82

"Siz dönün ve babanıza deyin ki, "Aziz babamız, oğlun hırsızlık yaptı. Biz bildiğimiz şeyden başkasına şâhidlik yapmayız. Gaybın bekçileri de değiliz. (İstersen), içinde bulunduğumuz (döndüğümüz) o şehrin ahalisine de, içlerinde geldiğimiz kervana da sor. Biz, şüphe yok ki doğru söylüyoruz".

Bil ki onları, en doğrusunun ne olduğu hususunda istişare edince, yapılacak en doğru işin, memleketlerine dönüp, babalarına hadiseyi aynen anlatmaları olduğu ortaya çıktı. Bu sözü söyleyenin, "Babam bana izin verinceye kadar (...) buradan katiyyen ayrılmam"(Yûsuf, 80) diyen o büyük kardeş olduğu açıktır. Bunun, Rûbiyel olduğu; Mısır'da kalıp diğer kardeşlerini babasına gönderenin o olduğu da söylenmiştir.

Buna göre şayet, "Bünyamin, özellikle doyurucu cevap verip, o tası yüküne koyanın, daha önce de onların yüklerine sermayelerini geri koyan kimse olduğunu söylediğine göre, daha nasıl onlar, delil olmadığı halde, Bünyamin'in hırsız olduğuna karar vermişlerdir?" denirse, buna birkaç şekilde cevap verilir:

1) Onlar, o tasın, kendilerinden başka hiç kimsenin giremeyeceği bir yere konulmuş olduğunu görmüşlerdi: Bundan dolayı, o tası münâdilerin Bünyamin'in yükünden çıkardıklarını görünce, zann-ı galibleri ile, onu Bünyamin'in almış olduğu hükmüne vardılar.

Bünyamin'in, "o tası benim yüküme koyan, sermayelerinizi sizin yükünüze koyan kimsedir" demesine gelince, aradaki fark açıktır. Çünkü onlar orada, sermayeleri yüklerine konulmuş olarak dönünce, sermayelerini yüklerine koyanların, onlar yar Hazret-i Yûsuf'un adamları olduğunu kabul etmişlerdi. Ama bu tasa gelince, hiç kimse bunu onların onun yüküne koyduğunu kabul etmemiştir. İşte bu sebebten ötürü zann-ı galibleri ile, bunu Bünyamin'in çaldığı neticesine varmışlardır. Bu zanna binâe-şâhitlik etmiş, bununla beraber buna kesinkes şahitlik etmediklerini de, "Biz bildiğimiz şeyden başkasına şâhidîik etmeyiz. Gaybın bekçileri de değiliz" diyerek belirtmişlerdir.

2) Bu, "Melikin ve adamlarının demesine göre, oğlun hırsızlık yapmış" demektir Bunun, Kur'ân'da örneği çoktur. Yani, kardeşleri, kendi değerlendirmelerini söylemiş olmayıp Hükümdarın adamlarının Bünyamin aleyhindeki iddalarını nakletmiş oluyorlar (ç). Nitekim Cenâb-ı Hak, "Hiç şüphesiz sen halim ve reşîdsin" (hud, 87) yani "sen kendi iddiana göre, halim ve reşîdsin" denildiğini bildirmiştir. Yine Hak teâlâ, "Tat (azabı), çünkü sen aziz ve kerîmsin", yani "kendi iddiana göre aziz ve kerimsin (ama bize göre hayır, böyle değilsin) "(Duhân, 49) buyurmuştur.

3) Senin oğlunun üzerinde, hırsızlığa benzer bir durum ortaya çıkmıştır." Böylesi şeylere de hırsızlık denir. Çünkü birbirine benzer iki şeyin birinin ismini diğeri için de kullanmak, Kur'ân'a göre mümkündür. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kötülüğün karşılığı ona denk bir kötülüktür" (Şura, 40) buyurmuştur.

4) Hazret-i Ya'kûb'un oğulları o zaman henüz peygamber değillerdi. Binâenaleyh onların böyle bir sözü, hele de bu zannı uyandıracak bir şey gördükleri zaman, tahmir olarak söylemiş olmaları uzak bir ihtimal değildir.

5) Ibn Abbas (radıyallahü anh)'ın bunu şeddeli olarak, "Oğluna hırsızılık isnâd edildi" şeklinde okuduğu da rivayet edilmiştir. Bu kıraata dayanarak bir tev yapmaya ihtiyaç yok. Çünkü o topluluk ona zaten hırsızlık isnad etmişti. Zira biz bu kitapta, böyle kıraatlerin soruları defedemeyeceğini daha önce söylemiştik. Çünkü problem ancak, "Birinci kıraat yanlıştır, doğrusu ise bu kıraattir" dediğimizde ortadar kalkar. Ama biz birinci kıraatin doğru olduğunu kabul ettiğimizde, ikinci kıraat doğru da olsa, yanlış da olsa, o problem devam eder. Binâenaleyh mutlaka daha öncek gibi izahlar yapılması gerektiği sabit olmuş olur.

Şehadet Kavramı Hakkında

Onların "Biz, bildiğimiz şeyden başkasına şâhidlik yapmayız" ifâdesine gelince, bunun manası açıktır. Bu, şâhidliğin, bilmekten başka birşey olduğuna delalet eder. Bunun delili işte bu ayettir. O halde bu, "şahâdet"in "ilim"der başka birşey olmasını gerektirir. Bir de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Birşeyi, ancak güneşi bildiğin gibi bildiğin zaman, ona şâhidlik et" buyurmuştur.

Bu da, bizim söylediğimiz hususa delâlet eder. Şehâdet, insanın "Ben şehâdet ederim" demesinden ibaret değildir. Çünkü insanın, "Ben şahadet ederim" sözü, şahidlik yapacağını haber vermedir. Halbuki şehâdet edeceğini söylemesi, şahidlik etmesinden ayrı bir şeydir. Bu sabit olunca biz diyoruz ki: Şehâdet (şahidlik), kelamcıların kelâm-ı nefs (insanın içten geçirmesi) dedikleri, zihnî bir hüküm veriş manasınadır.

"Gayb'ın Buradaki Manası

Onların "Gaybın bekçileri de değiliz" cümlesi ile ilgili olarak şu izahlar yapılabilir:

a) Onlar: "Biz, su kabının onun yükü içinden bulunup çıkarıldığını gördük. Ama gerçek durum bizce malum değil. Çünkü gaybı ancak Allah bilir" demek istemişlerdir.

b) İkrime, bunun "Belki de o su kabı, gece onun eşyası içine saklanmıştı" manasında olduğunu söylemiştir. Çünkü bazı Arapça lehçelerinde gece'ye "gayb" denir.

c) Mücahid, Hasan ve Katâde, buna, "Biz, oğlunun hırsızlık yapacağını bilemezdik. Eğer bunu bilseydik, onu padişaha götürmez ve geri getirme hususunda da Allah adına sana söz vermezdik" manasını vermişlerdir.

d) Nakledildiğine göre Ya'kûb (aleyhisselâm) onlara: "Farzedin ki o hırsızlık yaptı. Kral, Isrâiloğullarının şeriatına göre hırsızlık yapanın köle olarak alıkonacağını nasıl bildi? Hayır, hayır, aksine bunu ona bir maksadınızdan ötürü siz söylem işsin izdir" dediğinde onlar: "Biz bu hükmü ona, henüz bu hadise başımıza gelmezden önce söylemiştik. İçine düştüğümüz bu şeyin, başımıza geleceğini o esnada bilemezdik" demişlerdir. Buna göreayetteki, "Gaybın bekçileri de değiliz" cümlesi, işte buna bir işarettir.

Eğer, "Bu görüşe göre Ya'kûb (aleyhisselâm)'un Allah'ın bu hükmünü gizlemeye gayret göstermesi (oğullarının gizlemiş olmasını istemesi) ne derece doğrudur?" denilirse, biz deriz ki: Belki de hüküm, malı çalınan kimsenin müslüman olması şartına bağlanmıştı. İşte bunda ötürü o, bu hükmün kâfir sandığı o padişahtan saklanmasının mümkün olduğunu düşünmüştür.

Daha sonra Cenâb-ı Hak onların, "İstersen, içinde bulunduğumuz (döndüğümüz) o şehrin ahalisine de, içlerinde geldiğimiz kervana da sor" dediğini anlatmıştır.

Bil ki onlar zaten Yûsuf hadisesinden dolayı itham altında oldukları için, bu (yeni) ithamı kendilerinden savuşturmak için alabildiğine gayret göstererek, böyle söylemişlerdir. Alimlerin çoğu, burada geçen "Karye" (o şehir) sözünden, Mısır'ın kastedildiği görüşünde ittifak ederken, bazıları da bunlar muradın, Mısır'ın giriş kapısı üzerinde bulunan ve hırsızlık ile bunun araştırılması hadisesinin cereyan ettiği yer olduğunu söylemişlerdir. Bu hususta şu iki izah yapılmıştır:

a) Bununla, "O şehrin ahâlisine sor" manası kastedilmiştir. Fakat kısa ve ve olsun diye muzaf olan "ahâlisi" kelimesi hazfedilmiştir. Böylesi mecazî ifâde arapca'da meşhur ve yaygındır. Ebu Ali el-Fârisî: "Arapça'da bunun caiz olmadığ söylemek, tıpkı zarurî şeyleri kabul etmemek ve maddi varlıkları inkâr etmek gibi olu demiştir.

b) Ebu Bekr el-Enbâri: "Bu, şehire sor, kervana sor, duvarlara sor, onlar saf söyler ve bizim doğru söylediğimizi sana anlatırlar. Çünkü sen, Allah'ın en büyt peygamberlerdensin. Allah'ın, bir mucize olarak bu cansız şeyleri konuşturma ve sana bizim söylediklerimizin doğru olduğunu haber vermesi uzak bir ihtim değildir" demektir" der.

Burada şu şekilde, üçüncü bir izah daha yapılabilir: Birşey tamamen ortaya çıkıp kapalı tarafı kalmadığı zaman, "Onu göklere, yere ve bütün her şeye sor" denilir ki, bundan murad, o şeyin, hakkında şüphe kalmayacak derecede ortaya çıkmasıdır.

Onların "İçlerinde geldiğimiz kervana da (sor)" sözü hakkında müfessirler şöyle demişlerdir: "Kenanlılar"dan (hemşehrilerinden) bir grup insan, onlarla yol arkadaşı olmuşlardı. Bundan dolayı Ya'kûb'un oğulları ona: "Bu hadiseyi onlardan sor" demişlerdir.

Sonra, sözlerini iyice te'kîd edip anlatınca, "Biz, şüphe yok ki doğru söylüyoruz" yani, "Bizi töhmet altında tutsan da, tutmasan da, biz doğruyuz demişlerdir. Onların bu sözden gayeleri, kendi kendilerinin doğruluğunu ifâde etmek değildir. Çünkü bu, birşeyi yine kendisi ile isbat etme gibidir. Aksine insan, birşeyin doğru olduğuna dâir kesin bir delil zikredince, bundan sonra, "Ben, bu hususta doğruyum" der. Bu, "Sana söylediğim delilleri ve açık hüccetleri düşünürsen, şüphe tamamen gidecektir" manasına gelir.

Yakûb (aleyhisselâm)'un Onlara İnanmayıp Yûsuf Ne Bünyâmin'i Bulacağını Umması

82 ﴿