67"(Şunu) söyledi: "Oğullarım, hepiniz bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Allah'ın kazasından hiç bir şeyi sizden gideremem. Hüküm Allah'dan başkasının değildir. Ben ancak O'na güvenip dayandım. Tevekkül edenler de yalnız O'na güvenip dayanmalılar". Bil ki, Ya'kûb (aleyhisselâm)'un oğulları, Mısır'a doğru hareket etmeye niyetlendiklerinde, mükemmellik, güzellik ve tek bir adamın oğulları olmak özelliklerinden dolayı Ya'kûb (aleyhisselâm) onlara, "Hepiniz bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin" demiştir. Bu hususta iki görüş bulunmaktadır: Birincisi: Bu, müfessirlerin cumhurunun görüşü olup, bana göre Ya'kûb (aleyhisselâm), onlara göz değmesinden korkmuştur. Bize göre, burada, bahsedilmesi gereken iki makam vardır: Birinci Makam: Göz değmesi, nazarın hak olduğunun isbât edilmesi. Buna, birçok şey delâlet etmektedir: 1) Geçmiş müfessirlerin, bu ayetten maksadın bu mâna olduğunda ittifak etmeleridir. 2) Rivayet edildiğinre göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Sizleri, her türlü şeytandan, uğursuzluktan ve kem gözlerden Allah'a sığındırırım "(20) diyerek, Hasan ile Hüseyin'i Allah'a ısmarlıyor, sığındırıyor ve " İbrahim (aleyhisselâm) oğulları İsmail ve İshak (aleyhisselâm)'ı da böyle Allah'a ısmarlıyorlardı" diyordu. 3) Ubâdetu İbnu's-Samit'ten rivayet edilen şu şeydir. O şöyle demiştir: "Günün daha başında Hazret-i Peygamberin yanına girdim; onun, son derece şiddetli acı çektiğini. Sonra, günün sonunda tekrar vardığımda ise, acısının sona ermiş olduğunu ttüm. Bunun üzerine bana şöyle dedi: "Cebraîl bana furkanımı (acıdan kurtuluş reçetemi) getirdi ve bana şöyle dedi: "Allah'ın adıyla, seni, sana eziyyet veren her şeye, her kem göze her hasetçiye karşı okuyor ve tedavi ediyorum. Allah sana şifâ versin"(21) dedi. Bunun üzerine ben, iyileşip ayağa kalktım. 4) "Rivayet edildiğine göre, Cafer İbn Ebî Talib'in oğulları parlak, beyaz tenli delikanlılar idiler. Bundan dolayı Esma (radıyallahü anh) "Ya Resulallah, onlara, çabuk göz değer. Onlara Kem gözlere karşı okuyup üfleyeyim mi?" dedi. Hazret-i Peygamber de ona; "Evet" cevabını verdi. 5) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ümmü Seleme'nin odasına girdi. Onun yanında, ağrı çekmekte olan bir çocuk bulunuyordu. Bunun üzerine "Ya Resulellah, bu çocuğa göz değmiş" dediler. Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm) de: "Ona, göz değmesine karşı okuyup üflemiyor musunuz?" dedi. 6) Hazret-i Peygamber'in şu hadisi "Göz değmesi gerçek bir olaydır. Şayet herhangi bir şeyi kaderi geçseydi, göz, kaderi geçerdi. " (22) 7) Hazret-i Aişe (radıyallahü anh) nazar vuran (gözü değen) kimseye abdest almasını, sonra da bu suyla kendisine göz değen kimsenin yıkanmasını tavsiye ederdi. Nazar Değmesini Kabul Etmeyenlere Reddiye İkini Makam, göz değmesinin mahiyetini izah etme hakkındadır. Biz deriz ki: Ali el-Cübbaî, bunu şiddetle reddetmiştir. Fakat inkârına dair, hüccet bir yana, şüpheden başka bir şey zikredememiştir. Ama, göz değmesinin olduğunu kabul edip ikrar edenler, bu hususta birçok izah yapmışlardır: 1) el-Hâfız şöyle demiştir: "Gözden birtakım parçacıklar çıkar ve beğenilen şahsa giderek ona ulaşır ve ona tesir eder. Bunun tesiri onda, -tesir etme ciheti her kadar başka ise de- akrep sokmasının, zehirin ve ateşin yakmasının tesiri gibi görülür" Kadî: "Bu görüş zayıftır; çünkü, eğer durum onun dediği gibi olsaydı, bunun olmayan kimse üzerinde de, güzel olan kimse üzerindeki gibi müessir olması gerekirdi" demiştir. Bil ki, bu itiraz zayıftır; çünkü bir kimse, birşeyin güzel olduğunu kendi çocuğunu ve kendi bahçesini güzel gördüğü zamanki gibi, onun o üzere kalmasını ister ve yine bazen de, haset eden kimsenin düşmanının elindeki şeye karşı hased duyduğu zamanki gibi, onun o güzelliği üzere kalmasını istemez. Binâenaleyh, birinci durum olursa, bu kimsede, bu güzel görme esnasında, o güzelliğin kaybolacağına dair şiddetli bir korku meydana gelir. Şiddetli korku da ruhun, kalbin içinde sıkışıp kalmasını iktiza eder. İşte o zaman, rûh ve kalb çok ısınr O zaman, rûh-ı basirede, kuvvetli ve sıcak bir hal meydana gelir. İkinci durum söz konusu olduğunda bu güzel görme esnasında, şiddetli bir haset; ve bu nimeti düşmanın elinde olması sebebiyle de büyük bir hüzün, keder meydana gelir. Hüzün ve keder de, yine ruhun kalb içinde sıkışıp kalmasına sebeb olur. Bu durumda da şiddetli bir ısınma meydana gelir. Binâenaleyh, böylece sabit olur ki, bu kuvvetli olan güzel görme esnasında rûh, gerçekten ısınır ve böylece, güzel görmediği zamanki durumun aksine, gözün şuaları da ısınır. Çünkü bu ısınma, o zaman meydana gelmez. Böylece, bu iki durum arasındaki fark ortaya çıkmaktadır. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), gözü başkasına isabet edene abdest almasını, kendisine göz isabet edene de yıkanmasını emretmiştir. 2) Ebu Hâşim ve Ebu'l-Kasım el-Belhî şöyle demişlerdir: "Göz değmesinin hak olması imkânsız değildir. Bunun izahı şöyle olur: Gözü (değen) kimse bir şeye bakıp güzel bularak ona hayret ettiğinde, onun menfaati, kalbi o şeye bağlanıp kalmasın diye, Allah'ın o şahsı ve o şeyi değiştirmesindedir. Binâenaleyh, bu durum imkânsız değildir. Sonra şu da uzak bir ihtimal değildir: Eğer o kimse, bu esnada, Rabbini hatırlasa ve o kimseye hayran olmaktan yüz çevirerek Rabbinden, bundan korunmasını istese, işte o zaman, onun için uygun olan şey tahakkuk eder. İşte bu hal devamlı ve muttarid olunca, hiç şüphe yok ki "Ayn haktır" denilmiştir. 3) Bu, hukemânın, feylesofların görüşüdür. Onlar şöyle demiştir: "Bu söz, şöyle bir mukaddime üzerine bina edilir: Müessirin tesir etmesinin şartı, onun tesirini" sıcaklık, soğukluk, rutubet ve kuruluk gibi, bu hissi ve maddî keyfiyetlere göre olmaz aksine, sırf psikolojik bir tesir olması, onda maddî ve cismanî etkilerin hiçbir alâkasır -bulunmamasıdır. Buna delâlet eden de şudur: Eni dar olan bir levha, yere konulduğunda, insan onun üzerinde yürüyebilir. Fakat o levha, yüksek iki duvar üzerine konulduğunda, insan onun üzerinden yürüyüp geçemez. Bu sırf, o kimsenin oradan düşeceğinden korkmasından ileri gelir. Binâenaleyh, anlıyoruz ki psikolojik tesirler mevcuttur. Yine insan meselâ falanca kimsenin kendisine eziyyet ettiğini düşündüğünde kalbinde bir hiddet meydana gelir ve vücudu, mizacı da son derece ısınır. Bu ısınmanın sebebi, bu psikolojik tasavvurdan ve düşünceden başka bir şey değildir. Bir de bedenî hareketlerin başlangıcı, psikolojik tasavvurlardır. Nefsin tasavvurunu-kendi bedeninde bazı değişikliklere yol açtığı sabit olunca, bazı nefislerin tesirlerini" başka bedenlere etki edecek biçimde olması da uzak ihtimal görülemez. Binâenaleyh aklen nefsin, diğer bedenlerde ve mahiyetçe farklı olan nefis cevherlerinde müess olmasının imkânsız olmadığı sabit olur. Böylece, bir nefsin, o şeyi görmesi ve ona hayranlık duyması şartıyla başka bir canlının bedeninde değişiklik meydana getirece bir tesire sahip olması imkânsız değildir. Böylece bu mananın, imkânsız bir şe gideremem" sözü de, sebeplere iltifat etmemeye, sırf tevhide ve Allah'ın dışındak her şeyden berî olmaya bir işarettir. Bir kimsenin, "Bu iki sözü aynı anda söylemek nasıl mümkün olabilmiştir?" şeklindeki sözü, sadece bu meseleye has bir söz değildir. Çünkü, saîd (cennetlik) olanın, daha annesinin karnında iken saîd olduğuna; yine şakî (cehennemlik) olanır da daha annesinin karnında şakî olduğuna inanmamızla beraber, tâatların ifa edilip, günah ve ma'siyetlerden sakınılması gerektiği hususunda bir anlaşmazlık bulunmamaktadır. Burada da böyledir. Yeriz, içeriz, zehirlenmekten, ateşe girmekten sakınırız, bununla beraber ölüm ve hayat ancak, Allah'ın takdiriyle olur. Ya'kûb'un meselesinde de durum aynıdır. Öyleyse bu sorunun sadece bu meseleye has olmadığı; aksine, cebr ve kader meselesinin sırrıyla alâkalı bir konu olduğu ortaya çıkar. Doğrusu gerçek şudur ki: Kulun, bütün güç ve gayretiyle çabalaması gerekir Bu, en son derecedeki çabalar ve gayretlerden sonra, o bilir ki, varlık âlemine giren her şey mutlaka Allah'ın kazası, kaderi, meşîeti ve hikmeti ile hükmünün sebkat etmesi sayesindedir. Hüküm Yalnız Allah'a Mahsustur. Sonra Cenâb-ı Hak bu hususu, "Hüküm, Allah'dan başkasının değildir" diyerek tekîd etmiştir. Bil ki bu, bizim kaza ve kader görüşümüzün doğruluğuna delâlet eden en kuvvetli delillerdendir. Bu böyledir. Çünkü hükm kelimesi ilzam etmek, gerektirmek ve zıddını men etmek manasınadır. İşte bundan ötürüdür ki, hayvan geminin ağızlığı, hayvanı yanlış hareketlerden alıkoyduğu için hakeme diye isimlendirilmiştir. Hükme de, mümkün olan iki taraftan birinin, diğer tarafın meydana gelmesi imkansız olacak bir biçimde, diğerine tercih edilmesini gerektirdiği için "hüküm" ismi verilmiştir. İşte Allahü teâlâ, ifade ettiğimiz manasıyla, hükmün ancak kendisine âit olduğunu beyân etmiştir. Bu, bütün mümkinâtın, dolaylı veya dolaysız olarak, Allah'ın kaza, kader, meşiet ve hükmüne dayandığına delâlet eder. Sonra "Ben ancak O'na güvenip dayandım. Tevekkül edenler de yalnız O'na güvenip dayanmalılar" demiştir. Bu, "Herşeyin Allah'dan olduğu sabit olunca, ancak Allah'a tevekkül edileceği ve ancak mümkinâtın varlık tarafının yokluk tarafına üstün gelmesine rağbet edileceği sabit olmuştur. İşte, zıddına mani olan bu üstün geliş, "hüküm"dür. Yine aklî delil ile de bu hükmün ancak Allah'a âit olduğu kesinlik kazanmıştır. Böylece bütün hayırların meydana gelmesinin ve bütün belâların savuşturulmasın da Allah'dan olduğuna kesin olarak inanmak gerekmiştir. Bu da, ancak Allah'a tevekkül edilmesini gerektirir" demektir. İşte bu, son derece yüce ve kıymetli makamdır. Biz daha önce, bu hususta hak olan aklî delilin ne olduğuna işaret etmiştik. Alim Ebu Hâmid el-Gazali (r.h.) İhyasında tevekkül bahsinde bu hususu geniş ve tafsilatlı bir şekilde anlatmıştır. Daha geniş bilgi isteyenler, oraya müracaat etsinler. |
﴾ 67 ﴿