87

"Ya'kûb onlardan yüz çevirdi, "Vah Yusuf'a olan hasretim vah!" dedi ve hüznünden ve kederinden iki gözüne ak düştü. (Bununla beraber) o, artık gamını tamamen yutmakta idi. Dediler ki: "Hâlâ Yûsuf'u anıp duruyorsun Andolsun ki sonunda ya kederinden hastalanıp eriyeceksin, yahut helake uğrayanlardan olacaksın." O da dedi ki: "Ben kederimi ve hüznümü yaln Allah'a şikayet ediyorum ve Allah tarafından, sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum. Evlatlarım gidin, Yûsuf ile kardeşinden bir haber arayın. Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Zira hakikat şudur ki kâfirler gürûhundan başkası, Allah'ın rahmetinden ümid kesmez".

Bil ki Ya'kûb (aleyhisselâm), oğullarının sözünü işitince, kalbi gerçekten sıkıntı ile dara-ve onlardan yüz çevirip ayrıldı. Sonra onları çağırttı ve onlara döndü dedi ki:

Buradaki birinci makama (duruma) gelince ki bu, onun onlardan yüz çevirip, yıasıdır. Bu "Ya'kûb onlardan yüz çevirdi. Vah Yûsuf a dan hasretim, vah!" ifâdesi ile anlatılan husustur.

Hazret-i Ya'kûb'un Yûsuf'a Daha Çok Üzülmesinin Sebebi

Bil ki, Hazret-i Ya'kûb, Bünyamin ile ilgili olarak oğullarından o sözü duyunca, göğsü, Yûsuf'a olan tasası ve hüznü iyice büyüdü ve, "Vah, Yusuf'a olan hasretim, dedi. Şu sebeplerden dolayı bu hadise tahakkuk edince, Hazret-i Ya'kûb'un, Yusuf'undan ayrılması sebebiyle hüznü büyümüştür:

1) Yeni hüzün, eski ve içte bulunan hüznü kuvvetlendirir. Yara yaraya eklendiğinde fazla acı verir. Nitekim şair Mütemmim b. Nüveyre şöyle demiştir:

Ricadaşım beni kabirlerin yanında ağlayarak öldürücü gözyaşları akıttığım için dedi ki: "Gördüğün her kabre ağlıyor musun? Kumlar ve çukurlar arasın olan her mezara?!" Ona dedim ki: "Üzüntü üzüntüyü tahrik eder. Binâenaleyh beni bırak. Bunların tamamı Malik'in kabridir.

Zira o, bir kabir gördüğü her defasında, kardeşi Malik'i kaybetmekten ötürü tazeleniyor ve çevresindekiler kendisini ayıplıyorlardı. O da, "üzüntü üzüntüyü soğurur" diye cevap veriyordu.

Bir başkası da, şöyle demiştir:

"Beni unutmadın, ya da en azından, ondan sonraki musibetlerde. Fakat, yaranın yarayla dağlanması çok acı vericidir."

2) Bünyamin ve Yûsuf'un annesi birdi. Dolayısıyla hem suret hem de sıfatından aralarında mükemmel bir benzerlik bulunuyordu. Binâenaleyh, Ya'kûb Bünyamin'i görmekle, Yûsuf'u görür gibi olarak teselli buluyordu. Olan şey teselliyi gerektiren şey de zail olup gitti. Böylece de, Ya'kûb'un elemi ve arttı.

3) O'nun başta gelen derdi, Yûsuf'u kaybetmiş olmasıydı. Ona karşı duyduğu her şeye karşı duyduğu üzüntü demekti.

4) Bu musibetler, birtakım sebeplere bağlanabilecek, izahı mümkün belalar idi. Yûsuf'un hadisesine gelince, Ya'kûb (aleyhisselâm), oğullarının ileri sürmüş oldukları mazerette yalancı olduklarını biliyordu. Gerçek sebep ise, onun tarafındar malum değildi. Hem Ya'kûb (aleyhisselâm), onların hayatta olduklarını biliyordu. Yûsuf'a gelince, Ya'kûb (aleyhisselâm) onun hayatta olup olmadığını bilmiyordu. İşte bu sebeplerder dolayı, Hazret-i Ya'kûb'un, Yûsuf'tan ayrılmasından dolayı olan iştiyak ve özlemi artmış (onun ölü mü, diri mi olduğuna dair) halini bilmemekten dolayı içinde bulunduğu musibet, son derece şiddetli olmuştu.

İkinci Mesele

Bazı câhil kimseler Hazret-i Ya'kûb'u "Vah Yûsuf'a olan hasretim, vah!" demesinden dolayı tenkit ederek şöyle demişlerdir: "Zira bu, feryâd u figan etmek ve Allah'dan şikayetçi olmak demektir ki, bu caiz değildir." Alimler ise, durumun, bu câhilin zannetiği gibi olmadığını açıklamışlardır. Bunun izahı şöyle yapılabilir:

Ya'kûb (aleyhisselâm), bu sözü söylememiştir. Ama, sonraysa, onun ağlaması büyük olmuştur ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın, 'Ve hüznünden ve kederinden iki gözüne ak düştü" buyruğundan anlaşılandır. Sonra o lisanını bağırıp çağırma ve uygun olmayar şeyler söylemekten alıkoymuştur ki, bu, ayetteki ifadesinden anlaşılmaktadır Sonra, yine Ya'kûb (aleyhisselâm) o şikâyetini hiçbir insana da açmamıştır. Bunun delili, Ya'kûb (aleyhisselâm)'un, "Ben kederimi ve hüznümü yalnız Allah'a şikâyet ediyorum' demesidir. Bütün bunlar, onun musibet ve sıkıntısının şiddetlenmesi halinde, onun sabretmiş olduğuna ve o sıkıntısını ve kederini sinesinde taşıdığına ve hiç kimseye şikayette bulunmadığına, böylece de pek yerinde olarak, bu sayede büyük bir medih ve büyük bir övgüye mazhar olduğuna delâlet eder.

Ya'kûbun Hüznünü Cebrail'in Teskin Etmesi

Rivayet olunduğuna göre Yûsuf (aleyhisselâm) Hazret-i Cebrail'e "Ya'kûb hakkında bir bilgin var mı?" diye sorduğunda, Cebrail "Evet" deyince de: "Onun hüznü ve kederi ne noktadadır?" der. Cebrail "Onun kederi yetmiş tane "seklâ"nın kederi gibidir" der. Seklâ tek bir çocuğu olup, sonra da o çocuğu ölen kadına denilir. Bunun üzerine Hazret-i Yûsuf: "Onun için bu hususta bir mükâfat var mıdır?" deyince de, Cebrail (aleyhisselâm) "Evet, yüz şehit mükâfaatı vardır" der.

Buna göre şayet, Muhammed İbn Ali el-Bakır'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bir pir-i fâni, Ya'kûb'a uğrayarak, ona "sen İbrahim misin?" der. Bunun üzerine Ya'kûb (aleyhisselâm) da: "Ben, onun oğlunun oğluyum; sıkıntılarım beni böyle değiştirdi. güzelliğimi ve kuvvetimi giderdi" dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Ya'kûb'a "Sen beni, her ne zaman kullarıma şikayet ettiğinde, izzet ve celâlime kasem olsun ki. eğer sen beni şikayet etmeseydin, ben sana senin etinden ve kanından daha iyisini verirdim (seni gençleştirirdim)" diye vahyetti. İşte, bunun üzerine Hazret-i Ya'kûb bundan sonra: "Ben kederimi ve hüznümü yalnız Allah'a şikayet ediyorum" der oldu.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ya'kûb'u kardeş edinen bir kardeşi bulunuyordu. O, Ya'kûb'a "Görmeni gideren, sırtını kamburlaştıran nedir?" diye sordu. Bunun üzerine Hazret-i Ya'kûb da: "Gözümü gideren, Yûsuf sebebiyle ağlamam; sırtımı kamburlaştıran da, Bünyamin'e olan kederimdir" dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Ya'kûb'a: "Beni, benden başkasına şikayet etmekten çekinmez misin?" diye vahyetti. Bunun üzerine Ya'kûb (aleyhisselâm) "Ben kederimi ve hüznümü yalnız Allah'a şikâyet ediyorum" diyerek, sözünü "Ya beli bükülmüş, gözleri kör olmuş bu pir-i faniye acımaz mısın? Yûsufun Bünyamin'in kokusunu bana tekrar koklat" diye sürdürdü. Bunun üzerine Cebrail, ona müjde vererek Allah'ın şöyle dediğini nakletti: "Şayet onlar ölü dahi olsalar onları dirilteceğim. Binâenaleyh, fakir ve yoksullar için bir yemek hazırla. Zira kullarımın bana en sevimli olanları peygamberler ve yoksul kimselerdir." Yakub (aleyhisselâm) kahvaltı yapmak istediğinde bir münadî, "Kahvaltı yapmak, yemek isteyen, Ya'kûb'la beraber yapsın!" diye bağırdı. Yine, Ya'kûb (aleyhisselâm) oruç tuttuğunda, iftar esnasında da aynı şekilde bağırırdı. Rivayet olunduğuna göre Ya'kûb (aleyhisselâm). yaşlılıktan dolayı, dökülen kaşlarını bir bezle sarıyordu. Daha önce Yusuf, 18 ayetinin tefsirinde de bu ibarenin aynısı geçmişti. Manasını anlayamadık. Yazmalara başvurunca birçok nüshada ibarenin bu şekilde olduğunu tesbit ettik (Köprülü No: 120, Varak 490/a) Bunun üzerine kedisine birisi: "Bu başına gelenler ne?" deyince de o: "Ömrümün uzunluğu ve erlerimin çokluğu" dedi. Bundan dolayı Allahü teâlâ ona: "Ey Ya'kûb, beni şikâyet mi ediyorsun?"diye vahyedince de o, "Ya Rabbi, bir hatadır yaptım. Binâenaleyh hatamı bağışla" dedi" denilirse, biz deriz ki:

Biz Ya'kub'un yaptığının, sadece sabır, sebat edip, feryâd ü figan etmemek olduğunu delilleriyle birlikte bildirmiştik. (Artık başka söze itibar olunmaz.) Rivayet olunduğuna göre ölüm meleği Ya'kub'un yanına girince Ya'kûb ona: "Sevgilimi görmeden önce, canımı almak için mi geldin?" deyince Azrail ona: "Hayır, ben senin hüznünle hüzünleneyim, sevincinle de sevinç duyayım diye geldim" der. Ağlamak ise günah sayılmaz. Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, oğlu İbrâhim'e ağlayarak, "Kalb hüzünlenir; göz, yaş akıtır. Biz Rabbimizi kızdıracak şey söylemiyoruz. Ey ibrahim, biz senden dolayı kederliyiz, hüzünlüyüz" demiştir. Hem insanı hüznün kaplaması, onun irâdesi ve tercihiyle olmaz. Dolayısiyle bundan herhangi bir sorumluluk doğmaz. Ama ah, of etmek; ağlamak, gözlerden bardaktan boşanırcasına göz yaşı akmasına gelince, kişi, bazan bunları defedemeyebilir.

Ey bu soruyu soran kimse! Sizin ileri sürdüğünüz şeylere gelince: Onlar da Ya'kûb (aleyhisselâm)'a itabvari gelen hitaplar, ancak ebrânn hasenatının, mukarreblerin seyyiatı gibi kabul edilmesinden dolayı varid olmuşlardır. Hem burada, şöyle bir başka incelik de bulunmaktadır: İnsan, hayrete düşüp tereddüt ettiği bir yerde mutlaka Allah'a başvurur. Ya'kûb (aleyhisselâm) Yûsuf'un hayatta mı yoksa ölmüş mü olduğunu bilmiyordu. O, bu hususta lehte veya aleyhte herhangi birşey söylemiyor, tavaakkuf ediyordu. Onun bu hususta tavakkuf etmesi sebebiyle de Cenâb-ı Allah'a yönelmea daha da fazlalaşmış, -bu mesele dışında- O'ndan başka hiçbir şeye dönüp bakmaz olmuştu. Onun bu hadisedeki tavır ve hareketleri farklı farklı olmuştur. Bazı zamanlar o, çoğu kez, Allah'ı zikretmeye o denli dalardı ki, bu hadiseyi hiç hatırlamazdı. Binâenaleyh, bu hadiseyi hatırlamak, o hadiseyi hatırlamaması gibi olmuştur. Bu sebepten dolayı Hazret-i Ya'kûb'a nisbetle bu hadise, Hazret-i İbrahim'in ateşe atılması ve kesilmesi istenen oğlunun kesilmesi hadisesi gibi olmuştur.

Hazret-i Ya'kûb Niçin Tam Teslimiyet Göstermedi?

İmdi, eğer sorulursa ki: "Şiddetli bir musibet geldiğinde, Hak teâlâ'nın, "Onla yok mu? Rablerinden mağfiretler ve rahmet hep onların üzerindedir ve onlar doğr yola erdirilenlerin tâ kendileridir" (Bakara, 157) buyruğunda bahsedilen bu büyük mükâfaata müstehak olabilmesi için, onun "Biz Allahınız ve biz ancak döneceğiz" (Bakara, 156) demesi daha evlâ değil miydi?" denilirse, biz deriz ki:

Bazı müfessirler, "İstirca (26) "Istircâ, bir musibet ve belâ esnasında mü'minin demesidir. bu ümmetten başka hiçbir ümmete verilmemiştir. Binâenaleyh Allah, bu ümmete bir musibet isabet ettiğinde, onların böyle söyleyerek mükâfaat elde etmeleri için, sâdece bu ümmete ikram etmiştir" demişlerse de, bu bana göre, şu sebeplerden dolayı zayıftır: Zira kişinin "Biz Allahınız" şeklindeki sözü, bizim, Allah'ın mülkü olduğumuza, bizi yaratıp var edenin O olduğuna; "ve biz ancak ona döneceğiz" demesi de, haşr ve Kıyametin mutlaka olacağına bir işarettir. Bunun böyle olduğunu bilmeyen bir ümmet olacağı düşünülemez. Binâenaleyh, bazı belâ ve musibetler gelirken, bunu bilen kimse, mutlaka sonunda da, Allah'a rücû edeceğir döneceğini bilir. İşte bu noktada, o musibete karşı tam bir teselli meydana gelir. Allah'ı tasdik etmiş, O'na iman etmiş olan kimsenin bunu bilmemesi imkânsızdır.

Üçüncü Mesele

Onun, "Vah hasretime!" ifâdesi esefe, tasaya nida etmektir Bu tıpkı, bir kimsenin, "Ey hayret, ey şaşkınlık demesi gibidir ki bu, sanki o, esefe tasaya bağırmış ve "Bu senin tam gelme ve bulunma zamanındır" demektir. Biz bu açıklamayı, pekçok yerde izah ettik. Bunlardan birini, meselâ Cenâb-ı Hak'tan (Yûsuf, 31) ayetinin tefsirinde geçmişti. Esef kelimesi, elden kaçırılan şeye karşı duyulan hüzün ve keder anlamına gelir. Leys şöyle demiştir: "Başına birşey gelir, sen de ondan dolayı mahzur olur ve onu savuşturmaya da gücün yetmezse, sen hem esîf, yani hüzünlü, hem ne müteessif, kederlenmiş olursun." Zeccâc da şöyle demiştir: "Aslolan, bunun "Ya esefi" "Ey esefim, tasam" şeklinde kullanılmasıdır. Ancak ne var ki, izafet yâ'sının, etif ve fethanın hiffetinden dolayı, elif-i maksure ile değiştirilmesi caizdir.

Hazret-i Ya'kûb'un Gözlerine Perde İnmesi

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Ve hüzünden ve kederinden iki gözüne ak düştü" buyurmuştur. Bu hususta da şu iki izah yapılabilir:

1) Ya'kûb (aleyhisselâm) "Vah Yûsuf'a olan hasretime, vah" deyince, onu hep ağlamak tutmuştur. Ağlamak tutunca da, gözlerindeki su çoğalmıştır. Böylece, onun gözleri sanki o suyun beyazlığından dolayı beyazlanmıştır. O halde Cenâb-ı Hakk'ın "ve hüznünden ve kederinden iki gözlerine perde indi" ifadesi, ona ağlamanın hâkim olmasından ve çok ağlamasından bir kinaye olmuş olur. Bu izahın doğruluğunun delili şudur: Hüznün tesiri, körlüğün meydana gelmesinde değil, ağlamanın ona hakim olmasındadır. Binâenaleyh, ayette bahsedilen beyazlanmayı, aklığı, ağlamanın hakim olması manasına alırsak, bu sebeb makul ve yerinde olur. Ama onu, kör olması anlamına hamledersek, bu sebep ve talîl, güzel, makul ve yerinde olmaz. Binâenaleyh, bizim bahsettiğimiz daha yerinde olmuş olur. Bu açıklamayı, deliliyle beraber Vahidî, Kitâbu'l-Basît'inde İbn Abbas'tan rivayet etmiştir.

2) Bununla, Hazret-i Ya'kûb'un kör olması kasdedilmiştir. Mukatil şöyle der: "Ya'kûb (aleyhisselâm) altı sene kör kalmıştır. Derken Allahü teâlâ, onun gözlerini, Yûsuf'un gömleği ile açmıştır ki, bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Şu benim gömleğimi götürün de onu babamın yüzüne atın., iyice görür (bir hale) gelir" (Yûsuf, 93) ayetinden anlaşılan husustur. Denildiğine göre Cebrail (aleyhisselâm), Yûsuf (aleyhisselâm) hapiste iken, onun yanına varmış ve: "Babanın gözlen, sana olan kederinden dolayı gitti" demiş, bunun üzerine de Yûsuf ellerini başına koyarak: "Keşke annem beni doğurmasaydı ve ben de, babamın bu denli üzülmesine sebep olmasaydım!" der. Bu görüşü ileri sürenler şöyle demişlerdir: "Devamlı hüzün, devamlı ağlamaya; devamlı ağlama da kör olmaya yol açar; o halde hüzün, bu yolla körlüğün sebebi olmuş olur. Devamlı ağlamak körlüğe sebeb olmuştur. Zira bu, gözbebeğinde bir bulanıklık meydana getirir." Onlardan bazıları da, Ya'kûb'un kör olmadığını, ancak ne var ki onun görmesinin azaldığını söylemişlerdir. Yine, Ya'kûb (aleyhisselâm)'un gözlerinin, Yûsuf'tan ayrıldığı vakitten, onunla karşılaşıncaya kadar geçen zaman içinde hep yaşlı olduğu kurumadığı; bu müddetin ise seksen yıl olduğu ve yeryüzünde Allah nezdinde Ya'kûb'tan daha kerim ve iyi bir kimsenin olmadığı da ileri sürülmüştür.

Ayetteki (......) kelimesine gelince, bil ki bu kelime, hânın ötresi, zânın da sükûnu ile hüzn şeklinde okunmuştur. Hasan el-Basri ise, hânın ve zânın fethasıyla hazen şeklinde okumuştur. Vahidî şöyle der: "Alimler hüzn ile hazen kelimelerinin manası hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bir kısmı hüzn ağlamak; hazen ise "üzüntü ve keder" anlamına geldiğini ileri sürerken, bazıları da, bu iki kelimenin her iki manayı ifâde eden iki kullanılış olduğunu ileri sürmüşlerdir. Nitekim Arapça'da "Ona şiddetli bir hüzün (veya hazen) isâbe: etti" denilir. Bu, ekseri dil alimlerinin benimsediği görüştür. Yûnus, Ebu Amr'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bu kelime, nasb yerinde olduğu zaman, Araplar, hem hâ hem de zâ'yı fetha ile okurlar. Bu Cenâb-ı Hakk'ın, "kederlerinden gözlen yaş döke döke döndüler" (Tevbe, 92) buyruğunda olduğu gibidir. Bu kelime, cer veya ref yerinde kullanıldığında, Araplar hâ'yı dammeli okurlar. Nitekim, burada (Yusuf, 84) böyledir. Buradaki (Yûsuf, 86) kelimesi de mübtedâ olarak ref yerindedir. Ayetteki (......) kelimesi, faîl sîğası ism-i faîl manasına gelebileceği için kâzım manasında olması caizdir. Kazım hüznünü tutan, onu ortaya koymayan demektir. İbn Kuteybe şöyle demiştir: Buradaki faîl sîğasının ism-i mef'ûl olan mekzûm manasına gelmesi de caizdir. Buna göre bunun manası, kederden dolmuş şeklindedir. Bu ifâde, su kabı alabildiğine doldurulduğunda söylenilen tabirinden alınmadır. Bunun, Hazret-i Ya'kûb'un çocuklarına karşı öfke ile dolmuş olması anlamına gelmesi de caizdir.

Bil ki, insanların uzuvlarının en kıymetlisi, bu üç şeydir. Böylece Allahü teâlâ, bu uzuvların gam ve kedere battığım, belendiğini beyân buyurmuştur. Derken Yakub'un lisanı "Vah hasretime" demekle gözü ağlama ve beyaz perde inmesi ile; kalbi de, alabildiğince dolmuş ve suyun çıkmasına imkân vermeyen bir kap haline benzeyen şiddetli bir gam ile meşgul idi. Bu, o gamı iyice vasfeden bir tabirdir.

Hazret-i Ya'kûb'u Kınamaları

Cenâb-ı Hakk'ın "Dediler ki:"Hâlâ Yûsuf'u anıp duruyorsun. Andolsun ki sonunda ya kederinden hastalanıp eriyeceksin, yahut helake uğrayanlardan olacaksın" buyruğuna gelince, bununla ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

İbnu's-Sikkît şöyle demektedir: "Arapça'da aynı manada olmak üzere "falan işi yapmaya devam ediyorum" denilir ve bu ifadeler, mutlaka olumsuzluk edatıyla kullanılır." İbnu Kuteybe şöyle demiştir: "Arapça'da, sen herhangi birşeyi unuttuğun ve ondan koptuğun zaman, dersin." Nahivciler şöyle demişlerdir: "Burada, (......) veya (......) manasında olmak üzere, olumsuzluk hali takdir edilmiştir. Bunun hazfi de caizdir. Çünkü şayet, bundan olumlu mana kasdedilmiş olsaydı, tıpkı "Vallahi yapacaksın" tabirinde, o zaman bu ifâde lâm ve nûn ile olmak üzere şeklinde olurdu. Binâenaleyh, bu ifâde lâm ve nûnsuz kullanıldığına göre, burada bir (......) edatının takdir edilmiş oduğu anlaşılmış olur. Nahivciler bu konuda İmriu'l-Kays'ın şu beytini misal olarak iletmişlerdir: "Ben de dedim ki Allah'a yemin olsun, oturma halimi terketmeyeceğim." "Bu, "Ben oturmaya devam edeceğim" demektir. Bunun benzeri misaller pek çoktur. Müfessirlere gelince, bu ifâde hakkında şöyle demişlerdir: İbn Abbas, Hasan-ı Basrî, Mücâhid, Katâde, bu ifâdeye: "Onu hep anıyorsun" manasını verirlerken,

Mücâhid'den bu ifâdeye, "Onu anmaktan hiç geri durmuyorsun" manasını verdiği, böylece de onun "fütur" kelimesiyle " fütû " kelimesini aynı anlama aldığı nakledilmiştir.

İkinci Mesele

Harad Kelimesinin Manası

Vahidî, Maânil-Kur'ân müelliflerinden şunu nakletmiştir: (......) kelimesinin asit, hüzün ve sevgiden dolayı, akılın ve bedenin bozulması demektir. Binâenaleyh bir kimsenin, sözünün manası, "Onu ona karşı tahrik ettim ve onu, ona karşı kızıştırdım" şeklinde olur. Nitekim Cenâb-ı Hak da "Ey peygamber, mü'minleri harbe teşvik et!" (Enfal, 65) buyurmuştur.

Bu esası iyice kavradığında biz diyoruz ki: O zatı yani Ya'kûb'u bu şekilde nitelendirmek, ya bir muzafın takdir edilmesi ve meselâ denilmesi suretiyledir yahut da Hazret-i Ya'kub'un bedeninin bozulması ve aklının da zayıflaması hususunda derece kötü durumda olduğu manası murad adiloiğl içindir. Böylece, bu ikinci manaya göre Ya'kûb (aleyhisselâm), bizzat bozulma ve zayıflamanın ta kendisi olmuş olur.

Râ'nın kesresiyle harıd şeklinde okunmasına gelince, bu durumda bu kelime, ism-i fail olur. Bu kelime, her iki şekilde de okunmuştur.

Bunu da iyice kavradığında biz diyoruz ki: Müfessirlerin bu hususta çeşitli açıklamaları bulunmaktadır:

a) (......) kelimesi, bedence ve akıl cihetinden bozulan demektir.

b) Nâfi İbni'l-Ezrak, İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan, (......) kelimesinin ne demek olduğunu sormuş, bunun üzerine o da, "Ağır ve müzmin hasta" demiştir.

c) Bu kelime ne diri ne de ölü olmayan, (komada bulunan) kimse anlamına gelir. Ebu Ravk, Enes İbn Mâlik'in bu ayeti hânın dammesi ve rânın da sükûnuyla (......) şeklinde okuduğunu ve onun, buna göre bunun manasının "nerdeyse sen cöven otu gibi olacaksın" şeklinde olduğunu söylediğini nakletmiştir.

Ayetteki (......) kısmına gelince: Ayetin manası şudur: "Onlar babalarına, "Sen, Yûsuf'u, hüzün ve ona ağlamakla anmaktan hiç geri durmuyorsun.

Böylece sen bedeninin artık onulmaz bir derde yakalanmasına sebep olacaksın veyahut da kederinden öleceksin" demişlerdir. Böylece onlar sanki, "sen, şu ande çok büyük bir belâ içindesin. Böylece biz bundan daha fazlasının, daha kötüsünür meydana geleceğinden endişeleniyoruz" demişler ve onlar bu sözleriyle onu, çok ağlayıp çok üzülmekten men etmek istemişlerdir.

Buna göre şayet, "onlar niçin, bunu kesinlikle bilmedikleri halde, bu hususta nas yemin etmişlerdir?" denilirse, biz deriz ki:

Onlar işi, zahire hamletmişlerdir. Yine buna göre " sözünü söyleyenle' kimdir?" denilirse, biz deriz ki: En açık olan duruma göre, bunlar, onlardan ayrılar kardeşler değildir; aksine bunlar, Ya'kûb'un evinde bulunan torunları ve hizmetçilerdir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak Ya'kûb (aleyhisselâm)'un

"Ben kederimi ve hüznümü yalnız Allah'a şikayet ediyorum" dediğini nakletmiştir Yani, "Bu söylediğim şeyi, size karşı söylemiyorum. Ben bunu, Allah'ın huzurunda O'na arzediyorum" demektir. İnsan, şikayetini Allah'a arzettiğinde, muhakkikle zümresinden olur. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Öfkenden uzana, gazabından affına ve senden sana sığınırım"buyurmuştur. Muvaffak kılan, ancak Allah'dır.

(......) kelimesi dağıtmak, neşretmek ve yaymak anlamına gelir. Nitekirr Cenâb-ı Hak, "deprenen her hayvanı orada üretip yaydı" (Bakara, 164) buyurmuştur. O halde, hüznü, kederi insan açığa vurmayıp gizlediğinde, bu (keder) olur. Onu başkasına açtığındaysa, bu da (......) olur.

Ulema şöyle demiştir: "Bess" hüznün ileri derecesi, "hüzün de, "hemm (keder)'in ileri derecesidir. Bu böyledir, zira insan, onu söylemediği zaman, o hüzün o insana hükümran olmaz, ama hüznü büyüyüp de insan onu içinde saklamaktan aciz kalarak, dili de istemeye istemeye onu söyleyince, bu "bess" diye İsimlendirilir ki, bu durum, insanın, ona karşı aciz kaldığına ve hüznün o insana artık hakim olduğuna delâlet eder." O halde Hazret-i Ya'kûb'un ifâdesinin manası, "Ben, çok ve az kederlerimi ancak Allah'a açarım, O'na dökerim" şeklinde olur. Hasan el-Basri, her iki harfin hem fethası hem de dammesiyle hazenî, ve hüzüni diye okumuştur.

Denildiğine göre, birisi Ya'kub(aleyhisselâm)'un yanına girer ve "Ey Ya'kûb, bedenin zayıfladı; bitkinleştin. Halbuki daha henüz, ileri bir yasa varmadın" der. Bunun üzerine Ya'kûb (aleyhisselâm): "Başıma gelen, gamımın fazlalığından dolayıdır" deyince, Allahü teâlâ ona "Ey Ya'kûb, beni mahlûkatıma şikâyet mi ediyorsun?" diye vahyeder. Bunun üzerine Ya'kûb (aleyhisselâm) "Ya Rabbi! Bir hatadır yaptım: benim bu hatamı bağışla" dedi.

Allah da onun bu hatasını bağışladı. Artık bundan sonra Ya'kûb (aleyhisselâm) bir şey isteyince de, "Ben kederimi ve hüznümü yalnız Allah'a şikâyet ediyorum" der oldu.

Rivayet olundğuna göre Cenâb-ı Hak Ya'kûb (aleyhisselâm)'a şöyle vahyetmiştir: "Ben sizde bir hata buldum, bundan ötürü gücendim; çünkü siz, bir koyun kesmiştiniz de. kapınıza gelen bir fakire ondan yedirmemiştiniz Benim yaratıklarımın bana en sevgili olanı, peygamberler ve yoksul kimselerdir. Binâenaleyh bir ziyafet hazırla ve ona, fakir fukarayı davet et!" Hazret-i Ya'kûb'un, çocuğu ile beraber bir cariye satın alıp, onun, çocuğunu sattığı; derken o cariyenin ağlama sonucunda kör olduğu da ileri sürülmüştür.

Hazret-i Ya'kûb'un Ümidinin Sebebleri

Daha sonra Ya'kûb (aleyhisselâm) "Ve Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum" demiştir ki, bu, "Allah'ın rahmet ve ihsanına dair sizin bilemiyeceğiniz nice rahmetini ve ihsanını bilirim. O, benim ummadığım bir yerden genişliği, ferahlığı getirendir" demek olup, bu, Hazret-i Ya'kûb'un, Yûsuf'un kendisine gelip ulaşmasını gözettiğine, beklediğine bir işarettir. Alimler, bu gözetlemenin sebebi hususunda şunları söylemişlerdir:

1) Ölüm meleği Ya'kûb (aleyhisselâm)'un yanına gelince, Ya'kûb ona: "Ey ölüm meleği, oğlum Yûsuf'un canını aldın mı" deyince o: "Hayır, ey Allah'ın nebisi" der, sonra da Mısır tarafına işaret ederek, "Onu, orada ara" der.

2) O, Yûsuf (aleyhisselâm)'un rüyasının gerçek ve sadık olduğunu biliyordu. Zira Yûsuf hakkındaki rüşd ve kemâl emareleri, onun üzerinde apaçık ve zahir idi. Yûsuf (aleyhisselâm) gibi kimselerin rüyası boşa çıkamazdı.

3) Belki de Cenâb-ı Hak. Ya'kûb'a, Yûsuf'u ona ulaştıracağını, kavuşturacağını vahyetmiş; ancak ne var ki O, o vakti bildirmemişti. İşte bundan dolayı Ya'kûb (aleyhisselâm), bir sıkıntı içinde kalakalmıştı.

4) Süddî şöyle demiştir: "Hazret-i Ya'kûb'un oğulları, kralın hâl ve hareketlerindeki üslûbunu, O'nun mükemmelliğini Ya'kûb'a bildirdiklerinde, Ya'kûb (aleyhisselâm) onun Yûsuf olması ümidine düşerek; "Bu gibi hareket tarzının, kâfirde zuhur etmesi mümkün değil!" dedi.

5) Ya'kûb (aleyhisselâm), Bünyamin'in hırsızlık etmeyeceğini kesinlikle biliyordu. O, kralın, Bünyamin'e eziyet etmediğini ve onu dövmediğini de duymuştu. Böylece o, zann-ı galibi ile, o kralın Yûsuf olduğu kararına vardı. Birinci mukaddime hakkında söylenebilecek sözün tamamı budur.

İkinci mukaddimeye gelince, buna göre Ya'kûb (aleyhisselâm) çocuklarının yanına varmış ve onlarla yumuşak bir biçimde konuşmuştur ki, bu da Ya'kûb'un, "Evlatlarım gidin, Yûsuf ile kardeşinden bir haber arayın" şeklindeki sözüdür.

Bil ki Ya'kûb (aleyhisselâm), bahsedilen ipuçlarına binâen Yûsuf'un bulunacağı hususun ümitlenince, oğullarına "Yûsufdan haber arayın" demiştir. (Tehassüs) bir şeyi duyu organlarıyla, hasse ile araştırmak demektir. O halde hasse, görme ve duyma benzeyen şey demektir. Ebû Bekr el-Enbarî şöyle demiştir: "Bu fiil Arapça'da min ile değil de an ile kullanılır. Ayette ise, min edatı, an yerinde kullanıldığı için, (......), denilmiştir. Bu (......)'in, teb'iz, kısım için olduğu da söylenebilir. Buna göre man "Yûsuf ile ilgili bazı haberler araştırın ve Yûsuf'la ilgili haberlerin bir kısmı değerlendirin" şeklinde olur, O halde, kendi ba'ziyyet manası bulunduğu için bu ayette bu fiil min ile kullanılmıştır. Bu kelime cim ile (......) şeklinde de okunmuştu Hucurat süresindeki (......) kelimesi de böyle iki şekilde okunmuştur.

Allah'ın Rahmetinden Ümit Kesmeyin

Daha sonra "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin demiştir. el-Esmai şöyle demektedir: "Ravh insanın hissettiği ve kendisinde huzu bulduğu tatlı ve hafif rüzgara denilir. Râ, vâv ve hâ harflerinin terkibi, hareketi deprenişi ifâde eder. Binâenaleyh, insanın, kendisi sebebiyle hafif hafif harekete geçtiği ve varlığından lezzet duyduğu şey, "ravh"dır. İbn Abbas (aleyhisselâm), bu kelimeye "Allah'ın rahmetinden" manasını verirken, Katâde, "Allah'ın fazlından" ve İbn Zeyd de "Allah'ın genişliğe çıkarmasından ümidinizi kesmeyiniz" manasını vermişlerdir ki, bu lafızların ifâde ettiği manalar birbirine yakın manalardır. Hasan el-Basri ve Katâde bu kelimeyi damme ile (......) şeklinde okumuşlardır ki, buna göre bu kelimenin manası, "Allah'ın rahmetinden" demek olur.

Ye'sin Niçin Küfür Olduğunun İzahı

Daha sonra "Zira hakikat şudur ki, kâfirler güruhundan başkası, Allah'ın rahmetinden ümid kesmez" demiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh) "Mü'min, her halükârda Allah'dan olan bir hayır ümidi içindedir; zira mü'min bir sıkıntıya düştüğünde Allah'ı görüp gözetir; bolluk zamanında da, O'na hamdeder." Bil ki Allah'ın rahmetinden ümit kesmek, ancak insan, âlemin ilâhının kâmil olar şeylere kadir olmadığına veya, bütün malumatı bilmediğine veyahut da, onun cömert değil de cimri olduğuna inandığında söz konusu olur. Halbuki bu üç şeyden her biri o insanın küfrünü gerektirir. Binâenaleyh, ümitsizlik, bu üç şeyden birisi meydana geldiğinde tahakkuk edince -ki bunlardan her biri, bir küfürdür-, o zaman Allah'ın rahmetinden ümit kesmenin, ancak kâfir kimseler için söz konusu olabileceği sabi: olmuş olur. Allah, en iyi bilendir.

Ayetle İlgili Müteferrik Suallere Cevaplar

Geriye bu ayetle ilgili birkaç soru katmıştır.

Birinci Soru: Ya'kûb (aleyhisselâm)'un, Yûsuf'u bu denli sevmesi, ancak Allah'dan gafil olan kimselere yakışır, uygun düşer. Zira, Allah'ı seveni, Allah da sever. Allah'ı seven kimsenin kalbinde ise, Allah'ın dışında bulunan varlıklardan hiçbirinin sevgisine yer yoktur. Hem, tek bir kalb, iki şeyi alabildiğince sevmeye müsait değildir. Binâenaleyh onun kalbi, çocuğunun sevgisine gark olunca, onun kalbinin Allah'ın sevgisine gark olduğunun söylenilmesi imkansızlaşır.

İkinci Soru: Kendisine alabildiğince kederin hakim olmuş olduğu kimseye düşen, Allah'ın zikriyle meşgul olması, işleri Allah'a havale etmesi ve O'nun kaza ve kaderine teslim olmasıdır. Ama Ya'kûb (aleyhisselâm)'un "Vah Yûsuf a olan hasretim vah!" şeklindeki sözü, peygamberlerin büyükleri şöyle dursun, dindar ve ilim sahibi olan kimseye dahi yakışmaz.

Üçüncü Soru: Ya'kûb'un, büyük peygamberlerden olduğunda şüphe yoktur. Onun babası, dedesi, amcası da, herkesçe tanınan büyük peygamberlerden idi. Böyle olan bir kimsenin başına çocuklarının kendisine en kıymetlisi olan hakkında çetin ve korkunç bir musibet geldiğinde, bu hadise saklı kalamaz, aksine bunun, mutlaka herkesin duyabileceği bir yaygınlığa ulaşması gerekir. Hele de bu hususta uzun bir zaman geçmiş ve Ya'kûb da böylesi bir keder ve büyük bir üzüntü içinde kalmışsa. Üstelik Yûsuf, Mısır'da; Ya'kûb da Şam'ın, Mısır'a yakın bir beldesinde idi. Binâenaleyh, mesafenin bu kadar yakın olması sebebiyle, bu hadisenin gizli ve saklı kalması imkânsız olur.

Dördüncü Soru: Yûsuf (aleyhisselâm) niçin, birisini Ya'kûb'a gönderip kendisinin hayatta ve sapasağlam olduğunu bildirmemiştir? Onun, kardeşlerinden korktuğu da söylenemez. Zira o, böylesine güçlü bir mevki sahibi olduktan sonra, babasına bir elçi göndermesi her halükârda mümkün olur; kardeşleri de o elçiyi geriye çeviremezlerdi.

Beşinci Soru: Yûsuf (aleyhisselâm)'un o tası, kardeşinin yükünün içerisine koyup, sonra da oradan bulup çıkararak, hırsızlıkla hiç alakası olmayan bir kimseyi hırsızlık töhmeti altına atması nasıl caiz olabilir?

Altıncı Soru: O, babasının hüznünü artırıp çoğaltacağını bildiği halde, bu hırsızlık suçunu Bünyamin üzerine atmayı ve onu kendi yanında tutmayı nasıl isteyebilmiştir?

Birincisine Cevap: Böylesi çetin sıkıntı ve belalar, insanın kalbinden, bunların dışında her türlü düşünceyi siler götürür. Hem sonra böyle bir sıkıntı içinde olan kimse, Allah'a çokça başvurur ve o nisbette dua ile, yalvarıp yakarma ile meşgul olur. Binâenaleyh bu iş onun tamamen dua ve niyaza dalmasına sebep olur.

İkincisine Cevap: İnsandaki çeşitli düşünce ve niyetler, dünya hayatında sona ermez. Binâenaleyh o bazan "Vah Yûsuf'a duyduğum hasret vah!", bazan da "Artık (bana düşen) güzel bir sabırdır. Sizin şu anlatışınıza karşı yardımına sığınılacak (ancak) Allah'dır"(Yûsuf, 18) der.

Diğer sorulara gelince, Kâdî bütün bunların hepsine birden, şöyle güzel bir cevap vermiştir: Bize nakledilen bu hadiseleri, normal hallere göre ele almamız ya mümkündür, ya değildir. Eğer mümkün ise, bunda bir problem yok demektir. Eğer mümkün değil ise, bu takdirde deriz ki: O zaman, peygamberler zamanı idi. O zamanda harikulade (mucizevî) hallerin zuhur etmesi uzak birşey değildi. Binaenaleyh şöyle denilmesi imkansız olmaz: Hazret-i Ya'kûb'un beldesinin, Hazret-i Yûsuf'un beldesine yakın olmasına rağmen, bir mucize olarak, onların haberleri birbirine ulaşmamıştır."

Kardeşlerin Tekrar Mısır'a Gelip Hazret-i Yusuf'tan Merhamet Dilemeleri

87 ﴿