40

"Ey hapishane arkadaşlarım! Darmadağınık birçok düzme tanrılar mı hayırlıdır yoksa hepsine ve herşeye gâlib, kahhâr olan bir tek Allah mı? Sizin, O'nun dışında taptıklarınız, kendinizin ve atalarınızın takmış oldukları, (kuru) adlardan başkası değildir. Allah bunlara, hiçbir burhan indirmemiştir. Hüküm Allah'dan başkasının değildir. O, kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru din işte budur. Fakat İnsanların çoğu bilmez".

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Buradaki ifadesiyle, hapiste bulunan o iki arkadaşını kastetmektedir. demektir. Yûsuf onlarla hapiste az bir müddet arkadaşlık yapmış olunca, bu ikisi, (arkadaş olarak) ona izafe edilmişlerdir. Az bir arkadaşlık, onun arkadaş sayılması için kâfi olunca, Allah'ı bilen ve ömrü boyunca Allah'ı seven kimsenin üzerinde, "mü'min", "arif" ve "seven" isminin devam edip kalması haydi haydi uygundur.

İkinci Mesele

Bil ki Yûsuf (aleyhisselâm), Önceki ayette peygamberliğini iddia edince, peygamberliğini isbat etmesi de Allah'ın ulûhiyye- tini isbata dayanınca, bu ayette işte, Allah'ın ulûhiyetini anlatmaya başladı. İnsanların çoğu, âlim ve kadir bir ilahın varlığını ikrar ve kabul edip, insanlar da, felekî ruhfar suretinde putlar edinip, onlara ibâdet ederek, fayda ve zararı onlardan bekleyince, hiç şüphesiz, peygamberlerin çoğunun gayreti, putlara ibâdetten men etme hususunda yoğunlaşmıştır. Hazret-i Yûsuf'un zamanında da, durum bu minval üzere idi. İşte bundan dolayı, o, burada, putlara ibâdet etme düşüncesinin fasid olduğunu gösteren delilleri zikretmekle başladı ve şu şekilde birçok delil ve hüccet getirdi:

Tevhid Delilleri

Birinci hüccet: Onun "Darmadağınık birçok düzme tanrılar mı hayırlıdır, yoksa hepsine ve her şeye gâlib kahhâr olan bir tek Allah mı?" şeklindeki sözüdür. Bu hüccetin izahı şöyledir: Allahü teâlâ, ilahların çok olmasının, bu âlemin fesadını ve altüst olmasını gerektireceğini beyân etmiştir ki, bu O'nun, "Eğer göklerde ve yerde Allah'dan başka tanrılar olsaydı onların ikisi de muhakkak ki harap olup gitmişti" (Enbiyâ, 22) ayetidir. Binâenaleyh, ilâhların çok olması, bozukluğa ve karışıklığa sebebiyet verir; ilâhın tek olması da, intizamın ve güzel bir düzenin meydana gelmesini gerektirir. İşte bu mana, diğer ayetlerde iyice anlatıldığı için, O burada, "Darmadağınık birçok düzme tanrılar mı hayırlıdır, yoksa hepsine ve her şeye galib, kahhâr olan bir tek Allah mı? " demiştir. Bundan murad, inkâr yoluyla istifham, soru sormadır.

İkinci hüccet: Bu putlar, yapılmış olup, yapıcı değil, makhûr (hükmedilen, kudret altında) olup, kahir (hükmeden, kudretli) değillerdir. Çünkü insan, bunları kırıp yok istediği zaman, bunlara güç yetirir. Binâenaleyh onlar, hiçbir güç ve tesiri olmayan, kendilerine güç yetirilebilen ve kendilerinden hiçbir menfâat veya zararın beklenilmeyen varlıklardır. Âlemin gerçek ilahı ise, fa'âl ve kahhar (herşeyi yapabilen ve her şeye hükmeden); hayırlar ulaştırmaya ve şerlerle kötülükleri savuşturmaya muktedir olan, kadir bir varlıktır. Dolayısıyla Hazret-i Yûsuf'un bu söz ile anlatatmak istediği, "Makhûr ve zelil ilahlara tapmak mı hayırlıdır, yoksa tek ve kahhâr olan Allah'a ibadet etmek mi?" manasıdır. Onun, "Birçok tanrılar mı?" ifadesi çokluğa işarettir. Buna mukabil ise, Hak teâlâ'nın tek olduğu hususu zikredilmiştir. Onun, "müteferrikûn" (darmadağınık)" kelimesi ise o putların, büyüklük ve küçüklük, renk ve şekil bakımından farklı farklı olduğuna işarettir. Bütün bunlar ise ancak, onları ve yapan kişinin, onları böyle yapmış olmasından dolayı olmuştur. Öyle ise, "darmadağınık" (farklı farklı) sözü, onların makhûr ve âciz nesneler olduğuna bir işarettir. Buun mukabilinde ise, Cenâb-ı Hakk'ın "kahhâr" olduğu zikredilmiştir. İşte açmadığımız bu şekilde, ayet bu iki çeşit açık hücceti taşımaktadır.

Üçüncü hüccet: Hak teâlâ'nın bir oluşu, O'na ibadet etmeyi gerektirir. Çünkü bir ikincisi (eşi) olsaydı, biz, bizi yaratanın ve rızıklandıranın, bizden kötülükleri belaları savuşturanın, onlardan hangisi olduğunu bilemezdik. Böylece de, şuna mı, ötekine mi tapacağımızdan şüphe ederdik. Bunda, putlara ibadet etme inancının olduğunu gösteren bir hususa işaret var. Faraza onların fayda ve zarar verici olmaları hususunda aralarında bir yardımlaşmanın bulunabileceğini kabul edelim. bunların sayısı pek çoktur. O zaman biz, bize sağlanan faydanın ve bizden defedilen zararın şu puttan mı, ötekinden mi, yahut da şu ikisinin ortaklığı ve yardımlaşmasından mı meydana gelmiş olduğunu bilemeyiz. Dolayısıyla ibadete, bunun mu, şunun mu daha layık olduğu hususunda bir şüphe ortaya çıkar. Ama ma'bûd tek olunca, böylesi bir şüphe ortadan kalkar, ibadete ancak onun müstehak olduğu ve bütün mahlûkat ile kâinat için yegâne ma'bûdun o olduğu hususunda bir kesin inanç meydana gelir. İşte bu, ayetten çıkarılan son derece güzel bir izahtır.

Dördüncü hüccet: Bu ifadenin putların, tılsımcıların söyledikleri gibi, fayda ve zarar verebilecekleri manasına geldiğini kabuletsek bile, bunların belli vakitlerde ve belli tesirler bakımından fayda verebilecekleri hususunda bir ihtilaf yoktur. Allahü teâlâ se. herşeye kadirdir. O, mutlak manada kahhârdır ve O'nun kudreti ile meşieti, kayıtsız şartsız bütün mümkinâtta müessirdir. Binâenaleyh O'na ibadet etmek daha evlâdır.

Beşinci hüccet: Bu da, son derece kıymetli ve yüce bir hüccettir. Çünkü kahhâr olmanın şartı, kendisinden başka hiçbir varlığın onu kahr-u galebe altına alamaması, ancak O'nun, kendisi dışındaki her varlığı kahrı ve kudreti altına alabilir olmasıdır. Bu şart ise, İlahın, zatı gereği "Vâcibu'l-vucûd" olmasını gerektirir. Çünkü eğer O "mümkin" bir varlık olsaydı, kahır olmaz makhûr (başkasının gücü altında) olurdu. Ve yine ilahın, tek olması gerekir. Çünkü varlık aleminde, zorunlu (vâcibu'l-vucûd) iki varlık bulunmuş olsaydı, onlardan her biri, kendisi dışındaki herşeyi kahrı ve kudreti altında bulundurmuş olamazdı. Binâenaleyh ilah, ancak, zâtı gereği vacibu'l-vucûd ve tek olduğu takdirde kahhâr olur. İşte gerçek ma'bûdun böyle olması gerekince, bu durum ilahın, feleklerden, yıldızlardan, nurdan, zulmetten, akıldan ve nefisten başka bir şey olmasını gerektirir. Yıldızları ilah edinenlere gelince: Bu yıldızlar da darmadağınık şeylerdir ve onlar "kahhâr" olarak nitelendirilemezler. Tabiatlar, ruhlar, akıllar ve nefisler hakkında söylenecek söz de böyledir. İşte yapmış olduğumuz bu tek izah bile, mutlak tevhidi isbât edip, onun yüce bir makam olduğunu gösterme hususunda yeterlidir. Bu ayetten çıkarılan delillerin, hepsi işte bunlardır. Geriye şöyle iki soru kalır:

Putların Gerçek Varlık Olarak Kabulleri Sözkonusu mudur?

Birinci Soru: O putlar aslında böyle olmadığı halde, Hazret-i Yusuf niçin onları, "rabler" (tanrılar) diye isimlendirmiştir?

Cevap: Bu, o putperestlerin, putlarının böyle olduğuna inanmaları sebebiyledir. Yine bu söz, farzetme ve öyle addetme üslûbu ile söylenmiştir. Buna göre mana şöyle olur: "Şayet bu putlar, tanrılar olsalar bile (yani böyle olduklarını farzetsek bile), bunlar mı daha hayırlıdır, yoksa tek ve kahhâr olan Allah mı?"

Hak Mabud ile Batıl Tanrılar Arasında Mukayese Yapılabilir mi?

İkinci Soru: Putlar ile Allah arasında bir üstünlük mukayesesi yapmak caiz midir ki, burada, "Onlar mı hayırlıdır, yoksa tek olan Allah mı?" denilmiştir?

Cevap: Bu söz yine "farzetme" üslubunda söylenmiş bir sözdür. Yani "Biz onlardan, hayrı gerektiren birşeyin meydana gelebileceğini farzetsek bile, onlar mı hayırlıdır, tek ve kahhâr olan Allah mı?" demektir.

Şirkin Mahiyeti Hakkında Önemli Bir Mütalaa

Daha sonra "sizın, O'nun dışında taptıklarınız, kendinizin ve atalarınızın takmış oldukları (kuru) adlardan başkası değildir. Allah bunlar hakkında hiçbir bürhân indirmemiştir demiştir. Bu ifade ile ilgili, şöyle bir soru bulunmaktadır: "Allahü teâlâ, bundan önce "Darmadağınık birçok düzme tanrılar mı hayırlıdır, yoksa kahhâr ve bir tek olan Allah mı?" buyurmuştur. Bu, bahsedilen bu nesnelerin mevcûd olduğuna delâlet etmektedir. Sonra Cenâb-ı Hak, bunun peşinden, "Sizin, O'nu bırakıp taptıklarınız, kendinizin ve atalarınızın takmış oldukları, (kuru) adlardan başka birşey değil" buyurmuştur. Bu ifâde ise, bahsedilen o şeylerin mevcud olmadığına delâlet eder. Binâenaleyh bu iki ifade arasında bir tenakuz bulunmaktadır."

Cevap: Zat, mevcuttur, bulunmaktadır. Fakat, onlara verilen tanrılık hususiyeti onlarda yoktur. Bu, iki şekilde izah edilir:

1) Bu putların zatları, her ne kadar mevcud iseler de, ulûhiyyet sıfatlarına sahip Değillerdir. Durum böyle olunca, ilah olarak isimlendirilen şey, gerçekte mevcud ofcmamış ve bulunmamış olur.

2) Rivayet edildiğine göre putlara tapanlar, Müşebbihe inancında idiler. Bu sebeple, ilahın en büyük nûr; meleklerin de küçük nurlar olduklarına inanıyorlardı. Bundan dolayı da putlarını, nur (ışık) şeklinde yapıyorlardı. Hakikatte ise, taptıkları şeyler, şu semavî nurlar (ışıklar) idi. Bu da, Müşebbihenin inancıdır. Çünkü onlar, Arş'ın üzerinde oturmuş büyük bir cisim tasavvur ediyorlar ve ona tapıyorlardı. Halbuki -aval ettikleri böyle bir varlık kesin olarak mevcud değildi. Böylece de onların, salt (sırf) uydurulmuş birtakım isimlere taptıkları doğru olmuş olur.

Bil ki putlara tapan bir grup insan şöyle demişlerdir: "Biz, bu âlemi yaratanın, o putlar olduğu manasında, "Bu putlar, âlemin ilahlarıdır" demiyoruz. Ancak Allah'ın bize bunu emrettiğine inandığımız için, onlara ilah diyor ve onlara ibadet ile ta'zim ediyoruz." İşte Cenâb-ı Hak, buna cevap vererek şöyle buyurmuştur: "Bunları ilah olarak isimlendirmeye gelince: Allah böyle emretmedi ve bu ismi verme hususunda da hiçbir hüccet, delil, burhan ve sultan indirmedi. Allah'dan başkası için, kabul ec iııesi gerekli bir hüküm, üstlenilmesi gerekli bir emir yoktur. Aksine hüküm, emir ve teklif, Allah'a aittir." Sonra, Allahü teâlâ, "Sizler ancak O'na ibadet edin" diye emir buyurmuştur. Çünkü ibadet, son derece ta'zim etmek ve yüceltmek demektir. Binâenaleyh ibadet, ancak kendisinden sonsuz in'am'ın sâdır olduğu kimseye uygun düşer. Böylesi varlık da, ancak Allahü teâlâ'dır. Çünkü yaratma, hayat, akıl ve rızık verme, hidayete erdirme O'ndan olur. Allah'ın nimetleri pek çoktur. O'nun mahlûkatına lütfettiği çeşitli ihsanları nihayetsizdir.

Allahü teâlâ, bütün bu hususları izahtan sonra "Fakat insanların çoğu bilmezler" buyurmuştur. Bunun izahı şöyledir: Akıllarda, hadiselerin mutlaka bir sebebi olduğu inancı yer ettiği için, insanların ekserisi yeryüzünde meydana gelen hadiseleri, felekler ve yıldızlarla ilgili bazı münasebetlere dayandırmışlardır. Binâenaleyh onlar, bu âlemin hallerinin, sıcaklık soğukluk takımından ve dört mevsim itibarı ile değişmesinin, ancak güneşin durumlarının, dört tstekte değişmesine göre olduğunu görünce, dört mevsimi, güneşin hareketlerine taramışlardır. Daha sonra onlar, bitki ve canlıların hallerinin dört mevsimin değişmesiyle değiştiğini görünce de, bitkilerin değişmesini, meydana gelmesini ve canlıların hallerinin değişmesini, bu dört mevsimin değişmesine bağlamışlardır. İşte ta sebeble insanların çoğunun zihnine, bu âlemdeki hadiseleri idare edenin, güneş, ay ve diğer yıldızlar olduğu inancı yerleşmiştir. Sonra Allahü teâlâ o insanı gerçeği yakalamaya muvaffak kılar, o da daha ileri bir dereceye yükselip, hadiselerin aslında gerek zatları gerekse sıfatları bakımından, kahir, kadir, alîm ve hakîm olan bir var ediciye, bir yaratıcıya muhtaç olduklarını anlar. İşte böylesi insan, çok azdır. Bu sebeble O, "Fakat insanların çoğu bilmezler" buyurmuştur.

İki Kişinin Rüyalarının Yorumu

40 ﴿