53

"(Bununla beraber) ben, nefsimi tebrie etmem.Çünkü nefis, olanca şiddetiyle kötülüğü emredendir. Ancak Rabbimin esirgemiş bulunduğu müstesna. Çünkü Rabbim gafur ve rahimdir".

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki bu ayetin tefsiri, kendinden önceki ayetin tefsirindeki değişik manalara göre değişir. Çünkü biz eğer o sözün Hazret-i Yûsuf'a âit olduğunu söyler isek, bu ifâde de ona âit olmuş olur. Yok eğer onun, kadının sözünün devamı olduğunu kabul edersek, bu ifâde de kadının sözünün devamı olmuş olur. Biz ayeti her iki ihtimale göre de tefsir ederiz. Bu sözün, Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm)'a ait olduğunu söylememiz halinde, Haşviyye buna tutunarak şöyle der: "Yûsuf (aleyhisselâm), "Bu, gıyabında ona hainlik etmediğimi (...) bilmesi içindir" (Yûsuf, 52) dediğinde, Cebrail (aleyhisselâm) ona "Kuşağını çözmeye niyetlendiğinde de mi?" deyince Hazret-i Yûsuf, "Ben, nefsimi kötülükten yani zinadan tebrie etmem (yani uzak olduğumu söylemem). Çünkü nefis, Allah'ın koruyup rahmet ettikleri müstesna, olanca şiddeti ile kötülüğü, yani zinayı emreder. Çünkü Rabbim, kötülüğe niyetlenişimi bağışlayan, onu yaptığım takdirde de, bana tevbeyi nasib edendir" demiştir."

Haşviyyenin Tutarsız Rivayetlerinin Tenkidi

Bil ki Haşviyye'nin bu iddiası tutarsızdır. Çünkü biz, önceki ayetin, Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm)'un o günahtan uzak ve berî olduğuna kesin kes delâlet eden bir delil olduğunu açıklamıştık. Ancak geriye, "O halde sizin bu ayet karşısında cevabınız ne olacaktır?" sorusu kalır. Buna karşı deriz ki: Bu hususta şu iki izah yapılabilir:

Birinci İzah: Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm), "Bu, gıyabında ona hainlik etmediğimi bilmesi içindir" deyince, bu söz adetâ, kendisini medhetmesi ve tezkiye etmesi gibi olmuştur. Halbuki Allahü teâlâ, "Nefsinizi tezkiye etmeyin, temize çıkarmayın" (Necm. 32) buyurmuştur. Bundan dolayı Hazret-i Yûsuf, "(Bununla beraber), ben nefsimi tebrie etmem" diye, bir istidrâk yapmıştır. Buna göre ayetin manası, "Ben, nefsimi tezkiye etmem. Çünkü nefis, alabildiğine kötülüğü emreden, kötülüğe çok meyyal olan ve günahlara arzu duyandır" şeklindedir.

İkinci İzah: Ayet, kesinlikle Haşviyye'nin ileri sürdüğü hiçbirşeye delâlet etmez. Çünkü Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm), "Gıyabında ona hainlik etmediğimi" deyince, bu hainliğin, nefsinin arzu duymayışı, tabiatının meyletmeyişi manasında olmayıp, nefsin olanca şiddeti ile kötülüğü emreden; insan karekterinin lezzetli olan şeylere karşı arzu duyulan bir özelliği olduğunu beyân etmiştir. Binâenaleyh o bu sözü ile, hainlik etmeyişinin, isteksizlik yüzünden değil, Allah korkusundan dolayı olduğunu ifade Rtmiştir.

Fakat biz bu sözün, o kadının sözünün devamı olduğunu söylersek, buna göre de şu iki izah yapılabilir:

a) Bu, "Ben, nefsimi Yûsuf'tan murad alma konusunda tebrie-tezkiye etmem" demektir. Bu sözün maksadı, Hazret-i Yûsuf'u, "O, kendisi benden murad almak istedi" şeklindeki sözünde doğrulamaktır.

b) O kadın, "Bu, gıyabında ona hainlik etmediğimi... bilmesi içindir" deyince, (Bununla beraber) ben, nefsimi (tamamen hainlikten) tebrie edemem (uzak olduğunu söyleyemem). Çünkü ben o günahı ona iftira ile atıp, "zevcene kötülük etmek isteyenin cezası zindana atılmaktan, yahud acıklı bir azabtan başka ne olabilir" (Yûsuf, 25) dediğimde ve böylece onu hapse düşürdüğümde, ona hıyanet ettim" demiştir. Binâenaleyh o bu surette, olup bitenlere karşı bir özür beyân etmek istemiştir.

Eğer, "Bu sözün Yûsuf (aleyhisselâm)'a âit olduğunu mu, yoksa kadına âit olduğunu mu söylemek daha uygundur?" denilirse, biz deriz ki: Bunun Yûsuf (aleyhisselâm)'a âit olduğunu söylemek daha müşkildir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın "Azizin karısı da şöyle dedi: "Şimdi hak meydana çıktı" şeklindeki sözü, başı-sonu birbirine uygun bir sözdür. Binâenaleyh, her iki söz ile her iki meclisin arasına pek çok fasıla girdiği halde, bu sözün bir kısmının Yûsuf'a, bir kısmının kadına âit olduğunu söylemek, uzak bir ihtimaldir. Bu sözün kadına âit olduğunu söylemek de müşkildir. Zira, "Ben, nefsimi tebrie etmem. Çünkü nefis, olanca şiddetiyle kötülüğü emredendir. Ancak Rabbimin esirgemiş bulunduğu müstesna" sözü, ancak günahtan sakınması mümkün olan kimseden sadır olursa, güzel ve yerinde olur. Hem sonra bunu söyleyen kişi, nefsini kırmak için böyle söylemiştir. Bu durum ise, bütün gayretini o günaha sarfeden azizin karısına uygun değildir.

İkinci Mesele

Alimler, "Rabbimin esirgemiş bulunduğu müstesna" buyruğundaki mâ edatının men manasına olup, takdirin, "Rabbimin esirgemiş bulunduğu kimse müstesna" şeklinde olduğunu; mâ ile men edatlarının birbirleri yerine kullanılabildiğini; (Nisa, 3) ve (Nur, 45) ayetlerinde de böyle olduğunu söylemişlerdir.

Ayetteki bu ifadenin, istisna-ı muttasıl veya munkatî olduğu hususunda iki izah yapılmıştır:

a) Bu, isisnâ-ı muttasıldır. Buna göre, ayet şu iki şekilde izah edilir:

1) Bu ifâde, "Rabbimin, melekleri koruduğu gibi koruduğu kimseler müstesna" manasındadır.

2) Bu, "Rabbimin merhamet edip, koruduğu vakitler müstesna yani nefis, Allah tarafından korunduğu bu vakitler müstesna, her zaman alabildiğine kötülüğü emreder" demektir.

b) Bu istisna, istisna-ı munkatî olup, "Lakin Rabbimin rahmet edişi, insanı kötülükten uzak tutar" manasındadır. Nitekim "Onlar kurtarılmazlar, Lakin katımızdan bir rahmet vaki olmuştur" (Yasin, 43-44) ayeti de böyledir.

Üçüncü Mesele

Feylesoflar, "kötülükleri alabildiğine emreden nefs"in ne olduğu hususunda, değişik görüşler belirtmişlerdir. Muhakkik alimler şöyle demişlerdir: "İnsandaki nefis tek şey olup, pek çok sıfatı ve hali vardır. Binâenaleyh o nefis, anî âleme meylettiğinde "nefs-i mutmainne"; şehvet ve gazaba yöneldiğinde ise, "nefs-i emmâre" (kötülüğü emreden nefis) olmuş olur. Ona nefs-i emmâre denmesi, mübalağa içindir. Bunun sebebi şudur: Nefis ilk başta maddi şeylere alışır, onlardan hoşlanır ve onlara adetâ aşık olur. Fakat mücerred (manevi) âlemi anlayıp, ona meyletmesi, bir nefis için nâdir şeylerdendir. Binâenaleyh o nefis için maddi âlemden bu sıyrılış ve inkişâf, ömrü boyunca çok ender vakitlerde olur. Genel olan durum, nefsin maddî aleme meyletmesi olup, manevî âleme yükselmeye temayülü de nâdir olunca, pek yerinde olarak, bu nefiy için, "kötülükleri, olanca şiddetiyle emreden nefis" denilmiştir."

Bazı kimseler de, "nefs-i mutmainne"nin, nefs-i akliyye-i nutkiyye olduğunu söylemişler, şehvetli ve gazablı nefislerin îse, akıllı nefislerden başka olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu konuda gerçekle ilgili sözümüz, akliyyât kitablarında ele alınmıştır.

Dördüncü Mesele

Alimlerimiz, taat ve imanın ancak Allah'dan olabileceği hususunda, ayetteki "Ancak Rabbimin esirgemiş bulunduğu müstesna" ifâdesini delil getirerek şöyle demişlerdir: Ayet, nefsin kötülüklerden ancak Allah'ın rahmeti sayesinde uzaklaşabileceğine delâlet etmektedir. Ayetin lafzı, her ne zaman o rahmet tahakkuk ederse, o vazgeçmenin de tahakkuk edeceğini göstermektedir. Binâenaleyh, biz diyoruz ki, bu ayette bulunan "rahmet" sözünü, Kâdî'nin dediği gibi, akıl, kudret ve lütuf fiilleri vermek manasına tefsir etmek mümkün değildir. Çünkü bütün bunlar, kâfirle mü'min arasında müşterek olan hususlardır. Binâenaleyh, ayetteki "rahmet" kelimesini, başka bir şey ile yorumlamak gerekir ki bu da, "taâta götüren sebebi, ma'siyete sevkeden sebebe tercih etmektir." Biz bunu, kesin aklî delil ile de ispatlamıştık. İşte bu durumda maksat elde edilmiş olur.

Yûsuf'un Hükümdarın Müsteşarı Olması

53 ﴿