90

"Bunun üzerine onlar onun huzuruna girdikleri zaman dediler ki: "Ey Aziz, bizi de, ailemizi de darlık bastı. Pek ehemmiyetsiz bir sermaye ile geldik. Bize yine tam ölçek ver. Bize tasaddukta da bulun. Çünkü Allah tasadduk edenleri mükâfaatîandınr."O şöyle dedi: "Siz, (henüz) câhil kimseler iken, Yûsuf'a ve kardeşine neler yaptığınızı biliyor musunuz?" Onlar: "Aaa, sen, yoksa sen Yûsuf musun?" dediler. O da: "Ben Yûsuf'um, bu da kardeşim! Allah bize lütfetti. Çünkü kim Allah'dan ittikâ eder ve sabrederse, mutlaka Allah iyi hareket edenlerin mükâfaatmı zayi etmez" dedi".

Bil ki müfessirler, burada bir hazfın olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Buna göre bu ifadenin takdiri: "Ya'kûb (aleyhisselâm), oğullarına "Oğullarım gidin, Yûsuf'la kardeşinden bir haber arayın" (Yusuf, 87) dediği zaman, onlar babalarının bu tavsiyesini kabul ettiler ve Mısır'a tekrar gelip, Yusuf'un huzuruna girdiler ve ona "Ey Aziz" dediler" şeklindedir.

Buna göre şayet, "Yakub (aleyhisselâm) onlara, Yusuf'u ve Bünyamin'i araştırmalarını emrettiğine göre, niçin onlar hallerinden şikâyet ederek, Hazret-i Yusuf'tan kendilerine tam ölçek yiyecek vermesini istediler?" denilirse, biz deriz ki: Araştıran ve soruşturanlar, maksadlarına ulaşmak için, her yolu denerler. Aciz olduklarını, çaresiz kaldıklarını, durumlarının kritik olduğunu, mallarının az olduğunu ve alabildiğine bir sıkıntı içinde olduklarını itiraf etmeleri ise, karşılarındakinin kalbini yumuşatan şeylerdendir. Bundan dolayı onlar, "Biz onu bütün bu hususlarda deneyelim. Eğer onun kalbi bize karşı yumuşarsa, maksadımızı ona açıklarız. Aksi halde birşey söylemeyiz" dediler. İşte bundan ötürü onlar, önce bu sözlerle başlayarak, "Ey Aziz, bizi de, ailemizi de darlık bastı" dediler. "Aziz, güçlü, kuvvetli, tehlikelere karşı koyabilen padişah" demektir, (......) kelimesi ise, fakirlik, ihtiyaç, çoluk-çocuğun çok olması ve yiyeceğin az olması manasınadır. Onlar, "ailemiz" ifadesi ile, geride bıraktıkları kimseleri kastetmişlerdir.

Onlar, "Pek ehemmiyetsiz bir sermaye ile geldik" demişlerdir. Bu tabirle ilgili birkaç bahis vardır:

Birinci Bahis: Arapça'da, (bu son kelimenin masdarı olan) "izcâ", azar azar vermek demektir. "Tecziye" veznindeki masdarı da aynı manayadır. Nitekim, "Rüzgâr bulutu, yavaş yavaş götürüyor" denilir. Cenâb-ı Hak da, "Görmedin mi şu hakikati ki, Allah bulutları sürüyor" (Nur, 43) buyurmuştur. "Falana karşı sözlü müdafaa yaptım" manasında, "zamana çeşitli çarelerle karşı koyuyor" manasında, denilir.

İkinci Bahis: Onlar o sermayeyi, ya noksan olduğu için, ya değersiz olduğu için, yahut her iki sebepten dolayı, "pek ehemmiyetsiz" diye nitelemişlerdi. Müfessirler, bütün bu ihtimallerden bahsetmişlerdir. Meselâ Hasan el-Basri buna "az" manasını vermiştir; diğer bazıları ise bunun "değersiz bir sermaye" manasına geldiğini söylemişlerdir. Alimler, bunun hangi bakımlardan değersiz olduğunda da ihtilaf etmişlerdir: İbn Abbas (radıyallahü anh), bunun, yiyecek alımında geçerli olmayan, düşük ve adi para manasına olduğunu söylemiştir. Bunun "eski çuval, ip, eski eşya" manasına şeldiği söylendiği gibi, bedevilerin eşyalarının yün ve yağdan ibaret olduğu da söylenmiştir. Bunun, habbetü'l-hadra (çitlenbik), yahut süzme yoğurt, yahut ayakkabı (nalin), yahut deri, yahut kavut ve keçi kılı manalarına olduğu söylenmiştir. Şu da ileri sürülmüştür: "Mısır paralarının üstünde, Hazret-i Yusuf'un resmi vardı. Onların getirdiği paralar üzerinde ise Yusuf'un resmi yoktu. Bu sebeple o paralar, Mısır halkı nezdinde geçerli değildi"

Üçüncü Bahis: Bu, az ve değersiz sermayeye niçin "müzcât" denildiğinin izahı hususundadır. Bu hususta da şu izahlar yapılmıştır:

a) Zeccâc şöyle der: "Bu, Arapların "Zamanı, az birşeyle geçiştirmeye çalışıyor" manasında (......) şeklindeki deyimlerinden alınmıştır. Buna göre (......) tabirin manası; "Kendisi ile zamanı geçiştirmeye çalıştığımız, azıcık sermaye" getirdik. Aslında o, istifade edilecek şeyler cinsinden değildir" çekimdedir. Bu izaha göre ifade, "Biz, günlerimizi savuşturmaya çalıştığımız o az sermayemizi (elimizde avucumuzda ne varsa) getirdik" demektir.

b) Ebu Ubeyd şöyle demiştir: "Değersiz paraya "müzcât" denilmiştir. Çünkü onlar, verenden alınmaz, kabul edilmez cinsten paralardır Binaenaleyh bunlar "Izcâ"dandır. Arap nezdinde "izcâ", itmek, defetmek, kabul etmemek demektir.

c) Bu ifade, "Harcanmamış, geri bırakılmış paralardır. Böylesi paraları, daha iyisini bulamayan ve mecbur kalan kimseler alır-verir" demektir.

d) Kelbî: "Müzcât" kelimesi, Arapça değildir" der. Bunun, Kıptilerin kullandığı bir kelime olduğu da söylenmiştir. Ebu Bekr el-Enbârî ise: "İştikakı ve kökü olan, Arapça bir kelimenin Kıptî dilinden olduğunu söylemek yanlıştır" der.

Dördüncü Bahis: Bu kelimeyi, Hamza ve Kisâî imâle ile okurlar. Çünkü bur aslında yâ harfi vardır. Diğer kıraat imamları ise, nasb ile ve tefhim ile okurlar.

Bil ki bu sermayenin pek ehemmiyetsiz olsu hususunda sözün özü şudur: Ona böyle denilmesi, ya az olmasından, ya değerinin düşük oluşundan, yahut da her bakımdan dolayıdır. Binaenaleyh onlar, sermayelerini ve sıkıntılı durumlarını anlatınca, padişaha, "Bize yine tam ölçek ver" dediler. Bunu söylemekten gayeleri, padişahın onlara, ya bu değersiz ve noksan sermayelerini fazla imiş gibi kabul ederek, yahut da âdî olanı güzel ve değerli sayarak, kendiler müsamaha etmesini istemektir.

Tasaddukun Buradaki Anlamı

Sonra onlar, "Bize tasaddukta da bulun" maksattan padişahın cins para arasında hiçbir fark gözetmeksizin, iyi parayı ettiği gibi, kendileri için de bu âdi parayı, vereceği yiyeceğe karşı fiyat kabul kendilerine müsamahalı davranmasını istemektir.

Alimler bu ifadenin, onların, Hazret-i Yusuf'tan kendilerine sadaka vermesini istemeleri manasına gelip gelmediği hususunda ihtilaf etmişlerdir: Süfyân b. Uyeyne şöyle demiştir: "Sadaka almak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e kadarki bütün peygamberler çin, bu ayete göre, helal idi. Buna göre onlar, o fazladan olacak şeyi, sadaka olarak istemişlerdi." Diğer bazı âlimler bu izahı kabul etmeyerek şöyle demişlerdir: Peygamberlerin ve evladlarının durumu, sadaka istemeye elverişli değildir. Çünkü onlar, insanlara boyun eğmezler. Genel olarak onlar, ancak Allah'a yalvarıp yakarır, diğer insanlara karşı da Allah'dan yardım isterler." Hasan el-Basrî ile Mücâhidin, bir kimsenin "Allah'ım bana tasadduk et" diye dua etmesini kerih görerek şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: "Çünkü Allah tasadduk etmez. Ancak verdiği sadakanın karşılığını bekleyen kimse, tasadduk etmiş olur ve "Allah'ım, bana ver, bana lütfet!" der." Bu izaha göre tasadduk, sadaka vermek; mutasaddık ise, sadaka veren manasınadır. Leys, dilenci için de "mutasaddık" denilebileceğini söylerken, çoğu dilciler bunu kabul etmemişlerdir.

Yakub'un Hükümdara Yazdığı Söylenen Mektup

Rivayet olunduğuna göre onlar, "Bizi de, alimlerimizi de darlık bastı" diye, Yusuf'a yalvarıp yakarınca, Yusuf üzüldü ve gözleri süzüldü. İşte o anda, "Yûsufa ve kardeşine neler yaptığınızı biliyor musunuz?" dedi. Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Yakub'un oğulları, onun şu muhtevadaki mektubunu Yusuf'a verdiler: "Halilullah İbrahim'in oğlu, Zebihullah, (Allah'a Kurban) İshak'ın oğlu Abdullah Ya'kub'dan, Mısır padişahına... İmdi, soyumuza hep belalar ve imtihanlar verildi. Dedemin eli ayağı bağlandı ve yansın diye ateşe atıldı. Ama Allah onu kurtardı. Allahü teâlâ o ateşi, onun için serin ve emin bir yer kıldı. Babamın boynuna, kesilmesi (kurban edilmesi için) bıçak dayandı, ama Allah, onun yerine bir koç gönderdi. Bana gelince, benim de bir oğlum vardı ve o evlâtlarım içinde en çok sevdiğim idi. Derken kardeşleri onu, sahraya götürdüler. Sonra da kana bulanmış gömleğini bana getirerek, "Onu kurt yedi" dediler. Ona ağlamamdan ötürü gözlerimi kaybettim. Benim, onun öz kardeşi bir diğer oğlum daha vardı. Onunla teselli buluyordum. Onlar onu sana getirdiler ve sonra geri dönerek, onun hırsızlık yaptığını ve bu yüzden onu hapsettiğini söylediler. Bizim soyumuz hırsızlık yapmaz. Bizim soyumuzdan hırsız çıkmaz. Eğer onu bana gönderirsen ne âlâ, aksi halde yedi nesline tesir edecek bir beddua yaparım." Yusuf (aleyhisselâm), mektubu okuyunca, kendini tutamadı, sabretmeyi bıraktı ve kendisinin Yusuf olduğunu onlara bildirdi.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu esnada, Yusuf (aleyhisselâm)'un"Yûsufa ve kardeşine neler yaptığınızı biliyor musunuz?" dediğini nakletmiştir. Rivayet edildiğine göre o, babasının mektubunu okuyunca bütün vücudu titremeye başladı, tüyleri diken diken oldu, kalbi rikkate geldi, ağladıkça ağladı ve kendisinin Yusuf olduğunu onlara söyledi. Şu da söylenmiştir: O, kardeşlerinin kendisine yalvarıp yakarmalarını, içine düştükleri sıkıntıyı ve çaresizliklerini görünce, duygulanarak, kendisinin Yusf olduğunu açıkladı. Binaenaleyh, "Biliyor musunuz?" ifadesindeki soru, başına gelen işin büyüklüğünü anlatan bir soru olup, "Yusuf'a yaptığınız ne büyük bir şey, ne kadar çirkin ve âdî bir iş idi" demektir. Bu tıpkı, suçlu ve günahkâr olan birisine, "Biliyor musun kime isyan ettiğini!" denilmesi gibidir.

Bil ki bu ayet, Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz de kendisine, "Andolsun ki sen onlara, hiç farkında delillerken, (bir gün) bu işlerini haber vereceksin" diye vahyettik" (Yusuf, 15) ayetini tasdik etmektedir. Ayetteki "ehîhi" tabirine gelince, bundan maksat onun ana baba bir kardeşinden ayrıfması sebebiyle, onu maruz bırakmış öldükle gam ve kederlerdir. Yine onlar, ona eziyet veriyorlardı ki, bu eziyyetler cümlesinden olmak üzere, onun hakkında, "Eğer o çalmış bulunuyorsa (şaşılacak bir şey yok) zaten daha evvel bir kardeşi de çalmıştı "(Yusuf, 77) diyorlardı. "Siz (henüz) cah kimseler iken" ifadesine gelince, bu, bir mazeret yerine geçmektedir. Buna göre : sanki, "Siz bu kötü ve çirkin fiile ancak, çocukluk veya gurur cehaleti içince bulunduğunuz bir durumda yöneldiniz." Yani, "Siz şimdi böyle değilsiniz" demişr -Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın "O, keremi bol Rabbine karşı seni aldatan ne?" (İnfitâr, 6) ayetinin tefsirinde söylenilen şeydir. Denilmiştir ki Cenab-ı Allah, bu muayyen vasfını zikretmekle, mezkûr sualine karşı vereceği cevac adeta kuluna telkin etmek istemiştir. Yani: "Ya Rabbi, senin kerem vasfına sahib olman beni gevşetti" demesini temin etmek istemiştir. İşte burada da bu söz, onların utanma ve sıkılmalarını gidermek ve meseleyi hafifletmek için zikredilmiştir. Sonra ise onun kardeşleri şunu demişlerdir: "A, sen, yoksa sen Yusuf musun?" dediler, O da, "Ben, Yusuf'um" dedi" İbn Kesir (......) kelimesini, haber olmak üzere (......) şeklinde okurken, Nafi memdude olmayan elifin fethası ve ya ile (......) şeklinde; Ebu Amr da, elifin uzatılması ile (......) şeklinde okumuştur ki bu, Kâlûn'un Nafi'den yapmış olduğu bir rivayettir. Diğer kıraat imamları ise, iki hemze ile olmak üzere, (......) şeklinde okumuşlardır ki bütün bunlar istifham manasındadır. Übeyy Ibn Ka'b ise (......) şeklinde okumuştur. Böylece bütün bu kıraatlardan, bazı kurrâ'nın, kelimeyi istifham manası üzere, bazılarının da haber manası üzere okudukları hususu ortaya çıkmıştır. Birinci görüştekilere gelince: Onlar şöyle demişlerdir: "Çünkü, Yusuf onlara, "... neler yaptığınızı biliyor musunuz?" deyip de tebessüm edince, onlar Yusuf'un ön dişlerini gördüler. Bunlar adeta, dizilmiş inciler gibiydi. Bunun üzerine onu Yusuf'a benzettiler de, istifham ve soru yollu ona, "Aaa, sen, yoksa sen Yusuf musun?" dediler. Bunun istifham olmasının doğruluğuna, onun, "Ben, Yusuf'um" demesi de delâlet eder. Zira o onların soru sorduğu şeye cevap vermiştir."

Bu kelimeyi haber manası üzere okuyanlara gelince, onların delili de şudur: İbr Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre, Yusuf'un kardeşleri onu, tacı başına koyuncaya kadar tanıyamadılar. Yusuf'un saç ayrımında bir alâmet var idi; Yakub ve İshakın da, tıpkı bene benzeyen, böyle bir alâmeti vardı. İşte Yusuf tacı başına koyunca, onu bu alâmetinden tanıdılar ve "Sen, muhakkak ki Yusuf'sun" dediler. İbn Kesir'in istifhamı murad edip de, istifham harfini hazfetmesi de caizdir.

O'nun "Ben, Yusuf'um" cümlesine gelince, bununla ilgili iki bahis bulunmaktadır:

Birinci Bahis: (......) cümlesindeki lâm, lâm-ı ibtidâdır. Ente mübtedâ, Yusuf kelimesi ise, haberdir. Bu cümle ise, inne'nin haberidir.

İkinci Bahis: Burada Yusuf, kardeşlerinin kendisine yaptıkları haksızlık ve kötülüğün büyüklüğünü, Cenâb-ı Hakk'ın, buna karşılık, kendisine bahşetmiş olduğu lütuf ve yardımların bolluğunu göstermek amacıyla, kendisini açıkça, sarih bir biçimde ifade etmiştir. Buna göre o sanki, "Evet ben, o en şiddetli biçimde kendisine zulmettiğiniz adamım, Yusuf'um. Allah beni, bu en büyük makamlara yükseltti. Evet ben, o öldürmeyi planladığınız ve bunun için kuyuya attığınız, o acizim, Yusuf'um. Sonra, ne olduğumu görüyorsunuz!" demiştir. Bundan dolayı o, onlar Bünyamin'i pekâlâ tanıdıkları halde, "Bu da kardeşim!" demiştir. Bundan maksadı ise, şunu demek istemesidir: "Bu da benim gibi haksızlığa uğramıştır. Sonra o, sizin de gördüğünüz gibi, Allah tarafından lütfa mazhar kılınmıştır." Sonra Yusuf "Allah bize lütfetti" demiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh), bunun, "Allah bize dünyada ve ahirette her türlü izzet ve şeref ile lütfetti" manasında olduğunu söylemiştir. Diğer âlimler ise buna, "ayrılıktan sonra bizi tekrar bir araya getirmekle lütfetti" manasını vermişlerdir.

Takva ve Sabır Ehlini Allah terk etmez

Cenâb-ı Hakk'ın, "Çünkü, kim Allah'dan ittika eder ve sabrederse" buyruğuna gelince, bunun manası, "Kim Allah'a karşı masiyetlerden ttika eder, kaçınır da, insanların eziyetlerine sabrederse" şeklindedir. "Allah, iyi hareket edenlerin mükâfaatını zayi etmez." Bunun manası, "Muhakkak ki kim ittika gösterir ve sabrederse, Allah onların mükâfaatlarını zayi etmez" şeklindedir. Cenâb-ı Hak burada, müttakileri de kapsadığı zamir yerine (......) kelimesini açıkça zikretmiştir. Bununla ilgili iki eşele bulunmaktadır:

Birinci Mesele

Bil ki Yusuf (aleyhisselâm), kendisini bu kıymetli makamda, muttaki olarak vasfetmiştir. Şayet o, Haşviyye'nin iddia ettiği gibi, Züleyha hakkında o işe tevessül etmiş olsaydı, bu söz, Hazret-i Yusuf tarafından söylenmiş bir yalan olmuş olurdu. Halbuki, kendisinde kâfirin olacağı, isyankârın da tevbe edeceği böyle bir makamda yalan söylemek, aklı başında olan kimseye uygun düşmez.'

İkinci Mesele

Vahidî şöyle der: İbn Kesir'den Kunbul tarikiyle, onun, her iki durumda da ya ile, (......) şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir ki, bunun izahı şöyle yapılabilir: Bu ilâdenin başındaki men, ism-i mevsul kabul edilir, böylece de men fiilin meczum olmasını gerektirmez. Bu izaha göre de, yasbir kelimesinin merfu olarak yasbiru şeklinde okunması caiz olur. Ancak ne var ki, (mum) kelimelerinde veşeklinde tahfif yapıldığı gibi; bu kelimede de, kolaylık olsun diye ref irabı hazfedilmiş, meczum okunmuştur.

Yusuf'un Üstünlüğünü İkrar Etmeleri

90 ﴿