması, bu kelimenin "hayy" (kabile), yahut da "büyük baba, ata" manasına alınmasından dolayıdır. Gayr-ı munsarıf olması ise, kelimenin marife ve "kabile" manasında olarak, müennes olması sebebiyledir.

Dördüncü Kıssa Hazret-i İbrahim'e Meleklerin Misafir Olarak Gelmeleri

69

Âyetin tefsiri için bak:71

70

Âyetin tefsiri için bak:71

71

"Celâlim hakkı için, elçilerimiz, İbrahim'e müjde ile gelip "selâm" dediler. O da. "selâm" dedi ve hiç beklemeden gidip onlara kızartılmış bir buzağı getirdi. İbrahim onların ellerinin buna uzanmadığını görünce durumlarından hoşlanmadı ve onlardan dolayı, gizli bir endişe duydu. Onlar, korkma dediler, çünkü biz Lût kavmine gönderildik." (İbrahim'in) karısı ayakta idi. Bu söz üzerine güldü. Biz de ona İshâk'ı, îshâk'ın ardından da torunu Ya'kûb'u müjdeledik".

Bil ki bu, sûrede bahsedilen kıssaların dördüncüsüdür. Burada birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Nahivciler şöyle demişlerdir: Burada, bu ifâdenin başına, peygamberlerin kıssalarını dinleyenler, bir kıssadan sonra başka bir kıssayı bekledikleri için kad edatı getirilmiştir. Çünkü kad, tavakku' ifâde eder. Haberi tekîd etmek için de, bunun başına lâm gelmiştir. Lekad, rusül kelimesi çoğul olup, çoğulun en azı da üçtür. Şu halde bu kelime en az üç meleğin olduğunu kesinlikle belirtir. Ama bundan fazlasının bulunduğunu isbât etmenin yolu ise, ancak başka bir delil iledir. Alimler, onların içinde mutlaka Cebrail'in bulunduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Ayrıca, bu husustaki rivayetler de farklı farklıdır. Bu cümleden olarak, Cebrail (aleyhisselâm)'in, yanında son derece güzel olan çocuklar kılığında oniki melek olarak Hazret-i İbrahim'in yanına geldiği ileri sürülmüştür. Dahhak ise, bunların sayısının dokuz olduğunu belirtmiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh), bunların Cebrail, Mikâil ve İsrafil olmak üzere üç tane olduğunu ve bunların, Cenâb-ı Hakk'ın Zariyât Sûresi'nde "İbrahim'in şerefli misafirlerinin haberi sana geldi mi?" (Zariyat, 24) ayetinde ve Hicr Sûresi, "Onlara İbrahim'in misafirlerinden de bahset..." (Hicr, 51) ayetinde bahsetmiş olduğu kimseler olduğunu söylemiştir.

İkinci Mesele

Alimler, ayette geçen buşrâ ile neyin kasdedildiği hususunda şu iki şekilde ihtilâf etmişlerdir:

a) Bununla, Allahü teâlâ'nın, hemen bu ayetten sonra "Biz de ona İshak'ı, Ishak'ın ardından da torunu Yakûb'u müjdeledik" ayetiyle müjdelediği şeyi kastetmiştir.

b) Bununla, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i İbrahim'e, Lût'un, esenlik içinde olacağı; kavminin ise helak olacağı müjdesi kastedilmiştir. -

Cenâb-ı Hakk'ın "Selâm" dediler. O da "selâm" dedi" ifâdesine gelince, bununla ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Hamza ve Kisaî, hem burada, hem de Zariyat 25. ayette sin'in kesresi, lâm'ın sükûnu ve elifsiz olarak, (......) şeklinde okumuşlardır. Ferrâ, bu iki kıraat arasında fark bulunmadığını, zira Arapların, dediklerini; zira tefsirde, onlar gelince, Hazret-i İbrahim'e selâm verdiklerini söylemiştir. Ebu Ali el-Farisî de şöyle demiştir: "Bu kelimenin, düşmanlığın ve harbin zıddı olarak, barış anlamında, silm manasına gelmiş olması da muhtemeldir. Buna göre o melekler sanki, Hazret-i torahim'in kendilerine sunduğu şeyi yemekten çekinip Hazret-i İbrahim de onları yadırgayarak bir tür endişeye kapılınca "Biz barışçıyız... Biz harpçi ve düşman aegiliz... Öyleyse, düşmanın taamını yemekten çekinilmesi gibi, benim ikramımı da yemekten çekinmeyiniz" dedi..." Bana göre bu izah, uzak ihtimaldir. Zira böyle olması -a inde, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in bunu, yiyeceği hazırladıktan sonra söylemiş olması gerekir. Halbuki Kur'ân-ı Kerim, bu sözün, yemek hazırlanmadan önce söylenilmiş delâlet etmektedir. Zira Cenâb-ı Hak, buyurmuştur, ifâdesinin başındaki fâ harfi, takibiyye fasıdır. Binâenaleyh bu, Hazret-i İbrahim'in o kızartılmış danayı getirmesinin, "selâm" sözünden sonra olduğuna delâlet eder.

Misafirlerin Selam Şekli

Bu kelamın takdiri, (......) kelamının takdırı ise, "Benim işim selâmdır" şeklinde olup, "Ben, barış ve sulhtan başka bir şey dilemem" demektir. Vahidî ise şöyle demiştir: "Bu sözden maksadın, (......) şeklinde olması da muhtemeldir. Böylece o, bu ifâdeyi, onun dediği sözü aynen nakletmek için, merfû olarak getirmiş ve haberini de hazfetmiştir. Bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın (......) (Yusuf, 18) ayetinde olduğu gibidir. Böyle bir hazf ancak, hazf yapıldıktan sonra, maksat malum olduğunda güzel olur. Burada da maksad malumdur. Şu halde bu hazf, hiç şüphesiz güzel olmuştur. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın (......) (Zuhruf, 89) ayetidir. Burada da haber hazfedilmiştir.

Bil ki, onlar birbirlerine, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey iman edenler, başka evlere ve odalara sahiplerinden izin almadan ve selâm da vermeden girmeyin..."(Nûr, 27) ayetinde bahsedilen izne riâyet etmek için, selâm vermişlerdir.

Selamun Aleykum Tabirinin İzahı

Bu kelime, genel olarak eliflâmsız, (......) şeklinde kullanılır. Zira bu, duâ anlamındadır. Bu Arapların tıpkı, "Allah hayrını versin" demeleri gibidir.

Şayet, "Nekire bir kelimenin mübtedâ yapılması nasıl caiz olabilir?" denilirse, biz deriz ki:

Nekire, herhangi bir kelimeyle vasfedildiğinde onun mübtedâ kılınması caizdir. Binâenaleyh sen dediğin zaman, burada kullanmış olduğun bu nekire ifade, : seâmın tam ve mükemmel olduğuna delâlet eder. Buna göre sanki o, "Tam ve mükemmel selâm, sizin üzerinize olsun..." demiştir. Bunun bir aanzeri de bizim, şeklindeki ifademiz ile, Maryenı. (Rad, 24) ayetlerindeki kullanılışlardır. Ama, (Tâhâ, 47) ayetindeki kullanılış da caizdir. Bununla, buradaki selâmın hakikati ve mahiyeti kastedilmiştir. Ben derim ki: Selâmün aleyküm tabiri, demekten daha anlamlıdır. Çünkü, selâmün aleyküm ifadesindeki nekire, kemâli, tamlığı ve mükemmelliği ifade eder. Ama, es-Selâm lafzına gelince, bu sadece mahiyeti ifâde eder. Ahfeş şöyle demiştir: Araplardan bazıları, selâmün aleyküm der ve "selâm" sözünü, eliflâm ve tenvinden tecrîd eder. Bunun sebebi, çokça kullanılmanın, böyle bir tahfifi mubah hale getirmesidir. Allah en iyi bilendir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "ve hiç beklemeden gidip onlara kızartılmış bir buzağı getirdi.." buyurmuştur. Alimler şöyle demişlerdir: İbrahim (aleyhisselâm), kendisine hiç misafir gelmeksizin onbeş gün bekledi. Bunun için üzüldü. Daha sonra da kendisine melekler gelince, bunların, daha önceki misafirler gibi olmadığını gördü. İşte bundan dolayı hemen acele ederek, kızarmış bir buzağı getirdi. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunun manası, "O, bu buzağıyı getirmede hiç çekinmedi, aksine acele etti..." şeklindedir. Veyahut da kelamın takdiri, "Onun gelmesi gecikmedi..." şeklindedir. İcl sığırın yavrusuna denilir. Hanız ise, yerde kazılan bir çukurda kızdırılmış taşlarla yapılan kebaba verilen isim olup, bu kebap çöl araplarının bilinen bir âdetidir. Bu kelime mahnûz anlamındadır. Bu tıpkı, aynı anlamda olarak hem tabîh, hem de matbûh denilmesine benzer. Yine hanız kelimesinin, yağı damlayan şey anlamına geldiği de söylenir. Nitekim Arapça'da, atın üzerine çul atıp, böylece de attan terler damladığında denilir.

Misafirler Yemeğe El Uzatmıyorlar

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Hazret-i ibrahim onların ellerinin o buzağıya uzanmadığını görünce" buyurmuştur. Ferrâ, "Taama uzanmadığını..." manasını vermiştir ki, taam da buzağı demektir., yani, "onları yadırgadı" demektir. Arapça'da, aynı manada olmak üzere denilmektedir.

Bil ki o müsafirler, melek oldukları için, yemek yememişlerdir. Zira melekler, yemezler içmezler. O melekler, Hazret-i İbrahim'e, onun hoşuna gidecek bir durumda olmak için, misafir kılığında gelmişlerdir. Zira, Hazret-i İbrahim'in kalbi misafir sevgisiyle yanıp tutuşuyordu.

Hazret-i İbrahim Melek Olduklarını Baştan Bilmiyordu

İbrahim (aleyhisselâm)'e gelince biz diyoruz ki: O, onların melek olduklarını ya bilmiyor, aksine onların beşer olduklarını zannediyordu; yahut da onların melek olduklarını biliyordu. Birinci ihtimale göre, Hazret-i İbrahim'in korkmasının sebebi şu iki şey olabilir:

a) Hazret-i İbrahim, insanlardan çok uzak bir yerde konaklamıştı. Bu sebepten, onlar yemekten kaçınınca onların kendisine bir kötülük düşündüklerinden endişelendi.

b) Tanınmayan birisi misafir olarak gelip, kendisine yemek ikram edildiğinde, eğer o yemekten yerse, bir güven duygusu hasıl olur. Yok, eğer yemezse, o zaman da korku meydana gelir.

Onların, melek olduğunu bilmesi ihtimaline gelince, onun bu durumda onlardan şu iki sebepten dolayı korkmuş olması mümkündür:

a) Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, o meleklerin, Allah'ın, yaptığını beğenmediği bir işten dolayı gelmiş olmalarından korkmuştur.

b) O, meleklerin, kavmine azâbetmek için gelmiş olmalarından dolayı endişelenmiştir.

Buna göre eğer, "Bu iki ihtimalden hangisi doğruya daha yakın ve açıktır?" denilir ise, biz deriz ki: Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, onların Allah'ın melekleri olduğunu bilemediğini söyleyenler, şu şekillerde istidlal edebilirler:

1) Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) onlar için, hemen yemek hazırlama gayretine girmiştir. Eğer o, onların melek olduğunu anlasaydı, bunu yapmazdı.

2) O, onların yemek yemekten geri durduklarını görünce, onlardan korkmuştur. Binâenaleyh eğer o, onların melek olduğunu bilseydi, yememelerinden bir kötü niyetleri olduğuna istidlal etmezdi.

3) Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) onları, işin başlangıcında insan suretinde görmüştür ve bu da onların melek olmadıklarına delâlet etmiştir.

Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in onları tanıdığını söyleyenler de, Hak teâlâ'nın, . "Onlar "Korkma, çünkü biz Lût Kavmi'ne gönderildik" dediler" (hûd 70) ayetini delil getirerek şöyle demişlerdir: "Bu söz, ancak onların kim olduğunu bilip, fakat hangi sebebten ötürü gönderildiklerini bilmeyen kimseye söylenebilecek sözdür." Sonra Cenab-ı Hak, meleklerin bu korkuyu Hazret-i İbrahim'den gidererek, "Korkma, çünkü biz Lût kavmine gönderildik" dediklerini beyân buyurmuştur ki bu, "Biz, Lût Kavmi'ne azab etmek için gönderildik" demektir. Çünkü bu sözde mukadder bir "azab" kelimesi vardır. Çünkü bir başka sûredeki şu ayet buna delâlet etmektedir: "Onlar, "Biz, günahkârlar güruhuna gönderildik. Çünkü onların üzerine çamurdan taşlar atacağız" dediler" (Zariyat, 32-33).

Daha sonra Cenâb-ı Hak "(ibrahim'in) karısı ayakta idi" buyurmuştur. Karısı kendisinin amcası kızı olan Sare binti Âzer b. Bâhura'dır.

Bu ayette (......) kelimesinin, cümledeki takdirinin (ayakta idi) şeklinde olduğu ve manasının, "Onun karısı, meleklerin sözlerini dinlemek için perdenin gerisinde ayakta duruyordu. Çünkü o da endişelenmişti" şeklinde olduğu söylendiği gibi, "Onun karısı, misafirlere hizmet ediyor vaziyette ayakta idi, İbrahim (aleyhisselâm) de meleklerle beraber oturuyordu" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu son manayı, İbn Mes'ûd (radıyallahü anh)'un, ayeti "ibrahim oturur iken, hanımı ayakta idi" şeklinde okuyuşu da te'kid etmektedir.

Hazret-i İbrahim'in Hanımının Gülmesi

Cenâb-ı Allah sonra, "Bu söz üzerine güldü. Biz de ona îshâk'ı müjdeledik" buyurmuştur. Alimler dahiket fiilinin hangi manada kullanıldığı hususunda şu iki görüş üzere ihtilaf etmişlerdir: Bazıları bunu "gülme" manasına, bazıları da gülme dışında bir manaya hamletmişlerdir.

1) Bunu bizzat gülme manasına hamledenler de Hazret-i İbrahim'in hanımının niçin güldüğü hususunda ihtilaf etmiş ve şu izahları yapmışlardır:

1) Kfidl şöyle demiştir: "Bunun sebebinin, mutlaka bu ayette bahsedilen birşey olması gerekir. O şey ise, Hazret-i İbrahim'in karısının, İbrahim (aleyhisselâm)'in korkusunun zail olmasına sevinmiş olmasından başka birşey değildir. Çünkü o melekler, "Korkma, biz Lût Kavmi'ne gönderildik" deyince, Hazret-i İbrahim'in korkusunun zail olup sevinmesinden dolayı, hanımı da büyük sevinç duymuştur. İnsan böyle durumlarda bazan gülebilir.

Netice olarak diyebiliriz ki: Hazret-i İbrahim'in hanımının gülmesi, meleklerin Hazret-i İbrahim'e "Korkma..." demelerinden ötürüdür. Bu söz sanki bir müjde gibi olmuştur. Bu sebeble Hazret-i İbrahim'in hanımına sanki şöyle denilmiştir: Biz bu müjdeyi ikiliyoruz, yani korkunun giderilmesi ile bir müjde gerçekleştiği gibi, ömrünüz boyunca istediğiniz bir çocuğunuzun olması ile diğer bir müjde daha tahakkuk etmiştir." Kâdi'nin bu izahı, son derece güzeldir.

2) Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in hanımının, Lût Kavmi' nin küfründen ve o rezil fiillerinden ötürü, yani onların benimsememesinden ötürü olması da muhtemeldir. Dolayısıyla melekler Lût Kavmi'ni imha etmek için geldiklerini açıklayınca, Hazret-i İbrahim'in hanımı buna sevinip gülmüştür.

3) Süddi şöyle demiştir: "Hazret-i İbrahim meleklere, "Yemez misiniz?" deyince, onlar, "Biz, yemeği ancak karşılığını vererek yeriz" dediler. Bunun üzerine Hazret-i İbrahim de: "Onun karşılığı, başlarken besmele çekip, sonunda da Allah'a hamd etmenizdir" deyince, Cebrail (aleyhisselâm), Mikâil (aleyhisselâm)'e: "Cenâb-ı Hakk'ın böyle kimseleri halîl (dost) edinmesi, uygun olmuştur" dedi. Hazret-i İbrahim'in hanımı işte bu sözden hoşlandığı için gülmüştür.

4) Sâre, İbrahim (aleyhisselâm)'e: "Kardeşinin oğluna (Lût'a) haber sal ve onu kendine kat. Çünkü Allah, onun kavmine mutlaka azâb edecektir" dedi. O sözünü tamamlar tamamlamaz, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in yanına melekler geldi. Melekler, Hazret-i İbrahim'e kendilerinin, sadece Lût'un kavmini helak etmek için geldiklerini haber verince, meleklerin sözü, Sâre'nin sözüne uygun düşmüş oldu. İşte o, kendi sözü ile meleklerin sözünün böylesine birbirine uygun düşmesinden dolayı çok sevindiği için güldü.

5) Melekler, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e, kendilerinin insan değil, melek olduklarını ve Lût Kavmi'ni imha etmek için geldiklerini haber verdiklerinde, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) onlardan, melek olduklarına delâlet edecek bir mucize göstermelerini istedi. Bunun üzerine melekler, Rablerine, o kızarmış buzağıyı diriltmesi için duâ ettiler. Böylece o kızarmış buzağı konulduğu yerden canlanıp, otlaklara koştu. İbrahim (aleyhisselâm)'in hanımı ayakta idi. Kızarmış buzağının, bulunduğu yerden canlanıp otlağa sıçradığını görünce, birden gülüverdi.

6) O, Lût Kavmine azabın ansızın gelmesine taaccüb ettiği için güldü.

7) Şöyle de denebilir: "Melekler, Hazret-i İbrahim'in hanımına, bir çocuğunun olacağını müjdelediler. Bunun üzerine o güldü." Bu gülüş ya hayret etmeden dolayı olan bir gülüştür. Çünkü denildiğine göre o, bu esnada doksan küsur, İbrahim (aleyhisselâm) ise yüz yirmi yaşında idi. Yahut bu, sevinçten kaynaklanan bir gülme idi. Sonra o gülünce, Allahü teâlâ ona, o çocuğun adının "İshak" olduğunu, İshâk'tan sonra da Ya'kûb'un olacağını müjdelemiştir.

8) O, Hazret-i İbrahim'in taraftarları ve hizmet edenleri olduğu halde, bu üç şahıstan korkmuş olmasına şaşarak, gülmüştür.

9) Bu gülüş, ayette yapılacak bir takdim ve tehir ile anlaşılır: Buna göre ayetin takdiri: "O'nun hanımı ayakta iken biz ona İshâk'ı müjdeledik. O da, bu müjdeden dolayı sevinerek güldü" şeklindedir. Binâenaleyh ayette "güldü" fiili önce zikredilmiş ise de, manaca sonradır.

2) "Dahiket fiili, "hayız oldu" manasınadır." Bu görüş, Mücâhid ve İkrime'den nakledilmiştir. Bunlar şöyle demişlerdir: "Hazret-i İbrahim'in hanımı, korkudan emin olduğu için sevindiğinde hayız olmuştu. Hayız olunca da ona, bir çocuğunun olacağı müjdesi verilmişti." Ferrâ ve Ebu Ubeyde, bu fiilin "hayız oldu" manasına gelmesini kabul etmemişlerdir. Ebu Bekr el-Enbârî İse: "Onlar, bu fiilin bu manaya geldiğini bilmiyor iseler de, başkaları bilir" demiştir. Leys, ayetteki dahiket fiiline, "hayız gördü" manasını vermiştir. Ezherî de, bazı kimselerden, "bu fiilin aslının, hurma tomurcuğunun yarılıp açılması manasında olan, masdarı olduğunu" nakletmiştir. Nitekim Arapça'da "Tomurcuk yarıldı (açtı)" manasına denilir.

Bil ki bütün bu izahlar lüzumsuzdur. En doğrusu, birinci görüştür.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "İshak'ın ardından da Yâ'kûb'u müjdeledik" buyurmuştur. bu ifâde ile ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

İbn Âmir, Hamza ve Âsimin râvisi Hafs, ya'kube şeklinde; diğer kıraat imamları ise ref' ile ya'kubü şeklinde okumuşlardır. Bunun mansub okunuşunun sebebi, bu kelamın takdirinin, "Biz, İbrahim'in hanımına İshâk'ı müjdeledik, İshak'ın ardından da, ona Yâ'kûb'u verdik" şeklinde düşünülmesidir. Merfû okunmasının sebebi ise, kelamın takdirinin, "İshak'dan sonra da Ya'kûb doğmuştur" şeklinde düşünülmesidir.

İkinci Mesele

Ayette geçen Verâ kelimesi ile ilgili olarak şu iki izah yapılmıştır:

1) Ekserî âlimlere göre bu kelime "sonra" demek olup, ayetin manası, "İshak'tan sonra Yâ'kûb'u müjdeledik" şeklindedir. Bu izah açıktır.

2) "Bu kelime, "torun" manasınadır." Şa'bî'den şu rivayet edilmiştir: "Kendisine bu oğfun" denildiğinde o, "Evet verâ'dan..." demiştir. Çünkü onun torunu vardı. Bana göre bu, son derece zorlama ile yapılan bir izahtır. Çünkü kelime, bu manadan çok uzaktır.

Oğlan Çocuğu İle Müjdelenen Hanımının Hayreti

72

Âyetin tefsiri için bak:73

73

"Kadın, "Vay, kendim bir koca karı, şu zevcim de bir ihtiyar iken, ben mi doğuracak mışım? Bu, cidden çok şaşılacak bir şey!" dedi. (Elçi melekler de): "Allah'ın emrine (işine) mi şaşıyorsun? Ey ev ahâlisi, Allah'ın rahmeti, bereketleri sizin üzerinizdedir. Şüphe yok ki O, hamid ve mecîddir" (dediler)".

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ferrâ şöyle demiştir: "Veyl"in aslı "veyy" olup, bu da "hizy" (rüsvaylık) manasınadır. Nitekim (......) Arapça'da, "rüsvaylık falancaya olsun" manasında denilir.binaenaleyh veylek sözü, "Yazıklar, rüsvaylıklar olsun sana!" demektir." Sibeveyh şöyle demiştir: "(......) ölümle yüzyüze olan kimseyi uyarmak için; ise, (......) (ölüme) düşen kimse için kullanılır." Halil de: "Ben bu kelimenin kalıbında ancak (......), (......), (......) ve (......) kelimelerini gördüm" demiştir. Bunlar, manaca birbirine yakın kelimelerdir.

Hazret-i İbrahim'in hanımının (......) sözüne gelince, bazıları bunun sonundaki maksûre'nin, "elif-i nüdbe" olduğunu söylemişlerdir. Keşşaf sahibi ise şöyle "Bu kelimenin sonundaki elif, izafet yasından (mütekellim yâ'sından) bedel olan eliftir. Çünkü bunun aslı şeklindedir (Vah yazık oldu!) ve fâninin inin sonundaki elif de böyledir. Sonra yâ'dan ve kesresinden bedel olarak elif-i maksûre ve fetha getirilmiştir. Çünkü elif ile fetha, yâ ile kesreden daha hafiftirler (kolay söylenirler).

Ayetteki "Kendim bir koca karı, şu zevcim de bir ihtiyar iken, ben mi doğuracak mışım!" sözü ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birınci Mesele

İbn Kesir, Nâfî ve Ebu Amr, hemze ve med ile. diğer ktraat imamları ise iki hemze ile ve medsiz olarak, (......) şeklinde okumuşlardır.

İkinci Mesele

Birisi şöyle diyebilir: "O, Allah'ın kudreti hususunda mı hayrete düştü? Halbuki Allah'ın kudretine taaccüb etmek, küfrü gerektirir.-

Birinci mukaddime şu üç yönden izah edilebilir:

1) Allahü teâlâ Hazret-i Sâre'den, taaccüb sadedinde, "Kendim bir koca karı iken mi doğuracak mışım!" sözünü nakletmiştir.

2) Ayetteki, "Su, cidden çok şaşılacak bir şey!" sözü.

3) Meleklerin ona, "Allah'ın emrine (işine) mi şaşıyorsun?" demeleri.

Allah'ın kudretine şaşmanın küfrü gerektirdiğinin izahı ise şöyledir: Böylesi bir taccüb, onun Allah'ın kudretini bilmediğini (kabul etmediğini) gösterir ki bu da küfrü gerektirir.

Cevap: O, Allah'ın kudretini nazar-ı dikkate almaksızın, örf ve âdete genel göre hayret etmiştir. Zira müslüman bir kimseye, doğru sözlü bir haberci, "Allah şu dağı, saf altına çevirecek" dediği zaman, hiç şüphe yok ki o, Allah'ın buna kadir oluşunu yadırgadığı için değil de, genel âdete göre buna şaşar.

Üçüncü Mesele

Ayetteki "Şu zevcim de İhtiyar iken" ifâdesine gelince bil ki, buradaki "şeyh" kelimesi, "hal" olarak mansubtur. Vahidî (r.h.) şöyle der: "Bu, nahiv ilminin inceliklerinden ve sırlarındandır. Çünkü buradaki Haza kelimesi işaret manasındadır. inâenaleyh bu ifâde, "Kocam ihtiyar olarak, şu Kocama işaret ediyorum" manasında olup, maksad bu belli durumu, yani ihtiyarlığı bildirmektir."

Dördüncü Mesele

Bazı alimler bu kelimeyi mahzûf bir mübtedânın haberi olmak üzere, (......) şeklinde okumuştur. Yani, "Bu, benim zevcimdir; o ihtiyardır..." Yahut da, ba'lî kelimesi mübtedâdan bedel olup, şeyhun kelimesi haberdir. Ya da, her ikisi birden mübtedânın iki haberidirler.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, meleklerin, "Allah'ın emrine (işine) mi şaşıyorsun?.." dediklerini nakletmiştir. Bunun manası, meleklerin, onun bu şaşırmasından teaccüb ettiklerini dile getirmektir.

Daha sonra ise onlar, "Ey ev ahalisi, Allah'ın rahmeti, bereketleri sizin üzerinizdedir" demişlerdir. Bu ifâdeden maksat, böyle bir şaşkınlığı giderecek olan şeyleri söylemek, dile getirmektir. Bu kelâmın takdiri "Allah'ın sizin üzerinizdeki rahmeti çoktur. Size olan bereketleri de kesintisiz ve ardarda gelir. Bunlar ise, nübüvvet, kesin mucizeler ve büyük hayırlara muvaffak kılmadır. İşte sen Cenâb-ı Hakk'ın, bu yüce ve üstün ikramları size tahsis etme, harikulade şeyler vücûde getirme ve apaçık deliller ve mucizeler yaratma hususundaki âdetlerin hilâfına olan fiillerini gördüğünde, artık nasıl olur da hayret edebilirsin?" şeklindedir.

Ayetteki "Ey ev ahalisi.." sözüne gelince, bu onları bir methetmedir. "İhtisâs"tan ya da "nidâ"dan dolayı mansûbtur. Onlar daha sonra bunu "Şüphe yok ki O, hamîd ve mecîd'dir" sözleriyle tekid etmişlerdir. Hamîd kelimesi ism-i mef'ûl anlamında olup, bu da fiilleri övülen, medhedilen demektir. Mecîd kelimesi ise, mâcid anlamındadır. Bu ise, şeref ve kerem sahibi kimse demektir. Medhedilen fiillerden bazıları, itaatkâr kulu gayesine ve matlubuna ulaştırmak; fadl-u kerem nevilerinden bazıları da, isteyeni matlûbundan alıkoymamasıdır. İşte, Cenâb-ı Hakk'ın, her şeye kadir, hamîd ve mecîd olduğu malum olunca, daha böyle bir taaccüb nasıl kalabilir? Böylece bu kelimelerin zikredilmesinden gayenin, şaşkınlık ve hayreti gidermek olduğu sabit olmuş olur.

Beşinci Kıssa: Hazret-i Lut Kıssası

74

Âyetin tefsiri için bak:75

75

"Vakta ki İbrahim'den o korku gitti, kendisine bir de müjde geldi. (Şimdi o), Lût kavmi hakkında adetâ bizimle mücadeleye başladı. Çünkü İbrahim cidden yumuşak huylu, yüreği yanık, kendisini tamamen Allah'a vermiş biri idi".

Bil ki bu, beşinci kıssa olup, Lût (aleyhisselâm)'ın kıssasıdır. Bilesin ki rav' kelimesi, korku anlamındadır. Bu ise onun, müsafirlerini tanıyamayıp yadırgadığı zaman, kalbinde duymuş olduğu korkudur. Bunun manası "kendisinden korku gidip de çocuğunun olacağına dair müjde sebebiyle de sürür ve neşe hasıl olunca, o Lût Kavmi hakkında bizimle mücadele etmeye başladı" demektir. Ayetteki lemma edatının cevâbı, ehaze'dir. Ancak, sözün gelişi ona delâlet ettiği için, bu kelime hazfedilmiştir. Bunun takdirinin, "İbrahim'den korku gidince, o bizimle mücadele etti..." şeklinde olduğu da söylenilmiştir.

Bil ki yücâdilünâ demek, "Bizim elçilerimizle mücadele eder" demektir.

Hazret-i İbrahim İlahi Hükme Karşı Mücadele Eder mi?

İmdi, denirse ki: "Bu mücadele eğer Allah ile olmuşsa, bu, Allah'a karşı yakışıksız bir şeye cür'et etmek demektir. Allah'a karşı cür'et etmek ise, en büyük günahlardandır. Bir de, bu mücadelenin gayesi, bu hükmü geçersiz kılıp izâle etmektir. Bu da onun, Allah'ın hükmüne razı olmadığına delâlet eder ki, bu ise küfürdür. Şayet bu mücadele meleklerle ise, yine bu da şaşılacak bir durumdur. Çünkü bu mücadelenin gayesi o zaman, onların, Lût Kavmi'ni helak etmemelerini sağtamak olur. Şayet o, o meleklerin, kendiliklerinden Lût Kavmi'ni helak etmeye sarstıklarını zannetmişse, bu da onlar hakkında bir sû-i zan'dır. Yok, onların bunu Allah'ın emriyle yaptıklarını zannediyor idiyseler, o zaman da onlarla olan bu mücadelesi, onun o meleklerden, Allah'ın emrine muhalefet etmelerini istemiş manasını iktizâ eder ki, bu da kabul edilemez..." Buna şu iki şekilde cevap verilebilir:

Birinci Vecih: Bu toplu bir cevap olup buna göre; Cenâb-ı Hak onu, bu ayetin peşinden methetmiş ve şöyle buyurmuştur: "Çünkü İbrahim, cidden yumuşak huylu, yüreği yanık, kendisini tamamen Allah'a vermiş biri idi" (hud, 75). Şayet bu mücadelesi günah olmuş olsaydı, bunun peşinden, büyük bir medhe delâlet eden bu ayeti zikretmezdi.

Hazret-i İbrahim Azab İçin Biraz Mühlet Verilmesini İstiyordu

İkinci Vecih: Bu da mufassal cevap olup, buna göre bu mücâdeleden maksad, İbrâhim (aleyhisselâm)'in, azabı onlardan geciktirmeye çalışmış olmasıdır. Bu da birkaç yönden anfatılabilir:

a) Melekler, İbrahim (aleyhisselâm)'e, "Biz bu memleketin ahalisini imha edeceğiz" (Ankebüt, 31) deyince o: "Söyleyin bakalım, bu beldede ehl-i mü'min bulunsa da mı siz onu hetâk edeceksiniz?" dedi. Onlar: "Hayır" deyince: "Ya kırk tane olunca?" dedi; onlar, "Hayır" deyince: "Ya otuz tane olunca?" dedi. Onlar: "Hayır" deyince... ilh. Böylece o, ona kadar indi, onlar da: "Hayır" dediler. Bunun üzerine İbrahim (aleyhisselâm): "Söyleyin bakalım, orada tek bir müslüman kimse bulunsa dahi, orayı imha edecek misiniz?" deyince, yine onlar: "Hayır" dediler. İşte o zaman İbrahim (aleyhisselâm): "Orada Lût bulunuyor ya!" dedi.

İşte Cenâb-ı Hak bunu Ankebût Sûresi'nde zikretmiş ve: "Elçilerimiz İbrahim'e o müjdeyi getirince dediler ki: "Biz bu memleketin ahalisini imha edeceğiz. Çünkü oranın ahalisi zalim oldular." (ibrahim), "Onların içinde dedi, Lût da var." Dediler ki: "Biz orada kimin bulunduğunu çok iyi bilenlerdeniz. Onu da, ailesini de muhakkak kurtaracağız. Yalnız, geride kalacaklardan olan karısı müstesna..." (Ankebût. 31-32) buyurmuştur. Daha sonra ise, Cenâb-ı Hak, "Vakta ki elçilerimiz Lût'a geldi. O, bunlar yüzünden kaygıya düştü, bunlar sebebiyle göğsü daraldı, "Korkma, tasalanma, dediler, çünkü biz seni de, senin aileni de kurtaracağız. Yalnız geride kalacaklardan olan karın müstesna... "(Ankebût, 33) buyurmuştur. Böylece, İbrahim (aleyhisselâm)'in mücadelesinin ancak, Lût (aleyhisselâm)'un onlar arasında bulunması sebebiyle, Lût Kavmi hakkında olduğu ortaya çıkmıştır.

b) Şöyle denilmesi de muhtemeldir: İbrahim (aleyhisselâm), onlar belki iman ederler de, işledikleri günahlardan tevbe ederler ümidiyle, azabı onlardan tehir etmek suretiyle, kendilerine Allah'ın rahmetinin isabet etmesini arzuluyordu. Çoğu kez bu mücadeleler de, İbrahim (aleyhisselâm): "Allah'ın emri, azabı iletmek suretiyle gelir. Emrin mutlak manası ise, o işin derhal yapılmasını icab ettirmez, aksine geciktirmeyi kabul edebilir. Binâenaleyh sizler (ey melekler), biraz daha bekleyin..." demesinden; buna mukabil meleklerin de: "Muhakkak ki, emrin derhal yapılması gerekir. Üstelik burada da, emrin derhal yapılması gerektiğine delâlet eden karineler bulunmaktadır" demelerinden ileri geliyordu. Daha sonra ise her bir taraf, bilinen şekillerde, kendi görüşünü anlatmaya başlar, işte bundan dolayı da mücadele meydana getir. Bana göre kendisine güvenilecek olan görüş de budur.

c) Muhtemeldir ki İbrahim (aleyhisselâm), buradaki "emir" hakkında soru sormuştur. Bu ır. bir şart ile mukayyet idi. Çünkü bunun üzerine onlar, bu şartın, bu kavim rkında tahakkuk edip etmediği hususunda ihtilâf ettiler. Bu sebeple de, bir cadele meydana geldi. Kısaca biz, zamanımızdaki alimlerin de nasslara tutunmak usunda birbirleriyle mücadele ettiklerini görmekteyiz. Nasıl ki bu, onların herhangi ri ta'n etmemizi gerektirmiyorsa, işte burada da böyledir..

Daha sonra Cenâb-ı Hak; "Çünkü ibrahim cidden yumuşak huylu, yüreği yanık, kendisini tamamen Allah'a vermiş birisi idi" buyurmuştur Bu da, Allah tarafından Hazret-i İbrahim'in büyük bir medhe mazhar kılınmasıdır. Ayette geçen halim kelimesi, "başkasına yetişebilmek için acele etmeyip, tüme teenni ile hareket ederek, yavaş davranan, genişten alan kimse" anlamına gelir. Durumu böyle olan kimse, başkasının da böyle olmasını ister. Bu da, onun meleklerle olan mücadelesinin, hilme ve azabın ertelenmesine taalluk eden, bununla ilgili bir şeyden ötürü olduğuna bir delâlet gibi olmuş olur. Daha sonra Allahü teâlâ onun hilmiyle alâkalı olan hususu da buna ilâve etmiştir ki; bu da, "yüreği yanık, kendisini tamamen Allah'a vermiş birisi idi" sıfatlarıdır. Çünkü hilm sahibi olan kimsenin, başkasına sıkıntılar ve belâlar ulaştığını müşahede ettiğinde, yüreği yanar tutuşur. Lüt, Kavmi'ni imha etmek için meleklerin geldiğini görünce, işte o zaman, bundan dolayı hüznü çoğaldı ve bundan dolayı yüreği yanmaya başladı. İşte bu sebeple de, Allah onu bu sıfatla nitelemiştir.

Yine, Cenâb-ı Hak onu, "kendisini tamamen Allah'a vermiş olmakla" nitelemiştir. Çünkü başkasına karşı kendisinde, böylesi büyük bir şefkat ve acıma duygusu kimse, bu azabı onlardan gidermek için, daima Allah'a yönetir, O'na döner rücû eder. Ya da şöyle denilebilir: Başkasının sıkıntılara duçar olmasını istemeyen kimse, kendi nefsinin sıkıntılara düşmesini haydi haydi istemez ve bundan hoşnut olmaz. Nefsi Allah'ın azabına duçar olmaktan korumanın yoluysa, ancak tevbe ve Allah'a yönelmedir. Şu halde, durumu böyle olan kimsenin de, kendisini tamamiyle Allah'a vermesi gerekir.

Azap Hükmü Kaçınılmaz

76

Âyetin tefsiri için bak:77

77

"Ey İbrahim, bundan vazgeç. Zira hakikat şudur: Rabbinin emri gelmiştir.Onlara muhakkak reddolunamayacak bir azap gelip çatacaktır." Vakta ki elçilerimiz Lût'a geldi. O, bunlar yüzünden kaygıya düştü, bunlar yüzünden göğsü daraldı ve: "Bu çetin bir gündür" dedi"

cümlesinin manası şudur: "Melekler İbrahim'e şöyle dediler: "Bu mücadeleden vazgeç. Çünkü bu azabı onlara ulaştırma hususunda Rabbinin emri gelmiştir..." Çünkü, nassın bu hükme delâlet etme yönü ortaya çıkınca, bunu önlemenin yolu yoktur. İşte bundan dolayıdır ki onlar, İbrahim'e, bu mücadeleyi terketmesini emrettiler. Onlar, "Zira hakikat şudur: Rabbinin emri gelmiştir" deyip, bu lafızda da, bu emrin ne ile geldiğine dair bir delâlet bulunmayınca, şüphesiz ki Cenâb-ı Hak, onlara, reddolunamayacak, yani defedilmesi ve savuşturulması mümkün olmayacak bir azabın geleceğini beyân buyurmuştur.

Misafir Erkek Kılığında Lût'a Gelen Melekler

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Vakta ki elçilerimiz Lût'a geldi. O, bunlar yüzünden kaygıya düştü, bunlar yüzünden göğsü daraldı" buyurmuştur. Bu elçiler, İbrahim (aleyhisselâm)'e çocuk müjdesini veren elçilerdir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Onlar, İbrahim (aleyhisselâm)'în yanından Lût'un yanına gittiler. İki köyün arasında kırk fersahlık bir mesafe bulunuyordu. Onlar, parlak delikanlılar kılığında Lût'un yanına girdiler. Onlar son derece güzel idiler. Lût (aleyhisselâm), onların, Allah'ın melekleri olduğunu bilememişti.

Alimler bu hususta şu altı izahı yapmışlardır:

a) Lût (aleyhisselâm) onları insan sandı. Böylece de kavminin onlara, o kötü fiili yapacaklarından, misafirlerin de onlara karşı koyamayacaklarından endişelendi.

b) Lût (aleyhisselâm)'u, onların gelmesi üzmüştü. Çünkü onun, onlara harcayacak bir şeyi bulunmuyordu ve O, onları gerektiği gibi ağırlayabilecek durumda değildi.

c) Bu onu üzmüştü, zira Lût (aleyhisselâm)'un kavmi, Hazret-i Lût'un evine misafir almasına mani oluyorlardı.

d) Onların gelmesi onu üzmüştü zira O, onların Allah'ın melekleri olduğunu ve onların, kavmini imha etmek için geldiğini biliyordu. Birinci izah, en doğrusudur. Zira Cenâb-ı Hakk'ın, "kavmi, kendisine doğru (soluk soluğa) koşarak yanına geldi..." (Hûd. 78) ayeti buna delâlet etmektedir. Geriye ayette, mutlaka açıklanması gereken şu üç lafız kalmıştır:

Birinci Lafız: Ayetteki (......) sözü olup, bunun manası, "Onların gelmesi iyi olmadı" şeklindedir hem lâzım, hem de müteaddî bir fiildir. Nitekim Arapçada tıpkı “meşgul ettim meşgul oldu” ve “sevindirdim, o da sevindi" fiillerinde olduğu gibi "Onu üzdüm, o da üzüldü" denilir. Zeccâc, "bunun aslının, şeklinde olduğunu, ancak ne var ki vâv'ın Kılınarak, kesresinin sîn'e verildiğini" söylemiştir.

İkinci Lafız: Ayetteki "Bunlar yüzünden göğsü daraldı..." buyruğu. Ezherî şöyle demiştir: Zer', "takat" manasında kullanılan bir kelimedir. menin aslı, şu ifâdeye dayanır: Deve, adımlarının ği nisbetinde, güçlü ve kuvvetli bir biçimde yürür. Ama ona taşıyabileceğinden yük yüklendiğinde, o bunu taşımaktan acze düşer, zayıflar ve böylece de boynunu uzatır..." Böylece tabiri, güç ve takatin azalmasını ifade örnektedir. İşte bundan dolayı, "benim ona takatim yetmez" manasında, denilir. Söylediğimizin doğru olduğunun delili; Arapların, zari' kelimesini af kelimesinin yerinde kullanarak, "Bu işe gücüm yetmedi" demiş olmalarıdır.

Üçüncü Lafız: Ayetteki, cümlesidir. Yani, "Bu çetin, şiddetli örgündür" demektir. "Şiddetlidir" manasında olmak üzere, asîb denilmiştir. Zira, o gün, insanı, kötülüklerle kuşatır.

Ahalî, Misafirlere Hücum Etmek İstiyor

78

Âyetin tefsiri için bak:80

79

Âyetin tefsiri için bak:80

80

(Lut) un kavmi, kendisine doğru koşarak yanına geldi. Onlar daha evvelden kötülükleri işlemeye alışmış kimselerdi. (Lût), "Ey kavmim, işte kızlarım. Sizin onlar daha temiz. Artık Allah'tan korkun. Beni misafirlerimin yanında küçük düşürmeyin, içinizde aklı başında olan bir kimse de mi yok?" dedi. Dediler ki: "Andolsun, senin de bildiğin gibi, bizim senin kızlarında hiçbir hakkımız yok. Sen bizim, neyi dilediğimizi elbette biliyorsun." (Lût) şöyle dedi: "Size yetecek bir kuvvetim olsaydı keşke!.. Yahut, sarp bir kaleye sığmabilseydim...".

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Melekler Lût (aleyhisselâm)'un evine gelince, ihtiyar ve kötü karısı haberi ulaştırarak kavmine şöyle dedi: "Bizim evimize öyle adamlar geldi ki, onlardan daha güzel yüzlü, daha temiz elbiseli ve daha hoş kokulu olan bir başkasını görmedim." Bunun üzerine Lût'un kavmi, soluk soluğa koşarak ona geldiler. Allahü teâlâ, onların çabucak, koşarak gelmelerinin çoğu kez, o kötü fiili yapmak için olduğunu, "Onlar daha evvelden kötülükleri işlemeye alışmış kimselerdi.." diye beyân etmiştir. Nakledildiğine göre, Lût'un kavmi onun evine girer ve, Cebratl (aleyhisselâm)'in bulunduğu odaya girmek isterler. Cebrail (aleyhisselâm) de elini kapının üzerine koydu. Dolayısıyla onlar kapıyı kırmadan açamadılar. Bunun üzerine Cebrail (aleyhisselâm) de, onların gözlerini sıvadı da, onlar bunun üzerine kör oldular. Bundan dolayı, "Ey Lûi, bizim üzerimize sihirbazlar geldi ve fitne zuhur etti" dediler.

Hep Meçhul Olup, Malum Yerine Meçhul Gelen Fiiller

Dil âlimlerinin yuhreûn fiili ile ilgili iki görüşü bulunmaktadır

Birinci Görüş: Bu, malûm sığası, meçhul sîğası üzerine gelen fiiller kabilindendir. Bunun malûm (fail) sîğası bilinmez. Şu fiillerde de böyledir:

"Falanca, şu işe daldı, kendini verdi, tutuldu"; "Zeyd titredi" ve"Amr övündü."

İkinci Görüş: Malum sîğasının meçhul sîğası üzere gelmesi mümkün değildir. Misal gösterilen bu fiillerin failleri hazfolunmuştur. Binâenaleyh, cümlesinin takdiri, "Tabiatı, huyu onu... düşkün kıldı, arzulu yaptı" şeklinde; kelamının takdiri, "Gazabı onu titretti" şeklinde ve ifadesinin tevili de, "Malı onu gururlu, kibirli kıldı" şeklindedir. Ayetteki (......) kelimesinin manası da, "Korkusu veya hırsı onu teşvik ve tahrik etti, koşmaya sevketti" şeklindedir. Bu görüşte olanlar kendi aralarında da ihtilaf ettiler, bazıları ihrâc kelimesinin, "titreyerek, soluk soluğa, hızlıca koşmak" anlamında olduğunu söylerlerken, bazıları da bunun, "hızlı koşmak" anlamında olduğunu söylemektedirler.

Hazret-i Lût "Kızlarım" Derken Ümmeti İçindeki Kızları Kastetti

Cenâb-ı Hakk'ın "(Lût), "Ey kavmim, işte kızlarım. Son için onlar daha temiz" ifadesiyle ilgili iki görüş bulunmaktadır: Katâde şöyle demiştir: Kızlarından murad, kendi sulbünden olan kızlardır. Mücâhid ve Said İbn Cübeyr de: "Bundan maksad, ümmetinin kadınlarıdır. Çünkü onlar, haddi zatında katar olup, onların tâbi olmak ve davetini kabul etmek suretiyle, Lût (aleyhisselâm)'a bir ensubiyyeti bulunmaktadır..." demişlerdir.

Nahivciler, izafetin güzel ve uygun olabilmesi için, en ufak bir sebebin bile yeterli olacağını, çünkü Lût (aleyhisselâm)'un onların peygamberi olduğunu, dolayısıyla, adeta onların babası mesabesinde olduğunu söylemişlerdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Peygamber zevceleri, mü'minlerin analarıdır" (Ahzâb, 6) buyurmuştur. Buna göre Hazret-i Peygamber de, ümmetin babasıdır. İşte bence, tercihe şayan olan görüş de budur. Bunun doğruluğuna birçok şey delâlet eder:

1) İnsanların, kızlarını günahkâr ve kötü kimselere peşkeş çekmesi, şahsiyyeti akan kimseye yakışmayacak, uzak bir iştir. O halde bu, peygamberlerin ulularına nasıl yakışabilir?

2) Ayetteki, "İşte kızlanm. Sizin için onlar daha temiz..." cümlesidir. Onun kendi adbûnden olan kızlar, büyük bir topluluk için yeterli değildir. Ümmetinin kadınlarına gelnce; onlar herkese yetecek sayıdadır.

3) Sahih olan şu rivayete göre onun iki kızı bulunuyordu: Birisi Zenta, diğeri de Zeürâ. İki kıza, "kızlar" lafzının itlâk edilmesi caiz değildir. Çünkü, çoğulun en azının olduğu bilinmektedir. Birinci görüşte olanlar, Lût (aleyhisselâm)'un, kavmini, ümmetin feadmlarıyla zinaya davet etmediği hususunda ittifak halindedirler. Onlara göre bilakis bundan maksad şudur: Aksine O, kavmini, kadınlarla evlenmeye davet etmiştir. Bu hususta iki görüş bulunmaktadır:

1) O onları, imana yönelmek şartıyla, kadınlarla evlenmeye davet etmiştir.

2) Onun şeriatinde, mü'min kadınların, kâfir erkeklerle evlenmesi caiz idi. Hazret-i Peygamberin, kızı Zeyneb'i, müşrik olduğu halde Ebu'l-As İbnu'r-Rebî'yle; yine, bir diğer kızını Utbe İbn Ebi Leheb ile evlendirmesi de delâlet eder ki, İslâm'ın başlangıcında da bu böyle idi. Sonra bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "... iman edinceye kadar, Allah'a eş tanıyan kadınlarla evlenmeyin... İman edinceye kadar, müşrik erkeklere kahrınızı nikahlamayın..." (Bakara, 221) ayetiyle nesholunmuştur. Yine bu görüşte : anlar ihtilâf etmiş, ekserisi, "Onun iki kızı var idi" demişlerdir. Bu takdire göre, tesniye, çoğul lafzıyla ifade edilmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın "Onun, (iki veya daha fazla) kızkardeşleri varsa..." (Nisa, 11) ve "... hakikaten sizin (yani, sizlerin) kalbleri kaymıştır" (Tahrim. 4) ayetlerinde de böyledir. Yine, Lût'un kızlarının ikiden daha fazla olduğu da söylenmiştir.

Ayetteki "sizin için onlar daha temiz" cümlesiyle ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

"Sizin için onlar daha temiz" ifâdesinin zahiri, onların yapmak istedikleri fiilin temiz olmasını gerektirir. Oysa malûmdur ki bu, fasit bir iştir. Çünkü, erkeğin nikâhlanması temiz olan bir şey değildir. Aksine bu söz, bizim, "Allahu ekber" sözümüz gibidir. Halbuki bu sözden maksadımız "Allah büyük" manasıdır. Bir de Cenâb-ı Hakk'ın "Böyle bir nimete konmak mı daha hayırlı, yoksa zakkum ağacı mı?"(Saffât, 62) ayetinde de böyledir; zira, zakkumda hiçbir hayır bulunmamaktadır. Nitekim Ebu Süfyan, "Uhud, şanın yüce olsun!" veya, "Hübel şanın yücedir" dediği zaman, Hazret-i Peygamber "Daha büyük ve yüce olan Allah'tır..." buyurmuştur; oysa ki, Allah ile o put arasında hiçbir yakınlık ve mukayese olamaz.

İkinci Mesele

Abdulmelik İbn Mervân, Hasan el-Basrî ve İsa İbn Amr'ın, bu ayeti, hal olmak üzere nasb ile hunne athara şeklinde okudukları rivayet edilmiştir. Nitekim biz de, (Hûd, 72) ayetinde benzer bir açıklama yapmıştık. Fakat nahivcilerin çoğu, bunun bir hata olduğunda ittifak etmişler ve "Eğer, (......) şeklinde okunmuş olsaydı-bu, ifâdesi gibi olmuş olurdu. Ama ne var ki hunne zamiri, iki kelimenin arasında kalmıştır. Bu ise, athara kelimesini hal addetmeye mânidir" diyerek, bu hususta uzun uzun açıklamada bulunmuşlardır. Sonra Lût (aleyhisselâm) "Beni misafirlerimin yanında küçük düşürmeyin..." demiştir. Bu cümle ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ebu Amr ve Nâfi, fiili, aslına uygun olarak, o yâ'yı isbât etmek suretiyle şeklinde, diğer kıraat imamları ise, hafiflik olsun diye yâ'yı hazfederek (......) şeklinde okumuşlardır. Buradaki kesre, yâ'ya delâlet etmektedir.

Hazret-i Lut'un “Beni Küçük Düşürmeyin” Sözünden Maksat

(......) tabiriyle ilgili iki izah bulunmaktadır:

1) İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Bu, misafirlerine hoş olmayan bir şeyi yapmaya hücum ettiklerinde, o rezilliğin kendisine de isabet edeceğini kasdederek, "Misafirlerimin yanında beni rezil rüsvay etmeyin..." anlamındadır.

2) Bunun manası şudur: "Misafirlerimin yanında beni utandırmayın. Çünkü, her türlü nahoş fiilden dolayı, o misafiri ağırlayan kimseye utanç getir..." Bu kimse utandığı zamandenilir.

Üçüncü Mesele

Dayf kelimesi burada edyaf (misafirler) anlamındadır.Nitekim, Cenâb-ı Hakk'ın "yahut henüz kadınların gizli yerlerine muttali olmayan çocuklar..." (Nûr, 31) ayetindeki tıfl kelimesi, etfal (çocuklar) anlamındadır. Buradaki dayf kelimesinin masdar olması da mümkündür. Dolayısıyla o zaman, onun çoğul adamında olduğunu söylemeye gerek kalmaz. Nitekim "Oruç tutan adamlar..." denilmektedir. Lût (aleyhisselâm) sonra, "içinizde aklı başında olan bir kimse de mi yok?" demiştir. Bu hususta iki görüş bulunmaktadır:

a) Reşîd kelimesi, mürşid, yani, "Hakkı söyleyen ve o adî kimseleri misafirlerinden uzaklaştıracak olan kimse yok mu?.." anlamındadır.

b) Reşîd kelimesi mürşed "yani doğruya ulaştırılmış" anlamındadır. Buna göre manası, "içinizde, Allah'ın salâh ve doğruluğa ilettiği, hakka ve gerçeğe ış olduğu bir kimse yok mu ki, o bu çirkin işe mani olsun?!." şeklindedir, görüş daha evlâdır.

"Kızlarında Hakkımız Yok!" Sözünün İzahı

Sonra Cenâb-ı Hak, "Dediler ki: "Andolsun, mim. de bildiğin gibi, bizim senin kızlarında hiçbir hakkımız yoktur" buyurmuştur. Surun birkaç manası vardır.

1) Bu, "Bizim, senin kızlarına hiçbir ihtiyacımız yok; onlara, bir şehvet de Onuyoruz..." demektir. Bunun manası şudur: "Bir şeye muhtaç olan kimse için, o şeyde kendisi için bir tür hak meydana gelmiş olur. İşte bundan dolayı, bir olmadığını söylemek, ihtiyacın bulunmadığından bir kinayedir."

2) Biz bu tabiri, zahirî manasına hamlederek deriz ki: "Bunun manası, "Onlar zevcelerimiz değildir ve onlarda kesinlikle bizim bir hakkımız bulunmamaktadır. bizim gönlümüz de onlara meyletmemektedir. Şu halde onlar, bizim yapmak istediğimiz, işlediğimiz o fiili nasıl yerine getirebilirler?.." şeklindedir. Bu tabir onların, pis fiillerine bir işarettir.

3) Bu, "Bizim senin kızlarında hiçbir hakkımız yok. Çünkü sen bizi, iman etmemiz şartıyla, onları nikâhlamaya davet ediyorsun. Halbuki bu hususta, sana icabet etmiyoruz. Öyleyse, bizim onlarda hiçbir hakkımız olamaz" demektir.

Sonra Cenâb-ı Hak, Lût (aleyhisselâm)'un bu sözü işittiği zaman, şöyle dedi: "Size yetecek bir kuvvetim olsaydı keşke sarp bir kaleye sığınabilseydim " dediğini nakletmiştir. Bununla ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetteki lev (eğer) edatının cevâbı, sözün gelişinden anlaşıldığı için mahzûftur. Takdiri ise, "Size mani olurdum " ve sizi defetme hususunda elimden geleni yapardım..." şeklindedir. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın "Eğer onunla dağlar yürütülseydi..."(Ra'd, 31); "Onlar ateşin karşısında durdurulup da..." (En'âm, 27) ayetleridir. Vahidî şöyle demiştir: "Cevap burada hazmedilmiştir, çünkü bu durumda insanın aklına, pek çok mani olma ve def etme çeşidi gelmektedir."

İkinci Mesele

(......) buyruğunun manası, "Elimde, size karşı koyabileceğim bir kuvvet, bir şey olsaydı..." şeklindedir.

Kuvvet sağlayacak şeyi "kuvvet" diye isimlendirmek mümkündür, Nitekim Cenâb-ı Allah da, "Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın.."(Enfal. 60) buyurmuştur ki, buradaki "kuvvet" ifâdesinden maksad, (onu sağlayacak olan) silâhtır. Diğer bazıları da, bunun manasının, "onları defedebilme kudreti" olduğunu söylemişlerdir. Ayetteki rüknün şedîd tabirinden maksad sağlam ve koruyucu yerdir. Bu, dağdaki sağlam bir sığınağa benzetilmiştir.

Buna göre eğer, "Burada, fiilin isim üzerine affedilmesinin sebebi nedir?" denilirse, biz deriz ki:

Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Bu fiil, gizli bir en ile mansûb olarak (......) şeklinde okunmuştur. Buna göre sanki şöyle denilmiştir. "Eğer benim size karşı bir kuvvetim ya da bir sığınma imkânım olsaydı..."

Bil ki, "Size yetecek bir kuvvetim olsaydı keşke!.. Yahut, sarp bir kaleye sığmabilseydim..." ifâdesindeki her bir cümleyi, ayrı ayrı manalara hamletmek gerekir. Bunun birkaç izahı vardır:

1) "Size yetecek bir kuvvetim olsaydı..." cümlesinden maksat, Lût (aleyhisselâm)'un kendisinin onları defetmeye kadir olması veya kendi başına, yahut da başkalarının yardımıyla, zapt-u rapt altına alıp terbiye etmeye muktedir olabilmesidir.

2) "Yahut, sarp bir kaleye sığınabilseydim..." cümlesinin manası ise, onları def etmeye muktedir olamayıp, sayesinde kötülüklerinden emin olabileceği sağlam bir kaleye sığınmaya muktedir olabilmesidir.

3) O kavminin sefihliğini ve edepsizliğe yönelmelerini müşahede edince, onları bundan alıkoymaya yetecek olan bir kuvvetin kendisinde bulunmasını istedi. Daha sonra, kendi kendisine daha önceki söylediğinden vazgeçerek, "Aksine, daha evlâ olanı, sarp bir kaleye sığınmamdır..." der. İşte bu, Allah'ın yardımına sarılmaktır. Bu takdire göre, "yahut, sarp bir kaleye sığınabilseydim" sözü, öncekinden ayrı ve onunla hiçbir alâkası olmayan müstakil bir cümledir. Bu izaha göre, fiil cümlesinin isim cümlesine atfedilmesi de gerekmemiş olur. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Allah, kardeşim Lût'a merhamet etsin.. O, zaten sağlam bir yere sığınmıştı..." buyurmuştur.

Hazret-i Lût'a Meleklerin Müjde Vermesi

81

"Elçi melekler: "Yâ Lût, emin ol, biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana katiyyen dokunamazlar. Sen hemen, gecenin bir kısmında ailenle yürü. İçinizden hiç biri geri kalmasın. Yalnız karın müstesna. Çünkü onlara isabet edecek azab. ona da çarpacaktır. Onlara vaadolunan helak zamanı, sabahdır. Sabah vakti yakın değil mi?" dediler".

Bil ki Allahü teâlâ, Lût (aleyhisselâm)'un, "Size yetecek bir kuvvetim olsaydı (keşke).. Yahut sarp bir kaleye sığmabilseydim" dediğini haber verişi, Hazret-i Lût'un bu sefil kimselerin, misafirleri hususunda utanç veren, rezil-rüsvaylığa sebeb olan böyle bir işe cüret etmeleri sebebiyle, son derece sıkıntı ve hüzün içinde olduğuna delâlet etmektedir. İşte melekler onun bu durumunu görünce, ona birçok müjdeler verdiler:

a) Onlar Allah'ın elçileri idiler.

b) Kâfirler, düşündükleri şeyi yapamayacaklardı.

c) Allahü teâlâ o kâfirleri helak edecekti.

d) Allahü teâlâ, Lût'u, ailesiyle birlikte bu azaptan kurtaracaktı.

e) Onun sağlam sığınağı ve yegâne yardımcısı Hak teâlâ idi. İşte ona verilen bu müjdeler tahakkuk etmişti. Rivayet edildiğine göre, Cebrail (aleyhisselâm), Lût (aleyhisselâm)'a "Kavmin sana hiçbir zarar veremez. Binâenaleyh (korkma), kapıyı aç" der. Onlar içeri girince, Cebrail (aleyhisselâm) kanadı ile onların yüzüne vurur, gözlerini sıvazlar ve kör eder. Bunun üzerine de onlar yollarını bulamaz bir hale gelirler ve evlerine varamazlar.

İşte Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun ki onlar (Lût'un) misafirlerine kötülük yapmayı kastetmişlerdi. Biz de gözlerini silme kör ediverdik" (Kamer, 37) ayetinin ifâde ettiği budur. Ayetteki, cümlesi, "sana hiçbir kötülük ve nahoşluk yapamazlar. Çünkü biz, o fiilleri ile kendileri arasına gireriz (mani oluruz)" manasındadır.

Hazret-i Lût'a Geceleyin Çıkış Emri

Allahü teâlâ daha sonra, "Gece ailenle yürü" buyurmuştur. Nâfi ve İbn Kesîr bunu, vasıl hemzesiyle, şeklinde, diğer kıraat âlimleri de, hemze-i kat' ile (......) şeklinde okumuşlardır ki, ikisi de aynı manaya gelir. Arapça'da aynı manada olmak üzere, (gece yürüdüm) denilir. Nitekim şâir Hassan b. Sabit (radıyallahü anh) de şöyle demiştir:

"Sen ona gece gitmemiş olduğun halde, o (sevgili) sana geceleyin geldi."

Binâenaleyh bu fiil (Kur'ân'da) her iki lügat (şekil) ile de gelmiş (kullanılmıştır). Bunu hemze-i kat' ile okuyanın delili, Cenâb-ı Hakk'ın (isra, 1) ayetidir. Yine bunu hemze-i vasıl ile okuyanın delili de (Fecr. 4) ayetidir. masdarı da, gece yürümek manasındadır. Birisi gece yürüdüğü, yolculuk yaptığı zaman, denilir. Yine birisi, birisini gece yürüttüğü zaman, denilir. tabiri de, gecenin bir kısmı; bir parçası manasınadır. Bu, "kıt'a" kelimesi gibidir. Bu söz ile melekler, "sizler sabah vakti gelecek olan o azabın çatmasından önce, acele edip çıkınız" manasını kasdetmişlerdir. Nafîb. el-Ezrâk Abdullah b. Abbas (radıyallahü anh)'a: "Bana, Kur'ân'daki tabiri hakkında ne dersin?" dediği zaman, İbn Abbas: "O, gecenin son parçası olup, seher vaktidir" demiştir. Katâde buna: "Gecenin bir parçasından sonra..." manası verirken; bazıları da bunun, "Gecenin yarısı" olduğunu, çünkü Lût (aleyhisselâm)'un gecenin tam yarısında yola çıktığını söylemişlerdir.

Sonra "İçinizden hiçbiri geri dönüp bakmasın " buyrulmuştur. Bu, Lût (aleyhisselâm) İle birlikte olanları geriye dönmekten nehyetmek içindir. "İltifat", insanın arkasına dönüp bakmasıdır. Görünen odur ki bundan maksad şudur: Onların, memleketlerinde malları, mülkleri, kumaşları ve dostları vardı. İşte bundan dolayı melekler onlara, vakti gelince çıkmalarını, bütün bu şeyleri terkedip, kesinlikle onlara dönüp bakmamalarını emretmişlerdir. Bundan maksad ise, onların kalelerinin o şeylerle olan ilgisini kesmek idi. Bu kelime ile "yüz çevirip gitme" manası da kastedilmiş olabilir. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar dediler ki: "Bizi (...) döndermek, yani çevirmek için mi bize geldin?.." (Yûnus. 78) ayeti de bu manadadır. Bu takdire göre, "İçinizden hiç biri iltifat etmesin" ayetinden maksad, onları geride kalmaktan nehyetmektir.

Daha sonra, "Yalnız kan müstesna.." buyrulmuştur. İbn Kesir ve Ebu Amr, bunu ref ile (......) şeklinde; diğer kıraat imamları da nasb ile, (......) şeklinde okumuşlardır. Vahidî (bu hususta) şunu demiştir: "Bunu nasb ile okuyan, -ki mana itibariyle muhtar olan kıraat budur- kelimeyi "Karın hâriç, aileni geceleyin alıp götür" manasında olmak üzere, "ehl" kelimesinden müstesna saymışlardır. Bu kıraatin doğru olduğuna şehâdet eden bir husus da, Abdullah b. Mes'ûd'un kıraatında bunun (......) şeklinde okunup, ifâdesinin burada bulunmamasıdır. Bu kelimeyi ref ile okuyanlara göre kelamın takdiri, "Karın müstesna, içinizden hiçbiri geri dönmesin" şeklindedir." Buna göre şayet: "Bu okuyuş şekli, Lût'un karısına, arkasını dönmesinin emredilmiş olmasını gerektirir. Çünkü bir kimse: "Zeyd hariç, içinizden hiçbiri ayağa kalkmasın" dediği zaman, bu "Zeyd ayağa kalksın" manasında bir emir olmuş olur" denilir ise, buna karşı Ebu Bekir el-Enbârî de şöyle diyerek cevap verir: "Ayetteki illâ (müstesna) lafzı, istisna-ı munkatîdır. Buna göre ayetin manası: "Sizden hiç kimse arkasına dönmesin. Fakat karın arkasına dönecek ve kavminin başına gelecek azap, onu da çarpacaktır" şeklindedir. Bu istisna, böyle istisnâ-ı munkatî olduğu zaman, onun arkasına dönmesi bir günah olmuş olur. Zikrettiğimiz bu mana, Katâde'den rivayet edilen şu haber ile de kuvvet kazanır: Katâde, köyden ilk çıktıklarında Hazret-i Lût'un karısının, beraberinde olduğunu, ama o azabın seslerini duyunca arkasına dönerek: "Vah milletim" dediğini, bunun üzerine ona bir taşın isabet edip, onu öldürdüğünü söylemiştir.

Bil ki bu kelimeyi merfû olarak okumak daha kuvvetlidir. Çünkü bunu nasb ile okumak, Lût (aleyhisselâm)'un karısının, ehl-ü iyâli içinde çıktığını ifâde etmez. Fakat bu durumda istisna, "ehl" kelimesinden olmuş olur. Buna göre sanki Hak teâlâ Lût (aleyhisselâm)'a, ehl-ü iyâli ile beraber çıkmasını, bu hanımını terketmesini emretmiştir. Çünkü o, helak olanlarla birlikte helak olacaktır. Bu kelimeyi nasb ile okumak ise, bir başka bakımdan, daha kuvvetlidir. Çünkü bu kelime mansûb olarak okunduğu zaman, istisna, istisna-ı muttasıl olmakta; merfû okunduğunda ise, istisna-ı munkatî olmaktadır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak o meleklerin, diğer günahkârlara isabet edecek olan şeyin onun başına da geleceğini söylediklerini bildirmiştir. Bundan maksad o günahkârlara isabet edecek olan azabın, Lût'un karısına da isabet edeceğidir.

Daha sonra melekler "Onlara vadolunan (helak) zamanı, sabahtır" demişlerdir. Rivayet edildiğine göre onlar, bunu dedikleri zaman, Lût (aleyhisselâm): "Ben, bundan daha erken, hatta hemen çıkmak istiyorum" deyince, melekler, "Sabah vakti yakın değil mi?" demişlerdir. Müfessirler, Lût (aleyhisselâm)'un, bu sözü duyunca, ailesi ile birlikte geceleyin yola çıktığını söylemişlerdir.

Emr Kelimesinin Manası

82

Âyetin tefsiri için bak:83

83

"Emrimiz geldiği zaman o memleketin üstünü altına getirdik ve tepelerine, balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık ki onlar, Rabbinin katında hep damgalanmalardı. Onlar zalimlerden uzak değildir".

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetteki "emr" kelimesi ile ilgili birkaç izah vardır;

1) Bununla, nehyin (yasaklanmanın) zıddı olan "emretme" kastedilmiştir. Bunun böyle olduğuna şunlar da delalet eder:

a) Müşterekliği defetmek için, "emir" kelimesi bu manada hakikat, bunun dışındaki manalarda mecazdır.

b) Ayetteki "emr" sözünü azab manasına almak mümkün değildir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Emrimiz geldiği zaman, o memleketin üstünü altına getirdik" buyurmuştur ki bu alt-üst etme işinin kendisi zaten azabtır. Binâenaleyh ayet, emrin şart, azabın da ceza (netice) olduğuna delâlet etmektedir. Şart ise neticeden başka birşeydir. Şu halde ayetteki "emr", azab manasına değildir. Böyle söyleyen herkes, ayetteki "emr"in, "nehy"in zıddı olan "emir" olduğunu söylemiştir.

c) Allahü teâlâ bundan önce, "(O melekler): "Çünkü biz Lût kavmine gönderildik" dediler" (hud, 70) buyurmuştur. Binâenaleyh bu ifâde, o meleklerin Lût Kavmi'ne gidip, onlara azab etmek için Allahü teâlâ tarafından görevlendirilmiş olduklarına delâlet eder. Bunu iyice anladığın zaman biz diyoruz ki: "Allahü teâlâ, bir grup meleklerine, o şehirleri belli bir zamanda harap etmelerini emretmiştir ve vakti gelince onlar, bu emri yerine getirmişlerdir. Şu halde ayetteki, "Emrimiz geldiği zaman.." sözü, meleklere yüklenen o göreve bir işaret olmuş olur.

Eğer, "Şayet durum böyle olsaydı, o zaman "Bizim emrimiz gelince, o melekler o şehirlerin altını üstüne getirdiler" denilmesi gerekirdi. Çünkü bu fiil, memur (emredilen) meleklerden meydana gelmiştir?" denilirse, biz deriz ki: "Görüşümüze göre, böyle söylenilmesi gerekmez. Çünkü biz ehl-i sünnete göre, kulların fiili de,

Allah'ın fiilidir, yani Allah tarafından yaratılır. Hem sonra onlardan sâdır olan bu fiil, Allah'ın emri ve kudreti ile tahakkuk etmiştir. Binâenaleyh bu fiilin, Allah'a isnad edilmesi tuhaf sayılmaz. Çünkü fiilin, bizzat onu yapana izafe edilmesi makul olduğu gibi, sebeb olana isnad edilmesi de güzel ve yerinde olur.

2) Bu "emr" ile, Hak teâlâ'nın, "Birşeyin olmasını dilediğimiz zaman, sözümüz ona ancak dememizden ibarettir. O da derhal oluverir"(Nahl, 40) ayetinin ifade ettiği husus kastedilmiştir. Bu "emr"in ne olduğunun izahı daha önce geçmişti.

3) Bu "emir" lafzı ile, "azab" manası kastedilmiştir. Böyle olması halinde ayette, şu şekilde bir takdir yapma ihtiyacı hissederiz: "Azabımızın zamanı gelince, o memleketin üstünü altına getirdik."

İkinci Mesele

Bil ki Allahü teâlâ bu, ayette bahsedilen azabı, şu iki sıfat ile nitelemiştir

Birincisi, ayetteki "O memleketin üstünü altına getirdik"tabiridir. Rivayet olunduğuna göre, Cebrail (aleyhisselâm), bir kanadını Lût kavminin yaşadığı şehirlerin altına soktu, onları kökünden söküp, gök ehlinin, onların eşeklerinin anırmasını, köpeklerinin havlamasını ve horozlarının ötmesini işitecekleri kadar bir yüksekliğe kaldırdı. Buna rağmen hiçbir testileri ve kapları ters çevrilip dökülmedi. Sonra onların hepsini birden aynı anda altını üstüne çevirip yere çaldı.

Bil ki bu iş, şu iki bakımdan kesin bir mucizedir:

a) Yeri söküp, en yakın birinci kat semâya kadar kaldırmak, görülmemiş bir iştir.

b) Lût kavmi'nin beldelerinin etrafındaki diğer beldeler hiç hareket etmeksizin, bunlara yakın olmalarına rağmen, azab Lût (aleyhisselâm) ve ehline ulaşmaksızın, onları çok yüksek bir mesafeden yere çalmak da kesin bir mucizedir.

Siccîl Nedir?

İkincisi, ayetteki "Tepelerine, balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık" ifadesidir. Alimler, "Siccîl" hususunda, şu değişik görüşleri belirtmişlerdir:

1) Bu kelime, Arapçalaşmış Farsça bir kelimedir. Aslı "Seng-i kil" "(kil toprak, taş)" şeklindedir. Yine bu, son derece sert olarak, taş ve çamurdan mürekkeb bir şeydir. Ezherî şöyle der: "Araplar onu Araplaştırınca Arapça bir kelime olmuştur. Araplar, "Dîvan, dîbâç, istebrâk" gibi nice kelimeleri Arapçalaştırmalardır.

2) Siccîl, "büyük kova" manasına olan, "seci" kelimesindendir ve "Kova gibi, büyük taşlar" demektir.

3) Siccîl, sert taş demektir.

4) Bu kelime, "Onların üzerine salıverilmiş" manasınadır. Kelime, birşeyi salıverdiğinde kullandığın, (......) filinden, "fi'îl" sîğasında bir isimdir.

5) Bu, "Onu verdim, bağışladım " manasında olan İsbv-ı deyiminden alınmış olup, manası "Akıtma, dökme bakımından, tıpkı bir bağışın dökülmesi gibi olan" şeklindedir. O taşların üzerine, azaba uğrayacak olanların isimlerinin "tescil" edilmiş (yazılmış) olduğu da söylenmiştir.

6) Bu kelime, "büyük defter" demek olan "siccil"den olup, manası, "ezelde yazılmış, yani Allah tarafından onlar için ezelde takdir edilmiş olan azab" şeklindedir. Bu takdire göre "siccil", "büyük kova" demek olan seci kelimesindendir. Çünkü bu defter de, (bu kovanın çok su alışı gibi) birçok hükmü ihtiva etmektedir. Bu kelimenin, "iftihar etmek, böbürlenmek" manasına olan, "müsâcele" masdanndan olduğu da söylenmiştir.

7) Siccil'in aslı "siccin (cehennem)dir. Bundaki "nün" harfi lâm'a çevrilmiştir.

8) Bu, "En yakın semâ" manasınadır. Buna "siccil" denilmiştir. Bu görüş, Ebu Zeyd'den rivayet edilmiştir.

9) Siccil, çamur demektir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Balçıktan (çamurdan) olan taş" buyurmuştur. Bu, İkrime ve Katade'nin görüşüdür. Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Taşın aslı da çamurdur. Fakat o, aradan geçen uzun zaman ile sertleşmiş, taşlaşmıştır."

10) Siccil, taş yeri demektir. Bu da, belli bir dağdır. Nitekim Cenâb-ı Hak bu manada, 'İçinde dolu (buz) bulunan dağ..."(Nur, 43) buyurmuştur.

Atılan Taşların Özellikleri

Bil ki Allahü teâlâ, bahsedilen bu taşları birkaç sıfatla nitelemiştir:

Birinci Sıfat: Onların Siccil'den oluşudur ki bunun izahı geçti.

İkinci Sıfat: "Mandûd'dur. Vahidî, "Bu kelime, masdarından ism-i mef'ul'dür. (......) ise, bir şeyi bir şeyin üzerine koymak, istif etmek demektir" demiştir. Bununla ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır;

1) O taşlar, gökten inerken bir biri üzerine iniyordu. Binâenaleyh bu kelime, bu hususu iyice ifade etmek için getirilmiştir.

2) O taşların her birinde üstüste konulmuş ve top haline getirilmiş küçük taşlar vardı.

3) Allahü teâlâ, bu taşları madenlerinde öyle yaratmış, üst üste koymuş ve zalimleri helâk etmek için onları hazırlamıştır.

Bil ki ayetteki mandûd kelimesi, "siccil"in sıfatıdır.

Üçüncü Sıfat, "müsevveme" kelimesidir. Bu da o taşların sıfatı olup, "alametlendirilmiş, belirlenmiş, işaretlenmiş" manasındadır. Bununla ilgili izah, (al-i imrân, 14) kelimesinin tefsirinde geçmişti. Alimler, bu alametlendirmenin ne şekilde olduğu hususunda şu değişik izahları yapmışlardır:

1) Hasan el Basrî ve Süddi: "O taşların üzerinde mühüre benzeyen işaretler vardı" demişlerdir.

2) İbn Salih: "O taşlardan Ümm-i Hânî'nin evinde gördüm. Onların üzerinde göz boncuğu şeklinde kırmızı çizgiler vardı" demiştir.

3) İbn Cüreyc şöyle demiştir: "Onların üzerinde, yeryüzü taşlarına benzemeyen bir alamet vardı ve o alamet, Allahü teâlâ'nın bunları ancak o azab için yarattığını gösteriyordu."

4) Rebî: "O taşların herbirinin üzerinde, kendisine atıldığı şahsın ismi yazılı idi"

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Rabbinin katında" yani, "Allah'tan başka iminde hiç kimsenin tasarruf edemediği, harcayamayacağı hazinelerinde.." buyurmuştur,

Cenâb-ı Allah sonra da, "Onlar zâlimlerden uzak değildir" buyumuştur, Allahü teâlâ, "zalimler" tabiri ile, Mekke kâfirlerini kastetmiş olup, bununla o taşları, o kâfirlere de atabileceği ima edilmiştir. Enes (radıyallahü anh)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allah'ın Resulü bunu, Cebrail (aleyhisselâm)'e sordu da, Cebrail: "Yani Senin ümmetinin zâlimleri" demektir. Onlardan hiçbir zâlim yoktur ki bu taşlar anbean onların üzerine düşmesin" demiştir." Ayetteki hiye (onlar) zamirinin, Lût (aleyhisselâm)'un kavminin beldeleri manasına olduğu da söylenmiştir. Buna göre, "Bu hadisenin cereyan ettiği o beldeler, Mekke kâfirlerinden uzak bir yerde değildir" denilmiş olur Çünkü o beldeler, Şam mıntıkasında olup, Mekke'ye yakın idiler.

Altıncı Kıssa: Medyen Kavmi'nin Kıssası

84

Âyetin tefsiri için bak:86

85

Âyetin tefsiri için bak:86

86

"Medyen'e de kardeşleri Şu'ayb'ı gönderdik. O dedi ki: "Ey kavmim, Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka hiçbir tanrınız yoktur. Ölçüyü, tartıyı eksik tutmayın. Ben sizi gerçekten bir hayır içinde görüyorum. Şüphesiz ki ben, bir gün hepinizi çepeçevre kuşatacak olan bir azabtan korkmaktayım. Ey kavmim, ölçüde ve tartıda adaleti yerine getirin, insanların eşyasını eksiltmeyin. Yeryüzünde fesadcılar olarak fenalık yapmayın. Eğer mü'min kimseler iseniz, Allah'ın bıraktığı kâr, sizin için daha hayırlıdır. (Bununla beraber), ben sizin üzerinizde bir bekçi de değilim".

Bil ki bu, Hûd Sûresi'nde zikredilen kıssaların altıncısıdır. Bil ki Medyen, İbrahim (aleyhisselâm)'in oğullarından birinin ismidir. Sonra bu kelime, onun kabilesinin ismi olmuştur. Müfessirlerden çoğu, "Medyen"in, Medyen b. İbrahim (aleyhisselâm)'in inşâ ettiği bir şehrin ismi olduğu görüşüne sahip olmuşlardır. Buna göre ayetin manası: "Biz Medyen ahâlisine de kardeşleri Şuayb'ı gönderdik" şeklindedir. Binâenaleyh ayette mahzûf bir "ahâlisine" lafzı vardır.

Bil ki biz, peygamberlerin, işin başında önce kavimlerini tevhide (Allah'ın birliğine inanmaya) davet ile başladıklarını beyân etmiştik. İşte bundan dolayı Şuayb (aleyhisselâm), "Sizin O'ndan başka hiçbir tanrınız yoktur" demiştir. Peygamberler, tevhide davetten sonra, ehemmiyet sırasına göre diğer işlere başlarlar. Medyen ahâlisi içinde eksik ölçüp tartma alışkanlık haline gelmiş birşey olduğu için, Şuayb (aleyhisselâm) onları "ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın" diyerek, bu alışkanlığı ve âdeti bırakmaya çağırmıştır. Naks (eksiltmek) tabiri ile ilgiti iki izah vardır:

1) Bu ölçüp tartma onlar taralından olup, onların eksik ölçmeleridir..

2) Bu ölçüp tartmanın onlar için yapılıp, onların gerekenden fazla almalarıdır.

Burada, "başkasının hakkını eksiltme" manasına gelir. Her iki şekilde de, başkasının hakkını eksiltme meydana gelmiş olur.

Sonra Şuayb (aleyhisselâm), "Ben sizi gerçekten bir hayır içinde görüyorum" demiştir. Bunun iki şekilde izahı yapılabilir:

a) O onları, eğer tevbe etmezlerse, fiatın yükselip, nimetin ellerinden gitmesi sonucunda sakındırmıştt. O sanki şöyle demişti: "Bu eksik ölçüp tartmayı bırakın. Aksi halde Cenâb-ı Hak, sizin elinizde bulunan mal ve rahatı giderir."

b) Bunun takdiri şöyle de olabilir: "Allahü teâlâ, size çok mallar, hayırlar, kolaylıklar ve genişlikler vermiştir. Şu halde böyle eksik tartmaya ihtiyacınız yoktur."

Sonra "Şüphesiz ki ben, birgün hepinizi çepeçevre kuşatacak olan bir azaptan korkmaktayım" demiştir. Ayetle ilgili birkaç bahis bulunmaktadır:

Birinci Bahis: İbn Abbas (radıyallahü anh), şöyle demiştir: "Korkuyorum, yani, "Bir gün hepinizi çepeçevre kuşatacak bir azabın geleceğini biliyorum..." demektir." Diğer müfessirler ise, hayır bundan murat, bizzat korkudur. Çünkü onların bu işi, başlarına bir azâb geleceği korkusuyla bırakmaları caizdir. Bu korkutma bulunduğuna göre, bunun neticesi bir ilim değil, zandır" demişlerdir.

İkinci Bahis: Allahü teâlâ onları, içinden hiç kimsenin çıkamayacağı bir biçimde kuşatacak bir azab ile korkutup tehdit etmiştir. Ayetteki "muhit" kelimesi, görünüşte, yevm kelimesinin sıfatıdır. Mana bakımından ise, azab kelimesinin sıfatıdır. Bu Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu çetin bir gündür" (hud. 77) ayetinde olduğu gibi meşhur bir mecazdır.

Üçüncü Bahis: Müfessirler bu "azab" ile neyin kastedildiği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları: "Bu, Kıyamet gününün azabıdır; çünkü azabın, azabı hak etmiş olanları kuşatması için tesbit edilmiş olan gün, budur" demişlerdir. Bazıları: "Hayır, buna hem dünya, hem de ahiret azabı dahildir" demişlerdir Bazıları da: "Aksine bundan maksat diğer peygamberlerin kavimlerinin de başına geldiği gibi, dünyada köklerinin kazınması azabıdır" demişlerdir. Doğruya en yakın olan, bu azaba, bütün azabların dahil olmasıdır. Azabın onları kuşatması, bir dairenin, içinde bulunan şeyi ihata edip çepeçevre sarması gibidir. Binâenaleyh, azâb onlara, her yönden gelecektir. Bu, iyice tehdit etmek manasını ifâde etmektedir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "(Nihayet) onun bütün serveti istilaya uğratıldı; (kuşatıldı)"(Kehf, 42) ayetinde olduğu gibidir.

Şuayb (aleyhisselâm) sonra şöyle demiştir: "Ey kavmim, Ölçüde ve tartıda adaleti yerine getirin.

Ayetteki Tekrarların İzahı

Buna göre eğer, "Bu ayette, üç bakımdan tekrar meydana gelmiştir. Çünkü O önce "Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın " demiştir. Sonra, "Ölçüde ve tartıda adaleti yerine getitin" demiştir. Bu, birinci sözün aynısıdır. Daha sonra da, "insanların eşyasını eksiltmeyin" demiştir. Öyleyse, bu tekrardaki hikmet nedir?" denilirse, biz deriz ki:

Bunun birkaç izah şekli vardır:

Birinci İzah: Onun kavmi, bu işte ısrar etmekteydiler. Bundan dolayı O, eksik ölçü ve tartıdan men etmek hususunda, iyice açıklamada bulunup bu men'ini tekid etmek ihtiyacını duymuştur. Tekrar ise, tekidi, o meseleye gösterilen önem ve ihtimamın fazlalığını gösterir.

İkinci İzah: "Ölçüyü ve tartıyı' eksik tutmayın" tabiri, eksik nehyetmektir. "Ölçüde ve tartıda adaleti yerine getirin" adaleti tam olarak yerine getirmeyi emretmektir. Bir şeyin zıddıni nehyetmek, onu emretmekten farklıdır. Bir kimse çıkıp da "Bir şeyin zıddını nehyetmek, onu emretmektir. Binâenaleyh, bu bakımdan ayette bir tekrarın yapılmış olması gerekir" diyemez. Çünkü biz diyoruz ki, buna iki şekilde cevap verilebilir:

1) Allahü teâlâ, iyice tekid etmek için, bir şeyi emretmek ile onun zıddını nehyetmek için beraber zikretmiştir. Nitekim sen, "Akrabalarına sıla-i rahim yap, onlardan ilgini kesme" dersin. Böyle bir cem' son derece fazla olan bir tekide işaret etmektedir.

2) Şöyle diyebiliriz: "Biz, emrin, sizin söylediğiniz gibi olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü, hem bir işin eksik yapılmasının nehyedilmesi, hem de o işin aslının nehyedilmesi mümkündür. Şu halde, Cenâb-ı Hak, burada, hem eksik ölçüp tartmaktan nehyetmekte, hem de hakkın tam olarak verilmesini emretmektedir. Çünkü bu, Cenâb-ı Hakk'ın, muameleleri men edip alışverişi yasaklamadığına; ancak eksik ölçüp tartmayı reddettiğine delâlet eder. Bu böyledir, çünkü bir grup kimse, "Alışveriş, eksik ölçüp tartmaktan ve kimilerinin hakkını alıkoymaktan hâlî olamaz. Binaenaleyh, alışveriş külliyen haramdır" demektedir. İşte böyle bir vehmi ibtâl etmek için, Allahü teâlâ birinci ifâdede eksik ölçüp tartmayı nehyetti; ikinci ayette de, ölçüp tartmayı tam adaletle yapmayı emretti.

"İnsanların eşyasını eksiltmeyin" şeklindeki üçüncü ifâdeye gelince, bu bir tekrar değildir. Çünkü Allahü teâlâ, önceki buyruğunda yasaklamayı, ölçüyü ve tartıyı noksanlaştırma meselesine tahsis etmiştir. Sonra Allahü teâlâ bu hükmü, bütün şeylere tamîm etmiştir. Bu izah ile, bunun bir tekrar olmayıp, aksine bu ifâdelerin herbirinde farklı bir mananın bulunduğu ortaya çıkar.

Üçüncü İzah: Allahü teâlâ birinci ayette "ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın"; ikinci ayette ele, "ölçüde ve tartıda adaleti yerine getirin " buyurmuştur, "İfa" adaleti yerine getirmek, o işi, tam ve mükemmel bir biçimde yapmaktan ibarettir. Bu ise, ancak, hak edilenden daha fazla verdiği zaman tahakkuk eder. İşte bu manadan dolayı Allahâ şöyle demiştir: Allahü teâlâ, mesela abdestde yüzü yıkamayı emretti. Fakat, isaşm cüzlerinden birini yıkamadıkça, yüzün tamamını yıkama emri yerine gelmez, velhasıl Cenab-ı Hak, birinci ayette, noksan ölçüp tartmayı nehyetmiş; ikinci ayette de fazlasıyla vermeyi emretmiştir. Bu vacibin, kesin ve kati olarak yapılmış olabilmesi için bu miktardan fazlasının verilmesi gerekir. Şu halde Cenâb-ı Hak sanki, önce insanı, bu fazlalığın kendisinde kalması için, başkalarının mallarını eksiltmeye gayret etmekten nehyetmiş, ikinci olarak da; mesuliyetten kesin olarak kurtulmak için, kendi hakkını azaltmaya gayret etmesini emretmiştir.

Ayetteki "bil-kıst" tabiri, "adaletle" anlamındadır. Bunun manası "Kesin olarak mesuliyetten kurtulmanın tahakkuk edeceği bir biçimde hakkı, tastamam yerine getirmeyi emretmektir." Bundan fazlasını vermeyi emretmek ise, söz konusu değildir.

Şuayb (aleyhisselâm) sonra, "İnsanların eşyasını eksiltmeyin" demiştir. "Bahs" her türlü şeyden yapılan eksiltme anlamındadır. Daha önce de zikrettiğimiz gibi, birinci ayet, ölçü ve tartıdan, noksan yapmayı yasaklamaya delâlet etmektedir. Bu ayet ise, her şeyde noksanlaştırmayı yasaklamaya delâlet etmektedir.

Yeryüzünde Bozguncu Olmayın

Sonra Şuayb (aleyhisselâm) "Yeryüzünde fesatçılar olarak fenalık yapmayın" demiştir.

Eğer, (......) kelimesi de tam fesat anlamındadır. Dolayısiyle bu kelime '"yeryüzünde, fesat çıkarmayın" demek gibi olmuş olur" denilirse, biz deriz ki:

Bunun birkaç izahı vardır:

1) Kim, başkasına zarar verme peşinde olursa, o başkasını da, kendisine zarar vermesi için tahrik etmiş olur. Binâenaleyh, bu cümlenin manası, "Başkasının menfaatlerini bozmaya gayret etmeyin. Çünkü, hakikatte bu, sizin kendi maksat ve menfaatlerinizi ifsâd etmek olmuş olur" şeklindedir.

2) Bu ifâdeden maksat, "yeryüzünde dünya ve ahiret menfaatlerinizi bozucu kimseler olarak fesat çıkarmayın!" manası olabilir.

3) Bu, "Yeryüzünde, dinî menfaatlerinizi bozan kimseler olarak fesat çıkarmayın" demektir.

Helal Kâr, Haksız Kazançtan İyidir

Sonra o, "Allah'ın bıraktığı (kâr), sizin için daha hayırlıdır"demiştir. Bu tabir, "Allah'ın takvabi" (koruması) şeklinde de okunmuştur. Bu, "Allah'ın koruması ve sizi, günahlardan alıkoyan murakabesi, sizin için daha hayırlıdır" anlamındadır. Sonra diyoruz ki, bunun manası şu şekildedir: "Allah'ın ölçüyü ve tartıyı tam yaptıktan sonra, sizler için geride bırakmış olduğu helâl kâr, noksanlaştırmaktan daha hayırlıdır. Yani Allah'ın, size geride bıraktığı helâl mal, aldatma ve eksik ölçüp tartma yoluyla meydana gelebilecek bu fazlalıktan hayırlıdır." Hasan el-Basri yani "Allah'a tâat, sizin için, bu azıcık miktardan daha hayırlıdır. Çünkü tâtin sevabı, ebedî olarak bakî kalır" demiştir. Kâtade de şöyle demiştir; "Rabbinizden alacağınız payınız sizin için daha hayırlıdır!' Ben de diyorum ki: "Bu "bakiyye"den gaye, ya dünyada, insanın elinde kalan mal veya Allah'ın vereceği mükâfaat, yahut Allahü teâlâ'nın ondan razı olmasıdır. Bütün bunların hepsi de eksik ölçüp tartılan miktardan daha hayırlıdır.

Elde kalan malın daha hayırlı olmasına gelince: Bu böyledir, çünkü, insanlar, bir kimsenin emin, doğru ve hainlikten uzak olduğunu bilirlerse, ona itimat ederler ve, bütün muamelelerinde, ona yönelirler. Böylece de o kimseye, bol rızık kapıları açılır. Yine insanlar, birisinin hâin ve hilekâr olduğunu bilirlerse, ondan uzaklaşır ve kesinlikle onunla bir araya gelmezler. Böylece de, onun rızık kapıları daralmış olur. Biz bu "bakiyye"ye, Allah'ın mükâfaatı anlamı verirsek, bunun daha hayırlı olacağı keyfiyeti açıktır. Çünkü, bütün dünya fani ve yok olucudur. Allah'ın sevabı ise, bakidir. Yine biz bu kelimeye, Allah'ın rızasının meydana gelmesi anlamını verirsek bunun daha hayırlı olduğu da yine meydandadır. Binâenaleyh, bu delil ile sabit olur ki, "Bekıyyetu'llâh" daha hayırlıdır.

Şuayb (aleyhisselâm) sonra "Eğer mümin kimseler iseniz" demiştir. Bunun kendileri için hayırlı olması için, imanı şart koşmuştur. Çünkü onlar sevabı ve ikâbı kabul eden mü'minler oldukları zaman, bu sevabı elde etmeye ve o ikâbtan da sakınmaya gayret etmelerinin kendileri için, o azıcık ziyâdeyi, fazlalığı elde etmeye gayret etmelerinden daha hayırlı olduğunu bilirler,

Bil ki, şarta bağlı olan bir şey, şart bulunmayınca tahakkuk etmez. Binâenaleyh bu ayeti zahiren böyle eksik ölçüp tartmaktan kaçınmayan kimsenin mü'min olamayacağına delâlet eder.

Peygamber Halk Üzerinde Bekçi Değildir

Sonra Şuayb (aleyhisselâm), "Bununla beraber, ben sizin üzerinizdebir bekçi değilim" demiştir. Bununla ilgili iki izah bulunmaktadır:

Birincisi, bunun manasının şöyle olmasıdır: "Ben size nasihat edip, size doğruyu gösterdim. Bununla beraber, ben sizin üzerinizde bir bekçi değilim." Yani, "Benim sizi, bu çirkinliklerden alıkoyacak kudretim yok."

İkincisi: O, geçmiş olan ifadelerinde, aldatma ve eksik ölçüp tartmayla meşgul olmanın, Allah'ın verdiği nimetlerin elden çıkmasına sebebiyet vereceğine işaret etmiş ve: "Ben sizin üzerinize bir bekçi değilim", yani, "Eğer siz, bu kötü işi terketmezseniz, Allah'ın nimetleri elinizden gider. Ben de o zaman onları sizin elinizde tutmaya kadir olamam" demek istemiştir.

87

"Dediler ki: "Ey Şuayb, atalarımızın taptığı şeylerden, yahut mallarımızda ne dilersek onu yapmamızdan vazgeçmemizi, sana namazın mı emrediyor?Aslında sen, yumuşak huylu ve aklı başında bir adamsın".

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Hamza, Kisaî ve Asım'ın ravisi Hafs, kelimeyi vavsız olarak, salâtüke; diğerleri ise, cemi olarak salavâtüke şeklinde okumuşlardır.

İkinci Mesele

Bil ki, Şuayb (aleyhisselâm), onlara iki şey emretmiştir. Tevhidi ve insanları aldatmaktan vazgeçmelerini. Kavmi ise, onun bu iki çeşit tâat eririni yadırgamalardır. Buna göre onların, "atalarımızın taptığı şeylerden vazgeçmemizi" cümlesi Şuayb'ın onlara tevhidi emrettiğine; "Yahut mallarımızda ne dilersek onu yapmamızdan vazgeçmemizi" cümlesi de Şuayb'ın onlara, bu aldatmayı terketmelerini emretmiş olduğuna işarettir.

Birincisine gelince, onlar bu hususta taklide tutunduklarına işaret etmişlerdir. Çünkü onlar, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kendilerine atalarının ibadet ettikleri şeye İbadet etmeyi bırakmalarını emretmesini uzak bir şey görmüşlerdir. Yani onlar: "Biz atalarımızdan devraldığımız yolu nasıl bırakırız?" demişlerdir ki, bu sırf takliddir.

Bu, "Salât" lafzı ile ilgilidir. Bununla ilgili iki görüş vardır:

Salat Kelimesinin Manası ve Namazın Münkeri Önlemesi

a) Bundan maksad Hazret-i Şuayb'ın dini ve imanıdır. Zira namaz, dinin şiarını gösterir. Böylece onlar namazı dinden kinaye olarak zikretmişlerdir. Yahut da şöyle deriz: Namaz, asıl olarak ittiba edip, uymak manasınadır. Musalli'nin (namaz kılanın), "önde koşan atı takip eden at" manasından alınmış olması da bunu gösterir. Çünkü o atın başı, öndeki atın iki "salv"i hizasındadır. İki "salv" de, atın iki uyluğudur. Bu kelime ile "Bunu sana dinin mi emrediyor?" manası kastedilmiştir.

b) Bununla bildiğimiz o hususî ibadet yani namaz kasd edilmiştir. Rivayet edildiğine göre Şuayb (aleyhisselâm) çokça namaz kılardı. Kavmi, onu namaz kılarken gördüğünde, birbirlerine kaş göz işareti yapıp onunla eğlenir ve gülüşürlerdi. Dolayısiyle, onlar: "Bunu sana namazın mı emrediyor" diyerek onunla alay etmek istemişlerdi. Bu tıpkı, bir kitap okuyan, sonra da saçma sapan konuşan bir bunağı görüp de, alay ve istihza ederek, ona: "Bu senin okuduğun o kitaplardan mı mülhem!" demen gibidir. İşte burada da böyledir. Buna göre eğer, "Ayetin takdiri "Namazın mı sana, mallarımız hakkında dilediğimizi yapmamızı emrediyor?" şeklindedir. Onlar ise bu sözü, yadırgama manasında söylemişlerdir. Halbuki onlar, malları hakkında kendilerinin dilediklerini yapmalarını yadırgamıyorlardı. Şu halde bu nasıl izah edilir?udenilirse, biz deriz ki: Bu hususta şu iki izah yapılabilir:

a) Kelamın takdiri "senin namazın sana, atalarımızın ibadet ettiği şeyi bırakmamızı ve mallarımız hususunda istediğimizi yapmamamızı mı emrediyor" şeklindedir. Buna göre ayetteki "yapmamızı" ifâdesi "taptığı şeyler" kelimesinin başındaki mâ edatına atfedilmiş olur.

b) Bu bizzat namazın emredici ve yasaklayıcı kabul edilmesidir. Buna göre ayetin manası, "senin namazın sana, bizim putlara tapmamamızı emredip ve mallarımız hakkında istediğimizi yapmamızı mı nehyediyor" şeklindedir. İbn Ebi Able, ayette her iki fiili de muhatab sigasıyla "yapmanı" ve dilediğini" şeklinde okumuştur. Bu da Hazret-i Şuayb'ın onlara, eksik ölçüp tartmayı bırakmalarım, az ama helal kazanç ile yetinmelerini emretmesi ve az helalin, çok haramaan hayırlı olduğunu bildirmesidir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların "Aslında sen, muhakkak ki yumuşak huylu ve akh başında bir adamsın" dediklerini nakletmiştir. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:

Birinci izah: Bu, "sefih (akılsız) ve câhil olan sensin sen" demektir. Fakat onlar, istihza ve alay etmek için, lafı tersinden söylemişlerdir. Nitekim cimri ve hasis kimseye, "Hatem-i Taî. seni görseydi, sana secde ederdi" denilmesi de bunun gibidir.

İkinci İzah: bunun manası, "Sen, kendince ve taraftarlarınca halim ve aklı başında bir adam olarak niteleniyorsun" şeklindedir.

Üçüncü İzah: Hazret-i Şuayb (aleyhisselâm), onlar nezdinde de hatim ve reşîd (aklı başında) olarak meşhur idi. Fakat O, onlara atalarının dinini bırakmalarını emredince, onlar ona, "sen bu hususta yolu belli, halim ve akiı başında bir kimsesin, Nasıl oluyor da bizi, atalarımızı üzerinde bulduğumuz dinden nehyediyorsun?" dediler. Bu sözden naksad, böylesi bir işin, halim ve aklı başında bir kimseden çıkmasının pek tuhaf görüldüğünü ifâde etmektir. Bu izah, yapılan izahların en doğrusudur.

Hazret-i Şuayb'ın Onlara Cevabı

88

Âyetin tefsiri için bak:90

89

Âyetin tefsiri için bak:90

90

"Ey kavmim, dedi, ya ben Rabbimden (gelen) apaçık bir burhan üzerinde isem ve O, bana katından güzel bir rızık ihsan etmiş ise, buna ne dersiniz? Size yasak etmeme rağmen, size muhalefet etmek istemiyorum. Ben gücümün yettiği kadarı ile ıslahtan başka birşey istemiyorum. Muvaffak olmam da ancak Allah'ın yardımı iledir. Ben yalnız O'na tevekkül eder ve yalnız O'na yönelirim. Ey kavmim, bana düşmanlığınız, Nûh kavminin, ya Hûd kavminin, yahut Salih kavminin başlarına gelenler türünden, size bir musibet getirmesin. Lût kavmi de sizden uzak değil. Rabbinize istiğfar edin ve tevbe edin. Çünkü Rabbim rahim ve vedüddur".

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki Allahü teâlâ, onların sözlerine karşı Şuayıb (aleyhisselâm)'in, ne cevap verdiğini nakletmiştir: Birinci olarak o, "Ey kavmim, ya ben Rabbimden (gelen) apaçık bir burhan üzerinde isem ve O, bana katından güzel bir rızık ihsan etmiş ise" demiştir. Bu sözle ilgili şu izahlar yapılmıştır:

1) Onun "Ya ben Rabbimden gelen apaçık bir burhan üzerinde isem" sözü, Allah'ın kendisine verdiği ilim, hidayet, din ve peygaberliğe; "Ve O, bana katından güzel bir rızık ihsan etmiş ise" sözü de, Allahü teâlâ'nın ona vermiş olduğu helâl mala işarettir. Çünkü rivayet olunduğuna göre Hazret-i Şuayb'in çok malı vardı.

Bil ki ayetteki in şart edatının cevabı mahzûf olup, takdiri şöyledir: "Allah bana, açık burhan gibi bütün manevî mutlulukları ve mal ve güzel rızık gibi bütün maddi (dünyevi) mutlulukları nasib edince, benim bu büyük lütufları karşısında, O'nun vahyine hainlik edip, emir ve yasaklarına muhalefet etmem uygun olur mu?" Bu cevap, önceki ifâdeler ile son derece uyumludur. Çünkü onlar ona, "Sen halim ve aklı başında bir adamsın, o halde bu hilm ve rüşdüne rağmen, bizi atalarımızın dininden çevirmeye uğraşman uygun düşüyor mu" demişlerdi. Buna karşı Şuayb (aleyhisselâm) da sanki onlara şöyle demiştir: "Bunu yapıyorum, çünkü Allah'ın bende çok nimeti vardır. Bana bu tebliği ve peygamberliği, O emretmiştir. Şu halde Allah'ın bunca nimetlerine rağmen, O'nun emir ve mükellefiyetlerine muhalefet etmem hiç münasip olur mu?"

2) Bunun manası şudur: Hazret-i Şuayb (aleyhisselâm) onlara sanki şöyle demiştir:

"Allah'dan başkasına ibadet etmek ve eksik ölçüp tartmak, bana göre kötü t:-iş olup, ben de sizin işlerinizi düzeltmeyi isteyen ve Allah'ın verdiği azıklardan ötürü, mallarınıza hiç ihtiyacı olmayan bir kimse olunca, bütün bunlara rağmen, Allah'ın vahyine ye hükümlerine hainlik etmem nasıl doğru olur?"

3) O, "Ya benim yanımda bir beyyine, yani bir mucize varsa ve Cenâb-ı Hak da bana güzel bir rızık vermişse" demiş ve bununla onlardan bir ücret ve karşılık istemediğini kasdetmiştir. İşte diğer peygamberlerin de, "Sizden buna karşı hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükafaatım âlemlerin Rabbinden başkasına âit değildir" (Şuara, 127) demeleri de bu manadadır.

İkinci Mesele

Onun, "ve O bana katından güzel birrızık ihsan etmiş ise" sözü, rızkın ancak Allah katından ve O'nun yardımı ile olup kulun kesbinin bunda bir tesiri olmadığına delâlet eder.

Bunda, aziz kılmanın ve zelil etmenin Allah'dan olduğuna bir işaret vardır. "Herşey Allah'dan olduğuna göre, ne sizin muhalefetinize aldırıyorum, ne de muvafakat etmenize seviniyorum. Allah'ın dinini yerleştirmek ve kanunlarını açıklamak için çalışıyorum."

İrşadda Söylediğini Uygulamanın Önemi

Şuayb (aleyhisselâm) ikinci cevap olarak, yasak etmeme rağmen, size muhalefet etmek istemiyorum" demiştir. Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Arapçada, bir kimse bir yere yönelip, bir başkası da oradan döndüğündebirisi oradan dönerken, sen oraya yöneldiğinde (......) denilir. Yine sudan dönen bir adam seninle karşılaşır ve arkadaşını sorarsa, "O suya gitti, ben de oradan dönüyorum" manasını kastederek dersin. İşte ayetteki buyruğu da bu manadadır. Yani "Şayet ben, sizi nehyettiğim arzularımıza sizden önce koşarsam, o zaman siz değil, ben kendi bildiğime gitmiş olurum" demektir. Ayetle ilgili lugavi açıklama Sundan ibarettir. Bu hususta sözün özü şudur: Şuayb (aleyhisselâm)'ın kavmi, O'nun halim ve aklı başında bir kimse olduğunu kabul etmişlerdir. Bu da, onun aklının tanrılığına delâlet eder. Aklın mükemmelliği, sahibini en doğru ve en uygun yolu tercihe sevkeder. Buna göre sanki Şuayb (aleyhisselâm) kavmine, "Siz benim aklımın mükemmel olduğunu kabul ettiğinize göre, aklımın kendim için tercih edeceğinin mutlaka en doğru ve en uygun yol olduğunu biliniz. Allah'ın birliğine davet ve eksik ölçüp noksan tartmayı bırakmanın neticesi şu iki şeye varır: Allah'ın emrine saygı ve mahlukata şefkat. Ben, işte bu iki şeye devam ediyor ve onları hiçbir şekilde katiyyen brakmıyorum. Binâenaleyh siz benim hilmimi ve rüşdümü (aklımı) kabul edip, benim bu yolu terketmediğimi gördüğünüze göre, bunun en hayırlı yol ve dinlerin-şeriatların en kıymetlisi olduğunu biliniz" demek istemiştir.

Şuayb (aleyhisselâm) üçüncü cevap olarak, "Ben gücümün yettiği kadarı ile ıslah'dan başka birşey istemiyorum" demiştir. Bu, "Ben, ancak va'z-u nasihatımla sizi ıslah etmeyi istiyorum" demektir.

Ayetteki (gücümün yettiği) ifadesi ile ilgili şu izahlar yapılmıştır:

1) Bu, zarftır. Buna göre kelâmın takdiri "Islah etmeye gücüm yettiği ve buna imkan bulduğum müddetçe, bu husustaki gayretimi esirgemeyeceğim" şeklindedir.

2) Bu ifade, "ıslâh" kelimesinden bedeldir, yani "gücümün yettiği kadar ıslah" söylemektir.

3) Bu, mef'ul-ü tehdir. Yani, "Ben ancak ıslah yapabildiğim müddetçe, ıslahı istiyorum" demektir. Bil ki bu sözün maksadı şudur: Şuayb (aleyhisselâm)'ın kavmi, onun halim ve aklı başında birisi olduğunu kabul etmişlerdi. O, insanlar arasında bu sıfatla meşhur olduğu için, bunu kabul etmişlerdi. Dolayısıyla Şuayb (aleyhisselâm) onlara sanki şöyle demek istemiştir: "Sizler benim ıslaha ve fesad ile düşmanlığı gidermeye çalıştığımı kabul ediyorsunuz. Öyleyse ben size tevhidi ve insanlara eziyeti bırakmayı emrettiğime göre, bunun, hak bir din olduğunu ve böyle davranmaktan maksadımın aranıza düşmanlık sokup fitne çıkarmak olmadığını da bilin. Çünkü siz, benim böyle şeylere kızdığımı ve gücümün yettiğince sulhu-salâhı gerektiren şeylere çabaladığımı biliyorsunuz. İşte bu, tebliğ ve İnzârdır. Fakat sizleri îaata mecbur etmeye benim gücüm yetmez."

Tevfik Yalnız Allah'dandır

Daha sonra Şuayb (aleyhisselâm) "Muvaffak olmam da ancak Allah'ın yardımı iledir. Ben yalnız O'na tevekkül eder ve yalnız O'na yönelirim" diyerek bu hususu te'kid etmiş ve bütün sâlih amelleri infaz etme hususunda, Allah'ın tevfik ve hidayetine tevekkül ve itimâd ettiğini beyan buyurmuştur.

Bil ki O'nun, "Yalnız O'na tevekkül ederim" sözü mahzâ tevhide işarettir. Çünkü O'nun bu sözü hasr (sadece) manasını ifâde eder. İnsanın, Allah'dan başka hiç kimseye tevekkül etmemesi gerekir. Hak teâlâ'nın dışında kaian herşey, zatı gereği mümkün ve fânî iken, sırf Allah'ın yaratması ve tekvini olarak meydana gelmiş iken, nasıl Allah'dan başkasına tevekkül edilebilir? Durum böyle olunca, ancak Allah'a tevekkül edilir. Mebde' (başlangıç, yaratılış) bilgisinin en büyük mertebesi işte bu bahsettiğimiz şeydir.

Şuayb (aleyhisselâm)'ın "Yalnız O'na yönelirim" sözüne gelince; bu da me'âd (âhiret) bilgisine bir işaret olup, "hasr" ifade eder. Çünkü bu söz, insanların Allah'dan başka dönecekleri, başvuracakları bir merci olmadığına delâlet eder. Şuayb (aleyhisselâm)'dan bahsedilince, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "O, Peygamberlerin hatibidir" dediği rivayet edilmiştir. Şuayb (aleyhisselâm) her kelimeyi yerli yerinde konuşup kelamda pek güzel tasarrufta bulunduğundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) böyle buyurmuştur.

Hissi Tutumla Hidayetten Mahrum Kalmak Doğru Değildir

Şuayb (aleyhisselâm), dördüncü cevap olarak, "Ey kavmim, bana düşmanlığınız, size bir musibet getirmesin" demiştir. Keşşaf sahibi şöyle der: "Cereme fiili bazan bir, bazan iki mef'ul alma hususunda tıpkı kesebe (kazandı) fiili gibidir. Nitekim Arapça'da "O, bir günah işledi, onu kesbetti" denildiği gibi, "O, ona günah işletti ve o, ona onu kazandırdı" da denilir. Ayetteki fiil de bu şekildedir, yani, "Bana olan düşmanlığınız, başınıza bir azabın isabet etmesine sebebiyet vermesin" demektir."

İbn Kesir bu kelimeyi, yâ'nın zammesiyle yücrimenneküm şeklinde okumuştur ki, bu takdirde fiil, bir kimseyi suça sevkedip, yaptırdığında söylediğin "Ona bir günah işlettim" sözünden alınmıştır. Bu kıraate göre fiil, bir mef'ul alan cereme fiilinin if'âl babına nakledilmiş şekli olur. Buna göre cümleleri arasında bir fark yoktur. Binâenaleyh her iki kıraat de, mana bakımından eşittir ve aralarında fark yoktur. Fakat meşhur olan kıraat, lafız bakımından daha fasihtir. Bu da "O, ona mal kazandırdı" deyiminin, (aynı manaya gelen) deyiminden daha fasih olması gibidir. Bunu iyice anladığın zaman biz deriz Ayetten kastedilen mana, "Bana olan düşmanlığınız, dünyada, Nûh (aleyhisselâm)'un kavminin başına gelen boğulma; Hûd'un kavminin başına gelen kasıp kavurucu rüzgar; Salih (aleyhisselâm)'in kavminin başına gelen deprem ve Lût kavminin başına gelen yere batırma azabları gibi, kökünüzü kazıma azabının başınıza gelmesine sebebiyet Kermesin" şeklindedir.

Şuayb (aleyhisselâm)'ın "Lût kavmi de sizden uzak değildir" sözü ile ilgili şu iki izah yapılmıştır:

a) Bununla onların mekan bakımından, birbirlerinden uzak olmadıkları manası kastedilmiştir. Çünkü Lût (aleyhisselâm)'un kavminin beldesi, Medyen'e yakın idi.

b) Bununla zaman bakımından onlardan uzak olmadıkları kastedilmiştir. Zira Lût (aleyhisselâm)'un kavminin helaki, Şuayb (aleyhisselâm) zamanındaki insanların haberdar olduğu en yakın helak hadisesidir. Bil ki her iki manaya göre de, zaman ve mekan bakımından yakın olma, o şeyi iyice bilme ve onların durumlarına tam vâkıf olma manasına gelir. Binâenaleyh Şuayb (aleyhisselâm) sanki "Başınıza benzeri bir azabın gelmemesi için, onların başlarına gelenlerden ibret alın ve Allah'a muhalefet edip, O'nunla nizalaşmaktan satanın" demek istemiştir.

İmdi şayet, "Normalde (......) şeklinde, kelime cemi gelmesi gerekirken, niçin olarak denilmiştir?" denilirse, Keşşaf sahibi buna şu iki bakımdan cevap verir:

1) Bunun takdiri, "Onların helaki sizden uzak birşey değildir" şeklinde olabilir.

2) Bu kelime "Sehîl", "nehik" ve benzeri masdarlar vezninde geldiği için, karib-baîd ve kesîr-kalîl kelimeleri müzekker ve müenneslik bakımından aynıdırlar.

Vedud İsm-i Şerifinin İzahı

Şuayb (aleyhisselâm), beşinci cevap olarak, "Rabbinize putlara tapmanızdan dolayı istiğfar edin, (eksik ölçüp noksan tartmanızdan ötürü) tevbe edin. Çünkü Rabbim (dostlarına) rahim ve vedûddür" demiştir.

Ebu Bekr el-Enbâri şöyle der: "Allah'ın isimleri arasında yer alan vedûd, "Allah'ın kullarını sevmesi" manasınadır. Bu Araplarıni ve "Adamı sevdim" deyimlerindendir." Ezheri ise, "Şerhu Esmâi'llâh" isimli kitabında "Vedûd"un tıpkı, rekûb (binilen), helûb (sağılan) kelimeleri gibi, ism-i mefûl manasında fe'ûl vezninde olmuş olması mümkündür. Buna göre manası, "Allah'ın Salih kulları, mahlûkatına çokça ihsan ve lutufta bulunmasından ötürü Allah'ı severler (Yani O, sevilendir)" şeklindedir.

Bil ki Şuayb (aleyhisselâm)'in, bu beş cevabı zikrederken yaptığı bu sıralama, güzel bir tertiptir. Çünkü O, ilk defa, kendisi için apaçık beyyinelerin zuhur ettiğini ve Allahü teâlâ'nın kendisine zahiren-batınen çokça nimetler vermesinin, kendisini Allah'ın vahyine hıyanet etmekten ve Allah'a karşı mükellefiyetlerine aldırmamaktan alıkoyduğunu belirtmiş, ikinci defa da bu davet ile o işe devam ettiğini beyân etmiştir. Eğer bu davet batıl olsaydı, kendisinin halim ve aklı başında bir kimse olduğunu kabul ettiğinize göre, o böyle batıl bir işle meşgul olmazdı. Daha sonra o, bunun doğruluğunu, bir başka şekilde şöyle beyân etmiştir:. O, ıslahı gerektiren şeyleri yapmak, fitneyi gerektiren şeyleri örtmekle meşhurdu. Dolayısiyle eğer bu davet bâtıl olsaydı, o bununla meşgul olmazdı. Daha sonra o, yolunun doğruluğunu beyân edince buna karşı çıkmaya bir sebep olmadığına işaret ederek, "Sizin bana düşmanlığınız daha önce geçmiş peygamberlerin kavimlerinin başına geldiği gibi, bunun yüzünden çok şiddetli ilahî bir azaba düşeceğiniz bir yola sizi sürüklemesin" demiştir. Daha sonra da, işte bu delillerle kendi yolunun doğruluğunu ortaya koyunca "Ve Allah'a tevbe edin" ifâdesi ile, ilk defa zikrettiği Allah'ın birliğine inanıp, eksik ölçüp tartmayı bırakmayı izaha dönmüştür. Bunun peşinden de onların daha önce kâfir ve isyankâr olmalarının, kendilerini Allah'a iman ve itaattan alıkoymaması gerektiğini, çünkü Allah'ın kâfir ve fasıkların iman ve tevbelerini kabul eden bir rahîm ve vedud olduğunu, ve çünkü kullarına olan rahmet ve sevgisinin bunu gerektirdiğini beyân buyurmuştur. İşte bu son derece güzel bir izahtır.

Kavmi Şuayb'ı Anlamak İstemiyor

91

"Dediler ki; "Ey Şuayb, biz senin söylediklerinden çoğunu iyice anlamıyoruz. Seni de içimizde cidden zayıf görüyoruz. Eğer kabilen olmasaydı muhakkak ki seni taşla öldürürdük. Sen bizden üstün bir şeref sahibi değilsin".

Bil ki Şuayıb (aleyhisselâm) tebliğini iyice ortaya koyup beyân edince, kavmi ona fasid (yanlış) cümlelerle cevap verdiler.

Bunlardan birincisi biz senin arkaiklerinden çoğunu iyice anlamıyoruz" sözüdür. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır.

Birinci Mesele

Birisi şöyle diyebilir: "Şuayb (aleyhisselâm) onlara kendi dilleriyle konuşuyordu. Artık onlar nasıl olur da "söylediklerini anlamıyoruz" diyebilirler?" Alimler, buna değişik cevaplar vermişlerdir:

a) Bu, "Biz senin söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz" demektir. Çünkü onlar, sözlerinden hiç hoşlanmadıkları için, sözlerini anlamak maksadıyla lardı. Bu tıpkı, "Onların kalbleri üzerine Kufân'ı iyice anlamalarına (engel) gereriz" (isra, 46) ayetinde beyân edilen husus gibidir.

b) Onlar onun sözünü kafaları ile anladılar, ama ona bir değer vermediler. siyle onlar, değer vermediklerini beyan etmek için böyle söylediler. Bu tıpkı Kimsenin, arkadaşının sözüne değer vermediğinde, "Senin söylediğini atamıyorum" demesi gibidir.

c) Hazret-i Şuayb (aleyhisselâm)'in ileri sürdüğü bu deliller, tevhid, nübüvvet ve âhiretin ile haksızlığın ve hırsızlığın bırakılması gerektiği hususunda onları ikna tir. Binâenaleyh onların "Anlamıyoruz" sözleri, "Biz iddialarına dâir gecrdığin delillerin doyru olup olmadığın bilemiyoruz" demektir.

Fıkıh Kelimesinin İzahı

Bazı kimseler şöyle demişlerdir: "Fıkıh, husûsî bir ilmin ismi olup, lügat bakımından konuşanın sözünün maksadına (manasına) nüfuz etmek demektir. Bu görüşte olanlar, bu ayeti delil getirerek fıkhı (anlamayı) söze (yani anlaşılması manasına) izafe etmişlerdir. Daha sonra bu kelime, belli bir dinî çeşidinin ismi olmuştur. Bazı kimseler de, bu kelimenin "mutlak manada anlama" manasında olduğunu ileri sürerek şöyle demişlerdir: Arapça'da "Falancaya dinde bir fıkıh verilmiştir" yani "anlayış" denilir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Allah kime bir hayır murad ederse, onu dinde fakih kılar, yani, ona dinin te'vilini (yorumunu-tam manasını) bildirir" Buhari, İlim, 10 (1/25); Müslim, İmare, 175 (3/1524). buyurmuştur.

Hazret-i Şuayb (aleyhisselâm)'in kavminin ikinci cevabı

a) Bu "Sen, kendini ahaliye karşı savunması imkânsız olan, zayıf bir kimsesin" demektir.

b) Zayıf, Himyer lügatine göre "kör" demektir. Bil ki bu ikinci görüş, şu bakımlardan zayıftır:

1) Bu, ayetin zahirî manasını, bir delil olmaksızın bırakmaktır.

2) Ayetin "İçimizde" ifadesi, bu görüşü geçersiz kılar. Baksana bir kimse, "Biz seni içimizde kör görüyoruz" dese, bu söz yanlış olur. Çünkü kör, onların içinde de, başkalarının içinde de kördür.

3) Onlar bundan sonra "Eğer kabilen olmasaydı muhakkak ki, seni taşla öldürürdük" demişler ve böylece Şuayb (aleyhisselâm)'da kabilesinde bulunan kuvvetin olmadığını söylemişlerdir. Onların, Şuayb (aleyhisselâm)'ın kabilesi için var saydıkları kuvvet ile yardım olunacağı murad edilince, Şuayb (aleyhisselâm)'da olmadığını söyledikleri kuvvet de yma "yardım" manasının kasdedilmış olması gerekir. "Zayıf" kelimesini, gözün görmesinin zayıflığı (körlük) manasına hamledenler belki de, gözün görmemesinin bir zayıflık sebebi olmasından ötürü böyle yapmışlardır.

Kör İnsan Peygamber Olabilir mi?

Bil ki alimlerimiz, peygamberlerin kör olabileceklerini söylemişlerdir. Fakat beyân ettiğimiz sebebten ötürü, ayetteki bu kelimeyi, buna delil getirmek yerinde bir iş olmaz.

Mutezile ise bu hususta ihtilaf etmişlerdir. Bazıları bunun caiz olmayacağını, çünkü peygamberin, kullukta kusur etmeyen birisi olduğunu, kör olması hâlinde, pisliklerden sakınmayacağını, bir de bu hususun onun hâkim ve şahid olmasını zedeleyeceğini, dolayısıyla körlük gibi şeylerin, peygamberliğe mânı olacağını söylemişlerdir.

Bu ayeti, buna delil getirmek uygun değildir. Çünkü biz, ayette buna delalet eden herhangi bir husus olmadığını açıkladık. Şuayb (aleyhisselâm)'ın kavminin ileri sürdüğü üçüncü cevap şudur: "Eğer kabilen olmasaydı muhakkak ki seni taşla öldürürdük." Bu ifâde ile ilgili iki mesele vardır:

Raht Kelimesinin İzahı

Keşşaf sahibi: "Raht, sayısı üç ile on arası olan gruba denir. Bunun üç ile yedi arası olan gruba dendiği de söylenmiştir. Şuayb (aleyhisselâm)'ın rahti (kabilesi) de kavminin dininde idi. Buna göre onlar sanki o "Bizim dinimizde oldukları için, eğer kabilenin yanımızda bir saygınlığı olmasaydı seni taşlayarak öldürürdük" demek istemişlerdir. Onlar bu sözleri ile Hazret-i Şuayb (aleyhisselâm)'ın kendisinin, tanlarında bir saygınlığı olmadığını, kafa ve gönüllerinde bir yeri bulunmadığını ve onu, sırf kabilesini saydıkları için öldürmediklerini açıklamışlardır" demiştir.

Recm Kelimesinin İzahı

Arapça'da "recm", "atmak" manasınadır. Bu atma, bazen öldürme niyeti ile ve taşla olur. Atmak, öldürmenin sebebi olunca, "öldürme" manasına da recm demişlerdir. Bazan da bu, "iftira" demek olan söz ile olur. Nitekim Cenâb-ı Hak "(Bu), gaybı taşlamaktır (iftiradır)" (Kehf, 22) ve "Uzak bir yerden gayba atıp tutuyorlardı" (Sebe, 53) buyurmuştur.

Bazan bu atma, kınamak ve lanet etmekle olur, "Şeytân-ı racim"de (yani kınanan, lanetlenen şeytan ifâdesinde) olduğu gibi.

Bazan da, tardetme ile olur, "Şeytanları tardetme olarak" (Mülk, 5) ayetinde olduğu gibi.

Bunu iyice kavradığında, bil ki bu ayetteki "recm";

a) Biz seni öldürürdük,

b) "Seni tenkid eder ve kovardık" manalarına gelmiş olur.

Onların Hazret-i Şuayb (aleyhisselâm)'a karşı dördüncü cevapları da şudur: "Sen bizden üstün bir şeref sahibi değilsin." Bu "Sen, bizden kıymetli ve şerefli lığına göre, seni öldürmeye yönelip, sana eziyet etmemiz, bizim için kolay" demektir.

Bil ki onların ileri sürdükleri bütün bu hususlar, Hazret-i Şuayb'ın delil ve beyyinelerini savuşturacak cinsten olmayıp, aksine, delil ve hüccetlere, sırf kınama ve beyinsizlikle karşı koymaktan ibarettir.

92

Âyetin tefsiri için bak:93

93

"(Şuayb) dedi ki; "Ey kavmim, size göre benim kabilem Allah'dan daha mı şereflidir ki O'nu arkanıza atılmış bir şey edindiniz? Benim Rabbim, şüphesiz ne yaparsanız hepsini çepeçevre kuşatıcıdır. Ey kavmim, elinizden geleni yapın. Ben de, yaparım. Rüsvay edecek azabın kimin başına geleceğini ve yalancının kim olduğunu yakında bileceksiniz! Gözetleyin, ben de sizinle beraber gözetliyorum".

Bil ki kâfirler Şuayb (aleyhisselâm)'ı öldürme ve eziyet etme tehdidinde bulunarak korkutunca, Allahü teâlâ onun, bu durumda şu iki sözü söylediğini nakletmiştir.

Müşrikler Toplumsal Konuma Allah'tan Daha Fazla Değer Verir

Birinci Söz "Ey kavmim, size göre benim kabilem Allah'dan daha mı şereflidir ki O'nu arkanıza atılmış bir şey edindiniz?" ifadesidir. Bu, şu manayadır: Kavmi, kabilesinin yanlarındaki kıymetinden dolayı ona eziyet etmediklerini iddia etmişti. Bundan dolayı o: "Siz, kabileme bir ikram olmak üzere beni öldürmediğinizi mi iddia ediyorsunuz? Halbuki Allahü teâlâ emrine uyulmaya daha lâyıktır" demiştir. Binâenaleyh sanki şöyle demek istemiştir: "Sizin beni, Allah'ın emrine riayet ederek muhafaza etmeniz, öldürmemeniz, kabilemin hakkına riayet ederek (saygı göstererek) muhafaza etmenizden daha münasip bir davranıştır." Onun: "Onu, arkanıza atılmış bir şey edindiniz" sözü, "Siz O'nu (yani Allah'ı) unuttunuz ve sanki sırtların gerisine atılıp, kulak asılmaz birşey haline getirdiniz" manasınadır. Keşşaf sahibi zıhriyy kelimesi zahr (sırt) kelimesinin ism-i mensubudur. Zâ'nın meksûr okunuşu ise, ism-i mensub yapmanın getirdiği değişiklikten ötürüdür. Bunun bir benzeri de, ism-i mensub yaparak, hemzenin kesresi ile sözüdür. Şuayb (aleyhisselâm) "Benim Rabbim, şüphesiz ne yaparsanız hepsini çepeçevre kuşatıcıdır" yani "O, sizin durumunuzu ve hallerinizi en iyi bilendir. O'na hallerinizden hiçbiri, gizli kalmaz demiştir.

Hazret-i Şuayb Onlara Meydan Okuyor

İkinci Söz "Ey kavmim, elinizden geleni yapın. Ben de yaparım" sözüdür. Bu ifâdede geçen mekâne, kendisinde bulunduğu şahsın, onun sayesinde iş yapabildiği yey, mkân ve mevki demektir. Buna göre mânâ: "Sizler, bana kötülük yapma hususunda elinizdeki bütün imkan, güç ve kuvveti kulanınız. Ben de, Allah'ın bana verdiği kudret nisbetinde elimden geleni yapacağım" şeklindedir.

Daha sonra "Rüsvay edecek min başına geleceğini ve yalancının kim olduğunu yakında bileceksiniz"

Bu hususta iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Birisi niçin, bu cümlenin başına fâ getirilerek buyurulmamıştır? diyebilir. Buna şöyle cevap verilir: Fâ'yı getirmek, bunun makabli ile açık bir ilgisi olduğunu gösterir. (......) harf, bağlamak-eklemek için icâd edilmiştir. Cümlenin başına fâ edatınınemesi, bu cümlenin mukadder bir soruya cevap kılınmış olmasından dolayıdır. Buna göre kelâmın takdiri şöyledir: "Hazret-i Şuayb, "Ey kavmim elinizden geleni yapın, ben de yaparım" deyince, sanki onlar da, "Daha ne olacak ki!" demişler, bunun üzerine O da "Görürsünüz!" demiştir. Binâenaleyh bu ifâdenin başındaki fâ edatının (yani getirilmemesinin) daha çok korkutma ve endişelendirmeyi ifâde ettiği açıktır.

Daha sonra Şuayb (aleyhisselâm) "Gözetleyin, ben de sizinle Baber gözetliyorum" demiştir. Bunun manası, "Neticeyi bekleyin. Ben de sizleri bekliyorum" şeklindedir. "Rakib" ya tıpkı darîb ve sarim kelimelerinin, döven keskin olan manasına gelmesi gibi, (falancayı gözetledi) fiilinden, ism-i ı râkib (gözetleyen) manasınadır; yahut a'şîr ve nedîm kelimeleri gibi, "murâkıb" (denetleyen) manasınadır, yahut da, fakir ve refî' kelimelerinin, müftekîr ve mürtefî' analarına olması gibi, mürtekib (gözetleyen) manasınadır.

94

Âyetin tefsiri için bak:95

95

"Vakta ki emrimiz geldi. Hem Şuayb, hem onun beraberinde iman etmiş ilanları bizden bir rahmet olarak kurtardık. Zulmedenleri ise korkunç bir ses yakaladı ve onlar yurdlarında diz üstü çöke kaldılar. Sanki onlar orada hiç oturmamışlardı. Haberiniz olsun ki Semûd rahmet-i ilâhiyyeden nasıl uzaklaştıysa, Medyen'e de öylece bir uzaklık verildi".

Kelbî, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Allahü teâlâ Şuayb (aleyhisselâm) ile Salih (aleyhisselâm)'in kavmi hariç, hiçbir zaman iki ümmete aynı azabı vermemiştir. Salih (aleyhisselâm)'in kavmini yerin altından; Şuayb (aleyhisselâm)'ın kavmini ise üstten gelen bir korkunç ses yakalayıvermiştir."

Ayetteki, "Vaktaki emrimiz geldi" cümlesinden şu mana kasdedilmiş olabilir: "Meleklerden birine bu müthiş sesi çıkarma emrini vereceğimiz zaman gelince..." Keza "emir", burada "ceza" manasına da gelebilir. Her iki manaya göre de, Cenâb-ı Hak, Hazret-i Şuayb'ı ve onun beraberindeki inananları katından bir rahmet ile kurtardığını haber vermektedir. Bu hususta şu iki izah yapılabilir:

a) Allahü teâlâ, Hazret-i Şuayb'ı ve inananları; kullara gelen her nimetin Allah'ın fazlı ve rahmeti ile olduğuna dikkat çekmek için, o azabtan sırf rahmeti ile kurtardığını belirtmiştir.

b) Ayetteki "rahmet" ile, Cenâb-ı Hakk'a iman, taat ve diğer sâlih ameller kastedilmiştir ki, bunlar da ancak Allah'ın muvaffak kılmasıyla tahakkuk eden şeylerdir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, o azabın ne şekilde olduğunu, "Zulmedenleri ise korkunç bir ses yakaladı" buyurarak anlatmıştır. Cenâb-ı Hak, "Sayha" (ses) kelimesini, daha önce bahsedilmiş malum bir sese işaret olmak üzere elif-lamlı olarak zikretmiştir. O belli sayha da, Cebrail (aleyhisselâm)'in sayhası (narası)dır. "Onlar yurdlarında diz üstü çökekaldılar." "Câsim" "Yerine, ayrılmayacak şekilde yapışıp kalan" demektir. Yani Cebrail (aleyhisselâm), onlara o narayı attığında, herbirinin canı oldukları yerde çıkıverdi. "Sanki onlar orada hiç oturmamışlardı" yani "sanki onlar, o yurdlarında, alıp-satan, gidip-gelen diriler değillerdi."

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Semûd, rahmet-i ilâhiyyeden hasıl uzaklaştıysa, Medyen'e de öylece bir uzaklık (verildi)" buyurmuştur. Bu ifâdenin tefsiri, daha önce geçmişti. Bahsettiğimiz gibi, Şuayb'ın kavmine de, tıpkı Semûd'unki gibi bir azabla azab ettiği için, onların durumunu Semûd'un haline kıyâs etmiştir,

Yedinci Ve Son Kıssa: Hazret-i Musa Ve Firavun

96

Âyetin tefsiri için bak:99

97

Âyetin tefsiri için bak:99

98

Âyetin tefsiri için bak:99

99

"Celalim hakkı için biz Musa'yı da, Firavun'a ve onun ileri gelen etkilerine mucizelerimizle ve apaçık bir hüccetle gönderdik. Ama onlar vun'un emrine tâbi oldular. Halbuki Firavun'un emri hiç de "reşid" değildi. O, Kıyamet günü kavminin önüne düşecektir. Artık o, bunları (suya götürür gibi) ateşe götürür. Varacakları o yer ne kötü bir yerdir! Bu dünyada Kıyamet gününde de, onlar lanete tabî tutuldular. (Kendilerine) verilen bu vergi ne kötü vergidir".

Bu ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın Hûd Suresinde zikrettiği yedinci ve sonuncu kıssadır.

Hazret-i Musa'ya Verilen "Ayetler"

Ayetteki "Mucizelerimizle ve apaçık bir hüccetle" ifâdesi ile ilgili şu izahlar yapılmıştır:

1) Buradaki "Ayetlerimiz" ile, Tevrat ve Tevrat'taki şer'î hükümler; "apaçık bir " ile de, kesin ve aşikâr mucizeler kastedilmiş olup, kelamın takdiri, "Andolsun ki biz, Musa'yı bazı şer'î hüküm ve mükellefiyetlerle gönderdik, onu apaçık mucizeler ve kesin delillerle destekledik" şeklindedir.

2) Ayette geçen âyât kelimesiyle, mucizeler ve beyyineler kasdedilmiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Nezdinizde buna ait hiçbir delil de yoktur"(Yunus. 68) ve "Allah onlar hakkında hiçbir hüccet indirmedi" (Necm, 23) ayetlerinde olduğu gibidir. Böyle halinde ayete iki şekilde mana verilebilir:

a) Bu ayetlerde Hazret-i Musa'nın nübüvvetinin doğruluğuna dâir, Musa için apaçık bir hüccet bulunmaktadır.

b) Ayette geçen, "apaçık delil, hüccet "ten maksat, Hazret-i Musa'ya verilen değnektir. "âsâ" Hazret-i Musa'ya verilen mucizelerin en meşhurudur. Bu böyledir. Çünkü Cenâb-ı Hak, Hazret-i Musa'ya apaçık olan dokuz mucize vermiştir ki, bunlar şunlardır: Âsâ, yed-i beyzâ, tufan, çekirge istilası, bit istilası, kurbağa istilası, suların kana çevrilmesi, ürünlerin noksanlaşması ve insanların ölümü. Bazı alimler ürünlerin ve insanların noksanlaşması yerine Tûr Dâğı'nın kökünden sökülüp İsrailoğullarının üzerlerinde durdurulmasını ve denizin yarılmasını saymışlardır.

"Sultan" Kelimesinin Mânası

Alimler, "hüccet"in, niçin "Sultân" diye isimlendirildiği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazı muhakkikler şöyle demişlerdir: Sultan'ın padişahın başkasını ezip geçmesi gibi, delili olan kimse de, münazara esnasında, delili olmayan kimseyi ezip geçer. İşte bundan dolayı "hüccet"e, "Sultân" ismi verilmiştir. Zeccâc ise şöyle demiştir: "Sultan" hüccet anlamındadır; o, yeryüzünde Allah'ın hücceti olduğu için sultan adını almıştır. Bu kelime salît (susam yağı) kelimesinden iştikak etmiştir ki bu "aydınlanma vasıtası olan şey" demektir. Zeytin yağına, "Salît" denilmesi de bu manadadır."

Bu hususta şöyle bir üçüncü görüş daha vardır. "Sultan" kelimesi taslit (musallat-hükümran kılmak)'den türemiştir. Alimlere, ilmî kuvvetlerinin mükemmel olması sebebiyle sultan denilmiştir. Krallara da, kendilerindeki güç ve kuvvet sebebiyle bu ad verilmiştir. Ancak ne var ki alimlerin saltanatı, krallarınkinden daha mükemmel ve daha güçlüdür. Zira ulemânın saltanatı, neshi ve azli kabul etmez. Meliklerin saltanatı ise, azlolunmayı ve neshi kabul eder. Kralların saltanatı ulemânın saltanatına tâbidir. Ulemânın saltanatı, peygamberlerin saltanatı cinsindendir. Kralların, meliklerin saltanatı da, Firavunların saltanatı cinsindendir.

Buna göre şayet, "Ayette geçen âyât sözünü mucizeler anlamına; "Sultan" kelimesini de "deliller" manasına aldığınızda "mübîn" kelimesinin manası da, açıklığa sebep olan şey anlamına geldiğinde, bu üç mertebe arasındaki mana farkı ne olabilir?" denilirse, biz deriz ki:

"Âyât" zan ifâde eden alâmetler ile yakîn ifâde eden deliller arasında müşterek olan kısma denilir. "Sultan" ise, katiyyet ve yakîn ifade eden delillere denilir. Ancak ne varki bu da, his (duyu organları) ile kuvvetlenen deliller ile, his ile kuvvetlenmeyen deliller arasındaki müşterekliğin adıdır. His ile kuvvetlenen kesin delile "apaçık delil" (Sultan-ı mübin) denilir. Hazret-i Musa'nın mucizeleri de bu cinsten olunca, pek yerinde olarak, Allah onları "Sultan-ı mübîn" diye vasfetmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Firavun'a ve onun ileri gelen yöneticilerine" buyurmuştur. Yani, "Biz, Musa'yı, bu gibi ayetlerle Firavun ve onun topluluğuna gönderdik" demektir.

Daha sonra Allahü teâlâ Ama onlar yine Firavun'un emrine tâbi oldular" buyurmuştur. Burada geçen "emir"den maksad Firavun'un kavmine Hazret-i Musa'yı ve onun mucizelerini inkâr etmelerini emretmesi olabileceği gibi, bundan onun "metod, yol, davranışına uymaları" da kasdedilmiş olabilir.

Firavun'un Eğri Yolu

Daha sonra Cenâb-ı Hak, . "Halbuki Firavun'un emri, hiç de "reşid" değildi" buyurmuştur. Yani "Firavun'un işi, hayra irşâd etmez.." demektir. Reşid" kelimesinin zî rüşd (rüşt sahibi) anlamına geldiği de ileri sürülmüştür.

Bil ki Firavun'un yolunun, rüşd-doğruluktan uzak olduğu aşikârdır. Zira Firavun, bir yaratıcının varlığını kabul etmeyen, ahireti inkâr eden bir dinsiz idi ve o, şöyle diyordu: "Alemin bir ilâhı yoktur, Her belde ve her devlet, ehline düşen, alemin maslahatından dolayı kendi sultanlarına itaatte bulunmak ve onlara kulluk etmekle meşgul olmalarıdır." Firavun, Allah'a ibâdet etmede ve O'nu ikrar etmede, bir, doğru bir davranışın söz konusu olduğunu kabul etmezdi. Binâenaleyh o, hususu kabul etmeyince, "rüşd"den, tamamiyle uzak ve beri olmuştur.

Firavun, Kendi Toplumunu Cehenneme Sürükleyecek

Daha sonra Cehâb-ı Hak, hem Firavun hem de kavminin vasıflarından bahsederek, "O, Kıyamet günü kavminin önüne düşecektir. Artık o bunları (suya götürür gibi), ateşe götürür" buyurmuştur. Bu fideyle ilgili iki bahis bulunmaktadır:

Birinci Bahis: Bu bahis, lügat açısından olup, buna göre Arapça'da, "önüne geçti" manasında "falanca falancanın önüne geçti" denilir. "kervanın öncüleri" denilmiş olması da bu anlamdadır. Nitekim, yine Arapça'da, "önüne geçti" manasında denilir "Ordunun öncüleri" de bu manadadır.

İkinci Bahis: Bu, mana bakımındandır. Zira Firavun, onlar dünyada oldukları, sapıklık bakımından kavminin önderi idi. Tıpkı, dünyada olduğu gibi, ahirette de o onları, ateşe sevk edecek olan bir önderdir. Kavmi de, ahirette ona uyacaktır. Veyahut da şöyle denilebilir: Firavun dünyada kavminin önüne geçip onları denize sokup boğduğu gibi, kıyamette de onların önüne geçip, böylece de ateşe sokarak akacaktır. Cenâb-ı Hakk'ın, beyanı ile "Firavun'un işi, neticesi, iyi ve güzel bir iş değildi" manasının kasdedilmesi; fiilinin de bunun bir tefsiri ve izahı olması mümkündür. Bu, "Onun işinin neticesi bu şekilde olunca, artık nasıl olur da onun işi reşîd, doğru olabilir?" demektir.

İmdi şayet, "Cenâb-ı Hak niçin (......) dememiş de, aksine mazi sîğasıyla (......) buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki:

Mazî fiili, mutlaka olmuş, bitmiş.varlık alemine girmiş bir manayı ifade eder. Şu halde, bu işi savuşturmak, kesinlikle mümkün değildir. Buna, muzarî yerinde mazî sığası kullanılmışsa, bu da, en mükemmel derecede bir mübalağa ifâde eder.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Varacakları o yer, ne kötü bir yerdir! buyurmuştur. Bu hususta da iki bahis bulunmaktadır:

Birinci Bahis: Nâr (ateş) kelimesi, semaî müennestir. Dolayısıyle denilmesi beklenirdi. Ancak ne var ki, vird kelimesi de müzekkerdir. İşte bu iki şeyden dolayı, fiilin müzekker veya müennes getirilmesi caizdir. Bu, senin yi tıpkı "Evin, ne güzel bir konaklama yeridir" ve demen gibidir. Binâenaleyh burada, fiili müzekker kılan, menzil kelimesini itibare almış olur; müennes getiren de, bunu dâr kelimesinin müennesliğine hamletmiş olur. Vahidî de, bunu bu şekilde açıklamıştır.

İkinci Bahis: Vird kelimesi bazan, vürûd manasına olur ki, bu durumda masdar olmuş olur. Bazan da bu kelime ism-i fail vârid anlamında olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Günahkârları ise süreceğimiz gün..." (Meryem. 86) buyurmuştur. Bazan da, (yani, ism-i mefûl) manasına gelir ki, bu da, kendisine gelinen suya, denilmesi gibidir. Keşşaf sahibi şöyle demektedir: Vird kelimesi, vürûdu tahakkuk eden mevrûd "gelinilmiş şey" manasındadır. Böylece Cenâb-ı Hak, Firavun'u suya gelen kimseye; tâbi olanları da suya gelenlere benzetmiş; daha sonra da, "onları ateşe götüren o vird, yani götürücü ne kötüdür!" buyurmuştur. Çünkü "vird" ile ancak, susuzluğu gidermek ve ciğerlerin yanıklığını soğutmak anlamı kastedilir. Ateş ise, bunun aksirledir.

Daha sonra Allahü teâlâ "Bu dünyada da, Kıyamet gününde de, onlar lanete tâbi tutuldular" buyurmuştur. Bu, "Onlar, hem bu dünyâda, hem de Kıyamet gününde lanete uğratıldılar..." demek olup, bu da, "Allah'ın, meleklerin ve peygamberlerin laneti, hem bu dünyada hem de ahirette onlara bitişiktir..." anlamındadır. Bu ifâdenin bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın Kasas Sûresi'ndeki, "Bununla beraber bu dünyada biz onların arkalarına lanet de taktık. Kıyamet gününde onlar, çok menfur (adam)lardandır..."(Kasas, 42) ayetidir.

Daha sonra, Cenâb-ı Hak, "(Kendilerine) verilen bu vere, ne kötü vergidir" buyurmuştur. Rifd, "atiyye, bağış" demek olup, bunun asıl manası, "matlûba ulaştıran, yardımcı olan" demektir. Nâfî İbn el-Ezrak, İbn Abbas (radıyallahü anh)'a bu iki kelimenin manasını sorduğunda o: "Bu, lanetten sonra lanettir" demiştir. Katfide de şöyle demektedir: "Onları, Allah tarafından olan iki lanet izlemiştir: Dünyadaki lanet ve ahiretteki lanet. O halde bir şeyi birşeye destek ve yardımcı kıldın mı, sen onu onunla teyid etmiş, sağlamlaştırmış olursun."

Kıssaların Faydaları

100

Âyetin tefsiri için bak:101

101

"Sana, kıssa olarak bildirmekte olduğumuz bu haberler, helak olmuş emleketlerin haberlerindendir ki, onların kiminin izleri ayakta kalmış, kimi de biçilmiş ekin gibi yok olmuştur. Onlara biz zulmetmedik, fakat onlar kendi elerine zulmettiler. Allah'ın dışında taptıkları yalana tanrılar, Rabbinin azâb emri geldiği zaman, onlara hiçbir fayda vermedi. Ziyanlarını artırmaktan başka bir şeye yaramadı"

Bil ki Allahü teâlâ, evvelki kavimlerin kıssalarından bahsedince, "Sana kıssa olarak bildirmekte olduğumuz bu haberler, helak olmuş memleketlerin haberlerindendir..." buyurmuştur. Bu kıssaların zikredilmesinin faydası vardır:

Birinci Fayda: Sırf aklî delilden istifâde etmek, ancak kâmil kimseler için söz konusudur. Bu ise, çok nâdir olur. Ama, delilleri zikredip, sonra da onları, evvelkilerin ssalarıyla tekid ettiğinde, bu kıssalar adeta o aklî delilleri akıllara sokan unsurlar olurlar.

İkinci Fayda: Allahü teâlâ, bu kıssalara, peygamberlerin tutunduğu çeşitli delilleri de karıştırmış, kâfirlerin o delillere karşı delil getirmelerinden o delilleri savuşturmak husunda ki şüphelerinden bahsetmiş, bazıları peşinden de, peygamberlerin o şüphelere karşı vermiş oldukları cevapları zikretmiş, daha sonra da küfürlerinde ısrar edip büyüklendikleri için, onların dünya azabına düştüklerini ve onların, hem dünyada ahirette lanet ve ceza içinde kalakaldıklarını belirtmiştir. Binâenaleyh, bu ssaların ele alınması, delillerin ve şüphelere karşı verilen cevapların, münkirlerin girmesine, onların kalblerindeki katılık ve sertliğin yok olmasına vesile olmuştur. Böylece, Allah'a davet hususunda en güzel yolun, işte bu şey olduğu sabit olmuş olur.

Üçüncü Fayda: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu kıssaları, hiçbir kitap karıştırmadan ve hiç kimseden öğrenmeden anlatıyordu ki bütün bunlar, daha önce de anlattığımız gibi, O'nun peygamberliğine delâlet eden büyük bir mucize gibi olmuş olurlar.

Dördüncü Fayda: Bu kıssaları dinleyenlerin aklına şu husus yerleşmiştir: Sıddîkın zındıkın ve hakka uyanın, münafık olanın akibeti, er geç bu dünyadan ayrılmaktır. Ancak ne var ki mümin, dünyadan dünyada bırakmış olduğu güzet medihlerle ayrılır, ahirette de bol mükâfaat elde eder. Kâfir de, dünyadan, orada maruz kaldığı lanetlerle çıkar, ahirette de ilahî cezaya uğrar. Binâenaleyh, dinleyenlere bu kıssalar tekrarlandığında, onların mutlaka kalblerinin yumuşaması, gönüllerinin boyun eğmesi, düşmanlıklarının da silinmesi gerekir ve onların kalblerinde, onları tefekkürde bulunmaya sevkeden bir korku meydana gelir. Bu, kıssaların zikredilmesinin faydalan hususunda, yazılmış olan güzel bir açıklamadır.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu haberler, helak olmuş memleketlerin haberlerindendir" buyruğuna gelince, bu hususta birkaç bahis vardır:.

Birinci Bahis: Zâlike tabiri, görülmeyen, mevcut olmayan şeye işaret etmek için. kullanılır. Halbuki burada bununla, daha evvel geçmiş olup halen mevcut bulunan ö kıssalara işaret edilmek istenmiştir. Zihinlere gelen bu sorunun cevâbı, Cenâb-ı Hakk'ın, (Bakara, 2) ayetinin tefsirinde geçmişti.

İkinci Bahis: Zâlike lafzıyla, bire, ikiye, üçe ve üçten yukarısına işaret edilebilir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "ne çok yaşlı, ne de çok genç değil, ikisi ortası, bir dinç (inek)tir..." (Bakara, 68) buyurmuştur. Bu tabir ile, "Bahsettiğimiz o şeyler, şöyle şöyledir..." şeklinde bir mananın kastedilmesi de muhtemeldir.

Üçüncü Bahis: Keşşaf sahibi şöyle demektedir: Zâlike mübtedâ; ikinci haberdir. Buna göre manâ, "Bu bahsedilenler, memleketlerin önemli haberlerinin bir kısmıdır. Onlar sana anlatılmıştır" şeklinde olur.

Daha sonra da Cenâb-ı Hak, "Onların kiminin izleri ayakta kalmış, (kimi de biçilmiş ekin gibi yok olmuştur)" buyurmuştur. Minha'daki zamir, kura kelimesine racidir. O beldelerden geriye kalan izler ve duvarların yıkıntıları, gövdesi üzerinde ayakta duran, bir kısmı biçilmiş bir kısmı da biçilmemiş ekinlere benzetilmiştir. Buna göre mana, "O beldelerden bazısından geriye bir şehir kalmış, bir kısmı ise yok olmuş, onlardan geriye kesinlikle hiçbir iz kalmamıştır" şeklinde olur.

O Kavmin Kendi Kendilerine Zulmetmeleri

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlara biz zulmetmedik, fakat onlar kendi nefislerine zulmettiler..." buyurmuştur. Bu hususta da şu izahlar yapılmıştır:

1) "Biz, onlara azâb ve onları imha etmekle, onlara zulmetmedik. Onlar küfürleri ve isyanları sebebiyle kendi kendilerine zulmetmişlerdir..."

2) O kavmin başına gelen, Allah'tan olan bir zulüm değil, aksine o mahzâ adalet ve hikmettir. Çünkü o kavmin, küfür ve isyanlara yönelmiş olmaları sebebiyle, nerşeyden önce kendisine zulmetmiş, böylece de o amelleri yüzünden, Allah'tan o azaba duçar kılınmışlardır.

3) İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hak bu buyruğu ile, "Biz onların, dünyadaki nimetlerini ve rızıklarını noksanlaştırmadık; ancak ne var ki onlar, Allah'ın hukukunu hafife almış olmaları sebebiyle, kendilerinin nasibini noksanlaştırmışlardır." Daha sonra Cenâb-ı Hak "Allah 'ı bırakıp taptıkları yalancı tanrılar.. onlara hiçbir fayda vermedi...." buyurmuştur. Bu, "O ilâhlar onlara, hiçbir konuda kesinlikle fayda vermeyecektir" demektir. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Ziyanlarını arttırmaktan başka bir şeye yaramadı" buyurmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh), deyimine (......) manasını vermiştir. Nitekim Arapça'da, bir kimse ziyana uğradığında, "Falanca helak oldu, ziyana uğradı"; birisi, birisini ziyana soktuğunda, denilmektedir. Buna göre mana, "O kâfirler, putlarının, menfaatlerin elde edilmesinde, zararların za savuşturulmasında kendilerine yardımcı olacaklarına inanıyorlardı. Daha sonra da Cenâb-ı Hak onların, bir yardımcıya muhtaç olduklarında, o putlarından hiçbir .-ardım elde edemediklerini, onların ne bir fayda sağladıklarını ne de herhangi bir zararı gideremediklerini haber vermiştir. Sonra onlar, böyle bir yardım göremedikleri gibi, hatta bunun zıddını görmüşlerdir. Çünkü, böylesi bir inanç, onlardan hem dünya hem de ahiret menfaatlerini gidermiş, böylece onlara hem dünya hem de ahiret zararlarını getirmiştir. Dolayısıyla bu, en büyük hüsran sebeplerinden olmuş olur."

Allah Zalimleri Çarpınca Şiddetle Çarpar

102

Âyetin tefsiri için bak:104

103

Âyetin tefsiri için bak:104

104

"Rabbinin yakalayışı, ahalisi zulmeder halde bulunan memleketleri yakaladığı zaman, işte böyle olur. Şüphesiz ki, O'nun çarpması pek acıklıdır, pek çetindir. Bunda, ahiret azabından korkanlar için, katî birer ibret vardır. O, bütün insanların bir arada toplanmış olacakları bir gündür. O, istisnasız bütün insanların hazır olacakları bir gündür. Biz onu, Kıyamet gününü ancak sayılı bir müddet için erteleriz...".

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Asım ve Cuhterî, tek bir elif ile iz ehaze; diğer kıraat imamları da, iki elif ile iza ehaze okumuşlardır. Bil ki Allahü teâlâ, peygamberlerine muhalefet ettikleri için, daha önceki peygamberlerin ümmetlerine neler yapıldığını kitabında haber verip, onları kökten imha azabına uğrattığını bildirip, onlar kendilerine zulmettikleri için de başlarına bu dünyada bir azabın geldiğini beyân buyurunca, bunun peşinden "Rabbinin yakalayışı, ahalisi zulmeder halde bulunan memleketleri yakaladığı zaman, işte böyle olur" buyurmuş, böylece, azabın sadece öncekilere has olmadığını, aksine her türlü zalimi yakalayıp çarpma hususunda durumun böyle olacağını beyan buyurmuştur. cümlesindeki zamir, lafız itibariyle kura kelimesine râci olup, hakikatte ise, orada yaşayanlara racidir. Bunun bir benzeri de, (Enbiyâ, 11) ve (Kasas, 58) ayetleridir.

Bil ki Allahü teâlâ, geçmiş ümmetleri nasıl kıskıvrak yakaladığını beyan buyurup, sonra da, bütün zalimleri işte bu şekilde yakalayacağını beyan buyurunca, bunun peşinden işte bu hususu tekid ve takviye etmeyi arttıracak olan hususa da yer vererek "O'nun çarpması, pek acıklıdır, pek çetindir..." buyurmuş, böylece o azabı, elem verici ve şiddetli olmakla nitelemiştir. Dünyada, elemden daha keder verici bir şey yoktur; dünyada, ahirette, vehim ve akılda da, elemi şiddetlendirmekten daha şiddetli başka bir şey bulunmaz.

Bil ki bu ayet, Allahü teâlâ'nın elîm ve şedîd diye nitelediği o yakalamasına düşmemek için, zulme yönelen ve onu yapan kimsenin, bu zulmünü tevbeyle, Allah'a rücû ile tedavî etmesinin gerekli olduğuna; bu hükümlerin öncekilere tahsis edilmiş olmasının zannedilmemesi gerektiğine delâlet eder. Çünkü Allahü teâlâ, öncekilerin hallerini nakledince, "Rabbinin yakalayışı, ahalisi zulmeder halde bulunan memleketleri yakaladığı zaman, işte böyle olur" buyurmuş, böylece uygun olmayan şeyleri yapmak hususunda o öncekilerle ortak olan herkesin bu şiddetli ve elem verici yakalama hususunda da mutlaka onlarla ortak olmaları gerektiğini beyan buyurmuştur.

Bu İmhadan Alınacak Ders Nasıl Gerçekleşir?

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Bunda, ahiret azabından korkanlar için katî birer ibret vardır" buyurmuştur. Kaffâl şöyle demektedir: "Bu sözün izahı, şöyle denilmesidir: Onlar, bu dünyada ancak peygamberlerini yalanlamaları ve Allah'a şirk koşmaları sebebiyle azaba uğramışlardır. Binâenaleyh onlar, amel yurdu olan bu dünyada, işte bundan dolayı azaba uğrayınca, onlar, ceza yurdu olan ahirette haydi haydi azaba duçar olurlar."

Bil ki bu açıklamaya dikkatlerini çeken pekçok müfessir, işte buna dayanmışlardır. Ama, aksine bu tutarsız bir açıklamadır." Zira, Kaffâl'in yaptığı bu açıklamaya göre, dünyada tahakkuk etmiş olan "kökünü kazıma azabı" Kıyametin, ba'sin, neşrin hak ve doğru olduğunu ileri süren görüşün bir delili olmuş olur. Halbuki ayetin zahiri, Kıyametin hak olduğunu bilmenin, kökünü kazıma azabının meydana gelmesiyle güdülen ibretin tahakkuk etmesi için bir şart gibi olmasını gerektirmektedir. Bu mana ise, Kaffâl'in ileri sürdüğü şeye zıt gibidir. Çünkü Kaffâl, kökünü kazıma azabını bilmeyi, Kıyametin hak olduğunu bilmenin bir temeli ve aslı saymıştır. Böylece, Kaffâl'in ileri sürmüş olduğu şey, geçersiz olmuş olur.

Bana göre ise, bu hususta en doğru olanı şöyle denilmesidir: Kıyametin hak olduğunu bilmek, bu göklerin ve yerlerin varlığını idare edenin, mucib-i bizzat (zâtı gereği mûcib) olmayan, hür ve irade sahibi bir fâil-i muhtar olduğunu bilmeye dayanır. İnsan, âlemin ilâhının hür ve irade sahibi bir fail, bütün mümkinâta kadir ve göklerde ve yerlerde meydana gelen bütün hadiselerin ancak kendisinin kaza ve kaderi ile -neydana gelen bir zât olduğunu bilmediği sürece, bu kökten imha azabından ibret alması mümkün değildir. Bu böyledir, zira bu âlemin meydana gelmesinde müessir olanın, hür ve irâde sahibi bir fail değil de, mucib-i bizzat bir varlık olduğunu iddia edenler, o peygamberlerin zamanında meydana gelen boğulma, yanma, yere batma, domuz ve maymunlara çevrilme, sayha ve benzeri bütün hallerin, ancak yıldızların Birbiriyle çarpışmasından ve birbirleriyle bir araya gelmesinden meydana geldiğini ddiâ etmişlerdir. Durum böyle olunca da, bu gibi hadiselerin meydana gelmesi, peygamberlerin sıdkına bir delil olmaz. Ama, Kıyametin varlığına inanan kimsenin o imanı, ancak, âlemin ilâhının hür ve irâde sahibi bir fâif-i muhtar olduğuna ve O'nun, bütün cüz'iyyâtı bilen bir zât olduğuna inandığı zaman tam ve mükemmel olur. Durum oöyle olunca da, bu korkunç hadiselerin ve o büyük vakıaların ancak, âlemin ilâhının, onları yaratıp icad etmesiyle, onların yıldızların çarpışması, bir araya gelmesi sebebiyle olmadığına kesinkes hükmetmek gerekir. O zaman da, bu kıssaları dinlemekle beklenen fayda sağlanmış olur ve bunlarla, peygamberlerin doğruluklarına istidlal edilmiş olur. İşte böylece de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bunda, ahiret azabından korkanlar için, katî birer ibret vardır" ifadesinin yerinde olduğu sabit olmuş olur.

Bütün İnsanların Mahşerde Toplanması

Daha sonra Cenâb-ı Hak "O, bütün insanların bir arada toplanmış olacaklan bir gündür. O, (istisnasız bütün insanların) hazır olacakları bir gündür" buyurmuştur.

Bil ki Allahü teâlâ, ahiretten bahsedince, o günü şu iki vasıfla tavsif etmiştir:

a) O, bütün insanların toplanacağı bir gündür. Buna göre mana, "önceki ve sonraki bütün halk, o günde haşrolunacak ve o günde bir araya getirilecek" şeklinde olur.

b) Bu gün, nuzura çıkma günüdür. Nitekim İbn Abbas (radıyallahü anh): "O gün, kendisinde iyinin ve kötünün hazır olacağı bir gündür" şeklinde bir mana verirken, başkaları da: "O gün, göktekilerin ve yerdekilerin kendisinde hazır bulunacakları bir gündür" şeklinde bir mana vermişlerdir. Buradaki meşhud kelimesinden, orada bulunma ve hazır olmak manası kastedilmiştir ki bu tabirin zikredilmesinin maksadı şudur: İnsanın kalbine, bazan şöyle bir fikir gelebilir: "O vakitte onlar bir araya geldiklerinde, herkes ancak kendisiyle ilgili hadiseleri bilir, haberdar olur." İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, yapılacak olan karşılıklı hesaplaşma ve soruşturma sebebiyle, bütün o hadiselerin herkese malûm olacağını beyân buyurmuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Biz onu, Kıyamet gününü ancak sayılı bir müddet için erteleriz" buyurmuştur. Bu, "ahiretin geriye bırakılması, dünyanın yok edilmesi belli bir zamana bağlanmıştır. Belli bir zamanı olan her şeyse sonludur. Sonlu olan herşeyin de, mutiaka son bulması lazımdır. Şu halde, "Ahiretin ertelenmesi, mutlaka, Allah'ın Kıyameti koparacağı ve dünyayı harap edeceği bir zamana varıp dayanacaktır. Gelecek olan her şey ise, yakındır.

İman ve İnkârın Akıbeti

105

Âyetin tefsiri için bak:108

106

Âyetin tefsiri için bak:108

107

Âyetin tefsiri için bak:108

108

"Gelecek olan o günde. Allah'tan izinsiz hiçbir kimse konuşamaz. Artık, onlardan kimi şaki kimi de saîddir. Şakı olanlara gelince, onlar ateştedirler ki, orada çok feci bir nefes alıp vermeleri vardır onların. Gökler ve yer durdukça, orada ebedî kalıcıdırlar. Rabbinin dilediği müddet müstesna. Çünkü, Rabbin ne dilerse, onu hakkıyla yapandır. Saîd olanlara gelince, onlar da cennettedirler. Rabbinin dilediği müddet müstesna olmak üzere, gökler ve yer durdukça onlar orada ebedî kalıcıdırlar. Bu bir lütuf ve ihsandır ki, tükenip kesilmesi yoktur " ..

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ebû Amr. Asım ve Hamza, yâ'nın hazfiyle, diğer kıraat imamları ise, yâ ile (......) şeklinde okumuşlardır.

Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Yayı hazfedip kesre ile ktifâ etmek, Huzeyl lehçesinde çokça görülen bir husustur. Halil ve Sibeveyh'in naklettiği "bilemiyeceğim" şeklindeki sözleri de böyledir.

Ayetteki Ye'ti Fiilinin Faili

Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Ye'ti fiilinin faili, Cenâb-ı (Bakara 210) ve (En'am, 158) ayetlerinde olduğu gibidir. Bunu (ayeti (Hud, 104) şeklinde okuyanların kıraati da destekler. Ben derim ki, "Bu forum, pek hoşuma gitmedi. Zira (......) sözünü, Cenâb-ı Allah bir kavimden nakletmiştir. Bu kavmin yahûdîler olduğu zahirdir. Bunda onun için, hüccet olacak bi şey yoktur. (Enam, 158) ayeti de böyledir. Fakat bu ayetteki fide tamamen Allah'ın sözüdür. Burada "gelme" fiilinin Allah'a isnâd edilmesi."Hak teâlâ'nın, "Rabbin geldiği zaman..."(Fecr, 22) ayeti ne dersin?" derterse, biz deriz ki: "Bu hususta birkaç te'vil yapılmıştır. Burada da mesele vazıhtır. Binâenaleyh bunu savuşturmak mümkün değildir. Şu İde, bu manadan kaçınmak gerekir. Hatta vâcib olan şöyle denilmesidir: "Bundan "Çok korkunç, dehşetli ve büyük birşey geldiğinde..." manasıdır. Fakat Allahü teâlâ, daha fazla korku salıp, daha etkili olsun diye, bunu açıkça zikretmemiş, hazfetmiştir, "

Üçüncü Mesele

Keşşaf sahibi, "Ayetteki "yevm" kelimesi üzerinde âmil olan, "konuşmaz" fiili, yahut da mahzûf bir üzkur (hatırla) fiilidir" demiştir.

Kıyamet Günü Suçlular Konuşacak mı?

Hak teâlâ nın "Allah'tan izinsiz hiçbir kimse konuşamaz" ifadesinde bir hazif vardır ve takdiri, "...O günde hiçbir kimse konuşamaz" şeklindedir. İmdi, eğer denirse ki "Bu ayetle, bu ayete ters düştüğü sanılan şu gibi ayetler nasıl birleştirilebilir?: "O gün herkes öz canının kurtuluşu için uğraşır"' (Nahl, 111); "Onlar Allaha yemin ederek, yalan söyler "Vallahi Ey Rabbimiz biz müşrik değildik" derler" (Enam. 23); "Onları habsedin, çünkü onlar mes'uldür" (Sâffât, 24) ve "Bu, hepsinin dillerinin tutulacağı bir gündür. Onlara izin de verilmeyecek ki özür dilesinler" (Murselat, 35-36).

Evet, böyle denirse, buna şu iki şekilde cevap verilir:

a) Ayetlerde bahsedilen, "konuşmaktan men edilme" işi, hakiki ve doğru cevap verememe diye izah edilebilir.

b) Kıyamet, uzunca bir gün olup, onun çeşitli durakları vardır. Onlar, o durakların bazısında kendilerini müdafaa ederler, bazısında konuşamazlar, bazısında da müsaade edilir ve konuşabilirler, bazısında da ağızlarına mühür vurulur, elleri ayakları konuşur.

Hak teâlâ'nın "Artık onlardan kimi şakı, kimi de sâiddir" buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Keşşaf sahibi, "Ayetteki "onlar" zamiri, Kıyamettekilere râcîdir. Bilindiği için, ve "Allah'tan izinsiz hiçbir kimse konuşamaz" cümlesi onu gösterdiği için, açıkça zikredilmemiştir. Çünkü daha önceki "O, bütün insanların birarada toplanmış olacakları bir gündür" ayetinde, insanlardan bahsedilmiştir" demiştir.

Kıyamette Hesaptan Muaf Olanlar

Hak teâlâ'nın bu beyanının zahiri, Kıyamettekilerin, bu iki kısmın dışında olamayacaklarını gösterir. Buna göre eğer, "insanlar içinde, deliler ve çocuklar yok mu? Bunlar, bu iki kısmın dışında kalırlar?" denilirse, biz deriz ki: "Hasredilenlerden maksad, hesabı olan kimselerdir. İşte o hesab verecek kimseler bu iki kısmın dışında kalamazlar."

A'raf Ehli Hakkında

Eğer, "Kâdî, bu ayeti, A'raf ehlinin ne cennette, ne de cehennemde olmadıkları görüşünün yanlışlığına delil getirmiştir. Ya sizin bu husustaki görüşünüz nedir?" denilirse, biz deriz ki: Hesaba tabî tutulmayacakları için, çocukların ve delilerin, bu iki kısmın dışında olacakları kabul edildiğine göre, niçin A'raftakilerin de bu iki kısmın dışında kaldıkları söylenemesin? Çünkü onlar da hesaba tabî tutulmayacaklardır. Çünkü Hak teâlâ onların sevablarının günahlarına denk olduğunu biliyor. Dolayısıyla onları hesaba çekmenin bir manası yoktur.

Eğer, "Kâdî, bu ayetle yine, Kıyamet meydanında bulunan herkesin mutlaka, ya sevabının, ya günahının fazla olacağına; orada, sevabı günahına eşit olacak kimselerin bulunabilmesi aklen mümkün ise de, ayetin orada böyle kimselerin bulunmayacağına delâlet ettiğine istidlal etmiştir" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta söylenecek söz, daha önce de söylenmiş olan şu husustur: Saîd, mükâfaata ehil olan (cennetlik), şâkî ise cezaya müstehak olan (cehennemlik)dır. Sadece bu iki kısmın zikredilmeleri, bir üçüncü kısmın olmadığını göstermez. Bunun delili şudur: Pek çok ayet, sadece mü'min ve kâfirden bahseder. O ayetlerde ne mü'min, ne de kâfir bir üçüncü kısım zikredilmemektedir. Halbuki Kâdî, böyle bir üçüncü olduğunu kabul eder. Binâenaleyh o ayetlerde bu üçüncü kısmın meyişinden, onların yokluğu gerekmediği gibi, bu ayette de, üçüncü bir kısmın ilmeyişi, yok oldukları manasına gelmez.

İlahi Kader Dışında Bir şey Olmaz

Bil ki Allahü teâlâ, daha şimdiden, Kıyamettekilerin bir kısmının saîd, bir kısmının da şakî olduğunu bildirmiştir. Hakkında Allah'ın böyle bir hükmü bulunan ve kendilerinden böyle bir halin sâdır olacağını bildiği kimselerin, bunun aksine olmaları imkânsız olur. Aksi halde Allah'ın haber verdiği şeyin yalan, ilminin de cehalet olması gerekir ki, bu imkânsızdır. Böylece saîd'in şakî, şaki'nin de saîd olamayacağı sabit olmuş olur. Bu delilin izahı, bu tefsirde defalarca geçti. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in, bu ayet nazil olunca şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ya Resulallah, buna göre şimdi biz, olmuş bitmiş, hükmü verilmiş bir şeye göre mi amel ediyor (çabalıyoruz), yoksa henüz hükmü verilmemiş bir şeye göre mi amel ediyoruz?" Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de "(Yazılıp) bitirilmiş bir şeye göre, ey Ömer. Kalemler (onu yazıp) kurumuş, kaderler cereyan etmiş (ona göre meydana gelmiş). Fakat her insana, yaratıldığı şey kolaylaştırılır" Müslim, Kader, 8 (4/2041); İbn Mace, Mukaddime, 10 (1/135). buyurmuştur. Mutezile ise, Hasan el-Basrî'nin: "İnsanlardan bazısı ameli ile saîd, bazısı da yine ameliyle şakî olur" dediğini nakletmiştir. Biz (ehl-i sûnnet) deriz ki: Kesin delil, bu rivayetlerle savuşturulamaz. Hem kişinin ameli ile said veya şakî olduğu hususunda bir münakaşa yoktur. Ancak kişinin amelleri, Allah'ın kaza ve kaderi ile meydana geldiğine göre, bizim delilimiz devam etmiş olur.

Bil ki Allahü teâlâ, Kıyamettekileri bu iki kısma ayırınca, herbirinin durumunu açıklamak üzere: "Şakî olanlara gelince, onlar ateştedirler ki orada (çok feci) bir nefes alıp vermeleri vardır" buyurmuştur. Bu tabirle ilgili birkaç mesele vardır:

Zefir ve Şehik Kelimelerinin İzahı

Alimler ayetteki "zefir" ile "şehîk" arasındaki farkhususunda birkaç izah yapmışlardır:

Birinci İzah: Leys şöyle der: " Zefir, bir kimsenin, son derece kederlendiğinde göğsünü hava ile doldurup, onu (bir müddet) dışarı vermemesi; "şehîk" ise, işte bu nefesi birden salıvermesidir." Ferra da: "Atâ, "karnı büyük" manasında, denilir" demiştir. Ben derim ki: "İnsan çok kederlendiğinde, nefesi göğsünde kalır. Nefes göğsünde kalınca, harareti yükselir. İşte insan bu esnada, o hararetini söndürebilmek için, çokça serin havayı içine çekebilmek için, kuvvetli bir nefese ihtiyaç duyar. Bundan dolayı o esnada, havanın, göğse çokça çekilmesi arzu edilir. Bu durumda göğsü kabarır, ciğerleri şişer. O çok hararet ve insanın nefesi, göğüste tıkalı kalınca, dış organları soğuk sarar. Böylece de, nefes organları çoğu kez, içeri alınan o fazla havayı dışarı vermekten adeta aciz kalır. Dolayısıyla da bu çok hava, göğüste tıkanmış olur ve nerede ise insan ondan boğulacakmış gibi olur. Bu durumda insanın tab'ı o havayı çıkarmaya gayret eder. İşte tabiblerin bu acıkmasına göre, "zefir", nefesin göğüste tıkanıp kalması yüzünden, kalbte meydana gelen harareti düşürmek için, içeri alınan çokça havadır. Şehîk ise, insan tabiatının, o nefesi kuvvet sarfetmek suretiyle dışarı vermesine denir. Bu iki halin her biri, çok büyük sıkıntı ve kedere delâlet eder.

İkinci İzah: Zefir, eşeğin anırmaya başladığı zaman çıkardığı ilk ses gibi olan ses; şehîk ise, anırmasının sonunda çıkardığı sestir.

Üçüncü İzah: Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Biz "zefir"in, yükselmek manasına olduğunu söyledik. Biz diyoruz ki: Zefir, cehennem alevinin, çok kuvvetli olduğu için, cehennemlikleri yukarı doğru kaldırmasıdır. Onlar en yüksek bir noktaya ulaşıp, oradan cehennemin dışına çıkmak istediklerinde, melekler demir tokmaklarla onlara vurur ve onları cehennemin dibine yollarlar. İşte, "Ne zaman oradan çıkmak isteseler oraya döndürülürler." (secde, 20) ayeti ile kastedilen budur. Binâenaleyh onların cehennemin yukarısına çıkmalarına "zefir", yeniden dibe inmelerine de "şehik" denilir."

Dördüncü İzah: Ebû Müslim şöyle der: "Zefir, çok şiddetli ağlandığı zaman, insanın göğsünde toplanan ve nerede ise kesilen nefes; şehik ise, çok sıkıntı ve keder anında dışarı verilen nefestir. Bu iki durumu çoğu kez, bir baygınlık takib eder, bazan bunun peşinden ölüm meydana gelir"

Beşinci İzah: Ebul-Âliye, "Zefir, boğazda olan, şehik ise göğüste olan nefestir" demiştir.

Altıncı İzah: Bazı kimseler: " Zefir, çok şiddetli ve kuvvetli ses; şehik ise, çok zayıf olan sestir" demişlerdir.

Yedinci İzah: İbn Abbas (radıyallahü anh) "Cenâb-ı Hak, bu tabir ile, cehennemliklerin pişmanlık içinde olduklarını, ardı arkası kesilmeyen bir ağlama, bir üzüntü ve bir ah-ü vâh halinde olduklarını kastetmiştir" demiştir.

Sekizinci İzah: Zefir, daha önce de bahsettiğimiz gibi, lügat manası bakımından, kuvvetli olmayı; "şehik" ise, zayıflığı göstermektedir. Bunu iyice anladığında biz deriz ki: Ayette, "zefir" ile, onların dünya âlemine ve bedenî lezzetlere son derece meyletmeleri, "şehik" ile de, onların ruhanî alem ile mesûd olmaktan ve ilâhî nurlar, kudsî yücelikler ile kemâle ermekten âciz ve zayıf oluşları kastedilmiştir.

Cehennem Azabının Ebedî Olmadığını Söyleyenler

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Gökler ve yer durdukça, orada ebedî kalıcıdırlar. Rabbinin dilediği müddet müstesna..." buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Bazı kimseler, kâfirlerin azabının sonlu olup, (bir gün) nihayete ereceğini iddia edip, hem Kur'ân ile hem aklî deliller ile istidlal etmişlerdir.

Bunların Kur'ân'dan delilleri, pek çok ayettir. Birisi, bu (tefsir ettiğimiz) ayettir. bakımdan, bu ayetle istidlal etmişlerdir:

a) Allahü teâlâ, "Gökler ve yer durdukça..." buyurmuştur. Bu tabir, onların ceza, metlerinin, göklerin ve yerin bakî kalma müddetine denk olduğunu gösterir. Bu böyle olmakla birlikte biz, göklerin ve yerin devam müddetinin sonlu olduğu tasusunda anlaşma halindeyiz. Öyleyse kâfirlerin cezasının müddetinin de, sonlu olması gerekir.

b) Ayetteki, "Rabbinin dilediği müddet müstesna..." istisnası, onların cezalarının sûresinden yapılan bir müstesnadır. Bu, azabın istisna edilen o vakitte son bulacağına delâlet eder. Bu görüşte olanların, delil getirdikleri ayetlerden birisi de, "Onlar devirler boyunca cehennemin içinde kalacaklar " (Nebe', 23) ayetidir. Allahü teâlâ, cehennemliklerin bu azabta beklemelerinin ancak, belli sayıda devirler boyunca olacağını beyân etmektedir.

Onların bu husustaki aklî delilleri de şu iki şeydir:

a) Kâfirlerin isyanları sonlu ve sınırlıdır. Sonu olan bir suça, sonsuz bir ceza vermek zulümdür. Bu ise caiz değildir.

b) O ceza, faydası olmayan sırf bir zarardır. Binâenaleyh çirkin (kabın) bir şeydir. O cezanın faydadan uzak olduğunu şöyle izah edebiliriz: "Onun Allah'a yönelik bir faydası olamaz. Çünkü Allahü teâlâ fayda ve zarar verilmekten münezzehtir. Bu azabın, ceza görene de bir faydası yok. Çünkü bu, onun için sırf zarardır. Bunun, başkasına da faydası yok. Çünkü zaten cennetlikler kendi lezzetleri ile meşguldürler. Binâenaleyh onların, başkalarına verilen devamlı azabtan lezzet duymalarının, kendilerine bir faydası yoktur. Bu sebeble o azabın, her türlü faydadan uzak, sırf bir zarar olduğu sabit olmuş olur. Öyleyse bunun caiz olmaması gerekir.

Cumhur Cehennem Azabının Ebedî Olduğunu Söyler

Ümmet-i Muhammed'in büyük çoğunluğu, kâfirlerin azabının devamlı olacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Böyle ittifak edince de, karşı tarafın bu ayetle istidlal edişlerine cevap verme ihtiyacı hissetmişlerdir. Hak teâlâ'nın, "Gökler ve yer durdukça, orada ebedî kabadırlar..." ayeti ile istidlal edilmesine karşı şu iki cevabı vermişlerdir:

1) Ayetteki gökler ve yer ile, âhiretin gökleri ve yeri kastedilmiştir. Ahirette gök ve yerin olduğunun delili, "O gün yer, başka bir yere, gökler de başka göklere tebdil olunacak" (İbrahim, 48) ve "Bizi, cennetten neresini dilersek, konmak üzere bu yere mirasa yapan Allah'a hamdolsun" (zümer, 74) ayetleridir. Hem sonra cennetlikler, kendilerini üzerinde taşıyan ve üzerlerinden onları gölgeleyen bir şeye muhtaçtırlar. Bunlar da, cennetin göğü ve yeridir.

Bir kimse şöyle diyebilir: "Teşbih, ancak "müşebbehun bih"in malum ve iyice belirlenmiş olması durumunda makul ve yerinde olur. İşte o zaman da, müşebbehteki hükmün sübutunu tekid etmek için, başkası ona teşbih edilir. Göklerin ve yerin ahiretteki varlığı ise, malûm değildir. Malûm olduğu farzedilse bile, ancak ne var ki, hiç fanî olmayacak bir biçimde bakî olması malûm değildir. Onların her ikisinin de varlıklarının astı, insanların çoğuna meçhul olma; ve yine, onların her ikisinin devamı ve bekası da ekseriyyete meçhul olunca, devamlı olma hususunda cehennemliklerin ikâb ve cezasını ona teşbih etmek faydasız bir söz olur."

Bu konuda söylenebilecek en son şey şudur: Kur'ân ile, ahirette gökler ve bir de yerin bulunduğu sabit olunca, onu kabul etmek vacib olur. İşte o zaman da teşbîh güzel ve yerinde olur. Ancak ne var ki biz şöyle diyoruz: Ahiret ehlinin semâlarının devamlı ve bakî olduğunu; yine onların arzının da daim olduğunu isbat etmenin yolu nakil olunca; sonra nakil de, kâfirin ikâbının devamlı olduğuna delâlet edince, işte o vakit asıldaki hükmün sübutuna delâlet etmiş olan delil, ayniyle fer'de de bulunmuş olur. İşte bu durumda ulemâ, kıyasın boşuna ve teşbihin de batıl olduğunda ittifak etmişlerdir. Burada da böyledir.

İkinci bir cevap şekli de şudur: Alimler demişlerdir ki: Araplar, devamlılığı ve sürekli (ebed) olmayı, "Gökler ve yerler durdukça" ifadesiyle dile getirmektedirler. Bunun benzeri olan diğer ifadeler de, "Gece ile gündüz birbirini izledikçe", "Deniz dalgalı oldukça" ve "dağ yerinde durdukça" şeklindeki deyimlerdir. Cenâb-ı Hak da Araplara, dillerindeki alışmış oldukları örfe göre hitâb etmiştir. İşte onlar, onların ebedî olarak bakî olduklarına dair inançlarından dolayı bu şeyleri bu şekilde zikredip kullanınca, biz anlıyoruz ki, onların örfüne göre bu lafızlar ebedîliği ve inkıtâya uğramaktan uzak olan bir sürekliliği dile getirmektedir.

Bir kimse şöyle diyebilir: "Siz, "Gökler ve yerler durdukça, onlar orada ebedî kalıcıdırlar" diyen bir kimsenin bu sözünün, onun, göklerin sona erip yıkılmasından sonra da mevcut olarak kalmasına mani olduğunu mu kabul ediyorsunuz, yoksa bunun o manaya delâlet etmediğini mi söylüyorsunuz? Birincisi olursa, o zaman bir problem ortaya çıkar. Çünkü nass ve ayet, onların ateş içinde kalma sürelerinin göklerin devam etme müddetine eşit olması gerektiğine delâlet edip, gökler sona erdikten, yıkıldıktan sonra ise, onların ateşte kalmaya devam etmelerine de mani olunca, sonra yine, göklerin de mutlaka son bulacağı kesinlik kazanınca, işte o vakit bu azabın kesileceğini söylemeniz gerekmiş olur. Ama "Bu söz, göklerin ve yerin son bulmasından sonra onların ateşte kalmasına mani teşkil etmez" derseniz, bizim böyle bir cevaba kesinlikle ihtiyacımız yoktur. Böylece, bu cevap, her iki takdire göre de boşuna olmuş olur.

Bil ki, bana göre, bu konuda verilebilecek doğru cevap, başka bir şeydir. Bu da şudur: Ayetten ilk anlaşılan şey, gökler ile yerin devamlı ve baki olmaları halinde, cenennemdeki kimselerin de devamlı olarak cehennemde kalacak olduklarıdır. Bu şart bulunduğunda, meşrutun da bulunmasını gerektirir; yoksa şart bulunmadığında meşrutun da bulunmamasını gerektirmez. Baksana, biz, "Bu bir insansa, o canlıdır..." demekteyiz! Eğer biz, "Fakat o, bir insandır" dersek, bu, bir canlı olduğu neticesini verir. Ama biz, "O, insan değildir" dersek, bu, onun bir canlı olmadığı neticesini vermez! Çünkü mantık ilminde şöyle bir kaide bulunmaktadır: "Öncülün nakîzının istisna edilmesi, hiçbir şeyi netice vermez..." İşte burada da böyledir. Biz, "Gökler durduğu müddetçe" dediğimizde, onların ikâbıda devamlı ve bakî olmuştur; biz, "Fakat gökler, daim ve bakîdirler..." dediğimizde, onların ikâb ve cezalarının da bulunmuş olması, var olması gerekir. Ama biz, "Fakat bakî olmadı..." dediğimizde ise, onların ikâbının devamlı olmaması gerekmez.

Şayet onlar, "Gökler bakî olsa da olmasa da, onların ikâbı hep bulunacağına göre, o zaman bu teşbihin ne faydası olur?" derlerse, biz deriz ki; Doğrusu, bunda çok büyük bir fayda bulunmaktadır. Bu, o azabın, uzunluğunu ve süresini insan aklının anlayamayacağı miktarda, çağlar ve çağlar boyunca infaz edileceğine, yerine getirileceğine delâlet etmektedir.

Bu azabın bir sonu var mıdır yok mudur, meselesine gelince, bu, başka delillerden elde edilebilecek bir husustur. İşte, vermiş olduğum bu cevap, doğru bir cevaptır, ama onu ancak, aklî meselelere birazcık olsun ünsiyyeti bulunan kimseler anlayabilir.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbinin dilediği (müddet) müstesna" ifadesine tutunmaktan ibaret olan ikinci şüpheye gelince; alimler bu hususta da pekçok çeşit cevap zikretmişlerdir:

Birinci cevap şekli: Bu, İbn Kuteybe, İbnu'l Enbari ve el-Ferra'nın zikretmiş oldukları cevaptır. Onlar şöyle demişlerdir: "Bu Allahü teâlâ'nın yapmış olduğu bir istisna olup, Allah da muhakkak bunu yapmaz. Bu senin, kendisini dövmeye azmetmiş a duğun halde, "Allah'a yemin ederim ki, seni mutlaka döveceğim; bundan başka bir karara varırsam müstesna..." demen gibidir. İşte, burada da böyledir..." Onlar du cevabı tam olarak anlatmak ve buna dair misaller zikretmek hususunda sözü uzattıkça uzatmışlardır. Sözlerin tamamının neticesi ise, yukarda zikretmiş olduğumuzdur.

Bir kimse şöyle diyebilir: Bu, zayıf bir izahtır. Çünkü bir kimse, "Seni mutlaka döneceğim, bundan başka bir karara varırsam müstesna" dediğinde, bunun manası şudur: "Seni mutlaka döveceğim; ancak, evlâ olanın, dövmeyi terketmek olduğunu görürsem müstesna..." Bu ifâde, bu görme işinin tahakkuk edip etmediğine delâlet etmemektedir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Gökler ve yer durdukça, orada ebedî kalıcıdırlar. Rabbinin dilediği müddet müstesna..." beyanı ise böyle değildir. Çünkü bunun manası, "Rabbinin dilemiş olduğu müddet hariç, onların orada ebedî olarak kalmalarına hükmedilmiştîr" şeklindedir. İşte burada ifade, bu meşîet ve dilemenin, kesin olarak bulunup tahakkuk ettiğine delâlet etmektedir. Daha nasıl bu söz o sözle mukayese edilebilir?.

İkinci Cevap Şekli: Şöyle denilebilir: Buradaki illâ kelimesi, (......) anlamında varid olmuştur. Buna göre mana şu şekilde olur: "Cenâb-ı Hak, "Gökler ve yer durdukça, orada ebedî kalıcıdırlar..." buyurunca, bundan onların, dünyadaki gökler ve yer ayakta durduğu müddetçe onların da cehennemde bulunacakları manası anlaşılmıştır. Daha sonra ise Cenâb-ı Hak, "Bu kesintisiz ebedîlikten artakalan kısım hariç" buyurmuş, böylece önce, onların, Araplar nezdinde, daha uzun olamayacak bir biçimde ebedî kalışlarını zikretmiş, sonra da, "Rabbinin dilediği müddet, müstesna" istisnasıyla da buna sonu olmayan devamlılığı ilâve etmiştir. Buna göre mana şu şekilde olur: "Rabbinin dilemiş olduğu sonu olmayan ilâve hariç..."

Üçüncü Cevap Şekli: Bu istisnadan maksat, onların, mahşer meydanındaki durma zamanlarıdır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Şakî olanlara gelince, onlar ateştedirler. Muhasebe edilmek için durdukları zaman müstesna; çünkü onlar o vakit, ateşte bulunmazlar..." buyurmuştur. Ebu Bekr el-Esamm ise; "Bundan murad, "Rabbinin dilediği müddet müstesna; bu, onların kabirde bulunmaları halidir..." şeklindedir" demiştir. Veya bundan murad "Rabbinin dilemiş olduğu, onların dünyadaki hayatta'olmaları hali hariç..." şeklindeki bir manadır. Bu üç görüş de, birbirine yakındır ki buna göre mana, "Onlar orada, dünyadaki... veya berzahtaki... veya hesaba çekilmek için durduruldukları müddetleri miktarınca kalacaklar, daha sonra da ateşe gireceklerdir..." şeklinde olur.

Dördüncü Cevap Şekli: Alimler şöyle dediler: Bu istisna, Cenâb-ı Hakk'ın, "orada çok feci bir nefes alıp vermeleri vardır" ifadesine racidir. Bunu anlatmak içinse, şunu deriz: Allah'ın, "Onlar orada ebedî kalıcı oldukları halde, orada çok feci bir nefes alıp vermeleri olacaktır onların..." sözü, ebedîlikle birlikte feci nefes alıp vermenin bulunacağını belirtmektedir. Cümleye istisna dahil olunca, kendisinde bu iki halin bulunmadığı bir zamanın bulunmuş olması gerekir. Fakat, aktiyyatla ilgili meselelerde kesinleşmiş olan kural bulunmaktadır: "Cüzlerinin tamamı bulunmadığı zaman, yekûn da, toplam da bulunmaz.. Aynı şekilde, cüzlerinden tek biri bulunmadığı zaman da bulunmaz." İşte, işin sonunda onlar hareketsiz, cansız ve adeta sönmüş bir hale gelince, o vakit onların feci nefes alıp vermeleri de kalmaz. Binâenaleyh, bu toplamın cüzlerinden birisi de bulunmamış olur. O zaman da, onların ateşte kalmalarının nkıtaya uğrayacağını söylemeye gerek kalmaksızın, böyle bir rstisnânın yapılması sahih olmuş olur.

"Ayetteki İstisna Günahkâr Mü'minler Hakkındadır" Diyenler

Beşinci Cevap Şekli: Bir cemaat şöyle demiştir: "Bu istisna, tevhîd ehlini ateşten çıkarmayı ifâde etmektedir. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın, cümlesi, bütün bedbahtlar hakkında bu hükmün verildiğini ifâde etmektedir. Sonraki cümlesi ise, bu hükmün bu bütün için bulunmamasını gerektirir. Ebedîlik hükmünü tamamından nefyetmek içinse, onu, tamamın bir kısmından nefyetmek kâfidir. Binâenaleyh, bazı bedbahtlar için, ebedî kalış hükmünün kalmamış olması gerekir. İşte, cehennemde ebedî kalmanın kâfirler için söz konusu olduğu sabit olunca, "Kendilerinden ebedî cehennemde kalmak hükmünün nefyedilmiş olduğu kimseler, ehl-i kıble olan günahkârlardır, fâsıklardır" denilmesi gerekir. İşte ou, bu konuda söylenmiş olan kuvvetli bir sözdür.

İmdi, eğer denirse ki: "Bu izah şekli ancak, zikretmiş olduğunuz diğer izah şekilleri oozuk olduğu zaman taayyün eder, ortaya çıkar. O halde, onların fasit olduğuna dair oelil nedir? Yine, böyle bir istisna, mutlu kullar hakkında da zikredilmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Mesûd olanlara gelince, onlar da cennettedirler. Rabbinin dilediği müddet müstesna olmak üzere, gökler ve yer durdukça onlar orada ebedî kalıcıdırlar. Bu, bir lütuf ve ihsandır ki, tükenip, kesilmesi yoktur" buyurmuştur" denilirse, biz deriz ki:

Biz bu izah şekli ile, bu ayetin, kâfirlerin azabının kesintiye uğrayacağına delâlet etmediğini beyân ettik. Sonra, eğer biz bu ayetle, "Allahü teâlâ'nın ehl-i kıble olan günahkârları ateşten çıkaracağı" hususundaki sözünün doğruluğuna istidlalde bulunursak, şöyle deriz:

İllâ kelimesinin sivâ manasına hamledilmesine gelince, bu, ayetin zahirinden ayrılmaktır. İstisnayı, dünyada yaşama haline, berzaha ve Kıyamet duraklarında durmak haline hamletmek de, uzak bir ihtimaldir. Çünkü istisna, cehennemde ebedî kalmaktan yapılmıştır. Cehennemde uzun boylu kalmanın, cehennemde tahakkuk eden hallerden birisi olduğu malumdur. Şu halde, cehennemde bulunmazdan önce, cehennemde ebedî kalışın tahakkuk etmesi imkânsızdır. Ebedî kalış tahakkuk etmeyince de, ondan istisna yapılmaz ve istisnanın yapılması imkânsız olur. Onun, istisna, feci bir biçimde nefes alıp vermeyle ilgilidir" şeklindeki görüşü de, ayetin zahirini terketmektir. Şu halde, geriye ayetin, bizim bahsettiğimiz şeyden başka, sahih olarak hamledilecek bir manası kalmamıştır.

Onun, "Buradaki istisnadan maksat, Allah'ın ateşten şiddetli soğuğu nakletmesidir" sözüne karşı deriz ki: Durum şayet böyle olsaydı, şiddetli soğuk ile yapılan azabın, ancak göklerin ve yerin süresinin sona ermesinden sonra olması gerekirdi. Halbuki sahih hadisler, ateşten şiddetli soğuğa ve şiddetli soğuktan ateşe nakledilmelerinin, hergün defalarca olacağına delâlet etmektedir. Binaenaleyh bu izah şekli geçersizdir, Onun, "Böyle bir istisna, sa'îd kutlar hakkında da mevcut" sözüne karşı biz deriz ki: Ümmet, "Bir kimse cennete girer, sonra oradan çıkıp cehenneme girer" denilmesinin imkânsız olduğu hususunda ittifak etmiştir. İşte bu icmâdan ötürü biz, bu ifadede, bu istisnayı, zikredilen o tevillerden birine hamletmek zorunda kaldık. Bu ayete gelince, bununla ilgili böyle bir icmâ yoktur. Bu sebeple de onu, zahirî manasına hamletmek gerekmiştir. İşte ayet hakkındaki sözün tamamı budur.

Bil ki Cenâb-ı Hak, bu istisnayı zikredince, "Çünkü, Rabbin ne dilerse, onu hakkıyla yapandır" buyurmuştur. Biz, istisnaya, fasıkların ateşten çıkarılması manası verirsek bu ifâdenin ayete uygunluğu güzel olur. Sanki Hak teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Ben hakimiyyet ve kudretimi izhâr ettim. Sonra mağfiret ve rahmetimi de izhâr ettim. Çünkü ben, dilediğimi hakkıyla yapanım. Şüphesiz hiç kimsenin bana karşı hiçbir hükmü ve gücü olamaz."

Daha sonra Hak teâlâ, "Saîd olanlara gelince, onlar da cennettedirler. Rabbinin dilediği müddet müstesna olmak üzere, gökler ve yer durdukça onlar orada ebedî kalıcıdırlar" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Hamza, Kisâî ve Âsım'ın râvisi Hafs, sîn'in zammesi ile suidû; diğer kıraat âlimleri, fethalı olarak saidû şeklinde okumuşlardır. Sîn harfinin zammesi ile okuma, if'al babından (es'ade) zaid harfin hazfedilmesi tarzında olmuştur. Zira, (......) sîgâsı, müteâddî değildir, sîğası ise müteaddidin Binâenaleyh (......) ve (......) aynı manadadır. Nitekim erkek ismi olan "Mes'ûd" da, bu fiilden alınmadır.

İkinci Mesele

Saîd, yani cennetlik kullar hakkındaki ayetteki istisnayı, daha önce (şakilerle ilgili olarak) zikredilmiş olan izah şekillerinden birisine hamletmek gerekir. Burada bir başka izah şekli daha vardır, bu da şudur: Muhtemeldir ki onların bir kısmı bazan, cennetten alınıp Arşa ve ancak Allah'ın bilebileceği yüksek menzillere çıkarılırlar. Nitekim Hak teâlâ, "Allah, mü'min erkeklere de, mü'min kadınlara da -içinde ebedî kalıcı oldukları halde- altından ırmaklar akan Adn cennetlerini ve çok güzel meskenler vaadetti. Allah'ın rıdvanı (rızası) ise daha büyüktür" (Tevbe, 72) buyurmuştur.

Cenâb-ı Hakk'ın "Bu bir lütuf ve ihsandır ki, tükenip kesilmesi yoktur" beyanı ile de ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Arapça'da, birisi bir şeyi kesip parçaladığı zaman, (......) denilir. Yine "Allah onların arkalarını kessin, sayılarını kurutsun" denilir. Buna göre ayetteki, tabiri, "kesintiye uğramayan" demektir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın Na'îm cennetini anlatırken buyurduğu, "Kesilip tükenmeyen, yasak edilmeyen... "(vakıa. 33) tabiridir.

İkinci Mesele

Bil ki Cenâb-ı Hak, ayette bu istisnadan maksadın, bu halin kesintiye uğraması olmadığını iyice açıklayıp, bu gerçeği de, bilhassa burada zikredip, şakî kullar için zikretmemiş olunca, bu deyim, şakîlerle ilgili o istisnadan maksadın, inkıta olduğuna delalet eder. işte ayet hakkında söylenecek sözün hepsi bundan ibarettir.

Putların Mahiyeti Hakkında

109

"Artık onların tapmakta oldukları şeylerden şüphe içinde olma. Onlar, daha önceleri ataları nasıl tapıyor idiyseler, tıpkı onlar gibi tapıyorlar. Biz de elbet nasîblerini eksiksiz vereceğiz".

Bil ki Allahü teâlâ, putlara tapan kimselerin kıssalarını anlatınca, bunun peşinden şattenn ve saîdlerin hallerini zikredip, daha sonra bu ayette de, kavminin içindeki Mirlerin halini peygamberine açıklayarak, "artık şüphe içinde olma" buyurmuştur. Bu kelimenin aslı, şeklidir. Fakat bu kelime çok kullanıldığı içinhazfedilmiştir. Bir de, nûn harfi sözün (kelimenin) sonunda bulunduğu zaman, edildiğinde sadece gunnesi farkedilir. Bundan dolayı Araplar bu nûn'u hazfederler. Bu cümlenin manası şudur: "(Ey Resulüm), putlara tapan bu kimselerin durumu ile ilgili olarak, o putların onlara hiçbir fayda ve zarar veremeyeceği hususunda şüphen olmasın."

Daha sonra Allahü teâlâ, "Onlar, daha önceleri ataları nasıl tapıyor idiyseler, tıpkı onlar gibi tapıyorlar" buyurmuştur. Bundan murad, onların, cehalete ve taklide sarılma hususunda atalarına benzediklerini anlatmaktır.

Hak teâlâ, sonra "Biz de elbet nasiblerini eksiksiz vereceğiz" buyurmuştur. Bu cümleden maksadın, "Biz onların nasiblerini, yani onların payı olan azabı eksiksiz vereceğiz" manası olabileceği gibi, "Onlar her nekadar kâfir olup, hakdan yüz çevirmiş olsalar da, onların rızıklarını ve dünyevî hayırlardan nasiblerini eksiksiz vereceğiz" manası olması da muhtemeldir. Yine bu cümleden maksadın, "Biz, özürlerini ve mazeretlerini gidermek için deliller ortaya koyma, peygamberler gönderme ve kitaplar indirme hususundaki hisselerini eksiksiz vereceğiz" şeklinde olması da muhtemel olabileceği gibi, bu manaların hepsinin birden kasdedilmiş olması da muhtemeldir.

Kâfirlerin Hakka Karşı Tutumlarına Misal: Hazret-i Musa

110

Âyetin tefsiri için bak:111

111

"Andolsun ki biz, Musa'ya o kitabı verdik de, onun hakkında da ihtilâf edildi. Eğer Rabbinden bir söz (kader) geçmiş olmasaydı, elbette aralarında hüküm verilmiş, iş bitmişti bile... Muhakkak ki onlar bu Kur'ân'dan yana şiddetli bir tereddüt ve şüphe içindedirler. Şüphesiz Rabbin, herbirinin amellerini onlara tam verecektir. Çünkü O, onların yaptıklarından hakkıyla haberdârdır".

Bil ki Allahü teâlâ, önceki ayette Mekke kâfirlerinin tevhidi inkârda ısrar ettiklerini beyân edince, onların Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini inkâr edip, O'nun kitabını yalanlama hususunda da ısrar ettiklerini beyân etmiştir. Yine Hak Teâla kâfirlerin, bütün peygamberlere karşı aynı yanlış yaklaşım içinde olduklarını beyân etmiş ve buna bir misal getirmiştir. Bu misal de şudur: Allahü teâlâ, Musa (aleyhisselâm)'ya Tevrat'ı indirince, kavmi Tevrat hakkında ihtilafa düşmüşler; bir kısmı onu kabul ederken, diğerleri inkâr etmiştir. Bu delâlet eder ku insanların âdeti ve tavrı hep böyledir

Sebkat Eden İlahî Hüküm

Sonra Allahü teâlâ, "Eğer Rabbinden bir söz (kader) geçmiş olmasaydı, elbette aralarında hüküm verilmiş, iş bitmişti bile..." buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç izah vardır:

a) Bundan maksad şudur: Şayet, Cenâb-ı Hakk'ın daha önce, bu ümmetin başına gelecek olan azabı Kıyamete kadar erteleme hükmü bulunmamış olsaydı, bu kâfirlerin küfürlerinin büyüklüğünden ötürü müstehak oldukları, başlarına köklerini kazıma azabını indirme hâdisesi tahakkuk ediverirdi. Fakat Cenâb-ı Hakk'ın önceden mevcud olan hükmü ve takdiri, bu azabı ertelemiştir.

b) Bundan maksad şudur: "Eğer Rabbinden bir kelime -ki bu kelime Allahü teâlâ'nın ihtilaf edenler arasında, Kıyamet günü hükmedeceği hükmüdür-, geçmemiş olsaydı, bu dünya yurdunda iken haktan yana olanı, bâtıldan yana olandan ayırmak vacib olurdu."

Hak teâlâ, bunu iyice ortaya koyunca, "Muhakkak ki onlar, geçtiği ve ihsanının, kahrına gâlib geldiğidir. Yoksa aralarında hemen hükmedilir, iş bitirilirdi.

Hak teâlâ, bunu iyice ortaya koyunca, "Muhakkak ki onlar, meni senin kavminin kâfirleri bu Kur'ân hakkında bir tereddüt ve şüphe içindedirler" buyurmuştur. Daha sonra da, "Şüphesiz Rabbin herbirinin amellerini onlara tam verecektir" buyurur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele rardır:

Birinci Mesele

Bu cümlenin manası şöyledir: "Kimin azabını hemen verir, kiminkini de tehir edersem; yine kim peygamberlerimi tasdik eder, kim de yalanlar ise, şüphesiz onların durumları, amellerinin karşılıklarının eksiksiz verilmesi hususunda eşittir." Binâenaleyh ayet, aynı anda hem bir vaad, hem de bir vaîd ifâde etmektedir. Çünkü taatların karşılığını eksiksiz vermek büyük bir vaad, yine günahların karşılığını eksiksiz vermesi de büyük bir vaîddir. O'nun, O, onların yaptıklarından hakkıyla haberdardır" cümlesi de, bu vaad ve vaîd için bir te'kiddir. Çünkü Cenâb-ı Hak bütün malumatı (herşeyi) bildiğine göre, taatların ve masiyetlerin miktarını da bilir. Böylece de, her amele uygun düşen cezayı da bilir. O zaman da, hiçbir hak ve karşılık zâyı olmaz. İşte bu, çok güzel bir izahtır.

İkinci Mesele

Ebu Amr ve Kisâî, nûnu şeddeli olarak, lemmâ lafzını da şeddesiz olarak lemâ şeklinde okumuşlardır. Ebu Ali şöyle demiştir: "Lemmâdaki lâm, innenin gerektirdiği bir harftir. Çünkü inne edatı, haberinin veya isminin başına bir "lâm"ın çelmesini gerektirir. Bu Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphesiz Allah gafur ve rahimdir" (Nahl. 17) ve "Bunda, bir ayet var" (Hud. 103) ayetlerinde olduğu gibidir. (......) kelimesindeki ikinci lâm ise, senin "Vallahi sen bunu mutlaka yapacaksın" sözünde olduğu gibi, kasemden sonra gelen lamdır. İşte ayette bu iki lâm birlikte bulununca, aralarına mâ harfi girmiştir. Buna göre mâ zâiddir."

Ferrâ ise şöyle demiştir: "Buradaki mâ, men (kim) manasındadır." Diğer kısımların izahı ise, yukarıda geçtiği gibidir. Bunun bir benzeri de, "İçinizden öylesi vardır ki muhakkak ağır davranır" (Nisa, 72) ayetidir. Bu ayetin ikinci kıraatine göre, İbn Kesir, Nâfi ve Âsım'ın râvisi Ebu Bekr her iki lafzı da şeddesiz olarak, "ve in küllen lema" şeklinde okumuşlardır. Bunun sebebi şudur: Bunlar, inne'nin şeddeli iken amel etmesi gibi, şeddesiz olarak in şeklini de amel ettirmişlerdir. Çünkü in kelimesi fiile benzer. Nasıl fiillerin, senin ve (Zeyd ayağa kalkmadı) sözlerinde olduğu gibi, tam veya (bazı harfleri) hazfedilmiş iken amel etmeleri caiz ise, inne ve in kelimeleri de böyledir.

Ayetin üçüncü bir kıraatine göre, Hamza, İbn Âmir ve Hafs, her iki lafzı da şeddeli olarak, (......) şeklinde okumuşlar ve: "Bu hususta söylenilmiş olanların en güzeli şudur: Lemma lafzının aslı, tenvinli olarak, lemmen şeklidir. Nitekim "Alabildiğine yemek..." (Fecr, 19) ayetinde de böyledir" demişlerdir. Buna göre mana, "Onların hepsi bir araya getirilecekler, yani toplanacaklardır" şeklinde olur. Sanki "Onların hepsi..." denilmektedir.

Üçüncü Mesele

Bu Ayetteki Yedi Te'kid Unsuru

Bir faziletli zâtın şöyle dediğini duydum: "Allahü teâlâ bu ayet-i kerimede, müstehak olan herkese, hakettiği şeyi tam olarak vereceğini haber verince, bu ayette yedi çeşit te'kid kullanılmıştır:

1) Te'kid için kullanılan inne edatı.

2) Yine te'kid için kullanılan küllen kelimesi.

3) İnne edatının haberinin başına gelen ve te'kid ifâde eden lâm.

4) Lemâdaki mâ edatı. Çünkü biz onun, Ferrâ'nın görüşüne göre, bir mevsûle olduğunu söyledik.

5) Mahzûf bir kasem. Çünkü sözün takdiri, "Allah'a yemin olsun ki, Allah onların herbirinin amellerini onlara tam verecektir" şeklindedir.

6) Kasemin cevabının başına gelmiş olan, ikinci lâm.

7) (......) cümlesindeki şeddeli te'kid nûnu. İşte bu tek ifâdedeki, te'kid için olan yedi lafzın tamamı, Rububiyyet ve ubûdiyyet işinin ancak ba's (öldükten sonra dirilme), Kıyamet, haşir ve neşir ile tamam olacağına delâlet etmektedir. Cenâb-ı Hak bunun peşinden, "O. onların yaptıklarından hakkıyla haberdardır" buyurmuştur ki bu, en ileri te'kid unsurlarındandır.

İstikametin Çok Zor Olduğu Hakkında

112

Âyetin tefsiri için bak:113

113

"O halde sen (ey Resulüm) beraberindeki tevbe edenlerle birükte, emrolunduğun şekilde dosdoğru hareket et. Aştrı gitmeyin. Çünkü O, ne yaparsanız hakkıyla görendir. Bir de zulmedenlere meyletmeyin. Sonra size ateş çarpar. Zaten sizin Allah'tan başka yardımcılarınız yoktur. Sonra yardım göremezsiniz".

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki Cenâb-ı Hak, açıkça vaad ve va'îdde bulununca, bunun peşinden peygamberine, "Emolunduğun şekilde dosdoğru hareket et" buyurmuştur. Bu söz, ister kendisiyle alakalı olsun, isterse vahyin tebliğ edilip, hükümlerin beyân edilmesiyle alakalı olsun, bütün akâid ve amel meselelerini içine alan, umûmî (genel) bir sözdür. Şüphe yok ki, gerçek istikamet (doğruluk) üzere bulunmak cidden zordur. Ben sana, bunun zorluğunu akl-ı selime kolayca gösterecek olan bir misal vereceğim. O da şudur: Gölge ile aydınlığın arasını birbirinden ayıran düz çizgi, enine bölünemez bir bütündür. Fakat bu çizginin, iki tarafını hissedip (gözle) iyice birbirinden ayırdedemezsin. Çünkü gölge tarafı, aydınlık tarafına yakın olduğu için, görülme bakımından birbirine karışır. Bundan dolayı insanın bakışı, herbiri diğerinden iyice ayırdedilecek şekilde, bu çizgiyi tam olarak göremez.

Bunu, verdiğimiz misalde anladığın zaman, ubûdiyyetin bütün kısımlarındaki misallerini de buna göre anla. Bunlardan birincisi, marifetullahtır. Bu marifetullah, kulun, "isbât"ı kabul edip "teşbih"ten; "nefy"i söyleyip "ta'tîl"den korunmuş olarak elde edebilmesi son derece zordur. Sen, diğer marifet makamlarını da, kendiliğinden düşün. Yine, gazab kuvvetiyle şehvet kuvvetinden ve birinin, ifrat ve tefrit olmak üzere, iki aşırt ucu bulunup, ikisi de kınanmıştır. Bu ikisini birbirinden ayıran, iki taraftan hiçbirisine meyletmeyecek biçimde ortada duran çizgidir. İşte bu çizgi üzerinde durabilmek zordur. Sonra bununla amel etmek daha da zordur. Binâenaleyh, böylece sabit olur ki, "sırat-ı müstakim"i bilmek, son derece zordur. İyice bilinse bile, onun üzerinde kalabilmek ve ona göre amel etmek daha zordur. Bu makam son derece zor olduğu için Ibn Abbas şöyle demiştir: "Kur'ân'ın tamamında, Hazret-i Peygamber'e bundan daha zor ve daha meşakkatli gelen, başka bir ayet nazil olmamıştır." Bundan dolayı da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Hûd suresi ve benzerleri beni ihtiyarlattı" buyurmuştur.

Birisinin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i rüyamda gördüm ve "Senin "Hûd suresi ve benzerleri beni ihtiyarlattı" dediğin rivayet ediliyor" dedim. Bunun üzerine O: "Evet" dedi. Ben de: "Hangi ayetten dolayı?" deyince, O da: "O halde sen (ey Resulüm), emrolunduğun şekilde dosdoğru hareket et" ayetiyle, buyurdular.

İkinci Mesele

Bil ki bu ayet, şeriatta, büyük bir kaide oluşturmaktadır. Çünkü Kur'ân, abdest fiillerinin belirli bir sıraya göre yapılmasını emredince, "O halde sen, emrolunduğun şekilde dosdoğru hareket et" ayetinden dolayı bu sıraya uymak vacib olur. Yine Kur'ân'da, devenin zekâtının deveden, sığırın zekâtının sığırdan verilmesi emri varid olunca, buna da Uymak vacib olur. Kur'ân-ı Kerim'de varid olan, Allah'ın bütün emirleri hakkında söylenecek olan söz aynıdır. Bana göre, ayetin kıyas ile tahsis edilmesi caiz olmaz. Çünkü, bir ayetin umumî manası bir hükme delâlet ettiği zaman, "O halde sen emrolunduğun şekilde dosdoğru hareket et" buyruğundan dolayı, onun gerektiği hüküm vacib olmuş olur, Kıyasla amel etmek ise, ondan sapmaktır.

Ayetin İğrabına Dair

Sonra Cenâb-ı Hak, beraberindeki tevbe edenlerle birlikte" buyurmuştur. Bununla ilgili birkaç mesele vardır:

Vahidî şöyle demiştir:

Birinci Mesele

"Ayetteki men, birkaç bakımdan, ref mahallindedir:

1) O'nun, emrindeki müstetîr zamir olan ente (sen) üzerine atfedilerek merfû olması. Burada, atıf sahih olduğu için, muttasıl olan zamir ile tekîd yerine, harf-i cer olan kemâ'daki kâf ile vasfedilmekle yetinilmiştir. Yani, "Sen ve onlar, dosdoğru olunuz" demektirr

2) Bunun, (......)'deki zamire atfedilmiş olması.

3) Bunun, manasında mübteda olması."Beraberindeki tevbe edenler de, doğru olsunlar"

İkinci Mesele

Kâfir ve fasığın, küfür ve fısklarından rücû etmeleri gerekir Bu halleri üzere iken, istikametle meşgul olmaları sahîh olamaz. Ama, küfür ve fısktan tevbe edenin, Allah'ın dininin yollan üzere istikametle meşgul olması ve Allah'ı kulluk yolu üzere devam etmesi doğru ve sahihtir. Daha sonra Cenâb-ı. Hak, "Aşırı gitmeyin" buyurmuştur. Bu o fiilin adarı olan tuğyan, haddi ve ölçüyü, sınırı aşmak anlamındadır. İbn Abbas: "Allahü teâlâ bununla, "Allah'a boyun eğin; hiçkimseye karşı kibirlenmeyin" manasını kastetmiştir" demiştir. Yine bunun, "Kur'ân hakkında haddi aşıp da, onun haramını helal, helâlini da haram kılmayın" veya, "Size emrolunan şeylerde haddi aşmayın ve sınırları tecavüz etmeyin" veyahut "Allah size büyük nimetler in'âm ettiğinde, O'na şükür ve boyun eğme yolundan sapmayın" manalarında olduğu da söylenmiştir. Evlâ olanı, bütün bu manaların ayete dahil olduğudur.

Zalimlere Doğru Meyletmeyin

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bir de zulmedenlere etmeyin... " buyurmuştur. Bu fiilin mastarı olan rükün kelimesi, bir şeye itminan auyjp, muhabbetle ona meyletmek, yönelmek anlamındadır. Kelimenin zıddı ise, (nefret etmek) kelimesiyle ifade edilir. Kıraat imamlarının hepsi bu kelimeyi kâf ve tâ harflerinin fethasıyla (......) şeklinde okumuşlardır. Bunun mazisi, (bitdi) fiilindeki gibi rekine şeklindedir. Bu fiilin şeklinde başka ör kullanışı da bulunmaktadır. Ezherî: "Bu, fasîh değildir" demiştir. Muhakkik alimler: "Burada nehyedilen şey, zalimlerin üzerinde bulundukları zulme rıza göstermek, onların bu işini iyi görmek, hem kendileri hem başkalarına onun güzel olduğunu belirtmek ve bu kabîl şeylerde onlara katılmaktır. Ama, onlardan gelebilecek bir zararı defetmek ve zarurî, hemen elde edilmesi gereken bir menfaati temin etmek için onların arasına karışmak, yasaklanan bu meyil çeşidine dahil değildir" demiştir. cümlesinin manası, "Siz onlara eğer meylederseniz, işte böyle bir şeyin sonu budur, yani sizi ateş çarpar..." şeklindedir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Yani, Zaten sizin Allah'tan başka, sizi Allah'ın azabından kurtaracak yardımcılarınız yoktur" buyurmuştur.

Daha sonra, "Sonra yardım göremezsiniz" buyurmuştur. Bundan maksat, "Siz, size böyle vakıa karşısında yardım edebilecek hiç kimseyi bulamazsınız..." manasıdır.

Bil ki Allahü teâlâ, zalimlere meyleden kimseye, mutlaka ateş isabet edeceğine hüküm vermiştir. Durum böyle olunca, bizatihi zalim olan kimsenin hali nice

114

Âyetin tefsiri için bak:115

115

"Gündüzün iki tarafında ve gecenin yakın saatlerinde dosdoğru namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, iyi düşünenlere bir öğüttür. Sabret, zira Allah, muhsinlerin mükâfaatını zayi etmez".

Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i Peygambere dosdoğru olmayı emredince, bunun peşinden namaz emrini getirdi. Bu, Allah'a imandan sonra ibâdetlerin en büyüğünün namaz olduğuna delâlet eder. Ayetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır:

Birinci Mesele

Ben Kadî Ebu Bekr el-Bakıllanî'nin bir kitabında, Haricîlerin, şu iki bakımdan bu ayeti sadece sabah ve akşam namazlarının farz olduğuna delil getirdiğini gördüm.

1) Bu iki vakit, gündüzün iki tarafında bulunmaktadır. Cenâb-ı Hak da, gündüzün iki tarafında namaz kılmayı farz kılmıştır. Şu halde, bu kadar miktar namazın yeterli olması gerekir. Buna göre eğer, "ayetteki "gecenin yakın saatlerinde" tabiri, diğer namazları gerektirir" denilirse, biz (Haricîler) deriz ki, biz, bunu kabul etmiyoruz. Çünkü gündüzün iki tarafı, gecenin yakın saatleri olarak vasfedilirler. Zira, gündüz olmayan vakit, gece olur. Bu konuda söylenecek son söz şudur: Bu, sıfatın mevsûfuna atfedilmesini gerektirir. Ama ne var ki, Kur'ân'da ve şiirde bunun misali pek çoktur.

2) Allahü teâlâ, "iyilikler, kötülükleri giderir..." buyurmuştur. Bu, gündüzün iki tarafında namaz kılan kimsenin, kıldığı bu vakit namazın, bunlar dışındaki bütün kötülüklere keffâret olacağını ihsas eder, bildirir. Diğer namazların da farz olduğu söylense bile, bu iki vakit namazın ikame edilmesinin, diğer namazların terkine keffâret olması gerekir. Bil ki bu görüş, ümmetin icmâsıyla batıl olup, buna iltifat edilemez.

İkinci Mesele

"Gündüzün İki Tarafı" Hangi Vakitlere Delâlet Eder?

Ayetteki "gündüzün iki tarafı" deyiminin tefsiri hususunda birçok görüş bulunmaktadır. Doğruya en yakın olan, gündüzün iki tarafında olan bu namazların, sabah ve ikindi namazları olduğu görüşüdür. Bu böyledir, çünkü, gündüzün iki tarafından birisi, güneşin doğuşu; diğer tarafı da güneşin batışıdır. Birinci taraf, sabah namazı vaktidir. İkinci tarafın akşam namazı vakti olması caiz değildir. Çünkü akşam namazt, ayetteki "gecenin yakın saatleri" tabirinin hükmüne dahildir. Binâenaleyh, ikinci tarafı, ikindi namazının vaktine hamletmek gerekir.

Bunu anladığın zaman bil ki ayet, sabah namazını biraz aydınlığa yakın; İkindi namazını ise, tehir ederek kılmanın daha efdal olduğu hususunda, Ebu Hanîfe (r.h.) için bir delildir. Bu böyledir, çünkü bu ayetin zahiri, gündüzün iki tarafında namaz kılmanın farz olduğuna delâlet etmektedir. Biz, gündüzün iki tarafından birisinin, güneşin doğuşu zamanı, diğerinin de güneşin batışı zamanı olduğunu açıklamıştık, halbuki ümmet-i Muhammed, o vakitte, zaruret olmaksızın namaz kılmanın meşru olmadığı hususunda ittifak etmiştir. Böylece bu ayetin zahiriyle amel etmek imkânsız olmuştur. Binâenaleyh, ayeti mecazî manaya hamletmek gerekir ki, bu da, bundan kastedilen mananın, "Namazı iki tarafına yakın olan vakitte kıl" şeklinde olmasıdır. Çünkü bir şeye yakın olana, onun isminin verilmesi caizdir. Durum böyle olunca, güneşin doğuşuna ve batışına yakın olan her vakit, lafzın zahirine en yakın olan vakit demektir. Ortalık hafifçe aydınlanmaya başladığında sabah namazını kılmak, onu, alaca karanlıkta kılmaktan, güneşin doğuş zamanına daha yakın olmuş olur. İkindi namazını da, her şeyin gölgesinin iki misli olduğu bir zamanda kılmak, o namazı, şeyin gölgesinin bir misli olduğu zamanda kılmaktan, güneşin batışı zamanına daha yakındır. Mecazî mana, her ne zaman, hakîkî manaya daha fazla yaklaşırsa, arzı o mecazî manaya hamletmek daha evlâ olur. Böylece, ayetin zahirinin bu iki meselede, Ebu Hanîfe'nin görüşünü kuvvetlendirdiği kesinlik kazanmış olur.

Cenâb-ı Hakk'ın, "gecenin yakın saatlerinde" deyimine gelince, bu tabir, namazı, geceye yakın üç vakitte kılmayı emretmiş olmayı gerektirmektedir. Çünkü, çoğulun en azı üçtür. Akşam ve yatsının iki vakti vardır. Binâenaleyh, namaz kılmak gereken geceye yakın üç zamanın tahakkuk edip bulunabilmesi için, vitir namazının da vacib olduğuna hükmetmek gerekir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için vitir namazının vacib olduğu sabit olunca, Cenâb-ı Hakk'ın "ve ona uyunuz" emrinden dolayı, başkaları hakkında da vacib olur. Bu ayetin bir benzeri de, "Rabbini, güneşin doğuşundan evvel ve batışından önce, hamd ile tesbih et..." (Kaf, 39) ayetidir. Güneşin doğuşundan önce kılınan, sabah namazı; güneşin batışından önce kılınan ise, ikindi namazıdır. "Gecenin birkısım saatlerinde ve gündüzün uçlarında dahi tesbih et..." (Taha, 130) ayeti de, "Ve gecenin yakın saatlerinde" ayeti gibidir.

Üçüncü Mesele

Müfessirler, bu ayetin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelerek, şöyle diyen bir kimse hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir: "Cimânın dışında, kendi hanımına yaptığı herşeyi, kendisine haram olan bir kadına yapan adam hakkında ne buyurursunuz?.." Bunun üzerine Hazret-i Peygamber de: "Güzelce bir abdest alsın, sonra kalksın namaz kılsın" deyince, Allahü teâlâ işte bu ayeti indirir.Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e "Ayetteki, hüküm size mi mahsus?" denildiğinde, O, "Hayır, bütün insanlara" buyurdu.

Zülef Kelimesi Hakkında

Cenâb-ı Hak, "Gecenin yakın saatlerinde..." buyurmuştur. Leys: "Gecenin ilk kısmına, "zülfe" dendiğini, bunun cem'inin zülef geldiğini söylerken, Vahidî şöyle demiştir: "Bu kelimenin aslı kökündendir. "Zülfâ" ise, yakın olan demektir. Nitekim Arapça'da, "Onu yaklaştırdım, o da yaklaştı" manasında denilir.

Dördüncü Mesele

Keşşaf sahibi, bu kelimenin hem lâm'ın hem de zâ harfinin zammesiyle zülüf; lâm'ın sükûnu ile zülf ve "kurbâ "vezninde olarak zülfâ şekillerinde okunduğunu söylemiştir. Buna göre, zülef şekli, tıpkı "zulmet'in çoğulu olan zulem gibi, zülfe kelimesinin çoğulu; zülf ise, tıpkı büsre kelimesinde olduğu gibi, zülfe şeklinin çoğulu ve iki zammeli şekil olan zülüf ise, tıpkı yüsr (yüsür) kelimesinde olduğu gibi, Zülf kelimesinin çoğuludur. Zülfâ ise tıpkı, kurbâ'nın "kurbet" (yakınlık) manasına olduğu gibi, zülfe manasınadır. Bu da, gündüzün sonunun geceye yaklaşması manasınadır. ifâdesine, "geceye yakın olan" manası da verilmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Çünkü iyilikler, kötülükleri giderir" buyurmuştur. Bununla ilgili iki mesele vardır:

"Hasenat" ile ilgili iki görüş vardır:

Birinci Mesele

1) İbn Abbas "Bunun manası, "Büyük günahlardan kaçınmak şartı ile, beş vakit namaz, diğer günahlar için bir keffâret sayılır" şeklindedir" demiştir.

2) Mücâhid'in: "Hasenat, kulun, "Allah'ı tesbih ederim. Hamd Allah'a mahsustur. Allah'tan başka ilah yoktur. Allah en büyüktür" demesidir" dediği rivayet edilmiştir.

İkinci Mesele

Günahın imana zarar vermeyeceğini söyleyenler, bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Çünkü iman, hasenatın (iyiliklerin) en kıymetlisi, en yücesi ve en efdalidir. Ayet, hasenatın seyyiâtı (kötülükleri-günahları) giderip temizlediğine delâlet etmektedir. Hasenatın en yücesi olan iman, isyanın en ilerisini teşkil eden küfrü bertaraf eden bir derecedir. Binâenaleyh onun, derece bakımından en aşağıda olan günahlara, haydi haydi gücü yeter. Dolayısıyla bu, bütün ikâbı gidermeyi olmasa bile, devamlı ve ebedî azabı gidermeyi ifâde eder. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bu, iyi düşünenlere bir öğüttür" buyurur. Ayetteki, "bu" kelimesi, "Emrolunduğun üzere, dosdoğru ol" (Hûd, 112) ayetine işarettir. (......) tabiri de, "Va'zu nasihattan alanlar için bir va'z ve öğüt, irşâd alanlar için, bir irşâddır" demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Allah "Sabret, zira Allah mohsinlenn mükâfaatını zayi etmez" buyurmuştur. Denildi ki, "Bu, "Namaza sabret, devam et" manasındadır. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ehl-ü Iyâline namazı emret, kendin de ona sebatla devam et" (Taha, 132) ayetinde ifâde edildiği gibidir.

Beldelere Toptan Felâket Gelmesinin Sebebi

116

"Sizden önceki devirlerde, yeryüzünde fesat çıkarmaktan vazgeçirmeye yaşacak fazilet sahibi kimseler bulunmalı değil miydi? (Onlar) içinden kurtardıklarımız, pek azdır. Zalim olanlar ise, yalnız kendilerine verilen dünyevi refahın ardına düştüler. Onlar, günahkâr insanlardı".

Bil ki Allahü teâlâ, önceki ümmetlerin başına, köklerini kazıma azabının geldiğini beyân edince, bunun iki sebebi olduğunu açıklamıştır:

Birinci Sebep: Onların içinde, yeryüzünde fesat ve fitne çıkarmaktan nehyedip koyacak toplulukların bulunmamasıdır. İşte bunun için Allahü teâlâ "Onlardan (...) bulunmalı değil mi idi, olması gerekmez miydi" buyurmuştur. Kur'ân-ı Kerim'de bulunan bütün levlâ edatlarının -sıfatları ifâde etmek için anıldıkları durumlar hâriç-, (değil miydi, olmalı değil mi?) manasında olduğunu" söylemiştir. Keşşaf sahibi ise şöyle demiştir: "Halil'den böyle bir rivaye yapılmış olamaz. Çünkü bunun delili, Hak teâlâ'nın sıfatların söz konusu olmamış olduğu şu ayetlerdir: (......) (Kalem, 49); (......) (Fetih, 25) ve (......) (İsra, 74)

"Bakıyye" Kelimesinin Manası

Ayetteki (......) deyimi, "Fazilet ve hayır sahipleri" manasınadır. Fazilet ve cömertlik, "bakiyye" diye isimlendirilmiştir. Çünkü insan, elde ettiği şeylerin en kıymetlisini ve en üstününü geride bırakmak ister. Dolayısıyla bu lafız, cömertliği ifâde eden, bir darb-ı mesel haline gelmiştir. Mesela, denilir, yani, "Falanca, kavminin en hayırlılarındandır." Yine Arapların küçük mescidler hakkında (çadırlar); insanlar için de (hayırlılar) demeleri de bu manayadır. Yine "bakıyye" kelimesinin, "takıyye" kelimesinin tıpkı "takva" manasında olması gibi, manasında olması da mümkündür. Buna göre ayetin manası, "Onlardan, onlara karşı fazilet sahibi olan ve onları Allah'ın gazabından koruyacak olan kimseler bulunmalı değil miydi?" şeklindedir. Bu, (......) vezninde olmak üzere (......) şeklinde de okunmuştur ki bu durumda kelime, "Birisi birisini gözleyip beklediği zaman kullanılan, fiilinden alınmış olur ve bu "bukye" kelimesi masdar bina-i merre olur. Bu kıraate göre ayetin manası, "Onlardan, onları görüp gözeten ve Allah'ın cezalandırmasından korkan kimseler bulunması gerekmez miydi?" şeklinde olur.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Pek azı (müstesna)" buyurmuştur. Bunun, istisna-ı muttasıl sayılması mümkün değildir. Çünkü o takdirde bu ifâde, senin, "onlardan sâlih olanlar müstesna, kavmin Kur'ân okumalı değil miydi?" deyip de, sâlih kimseleri Kur'ân okumaya teşvik edilenlerden istisna tutmayı murad etmende olduğu gibi, onlardan kurtulmuş olan pek azı müstesna, fazilet sahibi kimseleri fesattan nehyetme hususunda bir teşvik olmuş olur!, . Bu sabit olunca, biz diyoruz ki: Ayetteki istisna, istisna-i munkatîdır. Kelamın manası, "Fakat önceki nesiller arasında kurtardığımız pek az bir kısım, fesattan vazgeçirmeye çalıştılar; onların dışındakiler ise bu nehyi terkettiler" şeklinde olur.

İkinci Sebep: Cenâb-ı Hakk'ın, "Zalim olanlar ise yalnız kendilerine verilen dünyevi refahın ardına düştüler" buyruğunun ifâde ettiği husustur. (......) kelimesi, "nimet" manasınadır. Çocuğun bünyesi sağlıklı ve bakımlı olduğu zaman denilir. Aynı şekilde, nimet ve bolluk ile şımarmış kişiye de, "mütref" denilir. Cenâb-ı Hak, ayetteki "zalim olanlar" tabiri ile, insanları münkerlerden (kötü şeylerden) nehyetmeyi terkedenleri, yani dinin rükünlerinden büyük ve önemli birisi olan "emr-i ma'rûf, ve nehy-i münker" ile ilgilenmeyip de, şehevî arzular ile dünyevî lezzetleri elde etme peşine düşerek makam mansıb elde etmekle meşgul olan kimseleri kastetmiştir. Ebu Amr, Cu'fi'nin rivayetine göre bu kelimeyi (......) yani, "zâlim olanlar" diye okumuştur.

Cenâb-ı Allah daha sonar "Onlar günahkâr insanlardı" buyurmuştur Bunun manası açıktır.

Allah Şirk Yüzünden Bir Beldeyi İmha Etmez

117

Âyetin tefsiri için bak:119

118

Âyetin tefsiri için bak:119

119

"Senin Rabbin -ahâlisi ıslahçı davranırken- o memleketleri, sırf zulüm dünden imha edecek değildi ya. Eğer Rabbin dileseydi, bütün insanları muhakkak ki bir tek ümmet yapardi. Onlar ihtilaf edici bîr halde (işte böylece) devam edip gideceklerdir. Rabbinin, rahmetine mazhar ettiği müstesna. (Allah) onları bunun için yaratmıştır. Bununla beraber Rabbinin şu sözü de tastamam yerine gelmiştir: "Celâlim hakkı için cehennemi bütün insan ve cinlerden dolduracağım".

Bil ki Allahü teâlâ, kendilerinde zulüm olmaksızın hiçbir belde ahalisini imha etmez. Bu hususta birkaç izah yapılmıştır:

Birinci İzah: Buradaki "zulüm"den maksat şirktir. Nitekim Hak teâlâ, "Hiç şüphesiz şirk, en büyük zulümdür" (Lokman, 13) buyurmuştur. Buna göre mana, "Allahü teâlâ, onlar aralarındaki muameleleri düzgün yaptıkları sürece, bir beldenin halkını, sırf müşrik olmaları yüzünden helak etmez" şeklindedir. Velhasıl kökünü kazıma azabı, bir toplumun, şirk ve küfür içinde olmalarından ötürü gelmeyip, aksine onlar ancak muamelelerinde kötü olur ve insanlara haksızlık yapmaya gayret gösterirterse ner İşte bundan dolayı fakihler, "Hukûkullah (Allah'ın hakları), müsamaha ve colaylığa dayanır. Fakat hukûk-i ibâd (kul hakları) inceden inceye elemeye ve sıkı tutmaya dayanır" demişlerdir. Nitekim hadis-i şerifte, "Hakimiyet, küfürle birlikte devam eder, ama zulümle birlikte devam etmez" buyurulmuştur. Buna göre, "Senin Rabbin, -ahalisi ıslahçı davranırken- o memleketleri imha edecek değil" ayeti, Onlar, birbirlerine karşı doğru dürüst muamelede bulundukları müddetçe, Allah sırf şirkleri yüzünden onları imha etmez" manasınadır. Ehl-i sünnet, ayete bu manayı vererek şöyle demişlerdir: "Bunun delili, Nûh, Hûd, Salih, Lût ve Şuayb (aleyhisselâm)'ın kavimlerinin, Cenâb-ı Hakk'ın naklettiği üzere, insanlara eziyet etmeleri ve zulmetmeleri sebebiyle başlarına köklerini kazıma azabının iriivermiş olmasıdır."

İkinci İzah: Bu, Mu'tezile'nin tercih ettiği şu izahtır: "Allahü teâlâ, onlar birbirlerine karşı doğru ve dürüst muamele ettikleri halde, onları imha edecek olsaydı zulmetmiş olmaktan münezzeh olamazdı. Halbuki O, kesinlikle böyle yapmaz. Aksine O onları kötü işleri yüzünden helak etmiştir."

İnsanlar Arasındaki İhtilaf

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer Rabbin dileseydi, bütün insanları muhakkak ki bir tek ümmet yapardı" buyurmuştur. Mutezile, bu ayetteki "dileme"yi (meşîeti), "Allah'ın mecbur kılması ve zorlaması manasında bir meşîete" hamletmiştir ki, bu hususla ilgili cevabımız daha önce geçmiştir.

Hak teâlâ daha sonra, "Rabbinin rahmetine mazhar ettiği kimseler müstesna, onlar ihtilaf edici bir halde işte böyle devam edip gideceklerdir" buyurmuştur. Buradaki ihtilaf ile insanların din, huy ve fiil bakımından farklılıkları ve ayrılıkları kastedilmiştir.

Bil ki bu tefsirde, âlemdeki dinleri ve mezhebleri sayıp dökmenin imkânı yok. Bunu isteyen kimse, "er-Riyazul-Münika" adlı eserimizi okusun. Fakat biz burada, bütün mezheb ve dinleri kapsayacak bir taksimat yapmak istiyoruz ve diyoruz ki: İnsanlar iki kısımdır: Bazıları, "Ateş yakıcıdır, güneş aydınlatıcıdır" şeklindeki hükümleri (prensipleri) bilmemiz gibi, hissî-maddî ilimler ile "Menfî ile müsbet aynı anda olamaz" şeklindeki mantıkî hükümleri bilmemizde olduğu gibi, bedîhî (açık seçik) ilimleri kabul ederken, bazıları bunları kabul etmemiştir. Kabul etmeyenler, sofestâîler (sofistler)dir. Kabul edenler ise, bu âlemdeki insanların çoğudur.

Bunlar da ikiye ayrılır: Bazıları, kendisinden ilmî ve nazarî (teorik) neticeler çıkarabilecek bir şekilde, bedihî ilimlerin terkibinin (sentezinin) mümkün olduğunu kabul ederlerken, bazıları bunu kabul etmezler. Bunlar, ilimleri nazar-ı itibare almayı da kabul etmezler ve azınlıktadırlar. Birinciler, alemdeki insanların çoğunu teşkil ederler. Bunlar da ikiye ayrılır: Bunların bazıst, bu maddî âlemin bir aslının (başlangıcının) olduğunu kabul etmezler ve azınlıktadırlar. Diğerleri ise, bu âlemin bir aslının ve başlangıcının varlığını (yani yaratılmış olduğunu) kabul ederler. Kabul edenler de ikiye ayrılır: Bazıları, âlemin başlangıcının "mûcib-i bizzât" (yani zâtı itibarı ile yaratmaya mecbur olan) bir varlık olduğunu söylerler. Zamanımızdaki felsefecilerin çoğunluğu bu görüştedir. Bazıları da, âlemin yaratıcısının, hür ve irade sahibi bir fâil-i muhtar olduğunu kabul ederler. Bunu kabul edenler, insanların çoğudur. Sonra bunu kabul edenler de ikiye ayrılır: Bazıları o fâil-i muhtarın, kullarına peygamber göndermediğini ileri sürerlerken; diğerleri O'nun peygamber gönderdiğini kabul ederler. Birinciler, Brahmanlar'dır. İkinci kısım ise, şeriat ve din sahibi olan insanlardır. Bunlar, müslüman, hristiyan, yahudî ve mecûsîlerdir. Bu guruplardan herbirinin, kendi çnde sınırsız ve akla sığmaz ihtilafları ve kısımları vardır. Akıllar, farklı farklı; gayeler gizli; vehim ve hayallerin çekişmeleri sonsuzdur. Hipokrat'ın tıpla ilgili: "Ömür kısa, zo sanatı uzun (derin), hüküm vermek zor, denemek tehlikeli..." sözü pek yerinde sayılırsa, bu yüce gayeler ve derin meseleler hakkında, aynı sözün söylenmesi de pek güzel olur.

Eğer, "Siz Hak teâlâ'nın, "Onlar ihtilaf edici bir halde işte böyle devam edip edeceklerdir" ayetindeki ihtilafı, dinlerin farklı olması manasına aldınız. Buna bir deliliniz var mı? Bunun, insanların renkleri, dilleri, geçimleri ve işleri bakımından olan farklılıklar manasına hamledilmesi niçin caiz olmasın?" denilirse, biz deriz ki: "Bunun datt, bunun önünde geçen, "Eğer Rabbin dileseydi, bütün insanları muhakkak ki bir tek ümmet yapardı "buyruğudur. Binâenaleyh ayette bahsedilen ihtilafı, insanları tek bir ümmet olmaktan alıkoyan bir hususa hamletmek gerekir. Yine Cenâb-ı Hakk'ın cümleden sonraki, "Rabbinin rahmetine mazhar ettiği kimseler müstesna..." cümlesi de, bunun delilidir. Binâenaleyh bu ihtilafı, kapsamından, "Rabbinin rahmetine mazhar ettiği kimseler müstesna..." şeklindeki istisnanın yapılabileceği bir manaya hamletmek gerekir ki, o da ancak bizim söylediğimiz manadır.

Allah İmanı Yaratmadıkça Kişi İnanamaz

Cenâb-ı Hak daha sonra, "Rabbinin rahmetine mazhar ettiği kimseler müstesna.." buyurmuştur. Âlimlerimiz, hidâyet ve imanın, ancak Allah'ın yaratması ile meydana gelebileceğine bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Bu dindeki ihtilafların sona ermesinin, ancak Allahü teâlâ'nın, rahmetini nasib ettiği kimseler için söz konusu olduğuna delâlet etmektedir. Bu rahmet, Allah'ın, kullarına kudret ve akıl verip, peygamberler göndermesi, kitaplar indirmesi ve böylece mazeret kapılarını kapaması demek değildir. Çünkü bütün bunlar, kâfirler için de vardır. Doayısıyla geriye ancak, "Bu rahmet, Allahü teâlâ'nın hidayet ve marifetullahı yaratmasıdır" demek kalır. Kâdî ise bu ayete birinci ihtimal olarak: "Rabbinin, cennet ve mükâfaat ehlinden kılıp, kendisine mükâfaat vererek rahmet ettiği kimseler müstesnâ..." manasını vermiştir. O, ayete ikinci ihtimal olarak da şu manayı vermiştir: Allah'ın, kendisine lutuflarını vererek rahmet ettiği ve böylece de Allah'ın olaylaştırması ve lütfü ile mü'min olanlar müstesna..." Bu iki mana da, çok zayıftır.

Birincisinin, zayıf oluşu şundan dolayıdır: "Onlar ihtilaf edici bir halde işte böyle davam edip gideceklerdir. Rabbinin, rahmetine mazhar ettiği kimseler müstesna..." ayeti, bu ihtilafın, ancak Allah'ın rahmeti ile ortadan kalkacağını ifade eder. fcaen aleyh bu rahmetin, ihtilafın kalkmasından önce bulunan bir sebeb gibi olması gerekir. Sevab ise, ihtilafın kalkmasından sonra olan birşeydir. Binâenaleyh ihtilaf, olunan şey, yani netice olan şeydir. Bu sebeble, ayetteki "rahmet"i, Allah'ın manasına almak akıldan uzak bir şeydir.

Kâdî'nin verdiği ikinci mananın zayıflığı hususunda da deriz ki: Allah'ın, mü'minler ıda yaptığı bütün lütufları, kâfirler için de söz konusudur. Halbuki ayetteki rahmet, mü'minlere has kılınmış bir şeydir ve dolayısıyla O'nun, İütuf fiillerine ilâve başka birşey olması gerekir. Hem sonra, o lütuf fiillerin bulunması, imanın varlığını yokluğuna tercih edilmesini gerektirir mi, gerektirmez mi? Eğer gerektirmiyorsa, bu maksadın gerçekmeşmesinde, o lütuf fiillerinin varlığı ile yokluğu denktir. Binâenaleyh onlar, bu hususta bir lütuf olmaz. Yok eğer imanın üstün gelmesini gerektirirce, biz aklî ilimlerle ilgili kitaplarda, "Üstünlüğü gerektiren şey bulununca, o iş mutlaka olur" diye beyân etmiştik. Bu durumda imanın tahakkuk etmesi, yine Allah'tan olmuş olur. "İmanı küfürden, ilmi cehaletten ayırmadığı müddetçe O'nun, imanı ve ilmi yaratması imkânsızdır" şeklindeki görüş de, imanın gerçekleşmesinin ancak, Allah'ın yaratmasıyla olabileceğini gösterir. Bu ayırma işi ancak, o iki inançtan birinin, inanılan şeye uygun, diğerinin de uygun olmadığı bilindiğinde söz konusudur. Bunu bilmek ise, ancak o kimsenin, inanılan şeyin haddizatında nasıl olduğunu (ne olduğunu) bilmesi halinde mümkün olur. Bu da, kulun birşeyi bilmeye yönelmesinin ancak, o şeyi bilmesinden sonra olabileceğini gerektirir. Bu da, zaten mevcut olanı yeniden oldurmayı gerektirir ki bu imkânsızdır. Böylece dindeki ihtilafların ortadan kalkmasının, ilim ve hidayetin elde edilmesinin, ancak Allah'ın yaratmasıyla olacağı sabit olmuş olur ki elde etmek istediğimiz netice de budur.

Allah İnsanları Rahmet Etmek İçin Yarattı

Cenâb-ı Allah daha sonra "(Allah) onları bunun için yaratmıştır" buyurur. Bu ifâde ile ilgili üç görüş vardır:

Birinci Görüş: İbn Abbas (radıyallahü anh), buna, "Allah onları bunun için, yani bu rahmet için yaratmıştır" buyurmuştur ki, Mu'tezile'nin çoğunluğu da bu manayı tercih ediyorlar. Onlar şöyle derler: "Allah'ın, insanları ihtilaf için yaratmış olduğu söylenemez. Bunun böyle oluşuna şunlar delâlet eder:

a) Zamirin, daha önce bahsi geçen iki şeyden yakın olan isme râcî olması, uzak olana râcî olmasından daha uygundur. Ayette bahsedilenlerden, zâlike işaret zamirine en yakın şey, "rahmet", uzakta olan şey de "ihtilaf'dır.

b) Allahü teâlâ, eğer hem insanları ihtilaf için yaratıp, hem de onlardan imanı istemiş olsaydı, O'nun, insanlar ihtilaf etmek suretiyle kendisine itaat ettikleri için, onlara azab etmesi caiz olmazdı.

c) Biz, ayete bu manayı verdiğimizde, bu, "Ben, insanları ve cinleri ancak bana ibadet için yarattım" (zâriyat, 56) ayetine de uygun düşer. Eğer: "Şayet bununla, "Allah onları rahmet için yaratmıştır" manası murad edilmiş olsaydı, Cenâb-ı Hak bunu bu şekilde değil de, buyururdu (Yani zamiri müennes getirirdi)" denilirse, biz (Mu'tezile) deriz ki: "Rahmet kelimesi, müennes-i hakikî değildir. Binâenaleyh bu (lafzen müzekker olan) fazl ve gufran-ı ilâhî manalarına hamleditmiştir. Bu tıpkı "Bu, Rabbimden gelen bir rahmettir" (kehf, 98) ve "Allah'ın rahmeti, muhsinlere yakındır" (A'râf, 58) ayetlerinde olduğu gibidir."

Diğer İki Tefsir

İkinci Görüş: Bundan "Allah onları ihtilaf için yarattı" manası kastedilmiştir.

Üçüncü Görüş: Tercih edilen bu görüşe göre, "Allah rahmete ehil olan insanları rahmet için; ihtilaf ehli olan insanları da ihtilaf için yaratmıştır." Ebu Salih, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Allahü teâlâ, rahmet ehlini ihtilaf etmesinler diye; azab ehlini de ihtilaf etsinler diye yaratmıştır. Cenneti yaratmış ve oraya uygun insanlar da yaratmış. Cehennemi yaratmış ve oraya uygun kimseleri de yaratmıştır." Bu izahın doğru olduğuna şu hususlar da delalet eder:

1) İlim ve cehaletin insanda meydana gelmesinin, ancak Allah'ın yaratmasıyla söyleceğini gösteren kesin deliller.

2) Şöyle denebilir: "Allahü teâlâ, insanların bir kısmının ihtilaf edeceklerine, eğerlerinin de rahmet ehti olacaklarına hükmedip, böyle olacağını bilince, bunun aksinin olması imkânsız olur. Yoksa Allah'ın ilmi cehalete dönüşmüş olur ki, bu imkânsızdır.

3) Allahü teâlâ bu ifâdenin peşinden, "Bununla beraber Rabbinin şu sözü de tastamam yerine gelmiştir: "Celalim hakkı için cehennemi bütün insan ve cinlerden oduracağım" buyurmuştur ki bu, Allahü teâlâ' kimseleri hidayet ve cennet en. bazı kimseleri de dalâlet ve cehennem İç arattığını açıkça gösterir. Bu da, du üçüncü görüşü kuvvetlendirir.

Kıssaların Hikmeti

120

"Peygamberlerin haberlerinden kendisi ile kalbini (tatmin) ve tesbit edip sağlamlaştıracağımız her çeşidi, sana kıssa olarak anlatıyoruz. Bunda, senin için hak, mü'minler için bir öğüt ve hatırlatma geldi".

Bil ki Allahü teâlâ bu sûrede, pek çok kıssadan bahsedince, bu ayette de onların iki faydasından bahsetmiştir:

Birinci Fayda: Peygamberliğini edâ etme hususunda sabra ve eziyetlere katlanmaya karşı Hazret-i Peygamberin kalbini sağlamlaştırmaktır. Çünkü insan, bir sıkıntı ve belâya uğrayıp, o hususta kendisi gibi başkalarının olduğunu görürse, bu ona hafif gelir. Nitekim "belâ herkese birden gelince, insana hafif gelir" denilir. Binâenaleyh Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu kıssaları duyup, bütün peygamberlerin kavimleri ile olan durumlarının aynı olduğunu anlayınca, kavminin eziyetlerine katlanıp sabretmesi kolay gelir.

İkinci Fayd:a Ayetteki, "Bunda senin için hak, mü'minler için bir öğüt ve hatırlatma geldi" cümlesinin ortaya koyduğu husustur. "Bunda" kelimesi ile ilgili şu manalar verilmiştir:

a) Bu sûrede.

b) Bu ayette.

c) Bu dünyada... Üçüncü mana, ayete uygun düşmeyen uzak bir ihtimaldir.

Bil ki "hakkın gelmesi"nin, bu sûreye has kılınmasından, diğer sûrelerin böyle olmadığı neticesi çıkmaz. Çünkü bu sûrede "hak"dan, diğer sûrelerdekinden daha mükemmel bahsedilmiş olması muhtemeldir. Çünkü bu sûrede, sadece, "Emrolunduğun gibi, dosdoğru ol" (Hûd. 112) ayeti bile bulunmuş olsaydı, durum bahsettiğimiz gibi olurdu. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu sûrede "Hak", "Mev'ıza" ve "Zikr" diye üç şeyin olduğunu bildirmiştir:

Hak, tevhide, adalete ve nübüvvete delil olan aklî delillere; zikir, geriye kalan diğer sâlih amellere; mev'ıza ise, dünyadan nefret edip, âhirete bakarak dünya hallerini çirkin görmeye bir işarettir. Yine mev'ıza, bu sûrede bahsedilen sa'îdlik ve şakiliğe de bir işarettir. Çünkü insanın ruhu o âlemden gelmiştir. Fakat dünyada, bedenini alabildiğine sevip bağlandığı için, o âlemin hallerini unutmuştur. Binâenaleyh bu ilahî kelâm ruha, o âlemin hallerini hatırlatmaktadır. Bu sebepten ötürü, "zikr" kelimesinin, bu manaya hamledilmesi de doğrudur.

Sonra burada, çok enteresan şöyle bir başka ineelik daha vardır: İlâhî bilgilerin (marifetullah'ın) mutlaka bir kabul edeni ve bir mucibi olması gerekir. Bunları kabul eden yer, kalbtir. Kalb, o ilâhî bilgileri ve kudsî yücelikleri kabul etmeye tam manasıyla isti'dadı ve kabiliyeti olmadığı sürece, o delilleri dinlemeyle bir fayda elde edemez. İşte bu sebepten ötürü Hak teâlâ ayette, önce kalbin ıslahından bahsetmiştir ki bu, kalbin Allah yolundaki ezâ ve cefâlara katlanması için tesbiti (sağlamlaştırılması)dır. İlâhî bilgileri kabul eden kalbin halinin ıslahından sonra, peşinden, bunun mucibini (bunu icab ettiren hususu) zikretmiştir. Bu da, bu sûrenin hakkı, mev'ızayı ve zikri ihtiva etmiş olmasıdır. İşte ayetteki bu tertip ve düzen, son derece güzel bir tertiptir.

Sûre'nin Hülasa Durumundaki Sonucu

121

Âyetin tefsiri için bak:123

122

Âyetin tefsiri için bak:123

123

İman etmeyenlere de ki; "Elinizden geleni (gücünüzün yettiğini) yapın. Biz de elbette çalışacağız. Bekleyin, biz de mutlaka bekliyoruz! Göklerin ve yerin gaybı Allah'ındır. Her iş, O'na döndürülür. Öyle ise O'na ibâdet et, O'na tevekkül et. Senin Rabbin, yapmakta olduğunuz şeylerden gafil değildir".

Bil ki Allahü teâlâ, mazeret kabul etme ve inzârda, teşvik ve korkutmada, etkili ileri derecede ifâdeler kullanınca, bunun peşisıra, peygamberi için, "İman etmeyenlere de ki..." ifâdesini eklemiştir. Onlarda, ileri derecedeki "Elinizden geleni (gücünüzün yettiğini) yapın" hitabı da tesir etmemiştir. Bu, Hak teâlâ'nın, Şuaybn kavmine söylediğini bildirdiği şeyin aynısı olup, manası "Bana, elinizden gelen kötülüğü yapın, biz de yaparız (yapacağımızı biliriz)" şeklindedir. Ayetteki "yapın" kelimesi her nekadar bir emir sığası ise de, bununla eftdıt kastedilmiştir. Bu tıpkı, "Onlar içinden gücünün yettiği kimseleri sesinle yerinden oynat, onlara karşı süvarilerin ve piyadelerinle yaygara çıkart!" (isrâ, 64) ve "Artık dileyen iman etsin, dileyen kâfir olsun!" (Kehf. 29) ayetlerinde olduğu gibidir. Yani, "Siz, şeytanın size vaadettiği hızlânı bekleyin. Biz de, Rahman'ın bize vaadettiği çeşit çeşit ihsan ve lütufları bekleyeceğiz" demektir. İbn Abbas (radıyallahü anh), ayetteki ıntezirû "bekleyin..." emrine, "Siz, helakimizi gözleyin. Biz de sizin için, azab-ı ilâhi'yi gözleyip duruyoruz" manasını vermiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bütün kıymetli ve ulvî gayeleri câmî, çok güzel ve bir neticeye bağlamak üzere "Göklerin ve yerin gaybı Allah'ındır" buyurmuştur. Bil ki insanın, bilmeye muhtaç olduğu şeyler üçtür, sanlar da mazi (geçmiş), hal (şimdiki zaman) ve istikbâl (gelecek)tir.

Birincisi: Mazi, insanın daha evvel mevcut olan varlığı bilip tanımasıdır. Daha evvel mevcut olan varlık, insanı yokluktan varlığa çıkaran Allahü teâlâ'dır. Bil ki Allah'ın zâtının hakikati, künhü, insan tarafından kesinlikle bilinemez, İnsan tayfından bilinebilecek olan ancak O'nun sıfatlarıdır. O'nun sıfatları da, celâl ve ikram sıfatları olarak ikiye ayrılır. Celâl sıfatları, selbî (olumsuz) sıfatlardır. Bunlar, "O cevher değildir, cisim değildir, şöyle değildir, böyle değildir" şeklindeki (olumsuz) sözlerimizdir. Selbî sıfatlar gerçekte kemâl sıfatı değildir. Çünkü bunlar, sırf yokluğu ifâde eder. Sırf yoklukta ise kemâl aranamaz. O halde, "O'nu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku" (Bakara, 255) ayeti, herşeyi kuşatan, devamlı olan ve değişmeden uzak olan bir ilme delâlet ettiği için, kemâli ifâde eder. Eğer bu olmasaydı, uyku tutmama işi asla bir kemâle delâlet etmiş olmazdı. Baksana ölüleri ve cansızları da ne uyku, ne uyuklama tutar. Hak teâlâ'nın, 'O doyuruyor, kendisi doyurulmuyor" (Enam, 14) ayeti Allah'ın celâlini, kemâlini ve kibriyasını ifâde eder. Çünkü "Kendisi doyurulmuyor" hükmü, zâtı gereği va'cibu'l-vücûd olanın, yemeden, içmeden ve kendisi dışındaki herşeyden müstağni olduğunu ifâde eder. Böylece kemâl, izzet ve yücelik sıfatlarının s'übûtî sıfatlar olduğu sabit olmuş olur. Kemal ve celâle delâlet eden sübûtî sıfatların en kıymetlileri, ilim ve kudret sıfatlarıdır. İşte Hak teâlâ bu ayette, ta'zim ve medh-ü sena sadedinde kendisini bu iki sıfatla tavsif etmiştir. İlim sıfatı, ayetteki, "Göklerin ve yerin gaybı Allah'ındır" beyanından anlaşılmaktadır ki bu, "O'nun ilmi, külliyyâtın, cüz'iyyâtın, yok olanların, var olanların, hazırların ve gâiblerin hepsi hakkında geçerlidir " demektir. Bu lafzın, sonsuz kemâle delâlet ettiği hususundaki uzun izah, "Gaybın anahtarları O'nun yanındadır., ."(En'am, 59) ayetinin tefsirinde geçmişti. Kudret sıfatı da ayetteki, "Her iş, O'na döndürülür" buyruğundan anlaşılmıştır ki bu, "Herşeyin dönüp varacağı merci O'dur" demektir. Herşeyin kaynağı ve başlangıcı O olduğu takdirde, ancak böyle olabilir. Bütün mümkinâtın başlangıcı ve bütün sonradan olma varlıkların, kâinatın ve kâinattaki herşeyin, kendisine varıp dayandığı zatın, varlık ile yokluğu, bilfiil, bil-kuvve ve bit-tekmil erebilmesi, hakim olabilmesi için, kudretinin büyük, meşîetinin geçerli olması gerekir. Bu iki vasıf, mebde'in celâlini ve kibriyasını açıklamak için zikredilmiştir.

İkincisi: İnsanın dünyada yaşadığı zaman içinde, kendisi için önemli olan şeyi bilip tanımasıdır. Bu da, nefsi, ruhanî bilgiler ve kutsî yüceliklerle kemâle erdirmektir ki, bu mertebenin bir başlangıcı ve bir neticesi vardır. Bu ikinci mertebenin başlangıcı, insanın maddî-manevî ibadetlerle meşgul olmasıdır. Bedenî (maddî) ibâdetlere gelince: Hareketle yapılanların en üstünü namazdır. Sükûnet haliyle ifâ edilenlerin en mükemmeli oruç ve iyilik şeklindeki ibadetlerin en faydalısı da sadakadır. Manevî ibadetler, Allah'ın gökler ve yer melekûtundaki sanat harikaları hususunda inceden inceye düşünmektir. Nitekim Cenâb-ı Allah, "Onlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında inceden inceye düşünürler" (al-i imran, 191) buyurmuştur. Bu mertebenin neticesi, sebepler zincirinden geçip, müsebbibe (sebepleri yaratana) varıp dayanmak, bütün mümkin ve muhdes varlıklardan sarf-ı nazar edip, akıl gözünü celâl âleminin nuruna yöneltmek ve ruhu, kibriya âleminin ışıklarına garketmektir. Bu dereceye ulaşan herkes, O'nun dışındaki herşeyin, O'nun kibriya sahasında, şaşkın olarak koştuğunu, O'nun isimlerinin yüceliğinin boşluğunda fânî ve helak olucu olduğunu görür. Velhasıl, Allah'a doğru yolculuğun derecelerinin ilki, Allah'a ibadettir, sonuncusu da Allah'a tevekküldür. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Öyle ise O'na ibadet et, O'na tevekkül et" buyurmuştur.

Üçüncüsü: İnsanın bu maddî (dünyevî) hayatın sona ermesinden sonra halinin asıl olacağını ve yaptığı amellerin sa'îd veya şaki olmasında bir tesirinin bulunup olunmadığını bilmesidir. Cenâb-ı Hak, buna da, "Senin Rabbin yapmakta olduğunuz şeylerden gafil değildir" buyurarak işaret etmiştir ki, randan murad şudur: "Allah, itaat edenlerin taatlarını boşa çıkarmaz, isyancı ve inkârcı kimselerin hallerini de ihmal etmez." Bu şöyle olur: Onlar mahşerde bir araya irilir, çok önemsiz ve cüz'î şeylerden dolayı bile hesaba çekilirler, küçük-büyük kusur hususunda kınanır, azarlanırlar. İşin sonunda bir kısmın cennete, bir kısmın cehenneme gitmesi neticesi hasıl olur.. Böylece bu ayetin, bütün uivî ve kudsî gaye ve maksatlara, bunların ötesinde gideceği, hatıranın (zihnin) ulaşabileceği başka bir yer olmadığına tastamam şaret ettiği sabit olur. İnsanı, doğruya ileten Allah'tır.

Bu sûre, elhamdülillah, Allah'ın yardımı ile tamamlandı. Musannif (Razi r.h)'den intikal eden tefsir nüshasında, kendi el yazısı ile, şu ibare yer almıştır: Bu sûrenin tefsiri, Receb ayının, bir pazartesi günü sabah vakti tamamlandı. Allah onu, 601 senesinde, hayır ve bereketle sona erdirtti. Gidişatı güzel, salih bir çocuğum vardı. Tam gençliğinin baharında gurbette ölüverdi. İşte bu sebepten ötürü kalbim âdeta yanıyor. Ben, din kardeşlerimden, yakîn peşinde olan arkadaşlarımdan, bu tefsiri okuyup istifâde eden herkesten, şöyle diyerek genç yavrumu rahmet ve mağfiret ile, ben miskini de duâ ile yâd etmelerini istiyorum. "Ya Rabbena, bizi doğru yola iettikten sonra, kalblerimizi saptırma. Bize kendi canibinden bir rahmet ver. Şüphesiz bağışı en çok olan sensin sen..."(Al-i imrân, 8) Allah'ın salât ve selâmı, mahlûkatın en hayırlısı olan Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, âline (ailesine) ve ashabına olsun.

0 ﴿