YUSUF SURESİ

Kuran ın Mübin Sıfatı

"Elif, Lâm, Râ. Bu, mübîn (açıklayıcı) olan kitabın ayetleridir. Gerçekten biz onu, akıl erdiresiniz diye, Arapça bir Kur'ân olarak indirdik"

1

Âyetin tefsiri için bak:2

2

Yûnus Sûresi'nin başında, "Elif, Lâm, Ra. Bu mübîn olan kitabın ayetleridir..." ayetinin tefsirinden bahsetmiştik. Binâenaleyh ayetteki tilke kelimesi, bu sûrenin ayetlerine işaret olup, "Elif-Lâm-Râ diye adlandırılan bu sûrede indirilen o ayetler, Kitab-ı Mübin'in (Kur'ân'ın) ayetleridir", demektir. Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ı, şu sebeplerden ötürü, "mübîn" (açık-açıklayıcı) diye tavsif etmiştir:.

1) Kur'ân, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kesin bir mucizesi ve apaçık bir delilidir.

2) Allah, onda hidayet ile rüşdü, helâl ile haramı açıklamıştır. Bunlar Kur'ân'da açıklandığı için, Kur'ân bütün bunları "açıklayıcı"dır.

3) Kur'ân'da evvelkilerin kıssaları, geçmiş milletlerin halleri açıklanmıştır.

Kur'ân'ın Arapça Sıfatı

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Gerçekten biz onu, akıl erdiresiniz diye, Arapça bir Kur'ân olarak indirdik" buyurmuştur ki, bununla ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Yahûdî âlimlerinin, müşriklerin ileri gelenlerine şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: "[Hazret-i ] Muhammed'e, Yâkûb (aleyhisselâm)'un ailesinin Şam'dan Mısır'a niçin gittiklerini ve Yûsuf kıssasını sorun." İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, bu ayetleri indirdi ve burada kendisinin, onlar bu ayeti anlayıp bilgi elde etsinler diye, bu kıssayı Arapça alarak anlattığını bildirdi. Buna göre ayetin takdiri şöyledir: "Biz, içinde Yûsuf Kıssasının bulunduğu bu kitabı, Arapça bir Kur'ân olarak indirdik." Kur'ân'ın, bir Kısmına da "Kur'ân" denilebilir. Çünkü "Kur'ân" cins ismi olup, Kur'ân'ın tamamını da, bir kısmını da gösterebilen bir isimdir.

İkinci Mesele

Cübbâî, Kur'ân'ın mahlûk (yaratılmış-sonradan) olduğuna, bu ayeti, şu üç bakımdan delil getirmiştir:

1) Ayetteki, "Biz... indirdik" tabiri, onun mahlûk olduğu adelâlet eder. Çünkü kadîm olan bir varlığın, inzâli-tenzili (indirilmesi) mümkün olmadığı gibi, bir halden, bir hale değiştirilmesi de caiz değildir.

2) Allahü teâlâ, Kur'ân'ı "Arapça" diye tavsif etmiştir. Halbuki kadîm olan "Arapça"- "Farsça" diye nitelenemez.

3) Allahü teâlâ, "Biz onu, Arapça bir Kur'ân olarak İndirdik" buyurunca, bu O'nun Kur'ân'ı Arapça dışında başka dilde indirebileceğini gösterir. Bu ise, Kur'ân'ın hadis (sonradan) olduğuna delâlet eder.

4) Ayetteki "Bu, kitabın ayetleridir., ." ifâdesi, Kur'ân'ın ayet ve kelimelerden meydana geldiğine delâlet eder. Parçalardan meydana gelen her varlık, muhdestir,

Cübbâı'nin izahlarının hepsine şöyle deyip cevap veririz: Bu ayet, harflerden, kelimelerden, lafızlardan ve cümlelerden meydana gelen "mürekkeb" varlığın muhdes olduğuna delâlet eder. Bu hususta münakaşa yok. Bizim Kur'ân için kadîm olduğunu söylediğimiz husus başka bir şeydir. Binâenaleyh bu istidlal düşer.

Üçüncü Mesele

Cübbâî, ayetteki, "Akıl erdiresiniz diye..." kelimesini delil getirerek şöyle der: Le'alle kelimesini, "kesin (mutlaka)" manasına hamletmek gerekir. Buna göre ayetin manası,

"Biz o kitabı, dinî hususlardaki manalarını akledesiniz-anlayasınız diye, Arapça Kur'ân olarak indirdik" şeklindedir. Çünkü lealle lafzı ile "belki" (ihtimal) manasının kastedilmiş olması caiz değildir. Zira Allah'ın tereddüt etmesi imkânsızdır. Böylece bu tabirden maksadın, "Cenâb-ı Hakk'ın Kur'ân'ı, delillerini anlamaları için indirdiği" manası olduğu sabit olur ki bu da, Cebriye'nin görüşünün aksine, Allahü teâlâ'nın bütün kullarından, yani kendisini bilen bilmeyen herkesten, kendisinin bir olduğunu ve dinini akletmelerini istediğine delâlet eder."

Cevap: Farzet ki durum, sizin söylediğiniz gibidir... Fakat bu, Allahü teâlâ'nın bu sûreyi indirdiğine ve muhatapların bu kıssayı bilmelerini istediğine delâlet eder. Fakat siz, "Bu ayet, Allahü teâlâ'nın, herkesin iman ve amel-i sâlihini istediğine delâlet ediyor" hükmünü bu ayetten nasıl çıkarabilirsiniz ki?

3

"Biz sana bu Kur'ân vahyetmek suretiyle en güzel kıssayı anlatacağız. Sen ise, daha evvel bundan hiç haberdâr olmayanlardan idin"

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır;

Birinci Mesele

Rivayet edildiğine göre Saîd b. Cübeyr şöyle demiştir: "Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Kur'ân'ı indirip, o da onu kavmine okuduğunda, onlar, "Ya Rasûlellah, keşke anlatsan" dediler de, işte bunun üzerine, bu sûre indi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara bu sûreyi okuyunca onlar, "Keşke bize, iyice anlatsan" dediler. Bunun ame "Allah, kelâmının en güzelini bir kitap halinde indirdi"(Zümer. 23) ayeti inince anar. "Keşke bize hatırlatsan?" dediler. Bunun üzerine de, "İman edenlerin, Allah'ı ve Hak'tan ineni zikir için, kalblerinin saygı ile yumuşaması zamanı hâlâ gelmedi mi?" (Hadid, 16) ayeti nazil oldu.

İkinci Mesele

Kasas, haberlerin peşpeşe eklenmesi demek olup, Arapça kök manası itibari ile, "uymak, tabî olmak" demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kızkardeşine dedi ki: "Onun izini ta'kib et (Kasas. 11) ve "şimdi izlerinin üstünde (izlerini takib ederek) gerisin geri döndüler" (Kehf. 64) buyurmuştur. Hikayelere, "Kıssa" ismi verilmiştir: Çünkü onu anlatan kıssa, onları, birbiri ardınca peşpeşe anlatır. Arapça'da, birisi Kur'ân okuduğu zaman (......) denilir. Çünkü onun getirdiği ayetler, (okurken) birbirini takib eder. Bu ayette geçen "kasas" kelimesinin (anlatmak) manasında masdar olma ihtimali de vardır. Nitekim Arapça'da sözü peşpeşe söyleyip, ahenkli bir şekilde ortaya koyduğunda, (......) denilir. Nitekim yine Arapça'da aynı manada, "Kasas" lafzının, ism-i mef'ul (anlatılan şey) manasına olması da muhtemeldir. Bu, senin, "Allah'ın makduru (güç yetirdiği şey)" manasında "Bu Allah'ın kudreti"; "Falancanın ma'lumu (bildiği şey)" manasında "Bu kitab, falancanın ilmidir" manasında;"Bizce ümid edilen şey" manasında, "Bu bizim ümidimiz" demen gibidir. Binâenaleyh eğer bu lafzı, masdar olarak kabul edersek, ayet, "Biz, sana bu Kur'ân'ı en güzel bir şekilde anlatıyoruz" manasında olur. Böyle olması halinde, "en güzel olma" hususu, kıssaya ait değil, "anlatma işi"ne ait olmuş olur ki bu güzel oluştan maksad, ayetlerin fesahat bakımından, mucize noktasına varmış, fasih ve beliğ sözler olmasıdır. Baksana bu kıssa, hiçbir yönden bu sûredeki fesahat ve belagata ulaşamadıkları halde, tarih kitaplarında da anlatılmıştır. Yok eğer bu lafzı ism-i mef'ûl manasına alırsak, kendisinde, başkasında bulunmayan hikmetler, İbretler, incelikler ve manasında olmuş olur . Çünkü bu kıssadaki hikmetlerden biri şudur: Allah'ın kazasını hiç kimse savuşturamaz, Allah'ın kaderine, kimse mâni olamaz. Allahü teâlâ, bir insan için hayır ve güzellik irade etmiş İse, bütün âlem ona karşı biraraya gelseler, o iyiliğin o kimseye ulaşmasına manî olamazlar. Bu kıssanın ifâde ettiği ikinci bir hikmet, hasedin, hızlan (rahmetin kesilmesi) ve noksanlık sebebi oluşuna delâlet etmesidir. Bir üçüncü hikmeti şudur: Sabır, tıpkı Ya'kûb (aleyhisselâm)'da olduğu gibi genişliğe-selâmete ermenin anahtarıdır. Çünkü Ya'kûb (aleyhisselâm) sabretmiş ve muradına ermiştir. Yûsuf (aleyhisselâm) için de durum aynıdır.

"Bu Kur'ân'ı sana vahyetmek suretiyle..." demektir. Bu mana, kelamın başındaki mâ edatını, ma-i masdariyye kabul ettiğimiz zaman böyledir.Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Sen ise daha evvel bundan hiç haberdar olmayanlardan idin " buyurmuştur. Yani, "Biz sana bunu vahyetmezden önce, Yûsuf ile kardeşlerinin kıssasını bilmiyordun" demektir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu, ancak vahiy sayesinde öğrenmiştir. Bazı âlimler de bu cümleyi, tıpkı "Halbuki kitap nedir, imân nedir bilmezdin" (Şûra, 52) ayetinde ifâde edildiği gibi, "sen bundan evvel, din ve şeriattan habersiz idin" manasına hamletmişlerdir.

Yûsuf Lafzı Hakkında

4

"Hani Yûsuf babasına, "Babacığım, gerçekten ben, onbir yıldız ile güneşi ve ayı gördüm. Gördüm ki onlar bana secde ediyorlar" demişti".

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetin takdiri "Hani Yûsuf demişti ki" şeklindedir. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: Doğrusu "Yûsuf" kelimesi, İbranice bir isimdir. Çünkü eğer o Arapça bir isim olsaydı, mahfe oluşunun dışında başka bir sebep bulunmadığı çn. munsarıf olurdu." Bazıları bu kelimeyi, sîn'in kesresi ile, Yûsif; bazıları ca sînin fethasıyla Yûsef şeklinde okumuşlardı. Bu üç şekil aynen "Yûnus" afzı için de rivayet edilmiştir.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: 'Kerim kimdir?" diye sorulduğunda, "Kerim oğlu Kerim oğlu Kerim, ibrahim oğlu khâk oğlu Ya'kûb oğlu Yûsuf tur (Allah'ın selamı üzerlerine olsun)!'

İkinci Mesele

"Ya Ebeti" Lafzı Hakkında

İbn Âmir, Kur'ân'ın her yerinde tâ harfinin fethası ile bu kelimeyi, ya ebete diye okurken, diğer bütün kıraat imamları ta'nın kesresi ile ya ebeti diye okumuşlardır. Fetha ile okunuşun izahı şöyledir: Bu aslında, "nüdbe" olarak ya ebetâh! şeklinde idi. Elif ile he hazfedildi ve ya ebete kaldı. Bunun kesreli okunuşunun izahı da şöyledir: Bunun aslı, ya ebî (babacığım) idi de sonundaki yâ hazfedildi ve ona niyâbeten (yerine) kesre ile yetinildi. Sonra da sonuna vakf "hâ"sı getirilerek, ya ebeti denildi. Çok kullanıldığı için, bu hâ (yani te) kelimenin kendisinden kabul edildi ve mütekellim "yâ"sına muzaf kılındı, (......) şeklinde. Bu, Sa'leb İbnü'l-Enbârî'nin görüşüdür. Bil ki nahivciler bu konuyu uzun uzadıya ele almışlardır. Onların görüşlerini merak eden, onların kitaplarına baksın.

Üçüncü Mesele

Yûsuf (aleyhisselâm), rüyasında onbir yıldız ile güneş ve ayın kendisine secde ettiklerini görmüştü. Onun onbir erkek kardeşi vardı. Bundan dolayı "yıldızlar", "kardeşler" olarak; "güneş ile ay" da "babası ve annesi" olarak; secde etmeleri", "onların O'na yani Yûsuf (aleyhisselâm)'a tevazu gösterip boyun eğmeleri ve onun emri altına girmeleri" olarak tefsir ve te'vil edilmiştir.

Biz, ayetteki "Gerçekten ben, onbir yıldız (...) gördüm "tabirini şu iki sebepten dolayı-, rüyada görmek manasına hamlettik:

1) Çünkü yıldızlar, hakikatte secde etmezler. Binâenaleyh bu sözü, "rüya" manasına hamletmek gerekir.

2) Ya'kûb (aleyhisselâm)'un, "Rüyanı kardeşlerine anlatma!" (Yûsuf. 5) şeklindeki sözü. Buhari, Enbiya, 19 (4/122).

Cansızlar Hakkında Âkillere Has Sıfatın Kullanılması

Ayetle ilgili birkaç soru vardır:

Birinci Soru:Ayete ki kelimeasi ancak akıl sahibi varlıklar için kullanılabilir. Halbuki yıldızlar cansızdırlar. O halde, akıllılara has olan bu kelimenin, cansızlar için kullanılması nasıl caiz olur?

Biz deriz ki: Yıldızların, canlı ve konuşan varlıklar olduğunu iddia eden bir kısım felsefeci hem bu ayeti, hem de "Onların hepsi de ayrı ayrı birer felekte yüzerler" (Yasin, 40) ayetini delil getirmişlerdir ki buradaki yesbehûn '"yüzerler" kelimesi de akıllılar için kullanılır. Vahidî şöyle demiştir: "Allahü teâlâ onları "secde eden varlıklar" olarak tavsif edince, sanki akıl sahibi varlıklar olmuşlardır. Böylece Allahü teâlâ, akıl sahibi varlıklar hakkında kullanılan kelimeyi onlar hakkında kullanmıştır. Nitekim Cenab-ı Allah "O putlar sana bakar görürsün, halbuki onlar görmezler" (Araf, 198) ve "Ey karıncalar yuvalarınıza girin" (Neml. 18) buyurmuştur.

Ayetle İlgili Başka Sorulara Cevaplar

İkinci Soru: Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm). "Onbir yıldız ile güneşi ve ayı gördüm" demiş, sonra "görme" lafzını ikinci defa tekrar ederek, "Gördüm ki onlar bana secde ediyorlar" demiştir. Bu tekrarların hikmeti nedir?

Cevap: Kaffâl (r.h) şöyle demiştir: "Yûsuf (aleyhisselâm) yıldızlan güneşi ve ayı gördüğünü anlatmak için birinci "görme"yi, onların kendisine secde ettiklerini gördüğünü anlatmak için de ikinci "görme"yi zikretmiştir." Bazıları da şöyle demiştir: "O, "Onbir yıldız ile güneşi ve ayı gördüm" deyince, sanki "nasıl gördün?" denilmiş de, "Onları bana secde ediyor olarak gördüm" demiştir." Bir başkası "Bu iki görmenin birisinin görmek, diğerinin rüyada görmek manasına olması caizdir" demiş ama, bu iki "görme"den hangisinin rüyaya, hangisinin bizzat görme manasına olduğunu beyan etmemiş ve böylece, kapalı bir söz söylemiştir.

Üçüncü Soru: Ayette niçin güneş ve ay sonra zikredilmiştir?

Biz deriz ki: Allah onları, yıldızlardan üstün oldukları için sonra zikretmiştir. Çünkü hususen ve ismen zikredilmek, daha şerefli ve itibarlı oluşu gösterir.Bu tıpkı, "Allah'ın melekleri, Cebrail, Mikâil..." (Bakara, 98) ayetinde olduğu gibidir.

Dördüncü Soru: Ayette bahsedilen secde ile, hakikî manadaki secde mi kastedilmiş, yoksa tıpkı şâirin "Sen, orada at torbalarını, (atların) tırnaklarına secde eder görürsün" şiirinde olduğu gibi, tevazu ve boyun eğme manası mı kastedilmiştir?" neler olduğunu söylersem, müslüman olur musun?" der. Bunun üzerine yahudı de: "Evet" deyince, Hazret-i Peygamber de: "Bunlar Ceriyyân (?), Tarık, Zeyyâl, Kâbis, Amûdân, Felîk, Misbah, Darûh, Fere, Vessâb ve Zülketifeyn'dir... Ki Yûsuf (aleyhisselâm), bunları, güneşi ve ayı, gökten inip de kendisine secde ettiklerini görmüştür..." der. Bunun üzerine yahudi "Evet, Allah'a yemin ederim ki, onların isimleri bunlardır..." der. Bil ki, bu isimlerin pekçoğu, yıldızların şekilleriyle ilgili olarak tasnif edilmiş olan kitaplarda bulunmamaktadır. Allah, meselenin iç yüzünü en iyi bilendir. "(Babası Yakûb) dedi ki:

5

Âyetin tefsiri için bak:6

6

"Evladım, rüyanı kardeşlerine anlatma, sonra sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insanın apaçık bir düşmanıdır. Rabbin seni öylece rüyada gördüğün gibi, beğenip seçecek, sana rüya tabirine ait bilgi verecek. Sana karşı da, Yakûb hanedanına karşı da, nimetlerini –daha evvelden ataların İbrahim'e ve İshâk'a tamamladığı gibi- tamamlayacaktır. Şüphesiz ki, Rabbin her şeyi bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir"

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır.

Birinci Mesele

Hafs, yâ'nın fethasıyla, buneyye diye okurken, diğer kıraat imamları yâ'nın kesresiyle, buneyyi şeklinde okumuşlardır.

İkinci Mesele

Yakub (aleyhisselâm), hem Yusuf'u hem öz kardeşini çok seviyordu. Böylece işte bundan dolayı diğer kardeşleri Yusuf'u kıskandılar. İşte bu haset, Yakûb (aleyhisselâm) tarafından pekçok emareler ile sezilmiş ve bilinmişti. Binâenaleyh Yusuf (aleyhisselâm), bu rüyayı anlatıp Hazret-i Yakûb da bunu kardeşlerinin ve ebeveyninin kendisine itaat etmesi şeklinde yorumlayınca, Hazret-i Yûsuf'a: "Rüyanı kardeşlerine bildirme; çünkü onlar, o rüyanın yorumunu yaparlar ve böylece de, sana bir tuzak kurarlar..." deyiverdi.

Üçüncü Mesele

Vahidî, "rü'yâ kelimesi, tıpkı büşrâ (müjde), sukyâ (sulamak), bukyâ (baki kalmak) ve şûra (meşveret), kelimeleri gibi, masdardır. Ancak ne var ki bu kelime, uykuda hayal edilip görülen şeyin ismi olunca, bir isim gibi olmuştur" demiştir. Keşşaf sahibi ise şöyle der: "Rüya, görmek manasındadır. Ancak ne var ki bu kelime, uyanıkken görülene değil de, uykuda görülen şeylere isim olarak verilmiştir. Binâenaleyh, hiç şüphesiz bu iki kelimenin (rü'yet ve rüya) ması te'nîsin iki harfiyle, yani elif-i maksure ve müenneslik tası ile ayırdedilir. Bu, kurbe ve kurbâ kelimeleri gibidir. Bu kelime hemzenin vâv'a çevirilmesiyle (rüyake) şeklinde de okunmuştur. Kisâî'nin, râ'nın kesresi veya zammesi ve idğam ile riyyâke veya rüyyâke şeklinde okuduğu da duyulmuştur ki, bu rivayet zayıftır."

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Sonra sana bir tuzak kurarlar". Buradaki yekıdû kelimesi, mukadder en edâtıyla mansûbtur. Buna göre mana, "Şayet sen bunu onlara anlatırsan, sana tuzak kurarlar" şeklinde olur.

Şayet, "Ayette (A'râf. 195) buyurulduğu gibi, niçin burada da (......) buyurulmamıştır?" denilirse, biz deriz ki: Bu lâm, ilgiyi tekid etmek içindir. Cenâb-ı Hakk'ın (Yûsuf, 43) ayetinde olduğu gibidir. Yine bu, senin. (......) veya (......) veya (......) demen gibidir. Bunun (......) manasında olmak üzere, leke kelimesinin, keyden kelimesine ettiği de ileri sürülmüştür.

Muhakkik âlimler, bu ifâdenin, Hazret-i Yûsuf'un kardeşlerinin rüya tabirini bildiklerine, aksi halde onların bu rüyadan, kin ve öfkelerine sebep olacak neticeyi çıkaramayacaklarını söylemişlerdir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Çünkü şeytan, insanın apaçık birer düşmanıdır" buyurmuştur. Bu sözün söylenmesinin sebebi, onların, böyle bir tuzağa yönelmeleri halinde, bunun şeytana izafe edilmiş olmasıdır. Bunun benzeri de Hazret-i Musa'nın, "Bu şeytanın işlerindendir..." (Kasas, 15) şeklindeki sözüdür.

Hazret-i Yusuf'un Seçilmesi

Yakûb (aleyhisselâm) sonra, bu nasihatiyle rüyanın tabirini kastetmiştir. Alimler, bu hususta şunları ileri sürmüşlerdir:

1) Yâkub (aleyhisselâm), "Rabbin seni öylece, (rüyada gördüğün gibi) beğenip seçecek... " Bu, "Cenâb-ı Hak büyük bir şerefe, izzete ve yüceliğe delâlet eden bu büyük rüya ile seni beğenip seçtiği gibi, seni büyük şeyler için de seçer, seçecek..." demektir. şöyle demiştir: "İctibâ" bir şeyi kendin için seçtiğinde kullanmış olduğun, "O şeyi seçtim, kendime ayırdım" deyiminden alınmıştır. "Suyu havuzda topladım.." deyimi de böyledir. Alimler, ayette bahsedilen bu "beğenip seçme" ile neyin kastedildiği hususunda ihtilal etmişlerdir. Bu cümleden olarak Hasan el-Basrî: "Rabbin sana nübüvvet vermek suretiyle seni seçti" manasını verirken, başkaları, "Bununla, derecesinin yüksekliği, mertebesinin büyüklüğü kastedilmiştir. Yusuf (aleyhisselâm)'a tam tamına nübüvvet verilmiş olmasına ayette bir delâlet yoktur" demişlerdir.

Rüya Tabiri

2) Hazret-i Yakûb'un, "Sana rüya tabirine ait bilgi verecek" sözüdür. Bu hususta da şu izahlar yapılmıştır:

a) Bununla, rüya tabiri kastedilmiştir. Bunun neticesi, onun uykusunda görmüş olduğu şeye varıp dayandığı için, "tevîl" adını almıştır.. Yani, "Allahü teâlâ, insanların uykularında gördüğü hadiselerin tevilini sana öğretir" demektir. Alimler Yusuf (aleyhisselâm)'un rüya yorumu ilminde, kendisine müracaat edilen bir otorite olduğunu söylemişlerdir.

b) Allah'ın kitaplarındaki hadiselerin tevîlini ve önceki peygamberlerden rivayet edilen haberleri, sana öğretmiştir" demektir. Bu tıpkı, zamanımız alimlerinden birisinin, Kur'ân'ın tefsiri, tevili ve Hazret-i Peygamber'den rivayet edilen hadislerin tevili ile meşgul olması gibidir.

c) Ehadis, hadîs kelimesinin çoğuludur. Hadîs, hadis demektir. "Ehâdîs"in tevili ise, neticede onun vartp dayandığı yerdir. Hâdiselerin varıp dayandığı yer de, Allah'ın kudreti, tekvîn ve hikmetidir. O halde bu kelimeden kastedilen mânâ, "Allah, sana, manevî ve maddî çeşitli yaratıklar ile Allah kudret, hikmet ve celâline nasıl istidlal edebileceğini öğretti..." şeklinde olur.

Nimetin Tamamlanması

3) Yakûb'un "Sana karşı da, Yakûb hanedanına karşı da, nimetlerini tamamlayacaktır..." şeklindeki sözüdür. Bil ki, ayette geçen yectebîke tabirini "nübüvvet" diye tefsir edenlerin, bu ifâdede bahsedilen "nimetini tamamlamak" tabirini de "nübüvvet" diye tefsir etmeleri imkânsızdır. Aksi halde, ayette bir tekrar söz konusu olmuş olur. Tam aksine, buradaki "nimeti tamamlama" deyimi, dünyevî ve uhrevî saadetler olarak tefsir edilir. Dünyevî mutluluklara gelince: Bunlar, çocukların, hizmetçilerin ve taraftarların çok olması; mal, makam ve maiyyetin çok olması ve onun insanların kalblerindeki saygınlığı, güzel bir medih ve övgü ile yadedilmesidir... Uhrevî saadetlere gelince: Bunlar da onun pekçok ilim, üstün hasletler elde etmesi ve, marifetullah bilgisine garkolmasıdfr.

Nimetin Tamamlanması Nübüvvettir

Ama ayette bahsedilen "ictibâ" lafzını, "yüksek dereceler elde etme" şeklinde tefsir edenler, burada bahsedilen "nimeti tamamlama" işini "nübüvvet" olarak tefsir etmişlerdir ki, bu husus şunlarla da desteklenir:

a) Nimeti tamamlama, sayesinde nimetin, herhangi bir noksanlıktan uzak, tam ve mükemmel olması demektir. Bu da, bir insan için ancak nübüvvet ile mümkün olabilir. Zira, insanların elde edeceği makamların tamamı risâlet-nübüvvet makamının altında olup, nübüvvetin mükemmelliğine nisbetle, noksandırlar. O halde, beşer için mutlak kemâl ve mutlak tazim, nübüvvetten başka bir şeyle olamaz.

b) Hazret-i Yâkub'un "daha evvelden ataların İbrahim'e ve İshâk'a tamamladığı gibi..." şeklindeki sözü... Hazret-i İbrahim ve Hazret-i İshak'ın, diğer insanlara üstünlük sağladığı tam nimetin, nübüvvetten başka birşey olmadığı malumdur. Binâenaleyh, ayette bahsedilen "nimeti tamamlama" tabirinden nübüvvet"in kastedilmesi gerekir.

Bil ki, biz bu tabiri "nübüvvet" diye açıkladığımızda, Yakûb (aleyhisselâm)'un çocuklarının tamamının peygamber olduklarına hükmetmek gerekir. Bu böyledir, zira Yakûb (aleyhisselâm), "Sana karşı da, Yakûb hanedanına karşı da, nimetlerini tamamlayacaktır." demiştir. Bu, Yakûb hanedanı için, tam ve mükemmel bir nimetin tahakkuk etmiş olmasını gerektirir. "Nimeti tamamlamaktan maksat "nübüvvet" olunca, bu nimetin Hazret-i Yakûb (aleyhisselâm)'un evlatları hakkında hasıl olması, onların dışında kalan kimseler hakkında geçerli olmamasını gerektirmiştir. Dolayısıyla onun evlatları hakkında da geçerli (cari) olması vacib olmaktadır. Hem, Yûsuf (aleyhisselâm) da "gerçek ben rüyada onbir yıldızla (...) gördüm" (Yusuf, 4) demiştir ki, bunun tefsiri, "kendileri için fazilet tahakkuk etmiş olduğu yeryüzündekilerin, ilimleri ve dinleri ile aydınlandığı onbir kişi (...)" demek olur. Çünkü, yıldızlardan daha parlak bir şey yoktur ve üstelik o yıldızlar ile kılavuzlanılır. Bu da, Yakûb (aleyhisselâm)'un çocuklarının tamamının nebî ve resûl olmalarını gerektirir.

Peygamberler Nasıl Kötülük Düşünebilirler?

İmdi şayet, "Onlar, Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm) aleyhinde, malum teşebbüste bulundukları halde nasıl peygamber olabilirler?" denilirse, biz deriz ki:

Bu, peygamberlikten önce vuku bulmuş bir hadisedir. Bize göre, peygamberlerin ismet sıfatına haiz olmaları, nübüvvet öncesinde değil, nübüvvet esnasında söz konusudur.

İkinci görüşe göreyse, "Sana nimetlerini tamamlayacaktır" tabirinden maksat, Hazret-i Yusuf'un belâ ve sıkıntılardan kurtarılmasıdır. Böyle olması halinde Hazret-i Yusuf'un İbrahim ve İshâk'a benzetilmesindeki "vech-i şebeh", Allahü Teâlâ'nın, Hazret-i İbrahim'e, O'nu ateşten kurtarması; oğlu İshâk'a da, O'nu kesilmekten kurtarması ve olan in'âmdır...

Üçüncü bir görüşe göre ise, "nimeti tamamlama" Allah'ın, bu dünyada iken O'na vermiş olduğu nimetini, onları, dünyada peygamber ve hakimler yapıp, sonra onları, o dünyadan cennetteki yüce makamlara sevketmesiyle tahakkuk eden ahiret nimetine eklemesıdir.

Bil ki, en doğru görüş, birincisidir. Çünkü beşer için tam bir nimet, nübüvvetten başka bir şey değildir. Bu nübüvvetin dışında kalan herşey, buna nisbetle noksandır.

Sonra Yakûb (aleyhisselâm), Yusuf'a, - bu üç dereceyi müjdeleyince, sözünü, "Şüphesiz ki Rabbin. herşeyi bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir" şeklinde bitirmiştir ki, alîm kelimesi, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah, risaletini nereye vereceğini çok İyi bilendir" (Enam, 124) ifâdesine; hakîm sözü de, Allahü teâlâ'nın, boş ve manasız şeylerden uzak ve berî olduğuna; nübüvvetini ancak kudsî, ulvî, aydınlanmış nefislere, cevherlere ve ruhlara vereceğine bir işarettir.

Hazret-i Yakûb Akıbetten Emin İdiyse Neden Endişelendi?

Buna göre şayet, "Hazret-i Yakûb'un bahsettiği bu müjdelerin doğruluğunu kendisi kesin olarak biliyor muydu, yoksa bilmiyor muydu? Eğer onun bu hususta kesin bir bilgisi var idiyse, daha nasıl Yusuf (aleyhisselâm) hakkında kederlenmişti Nasıl, Yusuf'u kurdun yediğinden endişelenmişti ? Allah Sübhanehû ve Teâlâ'nın onu seçip, onu peygamber yapacağını bildiğine göre daha nasıl kardeşlerinin onu imha edeceğinden endişelenmiş ve kardeşlerine, "Sizin haberiniz olmadan, onu kurdun yemesinden korkarım" demişti ? Biz onun, bu hallerin doğruluğunu bilmediğini söylediğimizde, "o bunlara daha nasıl tereddüt göstermeden, kesinkes hükmetmişti ?" denilirse, biz deriz ki:

Hazret-i Yakûb'un, "Rabbin seni öylece (rüyada gördüğün gibi) beğenip seçecek" şeklindeki sözünün, onların Yusuf (aleyhisselâm)'a tuzak kurmamaları şartına bağlanmış olması uzak bir ihtimal değildir. Çünkü bundan, daha önce bahsedilmişti. Hem, "Yaküb (aleyhisselâm), Yusuf (aleyhisselâm)'un bu makamlara erişeceğine kesinlikle hükmediyordu. Fakat birtakım büyük zorluklarla karşılaşması, ancak onları aştıktan sonra o makamlara yükselmesi imkân harici değildi. İşte korkması, bu yüzden, yani bu büyük sıkıntılara düşmesinden ileri geliyordu. Onun, "Onu kurdun yemesinden korkuyorum" şeklindeki sözünün manası da, "o her ne kadar kurdun onu yiyemeyeceğini, ona ulaşamayacağını biliyor idiyse de, onu koruyup gözetmekte gevşeklik göstermemeleri için kardeşlerini şiddetle sakındırmak gayesine yöneliktir" şeklindedir.

Yusuf (aleyhisselâm) Kıssasında Dersle

7

Âyetin tefsiri için bak:8

8

“And dolsun ki Yusuf'un ve biraderlerinin kıssasında (onları) soranlar için nice-ibretler bulunmaktadır. Hani onlar, şöyle demişlerdi: "Yusuf'la kardeşi, babasının yanında, muhakkak bizden daha sevgilidir. Halbuki biz, kuvvetli bir cemaatiz. Babamız, mutlaka açık bir yanlışlık içindedir...".

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Keşşaf sahibi, Yusuf (aleyhisselâm)'un kardeşlerinin isimlerini şu şekilde saymıştır: Yehuda; Rûbyal, Şemon, Lâvi, Ribalön, Yeşcer, Deyne, Dân, Neftâlî, Câdve Aşir... Daha sonra, sözüne devamla şöyle der: "Bunların ilk yedisi, Yakûb (aleyhisselâm)'un halasının kızı Liyâ (?)'dandır. Son dördü ise, Süryeteyn, yani Zülfe ve Belhe'dendir. Liyâ ölünce, Yakûb (aleyhisselâm) onun kız kardeşi Râhîl ile evlendi de, Rahil de Yâkûb'a Bünyamin ve Yûsuf'u doğurdu.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hak, "Soranlar için nice ibretler" buyurmuştur. İbn Kesir, bunu, Yusuf (aleyhisselâm)'un durumuna hamlederek, elifsiz olarak, diğer kıraat imamları can olarak (......) şeklinde okumuşlardır. Zira, Yusuf (aleyhisselâm)'un işleri pek çok olup, bunlardan her biri, başlı başına bir ibret vesilesidir.

Üçüncü Mesele

Alimler, Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetinin tefsiri hususunda şu izahları yapmışlardır:

1) İbn Abbas şöyle demiştir: "Bir yahudı âlimi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına girer ve ondan, Yusuf Sûresi'nin okunmasını dinler. Sonra, yahudilerin yanına döner ve onlara, o sûreyi. Tevrat'ta olduğu gibi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den dinlemiş olduğunu bildirir. Bunun üzerine bir grup yahudi, Hazret-i Peygamber'e gelirler ve, önceki yahudinin dinlemiş olduğunu dinlerler. Peygamber'e: "Bu kıssayı sana kim öğretti?" dediklerinde de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Allah..." der. İşte bunun üzerine, "Andolsun ki Yusuf'un ve biraderlerinin kıssasında (onları) soranlar için nice ibretler bulunmaktadır..." ayeti nazil olur." Bana göre bu izah, akıldan uzak bir açıklamadır. Zira ayetten anlaşılan "Yusuf (aleyhisselâm) hadisesinde, soranlar için birtakım ibretlerin bulunması hususudur. Halbuki naklettiğimiz bu açıklamaya göre, ibret, Yusuf (aleyhisselâm) kıssasında değil, hiçbir öğrenim görmemiş, hiçbir kitap okumamış olan Hazret-i Peygamber'in o kıssayı haber vermesinde olmuş olur. Bu iki izah arasındaki fark ise, çok açık ve nettir.

2) Mekkelilerin çoğu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in akrabası idiler. Ve onlar, onun peygamberliğini kabul etmiyor, hareketlerinden dolayı, ona karşı alabildiğince düşmanlık yapıyorlardı. Böylece Allahü teâlâ, Yusuf Kıssası'ndan bahsetmiş, hasetleri yüzünden Yusuf'un kardeşlerinin de ona eziyyet etmede aşırı gittiklerini, ama sonunda Allah'ın ona yardım ettiğini, onu kuvvetlendirdiğini, kardeşlerini ise onun yetkisi ve himayesine verdiğini beyân buyurmuştur. İnsan, bu gibi hadiseleri dinlediğinde, bu hadiseler onun haset etmesini engellemiş olur.

3) Yakûb (aleyhisselâm), Yusuf'un rüyasını tabir edince, bu açıklama aynen tahakkuk etti ve seksen yıl sonra, varlık aleminde vücud buldu. Şu halde, Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, düşmanlarına karşı, kendisine yardım edeceğini ve onu muzaffer kılacağını vaadedip, bu vaadedilen şey de bir müddet gecikince, bu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, o hususta yalan söylemiş olduğuna delâlet etmez. Bu kıssanın zikredilmesi, işte, bu açıdan da faydalıdır.

4) Yusuf (aleyhisselâm)'un kardeşleri onun işini ibtal etmek için çok uğraştılar. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hak, Yusuf'a yardım ve nusretini vaadedince, iş, düşmanların çaba sarfettiği gibi değil, Allah'ın takdir ettiği gibi tahakkuk etti. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hadisesi de böyledir. Zira Allahü teâlâ, O'nun derecesini yüceltmeyi tekeffül edince, kâfirlerin, O'nun davasını ibtâl etme hususundaki çabaları ona zarar verememiştir.

Ayetteki, Bil ki bu kıssada, onu soranlar için pekçok ibretler bulunmaktadır" demektir. Bu tıpkı (Fussilet. 10) ayeti gibidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Hani onlar şöyle demişlerdi: "Yusuf'la kardeşi, babasının yanında, muhakkak bizden daha sevgilidir... Halbuki biz, kuvvetli bir cemaatiz..." buyurmuştur. Bu cümle ile ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

(......) ifâdesinin başındaki lâm, ibtidâiyye lamı olup, bunda, cümlenin manasını tekîd ve tahkîk etmek özelliği bulunmaktadır. Buna göre onlar "Babamızın, o İkisini aşırı sevdiği, hakkında hiçbir şüphe olmayan kesin bir husustur..." demek istemişlerdir. Yusuf'un kardeşi ise, Bünyamın'dir. Hepsi kardeş oldukları halde, onlar, "onun kardeşi" şeklinde söylemişlerdir. Zira Yusuf ile Bünyamin'in anneleri birdi. On ve daha fazla sayıdaki kalabalığa usbe ve isâbe denilir. Bu kelimenin, sayılan kırka kadar varan topluluklar hakkında da kullanıldığı ileri sürülmüştür. Topluluğu teşkil eden kimseler sayesinde güç kuvvet kazanıldığı için, bu şeküde isimlendirilmiştir. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin, nasb ile, usbeten şeklinde okuduğu nakledilmiştir ki, buna göre mana, "Biz bir cemâat olarak bir araya geliyoruz..." şeklinde olur.

İkinci Mesele

Bundan maksat, Yusuf'a eziyyet etmek istemeterinin sebebini açıklamaktır, Zira, Yakûb (aleyhisselâm), Yusuf'u ve kardeşini, diğer kardeşlerinden daha çok seviyordu. şu sebeplerden dolayı bundan rahatsız olmuşlardı:

1) Onlar, yaşça, bu ikisinden daha büyük idiler...

2) Onlar, daha kuvvetli idiler ve babalarının işlerini de bu ikisinden daha fazla görüyorlardı.

3) Onlar: "Biz, belâ ve sıkıntıları göğüslüyor; faydalı ve güzel olan şeyleri de elde etmeye uğraşıyoruz..." diyorlardı.

Anlattıklarımızdan, bu sayılan meziyyetler hususunda, onların Yusuf ve kardeşinden daha önde oldukları sabit olup, buna rağmen Yakûb (aleyhisselâm) da Yusuf ve kardeşini onlara tercih edince, onlar da kendilerince haklı olarak, "Babamız, mutlaka açık bir yanlışlık içindedir..." demişlerdir ki, yani, "Bu apaçık bir haksızlık ve apaçık yanlışlıktır" demektir. Bu ifâdeyle ilgili olarak, burada birkaç soru sorulabilir:

Hazret-i Yakub Niçin Yusuf'a Ayrıcalık Tanıdı?

Birinci Soru: Çocukların bir kısmının bir kısmına tercih edilmesinin, onlar arasında kin, haset ve birtakım düşmanlıkları meydana getireceği, malûm olan bir husustur. Yakûb (aleyhisselâm), bunu bildiğine göre, acaba Yusuf ve kardeşini, diğerlerine neden üstün tutmuştur? Hem, daha yaşlı, daha bilgili ve daha faydalı olan, en üstün olandır. Öyleyse, Yakûb (aleyhisselâm), bu hükmü niçin ters çevirmiştir?

Cevap: Yakûb (aleyhisselâm), o ikisini, diğer çocuklarına ancak sevgi bakımından tercih etmiştir. Sevgi ise, beşer gücü dairesinde bulunmayan bir husustur. Dolayısıyla Yakûb (aleyhisselâm) bu hususta mazurdur ve O, bu husustan dolayı kınanamaz.

Çocukları Hazret-i Yakûb'un Nübüvvetine İnansalar, İtiraz Etmezlerdi?

İkinci Soru: Yakûb (aleyhisselâm)'un çocukları eğer, babalarının Allah katından gönderilmiş gvçek bir peygamber olduğunu kabul ediyor idiyseler, onlar, Ona daha nasıl İtiraz edebilmişler, onun davranışını uygun bulmamışlar ve bu hususta O'nu tenkit edebilmişlerdir? Yok eğer onlar, Yakûb (aleyhisselâm)'un nübüvvetini kabul etmiyor idiyseler, bu da onların kâfir olmalarını gerektirir.

Cevap: Onlar, babalarının nübüvvetini kabul ediyor, O'nun, Allah katından gönderilmiş hak peygamber olduğunu ikrar ediyorlar. Ancak ne var ki, belki de onlar peygamberlerin, sırf içtihâdlarıyla birtakım hususî işler yapabileceklerini caiz görüyorlardı. Sonra onların içtihâdları, babalarının bu içtihadında hata etmiş olduğu, neticesine götürmüştür. Bu böyledir, zira onlar, "Bunlar, akılları kemâle ermemiş iki çocuktur. Halbuki bizler yaş, akıl, yeterli olma, faydalı olma, çokça hizmet etme ve işleri yapma hususunda, o ikisinden önceyiz. Binâenaleyh, babamızın, Yusuf'u bize tercih etmedeki ısrarı, bu delilimize ters düşmektedir..." derlerken, Yakûb (aleyhisselâm) da belki, "Aşırı sevmek, insanın gücü ve takati dairesi içinde değildir. Binâenaleyh, bu hususta Allah'ın, benim üzerimde herhangi bir mükellefiyeti yoktur!.." diyordu.

Yusuf'la Bünyamin'in Kayırtmalarının Sebebi?

O ikisinin, daha fazla gözetilmelerinin de, şu sebeplerden olması muhtemeldir:

a) Onlar, daha çocukken anneleri ölmüştü.

b) Hazret-i Yakûb, diğer çocuklarında bulamadığı doğruluk ve âlicenâblığı, Yusuf'ta bulmuştu.

c) Yusuf (aleyhisselâm), yaşça küçük olmasına rağmen, babasına, diğer çocuklardan daha kıymetli ve değerli olan muhtelif hizmetlerde bulunmuş olabilirdi.

Netice olarak diyebiliriz ki, bu mesele, içtihadl bir mesele olup, nefsin meylinin ve fıtratın zorlamalarının karıştığı bir meseledir; binâenaleyh, bu hususta meydana gelen ihtilâftan, iki taraftan birinin, dini veya şerefi hususunda tenkit edilmeleri neticesi çıkmaz.

Peygambere Dalâlet İsnat Etmek Küfre Düşürmez mi?

Üçüncü Soru: Onlar babalarının apaçık bir sapıklık içinde olduğunu söylemişlerdir ki, bu da zemm ve tenkîd hususunda ileri gitmektir. Peygamberi tenkit etmek hususunda ileri giden, küfre düşer. Hele, bu tenkit eden, oğul olunca!.. Zira, babalık hakkı da, daha çok saygı duymayı gerektirir.

Cevap: Burada bahsedilen "sapıklık" ile, dünyevî hususlardaki maslahatlara riâyet etmeme kastedilmiştir; rüşd ve doğru yoldan uzaklaşma manası kastedilmemiştir.

Yusuf'un Kardeşleri Günah İşlemiş Sayılırlar mı?

Dördüncü Soru: Onların, "Yusuf'la kardeşi, babasının yanında, muhakkak bizden daha sevgilidir" şeklindeki sözteri, sırf hasetten kaynaklanan bir sözdür Halbuki haset, büyük günahlardandır. Hele hele onlar bu hasetleri yüzünden O'nu yalanlamaya, o iyi kardeşlerini yok etmeye, onu kölelik zilletine duçar kılmaya ve onu, müşfik babasından uzaklaştırmaya yeltenmişler, böylece babalarını devamlı olan bir keder ve üzüntüye düşürmüşler ve onu yalanlamaya cüret etmişlerdir. Binâenaleyh, ne kadar kötü haslet, şer ve fesat hususunda ne kadar yöntem varsa, hepsini denemişlerdir. Halbuki bütün bunlar, (peygamber olduklarının kabulü halinde), onların ismetlerini ve nübüvvetlerini zedeler. .

Cevap: Durum, sizin bahsettiğiniz gibidir. Ancak ne var ki, bize göre nazar-ı dikkate alınan husus, peygamberlerin, kendilerine nübüvvet verildiği zamanki ismet ve masumiyyetleridir. Ama, nübüvvetten önce ise, ismet sahibi olmak farz değildir. Allah en iyi bilendir.

Kardeşlerinin Yusuf İçin Kurdukları Tuzak

9

Âyetin tefsiri için bak:10

10

“Yusufu öldürün. Yahut onu. uzak ve ıssız bir yere atın ki. babanızın yüzü yalnız size münhasır olsun ve siz. ondan sonra, salih bîr zümre" İçlerinden bir sözcü. "Yusuf'u öldürmeyin, onu bir kuyunun dibine bırakın yolun kafilesinden biri. onu alsın. Eğer. mutlaka yapacaksanız bari böyle yapın".

Bil ki, onların içlerindeki haset şiddetlenip had noktasına varınca, onlar, taauf un, babasından mutlaka uzaklaştırılması gerekir..." dediler. Bu da ancak, birisiyle sağlanabilirdi:

a)Öldürmek.

b) Yahut, onu, bir daha artık babasıyla bir araya gelmesinden ümidin kesileceği yare sürgün etmek... Haset eden kimsenin, kötülük hususunda bundan daha ileri varabileceği düşünülemez. Onlar bu hususta, "babanızın teveccühü münhasır olsun" şeklinde bir gerekçe de ileri sürmüşlerdir ki bu, "Yusuf, onu bizden alıkoymuş ve onun teveccühünü hep kendisine çevirmiştir. Binâenaleyh, Yusuf'u kaybederse, bütün gönlü ve muhabbetiyle bize yönelir ve siz de, ondan sonra salih bir zümre olursunuz" demektir. Bu hususta da şu izahlar yapılmıştır:

1) Onlar, kararlaştırdıkları bu şeyin büyük bir günah olduğunu anlayınca, "Biz bunu yaptığımızda, Allah'a tevbe ederiz ve salih topluluklardan oluruz..." dediler.

2) Buradaki maksat, dinî bakımdan salih olmak değil, aksine bundan maksat. iman babanız yanındaki durumunuz düzelir, babanız sizi sever de, sizinle denilmek istenmesidir.

3) Bununla şu kastedilmiştir: Sizler bu yalnızlığınız ve bir kenara itilmeniz sebebiyle, işlerini düzeltmekle meşgul olamayan aklı ve zihni dağılmış kimseler haline geldiniz. Binâenaleyh, bu tedirginliğiniz zail olunca, işlerinizi ıslah edip düzeltmeye vakit bulabilirsiniz.

Alimler, öldürmeyi emredenin kim olduğu hususunda şu iki görüş üzere ihtilaf etmişlerdir:

a) Bunu, Yusuf'un kardeşlerinden biri söylemiştir.

b) Onlar, yabancı biriyle istişare ederlerken, bunu o yabancı söyledi, kardeşlerden biri söylemedi.

Birinci görüşü benimseyenler de kendi aralarında ihtilaf etmişlerdir: Mesela Vehb, "O, Şem'ûn'dur" derken; Mukatil. "bunu söyleyenin Rûbiyel olduğunu" ileri sürmüştür.

Eğer, "Onlar peygamber oldukları halde bu onlara nasıl uygun düşer?" denirse, biz deriz ki: "Buna "Onlar o zaman henüz mürâhik idiler (yani buluğa ermemişlerdi)" diye cevap verenler çıkmış ise de bu zayıftır. Çünkü Hazret-i Yakûb (aleyhisselâm) gibi bir peygamberin, içlerinde onları, kötülüklerden alıkoyacak akıllı bir kişi olmadan, çocuklarını dışarı göndermiş olması uzak bir ihtimaldir. Hem sonra onlar, "siz, sonra sâlih bir zümre olursunuz" demişlerdir. Bu da onların tevbe etmezden önce, sâlih (iyi) olmadıklarını gösterir ki, bu durum, onların çocuk olmuş olmalarına terstir.

Bazı kimseler de bu soruya, "Bu küçük günahlardandır" diye cevap vermiştir. Bu cevap da akıldan uzaktır. Çünkü ma'sûm bir peygamber olan babaya eziyet etmek, ona yalan söylemek ve küçük bir kardeşi öldürmeye girişmek, bütün bunların herbiri büyük günahlardandır.

En doğru cevap şudur: Onlar peygamber değil idiler. Peygamber olmuş olsalar bile, bu hadiseyi peygamberliklerinden önce yapmışlardır.

Yusuf'u Öldürmekten Vazgeçip Kuyuya Atmaları

Daha sonra Cenab-ı Hak, birisinin "Yûsuf'u öldürmeyin" dediğini nakletmiştir. Bunu söyleyenin, Hazret-i Yûsuf'un teyzesinin oğlu olan Rûbiyel olduğu söylenmiştir. Rûbiyel, onların en akıllısı idi. Bundan dolayı, onları, Yûsuf'u öldürmekten alıkoydu.

Bunu söyleyenin Yehûdâ olduğu da söylenmiştir. Yehûdâ da, fikir, fazilet ve yaşça onların ileri gelenlerinden idi.

Ayette sonra "Onu bir kuyunun dibine bırakın" denilmiştir. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Nâfî, hem burada, hem de bundan sonra gelen yerde, kelimeyi geyâbât şeklinde cemî olarak okurken, diğer kıraat imamları her iki yerde de müfred okumuşlardır. Bunun cemî olarak okunmasının sebebi şu olabilir: Kuyunun kenar ve köşeleri vardır. Binâenaleyh kuyunun içinde kenar, köşe, dip bulunmuş olur. Bu kelimeyi müfred okuyanlar ise şöyle demişlerdir: "Bununla, Yûsuf'un saklanabileceği, kuyudaki bir yer kastedilmiştir. Dolayısıyla bunu müfred okumak daha hususî olur ve kastedilen manaya daha çok delâlet eder." Cühderî ise bunu, ("Kuyunun gaybında)" şeklinde okumuştur.

İkinci Mesele

Dilciler şöyle demişlerdir: Geyâbe "bir şeyi saklayıp gizleyen her şeye" denir. O halde, kuyunun gayâbeti, onun derinliği, bakanın gözüne görünmeyen, en aşağıdaki en yeridir. Cübb ise, kenarları yapılmamış kuyu demektir. Böyle kuyuya, cübb eşilme dışında, yapılma ve benzeri bir şey olmamıştır. Onu kuyunun en karanlık kımseningöremeyeceği bir yerine atılmasına işaret eden bir kimseye delâlet etsin diye, denilmiştir. Binâenaleyh geyâbe sözünün zikredilmesi onayı ifade etmiştir. Çünkü Yûsuf ile ona bakacaklar arasına hiçbir engelin giremeyeceği kuyunun herhangi bir yerine atılması da ihtimal dahilinde idi.

Üçüncü Mesele

Cübb kelimesinin başındaki elif lâm, bu kuyunun daha önce bahsi geçmiş -malûm- bir kuyu olmasını gerektirir. Bu sebeple âlimler, bu kuyunun neresi olduğu hususunda 'etmişlerdir. Katâde, "bunun Beyt-i Makdis Kuyusu olduğunu" söyler; Vehb, bunun "Ürdün arazisinde bir kuyu" olduğunu söylemiş. Mukâtil de, "bu kuyunun, Ya'kûb'un evine üç fersah uzaklıkta bir yerde olduğunu" söylemiştir. Onlar ileri sürdükleri, "Bir yolcu kafilesinden biri onu alsın " şeklindeki sebepten ötürü de, bu belirlemişlerdir. Çünkü o kuyu, bilinip tanınıyordu. Çoğu kez oraya yolcular uğrarlardı. Yine o kuyuya atılanın, kurtarılma ihtimalinin fazla olduğu biliniyordu, yolcular, oradan geçerken kuyuya gelecekler, kuyuya gelince de, içindeki o görecekler, görünce de onu çıkarıp götüreceklerdi. Dolayısıyla onun o kuyuya ölme ihtimalini azaltıyordu.

Dördüncü Mesele

İltikat, yolda bırşey bulup almak demektir. Lukata ve lakit (yitik) kelimeleri de bundandır. Hasan el-Basrî manadan ötürü, bu kelimeyi tâ ile teltekıthu şeklinde okumuştur. (Bir kafile) de "Seyyare" (kafile)dir. (Yani bu kelime müennestir, için fiili müennes getirmiştir.) Seyyare, yolculukta birlikte giden kafile demektir. Abbas: "Allahü teâlâ böyle buyurmakla oradan geçecekleri kastetmiştir" demiştir. Ayetteki "Eğer mutlaka yapacaksanız (bari böyle yapın)" sezinde, onların bu işi yapmamalarının daha evlâ olduğuna, ama eğer bu illâ yapılacak ise, hiç olmazsa bu kadarla yetinilmesi gerektiğine bir işaret vardır. Bunun bir benzeri de, Hak teâlâ'nın, "Eğer herhangi bir ceza ile mukabele edecek olursanız, ancak size reva görülen ukubetin misillemesiyle ceza yapın... "(Nahl, 126) ayetidir. Bu, "Evlâ olan, sizin bunu hiç yapmamanızdır, ama (...)" demektir.

Hazret-i Yakub'un Baştan Bert Endişeli Olması

11

Âyetin tefsiri için bak:12

12

"Onlar dediler ki: "Ey babamız, sen bize Yûsuf'u niye güvenmiyorsun? Halbuki biz onun elbet iyiliğini isteyenleriz. Yarın onu bizimle beraber gönder def bol bol yesin oynasın. Şüphesiz biz onun koruyucularıyız".

Bil ki bu söz, Ya'kûb (aleyhisselâm)'un, Yûsuf hususunda onlardan endişe duyduğuna delâlet eder. Eğer böyle olmasaydı, onlar bu sözü söylemezlerdi.

Bil ki onlar, kararı verince, bunu söylemişler ve babalarının yanında da Yûsuf'u çok sevdiklerini, ona son derece şefkat duyduklarını göstermişlerdir. Yûsuf'u bir müddet kıra götürerek, Yâkub (aleyhisselâm)'un gözünden uzak tutmak, onların âdetleri idi., Binaenaleyh babaları Yâkub (aleyhisselâm)'dan, Yûsuf'u kendileri ile birlikte göndermesini istediler. Yâkub (aleyhisselâm) Yûsuf'un gönlünü hoş etmeyi istiyordu. İşte böylece, onun kardeşlerinin sözüne aldanarak, onu, onlarla saldı. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Keşşaf sahibi şöyle demektedir: (......) kelimesi, her iki nûnun açıktan, işmâmlı idğamı ile ve işmamsız olarak okunur. Bunun manası, "Biz onu sevip, onun iyiliğini istediğimiz halde, niçin ondan ötürü bizden korkuyorsun" demektir.

İkinci Mesele

Ayetteki (......) kelimesi beş şekilde okunmuştur:

Birinci Kıraat:

İbn Kesir, ilk fiili nûn ile ve ayn'ın kesresi ile, (......) masdarından, (otlatalım) şeklinde, diğer fiil ya ile (oynasın) şeklinde okumuştur. (......) masdarı (......) fiilinin, iftiâl babıdır. Nitekim Arapça'da, hayvan otladığı zaman, (......) denilir. (......) ise, develeri ve hayvanları otlatmaktır. Onlar, otlatma işini kendilerine izafe etmişlerdir. Bu, aslında "Develerimizi otlatalım" demektir. Keza, otlatma işini kendilerine nisbet etmişlerdir. Çünkü bu otlatmanın sebep ve vesilesi kendileridir. Netice olarak otlatmayı ve mallarını muhafaza etme işini kendilerine izafe etmişlerdir. Çünkü onlar bulûğa ermiş delikanlılardı. "Oynama" işini de, küçük olduğu için Yûsuf'a nisbet etmişlerdir.

İkinci Kıraat: Nâfî, her iki fiili de yâ ile ve ayn'ın kesresi ile okumuştur. Böylece otlatma işi. buna alışsın ve denesin diye, develeri otlatma işini yapanın bizzat Yûsuf olması manasında, Yûsuf'a nisbet edilmiştir. Binâenaleyh bu, Yûsuf, diğer çocuklar gibi kah deve otlatmış kâh oyun oynamış demektir.

Üçüncü Kıraat: Ebu Amr ve İbn Âmir, nûn ile ve ayn ile ba harfinin cezmi (sükunu) ile (......) şeklinde okumuşlardır. İbnü'l-A'rabî (......) masdarının manasının, yeryüzünün otunu yemek (otlamak)'tır. Bunun, otun bollaşması manasına olduğu da söylenmiştir. (......) fiilinden maksad, mubah olan oyun ve eğlencelere yönelmek manasıdır. Bu, insana âit bir fiildir.

Bunun nel'ab (oynayalım) şeklinde okunmasına gelince: Rivayet olunduğuna Ebû Amr'e denilmiştir: "Onlar, peygamber oldukları halde nasıl, "Oynayalım" diyebilirler?" denildi. O da buna karşı, "Onlar, o zaman henüz peygamber değillerdi " cevabını verdi. Yine bununla gönlün rahatlaması için, mubah olan eğlence ve oyunları zamanının kastedilmiş olması da caizdir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Cabir (radıyallahü anh)'e "Evlendiğinde; kendisi ile oynaşacağın ve seninle oynaşacak bir bakire bulamadın mı?" buyurmuştur. Bir de, onların oyunları yarış yapmaktı. Bundan gaye de, kâfirlere karşı savaşmayı öğrenmekti. Bunun delili onların, "Biz yarışmak üzere gitmiştik" (Yûsuf. 17) şeklindeki sözleridir. Bu yarış, adetâ bir oyun olduğu için, onu "oynamak" kelimesi ile ifâde etmişlerdir.

Dördüncü Kıraat: Kûfeliler, her iki fiili de yâ ile, ayn'ın ve bâ'nın sükûnu ile, yertâ' ve yel'ab şeklinde okumuşlardır. Buna göre, otlama (yani yiyip-içme) ve oynama işi Yûsuf'a izafe edilmiştir.

Beşinci Kıraat: İlk fiil yâ (......) ile (yerta') (otlasın), ikincisi nûn ile, nel'ab (oynayalım) şeklinde okunmuştur ki, bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü onlar, ferahlasın diye, Yûsuf'u, babalarının, kendileri ile birlikte salmasını istemişlerdi, yoksa kendileri oynayıp eğlensinler diye değil. Allah en iyi bilendir.

Hazret-i Yâkub'un Yusuf'u Göndermek İstememesi

13

Âyetin tefsiri için bak:14

14

"Babalan dedi ki: "Onu götürmeniz muhakkak ki beni endişeye düşürür. Siz ondan gafil iken. onu kurdun yemesinden korkarım." Onlar da dediler ki: "Andolsun ki biz böyle kuvvetli bir cemaat iken, onu bir kurt yer ise, hiç şüphesiz hüsrana uğrayanlardan olmuş oluruz".

Bil ki onlar, babalarından Hazret-i Yûsuf'u kendileri ile birlikte göndermesini isteyince, babaları şu iki mazereti ileri sürdü:

a) Onların onu götürüp, kendisinden uzaklaşmaları onu üzer. Çünkü Hazret-i Yâkub, bir an bile Hazret-i Yûsuf'un ayrılığına dayanamazdı.

b) Az ihtimam gösterecekleri için, onlar hayvanları otlatırken veya oynarken, onu unutabilecekleri için, bir kurdun gelip onu yemesinden endişe etmesi. Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Yâkub, uykusunda bir kurdun Hazret-i Yûsuf'a doğru saldırdığını görmüş ve bundan dolayı böyle demiştir. Sanki böylece bu bahaneyi çocuklara kendisi öğretmiş olmaktadır. Arapların darb-ı mesellerinde "Belâ, söylenen söze bağlanmıştır" diye bir darb-ı mesel vardır. Yine onların topraklarında çok kurt bulunduğu da söylenmiştir. Bu kelime, aslı üzere hemze ile ve sükûn ile, (......) şeklinde okunmuştur. Bunun, rüzgâr her taraftan estiği zaman söylenen, deyiminden alındığı da söylenmiştir. Yâkub (aleyhisselâm), bu sözü söyleyince, onlar da, "Andolsun ki biz böyle kuvvetli bir cemaat iken, onu bir kurt yer ise, hiç şüphesiz hüsrana uğrayanlardan olmuş oluruz" diyerek cevap vermişlerdir. Bu deyimle ilgili birkaç soru vardır:

Birinci Soru: Ayetteki (......) kelimesinde in edatının başındaki lâm'in faydası nedir?

Buna iki şekilde cevap verilir:

a) (......)in edatı, şartın bir neticeyi gerektirdiğini ifâde eder. Buna göre bu, "Eğer böyle bir şey olursa, biz hüsrana uğrayanlardan olmuş oluruz" demektir. Demek ki lâm, şartın bir cezayı (cevabı) gerektirmesini te'kîd etmek için gelmiştir.

b) Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Bu lâm, takdiri, "Vallahi eğer onu bir kurt yerse..." şeklinde olan, mahzûf bir kasemin olduğunu gösterir.

İkinci Soru: Ve nahnu kelimesinin başındaki vâv'ın manası nedir?

Cevap: Onlar, bütün işlerin üstesinden gelebilen ve tehlikeleri altedebilen on kişi oldukları halde, babalarının, kurdun, onların arasından kardeşlerini çekip alması, yemesi hususundaki endişesi tahakkuk ederse, o zaman kendilerinin ziyana uğramış bir topluluk olacaklarına dair yemin etmişlerdir.

Üçüncü Soru: Onların, "hiç şüphesiz hüsrana uğrayanlardan olmuş oluruz" tünden maksat nedir?

Cevap: Buna birkaç bakımdan cevap verilebilir:

a)Hâsirûn kelimesinin manası "zayıflık ve acziyyetten helak olmuş oluruz" sarandadır. Bunun bir benzeri de, (Mü'minûn, 34) Kör Buradaki (......) kelimesinin anlamı, "aciz kalmışlardan olursunuz" şeklindedir.

b)Onlar, kendileri orada bulunduğu halde, kurt, kardeşlerini yediği zaman, ne hüsran ve helak olmakla beddua edilmeye; "Allah onları hüsrana uğratsın, onları!" denilmeye müstehak idiler" anlamındadır.

c)Bunun manası şudur: "Muhakkak ki biz, kardeşimizi korumaya muktedir ırazsak, şüphesiz sürülerimiz de helak olur ve biz onları yitiririz."

d)Onlar, babalarına hizmet hususunda kendilerini yormuşlar ve babalarının işlerini y-a hususunda bütün gayretlerini sarfetmişlerdi. Bütün bu yorgunluklara ise, sa- cuâ ve övgüye mazhar olmak için katlanmışlardı. İşte bundan dolayı onlar hizmetimizde bir kusur yaparsak, şüphesiz bütün bu işlerimiz boşa olur ve biz de, bizden sudur eden çeşitli hizmetlerimizi ziyan etmiş oluruz"

Dördüncü Soru: Yakub (aleyhisselâm), iki mazeret ileri sürmüş, ama onlar, bunun birisine verirken, diğerine vermemişlerdir.

Cevap: Kardeşlerinin Yusuf'a olan kin ve öfkeleri, birinci mazeretten, yani Yakub'un Yusuf'a olan şiddetli sevgisinden dolayı idi. İşte onlar, bu mananın zikredildiğini duyunca, ondan gafil göründüler.

Yusuf'u Götürmeleri ve Kuyuya Atmaları

15

"Nihayet vakta ki onu götürdüler, onu kuyunun dibine bırakmayı elbirlik kararlaştırdılar. Biz de kendisine: "Andolsun ki sen onlara, hiç farkında değillerken, bu işlerini haber vereceksin" diye vahyettik".

Bil ki, bu ayette iki yerde bir hazfin bulunması gerekmektedir:

a) Ayetin takdiri şöyledir: "Onlar, "Andolsun ki biz böyle kuvvetli bir cemaat iken, onu bir kurt yer ise, hiç şüphesiz hüsrana uğrayanlardan oluruz "dediler" (Yusuf. 14). Bunun üzerine de Yakub, Yusuf'a izin verdi ve onu, onlarla beraber gönderdi..." Daha sonra ise bu ifadeye, "Nihayet vakta ki onu götürdüler..." ayeti bitirmiştir.

b) Şüphe yok ki, "Nihayet vakta ki onu götürdüler ve onu, kuyunun dibine bırakmayı elbirlik kararlaştırdılar..." ifadesinin bir cevabının bulunması gerekir. Zira lemmâ edatının cevabı zikredilmemiştir. Bu cevap da, "Onu kuyuya bıraktılar" şeklindedir. Zikredilenin, kendisine delâlet etmesi şartıyla, cevabın hazfedilmesi Kur'ân-ı Kerim'de pek çoktur. İşte burada da böyledir

Süddî şöyle demiştir: "Yusuf (aleyhisselâm) kardeşleriyle birlikte yola çıkınca, onlar ona şiddetli bir düşmanlık gösterdiler. Derken, onlardan birisi Yusuf'u dövmeye başladı; o, ötekinden yardım isteyince, bu sefer o bırakıp bu onu dövmeye başladı. İçlerinde hiçbir merhametli kimse bulamıyordu. Onu, öldürünceye kadar dövdüler. Yusuf ise şöyle diyordu: "Ah Yakub, bir bilsen oğluna neler yapılıyor!.." Bunun üzerine Yahuda "Siz bana, onu öldürmeyeceğinize dair söz vermemiş miydiniz?" deyince, onu içine atmak üzere kuyuya götürdüler.

Yusuf kuyunun kenarına asılıp tutunmuş vaziyette iken gömleğini sırtından çıkardılar. Gayeleri ise, gömleğine kan bulaştırıp, bunu Yakub'a sunmaktı. Bunun üzerine Yusuf, "Üzerimi örtebilmem için, gömleğimi bana geri verin!" ivince onlar, "Sana arkadaş, enîs olmaları için, güneşe, aya ve onbir yıldıza sesten!..' dediler. Sonra da onu, kuyuya sarkıttılar; kuyunun yarısına vardığında, ölmesi için oradan aşağı bıraktılar. Kuyunun içinde ise, (bir miktar) su bulunuyordu. Yusuf oraya dftatfi, sonra da, (yine kuyunun dibinde bulunan) bir kayaya sığındı. Ağlayarak o klanın üzerine çıktı. Bunun üzerine yukardakiler ona seslendiler; Yusuf onların insafa ve merhamete geldiğini sanarak, onlara karşılık verdi. Bunun üzerine hemen onlar, onu taşla ezmek isteyince, Yehûda ayağa kalktı ve onlara mani oldu. Yahuda, Yusuf'a yemek getiriyordu..."

Rivayet edildiğine göre Yusuf (aleyhisselâm) kuyunun dibine atılınca, "Ey, gâib olmayan, herşeyden haberi olan! Ey, uzak olmayan, yakın olan! Ey, galebe edilemeyen, hep galib olan Allah'ım! Benim şu halimi genişlet ve bana bir çıkış yolu göster!.." diye yakarmıştır. Yine rivayet edildiğine göre, İbrahim (aleyhisselâm) de ateşe atıldığında elbiseleri çıkarılmıştı. Derken, Cebrail ona, cennet ipeğinden bir gömlek getirmiş ve onu gîydîrmişti. Sonra İbrahim bu gömleği İshâk'a, İshâk Yakub'a vermiş, Yakub da bu gömleği bir muskanın içine koyarak, onu Yusuf (aleyhisselâm)'un boynuna asmıştı. Sonra Cebrail gelmiş ve bunu oradan çıkararak, Yusuf'a giydirmişti.

Allah'ın Yusuf'a Vahyetmesi

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Biz de kendisine, "Andolsun ki sen onlara, hiç farkında değillerken, bu işlerini haber vereceksin" diye vahyettik" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele ivdir:

Birinci Mesele

Buyruğu ile alâkalı iki görüş bulunmaktadır:

a) "Bundan maksat, vahiy, nübüvvet ve risâlettir." Bu, muhakkik alimlerden büyük bir cemaatin görüşüdür.

Bu görüşü benimseyenler, daha sonra, Yusuf (aleyhisselâm)'un o zaman bulûğa erip ermediği hususunda ihtilaf etmişlerdir... Bu cümleden olmak üzere bir kısmı, "O, o zaman bulûğa ermişti ve yaşı da, onyedi idi" derken, diğerleri de, onun o vakit henüz çocuk olduğunu, ancak ne var ki, İsa (aleyhisselâm) hakkında da söz konusu olduğu gibi aklını kemâle erdirip, vahyi ve nübüvveti almaya elverişli ve kabiliyetli hale getirdiğini söylemektedirler.

b) Buradaki vahiyden maksat, ilhamdır. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Musa'nın anasına.... diye vahyettik (evheynâ)" (Kasas, 7) ve "Rabbin bal arısına (...) ... diye ilham etti (evhâ)" (Nahl, 68) ayetinde geçen vahy kelimesi gibidir.

Birinci görüş daha evlâdır; çünkü, vahyin zahirî manası budur.

İmdi şayet, "Yanında tebliğde bulunacağı bir kimse bulunmadığı halde, Cenâb-ı Hak onu, o vakitler nasıl peygamber kılmıştır?" denilirse, deriz ki: Onu vahiy ve tenzil te şereflendirip de çok daha sonra tebliğde bulunmasını emretmiş olması imkânsız değildir. Buna göre, daha önce vahyin inzal buyurulması ise, ona ünsiyyet vermek, gönlünü rahatlatmak, kalbindeki keder ve yalnızlık duygusunu yok etmek içindir.

İkinci Mesele

(......) buyruğu hakkında iki görüş bulunmaktadır:

a) Bu ifâdeden murad şudur: "Allahü teâlâ Yusuf (aleyhisselâm)'a, "Sen kardeşlerine, bu günden sonra, sana yaptıklarını bildireceksin. Onlar da o zaman, senin Yusuf olduğunu bilemeyecekler..." Bundan maksat ise, onun bu sıkıntıdan kurtulacağını, onlara bir gün galib geleceğini ve onların, onun kudreti ve hakimiyeti altına gireceklerini bildirmek suretiyle, Yusuf'un kalbini takviye etmektir.

Rivayet olunduğuna göre onlar, buğday taleb etmek için Yusuf'un yanına girdiklerinde, Yusuf onları tanımış, onlarsa Yusuf'u tanıyamamışlar, bunun üzerine Yusuf su tası getirterek onu, onun eli üzerine koydu; sonra taşa vurdu ve taş tınladı, ses çıkardı. Bunun üzerine Yusuf şöyle dedi: "Bu su kabı bana, sizin, baba bir erkek kardeşiniz olduğunu, adınm da Yusuf olduğunu, ama sizin onu kuyuya attığınızı, babanıza da, onu kurt yediğini söylediğinizi bildirmektedir!"

b) Bundan maksat şudur: "Biz Yusuf (aleyhisselâm)'a kuyuda, "Sen kardeşlerine bütün bu şeyleri bildireceksin" dîye vahyetmiştik. Onlar ise, Yusuf'a vahyedildiğini bilemeyecekler.

Yusuf'a vahiy inzal buyurulduğunun gizlenmesindeki fayda ise şudur: Şayet onlar bunu bilmiş olsalardı, hasetlen artar, böylece de onu öldürmeye yönelebilirlerdi...

Üçüncü Mesele

Biz, uhiç farkında değillerken" sözünü, birinci tefsire hamledersek, bu, Allahü teâlâ tarafından Yusuf (aleyhisselâm)'a, kendisini babasından gizlemesi ve başına gelen halleri ona bildirmeme hususunda bir emirdir. İşte bundan dolayı o, Allah'ın emrine muhalefet etmek korkusuyla, babasının kendisine olan düşmanlık ve iştiyakını bildiği halde, bu uzun müddet boyunca kendisini, babasından gizlemiş ve bu acıyı yudumlamaya katlanmıştır. Böylece Cenâb-ı Hak, o, Allah'a çokça rücû etsin, dünya ile alakası sona ersin, böylece de kullukta, ancak çok zor sıkıntılara katlanmakla kendisine ulaşılabilen yüce derecelere ulaşsın diye, Yakub (aleyhisselâm)'a bu çok zor keder ile bu büyük üzüntünün gelmesine hükmetmiştir. Allah en iyi bilendir.

Kardeşlerinin Eve Dönmeleri

16

Âyetin tefsiri için bak:18

17

Âyetin tefsiri için bak:18

18

"Akşam, ağlaya ağlaya babalarına geldiler: "Ey babamız, dediler, hakikaten biz, koşu yarışması yapmak için gittik. Yusuf'u da, eşyamızın yanına bırakmıştık. (Bir de ne görelim), onu kurt yemiş! Biz doğru söyleyen kimseler olsak da, sen bize inanmazsın." Bir de üstüne sahte bir kan bulaştırılmış olan gömleğini getirdiler. (Yakub) dedi ki: "Hayır, nefisleriniz sizi aldatıp, (böyle feci) bir işe sürüklemiş. Artık bana düşen güzel bir sabırdır. Sizin anlatışınıza karşı, yardımına sığınılacak olan, (ancak) Allah'tır".

Bil ki onlar, Yusuf'u kuyuya atınca, akşamleyin ağlayarak babalarının yanına döndüler. İbn Cinnî, ayn'ın dammesi ve kasr ile (......) şeklinde okunduğunu da rivayet etmiş ve, "Onlar, ağlaya ağlaya akşamladılar" anlamını vermiştir. İşte bu esnada, Yakub (aleyhisselâm) korkarak, "Koyunlarınıza mı bir şey oldu?" deyince onlar, "Hayır" dediler. Bunun üzerine Yakub (aleyhisselâm), "Yusuf ne yaptı?" deyince de, onlar, "Hakikaten biz, koşu yarışması yapmak için gitmiştik. Yusuf'u da, eşyamızın yanında bırakmıştık. (Bir de ne görelim), onu kurt yemiş!" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Yakub, ağladı, feryat etti ve "Gömleği nerede?" dedi. Ve onu alıp yüzüne sürdü, böylece de yüzü gömleğin kanıyla boyandı.

Rivayet olunduğuna göre bir kadın, Kadî Şureyh'a, mahkeme olmak için başvurmuş ve ağlamıştı. Bunun üzerine Şa'bî: "Ey Ebû Ümeyye, onun ağlamasına ne dersin?" deyince o: "Yusuf'un kardeşleri de, zalim ve yalancı oldukları halde, ağlayarak gelmişlerdi. Kişinin ancak hak ile hükmetmesi gerekir' dedi.

Ayetteki Yarışmanın Konusu

Alimler, ayette geçen "yarışma"nın ne anlamda olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Zeccâc: "Onlar, ok atma hususunda birbirleriyle yarışıyorlardı" demiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de: "Yarışma ancak, koşmada, ok atmada veyahut da at veya devede olabilir"şeklindeki hadisi bu anlamdadır. Yani, Hazret-i Peygamber nasi kelimesiyle, ok atmayı kastetmiştir. Ok yarışı aslında, ne kadar uzağa atmak, fırlatmak ile alâkalıdır. Bu, iki kişinin, hangisinin daha uzağa attığı ortaya çıksın diye, ok atmaları demektir. Daha sonra bu şekilde karşılıklı olarak ok atanlar, böylece nitelendirilmişlerdir. İşte bu cümleden olarak, hangisinin daha uzağa attığının ortaya çıkması için böyle bir yarış yaptıklarında denilmiştir.

Abdullah İbn Mes'ûd'un, (......) şeklinde okuduğu rivayeti de, yapılan bu açıklamanın doğruluğuna delalet eder.

İstebeka kelimesinin tefsiri hususundaki ikinci görüşe göreyse, Süddî ve Mukatil'in: "Hangimizin daha hızlı koştuğu ortaya çıksın diye koşmuştuk..." şeklinde manalandırmalarıdır.

Buna göre şayet, "Onlar, çocukların işi olan bu işi, âkil baliğ oldukları halde, nasıl yapabilmişlerdir?" denilirse, biz deriz ki:

Onların yarışmaları, tıpkı, atların yarışmaları gibiydi. Onlar böylece kendilerini deniyor ve koşuya alıştırıyorlardı. Koşu, onların, düşmanla savaşmalarında, sürüye kurt saldırdığında ona karşı koymada bir çareleri, aletleri gibiydi.

Ayetteki "li cümlesinin manası "Yusuf'u kurt yedi" demektir. Şöyle tefsir edildiği de olmuştur: "Kardeşleri, yalandan kurtulmak için "onu kurt yedi" diye zamir kullanmışlar ve fakat aslında "onun azığını kurt yedi" manasını kastetmişlerdi." Ama asıl muteber olan izah, ilk izahtır.

Daha sonra onlar "Biz, doğru söyleyen kimseler olsak da, sen bize inanmazsın" demişlerdir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu, Yakuta (aleyhisselâm) doğru olduğunu bildiği kimseleri tasdik etmezdi" anlamında değildir. Tam aksine bunun manası, "Şayet biz, senin yanında güvenilir ve sadık kimselerden olmuş olsaydık bile, Yusuf'u çok sevmenden dolayı, onun hakkında bizi suçlar ve bizim yalan söylediğimizi zannederdin. Netice olarak, bizler ne kadar doğru söylüyorsak da, ancak ne var ki sen, bizi tasdik etmeyecek, bizi suçlayacaksın..." demektir. Mananın, "Biz, her ne kadar sadık isek de, sen bizi tasdik etmeyeceksin. Çünkü senin nezdinde, bizim doğruluğumuza delâlet edecek bir emare bulunmamaktadır" şeklinde olduğu da söylenmiştir.

İkinci Mesele

Alimlerimiz, Arapça'da aslında, imanın, tasdik anlamına geldiğine dair bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Çünkü, "Sen bize inanmazsın" ifadesiyle, "sen bizi tasdik etmezsin" manası kastedilmiştir. Durumun, Arapça'da böyle olduğu sabit olunca, bunun şeriat ıstılahında da aynen kalması gerekir. Bu husustaki geniş izah, Bakara Sûresi'nin başındaki (......) (Bakara, 3) ayetinin tefsirinde geçmişti.

Gömleğine Sahte Kan Sürmeleri

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bir de üstüne sahte bir kan bulaştırılmış olan gömleğini getirdiler" buyurmuş olup bununla ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Onlar, bu sözlerinde doğru söyledikleri zannını vermek için, bu kana bulanmış gömleği getirdiler. Denildiğine göre onlar, bir oğlak boğazlamışlar ve gömleği onun kanına bulamışlardı.

Kadî ise şöyle demiştir: "Öyle anlaşılıyor ki: Kuyunun dibine attıkları zamani çıkarmalarından gayeleri, doğruluklarını tekîd etmek için bu işi yapmış olmalarıdır. Çünkü bunu, gömleğin kendisine tamah ettiklerinden dolayı yapmış olmaları uzak bir ihtimaldir. Böyle bir günahın, böyle bir hızlânla birlikte bulunması.çünkü eğer onlar, onu kana bulayıp da yırtmış olsalardı, istedikleri zannı uyandırmaları daha inandırıcı olurdu. İşte bundan dolayı Yakub (aleyhisselâm), gömleği sağlam görünce, onların yalan söylediğini anladı."

İkinci Mesele

(......) tabiri, "Develerine yük vurdular" deyiminde olduğu gibi, "Gömleğinin üzerine kan vurdular, sürdüler" anlamındadır.

Üçüncü Mesele

Ferrâ, Müberred, Zeccâc ve İbnu'l-Enbârî gibi, Arap dili alimleri (......) deyiminin (......) "hakkında yalan söylenilmiş, denildiği gibi olmayan" anlamına geldiğini, ancak ne var ki bunun, "yalanlı olan, yalana bulaşmış kan" takdirinde, masdar ile bir nitelenme olduğunu, ama mübalağa olsun diye, sanki kanın, yalanın ta kendisi kılındığını söylemişlerdir. Onlar şöyle demişlerdir: (dökülmüş) anlamında "Emirin bastırmış olduğu dirhem" ve dokuması elbise, kumaş" deyimlerinde olduğu gibi ism-i mef'ûl; "Eğer suyunuz, yerin dibine batıp giderse... "(Mülk, 30) ayetinde ve "Serapa adalet ve serapa oruç olan adam" ve gücü hep ağlamak, çığırmak olan kadın..." tabirlerinde de olduğu gibi ism-i fail masdarla ifâde edilir. Onlar, masdarla isimlendirildikleri gibi, masdar da onlarla isimlendirilir ve binâenaleyh Araplar akıl için ma'kul; dövmek için de meclûd, kullanmaktadırlar. Cenâb-ı Hakk'ın, "Delilik hangisinde imiş?" (Kalem, 6) ve "Siz didik didik parçalanıp dağıldığınız zaman" (Sebe, 7) ayetlerinde de bunun gibidir.

Şa'bî şöyle demiştir: "Yusuf kıssasının hepsi, onun gömleği hakkındadır. Çünkü, onu kuyuya attıkları zaman onun gömleğini çıkarttılar ve o gömleği kana bulaştırarak babalarına götürdüler. Tutulan şahit, şahitlik yaptığında, "Eğer gömleği önünden yırtıldıysa..." (Yusuf, 26): Yusuf (aleyhisselâm)'un gömleği (o Mısır'da iken) babası Yakûb (aleyhisselâm)'a getirilip onun yüzüne atıldığında, gözleri görür." Sonra Cenâb-ı Hak, Yusuf'un kardeşlerinin bu sözü söyleyip doğru olduklarına dair gömleği delil getirdikleri zaman, Yakub (aleyhisselâm)'un, "Hayır, nefisleriniz sizi aldatıp, (böyle fecî) bir işe sürüklemiş..." dediğini nakletmiştir.

Ibn Abbas: "Bunun manası "Doğrusu, nefisleriniz size böyle fecî bir işi süslü göstermiştir" şeklindedir. "İnsanın, herhangi bir şeyi gerçekleştirmeyi de arzulayarak, onu gönlünden geçirmesidir" demiştir. Ezherî de: "Tesvil kelimesi, sanki, "insanın bir şey istemesi..." ifadesindeki suâl kelimesinin tef'îl veznidir. Bu, insanın arzulayıp da, kendisine batıllar vesair şeyleri süslü gösteren kuruntusu (umniyye)dir. Bu kelimenin aslı, hemzelidir. Ama, hemzeli okuma Araplara zor gelmiştir" demiştir.

Keşşaf sahibi de: "Sevvelet kelimesi, genişlemek, kendini salıvermek anlamına gelen sevel kökünden olup, "kolaylaştırdı" anlamındadır" demiştir.

Hazret-i Yakub'un Yalanı Keşfetmesi

Bunu anladığın zaman biz deriz ki: Ayetteki bel edatı onların, "onu kurt yemiş..." sözlerini reddetmek için gelmiştir. Yakub (aleyhisselâm) sanki, "Sizin söylediğiniz gibi değil. Belki de daha doğrusu, "Nefisleriniz sizi aldatıp, onun hakkında (böyle fecî) birîşe sizi sürüklemiştir..." Yani, "Nefisleriniz size, anlatmadığınız bîr işi süslü gösterdi..." demiştir.

Müfessirler, Yakub (aleyhisselâm)'un, onların yalan söylediklerini nerden anladığı hususunda değişik görüşler belirterek ihtilaf etmişlerdir:

1) O, onların kalblerindeki şiddetli haset ve kıskançlığı bildiği için, yalan söylediklerini anlamıştır.

2) O, Yusuf (aleyhisselâm)'un sağ olduğunu biliyordu. Çünkü o Yusuf'a, "Rabbin seni, öylece beğenip seçecek"(Yusuf, 6) demişti. Bu, Yusuf 'un kardeşlerinin bu hususta yalan söylediklerine kesin bir delildir.

3) Said İbn Cübeyr şöyle demiştir: "Onlar Yusuf'un gömleğine o gömlek yırtık olmaksızın, sahte bir kan sürünce, Yakub (aleyhisselâm) onlara: "Yalan söylüyorsunuz!.. Eğer onu kurt yemiş olsaydı, onun gömleği yırtılmış olurdu.." demiştir.

Süddî'nin de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Yakub (aleyhisselâm), "Bu kurt, pek de merhametliymiş!.. Onun etini, gömleğini yırtmadan nasıl yemiş?!" demiştir."

Yine rivayet edildiğine göre Yakub (aleyhisselâm) bunu söyleyince, onlardan birisi, "Onu, belki de hırsızlar öldürmüştür" demiş, bunun üzerine de, Yakub (aleyhisselâm) "Onlar, onu öldürmektense, gömleğini almaya daha çok muhtaç oldukları halde, nasıl olur da onu öldürüp gömleğini almazlar?!.." demiştir. Binâenaleyh, onların sözleri birbirini tutmayınca, bundan ötürü onların yalan söylediğini anladı ve sonra, "Artık bana düşen, güzel bir sabırdır" dedi. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Alimlerden bazısı: "Bu ifâde, mübteda olarak merfûdur; haberi ise mahzûf olup, bunun takdiri, "Güzel sabır, feryâdü figân etmekten daha evlâdır.." şeklindedir. Bazı alimler de, mübtedânın mahzuf olduğunu söylemişlerdir. Meselâ Halil, "Bunun takdiri, "Yapacağım iş, güzel bir sabırdır" şeklindedir" demiştir. Kutrub: "Bunun manası, "Benim sabrım, güzel bir sabırdır" şeklindedir" demiştir.

İkinci Mesele

Ferrâ: "Bu, "Bu, güzel bir sabırdır" takdirindedir" demiştir. Yakub (aleyhisselâm)'un kanları dökülmüştü ve onları bir bez parçası içinde muhafaza ediyordu. Ona, "Bu nedir, nedendir?" denildiği zaman o: "Bu, zamanın uzaması ve hüzünlerin çoğalmasıdır " dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ ona: "Ey Yakub, beni şikâyet mi ediyorsun?" diye vahyedince o da: "Ya Rabbi bir hatadır işledim, sen benim bu hatamı bağışla..." dedi.

Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnhâ)'den rivayet edildiğine göre o, İfk hadisesi hakkında şöyle demiştir: "Vallahi, eğer ben yemin edersem, beni doğrulamayın; mazeret beyân edersem, mazeretimi kabul etmeyin. Benimle sizin durumunuz, Yakub (aleyhisselâm) ile oğlu Yusuf'un durumu gibidir. "Sizin şu anlatışınıza karşı, yardımına susulacak olan ancak Allah'tır..." Bunun üzerine Allahü teâlâ, onun mazur, suçsuz olduğuna dair olan ayetini inzal buyurdu.

Üçüncü Mesele

Hasan el-Basri'den rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber ifâdesi hakkında sorulunca, "Bu kendisinde hiçbir şikâyet ve sızlanma bulunmayan bir sabırdır. Şikâyet edip, bunu yayarsa, sabretmiş olmaz..." buyurmuştur. Kur'ân'da Hazret-i Yakûb (aleyhisselâm)'dan nakledilen "Ben kederimi, mahzunluğumu yalnız Allah'a şikâyet ediyorum..." (Yusuf, 86) sözü de buna delâlet etmektedir.

Mücâhid: "Sabr-ı Cemil' demiştir. "Feryâd ü figân etmeksizin gösterilen sabırdır"

Sevrî: "Bu.sırrından ve başına gelen musibetten bahsetmemen ve kendini tezkiye etmemen, buna layık olmadığını söylememendir" demiştir.

Burada şöyle bir husus bulunmaktadır: Allah'ın kaza ve kaderine sabretmek . âcibtir. Ama, zalimlerin zulmüne ve hilekârların hilesine sabretmekse vâcib değil, hatta, hele hele onun zararı başkalarına dokunuyorsa, vacib olan, onu ortadan Kaldırmaktır.

Hazret-i Yakûb Niçin Yusuf'u Kurtarmaya Girişmedi?

"Bu kıssada, Yusuf (aleyhisselâm)'un kardeşlerinin yalan ve hiyanetleri ortaya çıktığına göre, Yakub (aleyhisselâm) buna daha niçin sabretmiştir? Yusuf şayet halâ yaşıyor idiyse, onu içinde bulunduğu darlık ve sıkıntılardan kurtarmak için; yok eğer, onu hakikaten öldürmüş iseler, onlara kısas tatbik etmek için, Yakub (aleyhisselâm) daha niçin meseleyi iyice araştırıp tetkik etmek hususunda elinden geleni yapmamıştır? Binâenaleyh bu, sabrın uygun olmayan bir konuda gösterilmiş olduğu sabit olur .bu soruyu kuvvetlendiren hususlardan birisi de şudur: Yakub (aleyhisselâm), Hazret-i Yusuf'un, sağ ve selâmette olduğunu biliyordu. Çünkü o, daha önce ona, "Rabbin seni öylece beğenip seçecek... Sana, rüya tabirine ait bilgi verecek "(Yusuf, 6) demişti. Görünen o ki, o bu sözü, kendisine gelen vahiyden dolayı söylemiştir.

Hazret-i Yakub, Yusuf'un sağ ve selâmette olduğunu bildiğine göre, onu arayıp bulmak için çaba sarfetmesi gerekirdi. Ve yine, Yakub (aleyhisselâm), haddi zatında, kadr-u kıymeti, mertebesi büyük bir adamdı... Ve şerefli ve büyük bir ocaktan geliyordu. Bütün herkes onu biliyor, onu tanıyor, ona güveniyor ve onu büyük biliyorlardı. Binâenaleyh, eğer o Yusuf'un iyice araştırıp soruştursaydı, mesele ortaya çıkacak, meşhur olacak ve meselenin kapalı bir tarafı kalmayacaktı. Şu halde, Hazret-i Yusuf'un bulunmasını, yanında olmasını arzulamasına ve onu çok sevmesine ve onu araması da, kendisine vacib olan şeylerden olmasına rağmen, onu aramamış olmasının sebebi nedir? Böylece sabit olur ki, bu durumda gösterilen sabır, hem aklen hem de dinen kınanmıştır.

Buna cevâbımız, şöyle denilmekten başka cevap olmadığını söylememizdir: "Allahü teâlâ Yakub (aleyhisselâm)'u, mihnetini arttırmak ve meseleyi ona daha da zorlaştırmak için, Hazret-i Yusuf'u aramaktan onu men etmiştir.

Bir de, belki de o, hallerin karînesiyle, çocuklarının güçlü kuvvetli olduklarını ve kendisine, Yusuf'u arayıp butma imkânı vermeyeceklerini; eğer Yusuf'u araştırmada fazla ileri giderse, onların belki de kendisine eziyyet vermeye ve hatta öldürmeye yöneteceklerini biliyordu. Ve yine o, Allahü Teâlâ'nın, Yusuf'u belâ ve mihnetlerden koruyacağını ve neticede, onun şanının büyüyüp yüceleceğini biliyordu; ama o, çocuklarının sırlarını ifşa etmeyi arzulamamış ve onları, insanların diline düşürmeye de gönlü razı olmamıştı. Çünkü, çocuklardan birisi diğerine zulmederse, baba şiddetli bir üzüntüye düşer; zira mazlum olan, kendi öcünü almazsa, babanın kalbi mazlum olan çocuğu için yanar. Eğer o, öcünü alırsa, bu sefer babanın yüreği kendisinden öc alman evlâdı için yanıp yakılır. Dolayısıyla, Yakub (aleyhisselâm) böyle bir belânın ortasında kalınca, en doğru olanın susup sabretmek ve işi, tamamen Allah'a havale etmek olduğunu düşündü.

Dördüncü Mesele

Makbul ve Makbul Olmayan Sabır

"Artık bana düşen güzel bir sabırdır" ifâdesi, sabrın iki kısım olduğuna delâlet eder: Güzel olan sabır; güzel olmayan sabır.

Güzel olan sabır, belâyı indirenin Allah olduğunu bilip, sonra Allahü teâlâ'nın, Mâlikü'l-Mülk olduğunu anlamaktır. Malik olana, kendi mülkündeki tasarrufundan dolayı itiraz edilemez. Binâenaleyh, kalbin bu makama dalması, kulu şikâyette bulunmaktan alıkor.

ikinci İzaha göreyse "sabr-ı cemîl", insanın bu belâyı indirenin, câhil olmayan bir hakîm, gafil olmayan bir âlim, unutmayan bir alîm, zulmetmeyen bir rahîm duğunu bilmesidir. Durum böyle olunca, O'ndan sadır olan herşey mahza hikmetğru olmuş olur. İşte bu durumda insan susar ve itiraz etmez. Üçüncü bir izaha san için bu belânın Hak'dan geldiği ortaya çıkar. Bundan dolayı, bu belâyı nurlarını müşahede etmeye dalması, kişiyi belâdan şikayet etmekle meşgul alıkor. Bundan ötürü denilmiştir ki, "Tam sevgi, vefa ile artmaz; cefâ ile." Çünkü, eğer o, vefa ile artsaydı, o sevilen şey nasib ve payın bizzat olmuş olur; o nasibe ulaştıran şey bizzat değil, arızî olarak mahbûb olmuş İşte, sabr-ı cemîl budur.

Ana sabır, Cenâb-ı Hakk'ın kazasına rızâdan dolayı değil de, başka gayeler için bu sabır, sabr-ı cemîl olmamış olur. Bütün fiil, söz ve itikâdlarda hâkim olan Kaide şudur: Allah'ın kulluğunu taleb etmek için olan her şey, güzeldir; böyle güzel değildir. İşte bu noktada, şu hadiste rivayet edilen hususun doğru ortaya çıkar: "Müftüler sana fetva vermiş asa da sen yine de kalbine danış' Binâenaleyh, insan iyice düşünsün ki, ona verilen fetva, onu ubûdiyyeti gerçekleştirmeye sevkeden bir şey midir, yoksa değil midir? Çünkü alimler bize, esasen o şey öyle olmadığı halde, o şeyin öyle olduğu bir fetva verirlerse, ondan kesinlikle bir fayda meydana gelmez.

Yakûb (aleyhisselâm), "Artık bana düşen güzel bir sabırdır" deyince, bunun peşinden "sizin şu anlatışınıza karşı, yardımına sığınılacak olan ancak demiştir. Bunun manası, "Hazret-i Yakub'un sabra yönelişi, ancak Allah'ın la mümkün olur" demektir. Çünkü, güçlü olan nefsî sebepler, onu, feryad ve figan etmeye çağırmaktadır. Ruhanî sebepler ise, onu sabra ve rızâya uir. Binâenaleyh, bu iki tür arasında, adeta bir savaş meydana gelmiştir. Tealâ'nın yardımı olmadığı sürece, ruhanî tarafın galib gelmesi de mümkün . Binâenaleyh, ayetteki, "Artık bana düşen güzel bir sabırdır" ifadesi, "Yalnız ibadet ederiz" (Fatiha, 4) yerine; "Sizin şu anlatışınıza karşı yardımına sığınılacak ancak Allah'tır" ifadesi de, "Ancak senden yardım isteriz" (Fatiha, 4) ifadesi geçmektedir.

Yolcu Kafilesinin Kuyuda Yusuf'u Bulması

19

Âyetin tefsiri için bak:20

20

"Bir yolcu kafilesi gelip, sakalarını kuyu başına yolladı. O da, kovasını sarkıttı. "Aaa, müjde! işte bir çocuk!" dedi. Onu, bir ticaret malı olarak sakladılar. Allah ne yapacaklarını pek iyi biliyordu. Onu, değersiz bir fiyata, birkaç dirheme sattılar. Onlar, ona fazla değer vermemişlerdi".

Bil ki Allahü teâlâ, Yusuf (aleyhisselâm)'un bu belâdan çıkış yolunu nasıl kolaylaştırdığını beyan ederek, "Bir yolcu kafilesi geldi..." buyurmuştur. Seyyare, birlikte yolculuk yapan grup demektir. İbn Abbas (radıyallahü anh): "Bu, "Medyen'den Mısır'a giden, fakat yolu şaşırdıkları için, izlemeleri gereken güzergâhın dışında giden, böylece de Yusuf (aleyhisselâm)'un atıldığı kuyunun bulunduğu yere uğrayan bir yolcu kafilesi" demektir. O kuyu ise, ancak çobanların işine yarayan bir kuyu olup, çölün meskun mahallerden uzak bir yerinde idi" demiştir. Yine kuyunun suyunun çorak İken, Yusuf (aleyhisselâm) içine atılınca, tatlı olduğu; kervan sahiplerinin, kendilerine su getirsin diye, Malik b. Za'r el-Huzâî adında birini kuyuya yolladıkları da rivayet edilmiştir.

"Vârid" kelimesi, topluluğu sulamak için suya "giden" ve kovasını suya "sarkıtana" denilir.

Vahidî dil âlimlerinin çoğundan Arapça'da bir kimse kovasını suya sarkıttığı zaman kovasını çekip çıkardığı zaman da (......) denildiğini; yine Arapça'da "saldı" manasında, (......) kovayı "çekip çıkardı" manasında da- (......) denildiğini nakil ve rivayet etmiştir. "Delv" malum olduğu üzere "kova" manasındadır ve çoğulu dilâ' şeklindedir.

Sakanın Yusuf'u Görmesi

Ayetteki, "Aaa, müjde! İşte bir çocuk" dedi" ifadesinde, mahzuf bir kısım var ve takdiri, "Yusuf ortaya çıktı ve o saka "Aaa, müjde" dedi" şeklindedir, Müfessirler şöyle demişlerdir: "Suya gitmiş olan saka, kovasını kuyuya sarkıtınca, Yusuf (aleyhisselâm), kuyunun bir köşesinde idi. İşte o zaman Yusuf, kovanın ipine tutundu. Saka onu görüp, güzelliğini müşahede ederek, "Müjde.." diye bağırdı." Bu ifade hakkında iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Âsim, Hamza ve Kisâi, bunu, elifsiz ve yâ'nın sükûnu ile büşrâ (......) şeklinde; diğer kıraat imamları ise, elifli olarak ve muzaafun ileyh olmak üzere yâ'nın fethası ile büşrâye "Âaa, bana müjde.." şeklinde okumuşlardır.

İkinci Mesele

Büşrâ kelimesi hakkında iki görüş vardır: Birinci Görüş: Bu, bir müjde vermek için söylenen bir kelime olup; bunun bir benzeri de Arapların "Hayret şuna!." ifâdesi ile, "Vah Yûsuf um!" (Yusuf, 84) ayetidir Bu görüşe göre, ayetteki nidanın iki şekilde izahı vardır:

a) Zeccâc şöyle demiştir: "Bir cevap vermeyen şeylere nida edilmesinin manası, natabın dikkatini çekmek ve kıssayı takviye etmektir. Binâenaleyh sen "Hayret şuna!" dediğin zaman, "Bakın da şaşın şuna!" demiş gibi olursun."

d) Ebu Ali de şöyle der: "O saka sanki, "Ey müjde, işte bu vakit senin zamanındır. Eğer sen, hitab edilebilecek bir şey olsaydın, muhakkak şu anda çağırılır ve derhal gefrnen istenirdi" demiştir. Bil ki bu sevincin sebebi onların, son derece güzel bir çocuk bulmuş olmaları ve "Onu büyük bir paraya satarız. Bu da, zengin olmamızı sağlar" diye düşünmüş olmalarıdır.

İkinci Görüş: Bu, Süddî'nin söylediği görüştür. Buna göre, nida eden, sakanın arkadaşı idi ve sakanın ismi "Büşrâ" idi. Binâen edilmiştir: "Saka, ismi Büşrâ olan bir kadına seslenerek, "Ey Büşrâ" dedi."

Ebu Ali el-Farisî ise: "Eğer biz, "Büşrâ kelimesini, müjdenin ismi kabul edersek, ki tercih edilen görüş budur, bu kelimenin mahallen merfû olması caiz olur. Tıpkı kandisine nida edilerek bir adama, "Ey Adam!" denilmesi gibi. Yine bu fcıtenin, bu nidayı tahsis etmeyip, müjde cinslerinden yaygın bir müjde kabul etmiş olması takdirine göre, nasb mahallinde olması da caizdir. Bu tıpkı ya reculen "Ey Adam!" demen gibidir Cenab-ı Hakk'ın, "Ey kulların üzerine (çöken büyük) hasret ve nedamet!" (Yasin, 30) buyruğu da böyledir.

Burada "Saklama'nın Manası

Ayetteki bir ticaret malı olarak sakladılar " tabiri ile ilgili iki mesele vardır: aleyh o ona, senin "Ya Zeyd!" dediğin gibi, "Yâ Büşrâ!" demişti!

Birinci Mesele

"Sakladılar" fiilindeki failin kimler olduğu hususunda iki görüş vardır:

a) Bu zamir, saka ile onun arkadaşlarına râcîdir. Çünkü onlar, kervandan, onu kuyunun dibinde bulduklarını gizlemişlerdir. Zira onlar: "Eğer biz kervandaki onu bulduğumuzu söylersek, ona ortak olmaya kalkarlar. Ama onu satın aldığımızı söylersek, o zaman da ortaklık teklif ederler. Doğrusu bizim, "Suyun sahipleri bu çocuğu, Mısır'da onlar adına satmamız için, bize verdiler" dememizdir" diye düşündüler.

b) İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın: "Sakladılar" kelimesi, "Yusuf'un kardeşleri, onun gerçek durumunu sakladılar" manasınadır" dediği rivayet edilmiştir. Bu, "Onlar, Yusuf'un kendilerinin kardeşi olduğunu sakladılar ve hatta, "O, bizden kaçmış olan bir kölemizdir" dediler. Yusuf da onların bu sözlerine sesini çıkarmadı. Çünkü onlar Yusuf'u (o anda) İbranice olarak, ölümle tehdîd etmişlerdi" demektir. Birinci görüş daha doğrudur. Çünkü ayetteki, "Onu, bir ticaret malı olarak sakladılar" ifadesi, bu saklamadan muradın, onların Yusuf'u bir ticaret metâı (esir) olarak hükmettikleri durumdaki gizlemeleri olduğuna delâlet eder. Bu ise, Yusuf'un kardeşlerine değil de, sakaya uygun düşer.

İkinci Mesele

Bidâe Kelimesinin Manası

Bidâe ticaret metaı olarak hazırlanmış olan mala denilir ki, bu kelime, eti kesip parçaladığın zaman söylediğin, (......) deyiminden alınmadır. Zeccâc: "Bu kelime, "hal" olarak mansubtur. Sanki Cenâb-ı Hak, "Onu bir ticaret metaı olarak bir tarafa sakladılar" demiştir.

Hak teâlâ daha sonra, "Allah ne yapacaklarım pek iyi biliyordu" buyurmuştur. Bundan maksad şudur: Yusuf (aleyhisselâm) rüyasında yıldızların, güneşin ve ayın, kendisine secde ettiklerini görüp; bu da, kardeşlerinin ona haset etmesine sebep olup, böylece onlar onun bu durumunu boşa çıkarmak için hile yollan arayınca, onu bu maksadına nail olamasın diye, büyük bir belaya düşürmüşlerdir. Allahü teâlâ da, onun bu belaya düşmesini, Mısır'a varmasına bir vesile kılmıştır. Daha sonra da, o Mısır da hükümdar olup, rüyası gerçekleşinceye kadar, pek çok hadise olmuş, birçok işler peşpeşe gelmiştir. İşte, düşmanlarının onu gayesinden uzaklaştırmak için yaptıkları bu işi, Hak teâlâ gayesine ulaşmasına vesile kılmıştır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Allah, ne yapacaklarını pek iyi biliyordu" buyurmuştur.

Ayetteki "Satma"nın İzahı

Daha sonra Hak teâlâ "Onu değersiz bir fiyata, birkaç dirheme sattılar" buyurmuştur. Ayetteki, "sattılar" ifadesi hakkında iki görüş vardır:

Birinci Görüş: Ayetteki şerav kelimesi "sattılar" manasınadır. Binâenaleyh onu kimin sattığı hususunda iki görüş vardır:

a) İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Hazret-i Yusuf'un kardeşleri onu kuyuya atıp dönünce, üç gün sonra, durumunu öğrenmek üzere kuyuya tekrar geldiler. Onu göremeyip, o kervanın izlerine rastlayınca, kervandan Yusuf'u istediler. Yusuf'u gördükleri zaman da, "Bu bizim kölemiz. Evimizden kaçtı" dediler. Bunun tarre kervandakiler, "Onu bize satın" deyince, kardeşleri de onu, kervandakilere sattılar. Dolayısıyle ayetteki, şeravhu kelimesinden maksad, "Onlar, onu sattılar" Nitekim Arapça'da, sen birşeyi sattığında, "O şeyi sattım" Buradaki "şirâ"yı satmak manasına hamletmek gerekir. Çünkü hem şeravhu'daki fail zamir, hem de kânû ifadesindeki zamir, aynı şeyi gösterir. Fakat kânû'daki kardeşler"e râcidir. Dolayısıyla şeravhudaki fail zamirinin de kardeşlere râcî olması gerekir. Durum böyle olunca, bu ifade. "Onlar, onu sattılar" manasında olmuş olur. Binaenaleyh ayetteki "şirâ"yı "satmak" manasına almak gerekir.

b) Yusuf'u satanlar, onu kuyudan çıkaranlardır. Muhammed b. İshâk: "Onu mi, yoksa kervancılar mı sattı, bunu en iyi Allah bilir" demiştir. doci Görüş: Ayette bahsedilen "şirâ"dan maksad, "satın almak"tır. Buna göre "Kervandakiler onu satın aldılar ve ona fazla değer (fiyat) vermediler" Çünkü onlar, halden anlaşılan karinelere göre, Yusuf'un kardeşlerinin; "O bizim kölemiz" deyişlerinde yalan söylediklerini anlamışlardı. Yine onlar, onun Ya'kub çocuğu olduğunu anlamışlar ve bu yüzden, hem Allah'dan korkarak, hem açığa çıkmasından korkarak, onu satın almaya istekli olmamışlardı. Ama yine de onu satın almışlardı. Çünkü onu az bir fiyata aldılar. Ne var ki onlar isteksiz gibi göründüler. Bundan gayeleri, daha az fiyat vermeyi sağlamaktı.

Şöyle de denebilir: Yusuf (aleyhisselâm)'un kardeşleri: "O, bizim kaçan kölemizdir" satın alacakların onu alma arzuları kaybolmuştu. Mücahid de şöyle demiştir: "Onlar, "kaçmasın diye onu iyice bağlayın" dediler." Bil ki Allahü teâlâ, bu fiyatı üç sıfatla nitelemiştir:

Satış Fiyatı

Birinci Sıfat, onun değersiz oluşudur. İbn Abbas: "Cenâb-ı Hakk'ın bu tabir ile, paranın haram oluşunu kastetmiştir. Çünkü, hür kimsenin (köle diye) satılmasıyla elde edilecek para haramdır" demiştir.

Yine İbn Abbas (radıyallahü anh): "Kur'ân'da geçen her bahs kelimesi, "noksanlık" manasını ifade eder. Fakat bu ayet, "haram para" manasınadır" demiştir.

Vahidi: "Bereketsiz olduğu için, harama bahs denilmiştir" der.

Katâde de: "Bahs, zulüm demektir, zulüm ise noksanlaştırma manasınadır. Nitekim, "O, onu noksan yaptı, noksan verdi" manasında, zalameh denilir" demiştir.

İkrime ve Şa'bî, bu kelimenin, "az olan" manasına geldiğini söylemişlerdir.Yine bu kelimenin, "kıymeti açıkça az olan şey" manasına olduğu da söylenmiştir. Bu ifadeye, "Dirhemler düşük ayarda ve geçersizdi" manası da verilmiştir.

Vahidi (r.h) şöyle demiştir: "Bütün bu görüşlerden anlaşılan, "bahs", masdar olup, isim yerine kullanılan bir kelimedir. Buna göre mana, "kendisinde "bahs" olan para" şeklindedir.

İkinci Sıfat, "birkaç dirhem" deyimidir. Buna, "Sayılan, tartılmayan dirhemler" manası verilmiştir. Çünkü onlar, ancak meblağ bir ûkiyye (okka) ağırlığına ulaştığında parayı tartarlardı. Dirhemler kırk tane olursa, bu kadar tutardı. Kırktan aşağı olunca, sayarak alıp-verirlerdi. İşte bundan dolayı "az miktarda olan" manasında, ma'dûde (sayılan) diyorlardı. Çünkü çok paranın sayılmasından, çok olduğu için imtina edilir (tartılır). İbn Abbas'ın, o dirhemlerin yirmi tane olduğunu söylediği; Süddî'nin de, onların yirmiiki dirhem olduğunu söylediği rivayet edilmiştir. "Yusuf'un kardeşleri onbir tane idi. Binaenaleyh onlardan herbiri iki dirhem almış, ama Yahuda hiçbirşey almamıştır" denilmiştir.

Zâhid Kelimesinin Manası

Üçüncü Sıfat, ayetteki "Onlar, ona fazla değer vermemişlerdi" ifadesinin anlattığı sıfattır. Zühd, fazla rağbet ve arzu etmemektir. Nitekim bir kimse, birşeye arzulu ve istekli olmadığı zaman, denilir ki, bu kelimenin asıl manası, "azlık"tır. Nitekim arzu ve isteği az olan adama denilir. Bu ifade ile ilgili şu izahlar yapılabilir:

a) Yusuf'un kardeşleri, Yusuf hakkında istekli ve arzulu olmadıkları, (onu sevmedikleri) için, onu sattılar.

b) Oradan geçen kervandakiler, ona fazla kıymet vermedikleri için, onu sattılar. Çünkü onlar onu zaten bulmuşlardı. Birşeyi bulan, ona fazla değer vermez, Kaça sattığına pek aldırmaz. Yahut da kervandakiler, onun sahibinin ortaya çıkıp, ellerinden almasından endişelendiler. İşte bundan dolayı onu, pek az bir paraya sattılar.

c) Onu satın alanlar, ona fazla değer vermemişlerdi. Bu görüşlerin izahı daha önce geçmişti. Fîhl kelimesindeki zamirin Yusuf (aleyhisselâm)'a râcî olması muhtemel olduğu gibi, "değersiz fiyaf'a râcî olması da muhtemeldir. Allah en iyi bilendir.

Yusuf Devrindeki Mısır Hükümdarı

21

"Onu satın alan Mısırlı, karısına dedi ki: "Bunun yerini, şerefli tut. Umulur ki bize faydası dokunur. Yahut onu evlat ediniriz. İşte Yusuf'u böylece, yeryüzünde yerleştirdik ve ona, rüyaların tabirini öğrettik. Allah, emrinde galibtir. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler".

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki, rivayetlerde, Hazret-i Yûsuf'u ya kardeşlerinden, yahut da kuyuya gelen kervandan set- alan kimsenin, onu Mısır'a götürüp sattığı bildirilmiştir. Onu satın alanın, Mısır'ın hazinedarı (maliye bakanı) olan "aziz" Kıtfir veya İttir olduğu söylenmiştir. O gün, Mısır hükümdarı, Amelika'lı Reyyân b. Velid'dir. Bu zat, Hazret-i Yusuf'a iman etmiş ve o hayatta iken ölmüştür. Ondan sonra, Kâbus b. Mus'ab hükümdar olmuştur. Hazret-i Yusuf onu da dine davet etmiş, ama o kabul etmemiştir. Aziz, Yusuf'u onyedi aşında iken satın almış ve Yusuf, aziz'in evinde onüç sene kadar kalmıştır. Reyyan b. Velîd, Hazret-i Yusuf'u otuzüç yaşında iken kendisine vezir yapmıştır. Allahü teâlâ, otuzüç yaşında Hazret-i Yusuf'a mülkü ve hikmeti vermiştir. Yusuf, yüzyirmi yaşında vefat etmiştir.

Hazret-i Yusuf'un zamanındaki Mısır kralının, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın zamanındaki Firavun olduğu ve dörtyüz sene yaşadığı ileri sürülmüştür. Bunun delili, "Andolsun evvelce Yusuf da size apaçık burhanlar getirmişti" (Mümin, 34) ayetidir.

Şu da söylenmiştir: Musa'nın Firavun'u, Yusuf'un çağındaki Firavun'un (Mısır kralının) çocuklarındandı.

Azizin, Hazret-i Yusuf'u yirmi dinara satın aldığı rivayet edilmiştir. Yine, rivayet edilmiştir ki onlar onu çarşıya sokup, satışa arzettiler ve fiyatını, ağırlığınca misk, artın ve ipek oluncaya kadar yükselttiler. Onu Kıtfir, bu fiyata aldı. Müfessirler, "Kıtfir (Aziz)'in karısının ismi Züleyhâ'dır" dediler. Onun adının " olduğu da söylendi.

Bil ki bu rivayetlerin ifade ettiği hususlardan hiçbirine Kur'ân delâlet etmemektedir. Yine hiçbir sahih hadiste bunlar yer almamıştır. Allah'ın kitabının tefsiri, bu rivayetlerden hiç birine dayandırılamaz. Akıllı olan için en uygunu, bunları anlatmaktan sakınması (geri durması)dır.

İkinci Mesele

Yusuf Mısır Azizinin Sarayında

Ayetteki "Bunun yerini şerefli tut" tabiri, "Yanında makamını ve menzilini yüce tut" demektir. Bu, senin, bir yerde ikamet etme hakkında demiş olduğun, deyiminden alınmadır. Bunun masdarı ise, sevâ'dır. Kelamın manası şudur: "Onun, senin yanındaki makamını şerefli, güzel ve hoşnut olunacak bir makam kıl." Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'in, "O, bana güzel bir mevki vermiştir" (Yusuf. 23) ayetidir.

Muhakkik alimler şöyle demişlerdir: "Azîz, karısına, Yusuf'un kendisini değil de, makamını şerefli yapmasını emretmiştir. Bu, onun, Hazret-i Yusuf'a saygı ve ihtiram yoluyla, saygı duyarak baktığına delâlet etmektedir. Bu, "Allah'ın selâmı, şu yüce meclisinize olsun!" denilmesine benzer..." O, karısına, Hazret-i Yusuf'un makamını şerefli tutmasını emredince, bunun sebebini, şöyle diyerek açıklamıştır:

"Umulur ki bize faydası dokunur. Yahut onu evlât ediniriz." Yani, "Bizim işlerimizi yoluna koyar, ya da biz onu evlâd ediniriz..." Çünkü onun çocuğu yok idi, o iffetli bir kimseydi.

Sonra Allahü teâlâ, "işte Yusuf'u böylece, yeryüzünde yerleştirdik..." buyurmuştur. Yani, "Biz onu kuyudan kurtararak, ona in'am ettiğimiz gibi, azîzin kalbini de ona karşı şefkatli ve merhametli kılarak, onu yeryüzüne yerleştirdik" demektir. Çünkü o, bu sayede, Mısır toprağında emretme ve nehyetme gücünü elde etmiş olan bir kimse oluverdi. Bil ki, hakiki kemaller, ancak kudret ve ilimdir ve Allahü teâlâ, Yusuf (aleyhisselâm)'un mertebesini ve durumunu yükseltmek isterken onun için bu iki vasfı zikretti.

Onu güç ve kudret bakımından kemâle erdirmesine gelince, buna, "Yusufu yeryüzünde yerleştirdik, ona kuvvet ve kudret verdik" buyruğu ile işaret edilmiştir. Allah'ın onu, ilim sıfatı bakımından kemale erdirmesine de, "ve ona, rüyaların tabirini öğrettik" beyanı ile işaret edilmiştir: Bu ifadelerin tefsiri ise, daha önce geçmişti.

Yusuf (aleyhisselâm)'a Yapılan İrhas

Bil ki, biz Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm) kuyuya atıldığı zaman Cenâb-ı Allah'ın, "Biz de kendisine, "Andolsun ki sen onlara, .bu işlerini haber vereceksin " (Yusuf, 15) buyurmuş olduğunu zikretmiştik. Zahiren bu tabir Cenâb-ı Allah'ın ona, o vakitte vahyettiğine delâlet eder. Bize göre "irhâs" Peygamberde, peygamberliğinden önce harikulade şeylerin zuhur etmesi (ç.). caizdir. Binaenaleyh buna göre şöyle denilmesi uzak bir ihtimal değildir: "O esnada ona böyle vahyedilmesi, onun nsanlara, peygamber olarak gönderilmiş olmasından dolayı değil, aksine kalbini takviye edip gönlündeki hüznü gidermek ve Cebrail'in gelmesiyle de neşelenmesi, yalnızlık duymaması içindir." Sonra Allahü teâlâ burada, 'Ve ona, rüyaların tabirini öğrettik" buyurmuştur. Bundan maksat, Hazret-i Yusuf'un, mükellefiyetleri tebliğ ve halkı Tak dine davet için insanlara peygamber olarak gönderilmiş olmasıdır. Şöyle denilmesi de mümkündür: Bu ilk vahiy, risatet ve nübüvvet içindir, ve ayetteki, "ve ona, rüyaların tabirini öğrettik" ifadesi, Allahü teâlâ'nın ona, sayesinde her gün öncekinden daha yüksek bir mertebeye yükseldiği lütuflar ve ziyade ikramlar vahyetmesi manasındadır.

En Ferasetli İnsanlar

İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "İnsanların en ferasetlisi şu üç kişidir:

1) Yusuf (aleyhisselâm) hakkında feraset gösterip, karısına, "Bunun yerini şerefli tut, umulur ki bize faydası dokunur" demiş olan aziz.

2) Musa (aleyhisselâm)'yı görüp, "Babacığım dedi. onu ücretle tut... "(Kasas, 26) demiş olan kadın (Şuayb'ın kızı...) ve,

3) Hazret-i Ömer'i kendi yerine halife bırakan Hazret-i Ebu Bekir...

Allahü teâlâ sonra "Allah emrinde galibtir" buyurmuştur. Bunun iki izahı bulunmaktadır:

1) "O, kendisinin emri hususunda galibtir. Çünkü O, Fa'alün Lima Yürîd'dir, dilediğini yapandır; O'nun takdirini savuşturacak hiç kimse ve yine, yerdeki ve gökteki hühmüne mâni olacak hiç kimse de bulunmamaktadır..." demektir.

2) Bu, "Allah, Yusuf'un emri, yani onun işi hususunda galibtir..." yani, Yusuf'un işlerinin bu tanzimi Allah tarafındandır. Yoksa, kendi gayreti ile değildir. Kardeşleri onun için her türlü kötülüğü ve hoşlanılmayacak olan şeyleri isterlerken, Allahü teâlâ ise, onun hayrını dilemiştir. Ve iş de, Allahü teâlâ'nın dilediği ve yönettiği gibi olmuştur. Fakat insanların çoğu, bütün işlerin Allah'ın kudret eliyle olduğunu bilmezler. Bil ki, dünyanın hallerini ve acayipliklerini düşünen kimse, işin tamamının Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın kaza ve hükmünün galib geldiğini bilir ve yakînen anlar.

22

"O, tam erginlik çağına girince, kendisine hüküm ve ilim verdik, İşte, iyi hareket edenleri, biz böyle mükâfaatlandırırız".

Ayetli ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Daha Önceki Kısımla Münasebet

Ayetin, önceki ifâdelerle münasebeti hakkında şöyle denilebilir: "Allahü teâlâ, Yusuf'un Kardeşlerinin, ona kötülük yapıp, sonra o da o sıkıntı ve mihnetlere katlandığı zaman, kendisinin onu yeryüzünde yerleştirdiğini, güç ve kudret sahibi kıldığını, sonra buluğ çağına erince de, ona hüküm ve ilim verdiğini beyan etmiştir. Bundan maksat, Hazret-i Yusuf'un nail olduğu bütün nimetlerin, bu mihnetlere sabrından dolayı bir mükâfaat gibi olduğunu beyan etmektir.

Nübüvvet Kesbî Değildir

Bazı kimseler: "Nübüvvet, güzel amellerin mükâfaatıdır" derken, bazıları da: "Kim gayret eder, Allah'ın belalarına sabrederek, nimetlerine de şükrederse, risalet makamını elde edebilir" demişler ve sözlerinin doğruluğuna da şöyle delil getirmişlerdir: "Allahü teâlâ, Hazret-i Yusuf'un bu mihnetlere sabretmesinden bahsedince, bunun peşinden ona risâlet ve nübüvvet verdiğini söylemiştir. Daha sonra Allahü teâlâ, "İşte, iyi hareket edenleri, biz böyle mükâfaatlandırırız..." buyurmuştur. Bu, Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm)'un yapmış olduğu güzel taatları yapan herkese, Allah'ın bu makam ve mevkileri vereceğine delâlet eder..." Bu detil, doğrusu, akıldan uzaktır. Çünkü alimler, nübüvvetin, kesbî, yani gayretle elde edilebilecek bir şey olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir.

Hazret-i Yusuf'a Risalet Verilmesi

Bil ki, kim, "Yusuf, kesin olarak ne bir nebî ne de bir resul idi. O ancak, Allah'a itaat etmiş olan, Allah'ın da kendisine ihsan etmiş olduğu bir kul idi..." derse, bu söz icmâ ile batıldır. Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "O, Allahü teâlâ'nın, kendisi hakkında, "Biz de kendisine, "Andolsun ki sen onlara (...) bu işlerini haber vereceksin" diye vahyettik" (Yusuf, 15) buyurmuş olduğu vakitten beri bir nebî idi. Ama, henüz bir resul değildi. Sonra o, bu vakitten, yani Allahü teâlâ'nın, "O, tam erginlik çağma girince, kendisine hüküm ve ilim verdik..." buyurmuş olduğu bu zamandan itibaren de bir resul oldu..."

Bazı alimler de, "O, kuyuya atıldığı andan itibaren bir resul idi" demişlerdir.

İkinci Mesele

Ayetteki Eşüdd Tabirinden Maksat

Ebu Ubeyde şöyle demiştir: "Araplar, bir kimse, gençliğinin ve kuvvetinin doruk noktasına ulaşıp da, bu hal noksanlaşmaya henüz başlamadığı için, onun hakkında derler. Bu lafız, hem müfret, hem de cemi nakkında kullanılarak, meselâ denilir. Eşüdd kelimesinin tefsirini, En'âm Sûresi'ndeki (En'am, 152) ayetinin tefsirinde zikretmiştik.

Kelimenin buradaki tefsirine gelince: Bu hususta İbn Cüreyc, Mücahid'den, o da İbn Abbas'dan şunu rivayet etmiştir: "O, tam erginlik çağma girince" ifadesinin manası, "O, otuzüç yaşına girince" demektir. Ben derim ki, bu rivayet, tıb kanunlarına da son derece uygundur. Çünkü doktorlar şöyle demektedirler: İnsan, önce meydana gelir. Sonra her gün azar azar kemalinin doruk noktasına ulaşıncaya kadar gelişmesini sürdürür. Sonra, kendisinden hiçbir şey kalmayıncaya kadar, noksanlaşmaya ve gerilemeye başlar. Binâenaleyh onun hali, ayın haline benzer. Çünkü ay, önce zayıf, belli belirsiz bir hilâl biçiminde ortaya çıkar; sonra gittikçe gelişerek dolunay haline getir. Derken, yok olup görünmez oluncaya kadar geriler ve küçülür.

Bunu antadığtn zaman biz deriz ki: Ayın bir devir yapmasının müddeti, yirmisekiz küsur gündür. Bu devri dört kısma ayırırsan, her bir kısım yedişer gün olmuş olur. Htç şüphesiz doktorlar insan bedeninin hallerini de, yedili bir sisteme göre belirtmektedirler. Binâenaleyh insan, doğumundan yedi yaşını tamamlayıncaya kadar, zayıf bünyeli ve güçsüz, dayanıksızdır. İkinci yedi yaşına girdiği zaman, onda, anlayış, zekâ ve kuvvet eserleri görülmeye başlar. Sonra bu, ondört yaşını tamamlayıncaya kadar gelişmeye devam eder. Onbeş yaşına girdiği zaman, üçüncü yedi yaşlık zaman dilimine girmiş olur. Burada, aktı kemale erer, mükellefiyet çağına erişir ve onda, şehvet harekete geçer. Sonra, bu hat üzere, yirmibir yaşını tamamlayıncaya kadar gelişmeye devam eder. Yirmibir yaşında üçüncü yedi yıllık dilimi tamamlayarak yirmiiki yaşına girer. İşte bu son yedi yıllık dilim, onun neşv ü nema bulduğu yedi yılların son dilimidir. Yirmisekiz yaşını tamamladığı zamansa, böylece, gelişme müddetini tamamlamış olur ve insan, buradan artık duraklama devrine geçer. Bu zaman, işte insanın tam kemâline, erginliğine erginliğe erdiği zamandır. Bu, beşinci yedi yıllık zaman diliminin tamamlanmasıyla insan, otuzbeş yaşına gelmiş olur. Sonra bu mertebeler, güç kuvvet ve zayıflık bakımından da farklı farklıdır. Binâenaleyh, yedi yıllık zaman dilimleri içinde, şiddet, güç kuvvet ve kemâlin en ileri olduğu beşinci yedi yıllık zaman dilimi, yirmisekiz yaşından otuzüç yaşına kadar olup, bazan otuzbeş yaşına kadar devam eder. İşte bu konuda, makul olan izah şekli de budur. Her şeyin hakikatini en iyi Allah bilir.

Üçüncü Mesele

Ayetteki "hüküm" ve "ilim'in tefsiri hakkında birkaç görüş bulunmaktadır:

Nazarî ve Amelî Hikmet

Birinci Görüş: Hüküm ve hikmetin manası, nefsi hevâsından alıkoymak ve onu lekeleyecek kusurlardan uzak tutmaktır. Hükümden maksad, amelî hikmet; ilimden maksad ise nazarî hikmettir. Burada, amelî hikmet, ilmî hikmetten önce zikredilmiştir. Çünkü, riyazâtla uğraşan kimseler, önce amelî hikmetle uğraşırlar. Sonra bundan nazarî hikmete geçerler. Ama, aklî tefekkür ve ruhanî bakış, nazar sahibi kimseler, önce nazarî hikmete ulaşır, sonra ondan amelî hikmete inerler. Yusuf (aleyhisselâm)'un yolu, işte birincisidir. Çünkü o, belâ ve mihnetlere sabretti, bunun üzerine de Allah ona, mükaşefe kapılarını açtı. İşte bundan dolayı da, "biz ona, hüküm ve ilim verdik..." buyurdu.

İkinci Görüş: "Hüküm", nübüvvet demektir. Çünkü peygamber hakk üzerine gönderilmiş bir hakimdir. "İlim" de, din ilmidir.

Üçüncü Görüş: Buradaki "hüküm"den maksat, Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm)'un nefsinin, "nefs-i mutmainne" haline gelmesi, "emmâre bi's-sûi" olan nefsine hakim olup, onu zabt u rabt altında tutan anlamında olması muhtemeldir. İnsanın şehvet ve gazab kuvveti, zabt-u rabt altında tutulur ve zayıf olursa, kutsi nurlar ve kutsi âlemden nefis cevherine gelen ilahi ışıklar artar. Bu konuda sözün özü şudur: Nefs-i natıka cevheri küllî marifetleri ve aklî nurları alabilecek şekilde yaratılmıştır. Şu kadar var ki, bize göre hem aklî deliller, hem de ulvî mükâşefeter bakımından, beşeri ruhların cevherlerinin farklı farklı oldukları sabittir. Kimi zekî, kimi aptal, kimi hür, kimi esir, kimi kıymetli, kimi kıymetsizdir. Yine onların kimi ruhanî âleme daha meyyal, kimi de maddî âleme daha düşkündür. Bütün bu gibi kısımlar pek çoktur. Bu makamların her biri, daha fazla, daha zayıf veya daha mükemmel veya daha düşük olabilir. Nefs-i natıka cevheri, parlak ve aydın bir cevher olup akli ışıkları ve ilahî işaretleri alıp sezecek bir istidadda olsa bile bu insan küçük iken o haller kendisinden zuhur etmez. Zira nefs-i natıka (insan ruhu) ancak beden âletlerini kullanmak suretiyle kuvvetlenir, işlerini yerine getirir. Bu aletlere (organlara) ise, küçük iken rutubetler hakimdir. İnsan büyüdüğünde, "garîzî hararet" bedenine hakim olduğunda, o "rutubetler" olgunlaşıp, azalıp dengelendiği için, böyle haller zuhur etmez. Böylece de, o bedenî âletler, insan ruhunun kullanabileceği aletler haline gelmiş olur. Nefis, cevheri itibarı ile kıymetli olup, bedenî aletler (organlar) da mükemmel olunca, nefsin bilgileri mükemmellesin nurları güç kazanır ve nefisteki ilahî parıltılar ve nurlar artar. Binâenaleyh ayetteki "O, tam erginlik çağma girince" buyruğu, bedenî uzuvlarının mu'tedil (normal) oluşuna; "Kendisine hüküm ve ilim verdik" buyruğu da Hazret-i Yûsuf'un nefsinin, amelî ve nazari (tefekkürî) kuvvet bakımından mükemmel oluşuna bir işarettir. Allah en iyi bilendir.

23

"Onun bulunduğu evdeki (kadın) onun nefsinden murad almak istedi, kapılan sımsıkı kapadı ve "sana söylüyorum, beri gel!" dedi. O ise, "Allah'a sığınırım, doğrusu o benim efendimdir. O, bana güzel bir mevkî vermiştir. Hakikat şudur ki zâlimler asla felah bulmaz" dedi".

Vezirin Karısının Yusuf'a Göz Koyması

Bil ki Yusuf (aleyhisselâm), son derece güzel ve yakışıklı idi. Binâenaleyh o kadın, onu görünce, ona karşı arzu duydu. Şöyle de denildi: "Onun kocası âciz, (şehvetten esilmiş) idi." Arapçada kadın ile erkekten her biri, diğeri ile cinsî münasebet etmeye niyetlenip buna yöneldiği zaman denilir.

O kadın "kapılan sımsıkı kapadı." Bunun sebebi şudur: Çünkü bu iş, gizli yerlerde yapılır. Bilhassa haram olur ve de çok büyük bir korku var ise! Ayetteki, ğalleka fiili, ağlaka (kapattı) manasındadır. Vahidi şöyle demiştir: "Bu tabirin aslı şuradan gelir: Bir şey bir başka şeye sarılır, içli dışlı olur, artık ondan ayrılmazsa, Araplar derler. Nitekim Arapça'da "Batılın içine kapandı kaldı;" "Gazabı içinde kapanıp kaldı" denilir. "Rehin, elinde kaldı" deyimi de bu manadadır (rehin veren, ödemekten aciz kalınca, malı mürtehinde kalır). Bu kelime, maşına elif getirilerek müteaddi kılınmıştır. Bu sebeple, kapıyı açılmaz hale getirmeye (kitlemeye) (......) denilir. Kur'ân-ı Kerim'de, teksiri (çokça kapamayı) ifade eden ğalleka sîğâsı kullanılmıştır. Çünkü o kadın, yedi kapıyı kitlemiş ve sonra Yusuf'u kendisine davet etmişti.

Heyte Kelimesinin Manası

Daha sonra Cenâb-ı Hak, kadının "O, "Sana söylüyorum, beri gel!' aediğini nakletmiş olup, bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Vahidî şöyle demiştir: "Bu, (yavaş-yavaş), (sus), (konuşma) gibi, bir isim fiil olup, bütün dilcilere göre, "Haydi gel!" demektir." Ahfeş, bu kelimenin hem hâ'nın hem de tâ'nın fethasıyla, heyte şeklinde kullanıldığını söylemiştir. Bunda tâ'nın kesresi ve zammesi de caizdir. Vahidi şöyle der: "Ebu'l-Fazl dedi ki: "İbn Tebrizî, Ebu Zeyd'in "Bu kelimenin aslı, İbranice "gel" manasında (......)'dir. Kur'ân onu Arapçalaştırmıştır" dediğini bana nakletti. Ferra da şöyle demiştir: "Bu, Havranlıların dili olup, Mekkelilerin diline girmiştir. Onlar da bu kelimeyi kullanır olmuşlardır."

İbnu'l-Enbarî: "Bu, tıpkı Arapça ile Rumca'nın kıstas kelimesinde; Arapça Farsça'nın "siccîl" kelimesinde; Arapça ile Türkçenin, "Gassâk" kelimesinde ve Arapça ile Habeşce'nin (......) tabirinde ittifak ettikleri gibi, Kureyşliler ile Harranlıların ittifak ettikleri bir kelimedir" demiştir.

İkinci Mesele

Nâfi ile İbn-i Zekvân'ın rivayetine göre İbn Âmir, hâ'nın kesresi ve tâ'nın fethası ile bunu, hiyte şeklinde; İbn Kesir, tıpkı haysu gibi, heytü şeklinde ve Hişam b. Ammar'ın rivayetine göre İbn Amir, hâ'nın kesresi, tâ'nın zammesi ile ve yâ'yı da hemzeye çevirerek, tıpkı (......) gibi, (......) şeklinde okumuşlardır ki bu sonuncusu, "senin için hazırlandım" manasına gelir. Diğer kıraat imamları da, hâ'nın ve tâ'nın fethası ile yâ'yı da sakin kılarak, heyte şeklinde okumuşlardır.

Yusuf'un, Kadının Teklifini Reddetmesi

Daha sonra Cenâb-ı Hak, o kadın bunu söyleyince, Hazret-i Yusuf'un "Allah'a sığınırım! Doğrusu o benim efendimdir. O, bana güzel bir mevki vermiştir" dediğini bildirmiştir. Yusuf (aleyhisselâm)'un "maazallah" sözü, "Bütünüyle Allah'a sığınırım!" takdirindedir. daki zamir, zamir-i sândır. deyimi de, "Rabbim, malikim ve efendim beni güzelce ağırladı, iyi bir mevki verdi. Nitekim sana, benim hakkımda: "Onu hoş tut, ona değer ver!" dememiş miydi?" Binaenaleyh akıllı olanın böylesi bir iyiliğe, öyle bir kötülükle karşılık vermesi yakışmaz. Çünkü, iyiliklere kötülükle karşılık veren zâlimler iflah olmaz" demektir.

Hazret-i Yusuf'un, "zalimler" sözü ile, "zina edenler" manasını kastettiği, çünkü zina edenlerin, zina etmek suretiyle kendilerine zulmetmiş oldukları söylenmiştir.

Yine o zinâkârların İşinin, birşeyi esas yerinin dışına koymayı gerektirdiği için, onların zâlim olmuş oldukları söylenmiştir. Burada şöyle birkaç soru sorulabilir:

Yusuf Köle Olmadığı Halde Niçin "Efendim" Tabirini Kullandı?

Birinci Soru: Hazret-i Yusuf aslında, hür idi, hiç kimsenin kölesi değildi. Binaenaleyh onun, "O benim rabbim, efendimdir" sözü, bir yalan olur. Yalan ise büyük günahtır.

Cevap: Yusuf (aleyhisselâm) bu sözünü zahire ve onların kendisinin onların kölesi olduğuna inanışlarına nazaran söylemiştir. Hem sonra Hazret-i Yusuf'u, o yetiştirip, ona çeşitli iyiliklerde bulunmuştu. Dolayısıyla "O, benim rabbim (terbiye edenim)dir" sözü ile, onun kendisine bakıp gözettiğini kastetmiştir ki, bu en güzel bir ta'rizdir. Çünkü o, bu sözü ile "Aziz"in kendisini terbiye edip büyütmesini kastettiği halde, sözün zahirine itibar edenler, bu sözü, "Aziz'in, onun efendisi olduğu" manasına hamlederler.

Yusuf'un Allah'a Sığınması, Kadere Delalet Eder

İkinci Soru: Yusuf (aleyhisselâm)'un, "Ma'âzallah" (Allah'a sığınırım)" sözü, bizim kaza ve kader ile ilgili görüşümüzün doğruluğuna delalet eder mi?

Cevap: Evet, bu apaçık bir şekilde delâlet eder. Çünkü onun, "Allah'a sığınırım" sözü, onun kendisini böylesi çirkin bir işten korumasını Allah'tan istediğini gösterir. Bu sığınma ise; kudret verme, muktedir kılma, akıl verme, vasıta verme, mazeret ve engelleri ortadan kaldırma ve lütuf fiilleri ihsan etme manalarında değildir. Çünkü bu hususta Allah'ın makdûru (kudreti dâhilinde) olan herşeyi, Hazret-i Yusuf'a yapmıştır. Binâenaleyh bu sığınma, ya zaten var olanı var etmesini istemektir, yahut da imkânsız olanı Allah'tan istemektir. İkisi de muhaldir. Böylece Hazret-i Yusuf'un, Allahü teâlâ'dan istediği sığınmanın, Allahü teâlâ'nın, itaat tarafına kesinkes götüren bir sebebi kendisi tçin yaratmasını ve kalbinde, günaha götürebilecek şeyleri gidermesini istemesinden başka bir manası yoktur ki, bizim ulaşmak istediğimiz netice de işte budur.

Bu sözden kastedilenin, bizim söylediğimiz mana olduğunun delili ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gözü, Hazret-i Zeyneb (r anhâj'e iliştiğinde söylediği, "Ey kalbleri evirip çeviren Allah'ım, kalbimi dinin üzerine sabit şeklindeki sözüdür. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bununla, kalbte taata sevk eden sebebin takviyesini; masiyet sebebinin ise giderilmesini kastetmiştir. İşte Yûsuf'un sözünde de böyledir. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Mü'min'in kalbi Rahman (Allah)'ın parmaklarından ikisi arasındadır' buyurmuştur. Bu hadisteki iki parmak ile, bir fiili yapma ve yapmama sebebi olan şeyler kastedilmiştir. İşte bu iki tür sebep de, Allah'ın var etmesi ile olur. Aksi halde, bu sebepler de, başka sebeplere dayanırdı ki, bu da teselsülü gerektirir. Binâenaleyh Hazret-i Yusuf'un "Allah'a sığınırım" sözünün, biz (ehl-i sünnetin) kader görüşüne delil olan en önemli delillerden olduğu sabit olur. Allah en iyi bilendir.

Yusuf'un Üç Cümlesi Arasındaki İrtibat

Üçüncü Soru: Yûsuf (aleyhisselâm), o kadının isteğine karşı, üç şekilde cevap vermiştir:

a) "Allah'a sığınırım" diyerek;

b) "O benim efendimdir, o bana güzel bir mevki vermiştir" diyerek;

c) "Hakikat şudur ki zâlimler asla felah bulmaz" diyerek. Binaenaleyh bu üç cevabm, birbirleriyle irtibatı nedir?

Cevap: Bu sıralama, son derece güzel ve yerindedir. Çünkü Allah'ın kullarına nimet ve lütufları çok olduğu için, Allah'ın emir ve mükellefiyetlerine boyun eğip, ontan kabul etmek, herşeyden önemlidir. Bundan dolayı, onun, "Allah'a sığınırım" ifadesi, Allah'ın haklarının, böylesi işlere manî olacağına bir işarettir.

Hem sonra insanların hukukunun da gözetilmesi farzdır. Binaenaleyh o adam, benim için lütutta bulunduğuna göre, onun lütuf ve iyiliğine, kötülükle karşılık vermek, çok çirkin bir davranış olur.

Ayrıca insanın kendi nefsini zarardan koruması da vâcibtir. Dolayısıyle (bu münasebetten tadılacak) lezzet, dünyada rezil ve rüsvaylığın, ahirette de, şiddetli bir azabın sebebi olacak çok kısa bir lezzettir. Azıcık olan bu lezzetin peşinden, son derece büyük zararlar geldiğine göre, akıl onun yapılmamasını ve ondan sakınılmasını gerektirir. İşte Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm)'un "Hakikat şudur ki zâlimler asla felah bulmaz" sözü, buna işarettir. Dolayısıyla bu üç cevabın, en güzel bir tertib üzere sıralanmış olduğu sabit olmaktadır.

24

"O kadın, andolsun ona niyeti kurmuştu. Eğer Rabbisinin burhanını görmemiş olsaydı, neredeyse o (Yusuf) da ona kastetmişti, işte biz ondan kötülüğü ve fuhşu uzak tutalım diye, böyle yaptık. Çünkü o, muhlis kullanmızdandı".

Bil ki bu, iyice incelenmesi gereken ayetlerdendir. Bununla ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Hazret-i Yûsuf'dan Hata Sâdır Oldu mu?

Hazret-i Yûsuf'dan bir günah sâdır olmuş mudur, yoksa olmamış mıdır? Bu hususta iki görüş vardır: Birinci Görüş: Yusuf (aleyhisselâm) bu günaha niyetlenmişti. Vahidi, "el-Basit" adlı kitabında şöyle demiştir: "İlmine güvenilen ve rivayetlerine itibar edilen müfessirler, Hazret-i Yusuf'un da o kadına, doğruca niyetini kurduğunu ve bir kimsenin, hanımına yaklaştığı gibi iyice yaklaştığını, Rabbisinin burhanını görünce, bütün şehevî hislerinin gidiverdiğini söylemişlerdir."

Câfer-i Sâdık (radıyallahü anh) Hazret-i Ali'nin şu sözünü senedi ile rivayet etmiştir: "Hem o kadın Yûsuf'u, hem de Yûsuf onu arzulamıştı. Yûsuf'un o kadına olan arzusu, kuşağını çözmeye niyetlenmesi şeklinde kendini göstermişti ."

İbn-i Abbas (radıyallahü anh)'ın da şöyle dediği rivayet edilmiştir: "O, kuşağını çözdü ve hıyanet etmek (zina etmek) isteyen bir kimsenin oturacağı şekilde, o kadının yakınına (yanına) üzerine oturdu."

Yine İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan şu da rivayet edilmiştir: "O kadın sırt üstü yattı; Yusuf da elbisesini çıkararak onun iki bacağı arasına oturdu." Vahidi, bu hususta birçok lüzumsuz söz nakletmiş, o sözleri doğrulayacak ne bir ayet, ne de itimad edilecek sahih bir hadis getirmemiştir ve faydasız olan bu sözler hususunda iyice araştırma yapmamış, (fazla düşünmeden onları kitabına almıştır).

Yine rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm) "Bu, (efendimin) gıyabında kendisine hainlik etmediğimi bilmesi içindir" (Yusuf, 52) dediğinde, Cebrail (aleyhisselâm), "Ey Yusuf, o işe yeltendiğinde de mi?" demiştir. Bunun üzerine, o "Ben, nefsimi tebrie ermem" (Yusuf, 53) demiştir. Vahidi, sözüne devamla, "Bu işi, Yusuf'un yapmaya niyetlenmiş olduğunu söyleyen alimler, peygamberlerin haklarını ve onların Allah Katındaki makamlarının yüceliğini, Hazret-i Yusuf'un buna niyetlenmemiş olduğunu söyleyenlerden daha İyi biliyorlardı" demiştir. İşte Vahidi'nin, bu konudaki sözünün özeti böyledir.

Hazret-i Yusuf Asla Günaha Kastetmedi

İkinci Görüş: "Hazret-i Yusuf, bu bâtıl işten ve haram niyetten uzak ve berîdir." Bu, muhakkik müfessir ve kelamcıların görüşüdür. Biz de aynı görüşü söylüyor ve Hazret-i Yusuf'u şu şekilde savunuyoruz:

Bil ki peygamberlerin ismetlerinin (günahsız oluşlarının) vacib olduğunu gösteren deliller pek çoktur. O delilleri. Bakara Sûresinde, Hazret-i Adem kıssasında genişçe ele aldık. Dolayısıyla onları tekrarlamayacağız, fakat burada, onlara birkaç ilavede Dulunacağız:

Birinci Hüccet: Zina, büyük günahların en âdilerindendir. Emânete hainlik etmek de, yine en âdî günahlardandır. Hem sonra büyük bir iyiliğe, tam bir rezil ve rüsvaylık ile, alabildiğine utancı gerektiren bir kötülük- ile karşılık vermek de, en nahoş günahlardandır.

Ayrıca, bir çocuk, çocukluğunun başlangıcından gençliğine ve olgunluk çağına gelinceye kadar bir adamın yuvasında büyüyecek, yeterli rızkı temin edilecek, namusu ve şerefi korunacak, sonra da korunan bu çocuk kalkıp, kendisine böylece büyük iyilikte bulunan kimseye, en adi kötülüğü yapacak. İşte bu, en adi bir iştir.

Bunun böyle olduğu sabit olunca biz diyoruz ki: Birinci görüşte olanların Hazret-i Yûsuf'a isnad ettikleri bu masiyet, saydığımız dört bakımdan da söz konusu olan bir masiyettir. Böylesi bir suç, eğer Allah'ın yarattığı insanların en fasığına ve hayırlardan tamamen uzak olan bir kimseye isnad edilse, o bile bunu kesinlikle kabul etmez. O halde, böylesi bir günah, ezici ve çok net mucizelerle desteklenmiş olan o peygambere nasıl isnâd edilebilir? Hem sonra Allahü teâlâ, bunun dışında başka birşey için, "işte biz ondan kötülüğü ve fuhşu uzak tutalım diye böyle (yaptık)" buyurmuştur ki bu söz, kötülük ve fuhşun tamamen ondan uzak tutulduğunu gösterir. O görüşte olanların, Hazret-i Yusuf'a mal ettikleri bu günahın, en büyük bir kötülük ve en ileri bir fuhuş olduğunda şüphe yoktur. O halde daha nasıl, aynı hâdise hakkında Cenâb-ı Hakk'ın, Yusuf, kötülüklerin ve fuhşun en büyüğünü yapmaya yeltenirken, onun kötülüklerden berî olduğuna şahadet etmesi, Âlemlerin Rabbine nasıl uygun düşer?

Hem sonra bu ayet, bizim görüşümüze bir başka açıdan da delildir. Bu böyledir, çünkü biz diyoruz ki: "Farzet ki bu ayet, bu günahın ondan nefyine delâlet etmiyor. Fakat bunun, çok büyük bir medhi ve ileri bir övgüyü ifade ettiğinde şüphe yoktur. Binâenaleyh Allah'ın, bir insanın büyük bir günaha yöneldiğini bildirip, sonra da bunun peşinden o insanı en ileri şekilde övmesi, hikmet-i ilâhiyeye uygun düşmez. Bu, bir padişahın, bir kölesini en çirkin bir günah ve fuhşiyat ile suçlayıp, sonra da bunun peşinden ileri bir medh ile onu övmesine benzer. Hiç şüphesiz bu, hoş karşılanmayan birşey olur. İşte burada da böyledir. Allah en iyi bilendir.

İkinci Hüccet: Peygamberlerden ne zaman bir zelle (kusur) sâdır olsa, onlar bunu büyük görür ve bunun peşinden hemen tevbe ederek, pişmanlıklarını ve tevâzularını ortaya korlar. Binâenaleyh eğer Yusuf (aleyhisselâm), bu hoş olmayan büyük günaha yeltenmiş olsaydı, onun hemen bundan sonra tevbe ve istiğfarda bulunmaması imkansız olurdu. Eğer o tevbe etmiş olsaydı, şüphesiz Cenâb-ı Hak, başka yerlerde olduğu gibi, onun tevbe ettiğini Kur'ân'da naklederdi. Bu hususta herhangi birşey bulunmadığına göre, biz, bu hâdisede Hazret-i Yûsuf 'dan hiçbir günah ve masiyetin sâdır olmadığını anlıyoruz.

Yusuf'un Masum Olduğuna Şahidlik Edenler

Üçüncü Hüccet: Bu hâdise ile ilgili olan herkes, Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm)'un, o günahtan beri olduğuna şehâdet etmiştir. Bil ki, bu hadiseyle ilgili olanlar şunlardır: Hazret-i Yusuf; o kadın; kadının kocası; (Mısır'lı) kadınlar ve şahidler. Alemlerin Rabbi de Hazret-i Yusuf'un günahtan berî olduğuna şahadet etmiştir. İblis bile, Yusuf (aleyhisselâm)'un o günahtan berî olduğunu kabul etmiştir. Durum böyle olunca, hiç bir müslümanın bu konuda tereddüt etmesi söz konusu değildir.

Hazret-i Yusuf'un, kendisinin o günahtan uzak olduğunu iddia etmesinin izahı şudur: O, "O (kadın), kendisi benim nefsimden murad almak istedi" (Yusuf, 26) ve "Ey Rabbim, zindan bana bunların davet edegeldikleri şeyden daha sevimlidir" (Yusuf, 33) demiştir.

O kadının, itirafının izahı da şöyledir: O, Mısırlı kadınlara, "İşte beni kendisi hakkında ayıpladığınız şu gördüğünüz zatdır. Andederim ki onun nefsinden murad istedim de, o namuskârlık gösterdi" (Yusuf, 32) ve "Şimdi hak meydana çıktı. Ben onun nefsinden murad almak istedim. O, gerçekten doğru söyleyenlerdendir" (Yusuf, 51) demiştir.

Kadının kocasının, Hazret-i Yusuf'un günahsız oluşunu kabul ettiğinin izahı da şudur O, "Şüphesiz bu, siz kadınların fendinizdendir. Çünkü sizin fendiniz büyüktür. Yusuf, sen bundan vazgeç. Ey kadın sen de günahına istiğfar et" (Yusuf, 28) demiştir.

Şahidlerin itirafına gelince: Bu şöyledir: "O (kadının) yakınlarından bir şâhid de şehâdet etti ki: "Eğer gömleği önünden yırtıldıysa, kadın doğru söylüyor. O zaman o (Yusuf) yalan söylemektedir..."(Yusuf, 26-27).

Allahü teâlâ'nın buna şehâdeti, "işte biz ondan fenalığı ve fuhşu bertaraf edelim diye böyle (yaptık.) Çünkü o, muhlis kullarımızdandır" (Yusuf, 24) sözü ile olmuştur. Böylece Allahü teâlâ bu ayette, Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm)'un temiz olduğuna şu dört bakımdan şehâdet etmiştir:

Birincisi, "Ondan fenalığı bertaraf edelim diye..." cümlesidir. Buradaki fiilin başındaki lâm, te'kid ve mübalağa ifâde eder.

İkincisi, "ve fuhşu" tabiridir. Bu, "Ondan fuhşu da bertaraf edelim diye..." demektir.

Üçüncüsü, "Çünkü o (...) kullarımızdandır" cümlesidir. Rahman'ın kulları ise, "yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürürler. Kendilerine, beyinsizler laf attığı zaman "selâm!" deyip geçerler" (Furkan, 63) ayetidir.

Dördüncüsü, "Muhlislerdendir" tabiridir. Bu kelime bazan ism-i fail olarak bu şekilde, bazan da ism-i mef'ûl olarak, "muhlesîn" (ihlasa erdirilmiş) şeklinde okunmuştur. Binâenaleyh bunun ism-i fâil olarak okunması, Hazret-i Yusuf'un taat ve sadetlerini ihlaslı olarak yaptığını gösterir. İsm-i mef'ûl olarak okunması da, Allahü teâlâ'nın Hazret-i Yusuf'un kendisi için ve huzurunda bulundurmak için seçtiğine delâlet eder. Her iki kıraata göre de, bu kelime, Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm)'un, kendisine isnad edilen o günahtan temiz olduğuna açıkça delalet eder.

İblis'in, Hazret-i Yusuf'un günahsız olduğunu kabul edişinin izahı şudur: O, "Senin izzetine yemin ederim ki ben de artık onların hepsini muhakkak azdıracağım. İçlerinden ihlâsa erdirilmiş (mü'min) kulların müstesna..." (Sâd, 82-83) demiş ve böylece, muhlis kulları yoldan çıkarmasının mümkün olmadığını kabul etmiştir. Yusuf (aleyhisselâm) da muhlis kullardandır. Çünkü Allahü teâlâ, "O muhlis kullanmadandır" buyurmuştur. Dolayısıyla bu, İblis'in, onu iğvâ edemeyeceği ve onu hidayet yolundan saptıramayacağı hususunda, İblis tarafından yapılmış bir itirafı olur. İşte bu noktada biz diyoruz ki, bu kepazeliği Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm)'a nisbet eden o câhiller, eğer Allah'ın dinine tâbi olmuş kimselerden iseler, Allahü teâlâ'nın Hazret-i Yusuf'un temiz olduğu hususundaki şehâdetini kabul etsinler; yok eğer İblis'in ve ordusunun tâbi olanlarından iseler, İblis'in bu husustaki şehâdetini kabul etsinler.

Belki de onlar şöyle derler: "Biz tıpkı, El-Harzemî'nin şu şiirde dediği gibi, işin başında İblis'in tabiileri idik. Fakat sonra ona başkaldınp, sefihlikte onu geçtik."

"Başlangıçta ben, İblis'in ordusundan idim; derken zaman beni bu yolda yükseltti de, İblis benim ordumdan oldu. Şayet o benden önce ölmüş olsaydı, ondan sonra ben, onun benden başka hiç kimsenin daha iyi bir tarzda yapamayacağı şekilde fısk yollarım çok güzel işler ve yapardım."

Bu delillerle, Yusuf (aleyhisselâm)'un, o cahillerin söylediği günahtan uzak ve berî olduğu sabit olmuş olur.

Bunu iyice kavradı isen, biz diyoruz ki: Ayetin zahirine göre söz, şu iki makamdadır:

Birinci Makam, şöyle dememizdir: Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm)'un o kadına niyetlendiğini kabul etmiyoruz. Bunun delili, ayetteki, "Eğer Rabbisinin burhanını görmemiş olsaydı, neredeyse o (Yusuf) da ona kastetmişti" cümlesidir. Ayette, lev lâ (Eğer (...) olsaydı) edatının cevabı önce gelmiştir. Bu tıpkı, "Helak olanlardan olacaktın, eğer falanca seni kurtarmasaydı" denilmesi gibidir. Zeccâc, lev lanın cevabının önce gelmesini, şu iki bakımdan kabul etmemiştir:

a) Bunun cevabının önce gelmesi, şâzz (nadir)dir ve fasih bir sözde bulunmaz.

b) Eğer buna cevap verilecek olsa, cevabının başında lâm-ı te'kid bulunur. Binâenaleyh eğer durum sizin dediğiniz gibi olsaydı, Cenâb-ı Hak, buyururdu.

Zeccâc'ın dışındaki nahivciler, şöyle üçüncü bir husus daha ileri sürmüşlerdir: Eğer Hazret-i Yusuf tarafından bir niyet bulunmasaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer Rabbisinin burhanını görmemiş olsaydı" buyruğunun bir manası olmazdı.

Bilki Zeccâc'ın söylediği şey, cidden akıldan uzaktır. Çünkü biz, bu edatın cevabının sonra gelmesinin, daha bunun caiz oluşu, cevabın önce gelmesine mâni değildir. Hem nasıl olabilir ki? Çünkü Sîbeveyh'in, "Araplar, en önemli hususu, cümlenin en başında zikrederler, sonra öneme göre diğerlerini sıralarlar" dediği nakledilmiştir. Binâenaleyh, takdim ve tehirin caiz oluşu, o şeyin öneminin derecesine bağlıdır. Fakat bazı lafızların özellikle kullanılmayacağını söylemek, hikmete uygun düşmez. Hem, lev lanın cevabının Şaşında "lâm"ın bulunması caizdir. Fakat bu, onun cevâbının lâmsız zikredilmesinin da olmayacağına delâlet etmez.

Ayrıca biz, Zeccâc'ın bu iki sorusundaki görüşünün yanlışlığını gösteren şu ayeti de delil getiririz:

"Eğer, kalbine rabıta (sağlamlık) vermeseydi, az daha onu açığa vuracaktı" (Kasas, 10).

Yusuf, Tabiatı Sebebiyle Değil, Haram Olduğundan Günaha Girmedi

"Eğer Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm) bu işe niyetlenmemiş olsaydı, Hak teâlâ'nın, "Eğer Rabbisinin burhanını görmemiş olsaydı" buyruğunun bir manası olmazdı" şeklindeki üçüncü soruya karşı şöyle deriz: Aksine bunda en büyük bir fayda ve mana vardır. S_ da, Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm)'un o kadına niyetlenmeyişi, kadınlara arzu duymadığından şehevîkudreti olmadığından dolayı değil, Allah'ın dininin delillerinin, kendisini bu işlen alıkoyduğundan ötürü oluşunu izâhdır. Sonra biz diyoruz ki: Şu husus da, lev la'nın cevabının, bizim söylediğimiz kısım olduğuna delâlet eder: Hiç şüphesiz bu adat, bir cevap ister. Bahsedilen cümle de, ona cevap olmaya uygundur. Şu halde onun, lev lâ'nın cevabı olduğuna hükmetmek gerekir." Biz, lev lâ'ya, bir mukadder cevap oûşünürüz. Çünkü Kur'ân'da, cevapların terkedildiği (açıkça zikredilmediği), çokça görülen bir husustur" da denilemez. Zira biz deriz ki: Evet, Kur'ân'da bunun çok olduğu hususunda münakaşa yok. Fakat asıl olan, cevabın mahzûf olmayışıdır. Hem sonra, cevabın hazfi, cümlede cevabı gösteren bir şey bulunduğu zaman güzel ve erinde olur. Bu ayette cevabın mahzuf olduğu söylenecek olursa, cümlede o cevabın ne olduğunu gösterecek birşey yoktur. Çünkü burada, herbiri yerinde olan çeşitli takdirler yapılabilir. Binâenaleyh onlardan birisini takdir etmek, diğer birini takdir etmekten daha evlâ değildir. Böylece, fark ortaya çıkmış olur. Allah en iyi bilendir.

İkinci Makam, şöyle dememizdir: Biz, Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm)'dan böyle bir niyetin sâdır t4duğunu hadi kabul edelim. Fakat diyoruz ki: Ayetteki "O (Yusuf) da ona kastetmişti" ifadesini zahirî manasına hamletmek mümkün değil. Çünkü bu kastın, cadının zatı ile ilgili olması imkânsızdır. Zira "hemm", kast cinsindendir. Kast ise oâkî zatlara taalluk edemez. Şu halde bu "hemm"in, müteallakı olacak bir fiilin takdir edilmesi gerektiği sabit olmuş olur. O fiil, ayette açıkça zikredilmemiştir. Onlar, mukadder olan bu fiilin "o kadınla fuhuş yapma" olduğunu iddia etmişlerdir. Biz ise, onların ileri sürdüklerine ters olan, başka bir fiil takdir ediyoruz. Bunu, birkaç şekilde izah ederiz:

Hemm Kelimesinin İzahı

1) Bundan maksat, "Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm) o kadını kendisinden defetmeye, onu böylesi çirkin bir fiilden menetmeye hemmetmiş, manasıdır. Çünkü "hemm", kastetmek demektir. Binâenaleyh bu "hemm" kelimesinin, kadın ile Hazret-i Yusuf'dan herbiri için, herbirine uygun düşen bir "kasıt" manasına hamledilmesi gerekir. Kadına uygun düşen, onun kâm almaya, Hazret-i Yusuf'un bedeninden istifâde etmeye kasdetmesidir; insanlara peygamber olarak gönderilmiş olan Hazret-i Yusuf'a uygun düşen ise, âsî olanları Allah'a isyandan menetmeye ve emr-i ma'rûf nehy-i münker yapmaya kastedip yönelmesidir. Nitekim Arapça'da Onu dövmeye ve savuşturmaya niyetlendim" manasında, denilir.

Buna göre eğer onlar, "Bu takdire göre, ayetteki "Eğer rabbisinin burhanını görmemiş olsaydı" kaydının bir fayda ve manası kalmaz" derlerse, biz deriz ki: Aksine, bunda en büyük bir fayda vardır. Bunu şu iki şekilde izah ederiz:

a) Allahü teâlâ, Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm)'a, eğer o kadını defetmeye niyetlenirse, kadının onu öldürmek isteyeceğini, yahut orada bulunan (adamlarına) onu öldürmelerini emredeceğini bildirmiştir. İşte bundan ötürü, Hak teâlâ ona, kendisini ölümden koruması için, kadını döverek (bundan) alıkoymaktan kaçınmasını bildirmiştir.

b) Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm), o kadını eğer kendisinden men etmeye uğraşsaydı, kadın her halükârda ona sarılacak, böylece de Hazret-i Yûsuf'un elbisesi (gömleği) ön tarafından yırtıiacaktı. Halbuki Hak teâlâ, ezeli ilmi ile, o şahidin, Yusuf'un elbisesinin önden yırtılması halinde Yusuf'un; arkadan yırtılması halinde kadının hâin olduğuna hükmedeceğini elbette biliyordu. Dolayısiyle Hak teâlâ ona, bunu bildirdi. Böylece Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm) da, şahidin şâhidliği, kendisinin o günahtan berî olduğuna dâir kendi lehinde bir hüccet olsun diye, o kadını kendisinden savuşturmakla uğraşmamış, ondan kaçmayı tercih etmiştir.

2) "Hemm", şehvet manasına alınabilir. Bunun, bu manada kullanılması yaygındır. Nitekim birisi arzu etmediği birşey hususunda "Bu, beni ilgilendirmiyor'; arzu edip, ilgisini çeken şey hususunda da, "Şu, benim için en önemli bir şeydir" der. Buna göre, Allahü teâlâ Hazret-i Yûsuf'un şehevi kuvvetini, "hemm" kelimesi ile ifâde etmiştir. Binaenaleyh ayet, "Yemin olsun ki kadın ona, o da kadına arzu duydu. Eğer Yusuf (aleyhisselâm), Rabbisinin burhanını görmeseydi bu iş, var olacaktı" manasını ifade eder.

3) "Hemm" "kişinin kalbinden geçirdiği şeyler" diye tefsir edilebilir. Çünkü çok güzel bir kadın süslenip, genç ve güçlü bir delikanlı için hazırlandığında, mutlaka hikmet ile tabiî şehvet; nefis ile akıl arasında bir mücâdele meydana gelir. Bazan tabiat ve şehvet tarafı ağır basar, bazan da akı ve hikmet tarafı ağır basar. Binâenaleyh "hemm", insan tabiatının çekişi; "burhan: örme" de, kulluk tarafının çekişi demektir. Bu, tıpkı şuna benzer: Sıcak bir yaz günü, oruçlu sâlih bir zât, kar katılarak soğutulmuş gül şerbeti gördüğünde, nefsi onu o gül şerbetini içmeye zorlar. Fakat dini ve hidayeti buna mâni olur ki, işte bu hiçbir günahın söz konusu olmasına Delalet etmez. Aksine bu hal ne zaman daha güçlü olsa, kulluk vazifelerini yerine getirmedeki kuvvet de, o nisbette mükemmel olur. Binâenaleyh, elhamdülillah, savunduğumuz görüşün doğruluğu ortaya çıkmış ve Vahidi'nin elinde, laf atmaktan ve müfessirlerin adlarını saymaktan başka birşek kalmamış olur.

Eğer o, bu hususta bir başka şüphe ileri sürecek olsaydı, ona da cevap verirdik. Fakat o bazı müfessirlerden yaptığı rivayete pek birşey eklememiştir.

Bil ki "Haşviyye"'den birisi, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), üç yalanı hariç, başka hiçbir yalan söylememiştir" dediğini rivayet etmiş idi. Ben dedim "En münasip davranış, böylesi haberlerin kabul edilmemesidir." Bunun üzerine o, redd tavrı ile, şöyle karşılık verdi: "Amma bunu kabul etmememiz, ravîleri yalancı saymamıza müncer olur!" Ben de ona derim ki: "Hey zavallı adam! Eğer biz o rivayeti doğru kabul edersek, Hazret-i İbrahim'in yalan söylemiş olduğunu kabul etmiş oluruz. Yok eğer o haberi doğru saymaz isek, o zamanda bunu rivayet edenin yalan söylediğini kabul etmiş oluruz. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in yalan söylemekten uzak oluşu bir kısım meçhul ravilerin yalandan korunmasından daha evladır. Bu asıl prensibi iyice kavrayınca, Vahidî'ye şöyle deriz: Bu görüşü o müfessirlerden nakledenlerin, doğru mu yalancı mı olduklarını bize kim garanti edebilir? Allah en iyi bilendir.

İkinci Mesele

Ayetteki "Rabbin burhanı" ile ne kasdedildiğini şöyle açıklarız: Peygamberlerin ma'sum (günahsız) olduğunu kabul eden muhakkik alimler Hazret-i Yusuf'un gördüğü burhanı, birkaç şekilde açıklamışlardır.

a) Bu, zina fiilinin haram olduğu hususundaki, Allah'ın hüccetinin ve zina edecek kimseye terettüb eden cezanın bilinmesidir.

b) Allahü teâlâ, peygamberlerin nefislerini kötü huylardan temizlemiştir. Hatta Allah'ın, peygamberlerin yakın arkadaşlarının nefislerini bile, böyle kötü huylardan temizlediğini söyleyebiliriz. Nitekim Cenab-ı Hak, "Ey ehl-i beyt, Allah sizden ancak kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak diler" (Ahzab, 33) buyurmuştur. Binâenaleyh burada Hazret-i Yusuf'un gördüğü bildirilen ilahî burhandan maksad, peygamberler için güzel huyların tahakkuk etmesi, onları öyle kötü işlere yönelmekten alıkoyan hallerin hatırlatılmasıdır.

c) Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm), odanın tavanında, "Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, şüphesiz ki hayasızlıktır, kötü bir yoldur" (Isra, 32) ayetini yazılı olarak gördü.

d) Bu, fuhşiyyatı işlemeye mâni olacak olan "nübüvvet"tir. Bunun delili, peygamberlerin, insanları kötülüklerden ve rezil-ü rüsvay eden şeylerden men etmek için gönderilmiş olmalarıdır. Dolayısı ile eğer peygamberler, kendileri her türlü kötülük ve fuhşa yönelirken, insanlara bunu yasaklamaya kalkışırlarsa, "Ey iman edenler, niçin kendinizin yapmadığı şeyleri söyleyip emrediyorsunuz? Yapmayacağınızı söylemeniz, en şiddetli bir buğz bakımından Allah indinde büyüktür" (Saff, 2-3) ayetinin muhtevasına girmiş olurlar.

Hem sonra Allahü teâlâ, yahudileri "siz, insanlara iyiliği emredersiniz de, kendinizi unutur musunuz?" (Bakara, 44) diye ayıplamıştır. Yahudiler için ayıp olan birşey, mucizelerle desteklenmiş bir peygambere nasıl isnad edilebilir?

Bu günahı Yusuf (aleyhisselâm)'a nisbet edenler de, bu "bürhân"ın ne demek olduğu hususunda, şu izahları yapmışlardır:

1) "Kadın, evin ortasında inci ve yakut kakmalı bir puta yöneldi ve onun üzerini bir bezle örttü. Bunun üzerine Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm): "Bunu niçin yaptın?" dediğinde de, "Ben putumun bir günah işlerken beni görmesinden utanırım" dedi. Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) da: "Sen, aklı olmayan, duymayan bir puttan utanırken ben nasıl olur da, herkesin yaptığını (gücünü) kendisine veren ilahımdan utanmam. Allah'a yemin olsun ki, ben bu işi kesinlikte yapmam!" dedi" Bu görüşte olanlar, "işte bürhân budur" demişlerdir.

2) Onlar, İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan şunu rivayet etmişlerdir: "Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm)'a, babası Ya'kûb, parmaklarını ısırır olduğu halde ve "Peygamberler zümresinden takdir edilmiş olduğun halde, facirlerin işini mi yapıyorsun? Bundan utan!" der vaziyette temessül etti, göründü." Bu aynı zamanda İkrime, Mücahid, Hasan el-Basri, Sald b. Cübeyr, Katâde, Dahhâk, Mukâtil ve İbn Sîrîn'in görüşüdür. Saîd b. Cübeyr şöyle demiştir: Hazret-i Yaküp (aleyhisselâm) Yusuf (aleyhisselâm)'a göründü ve onun göğsüne vurdu. Böylece onun bütün şehveti, parmak uçlarından (adetâ) çıkıp gitti."

3) Onlar şöyle demişlerdir: "Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm), birisinin gökten kendisine "Ey Ya'kûb'un oğfu.sen kuşlar gibi olma. Kuşun tüyleri vardır. Ama zina ettiğinde, o güzel tüyleri dökülür (güzelliği gider)" diye seslendiğini duydu"

4) Onlar, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediğini nakletmişlerdir: "Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm), Yakub (aleyhisselâm)'un temsilini (hayalini) görünce de, vazgeçmedi. Ta ki Cebrail (aleyhisselâm), onu geri tepince bütün şehveti kayboldu." Vahidî bu rivayetleri nakledince, kibirlenerek (laf atarak), "Bu, tenzili (Kur'ân'ın nüzulünü) gören zatlardan, Kur'ân'ın tefsirini alan tefsir önderlerinin görüşüdür" demiştir. Ona şöyle denilebilir: "Sen, bize hiç bir faydası bulunmayan, bu laf atmalardan başka birşey söylemiyorsun. Senin, buna delilin nerede?" Hem, aynı şeyde delillerin birbirin'ıtakib etmesi caizdir. Yûsuf (aleyhisselâm), asli delillere göre, zinadan uzak durmuştur. Binâenaleyh ona, bu kadar engel ilave edilince, onun bu işten vazgeçmesi kuvvetli ve sakınması mükemmel olmuş olur. Şaşılacak şey! Onlar Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in -kendisinin hiç bir dahli olmaksızın-hücresine bir köpek yavrusunun girmesi üzerine Cebrail (aleyhisselâm)'in kırk gün Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelmemiş (vahiy getirmemiş) olduğunu nakletmişlerdir. Bu konuda ise, Yusuf (aleyhisselâm)'un, zina işi ile meşgul İken, Cebrail (aleyhisselâm)'in ona gittiğini iddia etmişlerdir. Şaşılacak şey ki, onlar Hazret-i Yûsuf un, Cebrail (aleyhisselâm)'in gelmesi sebebi ile, bu işten imtina etmediğini iddia ediyorlar. Halbuki en fasık ve en Kâfir birisi bile fuhuşla meşgul iken, ansızın yanına sâlihlerin sureti ve şekli üzere olan bir kimse girse, ondan utanır, kaçar ve o işi bırakır. Burada ise, Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm), Ya'kûb (aleyhisselâm)'un parmaklarını ısırdığını gördüğü halde, ona önem vermediği rivayet edilmektedir. Sonra güya Cebrail (aleyhisselâm), o azametine rağmen, onun yanına girmiş de, Yusuf yine Cebrail'in gelmesi ile, bu kötü işten imtina etmemiş de, ancak Cebrail (aleyhisselâm) onun sırtına vurmaya mecbur kalmıştır. Binâenaleyh biz, dini hususlarda sapmaktan ve yakîni elde etmek hususunda çaresiz kalmaktan Allah'ın bizi korumasını isteriz. İşte bu konudaki sözümüz, özetle bundan ibarettir. Allah en iyi bilendir.

Üçüncü Mesele

Sû ile "fahşâ ' arasındaki fark hususundadır. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:

1) Sû, elin yapıp işlediği bir cinayet (yani günah), fahşa ise, zinadır.

2) Sû, öpme ve şehvetle bakma gibi, esas zinanın (münasebetin) öncüsü olan şeyleri; fahşâ da zinanın kendisidir.

Cenâb-ı Hak "Çünkü o, muhlis kullanmadandır" buyurmuştur. Yani "O, dinini sırf Allah'a has ve hâlis kılan kimselerdendir." Bu kelimeyi, lâm'ın fethası ile, "muhlesîn" şeklinde okuyanlar ise bunu "O, Cenab-ı Hakk'ın, kendisini kötülüklerden arındırdığı (hâlis kıldığı) kimselerdendir" manasını kastetmişlerdir. Bununla, Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm)'un, haklarında Cenâb-ı Allah'ın "Çünkü biz onları, katıksız bir hasletle hâlis insanlar yaptık" (Sâd, 46) buyurduğu, İbrahim (aleyhisselâm) zürriyetinden oluşu manasının kastedilmiş olması da muhtemeldir.

Dördüncü Mesele

İbn Kesîr, İbn Âmir ve Ebu Amr, bütün Kur'ân'da bu kelimeyi, lâm'ın kesresiyle, "muhlisin" şeklinde okurlarken, diğerleri, lâm'ın fethasıyla "muhlesîn" şeklinde okumuşlardır.

Kadının Yusuf'u Kovalayıp Gömleğini Yırtması

25

Âyetin tefsiri için bak:29

26

Âyetin tefsiri için bak:29

27

Âyetin tefsiri için bak:29

28

Âyetin tefsiri için bak:29

29

"İkisi de kapıya koştular. O (kadın) bunun gömleğini arkasından boylu boyunca yırttı. Kapınm yanında (kadının) efendisine rastgeldiler. (Kadın) dedi ki: "Zevcene kötülük etmek isteyenin cezası, zindana atılmaktan, yahut acıklı bir azabtan başka ne olabilir!" (Yusuf): "O, kendisi benim nefsimden murad almak istedi" dedi. Kadının yakınlarından bir şâhid, şöyle şâhidlik etti: "Eğer onun gömleği önünden yırtılmış ise, kadın doğru söylüyor. O zaman o (Yûsuf), yalancılardandır. Yok eğer gömleği arkadan yırtıldıysa, (kadın) yalan söylüyordur. O takdirde O (Yusuf), doğru söyleyenlerdendir." Vakta ki (kadının efendisi, Yûsuf'un gömleğinin) arkadan yırtılmış olduğunu gördü, o zaman dedi ki: "Şüphesiz ki bu, siz (kadınların) fendinizdendir. Doğrusu sizin fendiniz büyüktür. Yûsuf, sen bundan (bu meseleyi söylemekten) vazgeç. (Ey kadın), sen de günahına istiğfar et. Çünkü sen cidden günahkârlardan oldun".

Bil Ki Allahü teâlâ, o kadının Hazret-i Yûsuf'a niyetini kurduğunu nakledince; bunun peşinden Yûsuf'u nasıl elde etmeye çalıştığını ve Yûsuf'un nasıl ondan kaçtığını naklederek, "İkisi de kapıya koştular" buyurmuştur. Bu ifâde ile, Hazret-i Yûsuf'un ondan kaçıp kapıdan çıkmaya çalıştığı; kadının da, onu kendisine çekmek için, peşinden koştuğu anlatılmıştır. Ayetteki bu fiilin masdarı olan, "İstibâk" birşeye herkesten önce ulaşmayı istemek demektir. Buna göre bu ifadenin manası, "Onlardan herbiri diğerinden daha önce kapıya ulaşmayı istediler. Kapıya önce Yusuf ulaşırsa, açıp kaçacaktı, kadın ulaşırsa, Yusuf'un çıkmaması için kapıyı tutacaktı" demektir.

Binâenaleyh bu tabir "Her ikisi de kapıya koşuştular", "kapıya doğru koşuştular" demektir. Bu tıpkı, "Musa, kavmini yetmiş adam olarak seçti, " yani "kavminden yetmiş adam seçti" (A'raf, 155) ayetinde olduğu gibidir.

Bil ki Hazret-i Yûsuf, kapıya doğru koşuyordu ve kapıdan çıkmak istiyordu. Kadın da, onun peşinden koşuyordu. Kadın, ancak onun gömleğinin arkasını tutabildi ve böylece o gömleği arkasından uzunlamasına yırttı. İşte tam o esnada, kocası geliverdi. İşte Hak teâlâ'nın "Kapının yanında, kadının efendisine rastgeldiler" ifâdesi ile bahsedilen budur. Bu ifade "O ikisi, kadının "Efendim" dediği kocası ile, tam kapıda karşılaştılar" demektir. Allahü teâlâ ayette, "İkisinin efendisi olana" buyurmayıp, kadının efendisine" buyurdu. Çünkü Yûsuf (aleyhisselâm), hakikatte (işin aslında) bu adamın kölesi değil idi. İşte o anda kadın töhmet altında kalmaktan korktu, önce davranıp, Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm)'a, o çirkin zina işini iftira etti ve "Zevcene kötülük etmek isteyenin cezası, zindana atılmaktan, yahut acıklı bir azabtan başka ne olabilir!" dedi. Bu sözün manası açıktır.

Bu ifâdede birkaç incelik bulunmaktadır:

1) Bundaki mâ edatı mâ-i nâfiye manasına olabilir. O zaman mana, "Onun cezası, ancak zindandır" şekiinde olur. Yine bu edatın istifhâmiye (soru için) olması da mümkündür. Buna göre mana. "Onun cezası, hapis olunmaktan başka nedir?" şeklinde olur. Bu senin, 'Evde Zeyd'den başka kim var?" sözün gibidir.

2) Kadının, Hazret-i Yûsuf'a olan şiddetli arzusu ve sevgisi, onu bu durumda iki inceliğe riayet etmeye sevketti. Çünkü o, önce zindanı zikretti, "acıklı azabı" sonra zikretti. Çünkü seven, sevdiğine acı vermek istemez. Yine o kadın Yusuf'a bu iki şeyden birisinin yapılması gerektiğini de (açıkça) söylemedi. Aksine, sevgilisini kötülük ve acı ile birlikte zikretmekten korunmak için, bunu genel bir ifâde ile anlattı. Bir de hafifleterek "hapsedilme"den sözetti. Hapis bir günlüğüne olabildiği gibi, daha az bir zaman için de olabilir. Çünkü devamlı zindana atılma manası, bu ibare ile anlatılmaz. Aksine, "Onun, zindana atılmışlardan kılınması gerekir" denilir. Baksana Firavun, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı tehdid ederken şöyle demiştir: "Andolsun, eğer benden başka bir tanrı edinirsen, seni muhakkak ve muhakkak zindana atılanlardan ederim"

3) O kadın, Yusuf (aleyhisselâm)'un, gençliğinin baharında, gücünün kemâlinde, şehvetinin en ileri olduğu bir çağda olmasına rağmen, kendisinden korunmayı, uzak durmayı stediğini müşahede edince, onun temizliği ve nezihliği hususundaki inanç ve güveni dana da büyüdü. Bundan dolayı, "Yusuf, bana kötülük yapmayı istedi" demekten utandı, ve bu yalan iftirayı ona açıktan yapma gücünü kendinde bulamadı. Ancak bu ta'riz yollu (dolaylı) üslûbla yetindi. Binâenaleyh bir kendinde bu yalan iftirayı atmaya güç bulamayan şu kadına, bir de, o çirkin günahtan yaklaşık dörtbin sene sonra, ona bu iftirada bulunan şu "Haşvilere" bak!

4) Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm), o kadını vurup iterek, kendisinden uzaklaşktırmak istedi.

da, kadın açısından, kötülük yapma yerine geçen birşey olmuştu. Bundan dolayı onun, "Zevcene kötülük etmek isteyenin cezası" şeklindeki sözü, ta'riz yerine geçen bir sözdür. Belki kadın bu "kötülük" sözü ile, kalbinden, Hazret-i Yusuf'un kendisini men edişini ve defedişini kastetmiştir. İşin zahirinde ise, bundan anlaşılan "O, buna uygun olmayan birşey yapmak istedi" manasıdır.

Bil ki kadın bu sözü söyleyip Hazret-i Yûsuf, (aleyhisselâm)'un namusuna teke sürünce, Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm), bu töhmeti giderme ihtiyacını hissetti ve "O, kendisi benim nefsimden murad almak istedi" dedi. Yûsuf (aleyhisselâm), İşin başında kadının sırrını ifşa etmedi. Ancak, kendisinden, kendi namusunun lekelenmesinden korkunca işi ortaya vurdu.

Hazret-i Yusuf'un Dürüstlüğünün Delilleri

Bil ki, pekçok alâmet, Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm)'un doğru, sadık olduğuna delâlet etmektedir:

1) İşin zahirine göre, Yusuf (aleyhisselâm), onların kölesiydi. Kölenin, mevlâsına, bu dereceye varan bir sataşmada bulunması mümkün değildir.

2) Onlar, Yusuf (aleyhisselâm)'un, çıkmak için alabildiğine koşmuş olduğunu görüp müşahade etmişlerdir. Halbuki kadın peşinde olan bir kimse, kapıdan bu şekilde çıkmaz.

3) Onlar, kadının en mükemmel bir biçimde kendisini süslediğini görmüşlerdi. Yûsuf (aleyhisselâm)'a gelince, onun üzerinde ise, kendisinde süslemeye dair hiçbir alâmet bulunmamaktadır.

Binâenaleyh, bu fitnenin kadına atfedilmesi daha uygun olur.

4) Onlar uzun müddet Yusuf (aleyhisselâm)'un hallerini kontrol altında bulundurmuşlar, ama onda, onun bu kötü fiile yönelmesine uygun düşecek bir hal görememişlerdir ki, bu da zannı kuvvetlendiren şeylerdendir.

5) Kadın, Yusuf (aleyhisselâm)'un zina talebinde bulunduğunu açıkça söyleyememiş, aksine bu hususta müphem ve kapalı bir söz söylemiştir, Yusuf (aleyhisselâm) ise, durumu, açıkça ortaya koymuştur. Binâenaleyh, şayet Yusuf (aleyhisselâm) töhmet altında tutulacak birisi olsaydı, bunu açık lafızlarla, açıkça belirlemezdi. Çünkü hainlik yapan, korkak olur.

6) Denildiğine göre kadının kocası âciz (cinsî güçten yoksun) idi. Şehvet peşinde gezme emareleri, kadın hakkında daha güçlüydü. Binâenaleyh bu fitnenin kadına atfedilmesi daha uygun olur. Bu fitnenin başlangıcının kadından olduğuna delâlet eden pekçok emareler bulununca Yusuf (aleyhisselâm)'un sadık, hanımının ise yalancı olduğunu bildiği için, kocası utandı, bekledi sataşmadı ve sükût etti.

Daha sonra Cenab-ı Hak, bu bahsedilen delilleri kuvvetlendirecek olan ve onun böyle bir suçtan beri olduğuna delâlet edecek, günahkâr olanın kadın olduğunu gösterecek başka bir delili de Hazret-i Yusuf'a bildirmiştir ki o da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kadının yalanlarından bir şahit, şöyle şahitlik etti" buyruğudur. Ayette bahsedilen bu şahidin kim olduğu hususunda üç görüş bulunmaktadır:

a) Bu, o kadının amcasının oğlu olup, hikmetli ve şahsiyetli bir kimseydi. O esnada melik ile birlikte, o kadının yanına girmek istiyorlardı. O şöyle demiştir: "Biz, kapının ötesinden gürültüyü ve gömleğin yırtılma sesini duyduk. Ancak ne var ki biz, onlardan hangisinin diğerinin önünde olduğunu anlayamadık. Binâenaleyh, eğer gömlek ön taraftan yırtılmışsa, kadın doğru söylüyor, adam ise yalancı. Yok, eğer gömlek arkadan yırtılmış ise, adam doğru söylüyor, sen ise, yalancısın." Bunun üzerine onlar gömleği kontrol edip onun arkadan boylu boyunca yırtıldığını gördüklerinde amcasının oğlu, "Çünkü sizin fendiniz büyüktür" yani, "Bu sizin işinizdir" dedi. Daha sonra da Yusuf'a, "Aldırma, bunu sakla"; kadına da, "Günahın için mağrifet taleb et" dedi. Bu, müfessirlerden büyük bir cemaatın görüşüdür.

Beşikte Konuşan Beş Kişi

b) Bu da, İbn Abbas (radıyallahü anh), Said İbn Cübeyr ve Dahhâk'dan rivayet edilmiştir. Buna göre ayette bahsedilen o şahit, Cenâb-ı Hakk'ın kendisini beşikte konuşturmuş olduğu bir çocuktu. Bu cümleden olarak İbn Abbas şöyle demiştir: "Beşikte dört küçük konuşmuştur.

1) Yusuf'un şahidi;

2) Firavunun kızı Maşite'nin oğlu;

3) Meryem oğlu İsâ ve

4) Rahib Cüreyc'in arkadaşı.

Cübbaî şöyle demiştir: "Şu sebeplerden dolayı birinci görüş daha evlâdır:

a) Şayet Allahü teâlâ o çocuğa bu sözü söyletmiş olsaydı, sadece onun buna şehâdette bulunması, o kadının yalancı olduğu hususunda yeterli ve kesin bir delil olmuş olurdu. Çünkü çocuğun konuşması kesin olan akti delillerdendir. Halbuki gömleğin önden veya arkadan parçalanmasıyla yapılan istidlal zannî ve zayıf bir istidlaldir. Kati ve kesin bir delil bulunmuyorken, o delilden zannî olan delile başvurmak caiz değildir.

b) Cenâb-ı Hak, "Kadının yakınlarından bir şahit şöyle şahitlik etti" buyurmuş, kadın hakkında kabule şayan olsun diye, o kadının kadın tarafından olduğunu bildirmiştir. Çünkü kadının akrabalarından ve sülalesinden olanların zahirî durumu, kadına herhangi bir kötülük ve zarar vermeyi düşünmeyeceklerine delâlet eder. O halde o adamın, şahidin, kadının kendi yakınlarından olduğunun zikredilmesinin gayesi, o adamın şehâdetini güçlendirmektir. Bu tercihlere ancak, delâlet zannî olduğu zaman başvurulur. Binâenaleyh bu şehâdet, beşikte olan bir çocuk tarafından yapılmış olsaydı, onun şehâdeti kati bir hüccet olurdu ve o şahidin kadının tarafından olmasıyla olmaması arasında bir fark kalmaz, böylece de (ehlinden, yakınlarından) kaydının bir tesiri olmazdı.

c) Örfe göre şahit, hadiseyi bilen ve onu ihata eden kimseye denilir.

d) Bu şahit, gömlektir. Mücahid, "şahit gömleğin arkadan yırtılmış olmasıdır" demiştir ki, bu görüş son derece zayıftır. Zira gömlek bu şekilde nitelenemez ve, bir aileye mensup sayılamaz. Bil ki, birinci görüşte de bir problem bulunmaktadır. Çünkü, bahsedilen ipuçları, Hazret-i Yusuf'un, o günahtan berî olduğuna kesinkes delâlet etmez. Zira, adamın, zina etmek için o kadına yöneldiği, kadının ise ona kızdığı, bunun üzerine adamın kaçtığı, böylece de kadının o adamın peşinden koştuğu ve onu iyice dövmek için arkadan çektiği, işte böylece de kadın günahtan berî, adam da günahkâr, suçlu olduğu halde, onun gömleğinin arkadan yırtılmış olduğu ihtimal dahilindedir.

Cevap: Biz, kadınm yalancı olduğunun emarelerinin yakın derecesine varacak bir biçimde çok olduğunu beyân etmiştik. Binâenaleyh ulemâ, kendilerine dayanılarak hüküm vermede istinad edilmesi için değil, tam aksine güçlendirici ve tercih ettirici sebepler olması bakımından, bunlara diğer ipuçlarını da ilâve etmişlerdir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, hadiseyi anlatarak, "Vakta ki, gömleğinin... gördü" buyurmuştur. Bu ifadede bahsedilen o gören kimsenin kadının efendisi, kocası olması muhtemel olduğu gibi, şahid olması da muhtemeldir. İşte bundan dolayı ulemâ, bu hususta ihtilaf etmiştir. O, "Bu sizin fendinizdendir" dedi. Yani, "Senin, "Zevcene kötülük etmek isteyenin cezası başka ne olabilir?" şeklindeki sözün, sizin fendinizdendir. Zira sizin, hile ve tuzaklarınız çok büyüktür" demektir.

Kadın Fendinin Özelliği

Buna göre şayet "Allahü teâlâ, insanları, zayıf ve yetersiz olarak yaratmışken, daha nasıl kadının fendinin büyük olduğu söylenebilir? Yine, erkeklerin fendi de kadınlarınkinden fazladır" denilirse, şu şekilde cevap verebiliriz:

İnsanların yaratılışı, melekler, gökler ve yıldızlarınkine nisbetle zayıftır, dayanıksızdır. Kadınların fendi, beşerin fendine nispetle daha büyüktür. Bu iki söz arasında bir terslik bulunulmaktadır. Hem, kadınların bu konuda, erkeklerde bulunmayan hile ve tuzakları vardır. Bir de, onların bu konudaki tuzakları, erkeklerin tuzaklarının sebebiyet veremeyeceği biçimde ar ve utanç doğurur.

Bil ki, o topluluk tarafından Yusuf (aleyhisselâm)'un bu kötü fiilden uzak ve berî olduğu anlaşılınca, Cenâb-ı Hak bu hususu da o (Şahidden veya kocadan) naklederek, onun "Yusuf, sen bundan vazgeç" dediğini nakletmiştir. Bu cümleden olarak, bu sözün aziz tarafından söylendiği ileri sürüldüğü gibi, bunun o şahidin sözü olduğu da ileri sürülmüştür ki bu, "Bu hadiseyi anlatmaktan vazgeçip, böylece onun haberi yayılmamış, böylece de büyük bir utanç meydana gelmemiş olur" demektir. Bunu söyeleyen kimse, Yusuf'a, hadiseyi gizlemesini emrettiği gibi, kadına da, af talebinde bulunmayı emrederek, "Sen de günahına istiğfar et!" demiştir. Bu sözün zahirinden, onun bağışlanma talebinde bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu sebeple onun, kocası tarafından affedilmeyi istemiş olduğu muhtemel olmuş olur ki, bu durumda mağfiretin anlamı, affedip vazgeçmek olmuş olur. Böyle olması halinde akla ilk gelen, bu sözü söyleyenin, şahid olduğudur. Yine Allah'dan mağfiret taleb edilmiş olması da, ihtimal dahilindedir. Çünkü o toplum, bir yaratıcının varlığını kabul ediyordu; ancak onlar bununla beraber putlara da tapıyorlardı. Bunun delili, Yusuf (aleyhisselâm)'un "Darmadağınık birçok düzme Tanrılar mı hayırlıdır, yoksa her şeye gâlib, kahhâr olan bir tek Allah mı?" (Yusuf. 39) demiş olmasıdır. Böyle olması halinde, bu sözü söyleyenin kadının kocası olması da düşünülebilir.

Onun, dul "Çünkü sen cidden günahkârlardan oldun "şeklindeki sözü, o kadının daha evvel de çokça hata işlediğini belirtmektedir ki, bu da daha işin şaşında kocasının, Yusuf'un değil de karısının suçlu olduğunu bildiğine delâlet eden şeylerden birisidir. Zira kocası, karısının bizzat, uygun olmayan şeylere yeltendiğini biliyordu. Ebu Bekr el-Esamm, "Bu, hiç şüphesiz ki kıskançlığı az olan bir kocadır ki, karısından sadece mağfiret talebinde bulunmayı istemekle yetinmiştir" demiştir. Keşşâf Sahibi de şöyle demiştir: "O, erkekleri kadınlara "tağlîb" ederek müzekker günahkârlardan" demiştir. Bununla, "sen hata edenler neslindensin, soyundansın. İşte bu pis damar, sana, o nesilden sirayet etmiştir" nanasının da murad edilmiş olduğu söylenebilir. Allah en iyi bilendir.

30

Âyetin tefsiri için bak:31

31

"Şehirdeki bazı kadınlar: "Azizin karısı, delikanlısının nefsinden murad almak istermiş. Sevgi, kalbinin zarına işlemiş. Görüyoruz ki o, muhakkak apaçık bir sapıklıktadır" dediler. Vakta ki (kadın), onların gizliden gizliye yaptıkları dedikoduları işitti, kendilerine davetçi yolladı. Onlar için yaslanacak bir yer, bir de sofra hazırladı. Onlardan her birine birer bıçak verdi. (Yûsuf'a), "Çık karşılarına" dedi; şimdi onlar bunu görünce, kendisini büyük gördüler. (hayranlıklarından) ellerini kestiler ve dediler ki:"Hâşa! Bu, bir beşer değildir..

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Cenâb-ı Hak niçin, buyurmamıştır?

Birinci Mesele Nisve Kelimesi hakkında

Biz deriz ki: Bu, şu iki sebepten dolayıdır:

a) (......) kelimesi, kadınlar topluluğu için vazolunmuş müfret bir isim olup bunun müennesliği hakiki değildir.

Bu sebepten dolayı, bu fiile müenneslik tâ'sı gelmemiştir.

b) Vahidî şöyle demiştir. "Fiilin önce getirilmiş olması, tesniye ve cemî alametlerinin düşürülmesine kıyasta müenneslik alâmetinin düşürülmesi neticesine götürmüştür.

İkinci Mesele

Kelbî şöyle demiştir: "Bu kadınlar dört kişi idiler: Aziz'in sucusunun karısı; ekmekçisinin karısı; gardiyanın karısı ve çobanının karısı." Mukâtil, bunlara, bekçisinin karısını da ilâve edilmiştir. Akla en yakın olanı, bu hadisenin şehirde yayılması, her tarafta duyulması ve şehrin kadınlarının bunu konuşmuş olmasıdır. O malûm kadın olan, azizin karısı, uşağının nefsinden kâm almak istemiştir. Fetâ kelimesi genç, delikanlı anlamındadır. Fakat (......) ise genç kız demektir. Ayetteki cümlesiyle ilgili olarak iki mesele bulunmaktadır:

Birinci Mesele Şeğale Fiilinin Mânası

a) Bu kelime, kalbi kuşatan zar anlamına gelir. Buna, "kalbin kılıfı, zarı" da denilir. "Ciğerine isabet ettin, dokundun" manasında (......) denildiği gibi, "Kalbinin zarına dokundun" anlamında (......) de denilir. Buna göre, (......) ifâdesinin manası "sevgi, onun derisinin içine girdi, böylece de kalbine nüfuz etti" şeklinde olur.

b) "Zann, kalbi sarıp bürümesi gibi, onun sevgisi de, onun kalbini sarıp bürüdü" anlamındadır. O sevginin kalbi sarmasının manası, o kadının, kendisiyle o sevginin dışında kalanlar arasına girip perde olabilecek, böylece de, başkasını düşünemeyeceği ve hatırına da ondan başkasını getiremiveceği bir biçimde, onu sevmekle meşgul olması demektir.

c) Zeccâc şöyle demektedir: Şegaf, kalbin en iç noktası ve onun, gözbebeğidir. Buna göre mana, "Onun sevgisi, o kadının kalbinin ta içlerine, adeta gözbebeğine istemişti" şeklinde olur. Netice olarak diyebiliriz ki: Bütün bunlar, aşırı sevmek ve aşktan kinayedir.

İkinci Mesele

Bir grup sahabe ve tâbiûn bunu ayn ile (şeafeha) şeklinde okumuştur. İbnu's Sikkît şöyle demektedir: "Arapça da, sevgi yanıp tutuşma noktasına vardığı zaman yine, sürülmüş katranın acısı yanma derecesine vardığı zaman (......) denilir." Ebû Ubeyde'de, bu manayı açarak şöyle demiştir. "Ayn ile şeaf kelimesi, kalbin, hissettiği bir lezzetin yanında, sevginin kalbi yakıp tutuşturması demektir. bu tıpkı, deveye katran sürülüp, o katranın acısı işte böyle bir noktaya varıp, daha sonra ise devenin sükûnete erip rahatladığı hâlete benzer." İbnu'l-Enbarî ise şöyle demiştir: "Şeaf", "dağların zirveleri, en üst noktalan" anlamındadır. Buna göre, kişinin sevgisi, kalbin en yüce noktasına vardığında, denilir.

Üçüncü Mesele

Hubben kelimesi, temyiz olduğu için, mensuptur denilir Daha sonra "Görüyoruz ki, o, muhakkak apaçık bir sapıklıktadır" yani, "O kadının onu sevmesi sebebiyle, biz onu, doğru yoldan sapmış olarak görüyoruz" demektir. Bu tıpkı Yusuf'un kardeşlerinin "Babamız her halde açık bir yanlışlık içindedir. (Yusuf, 8) demeleri gibidir.

Vezirin Karısının Kadınlara Ziyafet Hazırlaması

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Vakta ki (kadın), onların gizliden gizliye yaptıkları dedikoduları işitti, duydu, kendilerine davetçi yolladı. Onlar için yaslanacak bir yer, bir de sofra hazırladı" buyurmuştur.

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

"Vakta ki (kadın), onların gizliden gizliye yaptıkları dedikoduları duydu" buyruğunun anlamı, "O kadın, şehirdeki kadınların sözlerini duyunca" şeklindedir.Onların sözlerine, şu sebeplerden dolayı mekr (hile, desise) ismi verilmiştir.

a) O kadınlar, bu sözü, dedikoduyu Yusuf'u görmek ve onun yüzüne bakmak için söylemişlerdir. Çünkü onlar, kendileri böyle söyleyince, o kadının, özrünü anlayışla karşılayabilmeleri için, Yusuf'u kendilerine göstereceğini biliyorlardı.

b) Azizin kana, o kadınlara Yûsuf'u sevdiğini bir sır olarak söylemiş ve onlardan bu sırrını saklamalarını talep etmişti. Binâenaleyh onlar, onun sırrını ifşa edince, bu adetâ bir tuzak ve desise olmuş olur.

c) Onlar, o kadının gıybetini yapmışlardır. Gıybet ise, gizlice ve alçak sesle yapılır. İşte bu yönüyle bu gıybet, bir tuzağa benzemiştir.

İkinci Mesele

O kadın, şehirdeki kadınların, kendisini bu aşırı sevgiden dolayı kınadıklarını duyunca, mazeretini izhar etmek istedi, böylece de, bir sofra hazırlayarak, şehirdeki kadınların ileri gelenlerinden bir grubu çağırdı ve onlara oturup yaşlanacakları bir şeyler hazırladı. Müttekeen kelimesinin ne anlama geldiği hususunda da şu izahlar yapılmıştır:

1) Bu kelime, kendisine yaslanılan, dirsek, yan yastığı demektir.

2) Bu kelime, yiyecek anlamındadır. Utbî şöyle demiştir: "Bu hususta aslolan şudur: "Sen, yanında ziyafet vermek için birisini çağırdığında, ona, yiyeceğe de istiare yoluyla isim olarak verilen ve ismi "mütteke'un"olan bir yastık hazırlarsın."

3) Mütteke'en kelimesi "turunçgil" anlamındadır. Bu Vehb'in görüşüdür. Ebu Ubeyd, bunu kabul etmemiştir. Ancak ne varki bu, o kadının, şehirdeki kadınlara o mecliste çeşitli meyveler hazırlamış olduğuna hamledilmiştir.

4) "Mütteke' bıçak ile kesilmesi gereken bir yiyecektir. Çünkü yiyecek, her ne zaman böyle olursa, insan, keserken ona dayanma, bastırma ihtiyacı duyar. Sonra biz diyoruz ki: Bu söz de, o kadının şehirdeki kadınları çağırdığı, onlardan her birine hususi yerler hazırladığı ve her birine, o meyveleri yemeleri ve eti kesmeleri için birer bıçak verdiği, sonra da Yusuf'a, o kadınların huzuruna çıkıp açıklamada bulunmasını emrettiği; Yusuf'un da, kadından korktuğu için ona muhalefet edemediği neticesine varır.

Cenâb-ı Hak "Şimdi onlar bunu görünce, kendisini büyük gördüler, (hayranlıklarından) ellerini kestiler" buyurmuştur.

Burada birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetteki Ekbernenu Kısmı Hakkında

Bu ayette geçen ekbernehu sözüyle ilgili iki açıklama yapılmıştır:

a) Onlar onu, ta'zim ettiler.

b) Onu görünce hayız oldular.Ezherî bu ikinci manaya göre ekbernehu fiilinin sonundaki "hâ"nın sekte için getirildiğini, Arapça'da kadın hayız olduğunda denildiğini, bunun hakikatinin de o kadının, büyümüş olması vakası olduğunu; zira, o kadın hayız olmak suretiyle çocukluk yaşından çıkarak büyüklük yaşına girmiş olduğunu söylemiştir.

Bu husustaki diğer bir açıklama da şudur: Kadın korkup çığlık attığında çoğu kez çocuk düşürür ve böylece de hayız olur, kan gelir. Binâenaleyh şayet bu ayetteki ekbere fiilini, hayız olmak manasına almak doğru olursa, bunun sebebi, işte bahsettiğimiz şeydir.

Cenâb-ı Hakk'ın, "ellerini kestiler" ifadesi, onların dehşete kapılarak hayrete düşmelerinden kinayedir. Bu kinayenin güzel olmasının sebebi şudur: O kadınlardan her biri dehşete kapılınca, kendi elini kestiği halde, meyveyi kesiyor zannına kapılmıştır. Yahut da şöyle denilebilir: Onlardan her biri dehşete kapılınca, bıçağın sapı ile kesen kısmını birbirinden ayırdedememiş, o bıçağın keskin tarafını avucunun almış ve böylece de onun avucunda bir yaralanma meydana gelmiştir.

İkinci Mesele

Alimlerin çoğu, o kadınların Hazret-i Yusuf'u, aşırı güzelliğinden ve mükemmel yakışıklılığından dolayı tazim etkileri hususunda ittifak etmişlerdir. Bu cümleden olarak Yusuf, fazilet ve güzellik bakımından diğer insanlara olan üstünlüğünün, tıpkı Dördüncü gecesinde ayın, diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibi olduğu ileri sürülmüştür. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'un şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Semaya yükseltildiğim gece, Yusuf'a tesadüf ettim. Bunun üzerine Cibril'e, "Bu kimdir?" "Bu Yusuf'dur" dedi. Bunun üzerine kendisine, "Ey Allah'ın Resulü, onu nasıl gördün?" dediğinde, Hazret-i Peygamber, "O tıpkı, ondördüncü geceki bir dolunay gibiydi" cevabını verdi.

Yine, "tıpkı güneşin ışığının duvarlar üzerinde görülmesi gibi, Yusuf (aleyhisselâm), Mısır'ın sokaklarında yürüdüğünde, yüzünün parıltısının duvarlara vurduğu da" söylenilmiştir. Şu da ileri sürülmüştür: O, Allah'ın kendisini yarattığı gündeki Adem'e benziyordu. Bu görüş, üzerinde ittifak edilen görüştür.

Buna göre bu hususta başka bir açıklama daha yapılabilir: O kadınlar, Yusuf'un nübüvvet nurunu, risâlet simasını ve huzû ve ihtişam izlerini görüp, onda nübûvvet azametini, krallık heybetini görüp müşahede ettikleri için onu ululamış ve tazim etmişlerdir ki, bu da yiyeceklere, kadınlara iltifat etmemek ve onlara değer vermemek demektir. Büyük bir güzelliğe, bu heybet ve mehabet de eklenince onlar, bu gördükleri durumdan hayrete kapılarak, şüphesiz onu tazim etmişlerdir. Böylece Yusuf'un azamet ve heybeti onların kalbine düşüvermiştir. Bana göre ayeti bu manaya hamletmek daha uygundur.

İmdi eğer, "Durum böyle olunca, o açıklamaya göre daha nasıl o kadının, "İşte telisi hakkında ayıpladığınız, şu gördüğünüzdür" (Yusuf, 32) demiş olması uygun düşer ve bu durum, onun Yusuf'a olan aşırı sevgisi ve aşkının kuvveti hususunda kendisi için bir mazeret sayılabilir?" denilirse biz deriz ki:

Yasak edilenin peşine düşüldüğü, zihinlere yerleşmiş olan husustur. Buna göre de o kadın sanki diğerlerine, "İşte bu acîb yaradılış ve pâk, tertemiz, meleklere yaraşır hareket tavrının yanında, bir de onun bu güzelliği, bu aşırı sevgiyi, onun meleklere yaraşacak olan tavrı da kendisine ulaşamama, onu elde edememe ümitsizliğini doğurmuştur. İşte bundan dolayı, sevmeye, hasrete, sıkıntıya ve uykusuzluğa düştüm" demiştir. Ayetin yorumuyla ilgili olarak yapmış olduğumuz bu izah en güzeldir. Allah en iyisini bilendir.

Üçüncü Mesele

Ebu Amr, şından sonra gelen elif ile (......) şeklinde okumuştur ki, bu aynı zamanda, Esmaî nın Nâfî'den yapmış olduğu bir rivayettir. Aslolan da budur; çünkü bu, uzaklaşma, bir tarafta tutma, beri kılma, kenarda tutma demek olan muhâşât kelimesindendir. Diğer kıraat imamları ise, hem hafiflik olsun, hem de Kur'ân'ın hattına muvafık olsun; bir de çokça kullanılması sebebiyle, elifi hazfederek hâşe şeklinde okumuşlardır. "Hâşâ" tenzih manasını ifâde eden bir kelimedir. Buna göre burada bu kelimenin manası, "Allah'ı, böylesi güzet bir mahlûku yaratmaya kadir olabilecek başka bir mu'ciz varlığın bulunmasından tenzih etmektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Haşa, dediler, Allah için onun üstünde bir kötülük (emaresi) görmedik" (Yusuf, 51) ifadesi de, onun böylesi iffetli bir kimseyi yaratması karşısında duyulan bir hayreti ifâde eder.

Dördüncü Mesele

Ayetteki "Bu bir beşer değildir Bu, çok şerefli melekten başkası olamaz ifadesine gelince, bu hususta da şu iki izah yapılmıştır:

Birinci İzah: Meşhur olan bu izaha göre bundan maksat Yusuf'un son derece güzel olduğunu kabul etmektir. Ulemâ bu hususta şöyle demiştir: "Allahü teâlâ insanların aklına şeytanın en çirkin, en kötü canlı olmasıyla, meleğin de, en güzel varlık, canlı olduğu fikrini yerleştirmiştir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak cehennemi vasfederken, "Ki tomurcuklan şeytanların başları gibidir" (Saffât, 65) buyurmuştur. Bu böyledir. Zira biz, insanların kafalarına en çirkin varlık olarak şeytanın yerleşmiş olduğunu açıklamıştık. Binâenaleyh burada da, o kadınların kafalarına canlıların en güzelinin melek olduğu fikrinin yerleşmiş olduğunu görmekteyiz. Bu sebeple o kadınlar, Yusuf'un güzelliğini iyice anlatmak için, haliyle onu bir meleğe benzetmişlerdir.

İkinci izah: Bana göre doğruya daha yakın olan bu görüşe göre, cumhur nezdinde yaygın olan, meleklerin, şehveti tahrik, gazabı cezbeden ve vehimler ile hayeller ortaya çıkaran sebeplerden münezzeh ve temiz oldukları, yiyeceklerinin, Allah'ı tevhîd, içeceklerinin ise Allah'ı sena olduğu hususudur. O kadınlar, Yusuf'u görünce o onlara kesinlikle iltifat etmemiş; o kadınlar ise onun üzerinde nübüvvet ve risâlet heybeti ile, temizlik ve taharet alametlerini, izlerini görünce, "Biz onda şehvet eseri, beşeriyete dair hiçbir şey ve insanla alâkalı bir sıfat görmedik" demişlerdir.

Bu, beşerin mayasında bulunan bütün sıfatlardan tertemiz, insanlık sınırının dışına çıkıp son derece terakki etmiş ve böylece, melekleşmiş bir varlıktır" demişlerdir.

Buna göre onlar şayet "Eğer bundan maksad sizin kastettiğiniz husus olursa, o takdirde o kadının mazur olduğu o kadınlar tarafından nasıl anlaşılabilir?" derlerse tiz deriz ki, bunun cevabı daha önce geçmişti. Allah en iyisini bilendir.

Beşinci Mesele

Meleklerin beşerden daha üstün olduğunu söyleyenler, bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: "O kadınların bu sözü 'Yusuf'u ululama sadedinde söylemiş olduklarında şüphe yoktur. Binâenaleyh, onun durumunun yüceltilmesine ve mertebesinin yükseltilmesine bir vesile olsun onun beşeriyyet halinden çıkarılarak melekiyyet âlemine sokulması gerekir. Meleğin beşerden daha üstün olduğunun kabul edilmesi halinde, durum ancak böyle olabilir. Ayrıca biz diyoruz ki: Bundan maksat ya onun halinin, dış görünüşü demek güzellikteki mükemmelliğinin beyân edilmesidir; veyahut da, iç âlemi, sireti olan manevi güzelliğindeki halinin son derece mükemmel olduğunun beyan edilmesidir. Birincisi, şu iki sebepten dolayı batıldır:

a) Onlar onu, "kerim" olmakla nitelemişlerdir. Kerim olmak ise ancak, zahirî ı ile değil, batını, manevî huylar sebebiyle olur.

b) Biz, insanın yüzünün, meleklerin yüzüne kesinlikle benzemediğini bilmekteyiz. Onun şehevî ve gadabî duygulardan uzak olması, maddî lezzetlere iltifat etmemesi, Allah'a kulluk etmeye yönelmesi, kalbiyle, ruhuyla kendini buna vermesi gibi hususlara gelince: Bu insan-ı kâmil ile melekler arasında müşterek bir husustur.

Bunun böyle olduğu sabit olunca biz diyoruz ki: İnsanı, kendisiyle hakiki manada benzerliğin meydana geldiği bir şey hususunda meleğe benzetmek, onu kesinlikle bir benzerliğin bulunmadığı şey hususunda meleğe benzetmekten daha evlâdır. Yusuf'un, bu ayette, meleğe benzetilmesinin, zahirî şekli itibariyle değil, huyları bakımından olduğu kesinlik kazanmış olur. Durumun her ne zaman böyle olduğu sabit olursa, meleğin işte bu sayılan faziletler hususunda, hal itibariyle insandan daha üstün olması gerektiği sabit olmuş olur. Böylece de, meleğin, beşerden üstün olduğu sabit olmuş olur. Allah en iyisini bilir.

Altıncı Mesele

Hicazlıların lehçesine göre mâ tıpkı leyse gibi amel eder. Ayetteki (......) ifadesiyle "onlar, onların anneleri değildir" (Mücadele, 2) ayetlerinde de bu şekilde gelmiştir. Bu ifadeyi Temîm lehçesine göre okuyanlar, (......) şeklinde okumuşlardır ki, ki İbn Mesûd'un da kıraatidir. Bu kelime: (ma haza bişiren) şeklinde okumuştur ki, bu "Yusuf, bir beşerin mülkü olan bir köle değildir; bu olsa olsa, ancak kesin, şerefli bir melek olabilir" anlamındadır. Daha sonra biz diyoruz ki: Buna, "Bu satın almakla elde edilmiş, satın alınacak bir şey değildir" anlamında olmak üzere şeklinde de olabilir. Yine sen Bunu doğrudan mı elde ettin, yoksa satın almakla mı elde ettin?" dersin. Ne var ki muteber olan meşhur kıraat, hem Mushaf'ın hattına uyması, hem de "beşer" sözünün, "melek" sözünün mukabili olmasından dolayı, birincisidir.

Dedikodu Eden Kadınların Mahcup Olmaları

32

"(Kadın) dedi: "İşte beni kendisi hakkında ayıpladığınız, şu gördüğünüz zattır. Andederim, onun nefsinden ben murad almak istedim de o, namuskârhk gösterdi. Yemin ederim, eğer o, kendisine emredeceğimi yapmazsa, her halde, muhakkak ki zindana atılacak ve muhakkak zillete uğrayanlardan olacaktır".

Bilesin ki, Mısırlı kadınlar, Aziz'in karısı hakkında, "Sevgi kalbinin zarına işlemiş. Görüyoruz ki o, muhakkak apaçık bir sapıklıktadır" (Yûsuf, 30) deyince, onların bu şekildeki sözü azizin karısına iyice dokundu da, bunun üzerine o, onları bir araya getirdi. Onlar onu görünce kendisini büyük bir varlık olarak tanıdılar ve (hayranlıktan) ellerini kestiler. İşte o esnada, kınanmaya kendilerinin daha müstehak olduğunu anladılar. Çünkü, yalnız bir anlık bir görme ile duydukları tesir onun sahibesinin etkilenmesinden daha büyük olmuştu. Halbuki Yusuf, uzun zamandan beri onun yanında kalıyordu. Buna göre şayet "Niçin o kadın, Yusuf (aleyhisselâm) yanında olduğu halde, zalikûnne tabiri kutlanılmıştır?" denilirse, buna birkaç bakımdan cevap verebiliriz:

a) İbnü'l-Enbârî şöyle demiştir: "O kadın Yûsuf (aleyhisselâm) oradan ayrıldıktan sonra ona bu kelime ile işaret etmiştir."

b) Bu, Keşşal sahibinin yaptığı izah olup, bu husustaki en güzel izahtır. O şöyle demiştir: "Mısırlı kadınlar, o kadının Kenanlı kölesine aşık olduğunu dedikodu etmişlerdi. Binâenaleyh onlar Yusuf'u görüp, böylesine şaşkınlığa düşünce, o kadın:

"İşte sizin gördüğünüz bu insan, hakkında beni ayıplayıp kınadığınız o Kenanlı köledir" yani "Siz onu tam tasavvur etmediniz. Eğer hayâlinizde onun şekli tam teşekkül etseydi, siz bu kınamayı yapmazdınız" demiştir.

Bil ki o kadın, Mısırlı kadınların yanında Yûsuf'a karşı aşırı sevgisi hususundaki mazaretini ortaya koyunca, işin içyüzünü açıklayarak, "Andederim, onun nefsinden ben murad almak istedim de o, nâmuskarhk gösterdi" dedi. Bil ki bu, Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm)'un o töhmetten son derece uzak olduğu hususunda çok açık bir ifadedir. Süddî'nin "Yusuf, şalvarını çözdükten sonra namuskârlık gösterdi" dediği rivayet edilmiştir. Süddi'yi. Kur'ân'ın nassına, bu yanlış ilaveyi yapmaya sevkeden şey nedir ki?

Daha sonra "Yemin ederim, eğer o, kendisine emredeceğimi yapmazsa, herhalde muhakkak ki zindana atılacak ve muhakkak zillete uğrayanlardan olacak" demiştir. Bu, "şayet Yûsuf, kadının steği hususunda, ona boyun eğmezse hapise atılacak ve böylece zillete düşecek" demektir. Hazret-i Yûsuf'u "zillete düşürme"ile tehdid etmek, böyle yüce bir mevkii olan ve son derece kıymetli bir insan hakkında büyük bir tesir yapacağı malumdur. Hamza ve Kisaî elif ile (......) şeklinde okumuşlardır. (......) (alak, 15) kelimesini de böyle okumuşlardır. Allah en iyi bilendir.

O Kadınların Ev Sahibesini Haklı Görmeleri

33

Âyetin tefsiri için bak:34

34

"Yûsuf dedi ki: "Yâ Rabbi, zindan bana bunların davet ettikleri şeyi yapmaktan daha sevimlidir. Eğer sen bunların tuzaklarını benden döndürmezsen (belki) onlara meyleder ve câhillerden olurum." Rabbi de onun duasını kabul etti ve onların tuzaklarını kendisinden savdı. Çünkü o hakkıyla işiten ve herşeyi bilendir".

Bil ki o kadın, "Yemin ederim, eğer o kendisine emredeceğimi yapmazsa mutlaka zindana atılacak ve muhakkak zillete uğrayanlardan olacak" deyip, diğer Mısırlı kadınlar bu tehdidi duyunca, anlaşılıyor ki onlar da Yûsuf'a yüklenmiş ve "Onun emrine karşı diretmende bir fayda yok. Aksi halde hapse düşer, zillete uğrarsın" demişlerdir.

Yûsufun Maruz Kaldığı Vesveseler

İşte bu noktada Yûsuf (aleyhisselâm)'a çeşitli vesveseler gelmiştir:

1) Zeliha, son derece güzel.

2) Onun malı mülkü var. O, kendi isteğine uyması halinde, herşeyini kendisine vermeye kararlı.

3) Mısırlı kadınlar Yûsuf'u zorlamış ve herbiri onu bu hususta teşvik etmeye ve başka yollarla tehdid etmeye başlamışlardı. Kadınların bu konudaki hile ve tuzakları pek çetindir.

4) Yûsuf (aleyhisselâm), o kadının şerrinden korkuyor ve onun, kendisini öldüreceğinden endişe ediyordu. Böylece Yûsuf'da hem o kadının isteğine uyma arzusu, hem de ona muhalefet etmekten duyduğu endişe birlikte meydana çıkmıştı. Böylece Yûsuf (aleyhisselâm), bu çok ve kuvvetli sebeblerin (vesveselerin), kendisine tesir edeceği endişesine kapıldı.

Bil ki beşer kuvveti ve insan takati böylesi kuvvetli bir ismetin meydana gelmesine yetmez. İşte o esnada Hazret-i Yûsuf Rabbisine sığınarak, "Ya Rabbi, zindan bana bunların davet ettikleri şeyi yapmaktan daha sevimlidir" demiştir. Buradaki "Sicn" kelimesi, masdar olarak, fetha ile "Secn" (zindana atılmak) şeklinde de okunmuştur.

Sicn (Zindan) İle İlgili İzahat

Bu ifade ile ilgili iki soru vardır:

Birinci Soru: Hapsedilmek son derece kötü bir şey, kadınların, yapmasını istedikleri şey ise arzu edilen birşeydir. O halde, Yûsuf nasıl olmuş da, "Güç olan, benim için arzu edilenden daha iyidir" demiştir?

Cevap: O arzuyu ve lezzeti, büyük bir elem takib edecektir. O elem de, dünyada kötülenme, ahirette ise ilâhî cezaya dûçâr olmaktır. Hoşa gitmeyen zindanı tercih etmenin peşinden ise, büyük mutluluklar gelecektir. O mutluluk da, dünyada övülmek, ahirette de, devamlı olan mükâfaatı elde etmektir. İşte bundan dolayı O, "Zindan bana, bunların davet ettikleri şeyi yapmaktan daha sevimlidir" demiştir.

Ehven-i Şerrin Cevazı

İkinci Soru: Onların onu hapsetmeleri, tıpkı zinanın bir masiyet (günah) oluşu gibi bir masiyettir. Binâenaleyh hapsedilmek bir masiyet olduğu halde, Yûsuf (aleyhisselâm) nasıl "zindan bana daha sevimlidir" diyebilmiştir?

Cevap: Sözün takdiri şudur: "Bu iki şeyden, yani zina ile hapse düşmekten birisinin mutlaka olması gerektiğine göre, hapse düşmek bana daha uygundur. Her Diri şer olan iki şeyden birisini mutlaka yapmak gerekir ise, onlardan daha ehven (hafif, az şekli) olanını tercih etmek evlâdır."

Günahtan Koruyan Allah'dır

Daha sonra "Eğersen bunların Tuzaklarını benden döndürmezsen, (belki) onlara meyleder ve câhillerden olurum" demiştir. Ayetteki (......) ifadesi, "Onlara meylederim" manasındadır. Nitekim Arapçada, bir kimse oyuna eğlenceye yöneldiğinde (......) denilir. Alimlerimiz, insanın, Allah onu günahtan döndürmediği müddetçe, günahtan kendisini alamıyacağına bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Çünkü bu ayet, Allahü teâlâ'nın Hazret-i Yusuf'u o çirkin fiilden vazgeçirmediği takdirde, onun ona düşebileceğine delâlet ediyor. Bunu şöyle izah edebiliriz: Birşeyi yapmaya dâir olan sebep ve kudret ile, yapmamaya dâir olan sebeb ve kudret birbirlerine denk olurlar ise, o iş meydana gelemez. Çünkü fiil, bu iki taraftan birinin üstün gelmesi, diğer tarafın mağlub olması demektir. Halbuki her iki taraf birbirine denk olduğunda, bu acı şeyin meydana gelmesi, iki zıddı bir arada bulundurmak demek olur ki, bu muhaldir. Eğer iki taraftan birinde üstünlük meydana gelirse, onu üstün kılmak, kul tarafından değildir. Aksi halde teselsül gerekir. Tam aksine bu, Allah'dandır. O halde "sarf" (bir şeyden insanı vazgeçirme), o işi mercuh kılmak (yapılmaması tarafını ağır bastırma) demektir. Çünkü o iş, ne zaman "mercuh" olursa, onun meydana gelmesi imkansız olur. Meydana gelen, üstün olan taraftır. Binâenaleyh eğer o iş, "mercuh" ten, meydana gelecek olsa, "mercuhiyyet" var iken rüchâniyyet (üstünlük) (yapılma tarafı) tahakkuk etmiş olur ki, bu da iki zıddı birleştirmeyi gerektirir. Bu ise muhaldir. Böylece, bunun kulun kötü fiilden çevrilip alıkonulmasının ancak Allahü teâlâ tarafından olacağı sabit olur.

Bu sözü, bir başka açıdan şöyle de izah edebiliriz: Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm)'da, o günahı işlemeye arzu uyandıracak bütün sebebler mevcuttu. Bu sebebler de, onun kadının malından ve makamından istifade etmesi, kendisinden ve yiyeceğinden yararlanmasıdır. Sonra onu bu işten vazgeçirecek kuvvette, nefret ettirici müteaddit sebebler meydana geldi. Durum her ne zaman böyle olursa, yapma tarafındaki sebebler gittikçe kuvvetlenir, yapmama tarafındaki sebebler de zayıflar. İşte tam o esnada, Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm), Allahü teâlâ'dan kalbinde o günaha sevkedecek sebebleri yok eden ve bunlara zıd olan çeşitli sebebler yaratmasını istemiştir. Çünkü eğer bu karşı sebebler, kalbte tahakkuk etmeyecek olsa, o günaha düşmeye sevkedecek sebebler, karşı koyacak sebeblerden hâlî olmuş (meydanı boş bulmuş) olurlardı. Bu durum da fiilin mutlaka yapılması neticesini verirdi. İşte Yusuf (aleyhisselâm) "(Belki) onlara meyleder ve câhillerden olurum" ifâdesi ile, bunu kastetmiştir.

Yusuf'un Zindana Atılması

35

Âyetin tefsiri için bak:36

36

"Sonra, bütün o delilleri görmelerinin ardından, mutlaka onu, bir zamana kadar zindana atmaları (görüşü), onlara zahir oldu. Onunla beraber zindana iki delikanlı daha girmişti. Bunlardan biri: "Ben rüyamda kendimi, şarap (için üzüm) sıkıyor gördüm" dedi. Öbürü de: "Ben de rüyamda, kendimi, başım üzerinde ekmek taşırken ve kuşlar da ondan yerken gördüm" dedi. Dedilerki: "Bize bu rüyaların tabirini haber ver. Çünkü biz seni, iyiliksever birisi olarak görüyoruz".

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki o kadının kocası tarafından, Yusuf tarafının temiz ve namuslu olduğu anlaşılınca, ona dokunmadı. Bunun üzerine o kadın, daha sonra Yusuf'u, kendi (kötü) arzusuna boyun eğmeye sevkedecek her hileye başvurdu. Ama Yusuf, ona ittifât etmedi. Kadın, Yusuf'dan ümidini kesince, bir başka yota (hileye) başvurarak kocasına şöyle dedi: "Bu ibranî köle, benim kendisinden murad almak istediğimi söyleyerek, insanlar içinde beni rezil rüsvay etti. Ben ise, mazur olduğumu kimseye anlatamıyorum. Binâenaleyh ya bana müsaade et, dışarı çıkayım ve insanlara suçsuz olduğumu anlatayım. Yahut da, beni evde tuttuğun gibi, onu da içerde tut." Tam bu esnada Aziz'in aklına en uygun olanın Hazret-i Yusuf'u hapsetmek olduğu geldi. Böylece bu işin dedikodusu insanların dilinden düşecek ve rüsvaylığın boyutları biraz küçülecekti. İşte ayetteki: "sonra bütün o dellileri görmelerinin ardından, mutlaka onu bir zamana kadar zindana atmaları (görüşü), onlara zahir oldu" buyruğu ile anlatılmak istenen budur. Çünkü "bedâ", daha evvel üzerinde olunan (karara varılan) görüşün değişmesi demektir. Burada geçen "ayetler"(deliller) den murad ise, onun gömleğinin arka tarafından yırtılmış olması, yüzünün tırmalanmış olması ve (o şâhid veya Aziz tarafından söylenen): "Şüphesiz ki bu, siz kadınların fendindendir. Çünkü sizin fendiniz müthiştir!" (Yûsuf, 28) ifâdesi ile, bu husustaki suçun o kadına verilmesidir.Biz, orada kesinlik derecesinde nice başka ayetlerin (delillerin) bulunduğunu, fakat bu insanların, kepazeliği gizlemeye aşırı gayret gösterdikleri için o delillerden bahsetmediklerini söylemiştik.

İkinci Mesele

Ayetteki bedâ (zahir oldu) fiil olup, faili zindana atmaları (görüşü) ifadesidir. Ayetin zahiri, fiilin, bir başka fiilin faili olmasını gerektirmektedir. Fakat nahivciler, bir fiilin, bir başka fiilin fâili olmayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Binâenaleyh (mesela) dediğinde, bu söz, kesinlikle birşey ifâde etmez. İşte bu durumda nahivciler: "Bu ifadenin takdiri, "sonra onlara, onun hapsedilmesi (fikri) geldi" şeklindedir. Fakat burada fiil, bu ismin (masdarın) yerine getirilmiştir" demişlerdir. Ben derim ki: Zevk-i selim de fiilin, "muhberun-anh" (kendisinden haber verilen birşey-mübteda v.b.) olamayacağını göstermektedir. Birisinin, "Fiil haberdir" deyip de, "haber" kelimesini muhberun anh" yapması caiz değildir. Çünkü biz diyoruz ki: İsim bazan haber olur. Bu senin, demen gibidir. Burada, "Kâim" kelimesi isimdir ve haberdir. Böylece, birşeyin haber olmasının, onun "muhberun anh" olmasına ters düşmeyeceğini anlıyoruz. Hatta biz diyoruz ki: Bu konuda bazı şüpheler vardır:

a) Biz, "darebe fiildir" dediğimizde, burada muhberun anh (mübteda olan ve fiil olduğu haber verilen, (darebe)dir. O halde fiil de muhberun anh olabilir. Buna göre şayet, onlar, "Muhberun anh olan, "Bu sîga" sözüdür. Bu söz ise, bir isimdir" derlerse, biz de deriz ki: "Böyle olması halinde, kendisinin fiil olduğu haber verilen şeyin, o fiil değil isim olması gerekir ki, bu da yalan ve yanlış olur. Aksine biz diyoruz ki: Kendisinin fiil olduğu haber verilen şey, eğer fiil olursa, fiilden haber vermenin (yani onun muhberun anh-mübteda olmasının) doğru olduğu sabit olur. Yok eğer o, isim olursa, bunun manası, "Biz, isimden, onun fiil olduğunu söyleyerek haber verdik" şeklinde olur. Bunun yanlış olduğu ise malumdur. Bu konuda, aklî ilimlere dair (mâ'kûlât) kitaplarında bahsettiğimiz, derin bahisler vardır.

Üçüncü Mesele

Dil alimleri şunu demişlerdir: "Hîn" muayyen olmayan bir zaman parçasıdır. Hem kısa, hem de uzun olan zaman parçasına denir.

İbn Abbas şunu söylemiştir: "Buradaki müddet "dedikoduların veya şehirde yayılan kötü halin kesileceği müddet" manasınadır." Buradaki "hîn" kelimesinin 'beş yıl veya yedi yıl" olduğu da söylenilmiştir. Mukatil İbn Süleyman ise: "Yusuf (aleyhisselâm), oniki sene hapsolundu" demiştir. Doğru olan ise, bu miktarların malûm olmayışıdır. Bilinen miktar ise, onun, Cenâb-ı Hakk'ın "nice zaman sonra hatırladı" (Yusuf, 45) buyruğundan dolayı, uzun bir süre mahpus kaldığıdır.

Onunla Beraber Hapsedilen İki Genç

Cenâb-ı Hakk'ın, "Onunla berebar zindana iki delikanlı daha girdi" beyanına gelince burada mahzuf bir ifade bulunmaktadır. Bunun takdiri, "Onu hapsetmeyi istediklerinde, hapsettiler" şeklindedir. Bu kısım ifadesinin ona delalet etmesi sebebiyle hazfedilmiştir. Denildiğine göre bunlar, Mısır'daki en büyük kralın iki uşağı idiler. Birisi yiyeceğiyle ilgileniyor, diğeri de onun içeceğini getiriyordu. Krala, yemeğini hazırlayanın kendisini zehirlemek istediği bildirilince, kral, ötekinin de ona yardım ettiğini sandı ve her ikisinin de hapsolunmalarını emretti.

Rüya İle İlgili Bazı Sorular

Ayette geriye birkaç soru kalmıştır:

Birinci Soru: Bu delikanlılar Hazret-i Yusuf'un rüya tabirinden anladığını nasıl bildiler?

Cevap: Muhtemelen Yûsuf (aleyhisselâm) onlara niçin hüzünlenip gamlandıklarını sormuş, onlar da: "Biz uykumuzda şu rüyayı gördük" demiş olabilirler. Yine muhtemeldir ki onlar Yusuf (aleyhisselâm)'u rüya tabir etmenin de içinde bulunduğu pekçok meseleye dair bilgi ve marifetini izhar ederken görmüş, o zaman da bunu ona anlatmış olabilirler.

İkinci Soru: Onların kralın hizmetçileri olduğu nasıl anlaşılır?

Cevap: Onun, "Biriniz efendisine şarap içirecek" (Yusuf, 4) yani, (mevlâsına, efendisine, kralına) ve "Efendine benden bahset" (yusuf, 42) sözleri vasıtasıyla.

Üçüncü Soru: Onlardan birinin ahçı, diğerinin de o kralın sucusu olduğu nasıl anlaşılmıştır?

Cevap: Herbirinin gördüğü rüya, mesleğine uygun düşmektedir. Çünkü onlardan birisi, kendisini şarap sıkıyorken görmüş, diğeri de kendisini sanki, başının üzerinde ekmek taşırken...

Dördüncü Soru: Uykudaki rüya nasıl vakî olmuştur?

Cevap: Bu hususta iki görüş bulunmaktadır:

Birinci Görüş: Yusuf (aleyhisselâm) zindana girince, oradakilere, "Ben rüya tabir etmesini bilirim" dedi. Bunun üzerine bu iki delikanlıdan birisi, "Şu İbranî asıllı delikanlıyı, uyduracağımız bir rüya ile bir sınayalım" dedi. Böylece onlar, hiçbir şey görmemiş oldukları halde ona rüya tabiri sordular. İbn Mesûd da şunu demiştir: "Onlar aslında hiçbir şeyi görmemişlerdi; onun bilgisini sınamak için, rüya görmüş gibi davrandılar."

İkinci Görüş: Mücahid şunu demiştir: "Zindana girdikleri zaman onlar, bir rüya görmüş idiler. Bunun üzerine Yusuf'a geldiler ve bu rüyanın anlamını ona sordular. Saki dedi ki: "Ey bilgili kişi, rüyamda kendimi bir bahçede gördüm. Derken çok güzel bir asma üzerinde, üç üzüm salkımı bulunan üç dal. Onları kopardım. Sanki, kralın kadehi önümdeydi de bu üzümleri onun içine sıkarak, bunu krala sundum. O da bunu içti." Bu, ayetteki "Şarap (için üzüm) sıkıyorum" ifadesinin delâletidir. Aşçı ise şöyle dedi: "Ben de kendimi şöyle gördüm: Sanki başımın üzerinde üç tane sepet var. İçlerinde de ekmek ve çeşitli yiyecekler. Birden yırtıcı kuşlar, onları ısırıp koparmaya başlıyor!" Bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "Öbürü de, "Ben de, rüyamda kendimi, başım üzerinde ekmek taşırken ve kuşlar da ondan yerken gördüm " dedi" ayetinin ifade ettiği husustur.

Beşinci Soru: Yusuf (aleyhisselâm), nasıl "Şarap (için üzüm) sıkıyorum" sözünden ııuradın, uykuda görülen rüya olduğunu nasıl anlamıştır?

Buna birkaç bakımdan cevap verilebilir:

1) Şayet o uykusunu kastetmemiş olsaydı "kendimi.... gördüm" ifadesi zikredilmeyip "sıkıyorum" kelimesiyle yetinilirdi.

2) "Bize bu rüyaların tabirini haber ver" ifadesi de buna delâlet eder.

Altıncı Soru: "Şarabın sıkılması" ifadesi nasıl anlaşılmalı?

Cevap: Bu hususta üç görüş bulunmaktadır:

1) Mananın şeklinde olmasıdır. Yani, "Şırası içki olan üzümü sıkıyorum" şeklindedir. Böylece muzaf olan ıneb kelimesi hazfedilmiştir.

2) Araplar, manası açık olup, bir kapalılık bulunmadığında, bir şeyi o şeyin nihaî durumu ve hali ile isimlendiriyorlar. Meselâ, mayi ve sıvı olduğu halde (hurmanın kendisini kastederek), "Falanca, hurma şırası pişiriyor, kaynatıyor" diyorlardı. (Burada da böyledir)

3) Ebu Sâlih şunu söylemiştir: "Umanlılar, "üzüm"e hamr "İçki" adını veriyorlardı. İşte bu lafız, Mekkelilere de geçmiş; böylece onlar da bu kelimeyi bu manada kullanmışlardır." Dahhâk da: "Kur'ân, bütün Arapların lehçeleri üzere nazil olmuştur" demiştir.

Yedinci Soru: (......) ifadesindeki (......) kelimesinin anlamı nedir?

Cevap: Bir şeyin tevili "o şeyin neticede varıp döneceği yerdir." Bu da, o şeyin neticesinin kendisine vardığı durumdur, şeydir.

Sekizinci Soru: Cenâb-ı Hakk'ın, "Çünkü biz seni, muhsinlerden (birisi olarak) görüyoruz" ifadesinden ne murad edilmektedir?

Buna birkaç yönden cevap verilebilir:

1) Bunun manası, "Şüphesiz biz senin ihsan ve ikramda bulunmayı tercih ettiğini, mekârim-i ahlâk ile güzel fiiller yaptığını görmekteyiz" şeklindedir.

2) Yûsuf (aleyhisselâm), oruç ve namaz gibi tâatlere son derece müdavim idi. Bunun üzerine onlar, "Sen dînî hususlarda muhsin olan, çok muti olan kimselerdensin. Böyle olana ise, hem rüya tabiri hem de diğer meselelerde söyledikleri şeyler hususunda itimat edilir ve güvenilir" demişlerdir.

3) Bundan maksat, "Çünkü biz seni tabir ilmi hususunda muhsin olan, bunu beceren kimselerden birisi olarak görmekteyiz" denilmek istenmesidir. Çünkü o "Sen bana (....) sözlerin tevilini öğrettin" (yûsuf, 101) buyruğunda olduğu üzere, rüyayı tabir ettiği zaman yanılmamıştır.

Dokuzuncu Soru; Rüya tabirinin aslı esası nedir?

Cevap: Kur'ân ve aklî deliller bunun doğru olduğuna delâlet etmektedirler. Kur'ân'dan delile gelince, bu, bu ayettir. Akli delillere gelince, bu da şudur: Şu kesindir ki, Allahü teâlâ nefs-i natıkanın cevherini (rûh), felekler âlemine çıkıp Levh-i Mahfuzu müşahede ve mütâlâa edecek bir biçimde yaratmıştır. Onu bundan alıkoyan ise, bu nefs-i natıkanın bedenin idaresiyle meşgul olmasıdır. Uyku zamanında ise, bu meşguliyet azalır, nefs-i natıka, bu müşahede ve mütâlâayı yapmaya daha muktedir hale gelir. İşte ruh, herhangi bir halde bulunduğunda, bu ruhî idrak ve algısından dolayı hayâl alemine uygun düşen özel izler bırakır. İşte rüya yorumcusu, bu hayâl alemine ait izler yardımıyla, o aklî idrak ve algılara dair istidlalde bulunmaktadır. Bu, söylediğimiz, özet, derli toplu bir açıklamadır. Bunun tafsilatı ise, aklî meselelerle alâkalı kitaplarda zikredilmiştir. Din de bunu tekîd etmektedir. Hazret-i Peygamber'den rivayet edildiğine göre, O şöyle buyurmuştur:

"Rüya üç çeşittir.- İnsanın, kendisine telkini ile gördüğü rüya; şeytandan olan rüya ve sâdık hak olan rüya"

Bu aklî tümlerce de sahîh kabul edilen bir taksimattır. Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Salih bir kimsenin görmüş olduğu rüya, peygamberliğin kırkaltıda biridir!

37

Âyetin tefsiri için bak:38

38

"Dedi ki: "Size, rızıklanacağınız bir taam gelecek oldu mu, ben muhakkak onun ne olduğunu size, daha gelmezden evvel haber veririm. Bu, Rabbimin bana öğrettiği ilimlerdendir. Çünkü ben, Allah'a inanmayan bir kavmin dinini onlar âhireti inkâr edenlerin ta kendileridir- terkettim. Atalarım ibrahim'in, ishakın ve Yakûb'un dinine uydum. Allah'a herhangi bir şeyi ortak tutmamız bizim için doğru olmaz. Bu Allah'ın bize ve insanlara lütf-u inâyetindendir. Fakat insanların çoğu şükretmezler".

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Şunu bil ki, bu ayette zikredilen husus, onların sordukları şey hakkında bir cevap değildir. Binâenaleyh burada, cevabın zikredilmeyip de bu söze geçilmesinin sebebini beyân etmek gerekmektedir. Alimler bu hususta birçok açıklamada bulunmuşlardır:

1) Soru soranların birisine verilecek cevap onun asılacağı şeklinde olunca; hiç şüphesiz bu sözü duyduğunda onun hüznü çoğalıp bu söze karşı olan nefreti de atacağı için Yûsuf (aleyhisselâm) burada yapılması uygun olan şeyin, bundan önce, ilmi ve sözü sayesinde kendisiyle müessir ve etkili olacağı bir şeyler söylemesi olduğuna karar verir. Esas söyleyeceğini de bundan sonra beyan edip söyleyince, onun cevabı bir itham ve düşmanlık sebebi olmaktan çıkar.

2) Belki de Hazret-i Yûsuf ilimdeki seviyesinin, onların kendisi hakkında aûşündüklerinden daha üstün ve daha ileri olduğunu beyân etmek istemiştir. Bu böyledir, zira onlar Hazret-i Yûsuf'tan rüyayı tabir etmesini istemişlerdir. Bu, tabir ilmininse, zan ve tahmine dayandığında şüphe yoktur. Böylece onlara, her insanın bundan aciz olmasıyla birlikte, kendisinin gayb hakkında kesin bir biçimde haber vermesinin mümkün olamayacağını beyan etmiştir. Durum böyle olunca, rüya tabiri minde bütün insanlardan üstün olanın böyle olması daha evlâ olur. Binâenaleyh bu mukaddimenin zikrediliş gaye ve maksadı, kendisinin rüya tabirinde üstün bir seviyede bulunduğunu ve bu hususta, başkalarının söyleyemeyeceği şeyleri söyleyebileceğini iyice anlatmak olmuş olur.

3) Süddî şöyle demiştir: "Size, rızıklanacağınız bir taam gelecek oldu mu" ifadesine, "uykuda" kaydını ilave etmiştir. Böylece o, bununla Hazret-i Yûsuf'un, rüya tevili hususundaki ilminin herhangi muayyen bir şeye mahsus olmadığını beyan etmek istemiştir. İşte bundan dolayı da, "onun ne olduğunu size haber veririm" demiştir.

4) Belki de Yûsuf (aleyhisselâm), o ikisinin kendisi hakkında hüsn-i zan sahibi olduklarını ve sözünü kabul edeceklerini bildiği için, onlara kendisinin Allah katından gönderilmiş bir peygamber olduğuna delâlet edecek olan şeyleri zikretmiştir. Zira, din işlerini ıslâh edip düzeltmekle meşgul olmak, dünya işleriyle meşgul olmaktan daha üstündür.

5) Belki de Yûsuf (aleyhisselâm), o adamın asılacağım bildiği için, küfür üzere ölmemesi ve böylece de şiddetli bir azaba müstehak olmaması için İslâm'a girmesi hususunda çaba sarfetmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, 'Ta ki helak olan kişi apaçık bir delilden sonra helak olsun, diri kalan kişi de, yine apaçık delili görerek helak olsun " (Enfâl, 42) buyurmuştur.

6) O'nun, "Size, rızıklanacağmız bir taam gelecek oldu mu, ben muhakkak onun ne olduğunu size (...) haber veririm" ifâdesi, uyanıklık haline hamledilmiştir. Buna göre manâ, "size taam olarak bir rızık geldiğinde, ben o taamın ne olduğunu, rengini, miktarını ve neticesinin ne olacağını, yani insan onu yediğinde, onun sana sıhhat mi kazandıracağını yoksa hastalığına mı sebeb olacağını söyleyebilirim" şeklinde olur. Bu hususta bir başka izah da şudur: Denildiğine göre kral, birisini öldürmek istediğinde onun için bir yiyecek hazırlatır ve onu ona göndehrmiş. İşte bundan dolayı Yûsuf (aleyhisselâm): "Size bir yiyecek geldiğinde ben size, onda bir zehir bulunup bulunmadığını bildiririm" demek istemiştir. İşte Cenâb-ı Hakk'ın, "Size, rızıklanacağınız bir taam gelecek oldu mu, ben muhakkak onun ne olduğunu size (...) haber veririm" ifadesiyle kastedilen de budur. Bu Hazret-i İsa'nın tıpkı "Evlerinizde ne yiyor, ne biriktiriyorsanız size haber veririm"(Al-i İmran, 49) sözü gibi olduğu halde, bunun neticesi, Hazret-i Yûsuf'un, gaybı bildiğini söylemiş olduğu neticesine varmaktadır. O halde, yapılan ilk üç izah, onun rüya tabiri ilminde üstün olduğunu; son üç izah da, kendisinin Allah katından gönderilmiş sadık bir peygamber olduğunu ortaya koymak içindir.

Hazret-i Yûsuf'un Mucizelerinden

Buna göre eğer, "Daha önce nübüvvet iddiasına dair birşey geçmediği halde ayeti mu'cize iddiasında bulunmaya hamletmek nasıl caiz olabilir?" denilirse, biz deriz ki:

Bunu her ne kadar zikretmemiş ise de, bu, onun daha önce bunu mutlaka bildirmiş olduğu kesindir. Bir de yine, "Bu, Rabbimin bana öğrettiği ilimlerdendir" ayeti ile "Atalarımın dinine tâbi oldum" ifâdesinde de buna delâlet eden hususlar vardır.

Daha sonra, "Bu, Rabbimin bana öğrettiği ilimlerdendir" buyurmuştur. Yani, "Ben kehânette bulunmak ve yıldızlara bakmak suretiyle Konuşmuyorum. Ben size bunları, Allah'dan gelen vahiy ve O'nun öğretmesiyle hasıl olan ilim sayesinde haber verdim" demektir.

Sonra "Çünkü ben, Allah'a inanmayan bir kavmin dinini -ki onlar ahireti inkâr edenlerin ta kendileridir- terkettim" buyurmuş olup bunla ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Hazret-i Yûsuf Küçüklüğünde Kavminin Dinine Mensup Oldu mu?

Bir kimse şöyle diyebilir: Cenâb-ı Hakk'ın, "Çünkü ben, Allah'a inanmayan bir kavmin dinini terkettim" buyruğu Yûsuf'un (daha önce) bu dine mensup olduğu zannını vermektedir. Deriz ki: Buna birkaç yönden cevap verebiliriz:

1)Terketmek, bir şeye ilişmemekten ibarettir. Binâenaleyh, daha önce o işin içinde bulunmak, terketmenin şartı değildir.

2) En sahih olan bu görüşe göre, şöyle denilebilir: Yûsuf (aleyhisselâm), onların yanlış asıları ve fasit inançlarınca, onların kölesiydi, uşağıydı. Muhtemeldir ki, o belki de, tamdan önce, takiyye yaparak, onlardan korktuğu için tevhid akidesini ve imanını izhar edemiyordu. Sonraysa bunu, işte bu vakitte izhar etti, açığa vurdu. Bu da, görünürde, bu kâfirlerin dinini terketmek gibi olmuş oldu.

İkinci Mesele

(......) cümlesinde hüm zamirinin iki defa gelmiş olması, o kavmin, kendisini küfre tahsis etmiş olduğunu beyan etmek içindir. Belki de onlar ahireti inkâr etmeleri, başlangıcı (yaratılmayı, mebde'i) inkâr etmelerinden daha şiddetli idi. İşte, ahireti inkârlarındaki bu aşırılıklarından dolayıdır ki, Cenâb-ı Hak bu lafzı te'kid için tekrarlamıştır.Bil ki, "Çünkü ben, Allah'a inanmayan bir kavmin dinini terkettim" buyruğunda mebde' " ilmine; "-ki onlar ahireti inkar edenin ta kendileridir-" buyruğunda da "me'âd" ilmine bir işaret bulunmaktadır. Kur'ân-ı Mecîd'i kim iyice düşünür ve peygamberlerin (aleyhisselâm) nasıl davetle bulunduklarını tefekkür ederse, peygamberler gönderip kitaplar indirmeden gaye ve maksadın, insanları tevhidi, mebde'i ve meâdı kabul etmeye yöneltmek olduğunu, bunun ötesindeki şeylerin abes ve anlamsız olduğunu anlar.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Atalarım ibrahim'in, îshâk'ın ve Ya'kûb'un dinine uydum" buyurmuştur:

Bu ifâdeyle ilgili birkaç soru bulunmaktadır:

Birinci Soru: Bu sözü zikretmenin faydası nedir?

Cevap: Yûsuf (aleyhisselâm) nübüvvet iddiasında bulunup, gaybı bilmek olan bir mucizeyle meydan okuyunca, buna, kendisinin nübüvvet evinin halkından olduğunu, babasının, dedesinin ve dedesinin babasının da Allah'ın nebileri ve resulleri olduğunu bitiştirmiştir. Çünkü insan, babasının ve atasının sanatı hususunda bir iddiada bulunursa, onun da o sanat erbabı olması tuhaf görülmez. Yine, İbrahim (aleyhisselâm)'in, İshâk ve Yakûb'un mertebe ve dereceleri, dünyada herkesçe malum ve meşhur olduğundan, Yûsuf'un da, onların çocukları olduğu anlaşılınca, onu tazim eder ve ona saygı dolu bakışlarla bakarlar, böylece ona olan bağlılıktan tam, kalblerinin onun sözünden etkilenmesi de mükemmel olur.

İkinci Soru: Yûsuf (aleyhisselâm) peygamber olunca, onun daha, "Atalarımın dinine tabi oldum" demesi nasıl caiz olabilir? Zira, onun, kendisine tahsis edilmiş bir şeriatının bulunması gerekir.

Deriz ki: Belki de onun bundan muradı, hiç değişmeyen tevhîd (hususunda) idi. Belki de o, Allah katından gönderilmiş bir peygamber (resul) idi, ancak ne var ki, İbrahim (aleyhisselâm)'in şeriatı üzere bulunuyordu.

Üçüncü Soru: Bütün mükelleflerin durumu böyle olduğu halde Yûsuf (aleyhisselâm) niçin, "Allah'a herhangi bir şeyi ortak tutmamız bizim için doğru olmaz" demiştir?

Cevap: Onun, "(...) bizim için doğru olmaz" ifadesinden murad, onun bunu onlara haram kılmış olduğu değildir. Aksine bundan maksat Cenâb-ı Hakk'ın, onun atalarını şirkten temiz tutmuş olduğunu beyân etmektir. Bunun bir benzeri de, "Allah'ın evlâd edinmesi (hiçbir zaman) olacak şey değildir?"(Meryem, 35) ayetidir.

Dördüncü Soru: Min şey "Herhangi birşeyi" kelimesindeki mâna nedir?

Cevap: Şirkin çeşitleri pek çoktur. Müşriklerden bir kısmı putlara, bir kısmı ateşe, bir kısmı yıldızlara, bir kısmı da akla, nefse ve tabiata tapmaktadır. Bu sebeble onun, "Allah'a herhangi bir şeyi ortak tutmamız bizim için doğru olmaz" buyruğu, bütün bu gruplara ve fırkalara bir reddiye olurken, aynı zamanda da hak olan dine bir irsâddır. Bu da, Allah'dan başka bir mûcid (var edici), yaratıcı ve rızık verici bulunmadığıdır.

Daha sonra "Bu, Allah'ın bize ve insanlara lütf-u inayetindendir" buyurulmuştur.

Bu ifadeyle ilgili bir mesele bulunmaktadır. Bu da şudur: O daha önce, "Allah'a her hangi bir şeyi ortak tutmamız bizim için doğru olmaz" demiş, daha sonra ise, "Bu Allah'ın (...) lütf-u inayetindendir" buyurmuştur. Buradaki zalike kelimesi daha önce geçmiş olan şirk koşmamaya işarettir. Bu da delâlet eder ki, şirk koşmama ve imana nail olma, Allah'dandır. Sonra O, durumun, bizzat kendisi hakkında böyle olduğu gibi, insanlar hakkında da böyle olduğunu beyan etmiş, daha sonra da insanların ekserisinin şükretmediklerini açıklamıştır. Bu ifadeden muradın, onların, iman nimetinden dolayı Allah'a şükretmeleri olması gerekir.

Anlatıldığına göre, ehl-i sünnete mensup birisi, Bişr İbnu'l-Mu'temir'in yanına girer ve: "İmanından dolayı Allah'a şükrediyor musun, etmiyor musun? Eğer, "Hayır" dersen, icmâya muhalefet etmiş olursun; yok, O'na şükrettiğini söylersen, O'nun fiili olmayan şeyden dolayı O'na nasıl şükredebilirsin?" der. Bunun üzerine ona Bişr şöyle cevap verir: "Biz O'na, O bize kudret, akıl ve aletler (uzuvlar) verdiği için şükrediyoruz. Binâenaleyh bizim, kudret ve (onu kullanacak) aletleri verdiği için, Allah'a şükretmemiz gerekir. İman onun fiili olmadığı halde, imandan ötürü ona şükretmemize gelince, bu batıldır." Derken, Bişr ne söyleyeceğini bilemez. Derken yanlarına Sümâme İbn el-Eşres girer ve: "Biz imandan dolayı Allah'a şükretmeyiz. Aksine, "... işte onların çalışmaları meşkûr olur" (İsra, 19) ayetinde buyurduğu gibi, bundan dolayı O bize teşekkür eder" der. Bunun üzerine Bişr, "söz zor olunca, kolaylaşır" der.

Bil ki Sümâme'nin onu ilzam ettiği şey, bu ayetin nassı ile batıldır. Çünkü şirk koşmamanın Allah'ın lütf u keremi olduğunu beyân etmiş; sonra, O, insanların çoğunun bu nimete şükretmediklerini açıklamış ve bunu zemm üslubuyla zikretmiştir. Binâenaleyh bu, her mü'minin iman nimetinden dolayı Allahü teâlâ'ya şükretmesi gerektiğine delâlet eder. İşte o zaman hüccet kuvvetlenir, delâlet kemâle erer. Kadî şöyle der: "Biz onun zalike kelimesini tevhide tutunmaya bir işaret kabul edersek, o zaman bu, Allah'ın fazlından olmuş olur; çünkü iman, Allah'ın lütufları ve kolaylaştırmasıyla meydana gelmiştir. Bunun nübüvvete işaret olması da muhtemeldir."

Cevap: Bu, daha önce geçmiş olan bir şeye işarettir. O da, şirk koşmayı. Binâenaleyh buna göre, şirk koşmayı terketmenin, Allah'ın lütfundan gerekir. Kâdî'nin bunu, Allah'ın lütuflarına ve kolaylaştırması manasına zahirî ifâdeyi terketmek olur. Bunu nübüvvet anlamına almak ise, uzak ihtimaldır. Çünkü işarete delâlet eden lâfzın, daha önce zikredilmiş olanların, o en yakın olanlara hamledilmesi gerekir ki bu da, şirk koşmamadır.

Hazret-i Yusuf'un Hapishane Arkadaşlarına Tebliği

39

Âyetin tefsiri için bak:40

40

"Ey hapishane arkadaşlarım! Darmadağınık birçok düzme tanrılar mı hayırlıdır yoksa hepsine ve herşeye gâlib, kahhâr olan bir tek Allah mı? Sizin, O'nun dışında taptıklarınız, kendinizin ve atalarınızın takmış oldukları, (kuru) adlardan başkası değildir. Allah bunlara, hiçbir burhan indirmemiştir. Hüküm Allah'dan başkasının değildir. O, kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru din işte budur. Fakat İnsanların çoğu bilmez".

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Buradaki ifadesiyle, hapiste bulunan o iki arkadaşını kastetmektedir. demektir. Yûsuf onlarla hapiste az bir müddet arkadaşlık yapmış olunca, bu ikisi, (arkadaş olarak) ona izafe edilmişlerdir. Az bir arkadaşlık, onun arkadaş sayılması için kâfi olunca, Allah'ı bilen ve ömrü boyunca Allah'ı seven kimsenin üzerinde, "mü'min", "arif" ve "seven" isminin devam edip kalması haydi haydi uygundur.

İkinci Mesele

Bil ki Yûsuf (aleyhisselâm), Önceki ayette peygamberliğini iddia edince, peygamberliğini isbat etmesi de Allah'ın ulûhiyye- tini isbata dayanınca, bu ayette işte, Allah'ın ulûhiyetini anlatmaya başladı. İnsanların çoğu, âlim ve kadir bir ilahın varlığını ikrar ve kabul edip, insanlar da, felekî ruhfar suretinde putlar edinip, onlara ibâdet ederek, fayda ve zararı onlardan bekleyince, hiç şüphesiz, peygamberlerin çoğunun gayreti, putlara ibâdetten men etme hususunda yoğunlaşmıştır. Hazret-i Yûsuf'un zamanında da, durum bu minval üzere idi. İşte bundan dolayı, o, burada, putlara ibâdet etme düşüncesinin fasid olduğunu gösteren delilleri zikretmekle başladı ve şu şekilde birçok delil ve hüccet getirdi:

Tevhid Delilleri

Birinci hüccet: Onun "Darmadağınık birçok düzme tanrılar mı hayırlıdır, yoksa hepsine ve her şeye gâlib kahhâr olan bir tek Allah mı?" şeklindeki sözüdür. Bu hüccetin izahı şöyledir: Allahü teâlâ, ilahların çok olmasının, bu âlemin fesadını ve altüst olmasını gerektireceğini beyân etmiştir ki, bu O'nun, "Eğer göklerde ve yerde Allah'dan başka tanrılar olsaydı onların ikisi de muhakkak ki harap olup gitmişti" (Enbiyâ, 22) ayetidir. Binâenaleyh, ilâhların çok olması, bozukluğa ve karışıklığa sebebiyet verir; ilâhın tek olması da, intizamın ve güzel bir düzenin meydana gelmesini gerektirir. İşte bu mana, diğer ayetlerde iyice anlatıldığı için, O burada, "Darmadağınık birçok düzme tanrılar mı hayırlıdır, yoksa hepsine ve her şeye galib, kahhâr olan bir tek Allah mı? " demiştir. Bundan murad, inkâr yoluyla istifham, soru sormadır.

İkinci hüccet: Bu putlar, yapılmış olup, yapıcı değil, makhûr (hükmedilen, kudret altında) olup, kahir (hükmeden, kudretli) değillerdir. Çünkü insan, bunları kırıp yok istediği zaman, bunlara güç yetirir. Binâenaleyh onlar, hiçbir güç ve tesiri olmayan, kendilerine güç yetirilebilen ve kendilerinden hiçbir menfâat veya zararın beklenilmeyen varlıklardır. Âlemin gerçek ilahı ise, fa'âl ve kahhar (herşeyi yapabilen ve her şeye hükmeden); hayırlar ulaştırmaya ve şerlerle kötülükleri savuşturmaya muktedir olan, kadir bir varlıktır. Dolayısıyla Hazret-i Yûsuf'un bu söz ile anlatatmak istediği, "Makhûr ve zelil ilahlara tapmak mı hayırlıdır, yoksa tek ve kahhâr olan Allah'a ibadet etmek mi?" manasıdır. Onun, "Birçok tanrılar mı?" ifadesi çokluğa işarettir. Buna mukabil ise, Hak teâlâ'nın tek olduğu hususu zikredilmiştir. Onun, "müteferrikûn" (darmadağınık)" kelimesi ise o putların, büyüklük ve küçüklük, renk ve şekil bakımından farklı farklı olduğuna işarettir. Bütün bunlar ise ancak, onları ve yapan kişinin, onları böyle yapmış olmasından dolayı olmuştur. Öyle ise, "darmadağınık" (farklı farklı) sözü, onların makhûr ve âciz nesneler olduğuna bir işarettir. Buun mukabilinde ise, Cenâb-ı Hakk'ın "kahhâr" olduğu zikredilmiştir. İşte açmadığımız bu şekilde, ayet bu iki çeşit açık hücceti taşımaktadır.

Üçüncü hüccet: Hak teâlâ'nın bir oluşu, O'na ibadet etmeyi gerektirir. Çünkü bir ikincisi (eşi) olsaydı, biz, bizi yaratanın ve rızıklandıranın, bizden kötülükleri belaları savuşturanın, onlardan hangisi olduğunu bilemezdik. Böylece de, şuna mı, ötekine mi tapacağımızdan şüphe ederdik. Bunda, putlara ibadet etme inancının olduğunu gösteren bir hususa işaret var. Faraza onların fayda ve zarar verici olmaları hususunda aralarında bir yardımlaşmanın bulunabileceğini kabul edelim. bunların sayısı pek çoktur. O zaman biz, bize sağlanan faydanın ve bizden defedilen zararın şu puttan mı, ötekinden mi, yahut da şu ikisinin ortaklığı ve yardımlaşmasından mı meydana gelmiş olduğunu bilemeyiz. Dolayısıyla ibadete, bunun mu, şunun mu daha layık olduğu hususunda bir şüphe ortaya çıkar. Ama ma'bûd tek olunca, böylesi bir şüphe ortadan kalkar, ibadete ancak onun müstehak olduğu ve bütün mahlûkat ile kâinat için yegâne ma'bûdun o olduğu hususunda bir kesin inanç meydana gelir. İşte bu, ayetten çıkarılan son derece güzel bir izahtır.

Dördüncü hüccet: Bu ifadenin putların, tılsımcıların söyledikleri gibi, fayda ve zarar verebilecekleri manasına geldiğini kabuletsek bile, bunların belli vakitlerde ve belli tesirler bakımından fayda verebilecekleri hususunda bir ihtilaf yoktur. Allahü teâlâ se. herşeye kadirdir. O, mutlak manada kahhârdır ve O'nun kudreti ile meşieti, kayıtsız şartsız bütün mümkinâtta müessirdir. Binâenaleyh O'na ibadet etmek daha evlâdır.

Beşinci hüccet: Bu da, son derece kıymetli ve yüce bir hüccettir. Çünkü kahhâr olmanın şartı, kendisinden başka hiçbir varlığın onu kahr-u galebe altına alamaması, ancak O'nun, kendisi dışındaki her varlığı kahrı ve kudreti altına alabilir olmasıdır. Bu şart ise, İlahın, zatı gereği "Vâcibu'l-vucûd" olmasını gerektirir. Çünkü eğer O "mümkin" bir varlık olsaydı, kahır olmaz makhûr (başkasının gücü altında) olurdu. Ve yine ilahın, tek olması gerekir. Çünkü varlık aleminde, zorunlu (vâcibu'l-vucûd) iki varlık bulunmuş olsaydı, onlardan her biri, kendisi dışındaki herşeyi kahrı ve kudreti altında bulundurmuş olamazdı. Binâenaleyh ilah, ancak, zâtı gereği vacibu'l-vucûd ve tek olduğu takdirde kahhâr olur. İşte gerçek ma'bûdun böyle olması gerekince, bu durum ilahın, feleklerden, yıldızlardan, nurdan, zulmetten, akıldan ve nefisten başka bir şey olmasını gerektirir. Yıldızları ilah edinenlere gelince: Bu yıldızlar da darmadağınık şeylerdir ve onlar "kahhâr" olarak nitelendirilemezler. Tabiatlar, ruhlar, akıllar ve nefisler hakkında söylenecek söz de böyledir. İşte yapmış olduğumuz bu tek izah bile, mutlak tevhidi isbât edip, onun yüce bir makam olduğunu gösterme hususunda yeterlidir. Bu ayetten çıkarılan delillerin, hepsi işte bunlardır. Geriye şöyle iki soru kalır:

Putların Gerçek Varlık Olarak Kabulleri Sözkonusu mudur?

Birinci Soru: O putlar aslında böyle olmadığı halde, Hazret-i Yusuf niçin onları, "rabler" (tanrılar) diye isimlendirmiştir?

Cevap: Bu, o putperestlerin, putlarının böyle olduğuna inanmaları sebebiyledir. Yine bu söz, farzetme ve öyle addetme üslûbu ile söylenmiştir. Buna göre mana şöyle olur: "Şayet bu putlar, tanrılar olsalar bile (yani böyle olduklarını farzetsek bile), bunlar mı daha hayırlıdır, yoksa tek ve kahhâr olan Allah mı?"

Hak Mabud ile Batıl Tanrılar Arasında Mukayese Yapılabilir mi?

İkinci Soru: Putlar ile Allah arasında bir üstünlük mukayesesi yapmak caiz midir ki, burada, "Onlar mı hayırlıdır, yoksa tek olan Allah mı?" denilmiştir?

Cevap: Bu söz yine "farzetme" üslubunda söylenmiş bir sözdür. Yani "Biz onlardan, hayrı gerektiren birşeyin meydana gelebileceğini farzetsek bile, onlar mı hayırlıdır, tek ve kahhâr olan Allah mı?" demektir.

Şirkin Mahiyeti Hakkında Önemli Bir Mütalaa

Daha sonra "sizın, O'nun dışında taptıklarınız, kendinizin ve atalarınızın takmış oldukları (kuru) adlardan başkası değildir. Allah bunlar hakkında hiçbir bürhân indirmemiştir demiştir. Bu ifade ile ilgili, şöyle bir soru bulunmaktadır: "Allahü teâlâ, bundan önce "Darmadağınık birçok düzme tanrılar mı hayırlıdır, yoksa kahhâr ve bir tek olan Allah mı?" buyurmuştur. Bu, bahsedilen bu nesnelerin mevcûd olduğuna delâlet etmektedir. Sonra Cenâb-ı Hak, bunun peşinden, "Sizin, O'nu bırakıp taptıklarınız, kendinizin ve atalarınızın takmış oldukları, (kuru) adlardan başka birşey değil" buyurmuştur. Bu ifâde ise, bahsedilen o şeylerin mevcud olmadığına delâlet eder. Binâenaleyh bu iki ifade arasında bir tenakuz bulunmaktadır."

Cevap: Zat, mevcuttur, bulunmaktadır. Fakat, onlara verilen tanrılık hususiyeti onlarda yoktur. Bu, iki şekilde izah edilir:

1) Bu putların zatları, her ne kadar mevcud iseler de, ulûhiyyet sıfatlarına sahip Değillerdir. Durum böyle olunca, ilah olarak isimlendirilen şey, gerçekte mevcud ofcmamış ve bulunmamış olur.

2) Rivayet edildiğine göre putlara tapanlar, Müşebbihe inancında idiler. Bu sebeple, ilahın en büyük nûr; meleklerin de küçük nurlar olduklarına inanıyorlardı. Bundan dolayı da putlarını, nur (ışık) şeklinde yapıyorlardı. Hakikatte ise, taptıkları şeyler, şu semavî nurlar (ışıklar) idi. Bu da, Müşebbihenin inancıdır. Çünkü onlar, Arş'ın üzerinde oturmuş büyük bir cisim tasavvur ediyorlar ve ona tapıyorlardı. Halbuki -aval ettikleri böyle bir varlık kesin olarak mevcud değildi. Böylece de onların, salt (sırf) uydurulmuş birtakım isimlere taptıkları doğru olmuş olur.

Bil ki putlara tapan bir grup insan şöyle demişlerdir: "Biz, bu âlemi yaratanın, o putlar olduğu manasında, "Bu putlar, âlemin ilahlarıdır" demiyoruz. Ancak Allah'ın bize bunu emrettiğine inandığımız için, onlara ilah diyor ve onlara ibadet ile ta'zim ediyoruz." İşte Cenâb-ı Hak, buna cevap vererek şöyle buyurmuştur: "Bunları ilah olarak isimlendirmeye gelince: Allah böyle emretmedi ve bu ismi verme hususunda da hiçbir hüccet, delil, burhan ve sultan indirmedi. Allah'dan başkası için, kabul ec iııesi gerekli bir hüküm, üstlenilmesi gerekli bir emir yoktur. Aksine hüküm, emir ve teklif, Allah'a aittir." Sonra, Allahü teâlâ, "Sizler ancak O'na ibadet edin" diye emir buyurmuştur. Çünkü ibadet, son derece ta'zim etmek ve yüceltmek demektir. Binâenaleyh ibadet, ancak kendisinden sonsuz in'am'ın sâdır olduğu kimseye uygun düşer. Böylesi varlık da, ancak Allahü teâlâ'dır. Çünkü yaratma, hayat, akıl ve rızık verme, hidayete erdirme O'ndan olur. Allah'ın nimetleri pek çoktur. O'nun mahlûkatına lütfettiği çeşitli ihsanları nihayetsizdir.

Allahü teâlâ, bütün bu hususları izahtan sonra "Fakat insanların çoğu bilmezler" buyurmuştur. Bunun izahı şöyledir: Akıllarda, hadiselerin mutlaka bir sebebi olduğu inancı yer ettiği için, insanların ekserisi yeryüzünde meydana gelen hadiseleri, felekler ve yıldızlarla ilgili bazı münasebetlere dayandırmışlardır. Binâenaleyh onlar, bu âlemin hallerinin, sıcaklık soğukluk takımından ve dört mevsim itibarı ile değişmesinin, ancak güneşin durumlarının, dört tstekte değişmesine göre olduğunu görünce, dört mevsimi, güneşin hareketlerine taramışlardır. Daha sonra onlar, bitki ve canlıların hallerinin dört mevsimin değişmesiyle değiştiğini görünce de, bitkilerin değişmesini, meydana gelmesini ve canlıların hallerinin değişmesini, bu dört mevsimin değişmesine bağlamışlardır. İşte ta sebeble insanların çoğunun zihnine, bu âlemdeki hadiseleri idare edenin, güneş, ay ve diğer yıldızlar olduğu inancı yerleşmiştir. Sonra Allahü teâlâ o insanı gerçeği yakalamaya muvaffak kılar, o da daha ileri bir dereceye yükselip, hadiselerin aslında gerek zatları gerekse sıfatları bakımından, kahir, kadir, alîm ve hakîm olan bir var ediciye, bir yaratıcıya muhtaç olduklarını anlar. İşte böylesi insan, çok azdır. Bu sebeble O, "Fakat insanların çoğu bilmezler" buyurmuştur.

İki Kişinin Rüyalarının Yorumu

41

"Ey hapishane arkadaşlarım, biriniz efendisine şarab İçirecek, diğeri ise, asılıp tepesinden kuşlar yiyecek, işte hakkında fetva istemekte olduğunuz mesele (böylece) olup bitmiştir".

Bil ki Yûsuf (aleyhisselâm), tevhid ve nübüvveti İyice izah edince, o iki şahsın sorusunu cevaplamaya başladı. Bu ayetin manası açıktır. Çünkü saki (şarap sunucusu) rüyasını ona anlatınca, -ki biz onun bu rüyayı ona nasıl anlattığını daha önce söylemiştik- Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) ona: "Ne güzel rüya görmüşsün! O hurmanın güzelliği, senin halinin güzelliğini gösterir. O üç dal ise, sona erdiğinde, kralın sana teveccüh edeceği (seni bağışlayacağı) ve seni eski işine döndüreceği, böylece de daha evvel olduğun hal üzere, belki daha da iyi hal üzere olacağın üç gündür" dedi.

Ekmekçiye de, o rüyasını anlatınca şöyle dedi: "Ne kötü rüya görmüşsün! O üç sepet, sona erdiğinde kralın sana yönelip, seni çarmıha gereceği ve başından kuşların yiyeceği üç gündür" demiştir. Hem sonra, onların ikisinin: "Biz hiçbir rüya görmemiştik" dedikleri nakledilmiştir. Bunun üzerine, Hazret-i Yûsuf, "işte hakkında fetva istemekte olduğunuz mesele (böylece) olup bitmiştir" demiştir.

Alimler o iki şahsın, "Biz hiçbir rüya görmemiştik" demelerinin sebebi hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, onların hiçbir rüya görmemiş oldukları halde, Hazret-i Yûsuf'u rüya tabiri (yorumu) hususunda denemek için böyle söyledikleri ileri sürüldüğü gibi, Hazret-i Yûsuf'un bu yorumunu beğenmedikleri için böyle dedikleri de ileri sürülmüştür. Buna göre eğer Hazret-i Yûsuf, verdiği o cevabı, Allah tarafından gelen vahye dayanarak mı, rüya tabiri ilmine dayanarak mı vermiştir? Birinci ihtimal, söz konusu olamaz. Çünkü İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre, Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) bunu rüya tabiri yolu ile söylemiştir. Hem sonra Cenâb-ı Hak da, "Bu ikisinden kurtulacağını bildiği (zannettiği) kimseye Yusuf dedi ki" (Yûsuf, 42) buyurmuştur.

Binâenaleyh eğer bu açıklama, vahye dayanmış olsaydı, vahiyden elde edilen bilgi, zan ve tahmin değil, katî ve yakînî bilgi olmuş olurdu.

İkinci ihtimal de olamaz. Çünkü rüya tabiri ilmi, zanna ve tahmine dayanır? denilirse, şöyle cevap verilir: O ikisi, Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm)'a ister rüyaları hususunda doğru söylemiş, ister yalan söylemiş olsunlar, rüyalarının yorumunu isteyince, Allahü teâlâ, Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm)'a, onlardan herbirinin akıbetinin, işte böyle olacağını vahyetmiştir. Onlar sorarken, gaybı bildiren vahiy inince, insanlar, Hazret-i Yûsuf'un bunu rüya tabiri yolu ile söylediğini zannetmişlerdir. Hazret-i Yûsuf'un bu cevabı rüya tabiri ilmine dayanarak vermiş olduğu da söylenebilir. Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm), "İşte hakkında fetva istemekte olduğunuz mesele (böylece) olup bitmiştir" beyanı ile, bahsettiği şeyin mutlaka olacağını kastetmemiştir. Aksine bununla, onların sorduğu rüyanın tabirinin şöyle olduğunu söylemek istemiştir.

42

"O ikisinden, kurtulacağını zannetiği kimseye dedi ki: "Efendine benden bahset." Fakat şeytan, efendisine anmayı ona unutturdu da, o daha nice yıllar zindanda kaldı".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Alimler, burada zannedenin kim olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Buna göre, zanneden ya Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm)'dur, veya kurtulacak olan o kimsedir. Birinci ihtimale göre ayetin manası "Yûsuf'un, kurtulacağını zanneden adam dedi ki" şeklindedir. Bu manaya göre, ayetle ilgili iki izah yapılabilir:

a) Bu zann, kesin ve yakînî olarak bilme manasınadır. Bu, biz "Hazret-i Yûsuf, bu rüya tabirini vahye dayanarak yapmıştır" dediğimizde, söz konusudur. Bu görüşte olanlar şöyle derler: "Zann lafzı, yakînî ilim manasına, Kur'ân'da çok yerde kullanılmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Rablerine kavuşacaklarını zanneden, yani buna kesin inanan kimseler"(Bakara. 46) ve "Ben, hesabıma ulaşacağımı zannediyordum, kesin biliyordum"(Hakkâ. 20) buyurmuştur.

b) Bu, "zann"ın, hakiki manada zannetmek olması da muhtemeldir. Bu, "Yûsuf (aleyhisselâm) bu yorumu, vahye dayanmaksızın, rüya tabiri ilminin usullerine göre yapmıştır" dediğimizde söz konusudur. O halde bu, ancak zan ve tahmin manasınadır.

İkinci ihtimale göre, bu zann, kurtulacak olan o kimseye aittir. Çünkü rüyalarının yorumunu soran o iki adam Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm)'un peygamber olduğunu kabul etmiyorlardı, fakat onun hakkında hüsn-ü zan sahibi İdiler. Binâenaleyh Yûsuf (aleyhisselâm)'un kendileri hakkındaki görüşü onlarca sırf zannı ifade eder.

İkinci Mesele

Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm), hapisten çıkıp, kralın hizmetine döneceğini söylediği o adama, "Efendine benden bahset" dedi ki, bu "Kardeşleri tarafından satılıp zulmedilmiş; sonra da bu hadise sebebi ile hapsedilerek zulme uğratılmış bir adam olarak benden ona bahset" demektir. İşte ayette bahsedilen "anma"dan murad budur.

Daha sonra Hak teâlâ, "Fakat şeytan, efendisine anmayı ona unutturdu" buyurmuştur. Bununla ilgili iki görüş vardır:

1) Bu ifade Hazret-i Yûsuf ile ilgili olup, "Şeytan Yûsuf'a rabbini anmasını unutturan" demektir. Bu manaya göre, bu hususta şu iki izah yapılabilir:

a) Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) un Allah'dan başkasına sarılıp güvenmekle hata eder etmez, Allah tarafından kendisine bu durum hatırlatılmıştır. Bunu da birkaç yönden izah edebiliriz:

Birincisi: Hazret-i Yûsuf'un faydasına olan, bu hadise hususunda hiçbir insana başvurmamak, Allah'dan başka hiç kimseye ihtiyacını arzetmemek ve bu hususta büyük dedesi Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) gibi yapmasıdır. Çünkü Hazret-i İbarihm (aleyhisselâm), ateşe atılmak üzere mancınığa konulduğunda, Cebrail (aleyhisselâm) ona gelip, "Bir ihtiyacın var mı?"dedeği zaman o: "Sana ise, hayır yok" demişti. Binâenaleyh Yûsuf (aleyhisselâm) da, insanlara başvurunca, Allahü teâlâ pek yerinde olarak hadiseyi tavsif etmiştir.Şöyle ki: "Şeytan, bütün işleri Allah'a bırakıp, tevekkül etmeyi ve bü tevhidi ona unutturmuş ve onu, ihtiyacını insanlara arzetmeye sevketmiştir." Ceı.âh-ı Hak bu hadiseyi bu şekilde tavsif ettikten sonra da, işte bundan dolayı Hazret-i Yûsuf un hapiste kaldığını beyan buyurmuştur ki bu, "O, Rabbisine başvurup tevekkül etmeyip, bu insanlara müracaat edince, hapiste birkaç yıl daha bekletilmek suretiyle, kendisine ilahî ceza verilmiştir" demektir. Bu işin neticesi Yûsuf (aleyhisselâm)'un, insanlara başvurmasının şu iki şeye sebep olmasıdır:

İlki, şeytanın, kendisine hükümran olması ve böylece de Rabbinin zikrini (hatırlanmasını) ona unutturmasıdır. Sonuncusu, bunun, onun uzun müddet bir sıkıntı içinde kalmasına sebep oluşudur.

İkincisi: Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm). putlara ibadetin yanlış olduğunu gösterme hususunda, Darmadağınık birçok düzme tanrılar mı hayırlıdır, yoksa hepsine ve herşeye galib, kahhârolan bir tek tanrı mı?"(Yûsuf, 39) demiştir. Bu ayette de "Efendine (rabbine) enden bahset" diyerek, Allah'dan başka "rab" olduğunu söylemiştir. Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm)'un, "ilah" manasında onun "rab" olduğunu söylemiş olmasından Allah'a sığınırız. Aksine o, kral hakkında, tıpkı rabbüd-dâr (ev sahibi) ve rabbu's-sevb (elbise sahibi) sözlerinde olduğu gibi, sadece "efendilik, sahiplik" manasını kastetmiştir. Çünkü kelimenin zahirî manası ile o kral hakkında "rabb" kelimesini kullanması, daha önce Allah'dan başka rab olmadığını ifade edişi ile çelişir.

Üçüncüsü: Hazret-i Yûsuf o ayette, "Allah'a her hangi bir şeyi ortak tutmamız bize (doğru) olmaz" (Yûsuf, 39) demiştir. Bu, mutlak olarak şirki reddir ve herşeyi tamamen Allah'a havale etmektir. Binâenaleyh işte bu sözde, onun Allah'dan başkasına güvenmiş olması, bu tevhid akidesi ile bir çelişki olurdu.

Bil ki zulmü savuşturma hususunda, insanlardan yardım istemek dînen caizdir. Fakat ebrârın (en iyi kimselerin) hasenatı (iyi işleri), mukarreb kulların (en iyi kimselerin) seyyiatı sayılır. Bu, her nekadar insanların geneli için caiz ise de, sıddîk kullara yaraşan, bakışlarını her türlü sebepten çevirip, ancak müsebbibü'l-esbab olan Allah'a yöneltmektir.

b) Şöyle denilebilir: "Farzet ki Hazret-i Yûsuf, Allah'dan başkasına tutundu ve o sâkîden, kralın yanına varınca, kendisinin durumunu anlatmasını istedi. Fakat Hazret-i Yûsuf'a gereken, "inşaallah" veya "Eğer Allah takdir etmiş ise" demek sureti ile, sözünü, Allah'ın zikrinden ayırmaması İdi. Fakat o, sözünü böyle Allah'ın adını anmaksızın söyleyince, işte bu istidrâk (hatırlatma) cümlesi söylendi,

2) "Fakat şeytan, efendisine (rabbine) anmayı ona unutturdu" ifadesinin, o kurtulan kimse ile alakalı olduğu da söylenebilir. Buna göre mana şu şekilde olur:

'Şeytan, o delikanlıya, kralın yanında Hazret-i Yûsufu anmayı unutturdu da, böylece aradan çok zaman geçti. Bu sebepten dolayı, "o daha nice yıllar zindanda kaldı." Alimlerden bazıları Hazret-i Peyşarnber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet edilmiş olan, "Allah Yûsuf un iyiliğini versin. O, eğer Efendine benden bahset" dememiş olsaydı, hapiste (böyle uzun) kalmazdı" şeklindeki hadisten ötürü birinci görüşün daha evlâ olduğunu söylemişlerdir. Katâde'den ise şu görüş rivayet edilmiştir: "Hazret-i Yûsuf, burada Allah'dan başkasına müracaat edip güvenmiş olması sebebiyle cezalandırılmıştır."

İbrahim et-Teymi'den rivayet edildiğine göre: Hazret-i Yusuf, zindanın kapısına vardığı zaman, arkadaşı (o ikisinden biri) ona, "Bir istediğin var mı?" deyince, Hazret-i Yusuf da: "Yusuf'un dediği (anlattığı) Rabb'den başka bir rabb (efendi hükümdar) yanında beni anman" demiştir." İmam Malik'den de şu rivayet edilmiştir: Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm), o sakiye, "Efendine benden bahset" dediği zaman, ona taraf-ı ilâhiden: "Ey Yusuf, sen Benden başkasına mı tevekkül ediyorsun? Andolsun ki senin hapsini uzatacağım" denilmiş. Bunun üzerine Hazret-i Yusuf ağlayarak "Mihnetin ve sıkıntının uzun olması, bana Rabbimi hatırlamayı unutturdu. Bundan dolayı bu sözü söyledim. Yazıklar olsun o kardeşlerime" demiştir.

Bu eserin müellifi (Fahrüddin er-Râzi) şöyle der: "Hayatımın başlangıcından sonlarına kadar tecrübe ettiğim şudur ki: İnsan, herhangi bir işinde Allah'dan başkasına itimad edip güvendiği zaman bu, onun bela ve mihnetlere, sıkıntı ve darlıklara düşmesine sebeb olur. Fakat kul, Allah'dan ister ve tevekkül eder de, başka hiçbir varlığa güvenip dayanmazsa, o istediği gayesine en güzel bir şekilde ulaşır. İşte edindiğim bu tecrübe, hayatımın ilk anından, elliyedi yaşıma ulaştığım bu zamana kadar devam edip gelmiştir. İşte o gün bugün kalbimde, insanın Allah'ın lutfu ve ihsanından başka, herhangi bir şeye güvenmekle, hiçbir menfaat temin edemeyeceği hususu, kalbimde iyice yerleşmiştir."

Bazı âlimler ise, ikinci görüşü tercih etmişlerdir. Çünkü şeytanın vesvesesinin o adama yönelik olduğunu söylemek, sıddîk olan Yusuf (aleyhisselâm)'a hamletmekten daha evlâdır. Bir de zulümden kurtulmak hususunda, insanlardan yardım istemek caizdir.

Bil ki, gerçek ve doğru olan ilk görüştür. İkinci görüşü benimseyenlerin söylediği söz ise, şeriatın zahirine tutunmaktır. Birinci görüşü söyleyenlerin anlattıkları şeyler ise, hakikatin sırlarına ve şeriatın en yüce ve en keremli yönlerine tutunmaktır. Kendisinin kulluk makamı hakkında bir zevki bulunan ve de tevhid pınarından içmiş olan bir kimse, durumun bizim anlattığımız gibi olduğunu anlar. Hem sonra ayetin lafzında, bu ikinci görüşün zayıf olduğunu gösteren bir husus bulunmaktadır. Çünkü eğer maksat bu olsaydı, o zaman, ayette "şeytan ona Yusuf'u efendisi yanında anmayı unutturdu" denilirdi.

Üçüncü Mesele

Zulmü savuşturmak hususunda, Allah'dan başkasından yardım istemek, şer'an caiz olup, bu hususta herhan-gi bir red bulunmamaktadır. Fakat bu durum, kulluk okyanuslarına dalmış olan muhakkik (hakka ulaşmış) kimseler için, düzeltilmesi gereken bir hata olunca, işte Yusuf (aleyhisselâm) da bundan ötürü muaheze olunmuştur. Binâenaleyh biz diyoruz ki: Bu kadarcık bir kusurdan ötürü muaheze edilen bir kimsenin, zinaya yeltenmek ve de kendisine yapılan iyiliğe kötülükle mukabele etmekten ötürü muaheze edilmesi, haydi haydi evlâ olurdu. İşte biz, Allahü teâlâ'nın onu, bu kadarcık bir hatadan dolayı muaheze ettiğini ama o meselede kesin olarak muaheze etmeyip onu ayıplamadığını, hatta medih ve övgü üslûblarının en ilerisi ile övdüğünü görünce, Hazret-i Yusuf'un, câhillerin ve Haşviyyenin ona isnat ettiği şeylerden uzak ve münezzeh olduğunu anlamış oluyoruz.

Dördüncü Mesele

"Şeytanın vesvese vermesi mümkündür. Ama unutturması mümkün değildir. Çünkü unutmak, bilginin kalbten yok olmasından ibarettir. Buna ise şeytanın gücü yetmez. Aksi halde o, insanoğlunun kalbinden marifettulahı silip götürürdü?" (denilirse), şöyle cevap verilir: Şeytanın, insanı diğer amellere ve başka işlerle meşgul olmaya çağırıp, böylece onu, bu ilim ve marifeti hatırlamaktan alıkoyacak şekilde vesvesede bulunmak sureti ile unutturması mümkündür.

Beşinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, "O, daha nice yıllar zindanda kaldı" buyruğu hakkında iki bahis vardır: Birinci Bahis, lügat bakımındandır. Zeccâc şöyle demiştir:

"Bu kelime, "kestim" anlamına gelen (......) kelimesinden, buna göre anlamı, "sayılardan bir parça" şeklinde olur." Ferrâ ise şöyle demiştir: "Bıd" kelimesi ancak on veya yirmiden doksana kadar olan sayılarla beraber zikredilir. Bu da onun, üç ile dokuz arasındaki bir sayıya tahsis edilmiş olmasını gerektirir." Ferrâ sözüne devamla, "Arapların, dediklerini görmedim" şeklinde sürdürmüştür. Şa'bî Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, ashabına şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bıd" kelimesi ne miktar sayıyı ifâde eder?" diye sorunca, onlar da "Allah ve Resulü daha iyi bilir" dediklerinde O: "Bu, ondan aşağıdaki sayılar için kullanılır" dedi. Ekser ulemâ, buradaki bıd'a sinîn tabirinden maksadın yedi yıl olduğu üzerinde ittifak etmişler ve "Yusuf (aleyhisselâm), o adama, "Rabbine, (efendine) benden bahset, dediği zaman hapiste beş yıl kalmıştı. Bundan sonra, yedi yıl daha kaldı" demişlerdir. İbn Abbas (radıyallahü anh) ise şöyle demiştir: "Yusuf (aleyhisselâm) o adama rica etiğinde zindandan çıkma zamanı yaklaşmıştı. Bunu söyleyince bundan sonra zindanda yedi yıl daha kaldı." Rivayet edildiğine göre, Hasan el-Basrî, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Allah, Yusuf'un iyiliğini versin; eğer onun söylediği o söz olmasaydı, zindanda bu kadar uzun süre kalmazdı " dediğini rivayet etmiş, sonra da ağlayarak, "Bizim başımıza bir iş geldiğinde, insanlara yalvarıp yakarıyoruz" demiştir.

Firavun'un Rüyası

43

Âyetin tefsiri için bak:44

44

"Kral dedi ki: "Ben rüyamda yedi arık ineğin yemekte olduğu yedi semiz inekle, yedi başak ve diğer (yedi) kuru (başak) görüyorum. Ey ileri gelenler, eğer rüya tabir ediyorsanız, benim bu rüyamı da yorumlayınız." Onlar da, "Karmakarışık düşler" dediler, biz böyle düşlerin tabirini bilmeyiz"

Bil ki Allahü teâlâ, bir şeyi dilediği zaman, ona sebepler hazırlar. İşte Yusuf'un zindandan kurtulması yaklaştığı zaman Mısır Kralı rüyasında, kuru bir nehirden çıkan yedi semiz inekle, yedi arık inek görür. Arık inekler, semiz inekleri yutar. Yine, tane tutmuş yedi başak ile (danesiz olan) diğer yedi kuru başak. Kuru yedi başak da, taneli başağı iyice sarar ve onu yener. Bunun üzerine o kâhinleri toplar ve rüyasını onlara anlatır ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey ileri gelenler, benim rüyamı yorumlayın" ifâdesinden murad budur. Bunun üzerine o topluluk ise, "Bu rüya karmakarışık, biz onu yorumlayamayız. ve tabir edemeyiz" dediler. İşte sözün zahirî anlamı budur. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Leys şöyle demiştir: (......) kelimesi, semizlik halinin yok olması, arıklaşmak anlamındandır. Bu kelimenin fiili ise (......) şeklindedir. Müzekker sıfat-ı müşebbehesi (......), müennesi ise (......)dür. Çoğuluysa, hem müzekker, hem de müennes için (......) kelimesidir. Arapça'da, (......) ve (......) kelimelerinden başka, çoğulu (......) vezninde gelen başka bir (......) ve (......) siğası bulunmamaktadır. Bu şazz bir kullanış olup, onu siman kelimesine hamletmişler ve şöyle demişlerdir: Simân ve İ'câf kelimeleri birbirine zıd olan iki kelimedir. Arapların âdeti ise nazîr (benzer)kelimeyi benzere, zıt olanı da zıddına hamletmektir. (......) ifâdesindeki lâm, bazılarının görüşüne göre, mefûlün fiilden önce gelmesinden dolayı, zâidbir lamdır. Keşşaf Sahibi ise, şöyle der: "Rü'yâ kelimesinin kâne fiilinin haberi olması caizdir. Nitekim sen, bir kimse herhangi bir işi tek başına yapabilip, ona muktedir olduğu zaman "Falanca bu iş içindir" dersin, ta'burûn kelimesi ise, ikinci haber veya haldir. Arapça'da rüyayı yorumladığın zaman, dersin." Ezheri ise şunu nakletmiştir: Bu kelime "nehrin kıyısı, kenarı" anlamına gelen ibr ve abr kelimesinden iştikak etmiştir. (......) tabirinin anlamı, "Nehri kat ederek, öte yakasına geçtim" demektir. Rüyanın iki tarafım iyice düşünüp, etrafında dönüp dolaşarak tefekkürde bulunduğu ve bir tarafından ötekine geçtiği için, rüyayı yorumlayana da âbir ismi verilmektedir. Edgâs kelimesi ise dağs kelimesinin çoğulu olup, bunun anlamı da, dik ve uzunlamasına ayakta durması şartıyla muhtelif ot ve çeşitlerinden yapılmış olan "demet, bağ" şeklindedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, bir demet sap al" (Sâd. 44) buyurmuştur.

Bunu iyice anladığın zaman biz diyoruz ki: Eğer rüya, birbiriyle uyum içinde ayan unsurlarla karışık ise adetâ böylesi bir demete benzer.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hak, bu rüyayı Yusuf'un zindandan çıkmasına bir sebep kılmıştır. Çünkü hükümdar huzursuz olmuş, rüyasından dolayı canı sıkılmıştı. Zira o, zayıf ve noksan olanın, mükkemmel ve kuvvetli olanı alt ettiğini görmüştü. Onun fıtratı, bunun hiç de iyi aradığını, bunun, herhangi bir kötülük hususunda uyarma olduğunu sezip anlamıştı. Ancak, o, bunun keyfiyetini bilemiyordu. Bir şeyse, bir yandan malûm, başka bir yandansa meçhul, belirsiz olunca, insanın bu bilgiyi tamamlamaya olan düşkünlüğü artar, noksanı ikmâl etmeye olan arzusu kuvvetlenir. Hele bu insanın makamı büyük, gücü de genişse. İşte bu şey, bazı yönlerden bir kötülüğe işaret etmektedir. İşte bu suretle, Cenâb-ı Hak, kralda bu rüyanın tabirinin bilgisini tamamlama arzusunu kuvvetlendirdi; sonra da hükümdarın yanında bulunan yorumcuları da, bu sorunun cevabını vermekten aciz bıraktı ve Yusuf'un bu mihnetten kurtulmasına vesile olsun diye, rüya karşısında onları adeta kör etti.

Bil ki o topluluk kendilerinin rüya tabiri ilmini bilmediklerini söylememişler, aksine şöyle demişlerdir: "Rüya tabîri ilmi iki kısımdır:

a) Düzgün ve muntazam olarak görülen rüyanın tabiri. Böyle olursa, hayalî şeylerden aklî ve ruhanî gerçeklere geçiş kolay olur.

b) Karışık ve düzensiz olan rüyanın tabiri ki, bu tür rüyalarda, belli bir düzen yoktur. İşte bu tür rüyalara "edsâz" ismi verilir. O topluluk, melikin rüyasının bu türden olduğunu söylemiş ve kendilerinin böylesi rüyaların tâbirini bilemediklerini ifâde sterdir. Sanki onlar şöyle demişlerdir: "Bu, pek çok şeyin birbirine karıştığı bir rüyadır. Böyle olan rüyaları yorumlayamayız ve bizim aklımız ona yetmez." Onların sözünde bu ilimde ilerleyip rüsûh sahibi olmuş kimselerin, böyle rüyaları tabir edebileceğine bir işaret vardır. İşte onlar böyle söylerler iken o saki, Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm)'un hadisesini hatırlamış. Çünkü o, Hazret-i Yûsuf'un bu ilimde rusûh sahibi olduğuna yordu.

Hapishane Arkadaşının Gelip Rüyayı Tabir Ettirmesi

45

Âyetin tefsiri için bak:46

46

(Zindandaki) iki (arkadaştan) kurtulanı, nice zaman sonra hatırladı ve dedi ki: "Ben size onun tabirini (yorumunu) haber vereyim. Beni gönderin." (Zindana gidip): "Yûsuf, ey doğru sözlü (adam) Kendisini yedi zayıf ineğin yediği yedi semiz inek ile yedi yeşil ve yedi kuru başak hakkında bize bir yorum yap. Ümid ederim ki insanlara dönerim ve belki onlar anlarlar" dedi".

Bil ki kral, o topluluktan rüyasının yorumunu sorup, onlardan hepsi de cevap veremeyeceklerini söyleyince, o şarap sakisi, "Hapiste, ilmi ve itaati çok, sâlih ve fazıl birisi var. Ben ve ekmekçi ona rüyalarımızı anlattık da, o bize o rüyaların yorumlarını yaptı. Aynen dediği gibi çıktı, hiç bir kelimesi şaşmadı. Eğer müsaade edersen, ona gideyim ve bu rüya ile ilgili cevabı getireyim" dedi. İşte ayetteki, "(Zindandaki) iki (arkadaştan) kurtulanı... dedi ki (.....)" ifadesi ile bu kastedilmiştir.

Ümmet Kelimesinin Buradaki Manası

Allahü teâlâ'nın "Nice zaman sonra hatırladı" ifâdesi hakkında diyoruz ki: (......) fiilinin tefsiri, (Kamer. 15) ayetinin tefsirinde gelecektir. Keşşaf sahibi, bu kelimenin dâl ile okunmasının, en fasih okunuş olduğunu söylemiştir. Hasan el-Basrî'den, bu kelimenin, aynı manada, zal ile (......) şeklinde okunduğu da rivayet edilmiştir. Ayette geçen "ümmet" kelimesi hakkında şu izahlar yapılmıştır:

a) Bu, "bir zaman sonra" manasınadır. Çünkü "ümmet" nasıl büyük bir cemaatın biraraya gelmesi ile tahakkuk ediyor ise, "hîn" (zaman) da, pek çok günlerin biraraya gelmesi ile tahakkuk ediyor. O halde, "hîn", bir demet gün ve saat demektir.

b) El-Eşheb el-Ukaylî, bunu hemzenin kesresi ile, Imme şeklinde okumuştur. Bu ise, "nimet" manasına gelmektedir. Nitekim Adiyy (......) demiştir. Buna göre ayetteki bu ifade, "Cenâb-ı Hak ona kurtuluş nimetini in'âm ettikten sonra" manasınadır.

c) Bu kelime hâ harfi ile emeh şeklinde de okunmuştur. "Unuttu" manasında Arapçada, (......) denilir. Doğrusu, bunun mimin fethası ile olmasıdır. Ebu Ubeyde bunu, mimin sükûnu ile emh şeklinde okumuştur.Velhasıl diyebiliriz Bundan maksad "Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm)'un, kendisine, melîkin yanında kendisinden bahsetmesini istediği kişi, üzerinden pek çok zaman geçtikten sonra bunu hatırladı" manasıdır, yahut da, "O saki, meliğin yanında nimet bulduktan sonra bunu hatırladı", yahut da, "O, bunu unuttuktan sonra tekrar hatırladı" manasıdır.

Buna göre eğer "Ayetteki, "Nice zaman sonra hatırladı" tabiri, unutan şahsın, şarap sakisi olduğuna delâlet ediyor. Siz ise, unutanın Yusuf (aleyhisselâm) olduğunu söylediniz" denilir ise, biz deriz ki: İbnü'l-Enbarî şöyle demiştir: (......) hatırladı ve haber verdi demektir. Bu, unutmanın daha önce olduğuna delâlet etmez. Belki de o saki bunu meliğe bunun Hazret-i Yusuf'un hapsolmasına sebeb olan o günahı hatırlatacağından ve böylece de, Hazret-i Yusuf'a daha çok kötülük yapılacağından korktuğu için söylememiştir. Unutmanın, hem Yusuf (aleyhisselâm) hem de o saki için söz konusu olduğu da söylenebilir.

Ayetteki "Beni gönderin" sözü, ya "Kral'a ve oradaki topluluğa" yahut ta sadece meliğe bir hitap olup, saygıdan ötürü cemi olarak getirilmiştir.

Ayetteki (......) ifadesinde bir hazif vardır ve takdiri: "O gönderildi ve Yusuf'a gelip "Yusuf, ey doğru sözlü (adam)" dedi" şeklindedir. Sıddîk, "sıdk" (doğruluk)'ın mübalağa siğasıdır. Sakî, Hazret-i Yusuf'da hiç bir yalan görmediği için, böyle nitelemiştir. Böyle nitelemesinin, rüyasını dosdoğru tabir etmiş olmasından ötürü olduğu da söylenmiştir ki bu, herhangi bir kimseden birşey öğrenenin, öğretene yçı göstermesi, onun şanının yüce olduğunu gösterecek hitablarla ona konuşması tetiğine delalet eder. Sonra o, sorusunu, meliğin kullandığı aynı lafızlarla tekrarladı, bunu çok güzel becerdi. Çünkü rüya tabiri, o ilimde de bahsedildiği gibi, anlatmada tondan lafızlara göre değişir.

Ayetteki "Ümid ederim ki insanlara dönerim ve belki onlar anlarlar" ifadesi, "Ümid ederim ki, senin fetvan (yorumun) ile insanlara döner ve belki böylece onlar, senin faziletini ve ilmini anlarlar" demektir. O, "Belki ben, senin fetvanı insanlara götürürüm" demiştir. Zira o, diğer rüya tabircilerinin bu hususta birşey söyleyemediklerini gördüğü için, Hazret-i Yusuf'un da buna cevap veremeyeceğinden endişelenmiştir. İşte bundan ötürü "Ümid ederim, insanlara (senin fetvanı) götürebilirim" demiştir.

Rüyanın Tabiri

47

Âyetin tefsiri için bak:49

48

Âyetin tefsiri için bak:49

49

"(Yûsuf) dedi ki: "Yedi sene, âdet üzere ekin ekin. Yiyeceğiniz az bir miktar müstesna, biçtiklerinizi başağında bırakın, sonra bunun ardından yedi kurak yıl gelecek, (tohumluk için) saklayacağınız az bir miktar müstesna, önceden biriktirmiş olduklarınızı yiyip götürecek. Sonra bunun ardından da bir yıl gelecek ki, insanlar o yılda yağmura kavuşturulacak ve o anda sıkıp sağacaklar".

Bil ki Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm), bu rüyayı tabir etti ve: "Ekin ekersiniz" dedi. Bu tıpkı, "Boşanmış kadınlar (....) beklerler" (Bakara, 228) ve "Analar emzirirler..." (Bakara, 233) ayetlerinde olduğu gibi, emir manasında, bir haber cümlesidir. İyice kabul görüp benimsensin diye, emir yerine haber cümlesi; haber cümlesi yerine de emir cümlesi zikredilebilir. Böylece sanki o iş, tahakkuk etmiş de, kendisinden haber veriliyormuş gibi olur. Bu ifadenin emir manasına olduğunun delili "(Onları) başağında bırakın" cümlesidir.

"Deeb" kelimesi hakkında dilciler şöyle demişlerdir:"Deeb"birşeyin aynı minval üzere devam etmesi demektir. Bir kimse kendi işine aynı tarz üzere devam ettiğinde "Falanca şöyle yapmaya devam ediyor" denilir. Yine birisi yıllar boyu ekin ektiği zaman ve"deebf fiili kullanılır. Ebu Ali el-Farisi şöyle demiştir: "Ekseri âlimler, bu kelimenin hemzenin sükûnu ile "de'b" şeklinde olduğu görüşündedirler. Belki hemzenin fethalı okunuşu da, başka bir lehçedir. Binâenaleyh bu tıpkı nehr veya neher, şem' veya şema' kelimeleri gibidir. Zeccâc: "Bu kelime, "Siz, bunu âdet edindiniz" manasında mef'ûl-ü mutfak olarak mansuptur" demiştir. Bu lafzın, hal mahallinde gelen, bir mef'ûl-ü mutlak olup, takdirinin "Adet edinmiş kimseler olarak, ekininizi ekersiniz" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Buna göre manası, "Siz hasadınızı yapınca, yiyeceğiniz az bir bolümü müstesna, hasad ettiğiniz o şeyleri başağında bırakın (depolayın). Yiyeceğiniz kısmını harmanlayıp tanelerini çıkarın; kalan kısmı ise bozulmaması ve bitlenmemesi için başağında bırakın. Çünkü taneleri başağında bırakmak, onun uzun müddet bozulmadan kalmasını sağlar" şeklinde olur.

Daha sonra "Sonra bunun ardından yedi kurak yıl gelecek" demiştir. "Şiddâd", insanlara şiddetli ve zor gelen, çetin şeyler temektir. Onun, "(O yıllar), önceden biriktirmiş olduklarınızı yiyip götürecek" sözü mecâzi bir ifadedir. Çünkü yıl yemez. Binâenaleyh o senelerde yaşayan insanların bunları yeyişi, o senelerin yeyişi olarak ifâde edilmiştir.

O, "Saklayacağınız az bir miktar müstesna" demiştir. Bu fiilin masdarı olan, "ihsân" "koruyup muhafaza etmek ve saklamak" demek olup, her şeyi kaleye (korunacağı yere) koymak manasınadır. Nitekim "O, onu korunacağı yere koydu" manasında (......) denilir. Buna göre, bu tabir "Biriktireceğiniz, depolayacağınız az bir miktar müstesna" demektir. Bütün bu izahlar, İbn Abbas (radıyallahü anh)'a aittir.

Daha sonra "Sonra bunun ardından da bir yıl gelecek ki, insanlar o yılda yağmura kavuşturulacak" demiştir. Müfessirler şöyle serler; İlk yedi yıl, bolluğun ve nimetlerin çok olduğu yıllardır. İkinci yedi yıl ise, kıtlık ve yokluk yıllarıdır ki bunlar rüyadan anlaşılmıştır. Bu son bir yılın durumuna gelince, hükümdarın rüyasında buna işaret eden hiçbirşey yoktur. Binâenaleyh bu, vahiy mahsülüdür. Dolayısıyla sanki de Yûsuf (aleyhisselâm): "Bu yedi bolluk yılı ile, yedi kıtlık yılından sonra, hayrı ve nimetleri bol bir yıl gelecektir" demektedir. Katade den "Hazret-i Yûsuf'a, bu bir sene ile ilgili bilgiyi, Allah vahiy ile ilave etti" dediği rivayet edilmiştir.

Eğer, "Zayıf olan ineklerin sayısı yedi olunca, bu durum kıtlık yıllarının yediden fazla olmayacağını göstermiştir. Kıtlığın sona ermesinden sonra, bolluğun olacağı malumdur ki, bu da rüyanın gösterdiği hususlardandır. Binâenaleyh siz niçin, bunun vahiy ve ithamdan elde edilen bir bilgi olduğunu söylüyorsunuz?" denilir ise, biz deriz - Farzet ki kıtlık yıllarının, yerini bolluk yıllarına bırakması, hükümdarın rüyasından anlaşılmaktadır. Fakat bu husustaki, "İnsanlar o yılda yağmura kavuşturulacak ve orada (bol bol) sıkıp sağacaklar" şeklinde ifâde edilen tafsilat, ancak vahiy ile bilinebilir."

İbnu's-Sikkît şöyle der: "Arapça'da, bir yere çok yağmur düştüğünde "Allah, o beldelere bol bol yağmur yağdırdı"ve "Yer, bol yağmur aldı" denilir. O halde, ayetteki bu ifadenin -ianası "İnsanlar bolca yağmur alır" şeklinde olur. Bu kelimenin, Arapların, "Allah -a an kimseyi bir bela ve sıkıntıdan kurtardı" manasında söyledikleri şeklindeki sözlerinden alınmış olması da mümkündür. Buna göre ayetin manası insanlar o yıl, kıtlık sıkıntısından kurtarılırlar" şeklindedir. "Onda, sıkıp sağarlar" yani "onlar, susamı sıkar yağ çıkarır; üzümü sıkar şarap yapar, zeytini sıkar zeytin yağı çıkarırlar" demiştir. Bu tabir de, kıtlık yılının tamamen geride kalıp bolluk ve nimetlerin geleceğini gösterir. Bunun, "Hayvanların memelerini sağarlar" manasında olduğu da söylenmiştir. Bu fiil, "Onu kurtardı" manasına olan (......) fiilinden olmak üzere şeklinde de okunmuştur. Bunun manasının (Bulutlar yağmur yağdırdı) tabirinden olmak üzere, "Onlara yağmur yağdırılır" manasında olduğu da söylenmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın "O, sıkıcı mengene (gibi bulutlardan) şarıl şarıl su indirdi" (Nebe, 14) ayeti de bu manadadır.

Hükümdarın, İşin Gerçek Yüzünü Açıklaması

50

Âyetin tefsiri için bak:52

51

Âyetin tefsiri için bak:52

52

"(Hükümdar) dedi ki: "Onu bana getirin." Bunun üzerine ona haberci gelince, "Rabbine dön de ellerini kesen o kadınların zoru neydi, kendisine sor. Şüphe yok ki benim Rabbim onların fendini hakkıyla bilicidir" dedi. (Hükümdar o kadınları toplayıp onlara): "Yûsuf'un nefsinden murad almak istediğiniz zaman ne halde idiniz?" dedi. (Kadınlar): "Haşa, Allah için biz onda hiçbir fenalık görüp bilmedik" dediler. Aziz'in karısı da şöyle dedi: "Şimdi hak meydana çıktı. Ben onun nefsinden murad almak istedim. O, hiç Şüphesiz doğru söyleyenlerdendir." (Yûsuf da dedi ki:) "Bu, gıyabında ona hainlik etmediğimi ve Allah'ın hâinlerin hilesini kesinlikle muvaffakiyete erdirmeyeceğini bilmesi içindi".

Bil ki şarap sakisi padişaha gelip, Yûsuf (aleyhisselâm)'un yaptığı rüya tabirini arzedince, padişah bunu çok beğendi ve "Onu bana getirin" dedi. İşte bu, ilmin üstünlüğüne delalet eder. Çünkü Hak teâlâ, Hazret-i Yûsuf'un ilmini, onu dünyevi sıkıntılardan kurtaracak bir sebeb kılmıştır. Binâenaleyh bu ilim, nasıl olur da, uhrevi sıkıntılardan kurtarıcı bir sebeb olamaz? Bunun üzerine saki, Hazret-i Yûsuf'un yanına döndü ve padışahın davetine icabet et" dedi. Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) da aleyhindeki töhmet tamamen kalkıp, suçsuzluğu açıklığa kavuşuncaya kadar hapishaneden çıkmamakta diretti.

Hazret-i Peygamberin Hazret-i Yûsuf'u Sena Etmesi

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den: "Allah kendisini affetsin, Hazret-i Yûsuf'a, o zayıf ve semiz inekler sorulduğunda, ona, onun keremine ve sabrına şaşarım. Onun yerinde zinaydım, beni hapishaneden çıkarmalarını şart koşmadıkça, onlara o rüyayı tabir etmezdim. Yine haberci kendisine gelip haberciye, "Rabbine (efendine) dön " dediği zamanki durumuna da hayret ederim. Ben onun yerinde olsaydım, hapishanede bunca yıl bekledikten sonra, hemen bunu kabul eder, derhal kapıya koşar ve mazur olup olmadığımın ortaya çıkmasını beklemezdim. Çünkü o, halim ve teennili bir zat idi" Kenzu'l-Ummal, 11/32410. hadis. buyurduğu rivayet edilmiştir.

Hazret-i Yûsuf'un Uyguladığı İhtiyat

Bil ki Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) 'un gösterdiği sabır ve padişahın, Yûsuf (aleyhisselâm)'un durumundan haberdar olması için beklemesi, akıllı ve kararlı kimseye yakışan bir hareket tarzıdır. Bunun böyle olduğunu birkaç yönden izah edebiliriz:

1) Eğer Yûsuf (aleyhisselâm), o anda çıksaydı, belki de padişahın kalbinde o töhmete dâir bir iz kalacaktı. Ama Hazret-i Yûsuf, padişahtan o hadisenin hakikatini araştırmasını taleb edince, bu onun o töhmetten uzak ve temiz olduğuna delâlet etmiştir. Binâenaleyh; hapisten çıktıktan sonra, hiç kimse o rezilliği ona bulaştıramaz ve bunu kullanarak Hazret-i Yûsuf'u tenkid edemez.

2) Hapishanede oniki yıl kadar kalmış olan bir insanı padişah isteyip, hapisten çıkarılmasını emrettiğinde, ondan beklenen ilk şey, onun hemen çıkmaya can atmasıdır. Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) böyle bir hareket tarzına girmeyince, onun son derece akıllı, sabırlı ve kararlı olduğu anlaşılmış oldu ki, bu tarz hareketi de, onun her türlü töhmetten uzak olduğuna inanılmasına ve hakkında söylenen her şeyin bir yalan, bir iftira olduğuna hükmedilmesine bir sebeb olmuştur.

3) Hazret-i Yûsuf'un, padişahdan, kendi durumunu o Mısırlı kadınlardan sorup öğrenmesini istemesi de, onun son derece temiz ve namuslu olduğuna delalet eder. Çünkü o, az veya çok böyle birşeye bulaşmış olsaydı, daha önce geçen şeylerin hatırlanmasından endişe ederdi,

4) O, sakiye, "Beni, Rabbinin (efendinin) yanında an " dediği için (ilahi bir ceza olarak), hapiste yıllarca kalmıştı. İşte burada da, padişah kendisini isteyince, ona iltifat etmemiş, bu isteğini umursamamış; ancak o, töhmetten uzak olduğunun ortaya çıkarılması ile uğraşmıştır. Belki de onun bu tarz hareketten maksadı, kalbinde, padişahın kendisini kabul etmesine veya redetmesine karşı hiçbir iltifatın kalmadığını ortaya koymaktır. Binâenaleyh onun bu hareketi, âdeta, "Efendine benden bahset" sözündeki kusuru telafi etme gibidir. O, bunu, o sakiye hatırlatmak için de yapmıştır. Çünkü her iki durumda da, aracı ve haberci olan o saki idi.

Onun "Ellerini kesen o kadınların zoru neydi, kendisine sor?" sözü ile ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

İbn Kesir ve Kisâi, fiili hemzesiz olarak, (......) şeklinde; diğer kıraat imamları ise, hemzeli olarak (......) şeklinde okumuşlardır. Ebu Bekr'in rivayetine göre Asım, ismi, nun'un zammesi ile, nüsve şeklinde okurken, diğer kıraat imamları nûn'un kesresi ile nisve şeklinde okumuşlardır. Bu ikisi de, kullanılan birer lehçedir.

Bil ki bu ayette bir çok incelikler vardır:

a) Ayetin manası şöyledir: "Benim o töhmetten uzak olduğumu anlayabilmesi için, padişahtan, o Mısırlı kadınların durumunu araştırmasını iste" dedi. Fakat Yûsuf (aleyhisselâm), lafız padişahın bizzat bu işi yapması manasına gelmesin diye, padişahtan o hadiseyi araştırmayı istemekle yetinmiştir.

b) Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm), kendisinin uzun bir müddet hapse atılması için gayret gösteren esasında azizin karısı olduğu halde, ondan bahsetmemiş, "(Mısırlı) kadınlar" ifadesini kullanmıştır.

c) Yûsuf'a, padişahın yanında o kötü işi isnad edenlerin o kadınlar olduğu açıktır. Buna rağmen Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm), sırf "Ellerini kesen o kadınların zoru neydi" ifadesi ile yetinmiş ve onlardan tafsilatlı olarak, belli bir şekilde şikayet etmemiştir.

Yûsuf Hakkında Kadınların Tuzağı

Daha sonra "Şüphe yok ki benim Rabbim onların fendini hakkıyla bilicidir" buyurmuştur. Bununla şu iki mana kastedilmiş olabilir:

a) Buradaki "Rabbim" sözü ile, Allahü teâlâ'yı kastetmiştir. Çünkü Allah, bütün gizli saklı şeyleri bilir.

b)Bu söz ile, vezir kastedilmiştir. Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm), o vezir kendisini eğitip büyüttüğü için, (mürebbim manasında) ona, "Rabbim" demiştir. Bu ifâdede bu manaya göre, padişahın o kadınların hile ve tuzaklarından haberdar olduğuna bir işaret vardır.

Bil ki o kadınların, Hazret-i Yûsuf'a tuzakları şöyle olmuş olabilir:

a) Onlardan her biri, çoğu kez, Hazret-i Yûsuf'a arzu duymuşlardır. Binâenaleyh hiçbiri gayesine ulaşamayınca, onu tenkid etmeye ve ona kötü şeyler isnad etmeye başlamışlardır.

b) Belki de onların her biri, Yûsuf'u, sahibesi olan o kadının isteğine uyması hususunda arzulandırmaya çokça uğraşmışlardır. Hazret-i Yûsuf ise, kendisine iyilikte bulunmuş olan efendisine karşı böylesi hıyanetin doğru olmayacağını düşünüyordu. İşte "Şüphe yok ki benim Rabbim onların fendini hakkıyla bilicidir" ifadesi ile, kadınların, Yûsuf'u bu hıyanete ne denlü teşvik ettiklerine işaret etmiştir.

c) Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm)' u hükümdar yanında kötü göstermek hususunda, hükümdar, o kadınlardan çeşitli hile ve tuzaklar tesbit etmişti. İşte Hazret-i Yûsuf, bu ifadesiyle onu kastetmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak Yûsuf (aleyhisselâm)' un bunu istediğinde, padişahın o kadınların toplanmasını emrettiğini ve onlara, "Yusuf'un nefsinden murad almak istediğiniz zaman ne halde idiniz?" dediğini nakletmiştir. Bunun iki zanı vardır;

a) Bu ifade, cemi sîgasıyla getirilmiş ise de, bununla müfred sîga (mana) kastedilmiştir. Bu tıpkı "Onlar öyle kimselerdir ki, insanlar (yani o insan) kendilerine..."(al-i imran, 173) ayetinde olduğu gibidir.

b) Bununla, "cemî" mana kastedilmiştir. Buna göre de şu iki izah yapılabilir:

1) Onlardan her biri, Yûsuf'un kendisinden murad almak istemişti.

2) Onlardan herbiri, vezirin karısından dolayı, Yûsuf'dan murad almak istemişti. Ayetin lafzı, bütün bu manalara gelebilir. İşte tam o esnada, bu istek üzerine, "onlar, "Haşa, Allah için biz ondan hiçbir fenalık görüp bilmedik" dediler"; bu ifade, onların, tâa işin başında Hazret-i Yûsuf için söyledikleri "Sübhanellah! Bu bir beşer değil" şeklindeki sözlerini adetâ bir te'kid gibidir.

Vezirin Karısının Suçunu İtirafı

Bil ki vezirin karısı da, orada bulunan kadınlardan idi ve o bütün bu münakaşaların ve soruşturmaların kendisi yüzünden olduğunu biliyordu. Artık sır perdesini kaldırarak doğruyu açıkça ifâde edip şimdi hak meydana çıktı! Ben, onun nefsinden murad almak istedim. O, hiç şüphesiz doğruyu söyleyenlerdendir" dedi. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu, o kadının, Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm)'un her türlü günahtan ve kusurdan uzak olduğu hususunda kesin ve açık bir şahidliğidir. Burada şöyle bir incelik vardır: Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm), "Ellerini kesen o kadınların zoru neydi" diyerek Azizin karısını nazar-ı dikkate almış, o kadının kendisinden bizzat bahsetmeden, Mısırlı kadınları söz konusu etmiştir. Böylece o kadın, Yûsuf'un, kendisinin hakkını gözetip, haysiyetini ayaklar altına vermeyip, işi örtülü bırakmak istediği için, kendisinden açıkça bahsetmediğini anlamıştır. Dolayısıyla Yûsuf'u bu güzel ve ince hareketinden ötürü mükafaatlandırmak istemiş, bu sebeple perdeleri kaldırmış ve bütün suçun kendisinde olduğunu, Hazret-i Yûsuf'un ise herşeyden beri olduğunu itiraf etmiştir. Bir kitapta şöyle bir hadise okumuştum: Bir kadın kocasını hakimin huzuruna çıkartıp, kocasında mihir alacağı olduğunu iddia etmiş. Bunun üzerine hâkim, şahidlerin şahidlik edebilmeleri için, kadının yüzünü açmasını emretmiş. Kadının kocası bunun üzerine, "Buna hacet yok. Çünkü onun iddiasında haklı olduğunu kabul ediyorum" deyince, kadın da: "Sen bana böylesine ikram (ve incelik) gösterdiğine göre, herkes şâhid olsun ki ben de, üzerinde olan bütün haklarımı bağışladım" demiştir.

İkinci Mesele

Dilciler, (......) tabirinin, "Hak ortaya çıktı, gerçek zahir oldu ve kesin olarak anlaşıldı" manasına geldiğini söylemişlerdir. Bu, Arapların, "Deve bir yere çöküp iyice yerleşti" manasında söyledikleri deyiminden alınmıştır. Zeccâc ise, bunun "hisse" manasındaki kelimeden iştikak ettiğini ve Arapça'da darb-ı mesel olarak Hak pay (taraf), batıl paydan (taraftan) ayrıldı" denildiğini söylemiştir.

Üçüncü Mesele

Alimler, "Bu, gıyabında ona hainlik etmediğimi (....) bilmesi içindir" sözünün kime âit olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu hususta birtakım görüşler vardır:

Birinci Görüş: Ekseri âlimlerin görüşüne göre, bu Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm)'un sözüdür. Ferrâ şöyle demiştir: "Hakkında karine (ipucu) bulunduğu zaman, bir insanın sözünün peşine bir başkasının sözünün getirilmesinde bir sakınca yoktur. Bunun misali, Hak teâlâ'nın "Şüphesiz ki hükümdarlar, bir memlekete girdikleri zaman orasını perişan ederler. Halkından şerefli olanları hor ve hakir kılarlar" (Neml. 34) ayetidir. Bu söz, Belkîs'e aittir. Bunun peşinden Cenâb-ı Hak, "Bunlar da böyle yapacaklardır" buyurmuştur. Yine bunun bir diğer misali şu ayettir: "Ey Rabbimiz, muhakkak ki sen, hiç şüphe olmayan bir günde insanları toplayacak olansın. Şüphesiz Allah sözünden caymaz" (Âl-i İmran, 9). Buradaki birinci cümle, duâ edenlere aittir, ikincisi Allah'ın sözüdür. Bu görüşle ilgili, birkaç soru vardır:

Birinci Soru: Zâlike (Bu, o) kelimesi ile, gaib olana işaret edilir. Burada ise, mevcut ve hazır olan hadiseye işaret edilmiştir?

Cevap: Biz bunu (Bakara, 2) ayetinin tefsirinde cevaplamıştık. Bu işaret zamirinin, Hazret-i Yûsuf'un, "haberciyi geri göndermesi" işine bir işaret olduğu da söylenmiştir. Buna göre, Hazret-i Yûsuf sanki, "Haberciyi geri gönderme işim, padişahın, gıyabında ona hainlik etmediğini bilmesi içindir" demiştir.

İkinci Soru: Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) bu sözü ne zaman söylemiştir?

Cevap: Atâ, İbn Abbas(radıyallahü anh)'ın "Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) padişahın yanına girince, "Bu, gıyabında ona hainlik etmediğimi bilmesi içindir" demiştir. Hazret-i Yûsuf bu sözü Dadişahın şanının yüceliğini göstermek için (ona diye) gâib sîgasıyla söylemiştir" rediğini rivayet etmiştir. Halbuki daha uygunu, Hazret-i Yûsuf'un bu sözü, haberci kendisine tekrar geldiğinde söylemiş olmasıdır. Çünkü padişahın huzurunda böyle sez söylenmesi, âdaba aykırıdır.

Üçüncü Soru: Bu hainlik, azize karşı söz konusudur. O halde Hazret-i Yûsuf niçin, "Bu, gıyabında ona hainlik etmediğimi bilmesi içindir" demiştir?

Cevap: Bundan muradın, "Azize gıyabında hainlik etmediğimi padişahın bilmesi içindir" manasında olduğu söylendiği gibi, "Bir kimse, padişahın vezirine hainlik, bazı bakımlardan sanki bizzat padişaha hainlik etmiş gibi olur" manasında ileri sürülmüştür. Yine bunun, "saki Hazret-i Yûsuf hapiste iken onun yanına vardığında, Yûsuf (aleyhisselâm): "Bu, Aziz'in gıyabında kendisine hainlik etmediğimi bilmesi içindir" demiştir" manasında olduğu da söylenmiştir. Daha sonra Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) sözünü, "Ve Allah'ın hâinlerin hilesini kesinlikle muvaffakiyyete erdirmeyeceğini içindir" diye tamamlamıştır. Belki de bu, "Eğer ben hâin olsaydım, Allah beni düştüğüm durumdan kurtarmazdı. O beni, bundan kurtardığına göre, benim onların ima ettiği şeylerden uzak olduğum ortaya çıkmıştır" manasınadır.

İkinci Görüş: Bu ifade, azizin karısına âit olup, ayetin manası "O, her nekadar . ben onun üstüne suçu attıysam da, o burada değil iken, onun üzerine suçu atamam" şeklinde olur ki bu, "O, hapiste iken onun hakkında doğrunun dışında birşey söyleyemem" demektir. Daha sonra o kadın, gerçeği iyice te'kit etmek Allah da, hâinlerin hilesini kesinlikle muvaffakiyyete erdirmez" demiştir. Bu, "Ben, böyle bir tuzak ve hileye teşebbüs edince, rezil ve rüsvay oldum. Yûsuf ise, bu günahtan uzak ve temiz olduğu için, haliyle, Allahü teâlâ, onun bundan ben ortaya çıkardı" demektir. Bu görüşte olanlar şöyle derler: "Bunun delili şudur:" Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) o mecliste, kadın "Şimdi hak meydana çıktı. Ben onun nefsinden murad almak istedim. O sadıklardandır" deyinceye kadar yoktu. Binâenaleyh bu esnada Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm), "Bu, gıyabında ona hainlik etmediğimi bilmesi içindir" diyebilmesi için, Hazret-i Yûsuf'un o mecliste bulunmayıp, aksine bu hususta habercinin o meclisten tekrar hapishaneye yanına gelmesine ve bu sözü kendisine nakletmesine ihtiyaç duyulur. Buna göre, daha sonra Yûsuf (aleyhisselâm), yeni bir söz olarak, "Bu, gıyabında ona hainlik etmediğimi bilmesi içindir" demiş olmalıdır. Halbuki bu iki farklı sözün arasında, böyle bir ilgi, ne nesirde, ne de şiirde bulunmaz. Binâenaleyh biz bunun da, kadının sözü cümlesinden olduğunu ânlarız.

Dördüncü Mesele

Hazret-i Yûsuf'un Masum Olduğuna Bu Ayetin Delaleti

Bu ayet, Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm)'un o günahtan beri ve uzak olduğuna, pek çok yönden delildir:

a) Padişah, ona haberci gönderip, onu yanına istediğinde, eğer Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm), o kötü fiilin töhmeti altında olmuş olsa ve gerçekten kendisinden bir suç sâdır olmuş, o fuhşu yapmış olsaydı, örf ve âdet itibariyle, Yûsuf'un, hükümdardan o hadiseyi tahkik ettirme talebinde bulunması imkansız olurdu. Zira bu, onun, kendi kendisini rüsvay etmesi, gizli ve küllenmiş, unutulmuş ayıplarını yenilemesi olurdu. Halbuki, aklı olan, böyle bir şey yapmaz. Farzet ki, bazıları Hazret-i Yûsuf'un masumluğu veya nübüvveti hususunda şüphe etsinler. Fakat onun akıllı olduğunda şüphe eden çıkmamıştır. Akıllı olanın da, kendi kendisini rezil-ü rüsvay etmek ve düşmanlarını, ayıp ve kusurunu iyice ortaya çıkarmaya sevketmeye gayret göstermesi imkansızdır.

b) Mısırlı kadınlar, tâ baştan "Hâşâ, Sübhanellah!. Bu, bir beşer değil. Bu, çok şerefli bir melekten başka birşey değil" (Yûsuf, 31) diyerek, onun temiz ve nezih olduğuna şehâdet etmişlerdi. Bu defa da, "Hâşâ, Allah için, biz onda hiçbir fenalık görüp bilmedik" diyerek, onun lehine şâhidlik etmişlerdir.

c) Azizin karısı da, "Andederim, onun nefsinden murad almak istedim de o namuskârlık gösterdi" (Yûsuf, 32) diyerek, tâ ilk başta; ikinci olarak da bu ayette onun namuslu olduğunu beyan etmiştir.

Bil ki bu ayet, Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm)'un temiz olduğunu birkaç bakımdan göstermektedir:

1) Kadın "Ben, onun nefsinden murad almak istedim" demiştir.

2) Kadın, "O, hiç şüphesiz doğru söyleyenlerdendir" demiştir. Bu, Hazret-i Yusuf'un, "O, kendisi benden murad almak istedi" (yûsuf, 26) şeklindeki sözünde doğru söylediğine işarettir.

3) Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm), "Bu, gıyabında ona hainlik etmediğimi (...) bilmesi içindir" demiştir. "Haşviyye", "Yûsuf (aleyhisselâm) bu sözü söyleyince, Cebrail (aleyhisselâm)'in ona, "Bu işe iyice kastedip, niyetlendiğinde de mi?" dediğini rivayet etmişlerdir. Bu, onların o pis rivayetlerindendir. Bu rivayet itimad edilen hiçbir kitapta doğrulanmamıştır. Bilakis onlar Kur'ân'ın zahirî manasını tahrif etmek çabasıyla bunu uydurup araya sokuşturmuşlardır.

4) Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm), "Allah, hainlik edenlerin hilesini kesinlikle muvaffakiyete erdirmez" demiştir. Bu "Hainlik edenler, mutlaka rezil-ü rüsvay edilirler. Eğer ben hâin olsaydım, benim de Allah tarafından rezil rüsvay edilmem gerekirdi. Rüsvay edilmediğime ve Allah beni bu düştüğüm durumdan kurtardığına göre, evet bütün bunlar, benim hâinlerden olmadığıma delalet eder" demektir.

Burada, hepsinden daha güçlü, şöyle değişik bir izah daha yapılabilir: Bu vakitte, o hadise tamamen bitip gitmiş, o sıkıntı sona ermişti. Dolayısıyla Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm)'un, kendisinin böyle büyük bir hıyanette bulunduğunu bile bile, "Bu, onun benim hıyanet etmediğimi bilmesi içindir" diyebilmesi, faydasız yere yapılmış en büyük bir utanmazlığa ve yalana yönelmek olmuş olur. Binâenaleyh boş yere, böylesi yüzsüzlüğe yönelmek hiçbir akıllıya yakışmaz. O halde, akıllıların efendisi ve asfiyanın (seçkin kimselerin) imamı ve önderi olan bir kimseye isnad edilmesi nasıl uygun düşebilir? Böylece, bu ayetin cahillerin ve Haşviyye'nin, Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm) hakkında söyledikleri sözlerden onun uzak ve berî olduğuna delâlet ettiği sabit olur.

Kişi Nefsini Temize Çıkarmamalıdır

53

"(Bununla beraber) ben, nefsimi tebrie etmem.Çünkü nefis, olanca şiddetiyle kötülüğü emredendir. Ancak Rabbimin esirgemiş bulunduğu müstesna. Çünkü Rabbim gafur ve rahimdir".

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki bu ayetin tefsiri, kendinden önceki ayetin tefsirindeki değişik manalara göre değişir. Çünkü biz eğer o sözün Hazret-i Yûsuf'a âit olduğunu söyler isek, bu ifâde de ona âit olmuş olur. Yok eğer onun, kadının sözünün devamı olduğunu kabul edersek, bu ifâde de kadının sözünün devamı olmuş olur. Biz ayeti her iki ihtimale göre de tefsir ederiz. Bu sözün, Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm)'a ait olduğunu söylememiz halinde, Haşviyye buna tutunarak şöyle der: "Yûsuf (aleyhisselâm), "Bu, gıyabında ona hainlik etmediğimi (...) bilmesi içindir" (Yûsuf, 52) dediğinde, Cebrail (aleyhisselâm) ona "Kuşağını çözmeye niyetlendiğinde de mi?" deyince Hazret-i Yûsuf, "Ben, nefsimi kötülükten yani zinadan tebrie etmem (yani uzak olduğumu söylemem). Çünkü nefis, Allah'ın koruyup rahmet ettikleri müstesna, olanca şiddeti ile kötülüğü, yani zinayı emreder. Çünkü Rabbim, kötülüğe niyetlenişimi bağışlayan, onu yaptığım takdirde de, bana tevbeyi nasib edendir" demiştir."

Haşviyyenin Tutarsız Rivayetlerinin Tenkidi

Bil ki Haşviyye'nin bu iddiası tutarsızdır. Çünkü biz, önceki ayetin, Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm)'un o günahtan uzak ve berî olduğuna kesin kes delâlet eden bir delil olduğunu açıklamıştık. Ancak geriye, "O halde sizin bu ayet karşısında cevabınız ne olacaktır?" sorusu kalır. Buna karşı deriz ki: Bu hususta şu iki izah yapılabilir:

Birinci İzah: Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm), "Bu, gıyabında ona hainlik etmediğimi bilmesi içindir" deyince, bu söz adetâ, kendisini medhetmesi ve tezkiye etmesi gibi olmuştur. Halbuki Allahü teâlâ, "Nefsinizi tezkiye etmeyin, temize çıkarmayın" (Necm. 32) buyurmuştur. Bundan dolayı Hazret-i Yûsuf, "(Bununla beraber), ben nefsimi tebrie etmem" diye, bir istidrâk yapmıştır. Buna göre ayetin manası, "Ben, nefsimi tezkiye etmem. Çünkü nefis, alabildiğine kötülüğü emreden, kötülüğe çok meyyal olan ve günahlara arzu duyandır" şeklindedir.

İkinci İzah: Ayet, kesinlikle Haşviyye'nin ileri sürdüğü hiçbirşeye delâlet etmez. Çünkü Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm), "Gıyabında ona hainlik etmediğimi" deyince, bu hainliğin, nefsinin arzu duymayışı, tabiatının meyletmeyişi manasında olmayıp, nefsin olanca şiddeti ile kötülüğü emreden; insan karekterinin lezzetli olan şeylere karşı arzu duyulan bir özelliği olduğunu beyân etmiştir. Binâenaleyh o bu sözü ile, hainlik etmeyişinin, isteksizlik yüzünden değil, Allah korkusundan dolayı olduğunu ifade Rtmiştir.

Fakat biz bu sözün, o kadının sözünün devamı olduğunu söylersek, buna göre de şu iki izah yapılabilir:

a) Bu, "Ben, nefsimi Yûsuf'tan murad alma konusunda tebrie-tezkiye etmem" demektir. Bu sözün maksadı, Hazret-i Yûsuf'u, "O, kendisi benden murad almak istedi" şeklindeki sözünde doğrulamaktır.

b) O kadın, "Bu, gıyabında ona hainlik etmediğimi... bilmesi içindir" deyince, (Bununla beraber) ben, nefsimi (tamamen hainlikten) tebrie edemem (uzak olduğunu söyleyemem). Çünkü ben o günahı ona iftira ile atıp, "zevcene kötülük etmek isteyenin cezası zindana atılmaktan, yahud acıklı bir azabtan başka ne olabilir" (Yûsuf, 25) dediğimde ve böylece onu hapse düşürdüğümde, ona hıyanet ettim" demiştir. Binâenaleyh o bu surette, olup bitenlere karşı bir özür beyân etmek istemiştir.

Eğer, "Bu sözün Yûsuf (aleyhisselâm)'a âit olduğunu mu, yoksa kadına âit olduğunu mu söylemek daha uygundur?" denilirse, biz deriz ki: Bunun Yûsuf (aleyhisselâm)'a âit olduğunu söylemek daha müşkildir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın "Azizin karısı da şöyle dedi: "Şimdi hak meydana çıktı" şeklindeki sözü, başı-sonu birbirine uygun bir sözdür. Binâenaleyh, her iki söz ile her iki meclisin arasına pek çok fasıla girdiği halde, bu sözün bir kısmının Yûsuf'a, bir kısmının kadına âit olduğunu söylemek, uzak bir ihtimaldir. Bu sözün kadına âit olduğunu söylemek de müşkildir. Zira, "Ben, nefsimi tebrie etmem. Çünkü nefis, olanca şiddetiyle kötülüğü emredendir. Ancak Rabbimin esirgemiş bulunduğu müstesna" sözü, ancak günahtan sakınması mümkün olan kimseden sadır olursa, güzel ve yerinde olur. Hem sonra bunu söyleyen kişi, nefsini kırmak için böyle söylemiştir. Bu durum ise, bütün gayretini o günaha sarfeden azizin karısına uygun değildir.

İkinci Mesele

Alimler, "Rabbimin esirgemiş bulunduğu müstesna" buyruğundaki mâ edatının men manasına olup, takdirin, "Rabbimin esirgemiş bulunduğu kimse müstesna" şeklinde olduğunu; mâ ile men edatlarının birbirleri yerine kullanılabildiğini; (Nisa, 3) ve (Nur, 45) ayetlerinde de böyle olduğunu söylemişlerdir.

Ayetteki bu ifadenin, istisna-ı muttasıl veya munkatî olduğu hususunda iki izah yapılmıştır:

a) Bu, isisnâ-ı muttasıldır. Buna göre, ayet şu iki şekilde izah edilir:

1) Bu ifâde, "Rabbimin, melekleri koruduğu gibi koruduğu kimseler müstesna" manasındadır.

2) Bu, "Rabbimin merhamet edip, koruduğu vakitler müstesna yani nefis, Allah tarafından korunduğu bu vakitler müstesna, her zaman alabildiğine kötülüğü emreder" demektir.

b) Bu istisna, istisna-ı munkatî olup, "Lakin Rabbimin rahmet edişi, insanı kötülükten uzak tutar" manasındadır. Nitekim "Onlar kurtarılmazlar, Lakin katımızdan bir rahmet vaki olmuştur" (Yasin, 43-44) ayeti de böyledir.

Üçüncü Mesele

Feylesoflar, "kötülükleri alabildiğine emreden nefs"in ne olduğu hususunda, değişik görüşler belirtmişlerdir. Muhakkik alimler şöyle demişlerdir: "İnsandaki nefis tek şey olup, pek çok sıfatı ve hali vardır. Binâenaleyh o nefis, anî âleme meylettiğinde "nefs-i mutmainne"; şehvet ve gazaba yöneldiğinde ise, "nefs-i emmâre" (kötülüğü emreden nefis) olmuş olur. Ona nefs-i emmâre denmesi, mübalağa içindir. Bunun sebebi şudur: Nefis ilk başta maddi şeylere alışır, onlardan hoşlanır ve onlara adetâ aşık olur. Fakat mücerred (manevi) âlemi anlayıp, ona meyletmesi, bir nefis için nâdir şeylerdendir. Binâenaleyh o nefis için maddi âlemden bu sıyrılış ve inkişâf, ömrü boyunca çok ender vakitlerde olur. Genel olan durum, nefsin maddî aleme meyletmesi olup, manevî âleme yükselmeye temayülü de nâdir olunca, pek yerinde olarak, bu nefiy için, "kötülükleri, olanca şiddetiyle emreden nefis" denilmiştir."

Bazı kimseler de, "nefs-i mutmainne"nin, nefs-i akliyye-i nutkiyye olduğunu söylemişler, şehvetli ve gazablı nefislerin îse, akıllı nefislerden başka olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu konuda gerçekle ilgili sözümüz, akliyyât kitablarında ele alınmıştır.

Dördüncü Mesele

Alimlerimiz, taat ve imanın ancak Allah'dan olabileceği hususunda, ayetteki "Ancak Rabbimin esirgemiş bulunduğu müstesna" ifâdesini delil getirerek şöyle demişlerdir: Ayet, nefsin kötülüklerden ancak Allah'ın rahmeti sayesinde uzaklaşabileceğine delâlet etmektedir. Ayetin lafzı, her ne zaman o rahmet tahakkuk ederse, o vazgeçmenin de tahakkuk edeceğini göstermektedir. Binâenaleyh, biz diyoruz ki, bu ayette bulunan "rahmet" sözünü, Kâdî'nin dediği gibi, akıl, kudret ve lütuf fiilleri vermek manasına tefsir etmek mümkün değildir. Çünkü bütün bunlar, kâfirle mü'min arasında müşterek olan hususlardır. Binâenaleyh, ayetteki "rahmet" kelimesini, başka bir şey ile yorumlamak gerekir ki bu da, "taâta götüren sebebi, ma'siyete sevkeden sebebe tercih etmektir." Biz bunu, kesin aklî delil ile de ispatlamıştık. İşte bu durumda maksat elde edilmiş olur.

Yûsuf'un Hükümdarın Müsteşarı Olması

54

Âyetin tefsiri için bak:55

55

"Hükümdar: "Getirin onu bana! dedi. Onu kendime has bir (müsteşar) edineyim." Onunla konuşunca da şöyle dedi: "Sen bu günden itibaren bizim nezdimızde mühim bir mevki sahibisin. Emin (bir müsteşar)sın." (Yûsuf): "Beni memleketin hazineleri üzerine memur et. Çünkü ben onları iyice korumaya muktedirim. (Bütün tasarruf şekillerini de) bilenim" dedi.

Ayetle iliği birkaç mesele vardır.

Birinci Mesele

Alimler, ayette geçen hükümdarın kim olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları onun, aziz olduğunu söylerlerken, bazıları da "Hayır, o en büyük melik olan Reyyân'dır" demişlerdir ki, bu görüş şu iki sebepten dolayı kabule daha fazla sayandır:

1) Yûsuf (aleyhisselâm)'un, "Beni memleketin hazineleri üzerine memur et" sözû, buna delâlet etmektedir.

2)Hükümdarın "Onu kendime has bir (müsteşar) edineyim" şeklindeki sözü, Yûsuf'un daha önce meliğin yanında, ona âit olmadığına delâlet eder. Daha önce Yûsuf (aleyhisselâm) Azizin emrindeydi. Böylece bu durum ayette bahsedilen hükümdarın, en büyük melik olan Reyyân olduğuna delâlet eder.

İkinci Mesele

Alimler, Yûsuf (aleyhisselâm) hapiste iken Cibril'in onun yanına geldiğini ve ona "Allahım, benim için katından genişlik ve bir çıkış yolu ver ve beni, bilmediğim ve ummadığım bir taraftan rızıklandir" dediğini, işte bundan dolayı da Allahü teâlâ'nın onun duasını kabul eniğini ve onun hapisten kurtulması için böyle bir sebep halkettiğini söylemişlerdir.

Sözün özü, kısaca şudur: Hükümdarın şu sebeplerden dolayı, Yûsuf hakkındaki güveni ve itimadı çok olmuştur:

a) Onun ilmine güvenmiştir. Zira, yanına toplanmış olan kâhinleri rüyayı tabir etmekten aciz olup, Yûsuf (aleyhisselâm) da, doğruluğuna aklın şehâdet ettiği o uygun cevabı verince, meliğin gönlü Yûsuf'a meyletmiştir.

b) Onun, Yûsuf'un sabrı ve sebatı hususundaki güveni artmıştır. Bu böyledir; zira o, yıllarca hapishanede kaldıktan sonra, metîk kendisine hapishaneden çıkma izni verince, o oradan çıkmak için can atmamış, aksine sabredip beklemiş ve her şeyden önce, kendisinin bütün töhmetlerden uzak ve berî olduğuna delâlet edecek olan şeyin (melik tarafından) incelenmesini istemiştir.

c) Onun çok güzel bir terbiye ve edebe sahip olduğu hususundaki inancı artmıştır. Zira, Yûsuf (aleyhisselâm), her ne kadar maksadı azizin karısını zikretmek idiyse de, "ellerini kesen o kadınların zoru neydi kendilerine sor?" (Yûsuf, 50) ifadesiyle yetinmiş, en büyük belâlar kendisine o Azizin karısı tarafından geldiği halde ondan bahsetmemiş, sadece diğer Mısırlı kadınların durumuna değinmiştir. İşte bu, çok hayran kılıcı bir edeb ve terbiyenin mahsulüdür.

d) Onun, her türlü töhmetten uzak olmasıdır. Çünkü karşı taraf, onun temizliğini, nezaketini ve suçtan berî ve uzak olduğunu kabul etmiştir.

e) Sucu, Yûsuf'u, taâtlara koşma ve hapishanede bulunanlara iyilik etme hususunda, son derece sây-ü gayret göstermece nitelemiştir.

f) O, yıllarca hapishanede kalmıştı. Bütün bunların her biri o insan hakkında iyi niyetli olmayı gerektiren şeylerdir. Ya bunların hepsi tek bir kimsede bir araya gelmişse! İşte bundan dolayı, hükümdarın, Yûsuf hakkındaki hüsn-i niyyeti artmıştır. Allah, bir şeyin olmasını istediğinde o şeyin sebeplerini bir araya getirir ve onları kuvvetlendirir.

Bunu iyice kavradığında biz diyoruz ki: Melik tarafından Yûsuf'un bütün bu halleri görülüp tesbit edilince, onun Yûsuf'u kendisine müsteşar edinmek hususundaki arzusu artmış ve bunun üzerine "Getirin onu bana! Onu kendime has bir müsteşar edineyim!" demiştir. Rivayet olunduğuna göre elçi, Yûsuf'a "Hapishane kirlerinden temizlen, güzel elbiseler giyin ve güzel bir görünüm arzet, kendine çekidüzen ver! Çünkü hükümdarın yanına gideceğiz" demiş, o da hapishanenin kapısının üzerine, "Burası, meşakkat yeri, dirilerin kabri, düşmanların sevinç vesilesi ve dostların da tecrübe kazandığı yerdir!" şeklinde yazmıştır. Yûsuf (aleyhisselâm), meliğin yanına girerken de "Allahım, senden, senin hayrın vasıtasıyla onun hayrından istiyorum; ve onun şerrinden, senin izzet ve kudretine sığınıyorum!" dedi. Daha sonra, ona selâm vererek, İbranice ona dua etti.

"İstihlâs" bir şeyin, ortaklık şaibelerinden kurtarılarak arındırılmasını istemek, has kılmak demektir. Bu melik de, Yûsuf'un sırf kendi emrinde olmasını ve ondan hiç kimsenin, kendisine ortak olmamasını istemişti. Çünkü kralların adeti, nefis ve güzel şeylerin sadece kendilerinde bulunmasını istemektir. Binâenaleyh, kral da Yûsuf'un, o zamanın tek insanı ve eşi bulunmaz bir kimse olduğunu anlayınca, onun sadece kendisine has olmasını istemiştir.

Rivayet edildiğine göre hükümdar, Yûsuf'a "Ehlim ve benimle birlikte yemek yemen hariç, senin benim herşeyime ortak olmanı arzu ediyorum" demiş; bunun üzerine de Yûsuf (aleyhisselâm): "Sen, benim seninle beraber yemek yememi istemez misin? Zira ben, Yûsuf İbn Yakûb İbn İshâk ez-Zebîh İbn İbrahim el-Halil'im (aleyhisselâm)" demiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Onunla konuşunca da" buyurmuştur. Bu hususta iki görüş bulunmaktadır:

a) Bu, "Kral, Yûsuf ile konuşunca" demektir. Ulemâ şöyle demiştir: "Zira, kralların meclisinde, hiç kimsenin iîk önce söze başlaması doğru olmaz. Söze önce başlayan, daima kraldır."

b) Bu, "Yûsuf kral ile konuşunca" demektir. Şu rivayet edilmiştir: "Yûsuf (aleyhisselâm) kralın yanına vardığında otuz yaşında idi. Melik onu, genç bir delikanlı olarak görünce, sakiye, "Bütün sihirbaz ve kâhinlerin bilemediği rüyanın tevilini bilen bu mudur?

Bunun üzerine saki, "Evet!" dedi. Bunun üzerine de malik Yûsuf'a yönelerek: "Ben rüyanın tevîlini bizzat senin ağzından şifahî olarak duymak istiyorum" dedi. Yûsuf (aleyhisselâm) da o cevâbı şifahi olarak bir kez daha tekrarladı ve meliğin kalbi de, o rüyanın tabirinin doğruluğuna şehâdet etti. İşte o esnada Yûsuf'a "Sen bugünden itibaren bizim nezdimizde mühim bir mevki sahibisin" demiştir.

Arapça'da "Falanca falancanın yanında "mekîn"dir; Deyyinü'l-mekânedir" denilir. "Yani, menzilesi, mevki ve makamı aşikardır" denir. Mekâne: Kendisinde bulunan şahsın, kendisi sayesinde istediğini yapabilme halidir. Onun, "emîn" sözünün manası ise, "Biz, senin emin olduğunu ve sana isnad edilen şeylerden uzak ve berî olduğunu öğrendik, anladık" demektir.

Bil ki kralın, "Mühim bir mevki sahibisin, eminsin" sözü, kendisine ihtiyaç tassedılen her türlü fazilet, şeref ve şan ihtiva eden bir cümledir. Bu böyledir, zira, mekin olabilmesi için, onun kudret ve ilim sahibi olabilmesi gerekir. Çünkü sayesinde imkânlar elde edilebilir. İlim sayesinde ise, ancak kendisi sayesinde edilebilecek olan hayır fulleri elde edilebilir. Zira Hazret-i Yûsuf, neyin uygun neyin uygun olmadığını bilmeseydi, uygun olanların yapılmasını; uygun olmayanların da yapılmamasını hassaten belirterek söyleyemezdi. Böylece onun, mekin olmasının, kudreti ve ilmi sayesinde olduğu sabit olmuş olur.

Onun emîn olmasına gelince: Bu, Yûsuf'un, herhangi bir işi arzusuna göre değil, tam aksine o işi hikmetin muktezasına göre yapan bir hakîm kimse olması demektir. Böylece Yûsuf (aleyhisselâm)'un mekîn ve emîn olmasının, O'nun, kadir olduğuna, hayır, şer, fesat ve salâh yerlerini bildiğine ve bir işi, arzusuna ve isteğine göre değil, hikmetin muktezâsına göre yaptığına delâlet etmiş olur. Böyle olan herkesten, kötülük ve hafiflik kabilinden olan fiillerin sâdır olması imkansız olur. İşte bundan dolayı Mu'tezile, Allahü teâlâ'nın kabîh olan şeyleri yapmayacağını isbât etmeye uğraşırken şöyle demiştir: "Allahü teâlâ kabîh olan şeyleri yapmaz. Zira O, kabîh olanın "kubh"unu bilendir; O, kendisinin o kabîhi yapmaktan müstağni olduğunu da bilendir. Böyle olan herkes, kabîh olanı yapmaz." Onlar sözlerini şöyle sürdürmüşlerdir: "O, ancak kadir olduğu ve cehaletten münezzeh olduğunda kabîh olanı yapmaktan müstağni olur" Böylece, meliğin, Yûsuf (aleyhisselâm)'u "mekîn ve emin" diye vasfetmesinin, bu konuda söylenilmesi mümkün olan şeylerin zirvesi olduğu sabit olmuş olur.

Ülkenin Mâliyesinin Başına Gelmesi

Daha sonra Cenâb-ı Hak, işte o esnada, Yûsuf (aleyhisselâm)'un "Beni memleketin hazineleri üzerine memur et. Çünkü ben onları iyice korumaya muktedirim. (Bütün tasarruf şekillerini de), bilenim" dediğini "akletmiştir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Müfessirler şöyle demişlerdir: Yûsuf (aleyhisselâm) hükümdarın rüyasını, onun huzurunda tabir edip açıklayınca, melik ona: "Ey dost, ne önerirsin?" demiş, bunun üzerine Yûsuf (aleyhisselâm) da "Bolluk olacak yıllarda, çokça ekin ektirmeni, depolar yaptırmanı ve orada yiyecekler depolamanı öneririm. O kıtlık yıllan geldiğinde araziden elde ettiğimiz bu geliri satarız. İşte bu yolla da, çok büyük bir mal elde edilmiş olur" dedi. Bunun üzerine melik "Bu işi kim yüklenecek?" deyince de Yûsuf (aleyhisselâm) "Beni memleketin hazineleri üzerine (memur) et" demiştir ki, bu, "Mısır topraklarının hazineleri üzerine" demektir. Ahd ifâde etsin diye "ard" kelimesinin başına eliflâm getirilmiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber'in bu ayetle ilgili olarak şöyle dediğini rivayet etmiştir;

"Allah, kardeşim Yûsuf'a merhamet etsin. Şayet o: "Beni memleketin hazineleri üzerine (memur) et" demeseydi, o padişah onu, hemen o anda o işle görevlendirirdi. Ancak ne var ki o, bunu deyince, o bu vazifeyi ona vermeyi bir sene geciktirdi."

Ben derim ki bu, şaşılacak şeylerdendir. Zira Yûsuf (aleyhisselâm) hapishaneden çıkmak istemeyince, Allah bunu, ona en güzel bir biçimde kolaylaştırdı. Ama, hemen görev almaya koşunca, Allah onun bu gayesini gerçekleştirmesini tehir etti. İşte bu, şahsi tasarrufu terkedip, işleri tamamen Allah'a bırakmanın daha evlâ olacağına delâlet eder.

İkinci Mesele

Hazret-i Yûsuf'un Göreve Talip Olması

Birisi şöyle diyebilir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Abdurrahman İbn Semure'ye: "İdarecilik isteme" derken, Yûsuf (aleyhisselâm) niçin idarecilik taleb etmiştir? Hem Yûsuf (aleyhisselâm), kâfir bir kraldan idarecilik talebinde bulunmuştur? Yine o, niçin bir müddet sabretmemiş, hemen o anda idarecilik talebindeki arzusunu ortaya koymuştur? Hem yine o, niçin bu hareketi bir tür töhmet doğurmasına rağmen, hemen ilk başta hazînelerin işini üzerine alma talebinde bulunmuştur? Yine Cenâb-ı Hak, “Nefislerinizi tezkiye etmeyiniz” (Necm, 32) buyurduğu halde, “Ben onları iyi korumaya muktedirim, bütün tasarruf şekillerini de bilenim” diyerek nasıl kendisini medhedebilmiştir? Keza onun, (......) demesinin faydası nedir? Hem o, bu hususta niçin bir istisnâda bulunmamış yani "inşaallah” dememiştir? Zira en güzel olanı onun “inşaallah” (eğer Allah dilerse), ben hafız ve alîm'im demesiydi. Böyle söylemesinin en güzel oluşunun delili ise Cenâb-ı Hakk'ın “Ben yarın elbette şöyle şöyle yaparım” deme. "Allah'ın dilemesine bağlaman müstesnâ” (Kehf, 23-24) ayetidir. Bütün bunlar mutlaka cevablandırılması gereken yedi sorudur.

Halkın İşlerini Islah Ona Vacipti

Buna göre biz diyoruz ki: Bu soruların cevabı hususundaki temel kaide şöyle denilmesidir: İnsanların işleri hususunda tasarrufta bulunmak, Hazret-i Yûsuf'a vacip idi. Binâenaleyh, onun, hangi biçimde olursa olsun, bu işe teşebbüste bulunması caiz di. Biz, şu sebeplerden dolayı, insanların işleri hususunda tasarrufta bulunması, çalışması vâcibtir dedik.

a) O, insanlara, Allah katından gönderilmiş hak bir peygamber idi. Peygamberin, imkânlar ölçüsünde, ümmetinin menfaatlerini gözetmesi, kendisine vâcibtir.

b) Yûsuf (aleyhisselâm), bir kıtlığın ve çoğu kez kitlelerin ölümüne sebep olacak o darlığın -neydana geleceğini vahiyle öğrenmişti. Belki de Cenâb-ı Hak, Hazret-i Yûsuf'a bu -jsusta tedbir almasını, o kıtlığı, kendisi sayesinde halka az zararının dokunacak olduğu bir metod uygulamasını emretmişti.

c) Hakedenlere faydalan ulaştırmak, zararları da defetmek hususunda gayret sarfetmek, akıllarca da güzel kabul edilir bir husustur.

Bunun böyle olduğu sabit olunca biz diyoruz ki: Yûsuf (aleyhisselâm) işte bütün bu yönlerden halkın menfaatine olan şeyleri görüp gözetmekle mükellef idi. Onun, halkın menfaatlerine olan şeyleri görüp gözetmesi ise, ancak bu yolla mümkün idi.Vacibin, kendisiyle tamamlandığı şey de vâcibtir. Binâenaleyh, işte bu tavrı takınma, Yûsuf'a vacip idi. Bu vâcib olunca, bu husustaki bütün sorular külliyyen vacib olur.

"İnşaallah" Demeyişinin İzahı

Hazret-i Yûsuf'un "inşaallah" dememesi meselesine gelince, Vahidî şöyle demiştir: Bu, bir cezayı iktiza eden bir hata olmuştur. Bu ceza da, Allahü teâlâ'nın Hazret-i Yûsuf'un o maksadını, bir sene müddetle ertelemesidir." Ben de derim ki: Belki de bunun sebebi şudur: Şayet Yûsuf (aleyhisselâm) böyle bir istisnada bulunsaydı, melik, Yûsuf'un bunu, Kendisinin bu menfaatleri gerektiği gibi, zabt ü rabt altına alamıyacağını bildiği için söylediğine inanacaktı. İşte bundan dolayı Yûsuf (aleyhisselâm) inşaallah dememiştir.

Yûsuf'un Kendini Övdüğü İddiası

Yûsuf'un kendi kendini methetmesine gelince, buna birkaç yönden cevap verebiliriz:

a) Biz, Yûsuf (aleyhisselâm)' un kendisini methettiğini kabul edemeyiz. Ancak ne var ki Yûsuf (aleyhisselâm), kendisinin bu gayeyi tahakkuk ettirme hususunda faydalı olan bu iki vasfın kendisinde bulunduğunu beyân etmiştir. Bu iki şey birbirinden farklıdır. Belki de, Yûsuf (aleyhisselâm) o zann-ı galibine göre, bu vasıfları zikretme ihtiyacını hissetmiştir. Zira hükümdar, her ne kadar onun dini tümlerdeki mükemmeliyetini biliyor idiyse de, Yûsuf'un bu işi de hakkıyla yerine getirebileceğini bilmiyordu.

Sonra, biz şöyle de diyebiliriz: Farzet ki, kendini methetmiştir. Ancak ne var ki, insanın kendisini methetmesi, bu metniyle büyüklenmeyi, tefahür etmeyi ve böylece de, helal olmayan şeylere ulaşmayı kasdedince mezmum ve kötü olur. Ama bu şekilde olmayınca, biz onun haram olduğunu kabul edemeyiz. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın "Nefislerinizi tezkiye etmeyiniz" (Necm, 32) buyruğundan kastedilen, nefsi, onun tezkiye edilmemesi kesin olarak bilindiği zaman, onu tezkiye etmektir. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, bu ifadenin hemen peşinden, "Muttaki olanı en iyi bilen O'dur" (Necm, 32) buyurmasıdır. Ama insan, kendisinin doğru ve haklı olduğunu bildiğinde, böyle bir şey yasak değildir. Allah en iyi bilendir.

Hazret-i Yûsuf'un Kendisini "Hafîz ve Alîm" Olarak Tavsifi

Onun kendisini, "hafîz, alîm"şeklinde vasfetmesinin faydası nedir? şeklindeki soruya cevap olarak da şöyle diyoruz:

Bu ifade, onun, "Ben kendisiyle gelir ve malların elde edilmesinin mümkün olacağı bütün tasarruf yollarını nafizim (bunları iyice kavramışım); malın nerelere sarfedilmesinin uygun olacağı her yönü de iyice bilirim" demesi gibidir. Nitekim, "Ben insanların faydasına olan şeylerin tamamını hafızım, iyice kavramışım; onların bütün ihtiyaç şekillerini de alîmim, iyice bilirim" denilmektedir. Yine, "Ben, senin bütün nimet ve ikram şekillerini iyice kavramışım - hafîz ve, onlara tâat ve inkıyadımla mukabelede bulunmamın vacib olduğunu da "alîm'im, iyice bilirim" denilir. Bu, isteyenlerin daha çok misal getirmesi mümkün olan bir konudur.

56

Âyetin tefsiri için bak:57

57

"İşte o ülkede Yûsuf a kudret ve şeref verdik O. o yerin neresini dilerse, orada konaklardı. Biz rahmetimizi, kime dilersek, ona nasıp ederiz. İyi hareket edenlerin mökâfaatını zayi etmeyiz. İman edip de takvada devam edenlere has olan ahiret mükâfaatı ise, muhakkak ki, daha hayırlıdır".

Birinci Mesele

Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: ki Yûsuf (aleyhisselâm), hükümdardan kendisini ülkenin hazineleri üzerine memur kılmasını isteyince, Allah, meliğin: "Ben bunuyaptım" dediğini nakletmemiş, aksine Cenâb-ı Hak, "İşte o ülkede Yûsuf'a kudret ve şeref verdik" buyurmuştur. Binâenaleyh, bu noktada müfessirler şöyle demişlerdir: İfadede bir hazf olup, bunun takdiri "Hükümdar "tamam, yaptım" dedi" şeklindedir. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hakk'ın, o ülkede Yûsuf'a böyle bir imkân vermesi, meliğin de Yûsuf'a istediği bu hususta ona icabet ettiğine delâlet etmektedir.

Ben diyorum ki, müfessirlerin bu hususta yapmış oldukları bu izah güzeldir. Ancak ne var ki burada, bundan daha güzel olan şöyle bir izah yapılabilir: Meliğin, Yûsuf'un isteğini kabul edip ona icabet etmesi, zahirî alemdeki bir sebeptir. Ama hakîkî müessir ise, Cenâb-ı Hakk'ın Yûsuf'a o yerde imkân vermesinden başkası değildir. Bu öyledir, zira o kral, Yûsuf'un isteğini kabul veya reddetmeye muktedir idi. O halde kabul ve reddetmek hususu, meliğe eşit bir biçimde izafe edilir. Bu eşitlik devam ettiği müddetçe, kabulün tahakkuk etmesi imkânsız olur. Binâenaleyh, o padişahın zihninde, kabul tarafının red tarafına ağır basması gerekirdi. Bu ağır basma işi ise, ancak Allah'ın yaratmış olduğu bir müreccih sebebiyle olabilirdi. Allah, o müreccihi yaratıcı zaman, muhakkak ki kabul tahakkuk etmiştir. Binâenaleyh, Yûsuf'un orada bulması, kudret sahibi olması, ancak Allah'ın, o padişahın kalbinde tahakkuk ettiği ce neticenin meydana gelmesi kudret ile kesin sebebin toplamını yaratması ile olmuştur. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, o meliğin, Yûsuf'un isteğine icabet etmesini zikretmemiş, sadece ilahî imkân vermenin zikredilmesiyle yetinmiştir. Zira, nskîki müessir ancak O'dur;

İkinci Mesele

Hazret-i Yusufun Mutlu İdare Dönemi

Rivayet olunduğuna göre melik, Yusuf'a yönelmiş, meliklik yüzüğünü çıkarmış, bunu Yusuf'un parmağına takmış, kılıcını Yusuf'un boynuna asmış ve Yusuf'a inci ve yakut kakmalı, altından bir taht yaptırmıştır. Bunun üzerine Yusuf (aleyhisselâm), "Tahta gelince, o taht sayesinde senin mülkünü kuvvetlendiririm; mühür ile senin işlerini yönetirim. Ama, taca gelince, bu ne benim ne de benim atalarımın libâsı, giysisi değildir" demiş ve tahta oturmuştur ve halk da kendisine itaat etmiştir. Melik o malum kadının kocası Kıtfîr'i azletmiş, bundan sona ise Kıtfîr ölmüş ve padişah Yusuf'u, onun karısıyla evlendirmiştir. Hazret-i Yusuf (gerdek gecesi) kadının yanına girince, "Bu, senin daha önce istediğinden daha hanylı değil midir?" demiş, ve onu bekâr bulmuştur. Böylece o kadın, Yusuf'a Efrayim ve Mişâ adında iki çocuk doğurmuştur. Hazret-i Yusuf, Mısır'da adaleti vygulamış, bu sebeple de kadın erkek, herkes onu sevmiştir. Hem o melik, hem de pek çok insan Hazret-i Yusuf sayesinde müslüman olmuşlardır. Kıtlık yılında Mısırlılar, ilk sene gümüş ve altın mukabilinde; ikinci sene, süs eşyası ve mücevherler mukabilinde; daha sonra da, hayvan, sonra mal mülk ve akarlar mukabilinde, en sonra da köleler mukabilinde tahıllarını satmışlardır. Böylece o onları yıllarca köle olarak kullanmıştır.. Bunun üzerine onlar "Allah'a yemin olsun ki biz, bu melikten daha muktedir olan başka bir melik görmedik" demişler, böylece, bütün herkes, onun kulu kölesi olmuştur. Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm) bunu duyunca: "Ben Allah'ı şahit tutuyor ve diyorum ki, ben bütün Mısır halkını kölelikten azâd ettim ve mülklerini onlara geri verdim " demiştir. Hazret-i Yusuf, diğer kimselerin de istifade edebilmesi için, tahıl talebinde bulunan herkese bir deve yükünden daha fazlasını satmamıştır. Keşşaf sahibi, bunu bu şekilde anlatmıştır. Doğrusunu yalnız Allah bilir.

Üçüncü Mesele

Kezalik kelimesindeki kaf, mekkenna fitli ile mansub olup, bu, daha önce geçmiş olan bir şeye işarettir. Yani, "Biz, melikin kalbini, sevgisini ona yaklaştırmak ve onu, böylece, hapislik gamından kurtarmamız hususunda Yusuf'a nasıl in'am ettiysek, ona o ülkede yetki vermekle de in'am ettik" demektir, ifadesinin manası ise, "Biz o Yusuf'u, engelleri kaldırmak suretiyle istediği her şeye muktedir kıldık..." demektir.

Cenâb-ı Hakk'ın yerin neresini dilerse, orada konaklardı" ifadesindeki yetebevveu kelimesi hal olmak üzere nasb mahallinde olup, takdiri, şeklindedir. Ibn Kesir, fiili, Allah'a nisbet ederek, neşâu diye okurken, diğer kıraat imamları yâ ile ve bu işi Yusuf'a izafe ederek, Yeşâu şeklinde okumuşlardır. Bil ki, Allah'ın bu buyruğu Hazret-i Yusuf'un, meliklik hususunda, kendisiyle hiç kimsenin boy ölçüşemiyeceği ve hiç kimsenin karşı çıkamıyacağı, istediği ve dilediği her şeyi tek başına yapabileceği bir mertebede bulunduğuna delâlet eder.

Daha sonra Cenâb-ı Hak bunun bundan önce de böyle olduğunu tekid eden hususu da beyân buyurarak "Biz rahmetimizi kime dilersek, ona nasîb ederiz" demiştir.Bil ki Allahü teâlâ ilk önce, bu imkân ve kudret vermenin başkası tarafından değil. kendisi tarafından olduğunu belirterek, "İşte, o yerde, Yusuf'a kudret ve şeref verdik" buyurmuş, daha sonra da bunu ikinci kez "Biz rahmetimizi kime dilersek ona nasîb ederiz" ifadesiyle tekid etmiştir ki, bunda iki fayda bulunmaktadır:

Birinci Fayda: Bu, her şeyin Allah'dan olduğuna delâlet eder. Kâdî şöyle demiştir: O saltanat, ancak Allah'ın yaptığı bazı şeylerle tamamlanınca, o saltanatın hepsi, sanki Allah tarafından verilmiş gibi olmuştur. Kâdi'ye, şu şekilde cevap verilir: Biz, o saltanatın bizzat kendisinin, ancak Allah tarafından tahakkuk ettirildiğini iddia ediyoruz. Zira, Kur'ân'ın lafzı, bizim görüşümüze delâlet etmektedir. Bahsettiğimiz kesin aklî delil de, bizim görüşümüzü takviye etmektedir. Binâenaleyh, bu lafzı, mecazî bir manaya hamletmek imkânsızdır.

İkinci Fayda: Bu mülk, Yûsuf'un eline, sırf ilahî meşîet ve nafiz bir kudret ile geçmiştir. Kâdî ise: "Bu ayet Allahü teâlâ'nın, nimetler vermesinin, kulların maslahatının gerektirdiği bir biçimde cereyan ettiğine delâlet eder" demiştir.

Deriz ki: Ayet, işlerin ilahî meşîete ve sırf ilahî kudrete bağlı olduğuna delâlet eder. "Kulların faydasını gözetmek" kaydına gelince, ayetin lafzı buna delâlet etmeyip, senin bizzat kendin, isteğin doğrultusunda itibâre aldığtn bir iştir.

Daha sonra Cenab-ı Hak hareket edenlerin mükâfaatını zayi etmeyiz" buyurmuştur. Bu böyledir, zira ücret ve mükâfaatı zayi etmek, ya acziyyetten veya cehaletten, ya da cimrilikten dolayı olur ki, bütün bunların hepsi Allah hakkında düşünülemeyen şeylerdir. Öyleyse, Allah'ın, mükâfaatları zayi etmesi de imkânsız olur.

Bil ki bu, Yusuf (aleyhisselâm)un muhsinlerden olduğuna dair Allah tarafından yapılmış olan bir şehadettir. Binâenaleyh, Yusuf'un, o kadının dört şubesi arasına (kucağına) oturduğu, yani onunla cinsi münasebete hazırlandığı şeklindeki iddia doğru olsaydı, o zaman Yusuf'un, muhsinlerden olduğunun söylenilmesi imkânsız olurdu. Binâenaleyh işte bu noktada, ya Allah'ı, Yusuf'un muhsinlerden olduğuna dair verdiği hükümde yalanlamak gerekir ki, bu, küfrün ta kendisidir; veyahut da Haşviyye'nin rivayet ettiği o şey hususunda tekzib edilmesi gerekir ki, bu da iman ve hakkın tâ kendisidir.

Muttakiler İçin Ahiret Mutluluğu Daha Üstündür

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "İman edip de Takvada devam edenlere has olan ahiret mükâfaatı ise, muhakkak ki, daha hayırlıdır" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu ayetin tefsiri hususunda iki görüş bulunmaktadır: Birinci Görüş: Bununla "Yusuf (aleyhisselâm) bu dünyada her ne kadar, böylesi yüce makam ve derecelere ulaşmış ise de, ancak ne var ki, Allah'ın ahirette onun için hazırlamış olduğu mükafaat, daha hayırlı, daha üstün ve daha mükemmeldir" manası kastedilmiştir. Tercih sebeplerini, biz bu kitapta defalarca anlatmıştık. O izahların neticesi şudur: Mutlak hayır, sırf fayda olan, devamlı olan, saygı ve tazimle içice olandır. Bu dört kayıt, ahiretle ilgili hayırlarda mevcut olup, dünyanın hayırlarında yoktur.

Hayr Kelimesinin İki Farklı Mânası Hakkında

İkinci Görüş: "Hayır" lafzı bazan, iki hayırdan birinin diğerinden üstün olduğunu belirtmek için kullanılır. Nitekim "gül suyu sudan daha iyidir (hayırlıdır)" denilir. Bazan da, kendisinden "daha üstün olma" manası kastedilmeksizin, o işin bizzat kendisinin hayırlı olduğunu ifâde etmek için kullanılır. Niteki Allah'tan olan bir hayırdır" denilir. Yani, "Tirîd Allah'ın ihsanı ve lütfü ile meydana gelen hayırlardan bir hayırdır" demektir.

Bunun böyle olduğu sabit olunca, Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesini, birinci manaya göre ele alırsak, o zaman dünya lezzetlerinin de "hayırlı olmakla" tavsif edilmiş olmaları gerekir; yok eğer onu, ikinci manada ele alırsak, o zaman, dünya menfaatlerinin de hayırlı olduğunun söylenilmemesi gerekir. Aksine bu belki de sadece ahiretin hayırlarının hayır olup onun dışında kalan şeylerin abes ve boş olduğunu ifâde eder.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, îman edip de takvada devam edenlere has olan ahiret mükâfaati ise, muhakkak ki daha hayırlıdır" buyruğunda, Yusuf (aleyhisselâm)'un durumunun açıklanmasının kastedildiğinde şüphe bulunmamaktadır. Şu halde Yusuf (aleyhisselâm) hakkında, onun iman edip takvada devam eden kimselerden olduğunu tasdik etmek gerekir. İşte bu tabir, Yusuf (aleyhisselâm)'ın önceden de müttakilerden olduğunun Allah tarafından açıkça ilan edilmesi anlamına gelir. Burada, Allahü teâlâ'nın, Yusuf hakkında "O andolsun, ona niyyeti kurmuştu. Rabbinîn burhanını görmeseydi nerdeyse o da ona kasdetmiş" gitmişti" (yusuf. 24) buyurduğu o zamanın dışında, Yusuf'un (zaman olarak) içinde yine müttakilerden olduğunu açıklamaya ihtiyaç duyulan daha önce geçmiş olan başka bir zaman söz konusu değildir. Binâenaleyh bu, Yusuf (aleyhisselâm)'un o vakitte de, müttakilerden olduğu hususunda, Allah tarafından yapılmış olan kesin bir şehâdet olur. Allah'ın, "İyi hareket edenlerin mükâfaatım, zayi etmeyiz" buyruğu da, Yusuf (aleyhisselâm)'un muhsinlerden olduğu hususunda Allah tarafından yapılmış bir şehâdettir. Hak teâlâ'nın "Çünkü o, (taatde) ihlasa erdirilmiş kullarımızdandı" (Yûsuf. 24) buyruğu da Yusuf'un muhlis kullardan olduğu hususunda, Allah tarafından yapılmış başka bir şehâdettir. Böylece, Cenâb-ı Hakk'ın, Yusuf (aleyhisselâm)'un . müttakilerden, muhsinlerden ve muhlislerden olduğuna şahitlik ettiği kesinleşmiş olur. Halbuki cahil Haşvî ise, Yusuf (aleyhisselâm)'un, hüsrana uğramış günahkârlardan olduğunu iddia ediyor. Bunca tekidli ve muhkem ifâdelere rağmen, Allahü teâlâ'nın sözüyle hükmetmeyenin, hüsrana uğramış olanların ta kendilerinden olacağında hiç bir şüphe bulunmamaktadır!..

Üçüncü Mesele

Kâdi, "Cenâb-ı Hakk'ın "İman edip de takvada devam edenlere has olan âhiret mükâfaatı ise, muhakkak ki, daha hayırlıdır" buyruğu, büyük günahlardan korunmayan kimselerin âhirette mükâfaat elde edemeyeceğini iddia eden Mürcienin gücüsünün bâtıl olduğuna delâlet eder" demiştir. Biz deriz ki:, zayıf bir görüştür. Çünkü buradaki "hayır" kelimesini ism-i tafdil (daha hayırlı) manasına alırsak, muttakilerin sevabının daha üstün olacağı manası çıkmış olur ki, bundan, başkaları için sevab olmadığı neticesi çıkmaz. Yok eğer bu kelimeyi, "hayırlı" manasına hamledersek, bu, o hayrın müttakiler için söz konusu olduğuna delâlet eder. Yine bu da hayrın muttakilerin dışındaki kimseler için olmayacağını göstermez.

Kardeşlerinin Mısır'a Gelmeleri

58

Âyetin tefsiri için bak:61

59

Âyetin tefsiri için bak:61

60

Âyetin tefsiri için bak:61

61

"Yusufun kardeşleri gelip, oun huzuruna girdiler. O, onları tanıdı. Onlar ise, kendisini tanımıyorlardı. Vakta ki o onların (zahire) yüklerini hazırladı. Dedi ki: "Bana, baba bir erkek kardeşinizi de getirin. Görmüyor musunuz, tam ölçek veriyorum. Ben misafir ağırlayanların hayırlısıyım. Eğer onu bana getirmezseniz, artık benim yanımda size hiçbir ölçek yok. (Boşuna) bana yaklaşmayın." Onlar dediler ki: "Onu babasından istemeye çalışırız. Herhalde (bunu) yaparız".

Bil ki, kıtlık bütün beldeleri sarıp, Yâkub (aleyhisselâm)'un beldesine de ulaşıp, onlar da geçim darlığına düşünce, Hazret-i Yakûb (aleyhisselâm) oğullarına: "Mısır'da herkese yiyecek dağıtan sâlih bir zât var. Ona paralarınızı götürüp, ondan yiyecek şeyler alın" dedi. Bunun üzerine onlar, on kardeş, Yusuf'a doğru yollandılar. Mısır'a gelip onun yanına girdiler. İşte bu hadise, Hazret-i Yusuf'un, kardeşleri ile buluşmasına, onlar Yusuf'u kuyuya atarlarken, Cenâb-ı Hakk'ın ona (vahiyle) bildirdiği, "Andolsun ki sen onlara, hiç farkında değillerken (bir gün) bu işlerini haber vereceksin" (Yusuf, 15) şeklindeki haberinin doğruluğunun ortaya çıkmasına bir sebeb gibi olmuş olur.

Yusuf'un Onları Tanıması

Hak teâlâ, Yusuf'un onları tanıyacağını, onların ise kesinlikle onu tanımayacaklarını haber vermiştir. Hazret-i Yûsuf'un onları tanıyacağı hususu, ayetteki, "Bu işlerini haber vereceksin" cümlesinde, onların Hazret-i Yusuf'un yanına gelip gireceklerini haber vermesi ile tahakkuk etmiştir. Hem Yusuf (aleyhisselâm)'un rüyası da, onların, bir gün yanına geleceklerine bir işaretti. İşte bu sebebten ötürü, o bunu beklemekteydi. Binâenaleyh o uzak beldelerden, kapısına gelen herkesin, kendi kardeşleri olup olmadığını anlamak için, durumlarını araştırıyor, hallerini öğreniyordu. Kardeşleri Yûsuf'un kapısına geldiklerinde, onların durumlarını da araştırınca, onların kendi kardeşleri olduğunu anladı.

Kardeşlerinin Yusuf'u Tanımamaları

Onların Hazret-i Yusuf'u tanıyamamalarının sebebleri de şunlardır:

1) Yusuf (aleyhisselâm) kapıcısına, onları içeri sokmamasını emretmiş ve onlara bir aracı ile konuşmuştur. Durum böyle olunca, onlar onu tanıyamamışlardır. Özellikle, padişahın heybeti ve onların aşırı ihtiyaç içinde oluşları, endişe ve korkularını artırmıştı. Bütün bunlar gerçekleştiğinde, tam bir anlayışı sağlayacak olan mükemmel bir düşünceye manîdir.

2) Onlar onu kuyuya atarlarken, o küçük idi; halbuki şimdi onu sakalı gürleşmiş, şekli şemaili değişmiş olarak görmüşlerdi. Zira onlar, Hazret-i Yusuf'u tahtında, ipek elbiseler içinde, boynunda altın halka, başında altın taç olarak otururken görmüşlerdir. Yine onlar, aradan uzun zaman geçtiği için, Yusuf'un hadisesini unutmuş gitmişlerdi. İşte bu sebebten ötürü, onu kuyuya atışlarından o zamana kadar, aradan kırk senenin geçmiş olduğu söylenilmiştir. Bütün bu sebeblerin herbiri, tam bir tanımanın gerçekleşmesine mani olur. Ya sebeblerin hepsi birden bulunursa...

3) Bu bilginin ve tanımanın gerçekleşmesi, Allah'ın yaratması (bildirmesi) ile olmuştur. Binâenaleyh belki de Cenâb-ı Hak, "Andolsun ki sen onlara, hiç farkında değillerken, (bir gün) bu işlerini haber vereceksin "(Yusuf. 15) buyruğu ile, ona haber verdiği bu işi gerçekleştirmek için, kardeşlerinin kalblerinde bu tanıma ve hatırlama işini yaratmamıştır. Böylece bu, Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm)'un mucizelerinden olmuştur.

Onlara Zahire Yükletip Göndermesi

Cenab-ı Hak daha sonra "Vaktakio, onların (zahire) yüklerini hazırladı" buyurmuştur. Leys şöyle der: "Arapça'da, bir kimse bir topluluğun, yolculukta onlara lâzım olacak şeyleri karşılamayı üzerine alıp, yüklendiğinde, denilir. gelinin çehizi ve ölünün teçhizatı ifâdeleri de bu köktendir. Bu, bu kimselerin ihtiyaç duydukları şeyler demektir. Basralıların bunu cîm'in kesresi ile, şeklinde kullandıklarını da duydum." el-Ezheri şöyle demiştir.- "Bütün kurrâ, bunu cim'in fethası ile okumuşlardır. Kesreli okunuşu güzel bir lehçe eleğidir." Müfessirler şöyle demişlerdir: "Yusuf (aleyhisselâm) onlardan herbiri için bir deve yükledi, onları misafir ederek ikram etti ve yolculuk esnasında ihtiyaç duyacakları herşeyi verdi, İşte ayetteki "Onların teçhizatını düzdü" cümlesi bu manayadır.

Ana bir Kardeşi Bünyamin'i İstemesi

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm)'un onların her türlü ihtiyaçlarını karşılayınca, onlara, "Bana, baba bir erkek kardeşinizi de getirin" dediğini haber verir.Bil ki, bu sözün, Yusuf (aleyhisselâm)'un o kardeşinin durumunu sorabilmek için, mutlaka daha önce aralarında ondan bahsedilmiş olması gerekir. Alimler bu hususta çeşitli izahlar yapmışlardır:

Birinci İzah: Yapılan izahların en güzeli olan bu izaha göre, Hazret-i Yusuf'un herkese karşı tutum ve âdeti, her bir insana, ne fazfa ne eksik olmaksızın bir deve yükü yiyecek vermekti. Yusuf'un yanına gelen kardeşleri, on kişi idiler. Yusuf (aleyhisselâm), onlara da on deve yükü yiyecek verdi. Onlar, "Bizim ihtiyar babamız ve onunla beraber kalmış bir kardeşimiz daha var" dediler. Babalarının çok yaşlı ve kederli olduğu için gelemediğini, o kardeşlerinin ise babalarına bakmak için orada kaldığını, dolayısı ile o ikisi için de, yiyecek vermesi gerektiğini söylediler. Bunun üzerine Yusuf (aleyhisselâm) o ikisi için, iki deve yükü daha yiyecek verdi. Onlar, bu şekilde bahsedince, Yusuf (aleyhisselâm) "Bu, babanızın, onu sizden daha fazla sevdiğini gösterir. Hayret! Güzel, akıllı ve edebli olmanıza rağmen, babanızın o kardeşinizi sevmesi, size olan sevgisinden daha çok olduğuna göre; bu, o kardeşinizin sizden hayret uyandıracak kadar daha akıllı, daha edebli, daha faziletli olduğunu gösterir. Onu görüp tanımam için, bana getiriniz" dedi. İşte bu sebeb, uygun ve muhtemel bir sebebtir.

İkinci İzah: Onlar, Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm)'un yanına gelip, o da onlara yiyecek verince: "siz kimsiniz?" diye sordu. Onlar: "Biz, Şamlılardan, çobanlık yapan bir topluluğuz. Bize de kıtlık geldi. Bundan dolayı yiyecek almak için geldik" dediler. Bunun üzerine, Yusuf (aleyhisselâm) "Belki de siz casus olarak geldiniz?" deyince: "'Allah'a sığınırız. Biz Ya'kûb ismindeki, doğru, yaşlı ve peygamber olan bir babanın oğullarıyız ve hepimiz kardeşiz" dediler. Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) "Kaç kardeşsiniz?" dediğinde, onlar: "Oniki kardeştik. Birisi öldü; diğeri de, ölen kardeşinden ötürü babasına teselli sebebi olsun diye, babası ile birlikte kaidı. Biz, on kardeş olarak sana geldik" dediler. Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm) "Birinizi yanımda rehin bırakın. Babanızın peygamberliğini, bana anlatması için, mutlaka o baba bir kardeşinizi bana getirin" dedi. Bunun üzerine onlar, aralarında kura çektiler. Şem'ûn'a isabet etti. Şem'ûn, Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) için, onların (o zaman) en iyi düşüneni idi. Böylece Şem'un'u Hazret-i Yûsuf'un yanına bıraktılar.

Üçüncü İzah: Belki de, onlar babalarından bahsedince, Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm): "öyle ise onu niçin yapayalnız bıraktınız?" dedi. Onlar "Hayır onu yalnız bırakmadık. Aksine onun yanında birisi kaldı" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm): "Babanız, niçin onu seçti. Bir sakatlığından dolayı mı bu işi ona verdi?" dedi. Onlar: "Hayır, aksine babamız onu, diğer evladlarından daha çok sevdiği için seçti" dediler. Bundan dolayı Yûsuf (aleyhisselâm): "Siz, babanızın âlim, hakim, rastgele hareket etmeyen birisi olduğunu söylediniz. Sonra da, o kardeşinizi daha çok sevdiğini söylediğinize göre, gördüğüm kadarı ile hepiniz de âlim, faziletli ve hakim kimseler olduğunuza göre, o kardeşinizin fazilet ve olgunluk bakımından sizden daha üstün olması gerekir. O kardeşinizi görmek istiyorum. Onu bana getirin" dedi.

İkinci izahı, müfessirler yapmıştır. Birinci ve üçüncü izah'da muhtemeldir. En iyisini Allah bitir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm)'un: "Görmüyor musunuz, tam ölçek veriyorum" dediğini bildirmiştir. Bu, "Ben, tam ölçüp veriyorum, cimrilik etmiyorum. O kardeşiniz için de size bir deve yükü fazla veriyorum "Ben, misafir ağırlayanların en hayırlısıyım" demektir. Çünkü o, onları ağırlarken, çok ikramlarda bulundu. Ben derim ki: Ayetteki bu ifade, müfessirlerin yaptığı ikinci izahın zayıf olduğunu gösterir. Çünkü o izahın temeli, Hazret-i Yûsuf'un onları itham etmesine ve onlara casustuk isnad etmesine dayanır. Eğer o bu sözü onlara açıkça söylemiş olsaydı, onlara, "Görmüyor musunuz, tam ölçek veriyorum. Ben, misafir ağırlayanların en hayırlısıyım" demesi uygun düşmezdi. Hem sonra, Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm)'un kendisi sıddîk (dosdoğru) olduğu halde ve onların böylesi bir suçtan uzak olduklarını bile bife: "Sizler casussunuz" demesi, uzak bir İhtimaldir. Çünkü sıddîk olana, iftira etmek uygun düşmez.

Daha sonra O, "Eğer onu bana getirmezseniz, artık benim yanımda size hiçbir ölçek yok. (Boşuna) bana yaklaşmayın" demiştir. Bil ki Yûsuf (aleyhisselâm), onlardan o kardeşini getirmelerini isteyince, hem teşvik, hem he tehdid üslubunu birlikte kullandı. Teşvik onun: "Görmüyor musunuz, tam ölçek veriyorum. Ben, misafir ağırlayanların en hayırlısıyım" sözüdür. Tehdid ve korkutma ise, "Eğer onu bana getirmezseniz, artık benim yanımda size hiçbir ölçek yok, bana yaklaşmayın!" sözüdür. Bu ifade, bir tehdiddir. Çünkü onlar yiyecek elde etmeye mecbur idiler. Onu elde edebilmek de, ancak elinde yiyecek bulunan bu kimse vasıtasıyla mümkündü. Binâenaleyh o onlara, yanına gelmeyi yasak edince, bu son derece ileri bir tehdid ve korkutma olmuş olur.

Onlar, Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm)'un bu sözüne karşı, "Onu babasından istemeye çalışırız. Herhalde (bunu) yapabiliriz" dediler. Bu, "Biz, onu onun elinden almaya çalışırız ve bunun yolunu ararız. Herhalde bunu becerebiliriz" demektir. Bu ikinci cümlenin gayesi, te'kiddir. Bu cümlenin, "Biz, onu sana getirebiliriz" manasına gelebileceği gibi, "Bu konuda elimizden geleni yaparız" mânasında olması da muhtemeldir.

62

Âyetin tefsiri için bak:64

63

Âyetin tefsiri için bak:64

64

"(Yusuf) uşaklarına: "Sermâyelerini, yüklerinin içine koyun. Olur ki, ailelerine döndüklerinde, bunun farkına varırlar da, belki yine dönerler" dedi. Bu suretle, babalarına dönüp vardıkları zaman "Ey babamız, bizden ölçek yasaklandı. Bu sefer kardeşimizi de bizimle beraber yolla da, ölçek alalım. Biz, mutlaka onu muhafaza ederiz" dediler. (Hazret-i Yâ'kub da) dedi ki: "Ben size inanır mıyım? Ancak daha evvel onun kardeşi Yusuf'u size güvendiğim gibi olması müstesna. Allah en hayırlı koruyucudur. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Kıraat Meselesi

Hamza, Kisâi ve Âsimin râvisi Hafs, elif ve nûn ile, fityanihî şeklinde; diğer kıraat imamları ise, elifsiz olarak, tâ ile, fityetihi şeklinde okumuşlardır ki, her iki şekil de uygundur. Bu tıpkı, sıbyân ile sıbye ve ihvan ile ihve kelimelerinde olduğu gibidir. Ebu Ali el-Farisî şöyle demiştir, "Fitye kelimesi, fetâ (genç, uşak) kelimesinin çoğulu olup az sayıdaki kimseler için kullanılır. Fityân ise, sayıca çok olan gençler hakkında kullanılır. Onun, az sayıdaki gençler (kuşaklar) için kullanılmak üzere türetilmiş olmasının izahı şöyledir: Hazret-i Yûsuf'un kardeşlerinin sermayelerini, onların yüklerinin içine koyanların miktarları sayıca azdırlar. Çünkü bu iş, sır kabîlindendir. Şu halde, bunun, çok sayıdaki kimseden gizli tutulması gerekirdi.

"Fütyân" şeklinin, sayıca çok olan grup için kullanılmasının izahı da şöyledir: Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm), "Sermâyelerini, yüklerinin içine koyun" demiştir. Bu ifâdedeki "yükler (rihâl)" kelimesi, fazla sayıda yükü ifâde eden bir kelimedir. Binâenaleyh bu işi yüklenenlerin de fazla sayıda kimseler olması gerekir.

İkinci Mesele

Alimlerin çoğu, Hazret-i Yusuf'un kardeşlerinin sermayelerinin, yüklerinin içine konulduğunu bilmedikleri hususunda ittifak etmişlerdir. Bazıları, onların bundan haberdar olduklarını söylemişler ise de, bu görüş zayıttır. Çünkü Hazret-i Yusuf'un, "Olur ki bunun farkına varırlar" sözü, bunun yanlış olduğunu gösterir. Daha sonra âlimler, Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm)'un niçin, onların sermayelerinin yükleri içine konulmasını emrettiği hususunda, şu değişik görüşleri belirtmişlerdir:

1) Onlar, yüklerini açtıkları ve sermâyelerini onun içinde bulduktan zaman, bunun Hazret-i Yusuf'un bir ikramı ve cömertliği olduğunu anlarlar. Böylece bu, onları tekrar Hazret-i Yusuf'a gitmeye ve onunla alış-veriş yapmaya arzulu olmaya sevkeder.

2) O, babalarının yanında, tekrar Mısır'a gelmelerini sağlayacak bir paranın olmamasından korkmuştur.

3)O bununla, babasına genişlik göstermek istemiştir. Çünkü zaman, yokluk-kıtlık zamanıydı.

4) Son derece ihtiyaçları olduğu halde, babasından ve kardeşlerinden o yiyeceğin bedelini almanın bir cimrilik ve uygun olmayan bir davranış olacağına karar vermiştir.

5) Ferra şunu söylemiştir: "Onlar sermayelerini yüklerinin içinde görünce kalblerine, kendileri nebi ve de nebilerin oğulları oldukları halde, bunu sehven denklerine koymuş oldukları korkusu düştü. Bunun üzerine de, bunun sebebini anlamak için tekrar geri döndüler. Ya da, malı sahibine iade etmek için geri geldiler."

6) Yusuf onlara, kendilerine hiçbir ayıp ve de minnet altında kalma duygusu ârız olmayacak bir üslub ve yolla, ihsanda bulunmak istemiştir.

7) Onun maksadı, onların, eziyyet veya zulmetmek için, ya da malın bedelini arttırmak amacıyla bu kardeşin getirilmesini istemediğini anlamalarıdır.

8) Yusuf, babasının, onlara ikramda bulunduğunu ve daha da fazla ihsanda bulunmayı arzulamış olduğunu anlamasını, böylece kardeşini yollaması ona kendisinin gelmemesini istemiştir.

9) Bu matın, bu sıkıntı ve darlık zamanında onlara bir yardım olmasını dilemiştir. Hırsızların yol kesmesinden korktuğu için, babalarına ulaşıncaya kadar orada gizlice kalabilmeleri amacıyla, o dirhemleri denklerinin arasına koymuştu.

10) Yusuf (aleyhisselâm). onların şiddetli kötülüklerine aynı yoğunlukta ihsan ve ikramla mukabelede bulunmak istemiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, babalarının yanına vardıkları zaman onların, "Bu suretle babalarına dönüp vardıkları zaman "Ey babamız bizden ölçek yasaklandı" dediklerini hikaye etmiştir. Bu hususta iki görüş bulunmaktadır:

a) "Onlar babalan ve onun yanındaki diğer kardeşleri için yiyecek istedikleri zaman bundan men olundular. İşte onların, "bizden ölçek yasaklandı" ifadesiyle buna işaret edilmiştir."

b) Bu, "Gelecekte onlardan ölçek men edildi, edilecek" anlamındadır. Bu da Yusuf (aleyhisselâm)'un; "Eğer onu bana getirmezseniz, artık benim yanımda size hiçbir ölçek yok" (Yusuf, 60) sözüne işaret etmektedir. Bundan muradın bu olduğuna delil de, onların (Bu sefer) kardeşimizi de bizimle beraber yolla da, ölçek alalım" şeklindeki sözleridir. Hamza ve Kisaî, nektel kelimesini yâ ile yektel; diğer kıraat imamları da nun ile nektel şeklinde okumuşlardır. Birinci kıraat, ilk görüşü kuvvetlendirirken, ikinci kıraat ise ikinci görüşü kuvvetlendirmektedir.

Daha sonra onlar, "Biz, mutlaka onu muhafaza ederiz" dediler. Böylece de, onu koruyacaklarına dair ona teminat verdiler. Onlar bunu söyleyince Ya'kûb (aleyhisselâm) şöyle dedi: "Ben size inanır mıyım? Ancak daha evvel onun kardeşi Yusuf'u size güvendiğim gibi olması müstesna." Bunun manası şudur: "Siz bu sözü daha önce Yusuf için de demiştiniz ve bana: "Biz onu mutlaka muhafaza ederiz" (Yusuf, 12) diyerek, onu Koruyacağınıza dair bana teminat vermiştiniz. Sonra burada aynı şeyi söylüyorsunuz. Orda güvendiğim gibi, burada da mı size güveneyim?" Yani, "Nasıl o zaman güvenceniz boşa çıkmışsa, aynı şekilde burada da boşa çıkacaktır " demektir.

Daha sonra şöyle buyurdu: "Allah en hayırlı koruyucudur. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir." Hamza ve Kisaî, "O, koruyucu olarak sizin için daha hayırlıdır" manasında olmak üzere, temyiz ve tefsir sadedinde olarak elif ile hâfizen şeklinde okumuşlardır. Bu Arapların tıpkı, "O, adam olarak, onların en hayırlısıdır" ve "Allah için; o, binici olarak çok iyidir" demeleri gibidir. Yine bu kelimenin hâl olmak üzere hafızan şeklinde okunduğu da söylenmiştir. Diğer kıraat imamları ise, masdar olarak elifsiz hıfzan şeklinde okumuşlardır. Yani, "Allah, korumak bakımından sizden daha hayırlıdır"; başka bir ihtimal ile "Bünyamin'i Allah'ın Koruması, sizin korumanızdan daha hayırlıdır" demektir. Bu ifâdeyi A'meş "Allah en hayırlısıdır; korur gözetir, muhafaza eder" şeklinde okurken, Ebu Hureyre (radıyallahü anh) de, bunu "Koruyucuların en hayırlısı, merhamet edenlerin en merhametlisi" şeklinde okumuştur. Bunun manasının, "Ben, Yusuf (aleyhisselâm)'u korumanız hususunda size güvenmiştim, ama ne olduğunu biliyorsunuz. Şimdiyse, Bünyamîn'in korunması hususunda Allah'a tevekkül ediyorum" şeklinde olduğu da söylenmiştir.

Bünyamin'i Gönderme Sebebi

Buna göre eğer, "Daha önceki olayları müşahede etmiş olduğu halde, daha niye Bünyamin'i onlarla yolladı?" denilirse deriz ki:

Bunun birkaç sebebi vardır:

1) Onlar büyümüşler hayra ve salaha yönelmişlerdi.

2) O, onlarla Bünyamin arasındaki kıskançlık ve kinin, Yusuf'la aralarındaki olmadığını görüyordu.

3) Yokluk ve kıtlık, onu buna mecbur bırakmıştı,

4) Belki de Cenâb-ı Hak ona vahyetmiş ve onu koruyacağı ve kendisine geri döndüreceği hususunda teminat vermişti.

Buna göre eğer: "Allah en hayırlı koruyucudur" ifadesi, onun o zaman, Bünyamin'in onlarla beraber gitmesine izin verdiğine delâlet eder mi?" denilirse, deriz ki:

Ekser ulemâ şöyle demiştir: "Bu, buna delâlet eder. Diğerleriyse, delâlet etmez demişlerdir. Bu hususta iki izah şekli bulunmaktadır:

1) İfâdenin takdiri şu şekildedir: "Eğer Allah, Bünyamin'in onlarla beraber çıkmasına izin vermişse, Bünyamin onların değil, Allah'ın koruması altındadır"

2) O, Yusuf'u anınca "Allah en hayırlı koruyucudur" dedi. Yani, Yusuf'u Çünkü o, Yusuf'un yaşadığını biliyordu.

Yusuf'un Kardeşlerinin Sermayelerinin Geri Verilmesi

65

"Metâlarını açtıkları zaman, sermayelerini kendilerine geri gönderilmiş buldular. "Ey babamız, dediler, daha ne istiyoruz, işte sermayemiz de bize iade edilmiş. (Biz onunla tekrar) ailemize zahire getiririz. Kardeşimizi koruru; Bir deve yükü zahire de fazladan alırız. Bu (seferki aldığımız) az bir ölçektir.

Bil ki "meta", kendisinden faydalanmanın elverişli olduğu şeylerdir; bu kelime, her şey için kullanılan genel bir terimdir. Burada ise onunla, onların taşımış oldukları yiyeceğin kasdedilmesi mümkün olduğu gibi, yine yiyecek kaplarının murad edilmiş olması da mümkündür.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Sermayelerini kendilerine geri gönderilmiş buldular" buyurmuştur. Kıraat alimleri rüddet kelimesi hususunda ihtilaf ettiler. Ekseri âlim râ'nın dammesiyle rüddet şeklinde okurken, Alkame ise, râ'nın kesresiyle riddet şeklinde okumuştur. Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "İdğâm edilmiş olan dalın kesresi, burada (Alkame'nin okuyuşunda), râ'ya nakledilmiştir. Tıpkı "satıldı" kelimesinde olduğu gibi." Kutrub, Arabların, bizim sözümüz hakkında râ'yı sakin okuyan kimsenin, râ'nın kesresini dâda naklettiğini, (yani (......) şeklinde) söylediklerini anlatmıştır.

(......) ifadesine gelince, buradaki mâ hakkında iki görüş bulunmaktadır:

Birinci Görüş: Bu, olumsuzluk ifâde etmektedir. Buna göre de, bu tabir hakkında birkaç izah şekli bulunmaktadır:

1) Onlar, Yusuf'u büyük kerem ve cömertlikle vasfetmişler ve: "Biz öyle bir adamın yanına vardık ki, son derece cömert. Bize, biri öylesine ikramda bulundu ve bizi öylesine güzel ağırladı ki, şayet o, Yakub sülalesinden olsaydı bunu yapmazdı" demişlerdir. İşte onların, ma nebgî sözü, "Yaptığımız bu vasıf ve nitelemeyle yalan oeşinde değiliz; olmamış olan bir şeyi de anlatmıyoruz" anlamındadır.

2) Bunun anlamı şudur: "O, ikram ve izzette öyle bir mertebeye ulaşmıştır ki, bundan öte başka bir şey olamaz. Bize son derece ikramda bulunduktan sonra, bir de üstelik sermayemizin bize geri verilmesini emretmiştir!."

3) Bunun manası "Sermayemizi bize geri verdi. Bu sebeple, ona tekrar varacağımız zaman, senden başka bir sermaye istemiyoruz. Çünkü yanımızdaki şu sermaya bize yeter" şeklindedir.

İkinci Görüş: Buradaki mâ istifham, soru içindir. Buna göre mana şöyle olur: Onlar sermayelerinin kendilerine iade edildiğini görünce: "Bundan sonra daha ne stiyoruz ki?!" dediler. Yani, "O bize, yiyecek verdi. Sonra da bu yiyeceğin bedelini en güzel biçimde bize iade etti. Bunun ötesinde daha ne istiyoruz ki?"

Bil ki biz, mâ'yı istifham manasına alırsak, kelâmın takdiri şöyle olur: "Bu ikramın üzerinde daha ne istiyoruz? Zira adam, paralarımızı bize iade etti. Ona tekrar vardığımızda ailemize zahire getiririz. Kardeşimizi koruruz. Kardeşimizin de orada bulunmasıyla, bir deve yükü daha fazla zahire alırız." Esma'î şöyle demiştir.

Arapça'da bir kimse ailesi için yiyecek kazanıp getirdiği zaman denilmektedir." Yine bu ifadeden alınmış olmak üzere Arapça'da yani, "Onun yanında ne hazır bir yiyecek, ne de sonradan gelecek olan bir yiyecek bulunmamaktadır" denilir

Ayetteki "Bir deve yükü zahire de fazladan alırız" ifadesinin anlam ise şudur: "Yusuf (aleyhisselâm), her adama bir deve yükü yiyecek veriyordu. İşte onun kardeş Bünyamin de oraya giderse, hiç şüphesiz bu yük artacaktır."

Buradaki mâ kelimesini olumsuzluk manasına hamledersek o zaman mana, "Biz başka bir şey istemiyoruz. İşte sermayemiz bize iade edilmiş. İkinci gidişimizde alacağımız yiyeceğin bedeli olarak o bize yeter. Sonra da, şöyle şöyle yaparız... şeklinde olur.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu (seferki aldığımız) az bir ölçektir" tabirine gelince, bunun birkaç izah şekli bulunmaktadır:

1) Mukâtil şöyle demiştir: Bunun manası "Bu ölçek, böylesi cömert ve infak edip harcamaya böylesi düşkün bir kimse için azdır" şeklindedir ki bu, Zeccâc'ın tercih ettiği görüştür.

2) Bu, az bir ölçektir. Yani, "Çok az dayanır. Mahsur kalma ve gecikmele' sebebiyle, böyle bir yiyeceğin çok fazla dayanması mümkün değildir" demektir.

3) Bundan maksadın, "kardeşimiz olmaksızın bu bize verilen şey azdır. Bunun için, kardeşimizi bizimle yolla da, bu azlığı çoklukla değiştirelim" şeklinde olmasıdır

Hazret-i Yakub'un Bünyamin'i Göndermek İçin Garanti İstemesi

66

"Etrafınız kuşatılıp (çaresiz kalmanız müstesna), onu bana muhakkak getireceğinize dair, Allah'dan, bana sağlam bir taahhüd vermedikçe onu sizinle beraber göndermem" dedi. Artık ona teminatlarını verince, O da: "Allah, söylediklerimize vekil (olsun) dedi".

Bil ki, burada geçen mevsık kelimesi, sıka manasında bir masdar olup, bu, "kendisine itimad edilen söz, ahid" demektir. O halde, bu kelime ism-i mef'ul manasında bir masdardır. Buna göre "Siz bana, kendisine güvenilir bir söz vermediğiniz sürece ben onu sizinle beraber yollamayacağım" demek istemiştir. Hnellah ifâdesinin manası "Onu, Allah'ı şahit tutmak ve Allah'ın adını anarak ona yemin etmek suretiyle, kendisine güvenilen bir ahid, söz" anlamındadır. Ayetteki (......) kelimesinin başına lâm gelmiştir. Zira biz, ifadesiyle, yemin manasının kasdedilmiş olduğunu açıklamıştık. Buna göre kelamın takdiri: "Onu, muhakkak surette bana getireceğinize dair, Allah'a yemin etmedikçe" şeklindedir.

Cenâb-ı Hak, "Etrafınız kuşatılıp (çaresiz kalmanız müstesna)" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili iki bahis bulunmaktadır:

Birinci Bahis: Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Buradaki istisna, İstisnâ-i muttasıldır. O halde (......) "mef'ûlün leh"dir. Müsbet olan, (......) kelimesi ise, olumsuz manadadır. Buna göre mana, "sizler, onu şu tek bir sebep hariç, ne sebeple olursa olsun onu mutlaka bana getireceksiniz" şeklinde olur.

İkinci Bahis: Vahidî şöyle demiştir: "Müfessirlerin bu hususta iki görüşü bulunmaktadir

Birinci Görüş: Cenâb-ı Hakk'ın (......) tabirinin manası, "helak olmanız hali müstesna" şeklindedir. Mücahid şöyle demiştir: "Bu, "Hepinizin ölmesi hali müstesna; işte benim yanımda ancak bu bir mazeret olur." Araplar birisinin ölümü yaklaştığı zaman (......) derler. Nitekim Cenâb-ı Allah da Dna, onu helak edecek şey isabet etti" manasında olmak üzere Onun bütün serveti istilaya uğratıldı" (Kehf. 42) buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak "Sanırlar ki onlar çepeçevre kuşatılmışlardır" (Yunus. 22) buyurmaktadır. Bu kelimenin manasının aslı şudur: Kim düşman tarafından ve bütün kurtuluş yolları da kapatılırsa, şüphesiz onun helak vakti de yaklaşmış demektir. Sundan dolayı helak olmuş olan herkes hakkında denilir.

İkinci Görüş: Bu, Katâde'nin zikretmiş olduğu görüştür. Buna göre (......) tabiri, "Ancak, mağlup ve makhûr olup da, geri dönememeniz müstesna anlamındadır. Cenâb-ı Hak sonra, "Artık ona teminatlarını verince o da: "Allah, söylediklerimize vekîl (olsun) dedi" buyurmuştur. O, "şahid" manasını kasdetmiştir. Çünkü şahid, bu ahdin kendisine havale edilmiş olması manasında bir vekildir. Binâenaleyh, eğer siz bu ahdinizi tastamam yerine getirirseniz, o sizi en güzel şekilde mükafaatlandırır. Yok eğer bu hususta haksızlık ve zulmederseniz, size en büyük cezayı vermekle mukabelede bulunur.

Oğullarına Ayrı Kapılardan Girmelerini Tavsiye

67

"(Şunu) söyledi: "Oğullarım, hepiniz bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Allah'ın kazasından hiç bir şeyi sizden gideremem. Hüküm Allah'dan başkasının değildir. Ben ancak O'na güvenip dayandım. Tevekkül edenler de yalnız O'na güvenip dayanmalılar".

Bil ki, Ya'kûb (aleyhisselâm)'un oğulları, Mısır'a doğru hareket etmeye niyetlendiklerinde, mükemmellik, güzellik ve tek bir adamın oğulları olmak özelliklerinden dolayı Ya'kûb (aleyhisselâm) onlara, "Hepiniz bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin" demiştir. Bu hususta iki görüş bulunmaktadır:

Nazar Değmesi Hakkında

Birincisi: Bu, müfessirlerin cumhurunun görüşü olup, bana göre Ya'kûb (aleyhisselâm), onlara göz değmesinden korkmuştur. Bize göre, burada, bahsedilmesi gereken iki makam vardır:

Birinci Makam: Göz değmesi, nazarın hak olduğunun isbât edilmesi. Buna, birçok şey delâlet etmektedir:

1) Geçmiş müfessirlerin, bu ayetten maksadın bu mâna olduğunda ittifak etmeleridir.

2) Rivayet edildiğinre göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Sizleri, her türlü şeytandan, uğursuzluktan ve kem gözlerden Allah'a sığındırırım "(20) diyerek, Hasan ile Hüseyin'i Allah'a ısmarlıyor, sığındırıyor ve " İbrahim (aleyhisselâm) oğulları İsmail ve İshak (aleyhisselâm)'ı da böyle Allah'a ısmarlıyorlardı" diyordu.

3) Ubâdetu İbnu's-Samit'ten rivayet edilen şu şeydir. O şöyle demiştir: "Günün daha başında Hazret-i Peygamberin yanına girdim; onun, son derece şiddetli acı çektiğini. Sonra, günün sonunda tekrar vardığımda ise, acısının sona ermiş olduğunu ttüm. Bunun üzerine bana şöyle dedi: "Cebraîl bana furkanımı (acıdan kurtuluş reçetemi) getirdi ve bana şöyle dedi: "Allah'ın adıyla, seni, sana eziyyet veren her şeye, her kem göze her hasetçiye karşı okuyor ve tedavi ediyorum. Allah sana şifâ versin"(21) dedi. Bunun üzerine ben, iyileşip ayağa kalktım.

4) "Rivayet edildiğine göre, Cafer İbn Ebî Talib'in oğulları parlak, beyaz tenli delikanlılar idiler. Bundan dolayı Esma (radıyallahü anh) "Ya Resulallah, onlara, çabuk göz değer. Onlara Kem gözlere karşı okuyup üfleyeyim mi?" dedi. Hazret-i Peygamber de ona; "Evet" cevabını verdi.

5) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ümmü Seleme'nin odasına girdi. Onun yanında, ağrı çekmekte olan bir çocuk bulunuyordu. Bunun üzerine "Ya Resulellah, bu çocuğa göz değmiş" dediler. Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm) de: "Ona, göz değmesine karşı okuyup üflemiyor musunuz?" dedi.

6) Hazret-i Peygamber'in şu hadisi "Göz değmesi gerçek bir olaydır. Şayet herhangi bir şeyi kaderi geçseydi, göz, kaderi geçerdi. " (22)

7) Hazret-i Aişe (radıyallahü anh) nazar vuran (gözü değen) kimseye abdest almasını, sonra da bu suyla kendisine göz değen kimsenin yıkanmasını tavsiye ederdi.

Nazar Değmesini Kabul Etmeyenlere Reddiye

İkini Makam, göz değmesinin mahiyetini izah etme hakkındadır. Biz deriz ki: Ali el-Cübbaî, bunu şiddetle reddetmiştir. Fakat inkârına dair, hüccet bir yana, şüpheden başka bir şey zikredememiştir. Ama, göz değmesinin olduğunu kabul edip ikrar edenler, bu hususta birçok izah yapmışlardır:

1) el-Hâfız şöyle demiştir: "Gözden birtakım parçacıklar çıkar ve beğenilen şahsa giderek ona ulaşır ve ona tesir eder. Bunun tesiri onda, -tesir etme ciheti her kadar başka ise de- akrep sokmasının, zehirin ve ateşin yakmasının tesiri gibi görülür" Kadî: "Bu görüş zayıftır; çünkü, eğer durum onun dediği gibi olsaydı, bunun olmayan kimse üzerinde de, güzel olan kimse üzerindeki gibi müessir olması gerekirdi" demiştir. Bil ki, bu itiraz zayıftır; çünkü bir kimse, birşeyin güzel olduğunu kendi çocuğunu ve kendi bahçesini güzel gördüğü zamanki gibi, onun o üzere kalmasını ister ve yine bazen de, haset eden kimsenin düşmanının elindeki şeye karşı hased duyduğu zamanki gibi, onun o güzelliği üzere kalmasını istemez. Binâenaleyh, birinci durum olursa, bu kimsede, bu güzel görme esnasında, o güzelliğin kaybolacağına dair şiddetli bir korku meydana gelir. Şiddetli korku da ruhun, kalbin içinde sıkışıp kalmasını iktiza eder. İşte o zaman, rûh ve kalb çok ısınr O zaman, rûh-ı basirede, kuvvetli ve sıcak bir hal meydana gelir. İkinci durum söz konusu olduğunda bu güzel görme esnasında, şiddetli bir haset; ve bu nimeti düşmanın elinde olması sebebiyle de büyük bir hüzün, keder meydana gelir. Hüzün ve keder de, yine ruhun kalb içinde sıkışıp kalmasına sebeb olur. Bu durumda da şiddetli bir ısınma meydana gelir. Binâenaleyh, böylece sabit olur ki, bu kuvvetli olan güzel görme esnasında rûh, gerçekten ısınır ve böylece, güzel görmediği zamanki durumun aksine, gözün şuaları da ısınır. Çünkü bu ısınma, o zaman meydana gelmez. Böylece, bu iki durum arasındaki fark ortaya çıkmaktadır. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), gözü başkasına isabet edene abdest almasını, kendisine göz isabet edene de yıkanmasını emretmiştir.

2) Ebu Hâşim ve Ebu'l-Kasım el-Belhî şöyle demişlerdir: "Göz değmesinin hak olması imkânsız değildir. Bunun izahı şöyle olur: Gözü (değen) kimse bir şeye bakıp güzel bularak ona hayret ettiğinde, onun menfaati, kalbi o şeye bağlanıp kalmasın diye, Allah'ın o şahsı ve o şeyi değiştirmesindedir. Binâenaleyh, bu durum imkânsız değildir. Sonra şu da uzak bir ihtimal değildir: Eğer o kimse, bu esnada, Rabbini hatırlasa ve o kimseye hayran olmaktan yüz çevirerek Rabbinden, bundan korunmasını istese, işte o zaman, onun için uygun olan şey tahakkuk eder. İşte bu hal devamlı ve muttarid olunca, hiç şüphe yok ki "Ayn haktır" denilmiştir.

3) Bu, hukemânın, feylesofların görüşüdür. Onlar şöyle demiştir: "Bu söz, şöyle bir mukaddime üzerine bina edilir: Müessirin tesir etmesinin şartı, onun tesirini" sıcaklık, soğukluk, rutubet ve kuruluk gibi, bu hissi ve maddî keyfiyetlere göre olmaz aksine, sırf psikolojik bir tesir olması, onda maddî ve cismanî etkilerin hiçbir alâkasır -bulunmamasıdır. Buna delâlet eden de şudur: Eni dar olan bir levha, yere konulduğunda, insan onun üzerinde yürüyebilir. Fakat o levha, yüksek iki duvar üzerine konulduğunda, insan onun üzerinden yürüyüp geçemez. Bu sırf, o kimsenin oradan düşeceğinden korkmasından ileri gelir. Binâenaleyh, anlıyoruz ki psikolojik tesirler mevcuttur.

Yine insan meselâ falanca kimsenin kendisine eziyyet ettiğini düşündüğünde kalbinde bir hiddet meydana gelir ve vücudu, mizacı da son derece ısınır. Bu ısınmanın sebebi, bu psikolojik tasavvurdan ve düşünceden başka bir şey değildir. Bir de bedenî hareketlerin başlangıcı, psikolojik tasavvurlardır. Nefsin tasavvurunu-kendi bedeninde bazı değişikliklere yol açtığı sabit olunca, bazı nefislerin tesirlerini" başka bedenlere etki edecek biçimde olması da uzak ihtimal görülemez. Binâenaleyh aklen nefsin, diğer bedenlerde ve mahiyetçe farklı olan nefis cevherlerinde müess olmasının imkânsız olmadığı sabit olur. Böylece, bir nefsin, o şeyi görmesi ve ona hayranlık duyması şartıyla başka bir canlının bedeninde değişiklik meydana getirece bir tesire sahip olması imkânsız değildir. Böylece bu mananın, imkânsız bir şe gideremem" sözü de, sebeplere iltifat etmemeye, sırf tevhide ve Allah'ın dışındak her şeyden berî olmaya bir işarettir.

Bir kimsenin, "Bu iki sözü aynı anda söylemek nasıl mümkün olabilmiştir?" şeklindeki sözü, sadece bu meseleye has bir söz değildir. Çünkü, saîd (cennetlik) olanın, daha annesinin karnında iken saîd olduğuna; yine şakî (cehennemlik) olanır da daha annesinin karnında şakî olduğuna inanmamızla beraber, tâatların ifa edilip, günah ve ma'siyetlerden sakınılması gerektiği hususunda bir anlaşmazlık bulunmamaktadır. Burada da böyledir. Yeriz, içeriz, zehirlenmekten, ateşe girmekten sakınırız, bununla beraber ölüm ve hayat ancak, Allah'ın takdiriyle olur. Ya'kûb'un meselesinde de durum aynıdır. Öyleyse bu sorunun sadece bu meseleye has olmadığı; aksine, cebr ve kader meselesinin sırrıyla alâkalı bir konu olduğu ortaya çıkar. Doğrusu gerçek şudur ki: Kulun, bütün güç ve gayretiyle çabalaması gerekir Bu, en son derecedeki çabalar ve gayretlerden sonra, o bilir ki, varlık âlemine giren her şey mutlaka Allah'ın kazası, kaderi, meşîeti ve hikmeti ile hükmünün sebkat etmesi sayesindedir.

Hüküm Yalnız Allah'a Mahsustur.

Sonra Cenâb-ı Hak bu hususu, "Hüküm, Allah'dan başkasının değildir" diyerek tekîd etmiştir. Bil ki bu, bizim kaza ve kader görüşümüzün doğruluğuna delâlet eden en kuvvetli delillerdendir. Bu böyledir. Çünkü hükm kelimesi ilzam etmek, gerektirmek ve zıddını men etmek manasınadır. İşte bundan ötürüdür ki, hayvan geminin ağızlığı, hayvanı yanlış hareketlerden alıkoyduğu için hakeme diye isimlendirilmiştir. Hükme de, mümkün olan iki taraftan birinin, diğer tarafın meydana gelmesi imkansız olacak bir biçimde, diğerine tercih edilmesini gerektirdiği için "hüküm" ismi verilmiştir. İşte Allahü teâlâ, ifade ettiğimiz manasıyla, hükmün ancak kendisine âit olduğunu beyân etmiştir. Bu, bütün mümkinâtın, dolaylı veya dolaysız olarak, Allah'ın kaza, kader, meşiet ve hükmüne dayandığına delâlet eder.

Sonra "Ben ancak O'na güvenip dayandım. Tevekkül edenler de yalnız O'na güvenip dayanmalılar" demiştir. Bu, "Herşeyin Allah'dan olduğu sabit olunca, ancak Allah'a tevekkül edileceği ve ancak mümkinâtın varlık tarafının yokluk tarafına üstün gelmesine rağbet edileceği sabit olmuştur. İşte, zıddına mani olan bu üstün geliş, "hüküm"dür. Yine aklî delil ile de bu hükmün ancak Allah'a âit olduğu kesinlik kazanmıştır. Böylece bütün hayırların meydana gelmesinin ve bütün belâların savuşturulmasın da Allah'dan olduğuna kesin olarak inanmak gerekmiştir. Bu da, ancak Allah'a tevekkül edilmesini gerektirir" demektir. İşte bu, son derece yüce ve kıymetli makamdır. Biz daha önce, bu hususta hak olan aklî delilin ne olduğuna işaret etmiştik. Alim Ebu Hâmid el-Gazali (r.h.) İhyasında tevekkül bahsinde bu hususu geniş ve tafsilatlı bir şekilde anlatmıştır. Daha geniş bilgi isteyenler, oraya müracaat etsinler.

Tedbir Allah'ın Takdirini Değiştirmez

68

"Vakta ki onlar Mısır'a, babalarının kendilerine emrettiği şekilde girdiler, bu, Allah'ın kazasından hiç bir şeyi onlardan gidermedi. Sâdece Ya'kûb'un r.efsindeki dileği, meydana çıkarmış oldu. Şüphe yok ki O, ona öğrettiğimiz için, bir bilgi sahibi idi. Ancak insanların çoğu bilmezler".

Müfessirler şöyle demişlerdir: Ya'kûb (aleyhisselâm), "Allah'ın kazasından hiç bir şeyi senden gideremem" deyince, Cenâb-ı Allah'da, bu sözünde onu tasdik ederek, arın, bu ayrı ayrı kapılardan girişi, Allah'ın takdir ettiği hiçbirşeyigeri çeviremez" buyurmuştur. Bu hususta iki bahis vardır:

Birinci Bahis: İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir. "Bu, " Onların ayrı ayrı kapılardan şehre girmeleri, ne Allah'ın kazasını, ne de Allah'ın takdir ettiği herhangi bir şeyi geri çeviremez" demektir." Zeccâc ise şöyle demiştir: "Onlara göz değmesi -Kadder ise, toplu oldukları halde isabet edeceği gibi, dağınık oldukları halde de isabet eder" İbnü'l-Enbâri de şöyle demiştir: "Eğer Allah'ın ilmi ve kaderinde, birarada oldukları zaman, onlara göz değmesi mukadder ise, onların ayrı ayrı gelmeleri de arada bulunmaları gibidir." Bütün bu sözler, birbirine yakın olup, hepsinin özü şudur: Tedbir, kaderi savuşturamaz.

İkinci Bahis: Ayetteki min şey kelimesi mef'ul olduğu için, mahallen mansub araması muhtemel olduğu gibi, fail olarak ref mahallinde olması da muhtemeldir. Birinci durum, bu kimsenin demesi gibidir. Bunun takdiri, kimseyi görmedim) şeklindedir. İşte âyette de böyledir. Buna göre âyetin takdiri, "Onların ayrı ayrı girmeleri, Allahü teâlâ'nın kaza ve kaderinden hiçbir şeye fayda vermez, yani, onların böyle dağınık bulunmaları, Allah'ın kazasından hiçbirşeyi dışta rrakmaz" şeklinde olur.

İkinci duruma gelince, bu senin demen gibidir. Bunun takdiri, (Bana kimse gelmedi) şeklindedir. İşte ayetin takdiri de böyledir, yani, "Hiçbir şey, Allah'ın kaza ve kaderine karşı onlara bir fayda vermez" demektir,

Ayetteki "Sadece Ya'kûb'un nefsindeki dileği, meydana çıkarmış oldu" ifadesi hakkında Zeccâc; 'Bu, istisna-ı munkatıdır. Manası, "Fakat, Ya'kûb gönlündeki ihtiyacı gidermiş oldu" şeklindedir. Yani, "Onların dağınık olarak şehre girmeleri ancak Ya'kûb'un dile getirmiş olduğu gönlündeki bir dileğini yerine getirmiştir" demektir" demiştir.

Daha sonra âlimler, buradaki "hacet" kelimesi ife ilgili birkaç izah zikretmişlerdir:

1) Bu, Ya'kûb (aleyhisselâm)'un oğullarına nazar değmesinden korkmasıdır.

2) Ya'kûb (aleyhisselâm)'un, Mısırlıların, oğullarına hased etmesinden korkmasıdır.

3) Ya'kûb (aleyhisselâm)'un, oğullarına, Mısır kralının kötülük yapmasından korkmasıdır.

4) Ya'kûb (aleyhisselâm)'un, oğullarının geri dönmemesinden korkmasıdır. Bütün bunlar birbirine yakın izahlardır.

Buradaki "İlim"den Maksad

Cenâb-ı Hakk'ın "Şüphe yok ki O, ona öğrettiğimiz için, bir bilgi sahibi idi" cümlesi hakkında Vahidî şöyle demiştir: "Ayetteki mâ edatının, masdariyye olup, allemnâhu, kelimesindeki mef'ûl zamirinin Ya'kûb (aleyhisselâm)'a râcî olması muhtemeldir. Kelamın takdiri, "O, kendisine öğrettiğimiz için ilim sahibidir" şeklindedir. Yine bu mâ edatının ellezî manasında olması, (ona) zamirinin de, mâ ism-i mevsulüne râcî olması mümkündür. Buna göre bunun takdiri, "O, kendisine öğrettiğimiz o şey hakkında bilgi sahibi idi" şeklindedir. Yani, "Biz, birşey öğrettiğimizde, onda bu şeyle alakalı bilgi hâsıl olmuştur" demektir."

Ayet hakkında, başka iki görüş daha vardır:

1) Bu ilimden maksad, hıfzdır. Yani, "O, kendisine öğrettimiz şeyi hıfzetmekte, unutmamaktadır ve onu gözetmektedir" demektir.

2) "O, kendisine öğrettiğimiz şeylerin faydalarını ve güzel neticelerini biliyor" demektir. Bu ifade onun, ilmi ile âmil olduğuna işaret etmektedir.

Daha sonra Cenab-ı Hak, "Fakat insanların çoğu bilmezler" buyurmuştur. Bununla ilgili iki izah şekli vardır:

1) Bu, "Fakat insanların çoğu, Ya'kûb'un bildiği gibi bilemezler" demektir.

2) Bu, "Onlar, Ya'kûb'un bunu bildiğini bilemezler" demektir. "İnsanların çoğu" ifâdesi ile, müşrikler kastedilmiştir. Çünkü onlar, Allah'ın velilerini (dostlarını), hem dünyada, hem de ahirette fayda verecek ilimlere nasıl ulaştırmış olduğunu bilmezler.

Kardeşlerinin Bünyamin'i Getirmeleri

69

Âyetin tefsiri için bak:72

70

Âyetin tefsiri için bak:72

71

Âyetin tefsiri için bak:72

72

"Onlar Yûsuf'un huzuruna girince o, kardeşini kendi yanına aldı: '"Ben senin kardeşinim. Onların yapmış olduklarına tasalanma" dedi. Yûsuf, onların yüklerini hazırlayınca, su kabını öz kardeşinin yükü içine koyup sakladı. Sonra bir münâdi arkalarından şöyle seslendi: "Ey kafile, (durun), siz şüphe yok ki hırsızsınız." Onlar, o münâdilere dönerek, "Ne kaybettiniz?" dediler. Dediler ki: "Padişahın su kabını arıyoruz. Onu getirene bir deve yükü (bahşiş) var. Ben de buna kefilim".

Bil ki onlar, Yûsuf'un öz kardeşi Bünyamin'i ona getirince, Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm) onlara ikramda bulunup, misafir etti. Onları ikişer ikişer ayrı sofralara oturttu. Bunun üzerine Bünyamin tek kalıp ağladı ve "Kardeşim Yûsuf sağ olsaydı, o da beni yanına oturturdu" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Yûsuf, onlara: "Kardeşiniz tek kaldı" deyip, onu da kendisinin bulunduğu sofrada yanına oturttu. Sonra onların ikişer ikişer ayrı ayrı odalara yerleştirilmelerini emretti ve: "Bu, tek kaldı. Onu da benim yanımda bırakın" dedi. Böylece O Bünyamin'i kendi yanına aldı. Yûsuf (aleyhisselâm), onun öldüğünü sandığı kardeşi için üzüldüğünü görünce: "Benim senin o ölen kardeşinin yerini almamı ister misin?" dedi. O: "Senin gibi kardeşi kim bulabilir? Fakat sen, Ya'kûb'un ve Rahiyl'in oğlu değilsin" dedi. Bunun üzerine, Yûsuf (aleyhisselâm) ağladı, kalkıp onu kucakladı ve: "Ben, senin o kardeşinim. Binâenaleyh onların yaptıklarına aldırma" dedi.

Bunu iyice anladığında biz diyoruz ki: Ayetteki, "O, kardeşini kendi yanına aldı" cümlesi, "O, onu, kendi barındığı yere alıp, orada misafir etti" demektir.

"Ben, senin kardeşinim" demiştir. Bu hususta iki görüş vardır:

1) Vehb şöyle demiştir: "O, bu sözü ile, onun kendisinin neseb cihetinden kardeşi olduğu manasına değil, fakat yalnızlık hissetmiyesin diye, seni yanıma alıp avutma bakımından, kardeşin yerini tutarım" manasını kastetmiştir."

2) Doğru olan ve diğer müfessirlerin söylediği görüşe göre o, bu söz ile, kendisinin onun öz kardeşi olduğu manasını kastetmiştir. Çünkü bu mana, Bünyamin'in yalnızlığını daha fazla giderir ve daha çok ünsiyet hasıl ederdi. Bir de, sözde asıl olan, hakiki manasıdır, mecazî manası değildir. Binâenaleyh herhangi bir zaruret olmaksızın bu sözü, hakîki manasına değil de mecazî manasına hamletmeye sebep yoktur.

Onun, "Tasalanma" sözü hususunda, dilciler şöyle demişlerdir; "Bu kelime, zarar vermek ve çetin olmak manasına gelen bü's masdarının İftiâl babındaki fiil olup "İbti'as", hüznü ve kederi celbetmek demektir.

O, "Onların yapmış olduklarına" demiştir. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:

a) O, bununla, "Sen, onların bize karşı ortaya koydukları hasedlerine ve babamızı bizden soğutmaya gayret etmelerine aldırma" manasını kastetmiştir.

b) Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm)'un kalbinde, hiçbir düşmanlık yoktu ve kardeşlerine karşı saf ve temizdi. Bundan dolayı O, kardeşi Bünyamin'in kalbini de onlara karşı iyi niyetli hale getirmek istemiş ve: "Onların yapmış olduklarına tasalanma, aldırma" demiştir. Bu, "Onların önceden yapmış oldukları şeylere ve kötü işlerine aldırma, önem verme" demektir.

c) Onlar, Yûsuf'a yapacaklarını yapmışlardı. Çünkü onlar, babalarının ona düşkün olmasına ve Yûsuf'a izzet-ikrâm etmesine hased etmişlerdi. Bundan dolayı Bünyâmin, o padişahın kendisine aşın ikramda bulunmasından ötürü, kardeşlerinin kendisine hased etmelerinden de endişe etmişti. Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) onun bu endişesini, "Bunlara aldırma. Çünkü Allah seni ve beni biraraya getirdi" diyerek gidermiştir.

d) Kelbî, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediğini nakletmiştir: "Hazret-i Yûsuf'un kardeşleri, onunla Bünyamin'i ana tarafından dedelerinin putperest olduğunu ve Yûsuf'un, annesinin emri ile, bulamadığında kendisine dedesinin tapmaktan vazgeçeceğini umduğu, üzerinde put resimleri bulunan bir tabloyu çalmış olduğu için ayıplıyorlardı. İşte bundan dolayı O, kardeşi Bünyâmin'e: "Onların yapmış olduklarına tasalanma" yani, "Onların bizi, dedemizin yaptığı şeyler yüzünden kınamalarına aldırma" demiştir. Allah en iyi bilendir.

Sonra Cenâb-ı Hak "Vitauft onların yüklerini hazırlayınca, su kabını öz kardeşinin yükü içine koyup sakladı" demiştir. Daha önce, "cehâz" ve "rahl"in ne demek olduğu izah edilmişti. "Sikâye"ye gelince, Keşşaf sahibi "Bu, su içilen kabtır, tastır. Bunun, padişahın su içtiği ve hem de ölçü olarak kullandığı bir kab olduğu da söylenmiştir ki bu, uzak bir ihtimaldir. Çünkü böylesine büyük bir padişahın su kabının ölçek olarak kullanılması uygun değildir. Bunun, hayvanlara su verilmek için kullanılan, aynı zamanda da ölçek olarak Kullanılan bir kab olduğu söylenmiştir ki, doğruya en yakın olan budur" demiştir. Daha sonra sözüne devamla şöyle demiştir: "Bunun altın kaplama gümüş bir kap olduğu söylendiği gibi, hep altın ve çeşitli kıymetli taşlarla süslü bir kab olduğu da söylenmiştir. Bu görüş de, uzak bir ihtimaldir. Çünkü hayvanların sulandığı kab, böyle olmaz. Bu hususta en doğru olan, onun kıymetli bir kab olduğunu söylemektir. Fakat bu, onların söylediği kadar da olmamalıdır."

Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Sonra bir münadî arkalarından şöyle seslendi: "Ey kafile, (durun), siz şüphe yok ki hırsızsınız" buyurmuştur. Arapça'da "bildirdi" manasında ezzene denilir. Ezine ile ezzene arasındaki fark hususunda şu iki izah yapılmıştır:

a) İbnü'l-Enbâri şöyle demektedir: "Ezzene" tekrar tekrar bildirdi" demektir. Çünkü tef'il babı, o fiilin tekrar tekrar yapıldığını ifâde eder. Bunun, bir tek bildirme manasına olması da mümkündür. Çünkü Araplar çoğu yerde, tef'il babını, if âl babı yerinde kullanırlar."

b) Sibeveyh şöyle demiştir: "Hem ezintü hem de ezzentü fiilleri, "Bildirdim, ilân ettim" manasınadır. Çünkü ikisi arasında fark yoktur. Binâenaleyh ezene seslenmek ve bağırarak bildirmek" demektir."

Kardeşlerinin Hırsız Diye Durdurulmaları

Ayetteki "Ey kafile (durun), siz şüphe yok ki hırsızsınız" cümlesine gelince. Ebu'l-Heysem şöyle demiştir: "Üzerine binilip gidilen deve, eşek ve katır gibi herşey "îyr"dır. "îyr, sadece devedir" diyen kimsenin görüşü yanlıştır. Denilmiştir ki, îyr kelimesinden maksat, üzerinde yükler bulunan develerdir. Çünkü develer (......) yani "gider ve gelirler." Yine bu kelimenin "eşek kafilesi, eşek kervanı" olduğu söylenmiştir. Sonra bu kelime çok kullanıldığı için, her türlü kafileye îyr ismi verilmiştir. Buna göre sanki ayr kelimesinin çoğuludur. Bu kelimenin sığası, sakf ve (çoğulu: sukuf) kelimesinde olduğu gibi, fu'uf veznindedir. Bunu anladığın zaman biz deriz ki, nidasından maksat, 'Ey Allah'ın atları, yani atlıları ve süvarileri, bininiz!" tabirinde olduğu gibi, "kafilede bulunan kimseler" manasıdır. İbn Mesûd (radıyallahü anh), (......) kelimesini, lemma'nın cevabının hazfedilmesine göre okumuştur. Buna göre sanki şöyle denilmektedir: "Yûsuf onların yüklerini hazırlayıp su kabını da öz kardeşinin yükü içine koyup saklayınca, ayrılıncaya kadar onlara mühlet verdi; sonra da bir münadî (arkalarından) şöyle dedi: "Ey kafile, (durun) siz şüphe yok ki hırsızsınız"

Peygamberin Böyle Bir Hileye Başvurması Nasıl Açıklanır?

Eğer, "Bu nida, Hazret-i Yûsuf'un emriyle midir, yoksa onun emri olmaksızın mıdır? Eğer onun emriyle ise, Allah tarafından gelmiş olan hak bir peygambere, insanları itham edip yalan ve iftira olarak onlara hırsızlık isnadında bulunması nasıl uygun düşer? Eğer ikinci ihtimal söz konusu ise, yani bu onun emri ile olmamış ise, bu itham esnasında bunu reddedip onların masum ve temiz olduklarını söylemesi gerekmez miydi?" denilirse, biz deriz ki:

Alimler buna cevap olmak üzere birçok açıklama yapmışlardır:

1) Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) kardeşi Bünyâmin'e kendisinin Yusuf olduğunu açıklayınca, ona: "Ben, seni burada alıkoymak istiyorum. Bunun ise, şu hileden başka bir yolu yoktur. Eğer buna razı isen, sen bilirsin, iş sana kalmış" dedi. O da, hakkında böyle denilmesine razı oldu. Bu izaha göre, Bünyâmin'in kalbi, bu sözden dolayı hiç elem duymadı; böylece de bu söz, Hazret-i Yusuf için bir günah olmaktan çıktı.

2) Ayetteki "Siz şüphe yok ki hırsızsınız" cümlesinden maksad, "şüphesiz siz. Yusuf'u babasından çaldınız" manasıdır. Ama, münadîler bu sözü açıkça beyan etmemişlerdir. Tarîz ve çıtlatmalar ise, ancak bu şekilde olur.

3) Bu münadî, bu nidasını belki de istifham üslûbu ile yapmıştır. Bu takdire göre. bu söz, bir yalan olmaktan çıkar.

4) Kur'ân'da, o münadilerin, bu nidayı Hazret-i Yusuf'un emriyle yapmış olduklarına dair bir beyan bulunmamaktadır. Zahirî duruma en uygun olanı, onların bunu kendiliklerinden yapmış olmalarıdır. Çünkü onlar su kabını arayıp, onu bulamayınca ve orada daha önce de onlardan başka kimse de bulunmamış olunca, zann-ı galibleriyle onların almış olduklarını zannettiler.

Sonra Yûsuf'un kardeşleri: "Onlar o (münadilere) dönerek, "Ne kaybettiniz?" dediler." Ebu Abdirrahman es-Sülemî, buradaki fiili, bir kimse kaybettiği bir şeyi bulduğu zaman söylenilen (......) şeklinde okunduğunu söylemiştir. Bazı alimler de suva' kelimesinin cemisinin gurâb (cem'i: gurbân kargalar) kelimesinde olduğu gibi, (taslar) şeklinde; bu (......) kelimesinin cemisinin ise, bâb (cem'i ebvâb) kelimesinde olduğu gibi, asvâ' şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Diğer başka alimler ise arasında fark bulunmamaktadır. Bunun delili, Ebû Hureyre'nin şeklindeki kıraatidir" demişlerdir. Bazıları" (......) bir isimdir, sikaye bir sıfattır. Bu, Arabların, (küb ve kırba) demelerine benzer ki, buradaki (......) kelimesi bir isimdir, (......) kelimesi de vasıftır" demiştir.

Daha sonra "Onu getirene bir deve yükü bahşiş var." Yani, bir deve yükü yiyecek var. "Ben de buna kefilim" Mücahid: "Burada kefîl olan, nida eden o münadîdir" demiştir. Zâim kelimesi, "kefîl" anlamındadır. Kelbî, "zaîm, Yemenlilerin lehçesine göre kefîl anlamına gelir" demiştir. Ebu Ubeyde, Kisaî'den, onun şöyle dediğini nakletmiştir tabiri:"ona kefil oldum, onu tekeffül ediyorum" anlamındadır demiştir. Bu ayet onların şeriatlarında kefil olmanın geçerli ve uygun olduğuna delildir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Kefîl, borcu bizzat yüklenmiş olur" (23) hadisiyle kefilliğin sahih olduğuna hükmetmiştir. Buna göre eğer, "Bu, bilinmeyen bir şeye kefîl olmak değil midir?" denilirse, biz deriz ki Bir deve yükü yiyecek, onlarca bilinen bir şeydi. Binâenaleyh, buna kefil olmak, sahih olmuştur. Ancak, bu çalınan malı geri vermek için bir mala kefil olmadır. Bu ise, gerekli, vacip olmayan bir şeye kefil olmaktır; çünkü hırsızın, çaldığı malı geri vermesine karşılık bir şey alması helâl değildir. Belki de, böyle bir kefalet onlara göre sahih idi!.

Kardeşlerin Hırsızlığı Reddetmeleri

73

Âyetin tefsiri için bak:75

74

Âyetin tefsiri için bak:75

75

"Onlar, "Vallahi, siz de biliyorsunuz ki, biz buraya, fesat çıkarmak için gelmedik. Biz hırsız da değiliz" dediler. "Eğer yalancılar iseniz, (çalanın) cezası nedir" deyince, onlar "onun cezası, yükünde (çalınan malın) bulunduğu kimsenin kendisidir. İşte o kimse, bunun cezasıdır. İşte biz, zalimleri böyle cezalandırırız" dediler".

Basralılar şöyle demişlerdir: "Vallahl'deki vâv, tâ'dan bedeldir; tallahideki ta da, vâv'dan bedeldir (birbirlerinin yerine kullanılırlar). Ta harfi, kasem harfi olara başka isimlerde kullanılma hususunda zayıf kalmış ve fakat kaseme en layık ola "Allah" lafz-ı celalinin başında kullanılmıştır!'

Müfessirler şöyle demişlerdir: "Hazret-i Yûsuf'un kardeşferi iki hususa yemin ettiler Birincisi, oraya, fesat çıkarmak için gelmediklerine dair yemin etmeleridir. Çünkü onların hallerinden, ne yemek suretiyle, ne de hayvanlarını tarlalara salıvermek suretiyle olsun, kimseye zarar vermeyip insanların mallarını kullanmaktan tamamiyle kaçındıkları anlaşılmıştır. Hatta onların, ekinleri girip yemesin diye, hayvanlarının ağızlarını bağladıkları ve devamlı olarak, çok çeşitli ibâdet yapmakta oldukları rivâyet edilmiştir. Bu özellikte olan kimselerinse, yeryüzünde fesat çıkarmaları uygun düşmez İkincisi ise, kendilerinin hırsız olmadığına ve bu hususta kesin şahitleri bulunduğuna dair yemin etmeleridir. Çünkü onlar sermâyelerini, daha önce yüklerinin içinde buldukları zaman, onu memleketlerinden Mısır'a geri getirmişler, onu kendileri için alıkoymayı helâl saymamışlardı. Hırsız ise, kesinlikle böyle yapmaz. Sonra onu kendilerinin bu töhmetten berî ve masum olduklarını beyân edince, Hazret-i Yûsuf'un adamları: "Eğer yalancılar iseniz, (çalanın) cezası nedir?" demiş, onlar da: "Onun cezası yükünde (çalınan malın) bulunduğu kimsenin kendisidir; işte o kimse, bunun cezâsıdır" diyerek cevap vermişlerdir.

Onların Şeriatında Hırsızın Cezası

İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir. "Onlar o zamanlar, her hırsızı, hırsızlığı sebebiyle köle sayıyorlardı. Onların şeriatinde hırsızın köle sayılması bizim şeriatimizde, ellerinin kesilmesinin farz olması yerine geçiyordu..." Ayetin manası, "Bu cürmün cezâsı, çalınan mal, yükünün içinde bulunan kimsenin kendisidir. Yani, "o şahsın kendisi o cürmün cezasıdır. Yani, onun köle edinilmesi, o cürmün cezasıdır" şeklindedir.

Zeccâc der ki: Bunda iki izah bulunmaktadır:

1) "Cezâuhu mübteda; (......) kısmı ise, onun haberidir." Buna göre mana, "Hırsızlığın cezası, yükü içinde çalınan malın bulunduğu kimsenin kendisidir şeklinde olur. Bu durumda (......) ifadesi ise, senin, "Hırsızın cezası elir kesilmesidir; işte, budur onun cezası" sözünde olduğu gibi, daha fazla açıktamak için getirilmiş olur.

2) Cezâuhu mübtedâdır; (......) ifâdesi de, mübtedânın haberi makamında gelmiş olan bir cümledir. Buna göre kelamın takdiri, sanki şöyle denilmiş olmasıdır: "O'nun cezası, yükünde, çalınan malın bulunduğu kimsenin, bizzat kendisidir." Fakat burada, daha iyi beyân edip tekid etmek için, bu sarîh ifâde, zamirin yerine getirilmiştir. Nahivciler buna delil olmak üzere şu şiiri söylemişlerdir: Hiçbir şeyin ölümün önüne geçtiğini göremiyorum. Ölüm, zengini de sıkıştırır, fakiri de (Onlara dünyayı dar eder)!'

O'nun, "İşte biz, zalimleri böyle cezâlandırırız" buyruğu, "İşte bir ceza, zalimlerin cezasıdır" anlamındadır. Yani, "Birisi hırsızlık yaptığı zaman, köle olur" demektir.

Sonra bu ifâdenin, Hazret-i Yûsuf'un kardeşlerinin sözünün devamı olduğu denildiği gibi, Hazret-i Yûsuf'un kardeşleri, "Bunun cezası, o çalınmış malın yükünde bulunduğu kimsenin kendisidir" dedikleri zaman, Hazret-i Yûsuf'un adamları tarafından olmak üzere, "işte biz, zalimleri böyle cezalandırırız" denilmiş olduğu da denilmiştir.

Maşrabanın Bünyamin'in Yükünde Çıkması

76

"Bunun üzerine, (Yûsuf), kardeşinin kabından evvel, onların kaplarını imaya başladı. Nihayet onu, kardeşinin kabının içinden çıkardı. İşte biz, Yusuf'a böyle bir tedbir öğrettik. Yoksa o, kralın dinine göre, kardeşini alıkoyamayacaktı. Ancak, Allah'ın dilemesi müstesna. Biz kimi dilersek, onu derecelerle yükseltiriz. Her ilim sahibinin üstünde, daha iyi bilen vardır".

Bil ki Yûsuf (aleyhisselâm)'un kardeşleri, çalınan mal kimin yükünde ise, hırsızlığın isinin o kimsenin bizzat kendisi olduğunu ikrar edince, münadî onlara, larınızın araştırılması gerekiyor" dedi. Böylece onları, Hazret-i Yûsuf'un yanına getirdi. Bunun üzerine, töhmeti gidermek için Yûsuf, "kardeşinin kabından evvel, onların kaplarını aramaya başladı." Ev'lye, (......) kelimesinin cem'i olup, bu kelime de içine bir şey konulduğu zaman, onu sarıp iyice ihata eden şey demektir. Derki Yûsuf (aleyhisselâm), su kabını kardeşinin yükü arasında bulup çıkardı. Hasan el-Basrî kelimeyi, vâv'ın zammesiyle, vu'â şeklinde okumuştur ki, bu da bir başka kullanış şeklidir. Sâi İbn Cübeyr ise, vâv'ı hemzeye çevirerek (......) şeklinde okumuştur.

Buna göre eğer, "Daha önce suvâ' kelimesine râcî olan zamirler birkaç kez müzekker kılınmış olduğu halde, burada niçin müennes kılındı?"denilirse biz deriz ki:

Müennes zamir sikaye; müzekker zamir de suvâ kelimesine racidir. Şu da denilebilir: Suvâ' hem müennes, hem de müzekker sayılabilir. Binaenaleyh, her iki durum da caizdir. Şöyle de denilebilir: Belki Yûsuf (aleyhisselâm), o su kabını "sıkâye" adamları ise "suvâ" olarak ifâde ediyorlardı. Bundan dolayı, Hazret-i Yûsuf'a ait olan yerler "sikâye" (müennes), adamlarla ilgili yerlerde "suvâ" (müzekker) şeklinde vaki oluyor. Katâde'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) ne zaman bu su kabına baksa, onlara yaptığı iftiradan dolayı tevbe ederek Allah'a istiğfar ederdi. Geriye kardeşinden başka yükünü aramadığı hiç kimse kalmayınca, "Sanıyorum ki o şeyi alan budur" der. Bunun üzerine diğer kardeşler, "Onun yükünü araştırmadıkça gitmeyiz" dediler. Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm)'un adamlar. Bünyâmin'in eşyasını araştırınca o su kabını, onun yükü içinde buldular. O esnada, Hazret-i Yûsuf'un adamları, hırsızlık edenin alıkonmasına karar verdiler. Bundan dolayı onu boynundan tutup çekerek Hazret-i Yûsuf'un evine getirdiler.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "İşte biz Yûsuf'a böyle tedbir öğrettik. Yoksa o kralın dinine göre, kardeşini alıkoyamayacaktı" demiştir. Bu ifâde ile ilgili iki bahis vardır:

Birinci Bahis: Ayetin manası, "Biz, Yûsuf'a, böylesi bir tedbir öğrettik" demektir. Bu tabir hırsızlık edenin köle olarak kabul edilmesine karar vermesine bir işarettir. Bu, "Yûsuf'un kardeşlerinin söylediği o hüküm (ceza) gibi bir hükmü Yûsuf'a verdik demektir.

İkinci Bahis: "Keyd", hile ve tuzak manasını hatıra getirir. Bu ise, Allah hakkın: caiz değildir. Fakat biz, bu gibi hususlarda nazar-ı dikkate alınması gereken (......) prensibi belirttik: Bu gibi lafızlar, bunlardan maksûd olan manaların başlangıçları değil, sonuçlarına (neticelerine) hamledilirler. Bu temel prensibi (Bakara, 26) ayetinin tefsirinde izah ettik. Binâenaleyh "Keyd", hile ve tuzak kurmay gayret etmek olup, bunun en ileri şekli, insanı hiç farkedemeyeceği ve kendisini ona karşı savunamıyacağı bir şekilde kötü bir duruma düşürmektir. İşte Allah hakkınca "Keyd", bu anlamı ifade eder.

Daha sonra âlimler, bu "keyd" ile neyin kastedildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları şöyle demişlerdir: "Bununla, "Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm)'un kardeşleri, Hazret-i Yûsuf'u tedbirini boşa çıkarmak için çalışmışlardır. Allahü teâlâ ise, Yûsuf'a yardım etmiş, ru takviye etmiş ve onun işini üstün getirmiştir" manası kastedilmiştir." Bazı müfessirler de, "Bu "Keyd"den maksad, Allahü teâlâ'nın, onun kardeşlerinin kalbine, hırsızlık yapanın cezasının, onun köle edinilmesi olduğu hükmünü getirmesidir. İşte sşraba Yûsuf'un öz kardeşinin yükü içinden çıkınca, diğer kardeşler haliyle, onun köle olmasına hükmetmişlerdir. Bu ise, Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm)'un kardeşini yanında tutma Kânını elde etmesine vesile olmuştur" demişlerdir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Yoksa o, kralın dinine göre, kardeşini alıkoyamıyacaktı" buyurmuştur. Bu, "Kralın hırsızla ilgili kanunu, mjn dövülmesi ve çaldığının iki mislini ödemeye mecbur tutulması" şeklinde idi. Binâenaleyh Hazret-i Yûsuf, kralın dinine ve kanununa göre, kardeşini alıkoyamıyacaktı. Fakat Cenâb-ı Hak, kardeşlerinin ağzı ile hırsızın cezasının kendisinin köle olarak alınması olduğunu söyletmiştir. Binâenaleyh biz, bu söz sayesinde Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm)'un, kardeşini almaya ve yanında alıkoyma imkanına sahib olduğunu beyân etmiştik. İşte ayetteki, "Ancak, Allah'ın dilediği müstesna" ifâdesinin manası budur.

Daha sonra Cenâb-ı Allah "Biz kimi dilersek, onu nice derecelerle yükseltiriz" buyurmuştur. Bu tabirle ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Hamza, Asım ve Kisaî, tenvinli olarak derecat-in okurlarken; diğer kıraat imamları, izafet ile derecâti şeklinde okumuşlardır.

İkinci Mesele

Bu tabirden maksad, Allahü teâlâ'nın dilediği kimseye, gayesine ulaşmasını sağlayacak doğru şeyleri göstermesi ve ona çeşitli ilimleri, çeşitli faziletleri vermesidir. Bu ayette Allahü teâlâ'nın, her hususta Hazret-i Yûsuf'un derecesini, kardeşlerinin derecesinden daha yükseğe çıkarması kastedilmiştir. Bil ki bu ayet, ilmin, en şerefli bir makam ve derece olduğuna delâlet eder. Çünkü Allahü teâlâ, Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm)'u, böyle bir çâre, tedbir ve bilgiye iletince, onu işte randan ötürü medhederek, "Biz kimi dilersek, onu nice derecelerle yükseltiriz" muştur. Hak teâlâ, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) tevhidin delillerini ve güneşi, ayı ve yıldızları ilah olarak tanımaktan berî olduğunu söylerken, onu da aynı şekilde, "Biz dilersek, onu nice derecelerle yükseltiriz" (En'am, 83) buyurarak medhetmiştir. İşte bu ayette de Yûsuf (aleyhisselâm)'un bu çâre ve düşünceye nail etmesini, aynı tabirle medhetmiştir. Bu iki durum arasında nice fark vardır.

Her Bilenden Daha Âlim Olan Var

Daha sonra Allahü teâlâ "Her ilim sahibinin üstünce daha iyi bilen vardır" buyurmuştur. Bu "Yûsuf'un kardeşleri âlim ve fazilel kimselerdi. Fakat Hazret-i Yûsuf, onlardan daha alim idi" demektir.

Bil ki Mu'tezile, bu ayeti delil getirerek, Allahü teâlâ'nın ilmi ile değil, zatı ile alim olduğunu ileri sürerler ve şöyle derler: "Eğer Allah, ilmi ile âlim olmuş olsaydı, O ilim sahibi olurdu. Eğer ilim sahibi olmuş olsaydı, bu ayetin genel hükmüne göre O'nun üstünde de daha iyi bilen başka biri olurdu ki, bu batıldır."

Bil ki, ehl-i sünnet âlimlerimiz şöyle demişlerdir: "Kur'ân'ın başka birçok ayeı Allah'ın ilim sıfatı olduğunu göstermektedir. Mesela şu ayetler: "Kıyametin ilmi, Allah katındadır" (Lokman, 34); "Allah onu (Kur'ân'ı) ilmi ile indirdi" (nisa, 166); "O'nun ilminden, yalnız Allah'ın dilediğinden başka birşey kavrayamazlar" (Bakara, 255); ve "Hiçbir dişi, O'nun ilmi olmaksızın, gebe kalmaz ve doğurmaz" (Fussilet. 47) Binâenaleyh bir tearuz durumu söz konusu olunca, biz, muarızımızın tutunmayı çalıştığı bu ayeti özellikle varid olduğu muhtevaya, yani Hazret-i Yûsuf ve kardeşleri hadisesi ile ilgili olarak manalandırdık. İş olsa olsa şundan ibarettir: Yapdığırr : ayetteki bu umûmi ifadenin tahsis edilmesinden ibarettir amma, bu ister istemez yapılması gereken bir şeydir.

Çünkü "âlim" kelimesi, "ilim" kökünden müştak (türemiştir). Müştak olan, mürekkebtir. Kendisinden türetilen (masdar) ise, müfreddir. Müfred bulunmaksızın mürekkebin meydana gelmesi, aklın da bedihî olarak bildiği gibi, imkânsızdır. O halde tercih bizden yanadır.

Kardeşlerinin Bünyâmin'e "Hırsız" Diye Hücumları

77

"Dediler ki: "Eğer o çalmış bulunuyorsa, zaten daha önce kardeşi de hırsızlık etmişti." O vakit Yûsuf bunu içine attı, dışa vurmadı, (içinden) dedi ki: "Sizin durumunuz daha kötü! Allah sizin anlatmakta olduğunuzun mahiyetini çok iybilendir".

Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm), kardeşinin yükünün içinden su kabını bulup çıkarınca, kardeşleri başlarını eğdiler ve: "Bu hâdise enteresan! Demek ki Râhiyle iki hırsız doğurmuş" dediler. Daha sonra da, Bünyâmin'e: "Ey Rahiyle'nin oğlu! Sizin yüzünüzden ne kadar çok belaya uğradık" dediler. Bünyâmin de: "Aslında biz, sizin yüzünüzden birçok belâya uğradık. Çünkü siz, kardeşimi götürüp çölde kaybettiniz. Sonra da kalkmış bana böyle diyorsunuz" dedi. Bunun üzerine onlar: "Öyle ise niçin bu su kabı senin yükünden çıktı?" deyince, O: "Onu, benim yüküme, sizin yükünüze daha önce sermayenizi koyan koymuştur" demiştir.

Yusuf Aleyhinde de Hırsızlık İsnad Etmeleri

Bil ki bu ayetin zahiri onların Hazret-i Yûsuf'a şöyle dediklerini gösterir: "Bu iş, pek de garib sayılmaz. Çünkü onun ölmüş olan öz kardeşi de bir hırsız idi." Onlar bu sözleri ile, "Biz onun yolu ve ahlakı üzere değiliz. Bu yol, ona ve kardeşine hastır. Çünkü o ikisi başka anadandır" manasını kastetmişlerdir. Alimler onların Hazret-i Yûsuf'a isnad ettikleri o hırsızlık hususunda değişik birkaç görüş belirtmişlerdir:

1) Saîd b. Cübeyr şöyle demiştir: "Onun ana tarafından dedesi putperest idi. Bundan dolayı Hazret-i Yûsuf'un annesi, babasının putlara tapmayı böylece bırakacağı ümidiyle Yûsuf'a o putları çalıp kırmasını emretmişti. Yûsuf (aleyhisselâm) da, bu işi yapmıştı. İşte bahsedilen hırsızlık budur.

2) O, babasının sofrasından yiyecek çalıp, fakirlere vermişti. Babasının bir kuzusunu çalıp fakirlere verdiği de söylendiği gibi, aynı şekilde bir tavuğu çalıp, fakirlere verdiği söylenmiştir.

3) Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm)'un halası, onu çok severdi. Bundan dolayı onu yanında tutmak istiyordu. Halasının yanında (evinde), Hazret-i İshak (aleyhisselâm)'dan kalma bir kuşak vardı ve onlar o kuşağı teberrüken (bereketini umarak) muhafaza ediyorlardı. Halası o kuşağı Yûsuf'un beline bağladı ve onun, o kuşağı çaldığını söyledi. Onların kanunlarına göre hırsızlık yapanın köle edinilmesi gerekiyordu. İşte böylece O, Yûsuf'u kendi yanında alıkoyabilmişti.

Hazret-i Yûsuf'un kardeşleri, hırsızlığı sırf iftira ederek ona isnad ettiler. Çünkü onların kalbleri, o hâdise üzerinden uzun bir müddet geçmesine rağmen, Yûsuf'a öfke ile dopdolu idi. İşte bu hadise hased edenin kalbinin, kesinlikle o hasedinden temizlenemeyeceğini gösterir.

İsnad Karşısında Yûsuf'un İçinden Geçenler

Daha sonra Allahü teâlâ, "O, vakit Yûsuf bunu, dışa vurmadı" buyurmuştur. Alimler, ayetteki ha (bunu) zamirinin neye ait olduğu hususunda, şu iki değişik görüşü belirtmişlerdir:

Birinci Görüş: Zeccâc şöyle demiştir: "Bu, bir "iştiğal"dir. Yani, birşeyi, daha sonra açıklamak şartı ile, bir zamirle ifade etmektir. Bunun açıklaması, "Dedi ki: "Sizin durumunuz daha kötü!" cümlesidir. Bu ifâde, bir "kelime" ve "cümle" hükmünde olduğu için, buna râci olan zamir müennes getirilmiştir. Zira Araplar, bir dizi söze "kelime" de derler. Buna göre sanki Cenâb-ı Hak, "Yûsuf, "Sizin durumunuz daha kötü!" cümlesini, içinden geçirdi" demiştir. İbn Mes'ud (radıyallahü anh) bu zamiri, bununla "söz" veya "o kelâm" manasını kasdederek (......) şeklinde müzekker okumuştur. Ebu Ali el-Fârisi, Zeccâc'ın görüşünü zikredip, onu şu iki bakımdan tenkid etmiştir.

1) İştigal, iki kısımdır: Birincisi: Müfred bir lafız ile açıklanan zamirdir. "Ne güzel adam, Zeyd!" sözümüzde olduğu gibidir. Mesela burada ni'me kelimesinin altında, onun faili olan gizli bir zamir vardır ve "racul" kelimesi o zamirin, tefsiridir. İkincisi ise, o zamirin bir cümle ile açıklanmasıdır. Bunda as olan, o zamirin, mübtedâ durumunda bulunmasıdır. Meselâ, "İşte o zaman o küfredenlerin gözleri hemen belerip kalacak" (Enbiya, 97) ve "De ki: "O, Allah'dır, birdir" (İhlas, 1) ayetlerinde olduğu gibi. Bu, "olay (yani durum) şu ki: "O küfredenlerin gözleri hemen belerip kalacak" ve "Durum: "Allah birdir! (O kadar!)" demektir. Diğer taraftan mübteda ve haber cümlesini-başına gelen âmiller, bunun da başına gelir. Mesela, Rabbine mücrim olarak gelirse "Gözler kör olmaz, lakin sinelerin içindeki kalbler kör olur" (Hac. 46) ayetlerinde olduğu gibidir. Bunu anladığın zaman biz deriz ki: Her iki çeşidde de, iştigal'ın (muzmerin) kendisi, zamirle ifâde edilen o cümleye bağlıdır. O cümlenin dışında da değildir, ondan ayrı da değildir. Burada tefsir (açıklama) olan cümle ise, zamir ile ifâde edilenden, apayrı bir cümledir. Binâenaleyh bunun makbul olmaması gerekir

2) Allahü teâlâ, onun, "Sizin durumunuz daha kötü!" dediğini bildirmiştir. Bu Hazret-i Yûsuf'un bu sözü bizzat söylediğini gösterir. Binâenaleyh eğer biz, "Hazret-i Yûsuf bu sözü içinden geçirdi, gizledi" der isek, Cenâb-ı Hakk'ın, "O böyle dedi" şeklindeki sözü yalan olmuş olur.

Bil ki bu tenkid de şu iki bakımdan zayıftır:

a) İlk iki kısmın güzel ve yerinde oluşundan, üçüncü bir kısmın yersiz ve kötü olacağı neticesi çıkmaz.

b) Biz bunu, "Hazret-i Yûsuf, onu gizli olarak (içinden) söyledi" manasına alıyoruz. Bu manaya göre de, ileri sürülen husus, sakıt olur.

İkinci Görüş: Ayetteki bu zamir, (sözden anlaşılan) "icabet" (cevab verme) masdarına racidir. Buna göre onlar sanki "Eğer o çalmış bulunuyorsa, daha önce kardeşi de zaten hırsızlık etmişti" dedikleri zaman, Hazret-i Yûsuf onlara cevab vermeye (icabeti), o anda içinde tuttu ve onlara açıkça cevap vermedi, daha sonraki bir vakte kadar onu onlara açıklamadı. Bunun, takdir edilen "makâle-söz, kavil" ifâdesine raci atması da caizdir. Buna göre mana, "Yûsuf, onların sözlerini içinde tuttu, sakladı" şeklinde olur. Halk kelimesiyle mahluk, (......) kelimesiyle de malum manaları kaydedildiği gibi, makale sözüyle de, onunla alâkalı olan şeyler kastedilmiştir. Yani, Yûsuf (aleyhisselâm), içinde, o hırsızlığın nasıl olduğunu gizli tuttu, onlara onun nasıl olduğunu ve bunda, onları tenkit ve ta'n etmeyi gerektiren herhangi bir şey bulunmadığını açıklamadı.

İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Yûsuf (aleyhisselâm) üç kez cezaya uğratıldı:

a) O kadın yüzünden hapsedilme.

b) "Beni efendinin yanında, an, benden bahset!" (Yusuf, 42) demiş olması sebebiyle, uzunca bir mahpus hayatıyla.

c) "Siz, şüphe yok ki hırsızsınız" (Yusuf, 72) demesi sebebiyle de kardeşlerinin, Eğer o çalmış bulunuyorsa, zaten daha önce kardeşi de hırsızlık etmişti" (Yusuf, 77) demeleriyle cezalandırıldı.

Daha sonra Cenâb-ı Hakk, Yusuf (aleyhisselâm)'un "Sizin durumunuz daha kötü" dediğini nakletmiştir ki bu, "Siz, daha evvel kardeşinize zulmetmiş, anababanıza asi olmuş; derken, kardeşinizi tutup kuyuya atmış, daha sonra da yalan söylediğinizi bile bile babanıza: "Onu kurt yedi" demiş olmanız; derken onu, yirmi dirheme satmanız, aradan uzun bir zaman geçmesine rağmen, kâlbinizdeki kin ve öfkenizin yok olmaması ve böylece de ona hırsızlık iftirasında bulunmuş olmanız sebebiyle, Allah katında daha şerlisiniz" demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah sizin anlatmakta olduğunuzun mahiyetini çok iyi bilendir" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, bu buyruğu ile Yusuf'un hırsızlığının Allah rızası için olduğunu bildirmiştir. Netice olarak diyebiliriz ki: Yusuf'un hırsızlığı hususunda yazılan bu izahların hiçbirisi, Yusuf'u zemmetmeyi ve kınamayı gerektirmez. Buna göre mana, "Allah, sizin Yusuf'u tavsif ettiğiniz o şeyin, Yusuf'un kınanmasını gerektirip gerektirmeyeceğini en iyi bilendir" şeklinde olur.

Kardeşlerinin "Bünyamin Yerine Birimizi Al" Teklifleri

78

Âyetin tefsiri için bak:79

79

"Ey aziz dediler, bunun ihtiyar bir babası var. Binâenaleyh onun yerine birimizi alıkoy. Seni muhakkak iyilik edenlerden görüyoruz." Yusuf, "Eşyamızı nezdinde bulduğumuz kimseden başkasını yakalamamızdan Allah'a sığınırız. Çünkü o takdirde biz, elbette zalim oluruz" dedi".

Bil ki Allahü teâlâ, onların, "Eğer o çalmış bulunuyorsa, onun daha evvel bir kardeşi de çalmıştı" (Yusuf, 77) demelerinden sonra, Yusuf (aleyhisselâm)'un kendilerine muvafakat etmesini ve şefaat yoluna dönmesini, başvurmasını arzuladıklarını beyân buyurmuştur. Zira her ne kadar onlar, hırsızlık yapan kimse hakkında Allah'ın hükmünün onun köle edilmesi olduğunu itiraf etmişler ise de, bununla beraber affetmenin veya fidye almanın da caiz olduğunu ileri sürerek, "Ey aziz, onun bir ihtiyar babası vardır; yani yaşça yaşlı, ihtiyar" demişlerdir. Yine şeyh kelimesi ile kadr ü kıymet veya dindarlık bakımından önde geldiğini kasdetmiş olabilecekleri de söylenmiştir. Onlar bunu, onun, kadr ü kıymeti yüce olan bir adamın oğlu olmasının, affı ve bağışlamayı gerektireceğinden dolayı söylemişlerdir. Daha sonra onlar, "Onun yerine birimizi alıkoy" dediler. Bu ifadeden, onların bunu uzak bir ihtimal görerek söylemiş oldukları anlaşılabileceği gibi, bununla, "Biz sana fidyesini getirinceye kadar, birimizi rehin olarak tut" manasının murad edilmiş olması da muhtemeldir.

Daha sonra "Seni gerçekten muhsinlerden görüyoruz" dediler. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:

a) Eğer bunu yaparsan, seni muhsinlerden, iyilik yapanlardan sayarız.

b) Bize ikram edip, çokça verip, isteğimizi en iyi bir şekilde yerine getirip, yiyeceklerin parasını geri verdiğin için, seni muhsinlerden biri olarak görüyoruz.

c) Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm), kıtlık insanları çok sıkıp, onlar da yiyecek satın alacak para bulamayıp, yiyecek almak için kendilerini satınca, bu hadise Mısır halkının çoğunun, Hazret-i Yusuf'un kölesi olmasına sebep olmuştur. Daha sonra Yusuf (aleyhisselâm) hepsini azâd edince, belki de Yusuf'un kardeşleri işte bundan dolayı, "Biz seni köleleri azâd etmek suretiyle herkese ihsan edenlerden görüyoruz. Binaenaleyh bunu da, düştüğü durumdan kurtararak buna da iyilik et" dediler. Bunun

Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm), maazallah! "Allah'a sığınırım"dedi. Bu, "Eşyamızı, yükünün bulduğumuz kimsenin dışında, onun yerine başkalarını tutmaktan Allah'a sığınırım" demektir. Bu ise, "Günahsız olanı suçsuz yere alıkoyarak günah işlemekten Allah'a sığınırım" demektir.

Zeccâc şöyle demiştir: (......) ifadesinin başındaki en edatının, başına geldiği cümle mahallen mansubtur. Buna göre mana, "Başkasına mukabil diğer bir kimseyi tutmaktan Allah'a sığınırım" şeklindedir. Bu edatın başındaki min kelimesi düşünce, fiil ona karşılık mansub kılınmıştır."

Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm) "Çünkü o takdirde biz, elbette zalim oluruz" Bu, "Eğer herhangi bir insana, başkasının suçundan dolayı eziyet edersem, olsun ki haddi aşmış ve zulmetmiş olurum" demektir.

İmdi eğer sorulursa ki: "Bu hadise baştan sona, bir iftira ve bir düzendir. Öyle nasıl, önceden beri bir peygamber olmasına rağmen, Hazret-i Yusuf'un bu uydurma İse yönelmesi uygun olur? Halbuki insanlara sebepsiz yere eziyet etmek, hele hele töhmet sebebiyle oğlunun alıkonulduğunu anladığında babasının hüznü artıp, kederi şiddetlenecek olunca, masum bir peygambere, böyle bir tertip içine girmek olur da uygun düşer?"

Bu soruya şöyle cevap verilir: Belki de Allahü teâlâ Ya'kûb (aleyhisselâm)'un imtihanını (dolayısıyla ecrini) artırmak dilemiş, bundan ötürü de Yusuf'u affedip fidye almaktan menetmiştir. Bu tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Musa'nın, arkadaşı (Hızır'a), hayatta kalması halinde mutlaka azacak ve kâfir olacak çocuğu öldürmesini emretmesi gibidir.

Red Karşısında Çekilip Aralarında Konuşmaları

80

"Vakta ki artık ondan ümidlerini kestiler, fısıldaşarak bir yana çekildiler. Büyükleri dedi ki: "Babanızın sizden Allah adıyla te'minat almış olduğunu ve daha evvel Yûsuf hakkında işlediğimiz kusuru bilmediniz mi? Artık ben, ya babam bana izin verinceye, yahut benim için Allah hükmedinceye kadar, buradan katiyyen ayrılmam. O, hâkimlerin hayırlısıdır".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Onlar ellerinden gelen herşeyi yapmak demek olan, "Onun yerine birimizi alıkoy" sözünü söyleyince, Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) buna cevaben: "Eşyamızı nezdinde bulduğumuz kimseden başkasını yakalamamızdan Allah'a sığınırım" demişti . Böylece onlar, Hazret-i Yûsuf'un onu geri vermesi hususunda bütün ümidlerini yitirmişlerdi. İşte Cenâb-ı Allah, bunu anlatarak: "Vakta ki artık ondan ümidlerini kestiler, fısıldaşarak bir yana çekildiler" buyurmuştur ki bu da, onların, Hazret-i Yûsuf'un o kardeşlerini geri vermesinden tamemen ümid kestiklerini gösterir. "Fısıldaşarak bir yana çekildiler", "insanlardan uzak bir köşede aralarında fısıltı ile konuştular" demektir.

Kardeşlerin İçine Düştükleri Çıkmaz

Bundan muradın, onların, içine düştükleri durum üzerinde istişare etmeleri ve fikir alış-verişinde bulunmaları olduğunda bir şüphe yoktur. Çünkü onlar Bünyamin'i babasından, ancak kuvvetli bir söz verdikten sonra almışlardı ve üstelik daha önce Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) hakkında da bir töhmet altında idiler. Binâenaleyh eğer Bünyamin'ı babalarına götüremez iseler, şöyle çok büyük sıkıntılar meydana gelecekti:

1) Eğer babalarının yanına dönmeseler, o çok yaşlı olduğu için, yanında evlâdından hiçbiri olmaksızın tek başına kalması, büyük bir sıkıntı doğuracaktı.

2) Onların aileleri, yiyeceğe son derece muhtaç durumda idiler.

3) Çoğu kez Hazret-i Ya'kûb'un hatırına, bütün oğullarının öldüğü gelecekti ki bu, çok büyük bir keder demektir. Binâenaleyh, eğer onlar babalarına yanlarında Bünyamih olmaksızın dönecek olsalardı, çok utanacaklardı. Çünkü iş, zahiren, onların ilk oğluna hainlik ettikleri gibi, bu oğluna da hainlik ettikleri zannını doğuracaktı. Hem bu, onların babalarına verdikleri o güçlü söz ve ahidlerine, hiç değer vermediklerini de düşündürecekti. Bu sebeble, orasının bir şaşkınlık ve bir fikir alış-veriş yeri olduğunda şüphe yok. İşte bu, en uygun ve en doğruyu araştırmak için istişare etmeyi gerektiren bir durumdur. Ayetteki, "Vakta ki artık ondan ümidlerini kestiler, fısıldaşarak bir yana çekildiler" buyruğu ile, bu kastedilmiştir.

İkinci Mesele

Vahidi şöyle demektedir: "İbu Kesir'in, bunu ve (Yusuf, 110) ayetindeki fiili, hemzesiz olarak (......) şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. Bu fiil, tıpkı gibi, şeklinde de kullanılır. Bunu, (......) şeklinde okuyan, fiilin ayne'l fiili ile fâ'al fiilinin yer değiştirmiş olur. Binâenaleyh, olmuş olur ki bunun aslı, dir. Daha sonra, hafiflik olsun diye hemze kaldırılmıştır. Keşşaf sahibi, ayetteki manasında olduğunu, sin ve tâ'nın mübalağa için getirildiğini bunun tıpkı (Yûsuf, 32) tabirindeki gibi olduğunu söylemiştir.

Ayetteki tabirle ilgili olarak Vahidî şöyle der: "Arapça'da, birşeye karışmış olan şey, öz olandan ayrıldığı zaman denilir." Bununla ilgili, şu iki açıklama yapılmıştır:

a) Zeccâc: "Bu, "Onlar, kardeşleri olmaksızın, tek başlarına kaldılar" manasındadır" demiştir.

b) Diğer alimler buna, "Onlar, yabancılardan ayrıldılar" manasını vermişlerdir. Daha doğru olan da bu manadır.

Ayetteki neciyyâ tabiri iki manayadır:

a) Keşşaf sahibi şöyle demekte dir: "Bu, tıpkı kelimelerinin, mu'âşir (arkadaş) ve (Gece sohbet eden) manasına gelmesi gibi, (fısıldaşan) manasınadır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Onu, çok münacaat eden bir kimse olarak yaklaştırdık" (Meryem. 52) buyruğunda da bu manadadır.

b) Bu, şeklindeki masdar manasınadır. Nitekim bunun, "fısıldaşanlar olarak" demek olduğu da söylenmiştir. .Binâenaleyh ayetin manası, "Onlar, insanlardan ayrılıp bir kenara çekildiler, içlerine hiçbir yabancı karışmadı, insanlarda ayrı olarak fısıldaştılar" şeklindedir. Bu kelimenin, (......) şeklinde okunduğu da rivayet edilmiştir. Bu, "Aralarında fısıldaşan bir grup olarak" demektir. Bu izahların en güzeli şöyle denilmesidir: Onlar, bir kenara çekilip fısıldaştılar. Zira bu işlerden herhangibiri kimin başına gelse, o kimse sanki o şeyin bizzat kendisi olarak nitelenir. Binâenaleyh onlar, iyice fısıldaşmaya dalınca, san ki gerçekten fısıldaşmanın kendisi olmuş sayılırlar.

Cenâb-ı Hak "Büyükleri dedi ki" buyurmuştur. Bununla, onların yaşça büyük olanlarının kastedildiği söylendiği gibi, ki bu Rûbiyel'dir. Akılca büyük olanlarının kastedildiği de söylenmişti ki o da, Ya Hûda'dır Yahûda, onları daha (önceki hadisede), Hazret-i Yusuf'u öldürmekten vazgeçiren kimsedir.

Daha sonra, Cenâb-ı Hak, o büyüklerinin "Babanızın sizden Allah adıyla te'minat alrrı olduğunu ve daha evvel Yûsuf hakkında işlediğiniz kusuru bilmiyor musunuz" dediğini bildirmiştir.

Bu ifâde ile ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

İbn Abbâs (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) "Eşyamızı nezdinde bulduğumuz kimseden başkasını yakalamamızdan Allah'a sığınırım" deyince, Yahuci sinirlendi. O sinirlenip bağırınca, sesini duyan her gebe kadın çocuğunu düşürürdü (yani öylesine korkunç bağırırdı) ve bedenindeki bütün kıllar diken diken olurdu; Yakûb soyundan bir kimse elini, ona dokunmadıkça da teskin olmazdı. O, kardeşlerinden birine: "Mısır halkının pazarcılarına karşı beni koruyun, ben de sizi padişaha karşı koruyayım" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm). küçük oğluna: "Ona dokun" dedi. O da ona dokununca, Yahûda'nın gazabı teskin oluverdi. Yahûdâ, yeniden bağırmaya niyetlenince, Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) yere indi, onun elbisesinden tutup çekti, o yere düştü ve o anda, "Ey Aziz Kişi" dedi. Onlar, Yûsuf (aleyhisselâm)'un isteklerini kabul etmesinden ümidlerini tamamen kesince, aralarında istişare etmeye başlayarak "şüphesiz babamız, bizden Allah adına büyük bir söz aldı. Hem sonra biz zaten Yûsuf hadisesinden dolayı da töhmet altındayız. Bu belâdan nasıl kurtulacağız?" dediler.

İkinci Mesele

Ayetteki (......) ifâdesindeki mâ edatının, hangi mâ olduğu hususunda da şu izahlar yapılmıştır.

a) Bunun asıl manası "Bundan önce de Yûsuf hakkında ifrata düşmüş, aşırı gitmiş ve babanıza verdiğiniz sözü tutmamıştınız" şeklindedir.

b) Bu, mâ-i masdariyye olup, mahallen merfû ve mübtedadır, "daha evvel" zarfı da, onun haberidir. Manası: "Sizden Yûsuf hakkında da bir aşırılığınız evvel sâdır olmuştu" demektir.

c) Bu kelime, (......) fiilinin mef'ûlüne ma'tûf olmak üzere mahsus olup, takdiri, "Sizler, babanızın sizden söz aldığını ve daha evvel Yûsuf hakkında yaptığınız ifratınızı bilmiyor musunuz?" şeklindedir.

d) Bu, ism-i mevsûl manasına olup, "Bundan önce Yûsuf (aleyhisselâm) hakkında yapmış olduğunuz ifratınızı, o büyük hainliğinizi bilmiyor musunuz?" şeklindedir. O halde yapılan her iki izaha göre, bu ifade, mahallen hem merfudur, hem de mansubtur.

Daha sonra "Ben, (kendisine dönmem hususunda) babam bana izin verinceye kadar, yahut da benim için Allah, (benim buradan çıkmama yahut kardeşimi alanlardan almama, yahut da hangi yolla olursa, olsun, onu onun elinden kurtarmama dair bir) hüküm verinceye kadar, buradan (Mısır'dan) ayrılmayacağım. O, hâkimlerin en hayırlısıdır. Çünkü O Allah, sadece adalet ve hak ile hükmeder" demiştir. Velhasıl onun bu sözünden maksadı, Kendisinin babasına ve diğer insanlara karşı utancını sona erdireceği bir mazeretin ortaya çıkmasını istemektir. O, bu sözü, nasıl olursa olsun, mazeretini ortaya koymak için, sadece Allah'a yalvarıp yakarmıştır.

Oğullarının Hazret-i Yakûb (aleyhisselâm)'un Yanına Dönmeleri

81

Âyetin tefsiri için bak:82

82

"Siz dönün ve babanıza deyin ki, "Aziz babamız, oğlun hırsızlık yaptı. Biz bildiğimiz şeyden başkasına şâhidlik yapmayız. Gaybın bekçileri de değiliz. (İstersen), içinde bulunduğumuz (döndüğümüz) o şehrin ahalisine de, içlerinde geldiğimiz kervana da sor. Biz, şüphe yok ki doğru söylüyoruz".

Bil ki onları, en doğrusunun ne olduğu hususunda istişare edince, yapılacak en doğru işin, memleketlerine dönüp, babalarına hadiseyi aynen anlatmaları olduğu ortaya çıktı. Bu sözü söyleyenin, "Babam bana izin verinceye kadar (...) buradan katiyyen ayrılmam"(Yûsuf, 80) diyen o büyük kardeş olduğu açıktır. Bunun, Rûbiyel olduğu; Mısır'da kalıp diğer kardeşlerini babasına gönderenin o olduğu da söylenmiştir.

Buna göre şayet, "Bünyamin, özellikle doyurucu cevap verip, o tası yüküne koyanın, daha önce de onların yüklerine sermayelerini geri koyan kimse olduğunu söylediğine göre, daha nasıl onlar, delil olmadığı halde, Bünyamin'in hırsız olduğuna karar vermişlerdir?" denirse, buna birkaç şekilde cevap verilir:

1) Onlar, o tasın, kendilerinden başka hiç kimsenin giremeyeceği bir yere konulmuş olduğunu görmüşlerdi: Bundan dolayı, o tası münâdilerin Bünyamin'in yükünden çıkardıklarını görünce, zann-ı galibleri ile, onu Bünyamin'in almış olduğu hükmüne vardılar.

Bünyamin'in, "o tası benim yüküme koyan, sermayelerinizi sizin yükünüze koyan kimsedir" demesine gelince, aradaki fark açıktır. Çünkü onlar orada, sermayeleri yüklerine konulmuş olarak dönünce, sermayelerini yüklerine koyanların, onlar yar Hazret-i Yûsuf'un adamları olduğunu kabul etmişlerdi. Ama bu tasa gelince, hiç kimse bunu onların onun yüküne koyduğunu kabul etmemiştir. İşte bu sebebten ötürü zann-ı galibleri ile, bunu Bünyamin'in çaldığı neticesine varmışlardır. Bu zanna binâe-şâhitlik etmiş, bununla beraber buna kesinkes şahitlik etmediklerini de, "Biz bildiğimiz şeyden başkasına şâhidîik etmeyiz. Gaybın bekçileri de değiliz" diyerek belirtmişlerdir.

2) Bu, "Melikin ve adamlarının demesine göre, oğlun hırsızlık yapmış" demektir Bunun, Kur'ân'da örneği çoktur. Yani, kardeşleri, kendi değerlendirmelerini söylemiş olmayıp Hükümdarın adamlarının Bünyamin aleyhindeki iddalarını nakletmiş oluyorlar (ç). Nitekim Cenâb-ı Hak, "Hiç şüphesiz sen halim ve reşîdsin" (hud, 87) yani "sen kendi iddiana göre, halim ve reşîdsin" denildiğini bildirmiştir. Yine Hak teâlâ, "Tat (azabı), çünkü sen aziz ve kerîmsin", yani "kendi iddiana göre aziz ve kerimsin (ama bize göre hayır, böyle değilsin) "(Duhân, 49) buyurmuştur.

3) Senin oğlunun üzerinde, hırsızlığa benzer bir durum ortaya çıkmıştır." Böylesi şeylere de hırsızlık denir. Çünkü birbirine benzer iki şeyin birinin ismini diğeri için de kullanmak, Kur'ân'a göre mümkündür. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kötülüğün karşılığı ona denk bir kötülüktür" (Şura, 40) buyurmuştur.

4) Hazret-i Ya'kûb'un oğulları o zaman henüz peygamber değillerdi. Binâenaleyh onların böyle bir sözü, hele de bu zannı uyandıracak bir şey gördükleri zaman, tahmir olarak söylemiş olmaları uzak bir ihtimal değildir.

5) Ibn Abbas (radıyallahü anh)'ın bunu şeddeli olarak, "Oğluna hırsızılık isnâd edildi" şeklinde okuduğu da rivayet edilmiştir. Bu kıraata dayanarak bir tev yapmaya ihtiyaç yok. Çünkü o topluluk ona zaten hırsızlık isnad etmişti. Zira biz bu kitapta, böyle kıraatlerin soruları defedemeyeceğini daha önce söylemiştik. Çünkü problem ancak, "Birinci kıraat yanlıştır, doğrusu ise bu kıraattir" dediğimizde ortadar kalkar. Ama biz birinci kıraatin doğru olduğunu kabul ettiğimizde, ikinci kıraat doğru da olsa, yanlış da olsa, o problem devam eder. Binâenaleyh mutlaka daha öncek gibi izahlar yapılması gerektiği sabit olmuş olur.

Şehadet Kavramı Hakkında

Onların "Biz, bildiğimiz şeyden başkasına şâhidlik yapmayız" ifâdesine gelince, bunun manası açıktır. Bu, şâhidliğin, bilmekten başka birşey olduğuna delalet eder. Bunun delili işte bu ayettir. O halde bu, "şahâdet"in "ilim"der başka birşey olmasını gerektirir. Bir de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Birşeyi, ancak güneşi bildiğin gibi bildiğin zaman, ona şâhidlik et" buyurmuştur.

Bu da, bizim söylediğimiz hususa delâlet eder. Şehâdet, insanın "Ben şehâdet ederim" demesinden ibaret değildir. Çünkü insanın, "Ben şahadet ederim" sözü, şahidlik yapacağını haber vermedir. Halbuki şehâdet edeceğini söylemesi, şahidlik etmesinden ayrı bir şeydir. Bu sabit olunca biz diyoruz ki: Şehâdet (şahidlik), kelamcıların kelâm-ı nefs (insanın içten geçirmesi) dedikleri, zihnî bir hüküm veriş manasınadır.

"Gayb'ın Buradaki Manası

Onların "Gaybın bekçileri de değiliz" cümlesi ile ilgili olarak şu izahlar yapılabilir:

a) Onlar: "Biz, su kabının onun yükü içinden bulunup çıkarıldığını gördük. Ama gerçek durum bizce malum değil. Çünkü gaybı ancak Allah bilir" demek istemişlerdir.

b) İkrime, bunun "Belki de o su kabı, gece onun eşyası içine saklanmıştı" manasında olduğunu söylemiştir. Çünkü bazı Arapça lehçelerinde gece'ye "gayb" denir.

c) Mücahid, Hasan ve Katâde, buna, "Biz, oğlunun hırsızlık yapacağını bilemezdik. Eğer bunu bilseydik, onu padişaha götürmez ve geri getirme hususunda da Allah adına sana söz vermezdik" manasını vermişlerdir.

d) Nakledildiğine göre Ya'kûb (aleyhisselâm) onlara: "Farzedin ki o hırsızlık yaptı. Kral, Isrâiloğullarının şeriatına göre hırsızlık yapanın köle olarak alıkonacağını nasıl bildi? Hayır, hayır, aksine bunu ona bir maksadınızdan ötürü siz söylem işsin izdir" dediğinde onlar: "Biz bu hükmü ona, henüz bu hadise başımıza gelmezden önce söylemiştik. İçine düştüğümüz bu şeyin, başımıza geleceğini o esnada bilemezdik" demişlerdir. Buna göreayetteki, "Gaybın bekçileri de değiliz" cümlesi, işte buna bir işarettir.

Eğer, "Bu görüşe göre Ya'kûb (aleyhisselâm)'un Allah'ın bu hükmünü gizlemeye gayret göstermesi (oğullarının gizlemiş olmasını istemesi) ne derece doğrudur?" denilirse, biz deriz ki: Belki de hüküm, malı çalınan kimsenin müslüman olması şartına bağlanmıştı. İşte bunda ötürü o, bu hükmün kâfir sandığı o padişahtan saklanmasının mümkün olduğunu düşünmüştür.

Daha sonra Cenâb-ı Hak onların, "İstersen, içinde bulunduğumuz (döndüğümüz) o şehrin ahalisine de, içlerinde geldiğimiz kervana da sor" dediğini anlatmıştır.

Bil ki onlar zaten Yûsuf hadisesinden dolayı itham altında oldukları için, bu (yeni) ithamı kendilerinden savuşturmak için alabildiğine gayret göstererek, böyle söylemişlerdir. Alimlerin çoğu, burada geçen "Karye" (o şehir) sözünden, Mısır'ın kastedildiği görüşünde ittifak ederken, bazıları da bunlar muradın, Mısır'ın giriş kapısı üzerinde bulunan ve hırsızlık ile bunun araştırılması hadisesinin cereyan ettiği yer olduğunu söylemişlerdir. Bu hususta şu iki izah yapılmıştır:

a) Bununla, "O şehrin ahâlisine sor" manası kastedilmiştir. Fakat kısa ve ve olsun diye muzaf olan "ahâlisi" kelimesi hazfedilmiştir. Böylesi mecazî ifâde arapca'da meşhur ve yaygındır. Ebu Ali el-Fârisî: "Arapça'da bunun caiz olmadığ söylemek, tıpkı zarurî şeyleri kabul etmemek ve maddi varlıkları inkâr etmek gibi olu demiştir.

b) Ebu Bekr el-Enbâri: "Bu, şehire sor, kervana sor, duvarlara sor, onlar saf söyler ve bizim doğru söylediğimizi sana anlatırlar. Çünkü sen, Allah'ın en büyt peygamberlerdensin. Allah'ın, bir mucize olarak bu cansız şeyleri konuşturma ve sana bizim söylediklerimizin doğru olduğunu haber vermesi uzak bir ihtim değildir" demektir" der.

Burada şu şekilde, üçüncü bir izah daha yapılabilir: Birşey tamamen ortaya çıkıp kapalı tarafı kalmadığı zaman, "Onu göklere, yere ve bütün her şeye sor" denilir ki, bundan murad, o şeyin, hakkında şüphe kalmayacak derecede ortaya çıkmasıdır.

Onların "İçlerinde geldiğimiz kervana da (sor)" sözü hakkında müfessirler şöyle demişlerdir: "Kenanlılar"dan (hemşehrilerinden) bir grup insan, onlarla yol arkadaşı olmuşlardı. Bundan dolayı Ya'kûb'un oğulları ona: "Bu hadiseyi onlardan sor" demişlerdir.

Sonra, sözlerini iyice te'kîd edip anlatınca, "Biz, şüphe yok ki doğru söylüyoruz" yani, "Bizi töhmet altında tutsan da, tutmasan da, biz doğruyuz demişlerdir. Onların bu sözden gayeleri, kendi kendilerinin doğruluğunu ifâde etmek değildir. Çünkü bu, birşeyi yine kendisi ile isbat etme gibidir. Aksine insan, birşeyin doğru olduğuna dâir kesin bir delil zikredince, bundan sonra, "Ben, bu hususta doğruyum" der. Bu, "Sana söylediğim delilleri ve açık hüccetleri düşünürsen, şüphe tamamen gidecektir" manasına gelir.

Yakûb (aleyhisselâm)'un Onlara İnanmayıp Yûsuf Ne Bünyâmin'i Bulacağını Umması

83

"O dedi ki: "Hayır, sizi nefisleriniz aldatıp, bir işe sürüklemiştir. Artık güzel bir sabır. Allah'ın onların hepsini birden bana getirmesi yakın bir ümiddir. O alimdir, hakimdir".

Bil ki Ya'kûb (aleyhisselâm), oğullarından bu sözü işitince, söyledikleri sözde, daha önce Yûsuf (aleyhisselâm) hadisesinde de olduğu gibi, doğru olmadıklarna hükmetti ve: "Hayır, sizi nefisleriniz aldatıp, bir işe sürüklemiştir. Artık (bana düşen) güzel bir sabırdır" demiştir. O, bu sözü aynı şekilde Yûsuf hadisesinde de söylemişti. Fakat Yûsuf hadisesinde daha sonra: "Sizin şu anlatışınıza karşı yardımına sığınılacak (ancak) Allah'dır" (yusuf. 18) demişti. Bu hadisede ise, daha sonra: "Allah'ın, onların hepsini birden bana getirmesi yakın bir ümiddir" demiştir. Bu ayetle ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Bazı müfessirler şöyle demişlerdir: "Ayetteki: "Hayır, sizi nefisleriniz aldatıp, bir işe sürüklemiştir" buyruğundan maksad, daha önce Yûsuf (aleyhisselâm) hadisesinde "Hayır, sizi nefisleriniz aldatıp, bir işe sürüklemiştir" (Yûsuf, 18) dediği zamanki gibi, yalan ve hile değildir. Fakat Hazret-i Ya'kûb bununla, "Nefisleriniz, Bünyamin'i benden alma ve onu, menfaat elde etmek için Mısır'a götürme işini size süslü gösterip, sizi aldattı. Halbuki bundan şer ve zarar geldi. Onu sizinle beraber göndermem için bana ısrar ettiniz, ama Allah'ın takdirinin, sizin hesâb ve planlarınızn aksine tecelli edebileceğini bilmediniz" manasını kasdetmiştir. Belki de bunun manası: "Nefisleriniz sizi bu işte aldattı ve onun çalmadığı halde, gerçekten çaldığı zannını size verdi" şeklindedir

İkinci Mesele

Rivayet edildiğine göre, Rûbiyel, Mısır'da kalıp dönmemeye niyetlendiği zaman, padişah ona, kardeşleri ile birlikte gitmesini emredip: "Benden ayrılıp, gidin" dediği zaman, o öyle bir nâra attı ki, şehirde karnındaki bebeyi düşürmeyen gebe kadın kalmadı. Bunun üzerine Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm): "Onu bırakın (kalsın)" dedi. Diğerleri Hazret-i Ya'kûb'un yanına dönüp hadiseyi anlattıkları zaman, Hazret-i Ya'kûb (aleyhisselâm) ağladı ve: "Evlatlarım, ne zaman yanımdan ayrılıp gitseniz, biriniz eksiliyorsunuz. Bir defa gittiniz, Yûsuf eksildi; ikincisinde Şem'ûn; bu üçüncüsünde de Rûbiyel ve Bünyamin" dedi. Sonra yine ağladı ve: "Allah'ın, onların hepsini birden bana getirmesi yakın bir ümiddir" dedi. Bu hüküm ve neticeye, şu sebeblerden dolayı ulaşmıştı:

1) Hüznü, başındaki belası ve çektiği mihnetler iyice uzayınca, Allahü teâlâ'nın çok yakında artık bir çıkış yolu vereceğini bildi ve Allah'ın rahmetine hüsn-ü zan seslediğini gösterir bir üslub ile bu sözü söyledi.

2) Belki de Allahü teâlâ Yûsuf (aleyhisselâm)'dan dolayı düştüğü mihnetten sonra, ona, Yûsuf (aleyhisselâm)'un sağ olduğunu bildirdi veya onun için bu hususta birçok alâmetler ortaya çıktı, o da: "Allah'ın, onların hepsini birden bana getirmesi yakın bir ümiddir" da Çünkü onlar Yûsuf'u götürdükleri zaman, oniki kişi idiler. Yûsuf kayboldu ve onbir kişi kaldılar. Hazret-i Ya'kûb onları Mısır'a gönderdiği zaman da dokuz kişi olarak döndüler. Çünkü Bünyamin'i Hazret-i Yûsuf alıkoymuştu ve: "Artık ben, ya babam bana izin verinceye kadar, yahud benim için Allah hükmedinceye kadar, buradan katiyyen ayrılmam" (Yûsuf, 80) diyen büyük, kardeşleri de kendisini alıkoymuştu. İşte böylece kaybolanların, geri dönmeyenlerin sayısı üç olunca, o da: "Allah'ın, onlar hepsini birden bana getirmesi yakın bir ümiddir" demiştir.

Daha sonra o, "O, alimdir, hakimdir" demiştir. Yani Allah, işlerin hakikatlerini bilir, fazlına, ihsanına, rahmetine ve maslahata uygun olarak hususlarda hikmet sahibidir.

84

Âyetin tefsiri için bak:87

85

Âyetin tefsiri için bak:87

86

Âyetin tefsiri için bak:87

87

"Ya'kûb onlardan yüz çevirdi, "Vah Yusuf'a olan hasretim vah!" dedi ve hüznünden ve kederinden iki gözüne ak düştü. (Bununla beraber) o, artık gamını tamamen yutmakta idi. Dediler ki: "Hâlâ Yûsuf'u anıp duruyorsun Andolsun ki sonunda ya kederinden hastalanıp eriyeceksin, yahut helake uğrayanlardan olacaksın." O da dedi ki: "Ben kederimi ve hüznümü yaln Allah'a şikayet ediyorum ve Allah tarafından, sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum. Evlatlarım gidin, Yûsuf ile kardeşinden bir haber arayın. Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Zira hakikat şudur ki kâfirler gürûhundan başkası, Allah'ın rahmetinden ümid kesmez".

Bil ki Ya'kûb (aleyhisselâm), oğullarının sözünü işitince, kalbi gerçekten sıkıntı ile dara-ve onlardan yüz çevirip ayrıldı. Sonra onları çağırttı ve onlara döndü dedi ki:

Buradaki birinci makama (duruma) gelince ki bu, onun onlardan yüz çevirip, yıasıdır. Bu "Ya'kûb onlardan yüz çevirdi. Vah Yûsuf a dan hasretim, vah!" ifâdesi ile anlatılan husustur.

Hazret-i Ya'kûb'un Yûsuf'a Daha Çok Üzülmesinin Sebebi

Bil ki, Hazret-i Ya'kûb, Bünyamin ile ilgili olarak oğullarından o sözü duyunca, göğsü, Yûsuf'a olan tasası ve hüznü iyice büyüdü ve, "Vah, Yusuf'a olan hasretim, dedi. Şu sebeplerden dolayı bu hadise tahakkuk edince, Hazret-i Ya'kûb'un, Yusuf'undan ayrılması sebebiyle hüznü büyümüştür:

1) Yeni hüzün, eski ve içte bulunan hüznü kuvvetlendirir. Yara yaraya eklendiğinde fazla acı verir. Nitekim şair Mütemmim b. Nüveyre şöyle demiştir:

Ricadaşım beni kabirlerin yanında ağlayarak öldürücü gözyaşları akıttığım için dedi ki: "Gördüğün her kabre ağlıyor musun? Kumlar ve çukurlar arasın olan her mezara?!" Ona dedim ki: "Üzüntü üzüntüyü tahrik eder. Binâenaleyh beni bırak. Bunların tamamı Malik'in kabridir.

Zira o, bir kabir gördüğü her defasında, kardeşi Malik'i kaybetmekten ötürü tazeleniyor ve çevresindekiler kendisini ayıplıyorlardı. O da, "üzüntü üzüntüyü soğurur" diye cevap veriyordu.

Bir başkası da, şöyle demiştir:

"Beni unutmadın, ya da en azından, ondan sonraki musibetlerde. Fakat, yaranın yarayla dağlanması çok acı vericidir."

2) Bünyamin ve Yûsuf'un annesi birdi. Dolayısıyla hem suret hem de sıfatından aralarında mükemmel bir benzerlik bulunuyordu. Binâenaleyh, Ya'kûb Bünyamin'i görmekle, Yûsuf'u görür gibi olarak teselli buluyordu. Olan şey teselliyi gerektiren şey de zail olup gitti. Böylece de, Ya'kûb'un elemi ve arttı.

3) O'nun başta gelen derdi, Yûsuf'u kaybetmiş olmasıydı. Ona karşı duyduğu her şeye karşı duyduğu üzüntü demekti.

4) Bu musibetler, birtakım sebeplere bağlanabilecek, izahı mümkün belalar idi. Yûsuf'un hadisesine gelince, Ya'kûb (aleyhisselâm), oğullarının ileri sürmüş oldukları mazerette yalancı olduklarını biliyordu. Gerçek sebep ise, onun tarafındar malum değildi. Hem Ya'kûb (aleyhisselâm), onların hayatta olduklarını biliyordu. Yûsuf'a gelince, Ya'kûb (aleyhisselâm) onun hayatta olup olmadığını bilmiyordu. İşte bu sebeplerder dolayı, Hazret-i Ya'kûb'un, Yûsuf'tan ayrılmasından dolayı olan iştiyak ve özlemi artmış (onun ölü mü, diri mi olduğuna dair) halini bilmemekten dolayı içinde bulunduğu musibet, son derece şiddetli olmuştu.

İkinci Mesele

Bazı câhil kimseler Hazret-i Ya'kûb'u "Vah Yûsuf'a olan hasretim, vah!" demesinden dolayı tenkit ederek şöyle demişlerdir: "Zira bu, feryâd u figan etmek ve Allah'dan şikayetçi olmak demektir ki, bu caiz değildir." Alimler ise, durumun, bu câhilin zannetiği gibi olmadığını açıklamışlardır. Bunun izahı şöyle yapılabilir:

Ya'kûb (aleyhisselâm), bu sözü söylememiştir. Ama, sonraysa, onun ağlaması büyük olmuştur ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın, 'Ve hüznünden ve kederinden iki gözüne ak düştü" buyruğundan anlaşılandır. Sonra o lisanını bağırıp çağırma ve uygun olmayar şeyler söylemekten alıkoymuştur ki, bu, ayetteki ifadesinden anlaşılmaktadır Sonra, yine Ya'kûb (aleyhisselâm) o şikâyetini hiçbir insana da açmamıştır. Bunun delili, Ya'kûb (aleyhisselâm)'un, "Ben kederimi ve hüznümü yalnız Allah'a şikâyet ediyorum' demesidir. Bütün bunlar, onun musibet ve sıkıntısının şiddetlenmesi halinde, onun sabretmiş olduğuna ve o sıkıntısını ve kederini sinesinde taşıdığına ve hiç kimseye şikayette bulunmadığına, böylece de pek yerinde olarak, bu sayede büyük bir medih ve büyük bir övgüye mazhar olduğuna delâlet eder.

Ya'kûbun Hüznünü Cebrail'in Teskin Etmesi

Rivayet olunduğuna göre Yûsuf (aleyhisselâm) Hazret-i Cebrail'e "Ya'kûb hakkında bir bilgin var mı?" diye sorduğunda, Cebrail "Evet" deyince de: "Onun hüznü ve kederi ne noktadadır?" der. Cebrail "Onun kederi yetmiş tane "seklâ"nın kederi gibidir" der. Seklâ tek bir çocuğu olup, sonra da o çocuğu ölen kadına denilir. Bunun üzerine Hazret-i Yûsuf: "Onun için bu hususta bir mükâfat var mıdır?" deyince de, Cebrail (aleyhisselâm) "Evet, yüz şehit mükâfaatı vardır" der.

Buna göre şayet, Muhammed İbn Ali el-Bakır'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bir pir-i fâni, Ya'kûb'a uğrayarak, ona "sen İbrahim misin?" der. Bunun üzerine Ya'kûb (aleyhisselâm) da: "Ben, onun oğlunun oğluyum; sıkıntılarım beni böyle değiştirdi. güzelliğimi ve kuvvetimi giderdi" dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Ya'kûb'a "Sen beni, her ne zaman kullarıma şikayet ettiğinde, izzet ve celâlime kasem olsun ki. eğer sen beni şikayet etmeseydin, ben sana senin etinden ve kanından daha iyisini verirdim (seni gençleştirirdim)" diye vahyetti. İşte, bunun üzerine Hazret-i Ya'kûb bundan sonra: "Ben kederimi ve hüznümü yalnız Allah'a şikayet ediyorum" der oldu.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ya'kûb'u kardeş edinen bir kardeşi bulunuyordu. O, Ya'kûb'a "Görmeni gideren, sırtını kamburlaştıran nedir?" diye sordu. Bunun üzerine Hazret-i Ya'kûb da: "Gözümü gideren, Yûsuf sebebiyle ağlamam; sırtımı kamburlaştıran da, Bünyamin'e olan kederimdir" dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Ya'kûb'a: "Beni, benden başkasına şikayet etmekten çekinmez misin?" diye vahyetti. Bunun üzerine Ya'kûb (aleyhisselâm) "Ben kederimi ve hüznümü yalnız Allah'a şikâyet ediyorum" diyerek, sözünü "Ya beli bükülmüş, gözleri kör olmuş bu pir-i faniye acımaz mısın? Yûsufun Bünyamin'in kokusunu bana tekrar koklat" diye sürdürdü. Bunun üzerine Cebrail, ona müjde vererek Allah'ın şöyle dediğini nakletti: "Şayet onlar ölü dahi olsalar onları dirilteceğim. Binâenaleyh, fakir ve yoksullar için bir yemek hazırla. Zira kullarımın bana en sevimli olanları peygamberler ve yoksul kimselerdir." Yakub (aleyhisselâm) kahvaltı yapmak istediğinde bir münadî, "Kahvaltı yapmak, yemek isteyen, Ya'kûb'la beraber yapsın!" diye bağırdı. Yine, Ya'kûb (aleyhisselâm) oruç tuttuğunda, iftar esnasında da aynı şekilde bağırırdı. Rivayet olunduğuna göre Ya'kûb (aleyhisselâm). yaşlılıktan dolayı, dökülen kaşlarını bir bezle sarıyordu. Daha önce Yusuf, 18 ayetinin tefsirinde de bu ibarenin aynısı geçmişti. Manasını anlayamadık. Yazmalara başvurunca birçok nüshada ibarenin bu şekilde olduğunu tesbit ettik (Köprülü No: 120, Varak 490/a) Bunun üzerine kedisine birisi: "Bu başına gelenler ne?" deyince de o: "Ömrümün uzunluğu ve erlerimin çokluğu" dedi. Bundan dolayı Allahü teâlâ ona: "Ey Ya'kûb, beni şikâyet mi ediyorsun?"diye vahyedince de o, "Ya Rabbi, bir hatadır yaptım. Binâenaleyh hatamı bağışla" dedi" denilirse, biz deriz ki:

Biz Ya'kub'un yaptığının, sadece sabır, sebat edip, feryâd ü figan etmemek olduğunu delilleriyle birlikte bildirmiştik. (Artık başka söze itibar olunmaz.) Rivayet olunduğuna göre ölüm meleği Ya'kub'un yanına girince Ya'kûb ona: "Sevgilimi görmeden önce, canımı almak için mi geldin?" deyince Azrail ona: "Hayır, ben senin hüznünle hüzünleneyim, sevincinle de sevinç duyayım diye geldim" der. Ağlamak ise günah sayılmaz. Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, oğlu İbrâhim'e ağlayarak, "Kalb hüzünlenir; göz, yaş akıtır. Biz Rabbimizi kızdıracak şey söylemiyoruz. Ey ibrahim, biz senden dolayı kederliyiz, hüzünlüyüz" demiştir. Hem insanı hüznün kaplaması, onun irâdesi ve tercihiyle olmaz. Dolayısiyle bundan herhangi bir sorumluluk doğmaz. Ama ah, of etmek; ağlamak, gözlerden bardaktan boşanırcasına göz yaşı akmasına gelince, kişi, bazan bunları defedemeyebilir.

Ey bu soruyu soran kimse! Sizin ileri sürdüğünüz şeylere gelince: Onlar da Ya'kûb (aleyhisselâm)'a itabvari gelen hitaplar, ancak ebrânn hasenatının, mukarreblerin seyyiatı gibi kabul edilmesinden dolayı varid olmuşlardır. Hem burada, şöyle bir başka incelik de bulunmaktadır: İnsan, hayrete düşüp tereddüt ettiği bir yerde mutlaka Allah'a başvurur. Ya'kûb (aleyhisselâm) Yûsuf'un hayatta mı yoksa ölmüş mü olduğunu bilmiyordu. O, bu hususta lehte veya aleyhte herhangi birşey söylemiyor, tavaakkuf ediyordu. Onun bu hususta tavakkuf etmesi sebebiyle de Cenâb-ı Allah'a yönelmea daha da fazlalaşmış, -bu mesele dışında- O'ndan başka hiçbir şeye dönüp bakmaz olmuştu. Onun bu hadisedeki tavır ve hareketleri farklı farklı olmuştur. Bazı zamanlar o, çoğu kez, Allah'ı zikretmeye o denli dalardı ki, bu hadiseyi hiç hatırlamazdı. Binâenaleyh, bu hadiseyi hatırlamak, o hadiseyi hatırlamaması gibi olmuştur. Bu sebepten dolayı Hazret-i Ya'kûb'a nisbetle bu hadise, Hazret-i İbrahim'in ateşe atılması ve kesilmesi istenen oğlunun kesilmesi hadisesi gibi olmuştur.

Hazret-i Ya'kûb Niçin Tam Teslimiyet Göstermedi?

İmdi, eğer sorulursa ki: "Şiddetli bir musibet geldiğinde, Hak teâlâ'nın, "Onla yok mu? Rablerinden mağfiretler ve rahmet hep onların üzerindedir ve onlar doğr yola erdirilenlerin tâ kendileridir" (Bakara, 157) buyruğunda bahsedilen bu büyük mükâfaata müstehak olabilmesi için, onun "Biz Allahınız ve biz ancak döneceğiz" (Bakara, 156) demesi daha evlâ değil miydi?" denilirse, biz deriz ki:

Bazı müfessirler, "İstirca (26) "Istircâ, bir musibet ve belâ esnasında mü'minin demesidir. bu ümmetten başka hiçbir ümmete verilmemiştir. Binâenaleyh Allah, bu ümmete bir musibet isabet ettiğinde, onların böyle söyleyerek mükâfaat elde etmeleri için, sâdece bu ümmete ikram etmiştir" demişlerse de, bu bana göre, şu sebeplerden dolayı zayıftır: Zira kişinin "Biz Allahınız" şeklindeki sözü, bizim, Allah'ın mülkü olduğumuza, bizi yaratıp var edenin O olduğuna; "ve biz ancak ona döneceğiz" demesi de, haşr ve Kıyametin mutlaka olacağına bir işarettir. Bunun böyle olduğunu bilmeyen bir ümmet olacağı düşünülemez. Binâenaleyh, bazı belâ ve musibetler gelirken, bunu bilen kimse, mutlaka sonunda da, Allah'a rücû edeceğir döneceğini bilir. İşte bu noktada, o musibete karşı tam bir teselli meydana gelir. Allah'ı tasdik etmiş, O'na iman etmiş olan kimsenin bunu bilmemesi imkânsızdır.

Üçüncü Mesele

Onun, "Vah hasretime!" ifâdesi esefe, tasaya nida etmektir Bu tıpkı, bir kimsenin, "Ey hayret, ey şaşkınlık demesi gibidir ki bu, sanki o, esefe tasaya bağırmış ve "Bu senin tam gelme ve bulunma zamanındır" demektir. Biz bu açıklamayı, pekçok yerde izah ettik. Bunlardan birini, meselâ Cenâb-ı Hak'tan (Yûsuf, 31) ayetinin tefsirinde geçmişti. Esef kelimesi, elden kaçırılan şeye karşı duyulan hüzün ve keder anlamına gelir. Leys şöyle demiştir: "Başına birşey gelir, sen de ondan dolayı mahzur olur ve onu savuşturmaya da gücün yetmezse, sen hem esîf, yani hüzünlü, hem ne müteessif, kederlenmiş olursun." Zeccâc da şöyle demiştir: "Aslolan, bunun "Ya esefi" "Ey esefim, tasam" şeklinde kullanılmasıdır. Ancak ne var ki, izafet yâ'sının, etif ve fethanın hiffetinden dolayı, elif-i maksure ile değiştirilmesi caizdir.

Hazret-i Ya'kûb'un Gözlerine Perde İnmesi

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Ve hüzünden ve kederinden iki gözüne ak düştü" buyurmuştur. Bu hususta da şu iki izah yapılabilir:

1) Ya'kûb (aleyhisselâm) "Vah Yûsuf'a olan hasretime, vah" deyince, onu hep ağlamak tutmuştur. Ağlamak tutunca da, gözlerindeki su çoğalmıştır. Böylece, onun gözleri sanki o suyun beyazlığından dolayı beyazlanmıştır. O halde Cenâb-ı Hakk'ın "ve hüznünden ve kederinden iki gözlerine perde indi" ifadesi, ona ağlamanın hâkim olmasından ve çok ağlamasından bir kinaye olmuş olur. Bu izahın doğruluğunun delili şudur: Hüznün tesiri, körlüğün meydana gelmesinde değil, ağlamanın ona hakim olmasındadır. Binâenaleyh, ayette bahsedilen beyazlanmayı, aklığı, ağlamanın hakim olması manasına alırsak, bu sebeb makul ve yerinde olur. Ama onu, kör olması anlamına hamledersek, bu sebep ve talîl, güzel, makul ve yerinde olmaz. Binâenaleyh, bizim bahsettiğimiz daha yerinde olmuş olur. Bu açıklamayı, deliliyle beraber Vahidî, Kitâbu'l-Basît'inde İbn Abbas'tan rivayet etmiştir.

2) Bununla, Hazret-i Ya'kûb'un kör olması kasdedilmiştir. Mukatil şöyle der: "Ya'kûb (aleyhisselâm) altı sene kör kalmıştır. Derken Allahü teâlâ, onun gözlerini, Yûsuf'un gömleği ile açmıştır ki, bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Şu benim gömleğimi götürün de onu babamın yüzüne atın., iyice görür (bir hale) gelir" (Yûsuf, 93) ayetinden anlaşılan husustur. Denildiğine göre Cebrail (aleyhisselâm), Yûsuf (aleyhisselâm) hapiste iken, onun yanına varmış ve: "Babanın gözlen, sana olan kederinden dolayı gitti" demiş, bunun üzerine de Yûsuf ellerini başına koyarak: "Keşke annem beni doğurmasaydı ve ben de, babamın bu denli üzülmesine sebep olmasaydım!" der. Bu görüşü ileri sürenler şöyle demişlerdir: "Devamlı hüzün, devamlı ağlamaya; devamlı ağlama da kör olmaya yol açar; o halde hüzün, bu yolla körlüğün sebebi olmuş olur. Devamlı ağlamak körlüğe sebeb olmuştur. Zira bu, gözbebeğinde bir bulanıklık meydana getirir." Onlardan bazıları da, Ya'kûb'un kör olmadığını, ancak ne var ki onun görmesinin azaldığını söylemişlerdir. Yine, Ya'kûb (aleyhisselâm)'un gözlerinin, Yûsuf'tan ayrıldığı vakitten, onunla karşılaşıncaya kadar geçen zaman içinde hep yaşlı olduğu kurumadığı; bu müddetin ise seksen yıl olduğu ve yeryüzünde Allah nezdinde Ya'kûb'tan daha kerim ve iyi bir kimsenin olmadığı da ileri sürülmüştür.

Ayetteki (......) kelimesine gelince, bil ki bu kelime, hânın ötresi, zânın da sükûnu ile hüzn şeklinde okunmuştur. Hasan el-Basri ise, hânın ve zânın fethasıyla hazen şeklinde okumuştur. Vahidî şöyle der: "Alimler hüzn ile hazen kelimelerinin manası hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bir kısmı hüzn ağlamak; hazen ise "üzüntü ve keder" anlamına geldiğini ileri sürerken, bazıları da, bu iki kelimenin her iki manayı ifâde eden iki kullanılış olduğunu ileri sürmüşlerdir. Nitekim Arapça'da "Ona şiddetli bir hüzün (veya hazen) isâbe: etti" denilir. Bu, ekseri dil alimlerinin benimsediği görüştür. Yûnus, Ebu Amr'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bu kelime, nasb yerinde olduğu zaman, Araplar, hem hâ hem de zâ'yı fetha ile okurlar. Bu Cenâb-ı Hakk'ın, "kederlerinden gözlen yaş döke döke döndüler" (Tevbe, 92) buyruğunda olduğu gibidir. Bu kelime, cer veya ref yerinde kullanıldığında, Araplar hâ'yı dammeli okurlar. Nitekim, burada (Yusuf, 84) böyledir. Buradaki (Yûsuf, 86) kelimesi de mübtedâ olarak ref yerindedir. Ayetteki (......) kelimesi, faîl sîğası ism-i faîl manasına gelebileceği için kâzım manasında olması caizdir. Kazım hüznünü tutan, onu ortaya koymayan demektir. İbn Kuteybe şöyle demiştir: Buradaki faîl sîğasının ism-i mef'ûl olan mekzûm manasına gelmesi de caizdir. Buna göre bunun manası, kederden dolmuş şeklindedir. Bu ifâde, su kabı alabildiğine doldurulduğunda söylenilen tabirinden alınmadır. Bunun, Hazret-i Ya'kûb'un çocuklarına karşı öfke ile dolmuş olması anlamına gelmesi de caizdir.

Bil ki, insanların uzuvlarının en kıymetlisi, bu üç şeydir. Böylece Allahü teâlâ, bu uzuvların gam ve kedere battığım, belendiğini beyân buyurmuştur. Derken Yakub'un lisanı "Vah hasretime" demekle gözü ağlama ve beyaz perde inmesi ile; kalbi de, alabildiğince dolmuş ve suyun çıkmasına imkân vermeyen bir kap haline benzeyen şiddetli bir gam ile meşgul idi. Bu, o gamı iyice vasfeden bir tabirdir.

Hazret-i Ya'kûb'u Kınamaları

Cenâb-ı Hakk'ın "Dediler ki:"Hâlâ Yûsuf'u anıp duruyorsun. Andolsun ki sonunda ya kederinden hastalanıp eriyeceksin, yahut helake uğrayanlardan olacaksın" buyruğuna gelince, bununla ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

İbnu's-Sikkît şöyle demektedir: "Arapça'da aynı manada olmak üzere "falan işi yapmaya devam ediyorum" denilir ve bu ifadeler, mutlaka olumsuzluk edatıyla kullanılır." İbnu Kuteybe şöyle demiştir: "Arapça'da, sen herhangi birşeyi unuttuğun ve ondan koptuğun zaman, dersin." Nahivciler şöyle demişlerdir: "Burada, (......) veya (......) manasında olmak üzere, olumsuzluk hali takdir edilmiştir. Bunun hazfi de caizdir. Çünkü şayet, bundan olumlu mana kasdedilmiş olsaydı, tıpkı "Vallahi yapacaksın" tabirinde, o zaman bu ifâde lâm ve nûn ile olmak üzere şeklinde olurdu. Binâenaleyh, bu ifâde lâm ve nûnsuz kullanıldığına göre, burada bir (......) edatının takdir edilmiş oduğu anlaşılmış olur. Nahivciler bu konuda İmriu'l-Kays'ın şu beytini misal olarak iletmişlerdir: "Ben de dedim ki Allah'a yemin olsun, oturma halimi terketmeyeceğim." "Bu, "Ben oturmaya devam edeceğim" demektir. Bunun benzeri misaller pek çoktur. Müfessirlere gelince, bu ifâde hakkında şöyle demişlerdir: İbn Abbas, Hasan-ı Basrî, Mücâhid, Katâde, bu ifâdeye: "Onu hep anıyorsun" manasını verirlerken,

Mücâhid'den bu ifâdeye, "Onu anmaktan hiç geri durmuyorsun" manasını verdiği, böylece de onun "fütur" kelimesiyle " fütû " kelimesini aynı anlama aldığı nakledilmiştir.

İkinci Mesele

Harad Kelimesinin Manası

Vahidî, Maânil-Kur'ân müelliflerinden şunu nakletmiştir: (......) kelimesinin asit, hüzün ve sevgiden dolayı, akılın ve bedenin bozulması demektir. Binâenaleyh bir kimsenin, sözünün manası, "Onu ona karşı tahrik ettim ve onu, ona karşı kızıştırdım" şeklinde olur. Nitekim Cenâb-ı Hak da "Ey peygamber, mü'minleri harbe teşvik et!" (Enfal, 65) buyurmuştur.

Bu esası iyice kavradığında biz diyoruz ki: O zatı yani Ya'kûb'u bu şekilde nitelendirmek, ya bir muzafın takdir edilmesi ve meselâ denilmesi suretiyledir yahut da Hazret-i Ya'kub'un bedeninin bozulması ve aklının da zayıflaması hususunda derece kötü durumda olduğu manası murad adiloiğl içindir. Böylece, bu ikinci manaya göre Ya'kûb (aleyhisselâm), bizzat bozulma ve zayıflamanın ta kendisi olmuş olur.

Râ'nın kesresiyle harıd şeklinde okunmasına gelince, bu durumda bu kelime, ism-i fail olur. Bu kelime, her iki şekilde de okunmuştur.

Bunu da iyice kavradığında biz diyoruz ki: Müfessirlerin bu hususta çeşitli açıklamaları bulunmaktadır:

a) (......) kelimesi, bedence ve akıl cihetinden bozulan demektir.

b) Nâfi İbni'l-Ezrak, İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan, (......) kelimesinin ne demek olduğunu sormuş, bunun üzerine o da, "Ağır ve müzmin hasta" demiştir.

c) Bu kelime ne diri ne de ölü olmayan, (komada bulunan) kimse anlamına gelir. Ebu Ravk, Enes İbn Mâlik'in bu ayeti hânın dammesi ve rânın da sükûnuyla (......) şeklinde okuduğunu ve onun, buna göre bunun manasının "nerdeyse sen cöven otu gibi olacaksın" şeklinde olduğunu söylediğini nakletmiştir.

Ayetteki (......) kısmına gelince: Ayetin manası şudur: "Onlar babalarına, "Sen, Yûsuf'u, hüzün ve ona ağlamakla anmaktan hiç geri durmuyorsun.

Böylece sen bedeninin artık onulmaz bir derde yakalanmasına sebep olacaksın veyahut da kederinden öleceksin" demişlerdir. Böylece onlar sanki, "sen, şu ande çok büyük bir belâ içindesin. Böylece biz bundan daha fazlasının, daha kötüsünür meydana geleceğinden endişeleniyoruz" demişler ve onlar bu sözleriyle onu, çok ağlayıp çok üzülmekten men etmek istemişlerdir.

Buna göre şayet, "onlar niçin, bunu kesinlikle bilmedikleri halde, bu hususta nas yemin etmişlerdir?" denilirse, biz deriz ki:

Onlar işi, zahire hamletmişlerdir. Yine buna göre " sözünü söyleyenle' kimdir?" denilirse, biz deriz ki: En açık olan duruma göre, bunlar, onlardan ayrılar kardeşler değildir; aksine bunlar, Ya'kûb'un evinde bulunan torunları ve hizmetçilerdir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak Ya'kûb (aleyhisselâm)'un

"Ben kederimi ve hüznümü yalnız Allah'a şikayet ediyorum" dediğini nakletmiştir Yani, "Bu söylediğim şeyi, size karşı söylemiyorum. Ben bunu, Allah'ın huzurunda O'na arzediyorum" demektir. İnsan, şikayetini Allah'a arzettiğinde, muhakkikle zümresinden olur. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Öfkenden uzana, gazabından affına ve senden sana sığınırım"buyurmuştur. Muvaffak kılan, ancak Allah'dır.

(......) kelimesi dağıtmak, neşretmek ve yaymak anlamına gelir. Nitekirr Cenâb-ı Hak, "deprenen her hayvanı orada üretip yaydı" (Bakara, 164) buyurmuştur. O halde, hüznü, kederi insan açığa vurmayıp gizlediğinde, bu (keder) olur. Onu başkasına açtığındaysa, bu da (......) olur.

Ulema şöyle demiştir: "Bess" hüznün ileri derecesi, "hüzün de, "hemm (keder)'in ileri derecesidir. Bu böyledir, zira insan, onu söylemediği zaman, o hüzün o insana hükümran olmaz, ama hüznü büyüyüp de insan onu içinde saklamaktan aciz kalarak, dili de istemeye istemeye onu söyleyince, bu "bess" diye İsimlendirilir ki, bu durum, insanın, ona karşı aciz kaldığına ve hüznün o insana artık hakim olduğuna delâlet eder." O halde Hazret-i Ya'kûb'un ifâdesinin manası, "Ben, çok ve az kederlerimi ancak Allah'a açarım, O'na dökerim" şeklinde olur. Hasan el-Basri, her iki harfin hem fethası hem de dammesiyle hazenî, ve hüzüni diye okumuştur.

Denildiğine göre, birisi Ya'kub(aleyhisselâm)'un yanına girer ve "Ey Ya'kûb, bedenin zayıfladı; bitkinleştin. Halbuki daha henüz, ileri bir yasa varmadın" der. Bunun üzerine Ya'kûb (aleyhisselâm): "Başıma gelen, gamımın fazlalığından dolayıdır" deyince, Allahü teâlâ ona "Ey Ya'kûb, beni mahlûkatıma şikâyet mi ediyorsun?" diye vahyeder. Bunun üzerine Ya'kûb (aleyhisselâm) "Ya Rabbi! Bir hatadır yaptım: benim bu hatamı bağışla" dedi.

Allah da onun bu hatasını bağışladı. Artık bundan sonra Ya'kûb (aleyhisselâm) bir şey isteyince de, "Ben kederimi ve hüznümü yalnız Allah'a şikâyet ediyorum" der oldu.

Rivayet olundğuna göre Cenâb-ı Hak Ya'kûb (aleyhisselâm)'a şöyle vahyetmiştir: "Ben sizde bir hata buldum, bundan ötürü gücendim; çünkü siz, bir koyun kesmiştiniz de. kapınıza gelen bir fakire ondan yedirmemiştiniz Benim yaratıklarımın bana en sevgili olanı, peygamberler ve yoksul kimselerdir. Binâenaleyh bir ziyafet hazırla ve ona, fakir fukarayı davet et!" Hazret-i Ya'kûb'un, çocuğu ile beraber bir cariye satın alıp, onun, çocuğunu sattığı; derken o cariyenin ağlama sonucunda kör olduğu da ileri sürülmüştür.

Hazret-i Ya'kûb'un Ümidinin Sebebleri

Daha sonra Ya'kûb (aleyhisselâm) "Ve Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum" demiştir ki, bu, "Allah'ın rahmet ve ihsanına dair sizin bilemiyeceğiniz nice rahmetini ve ihsanını bilirim. O, benim ummadığım bir yerden genişliği, ferahlığı getirendir" demek olup, bu, Hazret-i Ya'kûb'un, Yûsuf'un kendisine gelip ulaşmasını gözettiğine, beklediğine bir işarettir. Alimler, bu gözetlemenin sebebi hususunda şunları söylemişlerdir:

1) Ölüm meleği Ya'kûb (aleyhisselâm)'un yanına gelince, Ya'kûb ona: "Ey ölüm meleği, oğlum Yûsuf'un canını aldın mı" deyince o: "Hayır, ey Allah'ın nebisi" der, sonra da Mısır tarafına işaret ederek, "Onu, orada ara" der.

2) O, Yûsuf (aleyhisselâm)'un rüyasının gerçek ve sadık olduğunu biliyordu. Zira Yûsuf hakkındaki rüşd ve kemâl emareleri, onun üzerinde apaçık ve zahir idi. Yûsuf (aleyhisselâm) gibi kimselerin rüyası boşa çıkamazdı.

3) Belki de Cenâb-ı Hak. Ya'kûb'a, Yûsuf'u ona ulaştıracağını, kavuşturacağını vahyetmiş; ancak ne var ki O, o vakti bildirmemişti. İşte bundan dolayı Ya'kûb (aleyhisselâm), bir sıkıntı içinde kalakalmıştı.

4) Süddî şöyle demiştir: "Hazret-i Ya'kûb'un oğulları, kralın hâl ve hareketlerindeki üslûbunu, O'nun mükemmelliğini Ya'kûb'a bildirdiklerinde, Ya'kûb (aleyhisselâm) onun Yûsuf olması ümidine düşerek; "Bu gibi hareket tarzının, kâfirde zuhur etmesi mümkün değil!" dedi.

5) Ya'kûb (aleyhisselâm), Bünyamin'in hırsızlık etmeyeceğini kesinlikle biliyordu. O, kralın, Bünyamin'e eziyet etmediğini ve onu dövmediğini de duymuştu. Böylece o, zann-ı galibi ile, o kralın Yûsuf olduğu kararına vardı. Birinci mukaddime hakkında söylenebilecek sözün tamamı budur.

İkinci mukaddimeye gelince, buna göre Ya'kûb (aleyhisselâm) çocuklarının yanına varmış ve onlarla yumuşak bir biçimde konuşmuştur ki, bu da Ya'kûb'un, "Evlatlarım gidin, Yûsuf ile kardeşinden bir haber arayın" şeklindeki sözüdür.

Bil ki Ya'kûb (aleyhisselâm), bahsedilen ipuçlarına binâen Yûsuf'un bulunacağı hususun ümitlenince, oğullarına "Yûsufdan haber arayın" demiştir. (Tehassüs) bir şeyi duyu organlarıyla, hasse ile araştırmak demektir. O halde hasse, görme ve duyma benzeyen şey demektir. Ebû Bekr el-Enbarî şöyle demiştir: "Bu fiil Arapça'da min ile değil de an ile kullanılır. Ayette ise, min edatı, an yerinde kullanıldığı için, (......), denilmiştir. Bu (......)'in, teb'iz, kısım için olduğu da söylenebilir. Buna göre man "Yûsuf ile ilgili bazı haberler araştırın ve Yûsuf'la ilgili haberlerin bir kısmı değerlendirin" şeklinde olur, O halde, kendi ba'ziyyet manası bulunduğu için bu ayette bu fiil min ile kullanılmıştır. Bu kelime cim ile (......) şeklinde de okunmuştu Hucurat süresindeki (......) kelimesi de böyle iki şekilde okunmuştur.

Allah'ın Rahmetinden Ümit Kesmeyin

Daha sonra "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin demiştir. el-Esmai şöyle demektedir: "Ravh insanın hissettiği ve kendisinde huzu bulduğu tatlı ve hafif rüzgara denilir. Râ, vâv ve hâ harflerinin terkibi, hareketi deprenişi ifâde eder. Binâenaleyh, insanın, kendisi sebebiyle hafif hafif harekete geçtiği ve varlığından lezzet duyduğu şey, "ravh"dır. İbn Abbas (aleyhisselâm), bu kelimeye "Allah'ın rahmetinden" manasını verirken, Katâde, "Allah'ın fazlından" ve İbn Zeyd de "Allah'ın genişliğe çıkarmasından ümidinizi kesmeyiniz" manasını vermişlerdir ki, bu lafızların ifâde ettiği manalar birbirine yakın manalardır. Hasan el-Basri ve Katâde bu kelimeyi damme ile (......) şeklinde okumuşlardır ki, buna göre bu kelimenin manası, "Allah'ın rahmetinden" demek olur.

Ye'sin Niçin Küfür Olduğunun İzahı

Daha sonra "Zira hakikat şudur ki, kâfirler güruhundan başkası, Allah'ın rahmetinden ümid kesmez" demiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh) "Mü'min, her halükârda Allah'dan olan bir hayır ümidi içindedir; zira mü'min bir sıkıntıya düştüğünde Allah'ı görüp gözetir; bolluk zamanında da, O'na hamdeder." Bil ki Allah'ın rahmetinden ümit kesmek, ancak insan, âlemin ilâhının kâmil olar şeylere kadir olmadığına veya, bütün malumatı bilmediğine veyahut da, onun cömert değil de cimri olduğuna inandığında söz konusu olur. Halbuki bu üç şeyden her biri o insanın küfrünü gerektirir. Binâenaleyh, ümitsizlik, bu üç şeyden birisi meydana geldiğinde tahakkuk edince -ki bunlardan her biri, bir küfürdür-, o zaman Allah'ın rahmetinden ümit kesmenin, ancak kâfir kimseler için söz konusu olabileceği sabi: olmuş olur. Allah, en iyi bilendir.

Ayetle İlgili Müteferrik Suallere Cevaplar

Geriye bu ayetle ilgili birkaç soru katmıştır.

Birinci Soru: Ya'kûb (aleyhisselâm)'un, Yûsuf'u bu denli sevmesi, ancak Allah'dan gafil olan kimselere yakışır, uygun düşer. Zira, Allah'ı seveni, Allah da sever. Allah'ı seven kimsenin kalbinde ise, Allah'ın dışında bulunan varlıklardan hiçbirinin sevgisine yer yoktur. Hem, tek bir kalb, iki şeyi alabildiğince sevmeye müsait değildir. Binâenaleyh onun kalbi, çocuğunun sevgisine gark olunca, onun kalbinin Allah'ın sevgisine gark olduğunun söylenilmesi imkansızlaşır.

İkinci Soru: Kendisine alabildiğince kederin hakim olmuş olduğu kimseye düşen, Allah'ın zikriyle meşgul olması, işleri Allah'a havale etmesi ve O'nun kaza ve kaderine teslim olmasıdır. Ama Ya'kûb (aleyhisselâm)'un "Vah Yûsuf a olan hasretim vah!" şeklindeki sözü, peygamberlerin büyükleri şöyle dursun, dindar ve ilim sahibi olan kimseye dahi yakışmaz.

Üçüncü Soru: Ya'kûb'un, büyük peygamberlerden olduğunda şüphe yoktur. Onun babası, dedesi, amcası da, herkesçe tanınan büyük peygamberlerden idi. Böyle olan bir kimsenin başına çocuklarının kendisine en kıymetlisi olan hakkında çetin ve korkunç bir musibet geldiğinde, bu hadise saklı kalamaz, aksine bunun, mutlaka herkesin duyabileceği bir yaygınlığa ulaşması gerekir. Hele de bu hususta uzun bir zaman geçmiş ve Ya'kûb da böylesi bir keder ve büyük bir üzüntü içinde kalmışsa. Üstelik Yûsuf, Mısır'da; Ya'kûb da Şam'ın, Mısır'a yakın bir beldesinde idi. Binâenaleyh, mesafenin bu kadar yakın olması sebebiyle, bu hadisenin gizli ve saklı kalması imkânsız olur.

Dördüncü Soru: Yûsuf (aleyhisselâm) niçin, birisini Ya'kûb'a gönderip kendisinin hayatta ve sapasağlam olduğunu bildirmemiştir? Onun, kardeşlerinden korktuğu da söylenemez. Zira o, böylesine güçlü bir mevki sahibi olduktan sonra, babasına bir elçi göndermesi her halükârda mümkün olur; kardeşleri de o elçiyi geriye çeviremezlerdi.

Beşinci Soru: Yûsuf (aleyhisselâm)'un o tası, kardeşinin yükünün içerisine koyup, sonra da oradan bulup çıkararak, hırsızlıkla hiç alakası olmayan bir kimseyi hırsızlık töhmeti altına atması nasıl caiz olabilir?

Altıncı Soru: O, babasının hüznünü artırıp çoğaltacağını bildiği halde, bu hırsızlık suçunu Bünyamin üzerine atmayı ve onu kendi yanında tutmayı nasıl isteyebilmiştir?

Birincisine Cevap: Böylesi çetin sıkıntı ve belalar, insanın kalbinden, bunların dışında her türlü düşünceyi siler götürür. Hem sonra böyle bir sıkıntı içinde olan kimse, Allah'a çokça başvurur ve o nisbette dua ile, yalvarıp yakarma ile meşgul olur. Binâenaleyh bu iş onun tamamen dua ve niyaza dalmasına sebep olur.

İkincisine Cevap: İnsandaki çeşitli düşünce ve niyetler, dünya hayatında sona ermez. Binâenaleyh o bazan "Vah Yûsuf'a duyduğum hasret vah!", bazan da "Artık (bana düşen) güzel bir sabırdır. Sizin şu anlatışınıza karşı yardımına sığınılacak (ancak) Allah'dır"(Yûsuf, 18) der.

Diğer sorulara gelince, Kâdî bütün bunların hepsine birden, şöyle güzel bir cevap vermiştir: Bize nakledilen bu hadiseleri, normal hallere göre ele almamız ya mümkündür, ya değildir. Eğer mümkün ise, bunda bir problem yok demektir. Eğer mümkün değil ise, bu takdirde deriz ki: O zaman, peygamberler zamanı idi. O zamanda harikulade (mucizevî) hallerin zuhur etmesi uzak birşey değildi. Binaenaleyh şöyle denilmesi imkansız olmaz: Hazret-i Ya'kûb'un beldesinin, Hazret-i Yûsuf'un beldesine yakın olmasına rağmen, bir mucize olarak, onların haberleri birbirine ulaşmamıştır."

Kardeşlerin Tekrar Mısır'a Gelip Hazret-i Yusuf'tan Merhamet Dilemeleri

88

Âyetin tefsiri için bak:90

89

Âyetin tefsiri için bak:90

90

"Bunun üzerine onlar onun huzuruna girdikleri zaman dediler ki: "Ey Aziz, bizi de, ailemizi de darlık bastı. Pek ehemmiyetsiz bir sermaye ile geldik. Bize yine tam ölçek ver. Bize tasaddukta da bulun. Çünkü Allah tasadduk edenleri mükâfaatîandınr."O şöyle dedi: "Siz, (henüz) câhil kimseler iken, Yûsuf'a ve kardeşine neler yaptığınızı biliyor musunuz?" Onlar: "Aaa, sen, yoksa sen Yûsuf musun?" dediler. O da: "Ben Yûsuf'um, bu da kardeşim! Allah bize lütfetti. Çünkü kim Allah'dan ittikâ eder ve sabrederse, mutlaka Allah iyi hareket edenlerin mükâfaatmı zayi etmez" dedi".

Bil ki müfessirler, burada bir hazfın olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Buna göre bu ifadenin takdiri: "Ya'kûb (aleyhisselâm), oğullarına "Oğullarım gidin, Yûsuf'la kardeşinden bir haber arayın" (Yusuf, 87) dediği zaman, onlar babalarının bu tavsiyesini kabul ettiler ve Mısır'a tekrar gelip, Yusuf'un huzuruna girdiler ve ona "Ey Aziz" dediler" şeklindedir.

Buna göre şayet, "Yakub (aleyhisselâm) onlara, Yusuf'u ve Bünyamin'i araştırmalarını emrettiğine göre, niçin onlar hallerinden şikâyet ederek, Hazret-i Yusuf'tan kendilerine tam ölçek yiyecek vermesini istediler?" denilirse, biz deriz ki: Araştıran ve soruşturanlar, maksadlarına ulaşmak için, her yolu denerler. Aciz olduklarını, çaresiz kaldıklarını, durumlarının kritik olduğunu, mallarının az olduğunu ve alabildiğine bir sıkıntı içinde olduklarını itiraf etmeleri ise, karşılarındakinin kalbini yumuşatan şeylerdendir. Bundan dolayı onlar, "Biz onu bütün bu hususlarda deneyelim. Eğer onun kalbi bize karşı yumuşarsa, maksadımızı ona açıklarız. Aksi halde birşey söylemeyiz" dediler. İşte bundan ötürü onlar, önce bu sözlerle başlayarak, "Ey Aziz, bizi de, ailemizi de darlık bastı" dediler. "Aziz, güçlü, kuvvetli, tehlikelere karşı koyabilen padişah" demektir, (......) kelimesi ise, fakirlik, ihtiyaç, çoluk-çocuğun çok olması ve yiyeceğin az olması manasınadır. Onlar, "ailemiz" ifadesi ile, geride bıraktıkları kimseleri kastetmişlerdir.

Onlar, "Pek ehemmiyetsiz bir sermaye ile geldik" demişlerdir. Bu tabirle ilgili birkaç bahis vardır:

Birinci Bahis: Arapça'da, (bu son kelimenin masdarı olan) "izcâ", azar azar vermek demektir. "Tecziye" veznindeki masdarı da aynı manayadır. Nitekim, "Rüzgâr bulutu, yavaş yavaş götürüyor" denilir. Cenâb-ı Hak da, "Görmedin mi şu hakikati ki, Allah bulutları sürüyor" (Nur, 43) buyurmuştur. "Falana karşı sözlü müdafaa yaptım" manasında, "zamana çeşitli çarelerle karşı koyuyor" manasında, denilir.

İkinci Bahis: Onlar o sermayeyi, ya noksan olduğu için, ya değersiz olduğu için, yahut her iki sebepten dolayı, "pek ehemmiyetsiz" diye nitelemişlerdi. Müfessirler, bütün bu ihtimallerden bahsetmişlerdir. Meselâ Hasan el-Basri buna "az" manasını vermiştir; diğer bazıları ise bunun "değersiz bir sermaye" manasına geldiğini söylemişlerdir. Alimler, bunun hangi bakımlardan değersiz olduğunda da ihtilaf etmişlerdir: İbn Abbas (radıyallahü anh), bunun, yiyecek alımında geçerli olmayan, düşük ve adi para manasına olduğunu söylemiştir. Bunun "eski çuval, ip, eski eşya" manasına şeldiği söylendiği gibi, bedevilerin eşyalarının yün ve yağdan ibaret olduğu da söylenmiştir. Bunun, habbetü'l-hadra (çitlenbik), yahut süzme yoğurt, yahut ayakkabı (nalin), yahut deri, yahut kavut ve keçi kılı manalarına olduğu söylenmiştir. Şu da ileri sürülmüştür: "Mısır paralarının üstünde, Hazret-i Yusuf'un resmi vardı. Onların getirdiği paralar üzerinde ise Yusuf'un resmi yoktu. Bu sebeple o paralar, Mısır halkı nezdinde geçerli değildi"

Üçüncü Bahis: Bu, az ve değersiz sermayeye niçin "müzcât" denildiğinin izahı hususundadır. Bu hususta da şu izahlar yapılmıştır:

a) Zeccâc şöyle der: "Bu, Arapların "Zamanı, az birşeyle geçiştirmeye çalışıyor" manasında (......) şeklindeki deyimlerinden alınmıştır. Buna göre (......) tabirin manası; "Kendisi ile zamanı geçiştirmeye çalıştığımız, azıcık sermaye" getirdik. Aslında o, istifade edilecek şeyler cinsinden değildir" çekimdedir. Bu izaha göre ifade, "Biz, günlerimizi savuşturmaya çalıştığımız o az sermayemizi (elimizde avucumuzda ne varsa) getirdik" demektir.

b) Ebu Ubeyd şöyle demiştir: "Değersiz paraya "müzcât" denilmiştir. Çünkü onlar, verenden alınmaz, kabul edilmez cinsten paralardır Binaenaleyh bunlar "Izcâ"dandır. Arap nezdinde "izcâ", itmek, defetmek, kabul etmemek demektir.

c) Bu ifade, "Harcanmamış, geri bırakılmış paralardır. Böylesi paraları, daha iyisini bulamayan ve mecbur kalan kimseler alır-verir" demektir.

d) Kelbî: "Müzcât" kelimesi, Arapça değildir" der. Bunun, Kıptilerin kullandığı bir kelime olduğu da söylenmiştir. Ebu Bekr el-Enbârî ise: "İştikakı ve kökü olan, Arapça bir kelimenin Kıptî dilinden olduğunu söylemek yanlıştır" der.

Dördüncü Bahis: Bu kelimeyi, Hamza ve Kisâî imâle ile okurlar. Çünkü bur aslında yâ harfi vardır. Diğer kıraat imamları ise, nasb ile ve tefhim ile okurlar.

Bil ki bu sermayenin pek ehemmiyetsiz olsu hususunda sözün özü şudur: Ona böyle denilmesi, ya az olmasından, ya değerinin düşük oluşundan, yahut da her bakımdan dolayıdır. Binaenaleyh onlar, sermayelerini ve sıkıntılı durumlarını anlatınca, padişaha, "Bize yine tam ölçek ver" dediler. Bunu söylemekten gayeleri, padişahın onlara, ya bu değersiz ve noksan sermayelerini fazla imiş gibi kabul ederek, yahut da âdî olanı güzel ve değerli sayarak, kendiler müsamaha etmesini istemektir.

Tasaddukun Buradaki Anlamı

Sonra onlar, "Bize tasaddukta da bulun" maksattan padişahın cins para arasında hiçbir fark gözetmeksizin, iyi parayı ettiği gibi, kendileri için de bu âdi parayı, vereceği yiyeceğe karşı fiyat kabul kendilerine müsamahalı davranmasını istemektir.

Alimler bu ifadenin, onların, Hazret-i Yusuf'tan kendilerine sadaka vermesini istemeleri manasına gelip gelmediği hususunda ihtilaf etmişlerdir: Süfyân b. Uyeyne şöyle demiştir: "Sadaka almak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e kadarki bütün peygamberler çin, bu ayete göre, helal idi. Buna göre onlar, o fazladan olacak şeyi, sadaka olarak istemişlerdi." Diğer bazı âlimler bu izahı kabul etmeyerek şöyle demişlerdir: Peygamberlerin ve evladlarının durumu, sadaka istemeye elverişli değildir. Çünkü onlar, insanlara boyun eğmezler. Genel olarak onlar, ancak Allah'a yalvarıp yakarır, diğer insanlara karşı da Allah'dan yardım isterler." Hasan el-Basrî ile Mücâhidin, bir kimsenin "Allah'ım bana tasadduk et" diye dua etmesini kerih görerek şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: "Çünkü Allah tasadduk etmez. Ancak verdiği sadakanın karşılığını bekleyen kimse, tasadduk etmiş olur ve "Allah'ım, bana ver, bana lütfet!" der." Bu izaha göre tasadduk, sadaka vermek; mutasaddık ise, sadaka veren manasınadır. Leys, dilenci için de "mutasaddık" denilebileceğini söylerken, çoğu dilciler bunu kabul etmemişlerdir.

Yakub'un Hükümdara Yazdığı Söylenen Mektup

Rivayet olunduğuna göre onlar, "Bizi de, alimlerimizi de darlık bastı" diye, Yusuf'a yalvarıp yakarınca, Yusuf üzüldü ve gözleri süzüldü. İşte o anda, "Yûsufa ve kardeşine neler yaptığınızı biliyor musunuz?" dedi. Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Yakub'un oğulları, onun şu muhtevadaki mektubunu Yusuf'a verdiler: "Halilullah İbrahim'in oğlu, Zebihullah, (Allah'a Kurban) İshak'ın oğlu Abdullah Ya'kub'dan, Mısır padişahına... İmdi, soyumuza hep belalar ve imtihanlar verildi. Dedemin eli ayağı bağlandı ve yansın diye ateşe atıldı. Ama Allah onu kurtardı. Allahü teâlâ o ateşi, onun için serin ve emin bir yer kıldı. Babamın boynuna, kesilmesi (kurban edilmesi için) bıçak dayandı, ama Allah, onun yerine bir koç gönderdi. Bana gelince, benim de bir oğlum vardı ve o evlâtlarım içinde en çok sevdiğim idi. Derken kardeşleri onu, sahraya götürdüler. Sonra da kana bulanmış gömleğini bana getirerek, "Onu kurt yedi" dediler. Ona ağlamamdan ötürü gözlerimi kaybettim. Benim, onun öz kardeşi bir diğer oğlum daha vardı. Onunla teselli buluyordum. Onlar onu sana getirdiler ve sonra geri dönerek, onun hırsızlık yaptığını ve bu yüzden onu hapsettiğini söylediler. Bizim soyumuz hırsızlık yapmaz. Bizim soyumuzdan hırsız çıkmaz. Eğer onu bana gönderirsen ne âlâ, aksi halde yedi nesline tesir edecek bir beddua yaparım." Yusuf (aleyhisselâm), mektubu okuyunca, kendini tutamadı, sabretmeyi bıraktı ve kendisinin Yusuf olduğunu onlara bildirdi.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu esnada, Yusuf (aleyhisselâm)'un"Yûsufa ve kardeşine neler yaptığınızı biliyor musunuz?" dediğini nakletmiştir. Rivayet edildiğine göre o, babasının mektubunu okuyunca bütün vücudu titremeye başladı, tüyleri diken diken oldu, kalbi rikkate geldi, ağladıkça ağladı ve kendisinin Yusuf olduğunu onlara söyledi. Şu da söylenmiştir: O, kardeşlerinin kendisine yalvarıp yakarmalarını, içine düştükleri sıkıntıyı ve çaresizliklerini görünce, duygulanarak, kendisinin Yusf olduğunu açıkladı. Binaenaleyh, "Biliyor musunuz?" ifadesindeki soru, başına gelen işin büyüklüğünü anlatan bir soru olup, "Yusuf'a yaptığınız ne büyük bir şey, ne kadar çirkin ve âdî bir iş idi" demektir. Bu tıpkı, suçlu ve günahkâr olan birisine, "Biliyor musun kime isyan ettiğini!" denilmesi gibidir.

Bil ki bu ayet, Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz de kendisine, "Andolsun ki sen onlara, hiç farkında delillerken, (bir gün) bu işlerini haber vereceksin" diye vahyettik" (Yusuf, 15) ayetini tasdik etmektedir. Ayetteki "ehîhi" tabirine gelince, bundan maksat onun ana baba bir kardeşinden ayrıfması sebebiyle, onu maruz bırakmış öldükle gam ve kederlerdir. Yine onlar, ona eziyet veriyorlardı ki, bu eziyyetler cümlesinden olmak üzere, onun hakkında, "Eğer o çalmış bulunuyorsa (şaşılacak bir şey yok) zaten daha evvel bir kardeşi de çalmıştı "(Yusuf, 77) diyorlardı. "Siz (henüz) cah kimseler iken" ifadesine gelince, bu, bir mazeret yerine geçmektedir. Buna göre : sanki, "Siz bu kötü ve çirkin fiile ancak, çocukluk veya gurur cehaleti içince bulunduğunuz bir durumda yöneldiniz." Yani, "Siz şimdi böyle değilsiniz" demişr -Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın "O, keremi bol Rabbine karşı seni aldatan ne?" (İnfitâr, 6) ayetinin tefsirinde söylenilen şeydir. Denilmiştir ki Cenab-ı Allah, bu muayyen vasfını zikretmekle, mezkûr sualine karşı vereceği cevac adeta kuluna telkin etmek istemiştir. Yani: "Ya Rabbi, senin kerem vasfına sahib olman beni gevşetti" demesini temin etmek istemiştir. İşte burada da bu söz, onların utanma ve sıkılmalarını gidermek ve meseleyi hafifletmek için zikredilmiştir. Sonra ise onun kardeşleri şunu demişlerdir: "A, sen, yoksa sen Yusuf musun?" dediler, O da, "Ben, Yusuf'um" dedi" İbn Kesir (......) kelimesini, haber olmak üzere (......) şeklinde okurken, Nafi memdude olmayan elifin fethası ve ya ile (......) şeklinde; Ebu Amr da, elifin uzatılması ile (......) şeklinde okumuştur ki bu, Kâlûn'un Nafi'den yapmış olduğu bir rivayettir. Diğer kıraat imamları ise, iki hemze ile olmak üzere, (......) şeklinde okumuşlardır ki bütün bunlar istifham manasındadır. Übeyy Ibn Ka'b ise (......) şeklinde okumuştur. Böylece bütün bu kıraatlardan, bazı kurrâ'nın, kelimeyi istifham manası üzere, bazılarının da haber manası üzere okudukları hususu ortaya çıkmıştır. Birinci görüştekilere gelince: Onlar şöyle demişlerdir: "Çünkü, Yusuf onlara, "... neler yaptığınızı biliyor musunuz?" deyip de tebessüm edince, onlar Yusuf'un ön dişlerini gördüler. Bunlar adeta, dizilmiş inciler gibiydi. Bunun üzerine onu Yusuf'a benzettiler de, istifham ve soru yollu ona, "Aaa, sen, yoksa sen Yusuf musun?" dediler. Bunun istifham olmasının doğruluğuna, onun, "Ben, Yusuf'um" demesi de delâlet eder. Zira o onların soru sorduğu şeye cevap vermiştir."

Bu kelimeyi haber manası üzere okuyanlara gelince, onların delili de şudur: İbr Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre, Yusuf'un kardeşleri onu, tacı başına koyuncaya kadar tanıyamadılar. Yusuf'un saç ayrımında bir alâmet var idi; Yakub ve İshakın da, tıpkı bene benzeyen, böyle bir alâmeti vardı. İşte Yusuf tacı başına koyunca, onu bu alâmetinden tanıdılar ve "Sen, muhakkak ki Yusuf'sun" dediler. İbn Kesir'in istifhamı murad edip de, istifham harfini hazfetmesi de caizdir.

O'nun "Ben, Yusuf'um" cümlesine gelince, bununla ilgili iki bahis bulunmaktadır:

Birinci Bahis: (......) cümlesindeki lâm, lâm-ı ibtidâdır. Ente mübtedâ, Yusuf kelimesi ise, haberdir. Bu cümle ise, inne'nin haberidir.

İkinci Bahis: Burada Yusuf, kardeşlerinin kendisine yaptıkları haksızlık ve kötülüğün büyüklüğünü, Cenâb-ı Hakk'ın, buna karşılık, kendisine bahşetmiş olduğu lütuf ve yardımların bolluğunu göstermek amacıyla, kendisini açıkça, sarih bir biçimde ifade etmiştir. Buna göre o sanki, "Evet ben, o en şiddetli biçimde kendisine zulmettiğiniz adamım, Yusuf'um. Allah beni, bu en büyük makamlara yükseltti. Evet ben, o öldürmeyi planladığınız ve bunun için kuyuya attığınız, o acizim, Yusuf'um. Sonra, ne olduğumu görüyorsunuz!" demiştir. Bundan dolayı o, onlar Bünyamin'i pekâlâ tanıdıkları halde, "Bu da kardeşim!" demiştir. Bundan maksadı ise, şunu demek istemesidir: "Bu da benim gibi haksızlığa uğramıştır. Sonra o, sizin de gördüğünüz gibi, Allah tarafından lütfa mazhar kılınmıştır." Sonra Yusuf "Allah bize lütfetti" demiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh), bunun, "Allah bize dünyada ve ahirette her türlü izzet ve şeref ile lütfetti" manasında olduğunu söylemiştir. Diğer âlimler ise buna, "ayrılıktan sonra bizi tekrar bir araya getirmekle lütfetti" manasını vermişlerdir.

Takva ve Sabır Ehlini Allah terk etmez

Cenâb-ı Hakk'ın, "Çünkü, kim Allah'dan ittika eder ve sabrederse" buyruğuna gelince, bunun manası, "Kim Allah'a karşı masiyetlerden ttika eder, kaçınır da, insanların eziyetlerine sabrederse" şeklindedir. "Allah, iyi hareket edenlerin mükâfaatını zayi etmez." Bunun manası, "Muhakkak ki kim ittika gösterir ve sabrederse, Allah onların mükâfaatlarını zayi etmez" şeklindedir. Cenâb-ı Hak burada, müttakileri de kapsadığı zamir yerine (......) kelimesini açıkça zikretmiştir. Bununla ilgili iki eşele bulunmaktadır:

Birinci Mesele

Bil ki Yusuf (aleyhisselâm), kendisini bu kıymetli makamda, muttaki olarak vasfetmiştir. Şayet o, Haşviyye'nin iddia ettiği gibi, Züleyha hakkında o işe tevessül etmiş olsaydı, bu söz, Hazret-i Yusuf tarafından söylenmiş bir yalan olmuş olurdu. Halbuki, kendisinde kâfirin olacağı, isyankârın da tevbe edeceği böyle bir makamda yalan söylemek, aklı başında olan kimseye uygun düşmez.'

İkinci Mesele

Vahidî şöyle der: İbn Kesir'den Kunbul tarikiyle, onun, her iki durumda da ya ile, (......) şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir ki, bunun izahı şöyle yapılabilir: Bu ilâdenin başındaki men, ism-i mevsul kabul edilir, böylece de men fiilin meczum olmasını gerektirmez. Bu izaha göre de, yasbir kelimesinin merfu olarak yasbiru şeklinde okunması caiz olur. Ancak ne var ki, (mum) kelimelerinde veşeklinde tahfif yapıldığı gibi; bu kelimede de, kolaylık olsun diye ref irabı hazfedilmiş, meczum okunmuştur.

Yusuf'un Üstünlüğünü İkrar Etmeleri

91

Âyetin tefsiri için bak:93

92

Âyetin tefsiri için bak:93

93

"(Kardeşleri): "Allah'a yemin ederiz, Allah seni, hakikaten bizden üstün kılmıştır. Biz, gerçekten suçlu idik" dediler. O da, "Size dedi, bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yok. Sizi, Allah bağışlasın. O, bütün merhametliler merhametlisidir. Şu benim gömleğimi götürün de, onu babamın yüzüne koyun. İyice görür bir hale gelir. Bütün ailenizi de bana getirin".

Bil ki Yusuf (aleyhisselâm), kardeşlerine, Allahü teâlâ'nın, kendisine lütfettiği ve isyanlardan ve günahlardan korunup da insanların eziyyetine sabreden kimseleri, Allah'ın etmediğini, koruduğunu anlatınca, onlar bu hususta onu tasdik ettiler ve onun, meziyyetli ve üstün kimse olduğunu itiraf ederek, "Allah'a yemin ederiz, Allah ser hakikaten bizden üstün kılmıştır" dediler.

el-Esmai şöyle der: "Arapça'da, "Allah seni üstün kıldı, faziletli yaptı" manasında, (......); yine bir kimse bir kimsenin kölesini, ona gösterdiği lütuf ve alaka ile gözde tutması halinde (......) denilir." Buna göre ayetin ifade ettiği mana. "Yemin olsun ki Allah seni, bize ilmîn, sabrın, aklın, fazlın, güzelliğin ve melikliğin ile tercih etmiştir" şeklinde olur.

Peygamberler Arası Üstünlük Meselesi

Alimlerden bazısı bu ayete dayanarak, Yusuf'un kardeşlerinin peygamber olmadığını ileri sürerek şöyle demişlerdir: "Zira, peygamberlik makamından başka ütün makamlar, o makama nisbetle adeta bir hiç gibidirler. Binâenaleyh, şayet Kardeşleri de peygamberlik makamında Yusuf'la müşterek olsalardı, onlar yemin ederiz, Allah seni, hakikaten bizten üstün kılmıştır" diyemezlerdi. Böyle olması halinde şu soruyu ileri süren kimsenin sorusunun da manası kalmaz: Onlar, nübüvvet açısından her ne kadar Yusuf gibi peygamber iseler de, Yusuf'un, melik olmak ile dünyevi haller açısından, onlardan üstün olması kastedilmiştir burada. Zira biz, dünyanın hallerinin peygamberlik makamı karşısında nazar-ı dikkate yacağını beyan etmiştik.

Cenab-ı Hak, "Biz gerçekten suçlu idik" buyurmuştur. Hâti kelimesi kasten hata işleyen kimse demektir; hâti kelimesiyle muhtî birbirinden ayrı edadırlar. İşte bu nüanstan dolayı, dinî hükümler konusunda içtihad edip de isabet edemeyen kimse için, "O, hatî'dir" denilmeyip, "O, muhtî'dir" denilmiştir. Müfessirlerin ekserisi, Yusuf'tan özür dileyen kimsenin, onu, o kuyuya atan, onu onu evinden ve babasından ayıran kimse olduğu kanaatindedirler. Ebu Ali el-Cübbai ise şöyle demiştir: "Onlar, o Yusuf'a, bundan dolayı özür beyanında bulunmamışlardır. Çünkü bu onlardan, onlar buluğa ermeden sâdır olmuştur. Binaenaleyh, bu bir günah sayılmaz. Dolayısıyla da, bundan dolayı mazeret beyanında bulunmak gerekmez. Onlar ancak babalarına, Yakub'un, Yusuf'un diri olduğunu, kurdun onu yememiş olduğunu bilebilmesi için Yusuf'a yaptıklarını açıklamamaları sebebiyle yapmış oldukları hatadan dolayı mazeret beyan etmişlerdir. Bu açıklama, birkaç yönden zayıftır:

1) Biz, onların, o işe çocukluk zamanında yeltenmiş olmalarının ileri sürülemeyeceğini beyan etmiştik. Çünkü Yakub gibi kimselerin, çocuklarının başında, onları uygun olmayan şeylerden men eden, uygun olan şeyleri ise yapmaya sevkeden olan bir kimse bulunmaksızın, o baliğ olmayan çocuklarının hepsini birden göndermesi, akla pek yatkın görünmeyen bir şeydir."

2) Farzedelim ki bu iş, Cübbâî'nin söylediği gibi olsun. Ancak ne var ki, biz şunu diyoruz: Böylesi, şeylerin varacağı en son nokta, kişinin bu gibi şeylerden dolayı özür etmesinin farz olmadığıdır. Ancak ne var ki, bu gibi şeylerden özür dilemesinin de güzel olduğu söylenebilir. Bunun delili şudur: Günahkâr bir kimse tevbe ettiğinde cezası kalkar. Ama o, yeniden tevbe eder, özür beyan eder. Böylece biz, insanın, bazan tevbe etmesinin kendisine vacib olmadığı zamanlarda da, tevbe edebileceğini anlamış oluyoruz.

Yusuf'un Onları Bağışlaması

Bil ki, onlar, Hazret-i Yusuf'un kendilerinden üstün olduğunu; kendilerinin ise günahkâr ve asi olduklarını itiraf edince, Yusuf (aleyhisselâm) "size. dedi, bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yok. Sizi, Allah bağışlasın" demiştir. Bu hususta iki bahis bulunmaktadır:

Birinci Bahis: Tesrib, kınamak ve azarlamak anlamına gelmektedir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Sizden birisinin cariyesi zîna ettiğinde, ona hadd cezası uygulasın; onu (zinadan dolayı) ayıplamasın" Benzer bir hadis için bkz. Buhârî, Itk, 17, 3/125); Müslim, Hudûd, 31 (3/1329). hadisi de bu manadadır. O halde, (......) tabirinin manası. "Size kınama ve ayıplama yok!" demektir. Tesrib kelimesinin aslı, işkembeyi saran yağ anlamına gelen, serb kelimesindendir. O halde bunun manası da, tıpkı teclîd (soymak) kelimesinin deriyi soymak anlamına gelmesi gibi, "yağı gidermek, onu izâle etmek" şeklinde olur. Atâ el-Horasani şöyle demiştir: "İhtiyaçlarımızı gençlere arzetmek, ihtiyarlara arzetmekten daha kolaydır." Yusuf (aleyhisselâm)'un kardeşlerine, "Size başa kakma ve ayıplama yok" şeklindeki sözüyle, Yakub'un "Sizin için Rabbimden mağfiret talep edeceğim" (Yusuf, 98) şeklindeki sözüne bir baksana!.

İkinci Bahis: Bu ayette yevm sözünün neye taalluk ettiği hususunda iki görüş bulunmaktadır:

Birinci Görüş: Bu, la tesrîbe ifadesine taalluk eder. Yani, o "koğuşturma olsa olsa bu günde olurdu; bugün size koğuşturma yok. Artık diğer günlerdeki durumu siz düşünün!" demektir. Burada söz konusu olan bir başka ihtimal de, "Ben bu günde mutlak manada bir koğuşturmanın olmadığına karar verdim" manasıdır. Çünkü, (......) ifadesi, mahiyeti nefyeder. Mahiyetin nefyedilmesi ise, mahiyetin fertlerinin tamamının yokluğunu iktizâ eder. Böylece bu ifade, bütün vakitleri ve durumları içine alan bir nefiy cümlesi olmuş olur. Buna göre sözün takdiri, "Bugün, bütün vakit ve durumları içine alan genel bir hüküm verdim" şeklinde olur. Daha sonra o onlara, onlardan dünyevî husustaki kınamayı kaldırdığını beyân edince, Cenâb-ı Hak'tan onlardan ahiret cezasını da kaldırmasını talep ederek, "Sizi, Allah bağışlasın" demiştir ki, bununla dua manası kastedilmiştir.

İkinci Görüş: Yevm kelimesi "sizi, Allah bağışlasın"cümlesine tealluk eder. Buna göre Yusuf (aleyhisselâm) sanki, mutlak manada bir koğuşturmanm olmadığını söyleyince, onlara, Allah'ın bugün onların günahlarını da bağışlamış olduğu müjdesini vermiştir. Bu böyledir; zira onların gönülleri kırık, kalbleri mahzun olup, suçlarını da kabul edip tevbe edince. Allahü teâlâ da onların tevbelerini kabul etmiş ve günahlarım bağışlamıştır. İşte bundan dolayı da Hazret-i Yusuf "Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yok. Sizi, Allah bağışlasın" demiştir.

Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Fetih günü Kâ'be'nin kapısının una yapışarak Kureyş'e: "Benim size ne yapacağımı umuyorsunuz?" dedi. Bunun Herine de onlar, "Hayır bekliyoruz, umuyoruz. Bize sen, kerim bir kardeşsin ve kerim bir kardeşin oğlusun. Güç ve kudret sende" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ben, kardeşim Yusuf'un, "Size bugün, hiçbir başa kakma ve ayıplama yok" şeklindeki sözünü söylüyorum" dedi. Rivayet olunduğuna göre Ebu Süfyan, müslüman olmak için, Hazret-i Peygamber'in yanına geldiğinde Abbas ona, "Hazret-i Peygamberin yanına vardığında, ona, ayetini oku!" dedi. O da öyle yaptı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber de, "Allah, hem seni, hem de sana ödeteni bağışladı" buyurdu.

Hazret-i Yusuf'un, Kardeşlerini Onore Etmesi

Rivayet olunduğuna göre Yusuf'un kardeşleri Yusuf'u tanıyınca, ona: "Sen, sabah akşam bizi sofrana çağırıyorsun. Biz ise, sana karşı yaptığımız kötülüklerden dolayı utanıyoruz" diye haber saldılar. Bunun üzerine Yusuf (aleyhisselâm): "Ben her ne kadar halkının meliki olsam da, onlar yine de bana ilk gözle bakıyor ve "Yirmi dirheme alınan köleyi, bu mertebelere ulaştıran zât, ne yücedir, onu takdis ederiz" diyorlar. Andolsun ki, hem şu anda sizin gelmenizle şeref kazandım, sizin gelmeniz ve Mısır sizlerin benim kardeşim ve Hazret-i İbrahim'in torunlarından olduğumu da adamaları sebebiyle onların nazarında yüceldim" dedi.

Hazret-i Yusuf'un, Gömleğini Babasına Göndermesi

Yusuf (aleyhisselâm) sonra şöyle dedi: "Şu benim gömleğimi götürün de, onu babamın yüzüne koyun. İyice görür bir hale gelir, " Müfessirler şöyle demiştir: Yusuf (aleyhisselâm) kendisini onlara tanıtınca, onlara Sabasını sordu. Onlar bunun üzerine, gözlerini kaybettiğini söylediler. O da, bundan dolayı onlara gömleğini verdi. Muhakkik ulemâ ise şöyle demiştir: Yusuf (aleyhisselâm) o gömleğin babasının yüzüne konulmasının, onun görmesini sağlayacağını, Allah'dan aldığı bir vahiy ile bilebilmiştir. Eğer bu hususta bir vahiy olmasaydı, o bunu bilemezdi. Zira akıl, bunun böyle olacağını bilemez.

Şöyle de denilebilir: Belki de Yusuf (aleyhisselâm), babasının kör olmadığını, ancak ne var ki, fazla ağlamaktan ve kalbinin de iyice daralmış, canının iyice sıkılmış olmasından arayı zayıfladığını, görme kuvvetinin zayıfladığını; babasının yüzüne gömleğinin konulması halinde, onun mutlaka ferahlayacağını ve gönlünde büyük bir sevinç ve huzurun meydana geleceğini; bunun ise, onun ruhunu kuvvetlendireceğini, görme kuvvetindeki zayıflığı gidereceğini, böylece de görmesinin kuvvetleneceğini ve ondaki noksanlığın zail olacağını biliyordu. İşte bu kadar şeyin, kalb ve gönül ile bilinebilmesi mümkündür. Çünkü, tıbbi kanunlar da, bu mananın doğruluğuna delâlet eder. O halde Yusuf'un; "İyice görür bir hale gelir" şeklindeki ifadesi, "görür olur, görür" anlamındadır. Bu ifadenin bu manaya geldiğine, Cenâb-ı Hakk'ın buyruğu da şehâdet eder. Bundan muradın, "o, bana, görür olduğu halde gelir" olduğu da söylenebilir. O, babasına saygısından dolayı, onu ayrıca zikretmiş; diğerleri içinse, "Bütün ailemizi de bana getirin" demiştir.

Kelbî, "Onun ailesi yetmiş kişi kadardı" demiştir. Mesrûk da şöyle demiştir: "Yusuf (aleyhisselâm)'un kavmi kadın-erkek yetmiş üç kişi olarak Mısır'a girmişlerdir." Rivayet olunduğuna göre, mektubu Yahûdâ götürmüş ve: "Kana bulanmış gömleği götürüp, onu (babamı) ben hüzünlendirmiştim. Onu ben hüzünlendirdiğim gibi, ben sevindireceğim" demiştir. Denildiğine göre Yahûdâ bu mektubu, Mısır'dan Ken'an Diyarına kadar olan seksen fersahlık mesafede, yalın ayak ve başı açık olarak götürdü.

Hazret-i Yâ'kub Yusuf'un Kokusunu Alıyor

94

Âyetin tefsiri için bak:98

95

Âyetin tefsiri için bak:98

96

Âyetin tefsiri için bak:98

97

Âyetin tefsiri için bak:98

98

"Vakta ki kafile (Mısır'dan) ayrıldı. Babalan dedi ki: "Bana bunak demezseniz, inanın ki Yusuf'un kokusunu duyuyorum." "Allah'a yemin ederiz ki sen hâlâ eski yanlışlığındasın" dediler. Fakat müjdeci gelip de onu (Yâkûb'un) yüzüne koyduğu, o da derhal görür bir hale geldiği zaman dedi ki: "Ben size, "Bilmeyeceğiniz şeyleri, Allah tarafından olmak üzere ben biliyorum" demedim mi?" (Mısır'dan gelen oğulları), "Ey babamız, bizim için istiğfar et. Biz, gerçekten suçlular idik" dediler. (Ya'kûb da): "Sizin için Rabbime istiğfar edeceğim. Şüphesiz O gafur ve rahimdir" dedi".

Arapça'da, bir kimse birisinin yanından çıkıp gittiği zaman, (......) denilir. Yine, "onu yani mektubu benden ona götürdü" manasında (......) denilir. Bu fiil, hem lazım olur, hem müteaddi. Lazım olduğu zaman masdarı (......) müteaddi olduğu zaman da, (......) şeklinde gelir. Hak teâlâ şöyle buyurmuştur: "Kervan, Mısır'dan çıkıp Ken'an Diyarı'na yöneldiği zaman, Ya'kûb (aleyhisselâm), yanında bulunan çoluk-çocuğuna, akrabalarına ve torunlarına, "Bana bunak demezseniz, inanın ki Yûsuf'un kokusunu duyuyorum" demiştir. Bu konuşma onun kendi oğulları ile olmamıştır. Çünkü onlar, Yakub (aleyhisselâm)'un onlara, "Gidin Yûsuf'la kardeşinden bir haber arayın" (Yûsuf, 87) demesinin gösterdiği gibi, orada bulunmuyorlardı. Alimler, du mesafenin miktarı hususunda ihtilafa düşmüşlerdir. Bunun, sekiz günlük veya on günlük bir mesafe olduğu söylendiği gibi, seksen fersahlık bir mesafe olduğu da söylenmiştir. Yine âlimler o kokunun Yâ'kub (aleyhisselâm)'a nasıl ulaştığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olmak üzere Mücahid: "Bir rüzgar esti ve bunun üzerine, o gömleği havada dalgalandırdı. Böylece dünyaya cennet kokuları yayılmaya başladı, işte bu koku Ya'kûb'a ulaştı da, o, cennetin kokusunu hissettiği zaman, dünyada olacak bir cennet kokusunun ancak onun gömleğindeki koku olacağını anladı. İşte bundan ötürü o, "inanın ki Yûsuf'un kokusunu duyuyorum" dedi" demiştir. Vahidî, senedli olarak, Enes b. Malik'den Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Yûsuf'un, "Şu benim gömleğimi götürün ve onu babamın yüzüne koyun, (O zaman) iyice görür bir hale gelir" (Yusuf, 93) ifadesine gelince, zâlim Nemrud da, Hazret-i İbrahim'i ateşe attığı zaman, elinde cennetten alınma bir gömlek ve bir yaygı olduğu halde Cebrail (aleyhisselâm) İbrahim (aleyhisselâm)'in yanına geldi. O gömleği İbrahim'e giydirdi ve o yaygının üzerine oturtup, yanına oturup konuşmaya başladı. Daha sonra İbrahim (aleyhisselâm) bu gömleği İshâk (aleyhisselâm)'a, o da Ya'kûb'a, Ya'kûb da Yusuf'a giydirdi. Ya'kûb (aleyhisselâm) onu, gümüşten bir mahfazaya koyarak, Yusuf'un boynuna (bir muska gibi) astı. Yusuf (aleyhisselâm) kuyuya atıldığı zaman, işte bu gömlek (parçası), Yusuf'un boynunda idi. İşte Yusuf (aleyhisselâm)'un "Şu benim gömleğimi götürün" sözü bu manayadır." Bu meselenin izahı, şöyle denilmesidir: Allahü teâlâ bu kokuyu, Ya'kûb'a, mucizevî bir yol ile ulaştırmıştır. Çünkü böylesi uzak bir mesafeden, bunun ona ulaşması, adetin (alışılmışın) hilâfına birşeydir. Binâenaleyh bu, bir mucize olur. O ikisinden birisinin mucizesi olması gerekir. Doğruya en yakın olan, Ya'kûb'un ondan haber verip, oğullarının da onu bu sözleri ile, yakışık almayan bir şekilde nitelendirmeleri sebebiyle Ya'kûb (aleyhisselâm)'a has bir mucize olmasıdır. Böylece durumun, zikredildiği gibi olduğu ve bunun, Hazret-i Ya'kûb'un bir mucizesi olarak meydana geldiği ortaya çıkmıştır.

Ehl-i meânî şöyle demiştir: Allahü teâlâ, bu iki belde birbirine yakın olduğu halde, seksen sene Yusuf'un haberi Ya'kûb'a ulaşmamış iken, mihnet (imtihan) devri sona enp, rahatlık ve sevinç vakti gelince, Yusuf'un kokusunu Ya'kûb'a uzak bir mesafeden ulaştırmıştır. Bu da gösterir ki, kolay olan her şey çile zamanında zor, zor olan her şey de, mutluluk ve ferah zamanlarında kolaydır. "Yusuf'un kokusunu oyuyorum" demek, "Onu kokluyorum" anlamındadır. Bu mana burada, vecede (bulmak) fiili ile ifade edilmiştir. Çünkü bu onun, koku alma duyusu ile bulduğu bir şeydir.

Yanındakilerin Onunla Alay Etmeleri

Hazret-i Ya'kûb'un "Bana bunak demezseniz" ifadesine gelince; Ebu Bekr İbnü'l-Enbâri şöyle demiştir: "Arapça'da, birisi hüzünlenip de, aklı değişmeye başladığı zaman, denilir Yine bir insan, âlim iken câhil hale düşüp de, cehalet ona nisbet edildiği, bunadığı zaman, fiili kullanılır." Esmâ'i'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bir adamın saçma sapan sözleri çoğaldığı zaman, onun için "müfnid" denilir." Keşşaf sahibi de: "Arapça'da (Bunak yaşlı kadın) denilmez, fakat (Bunak ihtiyar adam) denilir. Çünkü zaten kadının gençliğinde dikkat çeken görüşleri yoktu ki, yaşlılığında bunamış olsun" demiştir. Binâenaleyh ayetteki bu tabirin manası, "Eğer sözlerimi, abuk-sabuk şeyler saymazsanız" şeklindedir.

Ya'kûb (aleyhisselâm) bunu söyleyince, onun yanında bulunanlar, "Allah'ayemin ederizkisen hâlâ eskiyanlışhğındasm"dediler. Buradaki, "dalâlet" kelimesinin, birkaç manası vardır:

1) Mukâtil şöyle demiştir: "Bununla burada, şekavet, bedbahtlık manası kastedilir, yani, dünyanın bedbahtlığı demektir. Buna göre bu tabirin manası şu şekilde olur: "Muhakkak ki sen, Yûsuf için bu hüzünlere katlanıp göğüs germen şeklindeki, o eskiden beri olan bedbahtlığın içindesin." O, bu görüşüne, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu takdirde biz muhakkak ki bir dalâlet ve delilik içinde (kalmış oluruz)" dediler" (Kamer, 24) ayetini delil getirmiştir, yani, "Bu dünyamızda bir bedbahtlık içinde (kalmış oluruz)" demektir.

2) Katâde ise, bunun manasının: "Muhakkak ki sen, yine Yusuf'a karşı olan o eski sevgin üzeresin. Onu ne unutuyor, ne aklından çıkarıyorsun" şeklinde olduğunu ve bunun, "Babamız herhalde açık bir yanlışlık (dalâlet) içindedir" (Yusuf, 8) ayetindeki sözleri gibi olduğunu söylemiştir. Sözüne devamla, onların, bir peygamber için söylemeleri doğru olmayan, sert bir söz söylemiş olduklarını ifade etmiştir.

3) Hasan el-Basri ise şöyle demiştir: "Onlar Ya'kûb'a böyle söylediler. Çünkü onlar Yusuf'un öldüğüne inanıyorlardı. Ya'kûb (aleyhisselâm) ise, normal ve uygun tavrın dışına çıkarak, hep Yusuf'u sayıklıyordu."

"En" Edatının Kullanılışı Hakkında

Cenâb-ı Hakk'ın "Fakat müjdeci gelip de" buyruğuna gelince, buradaki en edatı hakkında iki görüş vardır:

1) Bu kelimenin i'rabtan mahalli yoktur. Bu ifadede olduğu gibi, bazan zikredilir; bazan da "ibrahim'den o korku gittiği zaman" (Hûd, 74) ayetinde olduğu gibi, hazfedilir. Her iki durum da, Arap şiirinde mevcuttur.

2) Basralılar, bu en edatının mâ ile birlikte mukadder bir fiilden ötürü ref mahallinde olduğunu, bunun takdirinin, müjdecinin gelişi meydana çıkınca" şeklinde olduğunu, fakat onu ref eden fiilin mahzûf olduğunu söylemişlerdir. Müfessirlerin ekserisi, bu müjdecinin Yahûdfi olduğunu, onun, "Kana bulanmış gömleğini ben götürmüş ve "Yusuf'u kurt yedi" diye ben söylemiştim. Bugün de bu gömleği ben götüreceğim, bir zamanlar babamı üzdüğüm gibi, yine onu ben sevindireceğim" dediğini söylemişlerdir.

Gömleği Yüzüne Sürüp, Görmeye Başlaması

Ayetteki, tabiri, "Müjdeci o gömleği Ya'kûb'un yüzünün üstüne artı" demektir. Yahut şöyle de denilebilir: Bu, "Ya'kûb o gömleği, yüzüne bıraktı (örttü)" anlamındadır, ifadesi de, "yeniden görür hale geldi" demektir. Bunun masdanolan "irtidât" birşeyin, daha önceki haline dönmesidir. Binaenaleyh ayetteki bu tabirin anlamı, "Allah onu, eskiden olduğu gibi görür hale getirdi" şeklindedir. Nitekim Arapça'da, hurma ağacını, Allah bitirip büyüttüğü halde, "Hurma uzadı" denilir. Alimler bu hususta ihtilaf etmişlerdir: Bazıları, "O tamamen kör olmuştu. Allahü teâlâ onu, işte bu anda görür hale getirdi" derken; diğer bazıları: "Hayır, çok ağlamaktan ve üzüntüden dolayı, onun görmesi zayıflamıştı. İşte o gömleği Ya'kûb'un yüzüne atıp, Yusuf'un hayatta olduğu müjdesi verilince, onun sevinci büyümüş, gönlü ferahlamış ve bütün hüzünleri yok olmuştu. İşte o zaman görmesi yeniden kuvvetlenmiş ve görme eksikliği yok oluvermişti." İşte o zaman da, "Ben size, "Bilmeyeceğiniz şeyleri, Allah tarafından olmak üzere ben biliyorum" demedim mi?" demiştir. Bundan maksat, onun rüya yolu ile, Yûsuf'un hayatta olduğunu bilmesidir. Çünkü bu ifâdenin, kendinden önceki ile, mana cihetinden bir ilgisi vardır. Bu ifade Hazret-i Yâ'kûb'un daha önce söylemiş olduğu, "Ben, kederimi ve hüznümü yalnız Allah'a şikâyet ediyorum. Ben, Allah tarafından sizin bilmeyeceğiniz (nice) şeyleri de biliyorum" şeklindeki sözüne bir işarettir. Rivayet edildiğine göre o, müjdeyi getirene Yusuf'un nasıl olduğunu sormuş, o da: "Yusuf, Mısır hükümdarıdır" demiş. Bunun üzerine Hazret-i Ya'kûb (aleyhisselâm): "Hükümdar olmasını ne yapayım? Sen, yanından ayrıldığın zaman, hangi din üzere olduğunu söyle?" deyince, müjdeci: "İslâm dini üzere idi" cevabını verir. Hazret-i Ya'kûb da, "İşte şimdi nimet tamamlandı" der.

Oğullarının Hazret-i Ya'kûb'dan Dua İstemeleri

Sonra Ya'kûb'un oğulları ondan özür dilemeye başlayarak "Ey babamız, bizim için istiğfar et. Biz gerçekten suçlular idik" dediler. (Ya'kûb da):'Sizin için Rabbime istiğfar edeceğim. Şüphesiz O gafur ve rahîm'dir" dedi" Ayetin zahiri, Hazret-i Ya'kûb (aleyhisselâm)'un o anda onlar için istiğfarda bulunmadığını, ama ileride onlar için istiğfar etmeyi vaadettiğini gösterir. Âlimler, bunun sebebini, birkaç değişik şekilde izah etmişlerdir:

1) İbn Abbas (radıyallahü anh) ve çoğu alimler "Ya'kûb (aleyhisselâm) onlar için, seher vakti istiğfar etmeyi dilemiştir. Çünkü seher vakti, duaların kabulü için en uygun zamandır" demişlerdir.

2) Bir başka rivayete göre yine İbn Abbas (radıyallahü anh), "Hazret-i Ya'kûb oğulları için istiğfar etmeyi, cuma gecesine ertelemiştir. Çünkü duaların kabulü için en uygun vakit o gecedir" demiştir.

3) Ya'kûb (aleyhisselâm) onların gerçekten tevbe edip etmediklerini; tevbeferinin de tam bir ihlas ile olup olmadığını anlamak istemiştir.

4) Ya'kûb (aleyhisselâm) onlar için, o anda istiğfar etmiştir. Binâenaleyh onun, "Sizin için Rabbime istiğfar edeceğim" sözünün manası, "Bu yaptığına istiğfara ileride de devam edeceğim" şeklindedir. Rivayet edildiğine göre o, yirmi küsur sene, her cuma gecesi onlar için istiğfar ediyordu. Hatta denildi ki, "O bir vakitte namaza kalkar ve namazını bitirince, ellerini göğe doğru kaldırır ve der ki: "Ya Rabbi, Yusuf'a olan feryâd-ü figanımı ve ona karşı olan sabırsızlığımı bağışla. Yusuf'a yaptıkları işlerden ötürü, oğullarıma mağfiret et" der. Bunun üzerine Allahü teâlâ ona, "Seni de, onların hepsini de bağışladım" diye vahyeder.

Anlatıldığına göre, Ya'kûb (aleyhisselâm)'un oğulları, kendilerini korku ve ağıt bürümüş bir vaziyette ona derler ki: "Eğer bizi Allah bağışlamaz ise, kim bize yardım edebilir?" Bunun üzerine ihtiyar babalan duâ ederek kıbleye yönelir. Yusuf da babasının arkasından âmin demeye başlar. Diğer kardeşler de, huşu ve tevâzû içerisinde o ikisinin arkasında dururlar. Bu, tam yirmi sene devam eder. Sabırları azalıp da, artık nerede ise helak olacakları zannına kapıldıkları bir sırada, Cebrail (aleyhisselâm) iner ve "Allah Tealâ, oğulların için yaptığın duanı kabul etmiş ve senden sonra peygamberlik hususunda onlardan misak almıştır" der. Alimler, onların peygamber olup olmadıkları hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu ihtilaf meşhurdur.

Hazret-i Ya'kûb Hanedanının Yusuf Tarafından Karşılanması

99

Âyetin tefsiri için bak:100

100

"Sonra vakta ki onlar gelip Yusuf'un huzuruna girdiler. O, babasını ve annesini kucakladı ve "Allah'ın iradesi ile, hepiniz emin bir şekilde Mısır'a giriniz" dedi. Babasını ve annesini tahtının üstüne çıkarıp oturttu. Hepsi onun için secdeye kapandılar. Yusuf dedi ki: "Babacığım, işte bu daha önce görmüş olduğum o rüyanın tahakkukudur, İşte Rabbim onu doğru çıkardı. Bana iyilik etti. Çünkü beni zindandan çıkardı. Şeytan benim ile kardeşlerimin arasını bozduktan sonra da, O, sizi çölden getirip (bizleri kavuşturdu). Şüphesiz ki Rabbim, dilediğini çok ince ve çok güzel olarak tedbir edendir. Şüphesiz O, alîm ve hakimdir.

Bil ki rivayet edildiğine göre Yusuf (aleyhisselâm), beraberindekilerle birlikte hazırlanıp kendisine gelebilmesi için, babasına, ihtiyaç duyulacak her türlü şey ile ikiyüz binit yollamıştır. Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm) ve kral, Ya'kûb(aleyhisselâm)'u karşılamak üzere, dörtbin asker ile, önde gelen devlet adamları ve bütün Mısır halkı ile birlikte yola çıkmışlardı. Hazret-i Ya'kûb (aleyhisselâm), Yahûdâ'ya dayanarak yürüyordu. Böylece atlar üzerindeki kalabalığı ve insanları görüp: "Ey Yahûdâ, bu Mısır Firavun'u mu?" dedi. Yahûdâ: "Hayır, bu senin oğlun Yusuf (ve onun adamları)" diye cevap verdi. Bunun üzerine Yusuf (aleyhisselâm) hemen ileri çıkıp, selam vermek istedi. Fakat selam vermeye fırsat bulamadan, Hazret-i Ya'kûb (aleyhisselâm): "es-Selâmü aleyke" dedi. Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Ya'kûb (aleyhisselâm) ve oğulları, kadın-erkek yetmişiki kişi olarak Mısır'a girdiler. Musa (aleyhisselâm) ile beraber oradan çıktıklarında ise, çocuklar ve ihtiyarlar hariç, savaşacak durumda olanlarının sayısı altıyüzbin beşyüz yetmiş küsur kişi idiler.

Cenâb-ı Allah'ın - "O, babasını .ve annesini kucakladı" ifadesi ile ilgili iki bahis vardır:

Birinci Bahis: "Ebeveyni" (babası ve annesi) ifâdesinden ne murad edildiği hususunda iki görüş vardır:

1) Bundan murad, onun öz babası ve öz annesidir. Buna göre, annesinin o zamana kadar yaşamış olduğu söylenildiği gibi; annesinin daha önce ölmüş olduğu, fakat Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Yûsuf'un rüyasını gerçekleştirmek üzere, ona (saygı) secdesinde bulunsun diye, onu diriltip kabrinden çıkarmış olduğu da söylenmiştir.

2) Bundan maksad Yusuf'un babası ile teyzesidir. Çünkü annesi, kardeşi Bünyamin'i doğurduktan sonra, henüz nifas halinde iken ölmüştü. "Bünyamin" kelimesinin, İbrânice, "acıların oğlu" manasına geldiği söylenmiştir. İşte annesi öldüğü zaman babası, Yusuf'un teyzesi ile evlenmişti. Bundan dolayı Allahü teâlâ, teyzesini, ebeveyninden biri olarak ifade etmiştir. Çünkü çocuğu yetiştirip terbiye edon kimseye, annenin yerini tuttuğu için "anne" denilir, yahut da amcaya "baba" denitebitdiği gibi, teyzeye de anne denilir. Cenâb-ı Hakk'ın şu ayeti de bu manayadır: "Babaların İbrahim'in, İsmail'in ve İshâk'ın ilâhına"(Bakara, 133).

İkinci Bahis: (......) ifâdesi, "onları kendisine çekti ve bağrına bastı, kucakladı, boyunlarına sarıldı" manasındadır.

Buna göre eğer, "Onların Mısır'a girmeden önce, Hazret-i Yusuf'un yanına varıp girmelerinin manası nedir?" denirse, biz deriz ki: Öyle anlaşılıyor ki, Hazret-i Yusuf onları karşıladığı zaman, onları orada bulunan bir evde veya bir çadırda misafir etti. Binâenaleyh onlar, onun yanına girdiler; o da onları kucakladı ve onlara, "Mısır'a giriniz" dedi.

Hazret-i Yusuf'un Aile Efradını Ağırlaması

Hazret-i Yusuf'un "Allah'ın iradesi ile, hepiniz emin bir şekilde Mısır'a giriniz" ifadesiyle ilgili birkaç bahis bulunmaktadır:

Birinci Bahis: Süddî şöyle demiştir: "Hazret-i Yusuf bu sözü, onlar Mısır'a girmeden önce söylemiştir. Çünkü o, onları yolda karşılamıştı." İşte, bizim kabul edip anlaştığımız görüş de budur. İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu söz, "emîn olarak Mısır'da oturun" manasındadır. Oturmak, bu iki fiil birbirine bitişik oldukları için, girmek fiiliyle ifade edilmiştir."

"İnşaallah" Cümlesinin Buradaki Manası

İkinci Bahis: Ayet-i kerimedeki, "Allah'ın iradesiyle" şeklindeki istisna ile ilgili iki görüş bulunmaktadır:

1) Bu, emin olmalarıyla ilgili olup, girmeyle alakalı değildir. Buna göre ayetin manası, "Eğer Allah dilese, inşaallah, emin olarak Mısır'a girin" şeklindedir. Bunun bir benzeri de, "inşaallah, emniyet içinde, korkusuzca mutlaka Mescid-i Haram'a gireceksiniz" (Fetih, 27) ayetidir.

2) Daha önce zikretmiş olduğumuz, "bu sözü Hazret-i Yusuf onlara, onlar Mısır'a girmeden önce söylemiştir" şeklindeki görüşe göre, bu istisnanın girme fiiliyle ilgili olduğu söylenmiştir.

Üçüncü Bahis: "emin olarak" ifadesinin manası, "canınızdan, malınızdan ve ailenizden emin olarak; hiç kimseden korkmadan" şeklindedir. Çünkü daha önce onlar, Mısır krallarından korkarlardı. Bunun, "Kıtlıktan, sıkıntıdan ve ihtiyaç halinden emin olarak, korkusuzca" manasında veya, "Daha önce işledikleri o suçtan dolayı, Yusuf'un zarar vermesinden emin olarak ve korkmadan" manasına geldiği de söylenmiştir.

Cenâb-ı Hak "Babasını ve annesini tahtının üstüne çıkarıp oturttu" buyurmuştur. Dil alimleri, "Arş, yüksek sedir anlamındadır" demişlerdir. Allahü teâlâ, "Onun, büyük bir arşı, tahtı vardır" (Neml, 23) buyurmuştur. Burada "Arş" kelimesinden murad, Yusuf'un üzerinde oturduğu yüksek sedir, tahttır.

Onların Hazret-i Yusuf'un Önünde Eğilmeleri

Cenâb-ı Hak, "Hepsi secdeye kapandılar" buyurmuştur. Bu ifadede bir problem bulunmaktadır. Çünkü, Ya'kûb (aleyhisselâm), Yusuf (aleyhisselâm)'ın babası idi. Babalık hakkı ise, daha büyüktür. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Rabbin, "Kendinden başkasına kulluk etmeyin. Ana ve babaya İyi muamelede bulunun" diye hükmetti" (isra, 23) buyurmuş ve anababa hakkını, kendi hakkıyla beraber zikretmiştir. Hem sonra Hazret-i Ya'kûb, yaşlı idi; genç olanın ihtiyara saygı göstermesi gerekir.

Yine, Ya'kûb (aleyhisselâm), peygamberlerin en büyüklerindendi. Yusuf (aleyhisselâm) da her ne kadar bir peygamber ise de, Ya'kûb(aleyhisselâm)'un mertebesi ondan daha yüce idi.

Aynı şekilde yine, Ya'kûb (aleyhisselâm)'un daha çok ibadet etme hususundaki gayret ve çabası, Hazret-i Yusuf'un gayret ve çabasından daha çok idi. İşte bütün bu hususların bir araya gelmesi, bilakis; Hazret-i Yusuf'un Hazret-i Ya'kûb'a bütün gücüyle hizmet etmesini ve saygı göstermesini gerektirir. Binâenaleyh, Yusuf daha nasıl Ya'kûb'un kendisine secde etmesine müsaade etmiştir? İşte, bu müşkilin izahı budur.

Yusuf, Babasının Önünde Eğilmesine Neden Müsaade Etti?

Bunua birkaç şekilde cevap verilir:

1) Bu, Atâ'nın rivayetine göre, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın görüşü olup, buna göre ayetten Tiurad, "Onlar, onun için, yani onu buldukları için Allah'a secdeye kapandılar" manasıdır. Netice olarak, bu secde, bir şükür secdesi olup, secde edilen de Allahü teâlâ idi. Ancak bu secde, Hazret-i Yusuf'dan dolayı yapılmıştı... Bu te'vîlin doğruluğunun delili ise, "Babasını ve annesini tahtının üstüne çıkarıp oturttu. Hepsi onun için secdeye kapandılar" ifadesinin, onların, bu tahta çıktıkları, daha sonra da secdeye kapandıkları manasını ihsas ettirmesidir. Eğer onlar, Yusuf'a secde etmiş olsalardı, ona, tahtının üzerine çıkmadan önce secde ederlerdi. Çünkü bu, tevazuyu daha çok îade etmektedir.

Buna göre eğer, "Bu tevîl, ayetteki "Yusuf dedi ki: "Babacığım, işte bu daha görmüş olduğum o rüyanın tahakkukudur" ifadesine muvafık değildir. Buradaki rüyadan maksat, "... gerçekten ben, rüyada onbir yıldızla güneşi ve ayı gördüm. Gördüm ki onlar bana secde edicilerdir" (Yusuf, 4) ifadesiyle anlatılan " denilirse, biz deriz ki: Aksine, bu, tam ona uygundur. Buna göre, "... güneşi ayı gördüm. Gördüm ki onlar bana, secde edicidirler" ifâdesinden murad, Denim için, yani benim iyiliğimi istemek ve makamımın yükselmesine çaba sarfetmek çın, onlar Allah'a secde ettiler" manasıdır. Bu mana muhtemel olduğuna göre, soru düşer. Bence bu izah, doğru olup, yerindedir. Çünkü, babalık hakkı, yaşlılık, ilim, din ve peygamberlik mertebesinin daha mükemmel olması bakımından, Ya'kûb (aleyhisselâm) kendisinden daha önde olmasına rağmen, babasının kendisine secde etmesine müsaade etmesi, Yusuf'un aklına ve dinine göre uzak görülemez.

2) Şöyle denilebilir: Onlar, Yusuf'u bir kıble gibi kabul edip, Cenâb-ı Allah'a, onu bulmuş olmaları nimetine mukabil, şükür secdesine kapanmışlardır. Bu, güzel bir izahtır; çünkü Arapça'da denildiği gibi, aynı manada olmak üzere "Ka'be'ye yönelerek namaz kıldım" da denilebilir. Hassan İbn Sabit de şöyle bir şiir inşâd etmiştir: "Ben, işin, Haşim(oğullarının elin)den, ondan sonra da Hasan'ın babasının elinden çıkacağını hiç düşünmemiştim. O, kıblenize yönelerek ilk namaz kılan ve insanların, Kur'ân'ı ve sünneti en iyi bileni değil midir?" Bu, Allah "Kıbleye secde etti" denilmesinin caiz olması gibi, "Falanca, kıbleye doğru namaz kıldı" denilmesinin caiz olduğuna bir delildir. Binaenaleyh, tabirinin manası "Yusuf'u bir kıble edindiler; sonra, onu bulmaları nimetine karşı, Allah'a şükür secdesine kapandılar" şeklindedir.

3) Tevazu bazan "secde etmek" tabiriyle ifade edilir. Nitekim şair, "Oralarda, tepeleri alçak arazilere secde eder halde görürsün" demiştir.

Buna göre burada "secde"den murad, tevâzudur. Ancak ne var ki bu izah da müşkildir. Çünkü Allahü teâlâ, "Hepsi onun için secdeye kapandılar" buyurmuştur. "Secdeye kapanma" tabiri, güzel bir biçimde secde etme manasını hissettirir. Buna da şu şekilde cevap verilebilir: (Secdeye kapanmak) kelimesiyle bazan, sadece uğramak ve rastlamak manası murad edilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onlar, kör ve sağırlar gibi, geçip gitmezler" (Furkan, 73) buyurmuştur.

4) Şöyle diyebiliriz: deki fail zamiri (vâv), onun ebeveynine ait değildir. Böyle olmamış olsaydı, Cenâb-ı Hak, derdi. Aksine zamir, Hazret-i Yusuf'un kardeşlerine ve onu tebrik etmek için yanına gelen diğer kimselere aittir. Buna göre ayetin manası, "Yusuf, anne ve babasını, onlara en mükemmel biçimde saygı göstermek için, tahtının üzerine çıkarttı. Kardeşlerine ve yanına gelenlere gelince. onların hepsi birden ona secdeye kapandılar" şeklindedir.

İmdi, eğer "Bu izah, ayetteki, "Babacığım, işte bu daha önce görmüş olduğum o rüyanın tahakkukudur" ifadesiyle uyuşmuyor" derlerse, biz deriz ki:

Rüyanın yorumunun, her bakımdan, yani tasvir ve tavsif bakımından, görülen rüyaya aynen mutabık olması gerekmez. Binaenaleyh, yıldızların, ayın ve güneşin secde etmesi, büyük insanların ona saygı göstereceğine işarettir. Hazret-i Ya'kûb'un, işte bu sebepten dolayı çocuklarıyla beraber Kenan'dan kalkıp Mısır'a gitmesi, Yusuf için, son derece büyük bir tazim olmuştur. O rüyanın doğruluğu için, bu kadar şey kâfidir. Ama, o açıklama ve tabirin, sıfat ve şekit bakımından rüyanın aslına eşit ve denk olması hususuna gelince, hiç kimse bunu gerekli görmemiştir.

5) Belki de, o vakit, o muhitte tebrik ve değer vermeye delâlet eden iş, secde etmek idi. Onların secde etmelerinden maksad ise, ona tazimdir.

Bu görüş son derece uzak bir ihtimaldir. Zira, alabildiğine tazim, Yusuf'dan çok Ya'kûb'a yaraşır. Binaenaleyh, eğer durum sizin dediğiniz gibi olsaydı, o zaman Yusuf'un Ya'kûb'a secde etmesi gerekirdi. Belki de Yusuf'un kardeşlerini, Yusuf'a tevazu yollu secde etmemeye sevkeden şey, onların taassubu ve ona, hâlâ tepeden takmalarıdır. Yusuf (aleyhisselâm), onların böyle yapmamaları halinde, bunun, fitnelerin yeniden zuhur etmesine ve küflendikten sonra eski kinlerin yeniden ortaya çıkmasına sebep olacağını biliyordu. İşte bundan dolayı Ya'kûb (aleyhisselâm), kadrinin yüceliği ve baba ve ihtiyar olması sebebiyle hakkının büyük olması; din, peygamberlik ve ilim hususlarında da mertebesinin Yusuf'unkinden daha üstün olması sebebiyle, ve de, onların bunu bizzat müşahede etmeleri, taassup ve kalblerindeki nefretin yok olmasına vesile olsun diye işte o secdeyi yapmıştır. Görmez misin ki bir hükümdar, birini muhtesib Muhtesib, İslâm devletinde, emr-i maruf ve nehy-i münkeri ifa etmekle görevli teşkilatın başkanıdır (ç.) tayin ettiğinde, onun otorite sağlamasını temin etmek gayesiyle hisbe işini, (hükümdarın) bizzat kendisi üzerinde uygulama imkânı verir. Böylece bu muhtesibin, görevini yapmaktan asla çekinmeyeceği hususunda, hiç kimsenin kalbinde şüphe bırakmaz.

6) Belki de Allahü teâlâ, sadece kendisinin bileceği çok gizli bir hikmetten dolayı, Ya'kûb (aleyhisselâm)'a o secdeyi emretmiştir. Bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, ancak kendisinin oilebileceği bir hikmetten dolayı meleklere, Hazret-i Adem'e secde etmelerini emretmesine benzer. Yusuf (aleyhisselâm) da, kalben buna razı değildi; ancak ne var ki O, Allah'ın bunu emrettiğini bildiği için, sesini çıkarmamıştı.

Rüyanın Gerçekleşmesi

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Yusuf (aleyhisselâm)'un bu hali görünce"Babacığım, işte bu daha önce görmüş olduğum o rüyanın tahakkukudur. Muhakkak Rabbim onu doğru çıkardı" dediğini -akletmiştir. Bu ifadeyle ilgili iki bahis bulunmaktadır:

Birinci Bahis: İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Hazret-i Yusuf, babasının ve Kardeşlerinin secde ettiklerini görünce, bu onu dehşete düşürmüş ve tüyleri diken diken olmuş ve babası Ya'kûb'a: "İşte bu daha önce görmüş olduğum o rüyanın :ahakkukudur" demiştir. Ben derim ki, bu da, altıncı maddedeki cevabı kuvvetlendirmektedir. Buna göre o sanki şöyle demiştir: "Babacığım, ilim, din ve nübüvvet hususlarındaki kadrinin yüceliğinden dolayı, senin gibilerin oğluna secde etmesi uygun düşmez; ancak ne var ki bu, kendisiyle emrolunduğun ve kendisiyle mükellef tutulduğun bir husustur. Çünkü, peygamberlerin rüyası haktır. Nasıl ki, İbrahim(aleyhisselâm)'un rüyasında oğlunu kurban olarak kesmesi, bunun ona, uyanıklık halinde vacip olmasına sebep olmuşsa, aynen bunun gibi, Yusuf (aleyhisselâm)'ungörüp de babası Yakub'a anlatmış olduğu rüya da, bu secdenin vücubiyyetine sebep olmuştur, işte bundan dolayıdır ki İbn Abbas (radıyallahü anh), Yusuf (aleyhisselâm)'un bu rüyayı gördüğü zaman onu korkuttuğunu, tüylerinin diken diken olduğunu, ama bir şey söylemediğini nakletmiştir.

Ben de derim ki: Bunun, Cenâb-ı Hâkk'ın Ya'kûb (aleyhisselâm)'a tattırmış olduğu sıkıntıların bir nevi tamamlanması olması uzak bir ihtimal değildir. Buna göre ona sanki şöyle denilmiştir: "Muhakkak ki sen, ona kavuşmayı hep arzu edip istiyor ve onun ayrılığı sebebiyle, daima hüzünleniyordun. O halde, onu bulduğun zaman, ondan ötürü secde et!" Böylece bu secdeyi emretmek, o sıkıntıların tamamlanması olmuştur. İşlerin hakikatlerini ise, en iyi bilen Allah'tır.

Rüya İle Rüyanın Çıkması Arasındaki Zaman

İkinci Bahis: Alimler, bu zaman ile o rüya arasındaki müddetin miktarı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bunun seksen sene veya yetmiş sene olduğu söylendiği gibi, kırk sene olduğu da söylenmiştir ki, bu ekser ulemânın görüşüdür. Bundan dolayı onlar şöyle derler: "Rüyanın tevili, ancak kırk sene sonra çıkar." Bunun, onsekiz sene olduğu da söylenmiştir. Hasan el-Basrî'den rivayet edildiğine göre, Hazret-i Yusuf, onyedi yaşındayken kuyuya atılmıştı. Kölelik ve hapiste de, seksen sene kaldı. Daha sonra, babasına ve akrabalarına kavuştu. Bundan sonra da yirmi üç sene yaşadı ki, böylece ömrü yüzyirmi seneye baliğ olmuştur. İşlerin hakikatini en iyi bilen Allah'tır.

Hazret-i Yusuf'un Son Derece Nazik Davranışı

Sonra "Bana iyilik etti" demiştir. Buradaki (......) kelimesi, (......) takdirindedir. Arapça'da, hem (Bana iyilik etti) denilir. Şair Küseyyir şöyle demiştir: "Ey sevgili, bize ister cevr ü cefâ et, istersen iyi davran!. O sevgili bize buğzetse de, biz onu ne kınarız, ne de ona buğzederiz."

Ayetteki bu ifâde, "Rabbim, beni hapisten çıkardığı zaman bana iyilik yaptı" demektir. Hazret-i Yusuf, Rabbinin onu kuyudan çıkarıp kurtarmasını, birçok sebepten dolayı zikretmemiştir:

a) O kardeşlerine, "Size, bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yok" (Yusuf, 92)

demiştir. Eğer kuyu hadisesini zikretmiş olsaydı, bu onlar için, bir ayıplama ve kınama olmuş olurdu. Binaenaleyh, bunu zikretmemesi, onlara lütuf yerine geçmiştir.

b) O, kuyudan çıktığı zaman, o melik olmadı. Aksine, insanlar onu köle haline getirdi. Ama, hapisten çıkınca, insanlar onu başlarına hükümdar yaptılar. Binaenaleyh Du çıkarma, tam bir ihsan ve in'âm olmaya daha yakındır.

c) Kuyudan çıkartıldığı zaman, kadının iftirası sebebiyle pekçok zarar ve sıkıntının cine düştü. Hapisten çıkartıldığı zaman ise, babasına ve kardeşlerine kavuştu, .zerindeki töhmet ve sû-i zanlar yok oldu. Binaenaleyh bu, bir fayda olmaya daha uygundur.

d) Vahidi şöyle demiştir: "Onun zindandan çıkarılmasındaki nimet daha büyüktür. Çünkü, onun hapse girmesi, onun, niyet kurduğu bir günah sebebiyle idi. Bunun da, insan tabiatının temayülü ve nefsin rağbet ve arzusu anlamına alınması gerekir. Her ne kadar bu, başkaları için af dairesi içinde ise de, Hazret-i Yusuf için bir muaheze ve sorgulama sebebi olur. Çünkü, ebrârın hasenatı, mukarrabînin seyyiâtıdır."

Sonra O "O, sizi çölden getirdi" dedi. Bu hususta iki mesele vardır:

Ayetle ilgili iki görüş bulunmaktadır:

Birinci Mesele

Bedv Kelimesinin Anlamı

1) (......) kelimesi, (çöl) anlamındadır. Vahidi, (......) üzerinde kişinin ta uzaktan görülebildiği, düz ve geniş arazi demektir. Kelimenin aslı ise, (ortaya çıkmak) kelimesidir. Sonra ise, mekân, masdar olan kelimeyle isimlendirilerek bedv (düz arazi) ve (hazır olunulan yer, mahal) denilmiştir. Yakûb (aleyhisselâm) ve oğulları, Kenan Diyarında, hayvancılık ve ziraatcilikle meşgul oluyorlardı" demiştir.

2) İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Hazret-i Ya'kûb (aleyhisselâm) çöle gitmiş ve orada yerleşmişti. Oradan, Hazret-i Yusuf'un yanına geldi. Onun, oradaki dağın hemen altında bir mescidi bulunuyordu." İbnu'l-Enbarî de: (......) kelimesi, belli bir yerin adıdır. Meselâ "o, Şi'b ile Beda arasındadır" denilir. Bu ikisi, iki yere verilen isimdir" demiştir. Küseyyir, her ikisini birden zikrederek şöyle demiştir "Sen, (ey sevgili), Şi'b'i bana, Bedâ'yı da bana tercih eden, onları benden çok sevenisin; benim vatanım ise, bu ikisinden başka olan yurtlardır."

Bu görüşe göre bedv kelimesinin manası, kendisine denilen yere yönelip gitmektir. Nitekim Arapça'da "mağaraya girdiler" manasında cenildiği gibi; "çöle gittiler" manasında da, (......) denilir. Buna göre ayetin manası, "Allah sizi Bedâ tarafından getirdi" şeklindedir. Bu görüşe göre, Hazret-i Ya'kûb (aleyhisselâm) ve oğulları mukîm idiler, yerleşik hayatları vardı. Çünkü, buradaki bedv kelimesi ile, çöl değil, Bedâ denilen o yer kastedilmiştir. Buraya kadar olan açıklamayı, Vahidi, el-Basît adlı eserinde yapmıştır.

İkinci Mesele

Alimlerimiz, kulun fiilinin, Allah'ın yaratması ile olduğu hususunda, bu ayet ile istidlalde bulunmuşlardır. Çünkü, Hazret-i Yusuf "Çünkü beni zindandan çıkardı" diyerek kul olan kendisinin zindandan çıkmasını ve "O, sizi çölden getirdi" sözüyle onların çölden gelmesini, hep Allah'a izafe etmiştir. Bu, kulun fiilinin, tamamen Allah'ın fiili, O'na ait olduğu hususunda apaçık bir beyandır. "Bundan maksat, bunların, ancak Allah'ın muktedir kılması ve kolaylaştırması ile meydana gelmesidir" demek, ayetin zahirî manasından sapmaktır.

Daha sonra Hazret-i Yusuf "Şeytan benim ile kardeşlerimin arasım bozduktan sonra da" demiştir. Keşşaf sahibi: (......) kelimesi, "Aramızı bozdu ve bizi birbirimize karşı kışkırttı" anlamındadır. Bu kelimenin esas manası, atı mahmuziayıp onu koşmaya yöneltmek anlamında olan deyiminden alınmadır. Arapça'da, bir kişi binit hayvanını kamçılayıp onu dürttüğü zaman, denilir" demiştir. Bil ki, Cübbâî, Ka'bî ve Kadî, bu ayeti, cebr akidesinin yanlışlığına delil getirerek şöyle demişlerdir: "Çünkü Allahü teâlâ, Hazret-i Yusuf'un, bu iyiliği, Allah'a; kışkırtmayı da, şeytana nisbet ettiğini bildirmektedir. Eğer bu kışkırtma da Rahman olan Allah'dan olmuş olsaydı, onun, nimetlerde olduğu gibi, bunu da ancak Allah'a nisbet etmesi gerekirdi."

Buna şöyle cevap verilir: Hazret-i Yusuf'un bu işi şeytana nisbet etmesi mecazidir. Çünkü, size göre (ey Mutezilîler), şeytan, gizli konuşmaya, insana fısıldamaya muktedir değildir. Halbuki Allahü teâlâ ondan bahsederek, "Zaten benim, sizin üzerinizde hiçbir hükmüm, nüfuzum da yoktu. Yalnız ben sizi çağırdım, siz de bana hemen icabet ettiniz" (ibrahim. 22) demiştir. Binâenaleyh, Kur'ân'ın zahiri, bu fiilin, aslında böyle olmadığı halde, (mecazî olarak), şeytana nisbet edilmesini gerektirmektedir. Yine, eğer kişinin günaha yönelmesi şeytanın yüzünden ise, şeytanın günaha yönelmesi de bir başka şeytan yüzünden ise, o zaman teselüsl gerekir. Bu teselsül ise, muhaldir. Eğer bu, bir başka şeytanın yüzünden değilse, aynı şey insan için de söylenebilir. Binâenaleyh, sabit olur ki, kişinin cehalete ve fıska yönelmesi, ne şeytan sebebiyledir, ne de kendisi sebebiyledir. Çünkü, hiç kimsenin tabiatı, dünyada kınanmaya, ahirette de azaba düşmesini gerektirecek olan fıskı ve cehaleti seçmeye yönelip onu arzulamaz. O, küfre ve fıska düştüğüne göre, onu buna düşüren birisinin mutlaka bulunması gerekir. Bu iki kısım, yani günaha düşürenin, şeytan veya İnsanın kendisi olması batıl olunca, geriye ancak, bunun Allah'tan olduğunu söylemek kalır. Bunu, şu husus da tekid eder: Bundan önce geçen, "Çünkü beni zindandan çıkardı, sonra da O, sizi çölden getirdi" ayet-i kerimesi, her şeyin, Allah'dan olduğu hususunda apaçık bir ifadedir.

Sonra O "Şüphesiz ki Rabbim, dilediğini çok ince ve çok güzel olarak tedbir edendir" demiştir. Bu, "Yusuf ile babasının ve kardeşlerinin muhabbet, ülfet, güzel bir geçim ve gönül huzuru içinde yeniden bir araya gelmeleri, aklen son derece uzak bir ihtimaldi. Fakat, Allahü teâlâ latîftir; bir şeyin meydana gelmesini murad ederse, onun sebeplerini kolaylaştırır, meydana gelmesi aklen ne kadar uzak dahi olsa, o şey meydana gelir" demektir.

Sonra, "Şüphesiz o, alîm ve hakimdir" demiştir. Yani, "O'nun fiillerinde latîf oluşu, sonsuz olan mümkin bütün hususları ve itibarları bilmesinden dolayıdır. Binâenaleyh o, bu zor olan şeyin meydana gelmesini kolaylaştıracak olan şeyi de, yolları da bilir. O, hakimdir, yani, fiillerini sapasağlam yapar, hikmet sahibidir. Abesten ve batıldan uzak olup, fiillerinde sonsuz hikmet sahibidir" demektir. En iyisini bilir.

101

"Ya Rab, sen bana mülk verdin ve sözlerin tevilini öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da, ahirette de benim yarimsin. Benim canımı müslüman olarak al ve beni salihlere kat".

Bu ayette ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Yusuf'un Babasına Haber Vermemesinin Sebebi

Rivayet olunduğuna göre Yusuf (aleyhisselâm), Ya'kûb'un elinden tutar ve ona, hazinelerini gezdirir. Derken onu, altın ve gümüş; mücevherat, elbise ve silahların bulunduğu hazine odalarına götürür. Evrak ve kırtasiye depolarına onu girdirince, Hazret-i Ya'kûb: "Yanında, bunca yazacak malzeme bulunuyorken, neden böyle gafil davrandın da, 'sekiz' konaklık yerden bana mektup yazmadın?" dedi. Hazret-i Yusuf: "Bu işi, bana Cebrail yasakladı" diye cevap verince, Ya'kûb: "Ona, bunun sebebini sor" dedi. Yusuf: "Sen sor, ona senin nazın daha çok geçer" diye cevap verdi. Bunun üzerine Hazret-i Ya'kûb ona sorunca, Cebrail (aleyhisselâm): "Cenâb-ı Hak, senin, "Onu, kurdun yemesinden korkuyorum" (Yusuf, 13) demenden dolayı, bunu bana yasakladı. Halbuki sen, benden (yani, Allah'dan) korkmalıydın" dedi.

Hazret-i Yusuf'un Vefatı

Rivayet edildiğine göre Ya'kûb (aleyhisselâm), Hazret-i Yusuf ile birlikte yirmidört sene kaldı. Vefatı yaklaşınca ona, kendisini Şam'a, babası İshak'ın yanına defnetmesini vasiyet etti. Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm) bizzat kendisi babasının (cenazesini) götürdü ve (oraya) defnetti. Sonra Mısır'a döndü. Babasının ölümünden sonra yirmi üç sene daha yaşadı. İşte bu esnada âhiret mülkünü temenni etti ve ölümü istedi. Denildi ki: "Ne ondan önce, ne de ondan sonra hiçbir peygamber ölümü temenni etmedi." Böylece Cenâb-ı Allah onu, hoş ve temiz olarak öldürdü. Mısır ahâlisi, onun defni (gömülmesi) meselesinde ihtilaf ettiler. Herkes onun, kendilerinin mahallesine defnedilmesini istiyordu. Nerede ise bu yüzden savaşacaklardı. Daha sonra en uygun olanın, onun için mermerden bir sanduka yapıp, cenazesini onun içine koymak ve Nil nehrinde, suyun aktığı bir yere gömmek olduğu görüşüne vardılar. Böylece onun bereketi, Mısır'da olan herkese ulaşacaktı. Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm)'un Efrâsim ve Mîşâ adlarında iki oğiu vardı. Efrâsim'in de Nûn isminde bir oğlu vardı. Nûn'un da Yûşâ isminde bir oğlu vardı. İşte bu, Musa (aleyhisselâm)'nın arkadaşı olan gençti. Daha sonra Yusuf (aleyhisselâm), Allahü teâlâ Musa (aleyhisselâm)'yı peygamber olarak gönderinceye kadar orada medfûn kaldı. Hazret-i Musa (aleyhisselâm) sonra, onun kemiklerini oradan çıkarıp, babasının kabrinin yanına defnetti.

İkinci Mesele

(......) ifâdelerindeki min edatı, ba'ziyyet (kısmîlik) manasınadır. Çünkü Yusuf (aleyhisselâm)'a, dünya mülkünün yahut Mısır mülkünün bir kısmı ile, rüya yorumu ilminin bir kısmı verilmişti. Esamm: "Cenâb-ı Hak, (mülkden) demiştir. Çünkü, Yusuf'un üzerinde, hüküm sahibi olan kimse (kral) vardı" demiştir.

Bil ki varlıklar üç çeşittir: Tesir edip, kendisine tesir edilmeyen. Bu, sadece Cenâb-ı Hak'tır. Tesir e'dilip, kendisi başkasına tesirli olmayan. Bu da, cisimler âlemidir. Çünkü cisimler, çeşitli şekil, suret ve özellikler ile birbirine zıt vasıfları kabul ederler. Binâenaleyh bunların, hiçbirşey üzerinde bir tesirleri yoktur. Bu iki kısım, iki uçturlar. Bunların arasında bir üçüncü kısım daha vardır. Bu, hem tesir eder, hem de tesir olunur. Bu, ruhlar alemidir. Ruhlar aleminin özelliği, Allah'ın celâl nuru aleminden gelen tasarruf ve tesiri kabul etmektir. Sonra o ruhlar, maddî aleme yöneldiklerinde, orada tasarruf ve tesir icra ederler. O halde ruhların, maddeler alemi ile ilgisi, orada tasarrufda bulunup, orayı tedbir etmek ile; ulûhiyyet alemi ile ilgisi ise ilim ve marifet ile olur. Binâenaleyh ayetteki, "Bana mülkden verdin "ifadesi nefsin (ruhun) madde alemi ile olan ilgisine; "sözlerin te'vilinden öğrettin" ifadesi ise, ruhun Allah'ın celâlinin huzuru ile ilgisine işarettir. Bu iki çeşit ilginin, kemal ve noksanlık, kuvvet ve zayıflık. açıklık ve gizlilik hususlarında sonsuz dereceleri olunca, insanlar için bu iki ilgiden, ancak sınırlı miktarların elde edilmesi mümkün olur. Böylece, gerçekte elde edilen şey, mülkün sonsuz kısımlarından bir kısmı ile, ilmin sonsuz kısımlarından bir kısmı olmuş olur. İşte bu sebepten ötürü, "mülk" ve "te'vil" kelimelerinin başına kısmîlik ifade eden min edatı konulmuştur. Çünkü bu kelime, "bir kısmı" manasına gelir

Fatıru s-Semavati Ve'l-Arz Vasfının izahı

Daha sonra O "Gökleri ve yeri yaratan" demiştir. Bu ifade ile gili birkaç bahis vardır:

Birinci Bahis: "Fâtır" lafzı lügat bakımından hangi manayadır? Ibn Abbas (radıyallahü anh): Ben, iki bedevî Arap, bir kuyu hususunda birbiri ile münakaşa edip, sonra bana başvurarak, birisi "o kuyuyu evvela ben esmiştim" ve "onu ilk ben kazdım" deyinceye kadar, bu kelimenin ne manaya geldiğini bilmiyordum" demiştir. Dilciler şöyle demişlerdir: "Arapça'da "fatr" kelimesi asıl olarak "yarmak" manasınadır. Nitekim devenin azı dişi (damağını yarıp) çıkmaya başladığında (......) denilir. Yine "Onu yardım, o da yarıldı" manasında, denilir. Yeryüzü (biten bitkiler ile) yarıldığında, ağacın dalları, yaprakların çıkması ile âdeta yarık yarık olduğunda, denilir. İşte kelimenin Arapça'daki kök manası budur. Daha sonra bu kelime, var etme ve yaratma manasına kullanılmıştır. Çünkü var edilen o şey, yok iken sanki bir karanlık içinde imiş de, yaratılmak sureti ile, o yokluk ve karanlık yarılmış ve içinden o çıkmış gibi olur.

İkinci Bahis: Bu kelimenin bazan, bahsettiğimiz iştikakın delil oluşu ile, birşeyi sırf yokluktan meydana getirme manasına geldiği santimıştir. Ama gerçekte bu, buna delil değildir. Bunun böyle olduğunu şunlar göstarir:

a) Cenâb-ı Hak, "Hamd, göklerin ve yerin fâtırı olan Allah'a mahsustur"(Fatır, 1) buyurmuş; daha sonra da o gökleri ve yeri, "Sonra (Allah) göğe, ki o, bir buhar (duhân) halinde idi. yöneldi" (Fussilet. 11) diyerek, onları buhardan yarattığını beyân etmiştir. Binâenaleyh bu ifade, "fâtır" lafzının, Cenâb-ı Hakk'ın onları sırf yokluktan yarattığı manasına gelmediğine delâlet eder.

b) Allahü teâlâ, insanları topraktan yarattığı halde, "Yüzünü Allah'ın fıtratına çevir ki. O, insanları bunun üzerine yaratmıştır" (Rum, 30) demiştir. O, "Sizi ondan (topraktan) yarattık, yine ona döndüreceğiz. Sizi bir kere daha ondan (topraktan) çıkaracağız" (Taha, 55) buyurur.

c) Bir şey, maddesi ve sureti (şekli) bulunduğu zaman, meydana gelir. Mesela bir sürahiyi ele alalım. Bu ancak, o belli madde, o belli özelliğe sahip olduğu zaman, mevcut olur, meydana gelir. O suret bulunmadığı zaman, bunların toplamı (demek olan sürahi) meydana gelmez. Bu sureti var eden, o sürahiyi icad etmiş sayılır. Binâenaleyh Onun madde olarak kâinatı icad etmesinin, sürahi maddesini icad etmesini gerektirmediğini anlarız. Böylece sabit olur ki "fâtır" lafzı, Allahü teâlâ'nın göklerin ve yerin kendisinden meydana geldiği parçaları var ettiğini ifade etmez. Allahü teâlâ'nın bu parçaların yaratıcısı oluşu Kur'ân'ın zahirî manaları ile değil, aklî deliller

Bil ki ayetteki, "Gökleri ve yerin yaratan" ifadesi, vav edatının tertib (sıra) ifâde ettiğini söyleyenlere göre, Allah'ın gökleri, yerden önce yarattığı zannını uyandırmaktadır. Akıl da bunu destekler. Çünkü bir dâireyi meydana getirmek, mutlaka onun için bir merkez belirlemeyi gerektirir. Ama merkezi belirlemek, mutlaka dâireyi meydana getirmeyi gerektirmez. Çünkü tek bir merkez ile, sayısız dâireler çizilebilir. Fakat bir dâirenin, ancak bir tek merkezi vardır. Hem sonra ayetin lafzı, göklerin birden fazla, yeryüzünün ise bir tek olduğunu göstermektedir. Bunun hikmetini, (En'am, 1) ayetinin tefsirinde anlatmıştık.

Üçüncü Bahis: Zeccâc bu kelimenin mansub oluşunu, şu iki sebepten birine irca etmektedir:

a) Kelime, muzaaf durumundaki münâdâ olan "rab" kelimesinin sıfatı olduğu için mansubtur. Yahut da,

b) İkinci bir münâdâ olarak mansub olması da mümkündür.

Daha sonra o, "Sen, dünyada da, âhirette de benim yârimsîn" demiştir. Bu "Ya Rabbi, sen hem dünyada, hem âhirette bütün işlerimi düzenlemeyi üzerine altp, fânîolanbu mülkü, ebedî mülke ilhak edensin" demektir. Bu, iman ve ibadetin hepsinin Allah'dan olduğunu gösteren bir tabirdir. Eğer bunlar kulun kendisinden olsaydı, o zaman kulun işlerinin velisi, yani işlerini deruhte eden, yine kulun kendisi olurdu. O zaman da, "Sen, dünyada da, âhirette de benim yarımsın, velimsin" cümlesinin umûmî manası yanlış olmuş olurdu.

Bundan sonra O, "Benim canımı müslüman olarak al ve beni salihlere kat" demiştir. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Dua'dan Önce Hamd Etme Gerektiği

Bil ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Cebrail (aleyhisselâm)'den naklen, Cenâb-ı Hakk'ın şöyle buyurduğunu söylenmiştir: "Kim, beni zikretmekle meşgul olmasından dolayı, benden bir şey istemeye vakit bulamaz ise, ona isteyenlere verdiğimin en iyisini veririm". İşte bundan ötürü, kim duâ ederse, mutlaka duadan önce Allah'a hamd-ü sena etmelidir. Binâenaleyh Yusuf (aleyhisselâm), duâ etmeyi isteyince, işte bu ifadede önce Cenâb-ı Hakk'ı, "Ya Rab, sen bana mülk verdin ve sözlerin te'vilini öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan" diyerek övmüş, sonra bunun peşinden, "Benim canımı müslüman olarak al ve beni sâlihlere kat" diyerek duâ etmiştir. Bunun bir benzeri de, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in yaptığı iştir. O, önce, "(O Rabb) ki, beni yaratan ve bana doğru yolu gösterendir. Ceza gününde kusurlarımı bağışlayacağını umduğum da O'dur diyerek Allah'ı medh-ü sena etmiş; daha sonra da, "Rabbim bana hüküm ihsan et ve beni sâlihlere kat" (Şuârâ, 83) diyerek duâda bulunmuştur. İşte burada da şöyledir.

İkinci Mesele

"olarak al" cümlesinin Allah'tan ölümü isteme olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak Katâde: "O, Rabbisinden, kendisini huzur-u ilâhisine almasını istemiştir. Hr. Yusuf (aleyhisselâm)'dan önceki hiçbir peygamber, ölümü istememişti" demiştir. Müfessirlerin çoğunun görüşü de budur. İbn Abbas (radıyallahü anh), Atâ'dan gelen bir rivayete göre: "Hazret-i Yusuf bu duası ile, "Canımı aldığında, müslüman olduğum halde canımı al" manasını kastetmiştir. Bu, Allahü teâlâ'nın, Kendisini İslâm Dini üzere öldürmesini istemek manasınadır. Bu sözde, Hazret-i Yusuf'un o anda ölümü istediğini gösteren bir şey yoktur" demiştir.

Bil ki ayetteki bu ifâdenin lafzı, her iki manaya da elverişlidir. Şu sebeplerden ötürü, aklı kemâte ermiş bir kimsenin ölümü istemesi ve ölüme karşı iştiyaklı olması uzak bir ihtimal değildir:

Birinci Sebep: Daha evvel de izah ettiğimiz gibi, insan nefsinin kemâle ermesi, âmyyâtı bilmesine ve maddi şeyler üzerinde tasarruf sahibi bir melik ve malik imasına bağlıdır. Biz, her iki hususta da sonsuz derece ve merhalelerin olduğunu daha önce anlatmıştık. Bu iki hususta, mutlak kemâl sadece Allah'a aittir. Onun dışındaki her varlık noksandır. Noksan olan ise, noksan olduğunu anlayıp, mutlak cemâlin tadını aldığında, hep bir üzüntü ve onun peşine düşmekten hasıl olan bir acı içinde bulunur. Mutlak kemal sadece Allah'a ait olup, bunun insan için gerçekleşmesi mümkün olmayınca, insanın devamlı olarak, o arzudan doğan ve o .orulmadan kaynaklanan bir ızdırap ve acı içinde kalması gerekir. Binâenaleyh insan, bu hali taddığında, nefisten bu yorgunluğu ve ızdırabı atmanın, ancak ölüm ile olduğunu anlar. İşte bundan ötürü ölümü temenni eder.

Dünya Hayatının Doyurucu Olmayışının Sebepleri

İkinci Sebep: Hatib ve beliğ kimseler, hernekadar dünyayı kınama hususunda sözü uzatmış iseler de, sözlerinin özü aslında şu üç şeye dayanır:

a) Dünyevî mutluluklar çabuk sona erer, hep yok olmaya maruzdurlar. Onların yok olmasından dolayı doğan elem ve acı, var olduklarında meydana gelen lezzet ve sevinçten daha şiddetlidir.

b) Bunlar, saf değil, aksine çeşitli keder ve bulanıklıklarla içiçedirler, karışıktırlar.

c) İnsanların en rezili ile en faziletlisi, bu bakımdan (dünyevi hazlarda) aynıdırlar. Hatta rezillerin bu husustaki payı, faziletli kimselerin payından daha çoktur.

Binâenaleyh bu üç sebep, insanda bu lezzetlere karşı bir nefret doğurur. Aklı başında nian bir kimse, bu tür şeyleri elde etmenin yolunun, ancak bu üç nefret ettirici şeyden geçtiğini anlayınca, bu tür belâ ve sıkıntılardan kurtulmak için, ölümü temenni eder.

Üçüncü Sebep: Bu sebep, muhakkik âlimlere göre, sayılan sebeplerin en kuvvetlisidir. Maddî lezzetlerin bir gerçeği yoktur. Bunların neticesi, hep bir elem gidermeye varıp dayanır. Mesela yeme lezzeti, açlık acısını defetmekten ibarettir. Cinsî münasebetten duyulan lezzet de, menînin menî kesesinde iyice dolup gıdıklamasından meydana gelen acıyı defetmektir. İdareci ve başkan olma lezzeti, intikam alma ve baş olma isteği ile meydana gelen acıyı (tasayı) defetmekten ibarettir. Bu lezzetlerin hepsinin neticesi, elemleri gidermek olduğuna göre, akıllı olan kimse -nezdinde bütün bunlar önemsiz, âdi, düşük ve noksan şeyler olarak kabul edilir. İşte bu durumda, bütün bu âdi şeylere ihtiyaç duymaktan kurtulmak için, insan ölümü temenni eder.

Dördüncü Sebep: Dünyevî lezzetlerin hepsi azdır ve neticesi şu üç esas lezzete dayanır:

a) Yeme-içme lezzeti;

b) Cinsî münasebet lezzeti;

c) Reis ve başkan olma lezzeti... Bunların herbirinin, birçok ayıp ve kusuru vardır. Yeme-içme lezzetinde şu kusurlar vardır:

1) Bu lezzetler, kuvvetli değildir. Mesela, mâzallah, kuvvetli bir kulunç (kramp) ağrısını hissetmek, yemeden dolayı olan lezzetten daha şiddetlidir.

2) Bu lezzetlerin devamlı olması, hep sürmesi mümkün değildir. Çünkü insan, yediği zaman doyar. Doyduğunda, yemekten lezzet duymaya bir şevki kalmaz. Demek ki bu lezzet zayıftır. Zayıf olmasının yanında, devamlı da değildir.

3) Bunlar, aslında değersiz lezzetlerdir. Çünkü yemek, yenen şeyi ağızda biriken tükrük ile ıslatıp yumuşatmaktır. Bunun, çok da hoş olmayan, pis bir iş olduğunda şüphe yoktur. Sonra o yiyecek, mideye vardığında, orada bozulmaya, kokuşmaya ve değişmeye başlar. Bu da, hoş olmayan bir hadisedir.

4) Bütün değersiz canlılar (hayvanlar) da bu şekilde lezzet alma hususunda aynıdırlar. Çünkü mesela hayvan pisliği, bok böceğinin, ondan duyduğu lezzete göre, tıpkı insanın duyduğu lezzet bakımından bademli helva gibidir.İnsan nasıl ki, bok böceğinin yediği şeyi yemekten nefret ederse, bok böceği de insanın yediği şeyi yemekten nefret eder. Hem sonra lezzet ve tad alma bütün insanların müşterek özelliğidir.

5) Yemek, ancak insan çok acıktığı zaman güzel olur. Halbuki zaten bu, şiddetti bir ihtiyaçtır. İhtiyaç ise, tam bir noksanlık demektir.

6) Yemek, akıllılar açısından, önemsiz görülen bir şeydir. Nitekim bu hususta şöyle denilmiştir: "Bütün gayret ve çabası, midesine giren şeyler hususunda olan insanın kıymeti, midesinden çıkan (bedeninden dışarı atılan) şeylerin kıymeti kadardır. İşte yeme ve içme lezzetindeki kusurlara, bu şekilde kısaca işaret ettik.

Cinsî münasebet lezzetine gelince: Yeme lezzeti için ileri sürdüğümüz bütün kusurlar bunun için de geçerlidir. Ayrıca burada şöyle birşey de söylenebilir: "Evlilik, çocuk meydana getirme sebebidir. Bu durumda ailenin nüfusu çoğalır, O zaman da mal kazanmaya olan ihtiyaç artar. Bu da insanı, çeşitli yollarla mal ve geçim elde etme çaresi aramaya sevkeder. İnsan çoğu kez, böyle mal elde etme gayreti yolunda ölür.

Reis ve baş olma lezzetinin kusurları da çoktur. Biz burada, onlardan sadece şu birini ele alalım: Her insan, yaratılışı gereği, hizmetçi olmaktan ve başkasının emri altında olmaktan hoşlanmaz; ancak hizmet edilen ve emreden olmayı ister. Binâenaleyh insan, reis ve başkan olmaya gayret sarfettiğinde, bu, kendisinden başka herkese muhalefet edeceğini gösterir. Şu halde o insan, bu hususta, herkesle çekişmiş demektir. Bu reisliği elde etme çabasını verirken, şarktaki ve garbtakilerin tamamı da, onun bu çabasını iptal etme ve savuşturma gayretine girerler. Sebeplerin fazlalığının, o neticenin kuvvetle meydana gelmesini gerektirdiği hususunda şüphe yoktur. Bu böyle olduğunda, böyle bir idareciliğin meydana gelmesi, adeta imkânsız gibi olur. Bu, elde edilse bile ne var ki bu, her an ve her zaman, sebeplerden herhangi bir sebeple zeval bulmakla yüzyüzedir. Bunu elde etmeye çalışan kimse de onu elde ettiğinde, onun elinden kaçacağına dair çok şiddetli bir korku içinde kalır; zeval bulduğunda da, o zeval sebebiyle büyük bir üzüntü ve şiddetli bir hüzün içine düşmüş olur.

Bil ki, aklı başında olan bir kimse, bu incelikleri iyice düşündüğünde o, bu lezzetleri talep etmek ve bu hayırlar hususunda gayret ve çabasında, kendisi için kesinlikle bir kurtuluşun bulunmadığını katî olarak anlar. Sonra nefis, o riyaseti taleb etmek, ona şiddetli bir biçimde iştiyak duymak ve onu elde etmeye tam bir arzu ve temayül duyma arzusu üzere yaratılmıştır. Bu durumda da, bu şekilde mukayeseler oluşur. İnsan, bu maddi hayatta olduğu sürece, bu lezzetlerin peşinde gezer ve bunları arzular. O, bunları istediği müddetçe de, bizzat belaların ve nedametler ummanının içine düşmüş olur. Bu lâzım, hoş karşılanmaz. O halde, melzûm da hoş karşılanmaz. İşte bu durumda o, bu maddi hayatın zeval bulmasını temenni eder durur.

Ölümü arzu etmeyi gerektiren şeylerin sebebi de şudur: Maddî lezzetlerin gerekçeleri hep tekerrür eder durur. Onlara, yenisini eklemek mümkün değildir. Tekrar İse, bıkkınlık doğurur. Uhrevî mutluluklara gelince, bunlar pekçok olup sınırsızdır. Allah delillerini nurlandırsın, bu kitabın musannifi İmam Fahruddin er-Razî (r.h) şöyle der: Bu işi yapanlardan ve buna iyice dalanlardan birisi de benim. Binâenaleyh eğer bu konuyu açıp, maddî lezzetlerin kusurlarını iyice sayıp dökseydim, ciltler dolusu eser yazar, bu azıcık bahis ile yetinmezdim. İşte bu sebepten ötürü, çoğu zaman Hazret-i Yusuf'un yaptığı şu duaya devam ettim: "Ya Rab, sen bana mülk verdin ve sözlerin te'vilini öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan, sen, dünyada da ahiretie de benim yarimsin. Benim canımı müslüman olarak al Beni sâlihlere kat" (Yusuf. 101)

Üçüncü Mesele

Alimlerimiz, imanın Allah'dan olduğunu anlatmak için ayetteki, "Benim canımı müslüman olarak al" ifadesine tutunarak şöyle demişlerdir: "Eğer İslâm'ı elde etmek ve onu sürdürmek, kul tarafından, kulun elinde olan birşey olsaydı, kulun onu Allah'dan istemesi yanlış olur ve tıpkı "Ey yapmayacak kimse, yap" demek gibi olurdu." Mutezile, hep bizi tenkid eder ve, "Eğer kutun fiili Allah'tan olsa idi, o zaman kula, "Ey fail durumunda olmayan, şunu yap" denilmesi nasıl caiz olur?" der durur. Şimdi biz de burada diyoruz ki: "Eğer imanı elde etmek ve onu sürdürmek, Allah'tan değil de kuldan olsaydı, kul bunu nasıl Allah'tan isteyebilirdi." Cübbâî ve Ka'bî bu ifadenin manasının, "ölünceye kadar İslâm üzere kalmak için, Allah'tan bana lütfetmesini taleb ediyorum" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bu cevap zayıftır. Çünkü ayetteki talep müslüman olarak ölme ile ilgilidir. Binaenaleyh bunu, lutfu taleb manasına almak, ifadenin zahirini bırakmak olur. Hem sonra kaderde olan bütün lütuf fiillerini, Allah zaten yapmaktadır. Öyle ise onu Allah'tan istemek muhaldir.

Dördüncü Mesele

Peygamberler, kendilerinin mutlaka ve mutlaka İslâm üzere öleceklerini bilirler. Binâenaleyh bu, hasılı tahsil talebi (zaten olanın olmasını istemek) olur ki, bu caiz (doğru) değildir.

Cevap: Bu hususta söylenebilecek en güzel şey şudur: Müslümanın en mükemmel hali, kalbi, İslâm üzere karar kılmış, Allah'ın kaza ve kaderine razı olmuş ve bu hususta nefsi mutmain olmuş, gönlü ferahlamış bir şekilde, Allah'ın hükmüne teslim olmayı istemesidir. İşte bu durum, küfrün zıddı olan İslâm'dan daha ileri bir durumdur. İşte bu dua ile istenen de, bu manadaki bir İslâm'dır.

Beşinci Mesele

Yûsuf (aleyhisselâm), büyük peygamberlerdendir. Salâh ise, mü'minlerin elde ettikleri ilk derecedir. O halde, zirveye ulaşmış, işin sonuna varmış bir kimsenin, tekrar başlangıcı istemesi nasıl uygun düşer?

İbn Abbas (radıyallahü anh) ve diğer müfessirler şöyle demişlerdir: "Hazret-i Yusuf, salihler" tabiri ile, ataları Hazret-i İbrahim, Hazret-i İsmail, Hazret-i İshak ve Hazret-i Ya'kûb'u kastetmiştir. Buna göre mana, "mükâfaat, mertebe ve dereceleri hususunda beni de o salihlere kat, onlar gibi yap" şeklindedir. Bu ayeti, mükaşefe sahibi kimselerin ifadesine göre de, şu şekilde tefsir edebiliriz: "Bedenden ayrılan ruhlar, ilâhi nurlar ve kudsî parıltılarla ışıklandığında, birbirleri ile uyum sağladıklarında, aralarındaki böylesine iyi ilgi ve alâkadan ötürü, içlerinden her birinde bulunan nur, diğerlerine de yansır. Böylece de nurlar kuvvetlenir ve artar. Bu hallerin durumu, tıpkı cilalı aynalar gibidir. Bu aynalar, kendisine güneş ışığının vuracağı bir şekilde bir yere yerleştirildiğinde, herbirine vuran ışık diğerine yansır. İşte o zaman, ışık güç ve kuvvet kazanır, aydınlık artar ve böylece bu ışıklar aydınlık ve parlaklık hususunda gözlerin ve gönüllerin, bakmaya güç yetiremeyeceği bir noktaya varır. İşte burada da böyledir.

Peygamber Bunları Vahyle Bildirir

102

"Bu (kıssa), sana vahyedegeldiğimiz gayb haberlerindendir. (Yoksa) onlar, hile yaparak işleyecekleri işi kararlaştırdıkları zaman, sen yanlarında değildin".

Bil ki ayetteki, zalik (bu) kelimesi, mübtedâ olarak mahallen merfûdur. Bunun haberi "gayb haberlerindendir" ifadesidir. "Onu, sana vahyediyoruz" ifadesi de ikinci haberdir. "Onlar hile yaparak işleyecekleri işi kararlaştırdıkları zaman sen yanlarında değildin" ifadesi, "Yusuf'un kardeşleri, Yusuf'a hile yaparlarken ve ona ne yapacaklarını müşavere ederlerken, sen (ey Muhammed), onların yanında değildin" demektir. Biz, bu hususla ilgili izahımızı, (......) (Yunus. 71) ayetinin tefsirinde yapmıştık. Bil ki bu ifadeden maksat, gaybtan haber vermektir. Binâenaleyh bu, bir mucizedir. Bunun gaybtan haber verme olduğunu şu şekilde izah ederiz: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), hiçbir kitap okumamış ve hiç kimsenin talebesi olmamıştır. Onun yaşadığı belde de, âlimler diyarı değildi. Binâenaleyh, onun bu uzun kıssayı (hadiseyi), hiç bir okumuşluğu ve öğretimi olmadığı halde ve onlardan hiçbiri de yanında bulunmadığı halde en ufak bir yanlışlık ve hata olmaksızın anlatması, ancak ve ancak bunun bir mucize olmasından ileri gelmektedir. Hem sonra, bu nasıl bir mucize olmasın ki? Bu hususun izahı, bu tefsirde tekrar tekrar geçti. Ayetteki, "Yanlarında değildin" ifadesi, bunu inkâr edenlerle alay etmek için söylenmiştir. Çünkü herkes, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onların yanında olmadığını bilir.

Daha Önceki Kısımla Münasebet

103

Âyetin tefsiri için bak:107

104

Âyetin tefsiri için bak:107

105

Âyetin tefsiri için bak:107

106

Âyetin tefsiri için bak:107

107

"Sen ne kadar hırs göstersen de, insanların çoğu iman ediciler değildir. Halbuki sen buna karşı onlardan hiçbir ücret istemiyorsun. O (Kur'ân), âlemlere bir nasihattan başka birşey değildir. Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, (insanlar) bunlardan yüzçevirici olarak, üstüne basar geçerler. Onların çoğu, ancak müşrik olarak Allah'a iman ederler. Onlar (herkesi) saracak bir azab-ı ilahînin kendilerine gelip çatmasından, yahut hiç farkında olmadıkları bir anda, ansızın Kıyametin kendilerine gelip çatmasından emin mi oldular?".

Bil ki bu ayetlerin, kendilerinden öncekilerle alâka ve İlgisi şöyledir: Kureyş kâfirleri ile bir grup yahûdî, Hazret-i Peygamber'den, sırf işi sarpa sardırmak için, bu kıssayı anlatmasını istediler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, bunu anlatırsa, onların iman edeceklerini sanmıştı. Ama O bunu anlatınca, onlar küfürlerinde ısrar ettiler. Bunun üzerine bu ayetler nazil oldu. Bu, sanki Hak teâlâ'nın, "Gerçekten sen, sevdiğin kişiyi hidayete erdiremezsin. Fakat Allah, dilediğini hidayete erdirir" (Kasas, 56) ayetindeki manaya bir işarettir. Ebu Bekr el-Enbârî şöyle demiştir: "Ayetteki lev edatının cevabı, mahzufdur. Çünkü bu edatın cevabı, kendinden önce bulunamaz. Zira "Kalktım, eğer kalktıysan" denilemez." Ferra, ayetteki fiilin masdarı hakkında şöyle demiştir: "Arapça'da, esas olarak, denilir. Şazz (nâdir) olarak da şeklinde kullanılır. Hırs, bir şeyi, mümkün olan en ileri bir gayretle elde etmeyi istemektir." Ayetteki, "Halbuki sen, buna karşı onlardan hiçbir ücret istemiyorsun" ifadesinin manası açıktır.

Cenâb-ı Hak, "O (Kur'an), âlemlere bir nasihaüan başka birşey değildir" buyurmuştur. Bu, "O Kur'ân, onlara tevhid, adalet, nübüvvet ve Kıyametin delilleri ile, kıssaları, mükellefiyetleri ve ibadetleri hatırlatandır" demektir. Bu da, "Bu Kur'ân, sizden hiçbir mal ve ücret istemeksizin, size böylesine büyük bir faydayı vermektedir. Öyleyse eğer aklınız varsa, onu hemen kabul edin, ona karşı diretmeyin" demektir.

Kâfirler Tevhid Delillerinden Yüz Çevirirler

Cenâb-ı Allah "Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki (insanlar) bunlardan yüz çevirici olarak, üstüne basar geçerler" buyurmuştur. Bu, "Onlar, senin peygamberliğine delil olan şeyler üzerinde eğer düşünmezler ise, bunda şaşılacak birşey yok. Çünkü âlem de tevhid, kudret ve hikmetin delilleri ile doludur. Ama onlar bunlara da bakmaz, bunların üstüne basar geçerler" demektir.

Kâinattaki Deliller Hakkında

Bil ki tevhid, .tüm, kudret ve rahmetin delillerinin, mutlaka bazı maddi şeyler olması gerekir. Bunlar da ya felekî (göksel) kütleler (cisimlerdir), yahut da unsurî (elementlerden meydana gelmiş) yeryüzü cisimleridir. Felekî kütleler, felekler ve yıldızlar diye ikiye ayrılır. Feleklerin hem belli bir miktarda oluşu, birinin bir diğerinin altında ve üstünde yer alışı ve çeşitli hareketleri ile, bir yaratıcının varlığına istidlal edilir. Bu istidlal de, ya onların daha evvel hareketsiz olup da, sonra da mutlaka kadir bir muharrikten (hareket ettiriciden) ötürü hareket etmeleri; yahut hareketlerinin hızlı veya yavaş olması; yahut da o hareketlerin farklı farklı yönlere doğru olması ile yapılır. Yıldızların kütlelerine gefince, bazan onların miktarları, bir mekânda yer almaları ve hareketleri ile, bazan renkleri ve ışıkları ile, bazan aydınlık ve karanlığın meydana gelmesindeki tesirleri ile, karanlık ve aydınlık oluşları ile, bir yaratıcının varlığına istidlal edilir.

Unsuri kütlelerden çıkartılan delillere gelince, bu, ya o cisimlerin, basit şeylerden alınması ile olur ki, bunlar karanın ve denizin enteresan durumlarıdır; yahut da sebeb ve netice içinde meydana gelen şeylerden olur ki, bunlar da kendi aralarında şu kısımlara ayrılır:

a) Gök gürültüsü, şimşek, bulut, yağmur, kar, hava, gök kuşağı gibi, gökte meydana gelen haller.

b) Karakterleri, sıfatları ve durumları farklı farklı olan madenler.

c) Bitkilerin, ağaçların gövdesinin, yaprağının ve meyvesinin özellikleri ve herbirinin belli bir yapı, belli bir tad ve belli bir özelliğe sahip olması.

d) Canlıların durumlarının, şekil, karakter, ses ve yaratılış bakımından farklı fark oluşu.

e) İnsan bedeninin anatomisinin incelenmesi, insana ait kuvvetlerin araştırılmam ve bu kuvvetlerde bulunan faydaların izahı. İşte delillerin tamamı bunlardan ibarette

Eski kavimlerin kıssalarından ve geçmiş insanların hikayelerinden yeryüzüne hükümrân olup, beldeleri yıkıp harap eden ve insanları ezip geçen, ölüp de, dünyaca geriye hiçbir eser ve haberleri kalmayan, sadece yaptıkları şeylerden ötürü günahı ve vebali kalan meliklerden bahsedilişi de, bu deliller cümlesindendır. İşte bu, hertürlü delil ile, ulvî ve süflî alemin tamamının izahı demek olan delillerin izahını ihtiva eden bir kitabtır. İnsan aklı, bunların hepsini ihata edemez. İşte bu sebepten ötürü, Cenâb-Hak bunları müphem olarak (kapalı olarak) zikretmiştir.

Keşşaf sahibi şöyle der: "Ayetteki "Arz" (yer) kelimesi, mübtedâ olarak merfu, "üstüne basar geçerler" cümlesi de bunun haberi olarak okunmuştur. Süddî, "Arz" kelimesini, (......) cümlesinin "Onların etrafında döner dururlar manasında tefsir edilmesi takdirine göre, mansub olarak okumuştur. Abdullah b. Mes'ûd (radıyallahü anh)'un mushafında ise, bu ifâde üzerinde gezip tozdukları yeryüzü" şeklinde okunmuştur.

Mekke Müşriklerinin Allah'a İnanıp, Şirk Koşmaları

Ayetteki, "Onların çoğu ancak müşrik olarak Allah'a iman ederler" buyruğu, "Onlar, Allah'ın varlığını kabul ediyorlar. Bunun delili, "Andolsun ki onlara, "O gökleri, o yeri kim yarattı? O güneşi, o ayı kim musahhar kıldı?" diye sorarsan, mutlaka, "Allah" derler"(Ankebut, 61) ayetidir. Fakat "bunlar kullukta ve ibadette, Allah'a ortak koşarlar" demektir. İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan, bunların Allah'ı mahlûkata benzeten kimseler olduğu görüşü rivayet edildiği gibi, şöyle dediği de rivayet edilmiştir: "Bu ayet, Arap müşriklerin hacc telbiyeleri hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar "Allah'ım, emrine amadeyiz Senin, şerikin (ortağın) yoktur. Ancak, senin kendisine sahip olduğun, kendisinin ise sana sahip olmadığı bir ortağın vardır" diye telbiye getiriyorlardı."

Yine İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre, Mekkeliler (Câhiliyye'de) şöyle derlerdi: "Allah, bir ve ortağı olmayan bir Rabbimizdir. Ama melekler onun kızlarıdır ve böylece, ehl-i tevhid değil, aksine müşrik olurlardı. Putperestler de: "Allah bizir bir olan Rabbimizdir. Fakat putlar, onun katında bizim şefaatçilerimizdir"; Yahudiler: "Rabbimiz bir olan Allah'tır, ama Üzeyr onun oğludur"; Hristiyanlar: "Rabbimîz, ortağı olmayan bir Allah'tır. Mesih ise, Allah'ın oğludur"; güneşe ve aya tapanlar da "Rabbimiz, bir olan Allah'tır. Ama güneş ile ay da bizim rabbimizdir" derlerken, Muhacir ve Ensar: "Rabbimiz, şeriki olmayan bir Allah'tır" derler."

Kerrâmiye, bu ayeti, "iman sadece dil ile ikrardan ibarettir" görüşüne delil, getirmiş ve "çünkü Allahü teâlâ, müşrik oldukları halde, onların mü'min olduklarına hükmetmiştir. Bu, imanın, sırf dil ile ikrardan ibaret olduğuna delâlet eder" demişlerdir. Bunun cevabı malumdur.

Ayetteki, "Onlar, (herkesi) saracak bir azab-ı ilahînin kendilerine gelip çatmasından" yani onları saracak, üzerlerine iyice oturacak ve onları kaplayacak azabtan, "yahut hiç farkında olmadıkları bir anda, ansızın Kıyametin kendilerine gelip çatmasından emin mi oldular" buyruğuna gelince, buradaki "ansızın" (bağte) kelimesi, hal olarak mansubtur. Arapça'da, bir şey, insanların kendisinden korunamayacağı bir şekilde ansızın gelir ve vâki olur ise, (......) denilir. Ayetteki, "Hiç farkında olmadıkları bir anda" tabiri, "ansızın" kelimesinin bir te'kidi gibidir.

Allah'ın Yolu Delile Dayanır

108

"De ki: "İşte bu, benim yolumdur. Ben, bir basiret üzere, Allah'a davet ediyorum. Ben de bana tabî olanlar da (böyleyiz). Allah'ı tenzih ederim. Ben müşriklerden değilim".

Müfessirler şöyle demişlerdir: "Bu, "Ey Muhammed, onlara de ki: "Kendisine davet ettiğim bu yol, üzerinde olduğum, kendi yolum, kendi sünnetim ve kendi minhâcırndır" demektir. Din, "yol" olarak ifâde edilmiştir. Çünkü din, sevaba götüren bir yoldur. Bu ayetin bir benzeri de, "Rabbinin yoluna hikmet ile davet et" (Nahl, 125) ayetidir.

Bil ki, "sebil" kelimesi lügatte "yol" manasınadır. Araplar, inançları, insanın üzerinde yürüyüp cennete gideceği yola benzettiler. Binaenaleyh ayet, "Ben, bir basirete, yani bir hüccet ve delile dayanarak, sizleri Allah'a davet ediyorum. Bana tabî olanlar da, benim sünnetime, siretime ve yoluma davet ederler. Bana uyanların sîreti, gidişatı da, Allah'a davet etmektir" manasınadır. Zira delil ileri sürüp de, ortaya atılan şüphelere cevap veren her mü'min, gücü nisbetinde Allah'a davet etmiş olur ki, bu da, Allah'a davetin ancak bu şart ile, yani söylenilen şeyde bir basiret, bir hidayet ve bir yakın üzere olması şartı ile güzel olur. Eğer böyle olmazsa, bu sırf bir aldatmaca olur. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Alimler, resullerin insanları davet ettikleri şeyi öğrenip muhafaza etmiş oldukları için, Allah'ın kulları üzerinde peygamberlerin emin (güvenilir) adamlarıdır" demiştir. Ayetteki bu ifadenin, (......) kısmında tamamlandığı ve söze tekrar, (......) diye başlandığı, "Sübhânallah" (Allah'ı tenzih ederim) sözünün de "Bu benim yolumdur" ifadesi üzerine atfedildiği de söylenmiştir. Buna göre ayetin manası: "De ki: "Bu benim yolumdur" De ki: "Allah'ı, müşriklerin söylediği şeylerden tenzîh ve takdis ederim. Ben, Allah'ın yanında, onun zıddı, dengi, eşi ve çocuğu bulunduğunu söyleyen müşriklerden değilim" şeklindedir. Bu ayet, kelam ilminin ve akaidin, peygamberlerin sanatı ve ilmi olduğuna ve Allahü teâlâ'nın peygamberleri, ancak bunun için gönderdiğine delâlet eder.

109

"Senden evvel gönderdiklerimiz, ancak senin gibi şehirler halkından, kendilerine vahyettiğim adamlardı. Kendilerinden evvelkilerin akıbetinin nice olduğunu görmek için, yeryüzünde hiç gezip dolaşmadılar mı? Ahiret yurdu, muttakiler için elbet daha hayırlıdır. Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?"

Bu Ayetteki Farklı Kıraatler

Bil ki Asım "in râvisi Hafs, fiili, nûn ile nûhî (Biz vahyediyoruz); diğer kıraat imamları ise, yâ ile yûhî (Allah vahyediyor) şeklinde okumuşlardır. Nâfî, İbn Kesir, Ebu Amr ve Âsım'ın râvisi Hafs, son fiili, muhatab sığası ile, ta'kılûn; diğer kıraat marnları ise yâ ile gâib sîğası üzere ya'kilûn "(halâ akıllanmayacaklar mı?)" şeklinde okumuşlardır.

Peygamber Beşer Diye Müşriklerin İtirazları

Bil ki Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini kabul etmeyenlerin ileri sürdükten şüphelerden birisi de şudur: Eğer Allahü teâlâ peygamber göndermek istese idi, ek gönderirdi. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, "Senden evvel gönderdiklerimiz, ancak senin gibi şehirler halkından, kendilerine vahyettiğimiz adamlardı" buyurmuş-Bur Allahü teâlâ, bu söz ile, "Bütün peygamberler böyle gönderilmiş olduğuna göre, -aha nasıl oluyor da onlar, Ey Muhammed senin peygamberliğin hakkında böyle bir şüpheye düşüyorlar" demek istemiştir. Ayet Allahü teâlâ'nın insanlara peygamber olarak kadın göndermediğine ve yine bedevilerden peygamber göndermediğine delâlet eder. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Bedevi, kaba olur. Av peşinde koşan, gafil olur" buyurmuştur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Peygamberlerini yalanlayanların ne hâle geldiğini görmek için, yaşadıklan yerleri müşahede etmek gayesi ile, yeryüzünde hiç gezip dolaşmazlar mı?" buyurmuştur. "Ahiret yurdu muttakiler için elbette daha hayırlıdır" yani, "ahiret yurdunun hali daha hayırlıdır. Çünkü, insanların, biri dünya hafi, diğeri ahiret hâli olmak üzere iki durumları vardır. Bu ifâdenin bir benzen de, kişinin (ilk farz namaz) manasında (......) demesidir. Ahiretin, dünyadan daha hayırlı oluşunun delillerini, daha önce defalarca zikretmiştik.

Allah'ın Yardımı, Nihayette Gelir

110

"Nihayet o peygamberler ümidlerini kesip de, kendilerinin muhakkak yalanlandıklarını zannettikleri bir sırada, onlara nusretimiz yetişip gelmiştir. Biz, kimi dilersek o, kurtuluşa erdirilmiştir. Günahkârlar güruhundan ise azabımız asla geri çevrilemez".

Bil ki Asım, Hamza ve Kisâî, şeddesiz ve zâl'ın kesresi ile fiili, küzibû, " yalancı durumuna düşürüldüler" şeklinde okurlar iken; diğer kıraat imamları şedde ile. kuzzibû "yalanlandılar" şeklinde okumuşlardır. Fiili şeddesiz okumanın iki sebebi vardır:

a) Bu zannin, yalanlayanlara ait olması, yani, "Peygamberler, kavimlerinin iman etmelerinden ümid kestiklerinde, kavimleri o peygamberlerin, vaad olundukları yardım ve muzafferiyet hususunda yalancı durumuna düşürüldüklerini zannetmişlerdir" manasına gelmesidir.

İmdi, eğer, "Kendilerine peygamber gönderilen kimseler, cümlede söz-konusu edilmedikleri halde, bu zamirin, ("zannettiler" fiilindeki zamirin), onlara râcî kılınması nasıl makbul ve yerinde olur?" denir ise, biz deriz ki: Peygamberlerden bahsetmek, sanki gönderildikleri kimselerden bahsetmek gibidir. İstersen şöyle de diyebilirsin: Onlar, ayetteki, "Yeryüzünde hiç gezip dolaşmadılar mı?" ifadesinde söz konusu edilmişlerdir. Binâenaleyh bu zamir, o ayetteki, "Kendilerinden evvelkilerin akıbeti" ifadesinde bahsedilen peygamberlerini yalanlamış kavimlere râcî olur. Buradaki "zan", vehmetme ve sanma manasınadır.

b) Bunun manası şöyle olabilir: "Peygamberler, vaad olundukları hususlarda, yalancı çıkarıldıklarını zannettiler." Bu te'vil ve mana, İbn Ebî Müleyke vasıtası ile. İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan nakledilmiştir. Buna göre, "O peygamberler, insanî zaaflarından dolayı, "iş, demek ki böyle!" dediler" demektir. Fakat bu izah, tuhaftır. Çünkü mü'min kimsenin. Allah'ın yalan söylemiş olacağını zannetmesi caiz değildir. Hatta böyle birşey, insanı imandan çıkarır. Böyle olunca, bu düşünce, peygamberler hakkında ise asla düşünülemez!

Zan Burada İlim İfade Eder

Bu fiilin şeddeli olarak okunmasına göre iki izah şekli vardır:

1) Buradaki "zan", "yakîn" yani "kesin bilme" manasınadır. Buna göre ayet, "o peygamberler, ümmetlerinin kendilerini yalanladıklarını, artık bundan sonra onlardan imânın sâdır olamayacağını iyice anladılar. İşte o zaman onlara beddua ettiler. Bu durumda da Allahü teâlâ, o kavimlerin üzerine, köklerini kazıyan bir azap gönderdi" demektir. "Zan" kelimesinin, "bilmek, iyice anlamak" manasına gelmesinin Kur'ân'da örnekleri çoktur. Nitekim Allahü teâlâ, "Onlar Rablerine kavuşacaklarını zannederler" (Bakara. 46), yani bunu yakînî-kesin olarak bilirler" Buyurmuştur.

Hazret-i Aişe'nin Bu Ayeti Tefsiri

2) Buradaki "zan", "zannetme" manasına olabilir. Buna göre ayetin manası şöyle "O peygamberler, kavimlerinin iman etmelerinden ümitlerini kesip de, kendilerine imân edenlerin de, kendilerini zaferin gelmesi hususunda .zanlayacaklarını zannettikleri zaman..." Bu te'vil de, Hazret-i Aîşe (radıyallahü anhnhâ)'den nakledil mistir. Ayetin tefsiri olarak zikredilen manaların en güzeli budur.

Rivayet edildiğine göre, İbn Ebî Müleyke, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediğini nakletmiştir: "Peygamberler, yalanlandıklarını zannettiler. Çünkü onlar da insan idiler. Cenâb-ı Hakk'ın şu ayetini görmüyor musun? "Hatta peygamber ve beraberindeki mü'minler, "Allah'ın yardımı ne zaman? diyordu" (Bakara, 214). İbn Ebî Müleyke diyor ki: "Bunu, Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnha)'ye söylediğim zaman, o bu manayı hoş bulmadı ve şöyle redi: "Hazret-i Muhammed, Allahü teâlâ'nın kendisine vaadettiği herşeyi mutlaka yerine getireceğini biliyordu. Fakat belâlar, peygamberlerden hiç kesilmez. Öyle ki onlar, kendilerine iman etmiş kimselerin bile, bu yüzden kendilerini yalanlamalarından endişe ederler." Hazret-i Aişe (radıyallahü anhnha)'den gelen bu red ve tefsir, son derece güzel ve yerindedir.

Kıraat Farkları

Cenâb-ı Allah, ... buyurur. Bu, "Durum, anlatılan bu noktaya varınca, onlara yardımımız yetişip gelir "ve dilediğimizi, kurtuluşa erdiririz" demektir. Âsim ve İbn Âmir, bu fiili, bir nûn ile, cîm'in şeddesi ve yâ'nın fethası ile, meçhûl sîğa üzere, (kurtarılır) şeklinde okumuşlardır. Mushaf'ta bu kelime tek nûn ile yazılı olduğu için, Ebu Ubeyde de bu kıraati tercih etmiştir. Kisâî'nin, öunu, iki nûndan birini diğerinde idğam ederek, bir nûn ile, cîm'ınşeddesi ve yâ'nın sükûnu ile okuduğu rivayet edilmiştir. Bazı alimler "Bu kıraat yanlıştır. Çünkü harekeli olan nûn, sakin olan nûn'a idğâm edilemez. Yine nûn harfinin, cîm'e idğâmı caiz değildir" demişlerdir. Diğer kıraat imamları, bu kelimeyi, iki nûn ile, nûn'u şeddesiz : arak ve yâ'nın sükûnu ile, nuncî (biz kurtarırız) şeklinde okumuşlardır.

Bil ki bu, şimdiki zamanın hikayesidir. Görmüyor musun, geçen kıssa da, ancak şimdiki zamanın bir işini anlatmaktadır. Nitekim, "Şu kendi taraftarından, bu da düşmanındandı" (Kasas, 15) ayeti de, aslında anlatılan kıssa geçmiş olduğu halde, nazıra (şimdiki zamana) bir işarettir.

Kıssalardan İbret Alma

111

"Andolsun, onların kıssalarını açıklamada salim akıl sahipleri için, bir ibret vardır. Bu, uydurulmuş bir söz değildir, ancak kendinden evvelkilerin tasdîki ve herşeyin tafsilidir. Bu, iman edecekler için de bir hidâyet ve bir rahmettir".

Bil ki, "İbret" bilinen bir taraftan, bilinmeyen bir tarafa "ubûr" etmek, geçmektir Bundan kastedilen mana, düşünmek ve tefekkür etmektir. Peygamberlerir kıssalarından ibret almak, birçok şekilde olur:

1) Hazret-i Yusuf'u, kuyuya atıldıktan sonra aziz kılmaya, zindanda hapsedilmesinder sonra yükseltmeye, köle olduğu zannedilirken Mısır'ın efendisi yapmaya kadir ola-ve aradan uzun zaman geçtikten sonra istediği şekilde ebeveyni ve kardeşleri ile onu bir araya getiren Allah, Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm) 'i aziz etmeye ve kelimetullah (Allah'ın dinini) yüceltmeye, galip getirmeye de kadirdir.

2) Hazret-i Yusuf'tan haber vermek, gaybtan haber vermek gibidir. Binâenaleyh bu Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğruluğuna delalet eden bir mucize olur.

3) Allahü teâlâ, bu surenin hem başında, "Biz sana, ...en güzel beyânı kıssa olarak anlatacağız"(Yusuf. 3); hem de bu surenin sonunda, bu kıssanın güzelliğinin, kendisinden ibret alınması, hikmet ve kudretin de bilinmiş olması sebebiyle güzel olduğuna dikkat çekmek için, "Andolsun, onların kıssalarını açıklamada salim ah: sahipleri için, bir ibret vardır" buyurmuştur. Ayetteki, "onların kıssaları" ifadesinden maksat, Yusuf (aleyhisselâm) ile kardeşleri ve babalarının kıssalarıdır. Bazı kimseler bundar muradın, Kur'ân-ı Kerim'de diğer peygamberlerin kıssaları da ele alındığı için, bütün peygamberlerin kıssaları olduğunu ileri sürmüşler ise de, ancak ne var ki evlâ olan bundan kastedilenin Yusuf (aleyhisselâm)'ın kıssası olduğudur.

Müşrikler Akıllı Oldukları Halde Niçin İbret Almadılar?

İmdi şayet, "Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kavmi, akıllı ve zeki olduğu halde, onlardan pek çoğu bundan ibret almamıştır. O halde daha niçin Cenâb-ı Hak, "salim akıl sahipleri için, bir ibret vardır" buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki: Onların hepsi ibret alabilecek evsafta idiler. Bu kıssaya "ibret" demekten maksat, bu kıssanın, akıl sahibi kimseler tarafından alınacak ibretler ihtiva ettiğini bildirmektir, (yoksa mutlaka ibret alınacağını bildirmek değildir). Veyahut biz, şöyle de diyebiliriz: Ayette bahsedilen "akıl sahipleri"nden maksat, o kıssalardan ibret alıp, tefekkür edip, onları iyice düşünerek onları öğrenerek istifade eden kimselerdir. Çünkü, ulü'l-elbab tabiri, Tedhe ve övgüye delâlet eden bir ifâdedir. Binâenaleyh bu övgü, ancak bahsetmiş olduğumuz manaya uygun düşer.

Bil ki Allahü teâlâ, bu kıssayı birkaç sıfatla tavsif etmiştir:

Birinci Sıfat: Onun, akıl sahipleri için bir İbret olması. Bunun izahı, az önce geçmişti.

İkinci Sıfat: Onun, uydurulmuş bir söz olmaması. Bu ifade hakkında şu iki görüş eri sürülmüştür.

1) Bununla, "O Kur'ân'ı getiren Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, onu uydurması doğru ve yakışık almaz" manası kastedilmiştir. Çünkü o, kitapları okumamış, hiç kimsenin talebesi olmamış ve âlimlerle de İçice yaşamamıştır. Binâenaleyh, O'nun bu kıssayı, tıpkı Tevrat'ta bulunduğu biçimde arada hiçbir fark bulunmaksızın ona mutabık bir biçimde uydurup düzmesi imkânsızdır.

2) Bundan maksat: "O, yalan söyleyen biri değildir, zira O'ndan yalanın sadır olması aklın alacağı şey değildir" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, onun uydurulmuş olmadığını tekid ederek, "ancak, kendinden evvelkilerin tasdikidir" buyurmuştur ki bu, bu kıssanın, tıpkı Tevrat ve diğer mukaddes kitaplardakine muvafık olarak varid olmuş olduğuna bir işarettir. (......) kelimesi takdirinde olarak, mansubtur. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Muhammed, adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. Fakat Allah'ın Resulüdür" ifadesi gibidir. Bu açıklamayı Ferrâ ve Zeccâc yaparak şöyle demişlerdir: "Bunun, takdirinde olarak, nahve göre ref'i de caizdir."

Üçüncü Sıfat: Onun, "her şeyin tafsili" olmasıdır. Bu hususta da iki açıklama yapılmıştır:

1) Bununla, "Yusuf (aleyhisselâm)'un babası ve kardeşleriyle beraber geçen hadise hakkındaki her şeyin izahıdır" manası kastedilmiştir.

2), Bu, Kur'ân'ın tamamıyla alâkalı bir cümledir. Bu Cenâb-ı Hakk'ın, tıpkı "Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık" (En'âm, 38) ayeti gibidir. Çünkü bu vasfı, Kur'ân'ın tamamiyle alâkalı bir vasıf kabul etmek, onu sadece Yusuf (aleyhisselâm) kıssasıyla alâkalı bir vasıf olarak kabul etmekten daha uygundur. Buna göre bu ifadeden, Kur'ân-ı Kerim'in ihtiva ettiği, helâl, haram ve İslâm diniyle alâkalı diğer hükümler murad edilmiş olur. Vahidî "Her iki açıklamaya göre de bu ifade, kendisiyle "hâs mananın kastedildiği, umûm (genel) lafızlardan olur. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Benim rahmetim ise, her şeyi kuşatmıştır"'(Araf. 156) ayeti gibidir ki, Cenâb-ı Hak bu ayet ile, onun muhtevasına girmesi uygun olan her şeyi murad etmiştir Keza bu, (......) "Kendisine her şey verilmişti" (Neml, 23) ayeti gibidir" demiştir.

Dördüncü ve Beşinci Sıfatlar: Onun dünyada, inanan toplumlar için bir hidâyet Kıyamette de ilahî rahmetin tahakkuku için bir vesile olmasıdır. Cenâb-ı Hak, özellikle. "inanan kavimler için" buyurdu; çünkü ondan istifade edenler, ancak inananlardır Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı (Bakara. 2) ayetinin tefsirinde yapmış olduğumuz izah gibidir. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır; dönüşümüz ve varışımız ancak O'nadır.

Bu kitabın müellifi (r.h), şöyle der: Bu sûrenin tefsiri, Allah'ın hamd ve inayetiyle, 601 senesinde Şaban ayının yedinci gününe tekabül eden çarşamba gününde tamamlandı; hayır ve rızâ ile son buldu. Ben o günlerde, sâlih oğlum ve salih çocuğun-Muhammed'in vefatı sebebiyle cidden çok sıkıntılıydım. Allah onu, rahmet ve mağfiretiyle bürüsün. Ve ona, fadi ve ihsan derecelerini ihsan etsin. Şu beyitleri, ona ağıt olarak, kısaca irad ediyorum:

"Şayet kaderler bize boyun eğmiş olsaydı; seni korumak için bedenir..izi de, ruhumuzu da sana feda ederdik.

Melekler rüşvet alsalardı, hem hükmen hem de ismen kendimizi onlara köle ederdik.

Fakat ne var ki, takdir edilen bir hükmün zamanı gelince, Arşın karargâhından, tâ denizlerin derinliklerine sirayet eder.

Evladım, bütün ömrüm boyunca, daima kanlı gözyaşlarıyla sana ağlayacağım. Halim nice ve nasıl olursa olsun, bundan hiç sapmadım, vazgeçmedim de.

Toprağına belenip defnolunduğun kabre selâm olsun. Ve çok bağışlayıcı olan Allah sana, bol lütuf ve ikramlarda bulunsun.

Gözümü sana mezar (medfun) yapmama mani plan tek şey, onun ebediyyen gözyaşı akıtmaya mahkûm oluşudur.

Yemin ederim ki, (öldüğümde dahi), çürümüş kemiklerime ve parçalarıma zokunsalar, onların gidi ve saklı olduğu yerlerdeki hüzün ve keder ateşini hissederlerdi.

Hayatım ve ölümüm, sizin uzaklaşmanızdan sonra birdir ve aynıdır; hatta ölüm, su gam ve kederi devamlı çekmekten daha iyidir.

Ben, Allah'ın infaz ettiği hükmüne razıyım, razı oldum. Çünkü biliyorum ki, senim geçerli olacak bir hükmüm yoktur."

Ben bu kitabı mütalaa edip ve ondan çok kıymetli istifadelerde bulunan kimselere, hem bana hem de çocuğuma Fatiha okumalarını ve kardeşlerinden, babasından ve senesinden uzakta gurbet ellerde ölen kimseler için rahmet ve mağfiret ile dua etmelerini vasiyyet ediyorum. Zira ben de, benim hakkımda böyle davranacak olanlara çokça dua etmekteyim. Salât ve selam, seyyidimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, O'nun aline, ashabına olsun. Âmin. Hamd ancak, alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.

0 ﴿