4"Tâ ki Allah'dan başkasına ibadet etmeyin. Şüphesiz ben size O'nun tarafından bir uyarıcı ve müjdeciyim ve tâ ki Rabbinizden mağfiret isteyin, sonra O'na tevbe edin ki sizi belirlenmiş bir müddete kadar güzel nimetleriyle fâidelendirsin, her fazilet sahibine kendi fazlını versin. Eğer yüz çevirirseniz ben sizin başınıza gelecek büyük bir günün azabından korkarım. Dönüşünüz ancak Allah'adır. O herşeye hakkıyla kadirdir". Bil ki bu ayetlerle ilgili birkaç mesele var: Birinci Mesele Bil ki ayetteki ifâdesi ile ilgili birkaç izah vardır: 1) Bu, mef'ûl-ü lehtir ve takdiri, "Bu, Allah'tan başka hiç kimseye ibâdet etmemeniz için, ayetleri muhkem kılınmış ve sonra apaçık bildirilmiş bir kitabtır" şeklindedir. Ben derim ki: Bu izah, yüce kitabın maksadının ancak bahsedilen bu şey, yani sâdece ve sadece Allah'a ibâdet olduğuna delâlet eder. Dolayısıyla, ömrünü başka gayelere sarfeden herkes, pişman olur ve zarar eder. 2) Bu kelamın başındaki "en" "en-i müfessire"dir. Çünkü "ayetlerin tafsil edilmesi" ifâdesinde, "ayetlerin söylenmesi" (yani fiili) manası vardır. Binâenaleyh daki edatını bu manaya hamletmek daha münasiptir. Çünkü ayetteki cümlesi o cümle üzerine atfedilmiştir. Binâenaleyh emrin nehiy üzerine atfedilebilmesi için, bunun manasının "Allah'tan başkasına ibadet etmeyiniz" şeklinde olması gerekir. Çünkü onun, "ibadet etmeyesiniz diye" şeklinde kalması, emir sığasında olan, "istiğfar ediniz" kısmının onun üzerine affedilmesine manîdir. 3) Ayetin takdiri şu şekilde de olabilir: "Elif-lâm-ra. Bu, insanlara, Allah'dan başkasına ibâdet etmemelerini emretmen ve onlara "Ben, Allah katından size gelen bir nezir (uyarıcı) ve bir beşir (müjdeleyici peygamberim)" demen için, hakîm ve habîr (Allah) katından gönderilmiş, ayetleri muhkem kılınıp açıklanmış bir kitaptır."Allah en iyi bilendir. İbadetin Mahiyeti Bil ki bu ayet, birkaç bakımdan mükellefiyet ihtiva etmektedir: a) Allahü teâlâ, insanların kendisinden başkasına ibadet etmemelerini emretmiştir. Biz, menfî cümledeki istisnanın müsbeti ifâde ettiğini söylediğimizde, bu ifâdenin manası, Allah'dan başkasına ibadeti yasaklayıp sadece Allah'a ibadeti emretme olur ki doğrusu da budur. Çünkü Allah'ın dışındaki bütün varlıkların muhdes, mahluk ve terbiye edilmiş (geliştirilmiş) olduklarını, Allah'ın tekvini ve varetmesiyle var olduklarını daha önce beyân etmiştik. İbadet, huzû ve huşûyu ortaya koyup, alabildiğine tevazu ve tezellül içinde olmak demektir. Bu da, ancak kâinatı idare eden, merhametli ve lutufkâr bir yaratıcı için yapılırsa uygun olur. Binâenaleyh Allah'dan başkasına ibâdet etmenin ve Allah'a ibadetten yüz çevirmenin kötü bir şey olduğu aşikârdır. Bil ki Allah'a ibadet etmek, ibâdetten önce, Allah'ı bilip tanıma şartına bağlıdır. Çünkü mabudunu tanımayan, O'na yaptığı ibadetten istifade edemez. Bundan dolayı, Allah'a ibâdet etmeyi emretmek, aynı zamanda herşeyden önce O'nun marifetini elde etmeyi (O'nu bilip, tanımayı) emretmektir. Bunun bir benzeri de, Bakara Sûresinin başlarındaki, "Ey insanlar Rabbinize ibadet ediniz... "(Bakara, 21)ayetidir. Cenâb-ı Hak, bu buyruğunun peşinden, yaratıcının varlığına delâlet eden şu delilleri getirmiştir: "Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize (...)" (Bakara. 21). Bu, çok güzel ve yerindedir. Çünkü ibadeti emretmek, aynı zamanda marifetullah'ı elde etmeyi emretmektir. Dolayısıyla pek yerinde olarak Cenâb-ı Hak, marifetullah'ı elde etmeye delâlet eden ifâdesini de getirmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Allah "Şüphesiz ben size, O'nun tarafından bir uyarıcı ve müjdeciyim" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis vardır: Hazret-i Peygamber Nezir ve Beşirdir Birinci bahis: Minhu kelimesindeki zamir, daha önce geçmiş olan "Hakîm ve habîr" lafızlarına râcîdir. Dolayısıyla mana, "8en sizin için, o hakîm ve habir (Allah) tarafından gönderilmiş bir nezir ve bir beşirim" şeklindedir. İkinci bahis: Ayetteki "Allah'dan başkasına ibadet etmeyin" emri, hem Allah'tan başkasına ibadeti yasaklamayı, hem de Allah'a ibadeti teşviki ihtiva eden bir sözdür. O halde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), birinciye göre, ibadeti yapmayanlara çok şiddetli bir azabın geleceğini bildiren ve ikâz eden bir nezir, ikinci hususa göre de, o ibadeti yerine getirenlere, büyük bir mükâfaatın verileceğini müjdeleyen bir beşir olmuş olur. Bil ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), şu iki şeyden, yani uygun olmayan ve gereksiz şeyleri yapma hususunda uyarma ve uygun-gerekli şeyleri yapma hususunda, müjdelemek için gönderilmiştir.. Tevbe ve İstiğfar Hakkında Bu ayetlerde bahsedilen hususlardan ikincisi, "Rabbinizden mağfiret isteyin" cümlesi ile; üçüncüsü "sonra O'na tevbe edin" cümlesi ile anlatılan şeydir. Alimler bu iki konunun arasındaki farkı izah hususunda, şu değişik izahları yapmışlardır: Birinci izah: Ayetteki, (......) kelimesi "Rabbinizden, günahlarınızı bağışlamasını isteyiniz" manasındadır. Cenâb-ı Hak, daha sonra, bağışlanmanın tevbe vasıtası ile isteneceğini beyân ederek, "sonra O'na tevbe edin" buyurmuştur. Çünkü tevbeye götüren ve ona teşvik eden, "mağfiret is'.emek" demek olan istiğfardır. Bu da, Allah'dan mağfiret taleb etmenin yolunun, ancak tevbe etmekten geçtiğine delalet eder. Durum da gerçekten böyledr. Çünkü günahkâr, hak yoldan yüz çevirmiş demektir. Hak yoldan yüz çevirmeye devam eden kimsenin, bundan dönmediği (tevbe etmediği) müddetçe, bizzat maksûd olana yönelmesi mümkün değildir. O halde bizzat maksûd olan, matlûba yönelmektir. Fakat bu da, ancak matlûba zıd şeylerden yüz çevirmeyle mümkün olur. Binâenaleyh istiğfarın bizzat matlûb olmasından vetevbenin de istiğfarın tamamlayıcısı olmasından dolayı, matlûb oldukları ortaya çıkar, Varlık bakımından sonra olan, istenme hususunda önce olabilir. İşte bundan dolayı istiğfar tevbeden önce zikredilmiştir. İkinci izah: Bu, "Geçmiş günahlarınızdan mağfiret taleb edin ve gelecek günahlarınız hususunda da Allah'a tevbe edin, yani yönelin" demektir. Üçüncü izah: Bu, "şirkten ve günahlardan istiğfar edin, sonra da batıl işlerden Allah'a dönün" demektir. Dördüncü izah: İstiğfar, Allah'dan, uygun olmayan şeyi gidermesini istemek; tevbe de, insanın uygun olmayan şeyleri gidermeye sa'y-ü gayret etmesidir. Binâenaleyh kişinin, ancak Mevlâsından istemesine delâlet etsin diye, önce istiğfar zikredilmiştir. Çünkü insanı ona muktedir kılan, Allah'dır. İstiğfar'dan sonra teybe zikredilmiştir. Çünkü tevbe, insanın yaptığı ve sayesinde kötülükleri giderebildiği bir ameldir. Allah'ın fazlından medet ummak, kişinin kendi gayretinden medet ummasından önce gelir. . Bil ki Allahü teâlâ o üç hususu zikredince, bundan sonra o hususlara dayanan faydalı ve matlûb olan neticeleri bildirmiştir. Matlûb olan şeylerin iki kısma hasredildiği malumdur. Çünkü onların tahakkuku ya dünyada olur, yahut âhirette. Dünyevî menfaatlar, ayette "Sizi belirlenmiş bir müddete kadar güzel nimetleriyle fâidelendirsin" cümlesi ile anlatılmıştır. İşte bu, ibâdete yönelenin, onunla meşgul olanın, dünyada durumunun düzgün ve gönlünün huzur içinde kalacağına delâlet eder: Bu ifâde ile ilgili birkaç soru vardır: Allah'ı Sevme ile Dünya Sevgisi Arasındaki Denge Birinci Soru: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hem "Dünya müminlerin hapishanesi, kâfirin ise cennetidir " Keşfu'l-Hafa 1/410, hem de "Belâ (en çok) Peygamberlere, sonra velilere, sonra buna yakın olanlara, sonra (derece itibari ile) daha aşağıda olanlara gelir Benzeri bir hadis: Tirmizi, Zühd, 56 (4/602); Buhârî, Merdâ, 3 7/3). buyurmamış mıdır? Cenâb-ı Allah da "Eğer bütün insanlar bir tek ümmet haline gelmeyecek olsaydı, Rahman'ı inkâr eden kimselerin evlerinin tavanlarını, üstüne çıkacakları merdivenleri hep gümüşten yapardı" (Zuhruf, 33) buyurmuştur. Bu nasslar, dünyada taatla meşgul olanın nasibinin, bela ve sıkıntı olduğuna delâlet etmektedir. Halbuki (tefsir edilen) ayetin muktezast ise, taatia meşgul olanın dünyadaki nasibinin rahatlık olacağını göstermektedir. O halde bunlar nasıl bağdaştırabilir?. Buna birkaç yönden cevap verilebilir: a) Bundan maksat, "Allahü teâlâ'nın kâfir beldelerin ahâlisinin kökünü kazıdığı gibi, mü'minlere kökten imha eden azap vermez" manasıdır. b) Allahü teâlâ, onlar nerede olurlarsa olsunlar, rızıklarını onlara ulaştırır. Buna Cenâb-ı Hakk'ın, "Ehline (ve ümmetine) namazı emret. Kendin de ona sebatla devam et. Biz senden bir rızık istemiyoruz, seni biz rızıklandırırız" (Taha, 132) ayeti ile işaret edilmektedir. c) Bana göre en güçlü izah şöyle denilmesidir: Allah'a ibadetle ve O'nu sevmekle meşgul olan, değişmesi, son bulması ve yok olması mümkün olmayan bir şeyi sevmekle meşgul demektir. Binâenaleyh kim bu hususta daha fazla derinleşir ve buna daha çok kendini verirse, onun mahlûkâttan kesilmesi o nisbette tam ve mükemmel olur. Bu babdaki mükemmellik ne kadar çok olursa, sevinç ve sürür da o nisbette tam olur. Zira o, matlûbunun değişmeyeceği ve mahbûbunun sonlu olmayacağı hususunda emindir. Fakat Allah'dan başkasını sevmekle meşgul olan kimse, devamlı olarak mahbûbunu elden kaçıracağı ve onun sön bulacağı korkusunun verdiği acı içinde olur. Dolayısıyla da huzursuzluk içinde yaşar, kalbi ızdırabla dolu olur. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, kendisine hizmet ve ibadetle meşgul olanları anlatırken, "Hiç şüphesiz onu dünyada çok güzel bir hayat ile yaşatırız" (Nahl, 97) buyurmuştur. Ecel Konusu İkinci soru: Ayetteki, "Belirlenmiş bir müddete kadar..." kaydı, kulun iki eceli olduğuna ve ecelin öne alınabileceğine veya sonraya bırakılabileceğine delalet eder mi? Cevap: Hayır, delâlet etmez. Çünkü ayet, "Allahü teâlâ, "Bu kul, şayet ibadet ederse, eceli falanca vakte kadar; yok eğer ibâdet etmezse eceli başka bir vakte kadardır" diye hükmetmemiştir. Fakat Allah, onun ibadetle meşgul olup olmaması halinde, ecelinin, o belirli vakitte olacağını bilmektedir. Böylece her insanın sadece tek bir eceli olduğu sabit olmuş olur. Üçüncü soru: Niçin dünya menfaatlarınr., "meta" ismi verilmiştir? Cevap: Onların adiliğine ve ahiret yanında azlığına dikkat çekmek için. Ayrıca Cenâb-ı Hak, "Belirlenmiş bir müddete kadar" ifadesi ile de, dünya menfaatlerinin sonlu olduklarına dikkat çekmiştir. Böylece bu ayet, dünyâ menfaatlerinin değersiz, âdî ve sonlu olduklarına delâlet etmiş olur. İlâhi Lütuflar Daha sonra Cenâb-ı Hak, bunun izahının ardından 'Ve her fazilet sahibine kendi fazlını versin" buyurmuştur ki, bununla uhrevî mutluluklar kasdeditmiştir. Bu ifâdede bazı incelikler vardır: Birinci incelik: Ayetteki bu ifâde, "Her faziletliye, Hak teâlâ, fazlının gereğini ve neticesini verir" manasınadır. Durum böyledir, çünkü insan, Allah'tan başkasıyla meşgul olmaktan alabildiğince uzak olup, marifetullah'ı elde etme arzusu da çok ileri derecede olduğunda, kalbi melekûtun nakşının kaşı ve sayesinde lâhutî kutsiyyetin tecelli ettiği bir ayna olmuş olur. Fakat zulmânî (karanlık) bedenî alaka ve ilgiler, o ruhanî nurları bulandırır. Binâenaleyh bu alâkalar silinip yok olduğunda, o nurlar ışıldar, ışıklar alabildiğine parlar ve mutluluk sebebleri birbirini kovalar. İşte Hak teâlâ'nın, "Her fazîlet sahibine, kendi fazlını versin" buyruğundan maksad budur. İkinci incelik: Bu, âhiretteki mutluluk derecelerinin farklı farklı olduğuna bir dikkat çekmedir. Çünkü o dereceler, dünyada gerçekleşen derecelere göre belirlenmiştir. Binâenaleyh Hak'tan başka herşeyden yüz çevirip, sadece Hakk'a kulluğa yönelmek, nihayetsiz derecelerde olunca, ahiret mutluluğunun dereceleri de sınırsızdır. İşte bu sebebten ötürü, "Allah her fazilet sahibine, kendi fazlını versin" buyurulmuştur. Üçüncü incelik: Allah, dünya menfaatları hususunda, "Sizi, güzel nimetleriyle faidelendirsin": ahiret saadeti hususunda da, "Her fazilet sahibine, kendi fazlını versin" buyurmuştur. Bu, dünyanın ve âhiretin bütün hayırlarının ancak Allahü teâlâ'dan olduğuna, O'nun yaratması.var etmesi, vermesi ve cömertliği ile olduğuna delâlet eder. Rahmetli babam hoca efendi şöyle derdi: "Eğer sebebler olmasaydı, hiçbir kimse şüpheye düşmezdi. Çünkü insanların çoğunun aklı kıttır. Onların akıllarının, bu fânî vasıta ve sebeblerle meşgul olması, akıllarını, herşeyin Allah'dan olduğunu müşahede etmekten alıkor, kör eder. Fakat ilâhî bilgilere dalanlar, hakikat nurlarının denizlerinde yüzenler Allah'ın dışındaki herşeyin, zatı gereği mümkin ve Allah'ın yaratmasıyla ancak var olabilen varlıklar olduğunu anlarlar. Böylece onların bakışları mâsivallah (Allah'ın dışındaki herşey)den kesilir ve onlar zarar verenin, faydalı olanın, verenin, vermeyenin hep Allah olduğunu anlarlar." Allahü teâlâ bütün bu halleri beyan buyurunca, "Eğer yüz çevirirseniz, ben sizin başınıza gelecek büyük bir gün ün azabından korkarım" (de!)" buyurmuştur. Durum böyledir, zira Allah'tan başkasına ibadetle meşgul olan, dünyada âdeta kör olur. Binâenaleyh dünyada kör olan, ahirette de kör olur, yolca da daha şaşkındır. Bunu ortaya koyan şudur: Kim, dünyayı, onun leziz ve güzel şeylerini elde etmeye yönelirse, dünyaya olan sevgisi artar, tabiatı dünyaya meyleder ve dünyaya olan arzusu büyür. Binaenaleyh böylesi kimse öldüğünde, yanında o şiddetli sevgisi ve meyli kalır da, esas mahbûbuna ulaşamaz. Bu durumda da belası artar, şakiliği tam olur. O günün azabı hususunda, işte bizce bilinebilen bu kadarcığıdır. Fakat o hallerin teferruatını dünya hayatında olduğumuz sürece bilemeyiz. Daha sonra da Allahü teâlâ "Dönüşünüz ancak Allah'adır. O herşeye hakkıyla kadirdir" buyruğu ile de mutlaka Allah'a dönülüp varılacağını beyân etmiştir. Bil ki Allahü teâlâ'nın bu hitabında şöyle bir incelik vardır: Bu söz, hasr (sadece) manası ifâde eder. Yani, "Dönüşünüz başkasına değil, sadece Allah'a olacaktır" demektir. Binâenaleyh bu ayet, orada Allah'dan başka bir yöneticinin ve tasarruf edenin olmadığına delâlet eder. Durum, bu dünya hayatında da aynıdır. Fakat bazı insanlar, sebeblerle meşgul olunca, müsebbib'ül-esbâb (sebeblerin müsebbibi, yaratıcısı) olan Allah'a ulaşmaktan âciz olmuşlar ve bu dünya hayâtında herşeye güçlerinin yeteceğini sanmışlardır. Fakat ahiret yurdunda, bu yanlışlık da ortadan kalkacaktır. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Dönüşünüz ancak Allah'adır" hitabı ile bu hasrı beyan etmiştir. Allahü teâlâ daha sonra "O, herşeye hakkıyla kadirdir" buyurur. Ben derim ki: Bu ifâde, bir bakıma büyük bir tehdid, bir bakıma da büyük bir müjdedir. Büyük bir tehdid oluşu şundandır: Ayetteki "O, herşeye hakkıyla kadirdir" buyruğu da, kendisinin herşeye kadir oluğuna, O'nun hüküm ve takdirini geriye çevirecek, meşietine mânı olacak bir güç, kuvvet bulunmadığına delalet eder. Pekçok ayıplarla ve büyük günahlarla, böylesi bir hâkimin huzuruna dönüp varmak gerçekten zordur. Bu ayetin büyük bir müjde oluşu da şöyledir: Çünkü bu, o hâkimin, çok büyük, bir kudret ve ululuk sahibi, kulun da son derece zayıf ve aciz olduğuna delâlet eder. Güçlü, kudretli ve kuvvetli hükümdar, helakle yüzyüze âciz birisini gördüğünde, onu helakten kurtarır."(Güce) sahib oldun, binâenaleyh iyi davran, güzel muamelede bulun" darb-ı meseli de bu manada söylenmiştir. Bu kitabın musannifi der ki: Ömrümü ilim hizmetinde ve kitap okumada tükettim. Hiçbir şeyde ümidim yok. Son derece zelil ve kusurluyum. Fakat kerim kimse, kadir olduğunda bağışlar. Ya Ekreme'l-Ekremîn, Ya Erhame'r-Râhimîn. Ey ayıplıların ayıplarını örten, çaresizlerin duasına icabet eden! Senden rahmet kovalarını evladım ve ciğerparelerimin üzerine akıtıp bizi fazlınla, atfınla, cömertliğinle, kereminle kurtarmanı niyaz ederim. |
﴾ 4 ﴿