RA'D SÛRESİRa'd Sûresi, "O kâfirler, Allah'ın vaadi gelinceye kadar. kendi yaptıkları yüzünden ya ansızın başlarına gelecek büyük belâ çatıp duracak.-." (Ra'd, 31) ile "ve nezdinde kitab ilmi bulunanlar dahi..." (Ra'd, 43) ayetleri hariç, Mekkî olup. (43) ayettir. Ebu Bekr el-Esamm, "Bir Kuran ki. eğer onunla dağlar yürütülseydi" (Ra'd, 31) ayeti hariç, bu sûrenin tamamının icmâ ile Medenî söylemiştir. Huruf-i Mukatta’a 1"Elif, lâm, mim, râ... Bunlar kitabın ayetleridir. Sana Rabbinden indirilen (bu Kur'an) haktır. Fakat insanların çoğu inanmazlar" Bil ki bu, bu lafızlar, yani huruf-i mukattaalar hakkında daha önce açıklama yapmıştık. İbn Abbas (radıyallahü anh), bunun manasının,,"Ben Allah'ım, en iyi bilenim"; Atâ'nın rivayetine göre ise, Ben Allah; Rahman olan Melik'im" şeklinde olduğunu söylemiştir. Ebu Amr, Kisâî ve diğer kıraat alimleri burayı imâle ile okurken, bir grup kıraat imamı da, tefhîm ile okumuşlardır ki, Âsim da bunlardandır. Ayetteki tilke kelimesi "Elif, lâm, mîm, râ" ismi verilen bu sûrenin ayetlerine bir işarettir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bunların, o kitabın ayetleri olduğunu söylemiştir. O kitap ise, onu kendisine indirmek ve ebediyyen baki kılmak suretiyle, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e vermiş olduğu kitaptır. Kıyas Hakkındaki Hüküm (......) ifâdesi, mübtedâ, (......) kelimesi de onun haberidir. Bazı alimler, kıyası reddetme hususunda bu ayete tutunarak şöyle demişlerdir: yas ile elde edilen hüküm, Allah katından gelmiş olan hüküm değildir. Aksi atde Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse işte onlar kâfirlerin kendileridir" (Maide, 44) ayetinden dolayı, onunla hükmetmeyen kâfir olurdu. Halbuki, kıyas ile hükmetmeyenin küfre nisbet edilmeyeceği icmâ ile sabittir. Böylece kıyas ile sabit olan o hükmün, Allah katından gelmemiş olduğu sabit olmuş olur. Durum böyle olunca da, kıyas ile sabit olan hükmün hak olmaması gerekir. Zira Cenâb-ı Hakk'ın "Sana Rabbinden indirilen (bu Kur'an) haktır" buyruğu, "hakkın, sadece "Allah'ın indirdiği şey" olmasını iktizâ eder. Binâenaleyh, Allah'ın indirmediği her şeyin, "hakk" olmaması gerekir. O, "hakk" olmayınca da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Artık haktan sonra sapıklıktan başka ne kalır?" (Yunus. 32) buyruğundan ötürü, batıl olması gerekir." Kıyası kabul edenler ise buna şu şekilde cevap vermişlerdir: "Kıyas ile sabit olan hüküm de, Allah katından inmiş bir hükümdür. Çünkü Cenâb-ı Hak, kıyas ile amel etmeyi emredince, kıyasın delâlet ettiği o hüküm de, Allah katından İnmiş bir hüküm olur. Hak teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirilen o şeyin, Kur'ân'ın hak olduğunu belirtince, bir zecr ve tehdit olsun diye de, insanların pekçoğunun ona iman etmeyeceklerini de beyan etmiştir. 2"Allah odur ki, gökleri (şu) görmekte olduğunuz (şekilde) direksiz yükseltmiştir. Sonra (emri), Arş üzerinde hükümran olmuştur. Güneşi, ayı da teshir etmiştir ki, her biri muayyen vakte kadar cereyan eder. Her işi yerli yerinde, O yönetir. Ayetleri, O açıklar. Ta ki, Rabbinize kavuşacağınızı iyice bilesiniz". Bil ki, Allahü teâlâ, insanların ekserisinin iman etmeyeceklerini belirtince, bunun peşinden, kendisinin birliğine, ahiretin varlığına delâlet eden bu ayeti getirmiştir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: Birinci Mesele Keşşaf sahibi şöyle der: (......) lafz-ı celâli müpteda, ifadesi de, bunun haberidir. Bunun böyle olduğunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "O, yeri uzatıp döşeyendir" (Rad. 3) ayetidir, buyruğunun sıfat olması; ifâdelerinin ise, peşpeşe gelen iki haber olması da caizdir." Vahidi şöyle der: "Amed kelimesi, "sütunlar, direkler" anlamında olup, bu imâd kelimesinin çoğuludur. Nitekim ihâb (cem'i: eheb) denildiği gibi, imâd (cem'i: amed) denilir." Ferrâ şöyle der: "Amed ve umud kelimeleri, amûd kelimesinin çoğuludurlar, Bu tıpkı, edîm kelimesinin çoğulunun, udum ve edem (deri); ve; (......) (deri...) kelimesinin çoğulunun da kudüm ve kedam şeklinde gelmesi gibidir. İmâd ve amûd, kendisine yaslanılan ve dayanılan şey demektir. Nitekim, insanlar, aralarında kendilerine dayanıp güvendikleri kimseler hakkında "Falanca, kavmin dayanağı ve direğidir" derler. İkinci Mesele Göklerin Direksiz Durması Bil ki Allahü teâlâ, göklerin, güneş ve ayın, yerin ve bitkilerin çeşitli hallerini delil getirmiştir. Gökleri delil kılması, onların, insanların göreceği direkler bulunmaksızın yükseltilmiş olmasıyla olmuştur. Buna göre mana, "Bu büyük kütleler, yüce ve yüksek boşlukta durmaktadırlar. Halbuki onların şu iki sebepten dolayı, zâtları ve kütleleri bakımından orada durmaları İmkânsızdır: a) Cisimler, mahiyetin tamamiyeti itibariyle, eşittirler. Binâenaleyh, şayet, bir cimsin muayyen bir mekânda bulunması zorunlu olsaydı, bütün cisimlerin orada bulunması gerekirdi. b) Uzayın bir nihayeti yoktur. Mutlak boşlukta uzayıp giden yayılmış mekânlar da sınırsızdır. Halbuki o mekânların tamamı da, birbirine eşittir. Binâenaleyh, şayet bir cismin belirli bir mekând ası zorunlu olsaydı, bütün mekânların (mahiyet bakımından) birbirine eşit ve benzemeleri zorunluluğundan dolayı, o cismin bütün mekânlarda bulunması nerekirdi. Böylece, felekî kütlelerin kendi mekân ve yönlerinde bulunmalarının, zâtları gereği mecburi ve zorunlu bir durum olmadığı; tam aksine bir "muhassis tasını tercih edep bir "müreccih" tarafından olduğu sabit olmuş olur. Onların altlarında bir direk bulunmaksızın üzerlerindeki bir zincir ile asılmış oldukları da söylenemez. Aksi halde söz, o koruyan zincir ile alakalı olur da, böylece de bu iş, sonsuza kadar devam (teselsül) edip giderdi. Bu ise, muhaldir. Böylece, o felekî kütlelerin, kendi yüce mekânlarında, alemi yöneten Allahü teâlâ ve Tekaddes hazretlerinden ötürü, durduğunun; O'nun onları orada ibkâ ettiğinin söylenilmesi gerektiği sabit olmuş olur. İşte bu, kahir ve kadir bir ilâhın varlığına dair getirilmiş olan pek kesin ve çok net olan aklî bir delildir. Keza bu tabir, o ilâhın bir cisim olmadığına ve herhangi bir mekânda da bulunmadığına delâlet eder. Zira o ilah, belirli bir mekânda bulunmuş olsaydı, O'nun, zâtı ve yapısı gereği o mekânda bulunması imkânsız olurdu. Çünkü biz, mekânların tamamının, mahiyetleri gereği birbirine eşit olduğunu beyân etmiştik. Binâenaleyh o ilahın, zâtı gereği belirli bir yerde bulunması da, imkânsız olurdu. Böylece de o işin mutlaka, bir tahsis edenin tahsis etmesiyle olması gerekirdi. Halbuki hür bir fail sayesinde meydana gelen her şey, muhdestir. O halde, ona muayyen bir mekânın tahsis edilmiş olması da, muhdes olur. Ve onun zâtı da bu tahsisin dışına çıkamaz. Hadis olan durumlardan hâlî olmayan da hadistir. Böylece o ilahın, belirli bir mekânda olması halinde, onun da hadis olacağı sabit olmuş olur ki, bu muhaldir. Böylece Allahü teâlâ'nın mekân ve cihetten münezzeh olduğu kesinleşir. Hem senin üstünde olan her şeye, "semâ" ismi verilir. Binâenaleyh, şayet Cenâb-ı Hak, bir cihetin üstünde olan başka bir cihette olmuş olsaydı, o da "semâvât" cümlesinden olur ve "Allah odur ki, gökleri (şu) görmekte olduğunuz (şekilde) direksiz yükseltmiştir" ifadesinin hükmüne girmiş olurdu. Halbuki, bir cihetin üstünde bulunan, başka bir cihete tahsis edilen her şey, bu ayetin hükmüne göre, o ilahın korumasına muhtaçtır. Binaenaleyh ilâhın, bir cihetin üzerindeki bir cihette bulunmaktan berî ve münezzeh olması gerekir. Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifadesine gelince, bu hususta birtakım görüşler ileri sürülmüştür: a) Bu, müste'nef bir kelâm olup, buna göre ayetin manası, "O, gökleri direksiz olarak yükseltendir" şeklinde olur. Daha sonra da Cenâb-ı Hak, "Görüyorsunuzya" buyurmuştur. Yani, "Onların direksiz olarak yükseltilmiş olduklarını siz de görüyorsunuz" demektir. b) Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Ayetin ifadesinde, takdiri, "O, gökleri yükseltendir. Siz o gökleri, direksiz olarak görürsünüz" şeklinde olan bir takdim-tehir bulunmaktadır." Bil ki, sözü, zahirine hamletmek mümkün olduğu zaman, takdim ve tehire başvurmak caiz olmaz. c) Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifadesi (......) kelimesinin sıfatıdır. Buna göre ifadenin manası, "görülen direkler bulunmaksızın" şeklinde olur, yani, "Göklerin direkleri vardır; ama onları biz göremiyoruz" demektir. Alimler "o göklerin, zebercedden meydana gelmiş olan ve dünyayı kuşatan, ama sizin kendisini göremediğiniz Kâf dağı üzerine kurulmuş direkleri vardır" demişlerdir. Bu tevil, son derece sakattır. Çünkü, Allahü teâlâ bu ifadeyi, kadir bir ilâhın varlığına delil olsun diye zikretmiştir. Şayet, bu ifadeden kastedilen, onların ileri sürdüğü o şey olsaydı, bu ayetle, kadir bir ilahın varlığına istidlal edilemezdi. Zira, "Gökler, Kaf dağt üzerine dayanınca, o zaman, göklerin bu şekilde durması daha nasıl bir ilahın mevcudiyetine delâlet edebilir?" denilebilirdi. Bana göre bu hususta yapılan izahların hepsinden güzel olan bir başka izah şudur: İmâd kelimesi, kendisine dayanılan, yaslanılan şey demektir. Biz, o cisimlerin, o yüksek boşlukta Allah'ın kudretiyle durduklarını söylemiştik. Böylece, o göklerin direklerinin, Allah'ın bizzat kudreti olduğu sabit olmuş olur. Böylece de bu söz, "O, gökleri, sizin görebileceğiniz bir direk bulunmaksızın yükseltmiştir. Yani, onların gerçekte direkleri vardır, ancak ne var ki o direkler, Allahü teâlâ'nın kudreti, O'nun muhafazası, O'nun tedbiri ve O'nun onları o yüksek yerlerde tutmasıdır. Halbuki sizler o tedbiri göremezsiniz ve o tutmanın nasıl olduğunu da bilemezsiniz" denilmesi neticesini verir. Cenâb-ı Hakk'ın "Sonra (emri), Arş özerinde hükümran olmuştur" ifâdesine gelince, bil ki bununla, Cenâb-ı Hakk'ın Arş üzerine karar kılmış olması kastedilmiştir. Çünkü bu ayetin gayesi, bir yaratıcının varlığına delalet eden şeyi belirtmektir. Kendisiyle istidlal edilecek o şeyin, görülen ve bilinen bir şey olması gerekir. Halbuki, hiç kimse Allahü teâlâ'nın Arş üzerinde karar kıldığını göremez. O halde bununla daha o hususa dair nasıl istidlalde bulunulabilir? Hem, O'nun Arş üzerinde karar kılmış olduğunun müşahede edilebileceği farzedilse bile, ancak ne var ki bu, O'nun halinin mükemmel ve celâlinin de sonsuz olduğunu ihsas ettirmez; tam aksine bu O'nun bir mekâna ve bir boşluğa muhtaç olduğuna delalet eder. Hem ayrıca bu tabir, O'nun önce bu hal üzerinde olmadığına, daha sonra böyle olduğuna delâlet eder. Bu da, bir değişmeyi gerektirir. Hem, "istiva", eğri büğrü olmanın : ddıdır. Binâenaleyh, ayetin zahiri, Cenâb-ı Hakk'ın önceleri eğri büğrü bir durumda ve karmakarışık bir halde olduğuna; ama daha sonra dümdüz, dimdik olduğuna delâlet eder. Bütün bu şeyler ise, Allah hakkında imkânsızdır. Böylece bu ifâdeden kastedilenin, O'nun hakimiyeti, kudreti, yönetmesi ve muhafazasıyla, cisimler alemine hükümran olması olduğu sabit olmuş olur. Yani, "Arşın üstünden yerin dibine kadar olan her şey, O'nun muhafazası ve tedbiri alanında olup, O'na muhtaçtırlar" demektir. Güneş ve ayın halleriyle istidlalde bulunmaya gelince, bu da, Cenâb-ı Hakk'ın "Güneşi, ayı da teshir etmiştir ki, her biri muayyen vakte kadar cereyan eder" ayetinin ifade ettiği husustur. Bil ki, bu söz, şu iki tür delili kapsamaktadır: Gök Cisimlerinin Dönmelerinin Tevhide Delaleti Birinci Çeşit Delil: Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Güneşi, ayı da teshir etmiştir" ayetinin ifade etmiş olduğu husus olup, bunun neticesi, bu kütlelerin hareketiyle kadir ve kahir Dır yaratıcının varlığına istidlalde bulunmaya varır. 1) Bu böyledir, zira cisimler, mahiyetinin tamlığı itibariyle birbirine eşittirler. Binaenaleyh bu kütleler, hem hareket etmeye hem de durmaya kabiliyetlidirler. Öyleyse onların durma yerine devamlı hareket eder kılınmasının, mutlaka bir muhassis" tarafından olması gerekir. 2) Hem, o hareketlerin her birinin, meselâ yavaş olmak veya hızlı olmak gibi, muayyen bir duruma ayarlanmış olması da, mutlaka bir "muhassis" tarafından olmalıdır. Bu, özellikle "yavaş hareket etme"nin manasının, "durma ile karışık (yani aralıklarla yapılan) bir hareket" olduğunu söyleyenlere göre böyledir. Bu da, o Kütlelerin, bazı zamanlar hareket ettiğini, bazan da durduğunu kabul etmeyi gerektirir. Binâenaleyh, belli bir yerde hareketin olması, başka bir yerde ise hareketsizliğin bulunması, mutlaka bir müreccih sayesindedir. 3) O hareket ve sükûnların, devir ve dönüşlerinin belli bir müddete göre eşit olacak bir tarzda, muayyen miktarlarda olması, gerçekten şaşırtıcı bir durumdur; binaenaleyh bunun mutlaka bir "mukaddir" tarafından ayarlanmış olması gerekir. 4) O hareketlerin bir kısmı doğuda, bir kısmı batıda meydana gelmekte, bazıs kuzeye, bazısı da güneye doğru olmaktadır. Bütün bunlar da, ancak mükemmel bir yönetim ve son noktasına ulaşmış bir hikmetle tam ve mükemmel olurlar. İkinci Çeşit Delil: Cenâb-ı Hakk'ın " "Her biri muayyen vakte kadar cereyan eder, akar" ayetinin ifâde ettiği husustur. Bu hususta da şu iki izah yapılmıştır: 1) İbn Abbas şöyle demektedir: Güneşin, her gün bir menzili bulunmak kaydıyla yüzseksen menzili bulunmaktadır, ki bu, altı ayda tamamlanır. O güneş, daha sonra yeniden, bir başka altıay zarfında onlardan birine döner. Ayın da yirmisekiz menzili vardır. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, "her biri muayyen vakte kadar cereyan eder buyruğu ile bu kastedilmiş olup, sözün özü şudur: Allahü teâlâ, bu yıldızların her biri için, hususî bir yöne doğru hızlı veya yavaş olmak açısından hususî bir miktar ve hareket etme gücü takdir etmiştir. Durum, her ne zaman böyle olursa, bunlar için her an ve her dakika, daha önce bulunmayan başka bir haletin bulunması gerekir. 2) Bundan maksat, güneş ile ayın, Kıyamete kadar hareket etmeleri; o geldiğinde ise, Allahü teâlâ'nın da, "Güneş dürüldüğü zaman, yıldızlar düştüğü zaman " (Tekvîr, 1-2); "Gök yarıldiğı zaman "(İnşikâk. 1); "Gök yarıldığı zaman "(infitar, 1) ve "Güneşle ay bir araya getirildiği zaman"(Kıyame,9) buyurduğu gibi, o hareketler sons erecek, o gidişat bozulacaktır. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "sonra ölüm zamanı: hükm-ü takdir edendir. Bir de O'nun katında malûm bir ecel vardır" (Enam,2) ayet gibidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu delilleri ele alınca, "Her işi yerli yerinde o yönetir" buyurmuştur. Müfessirlerden her biri; bu ifâdeyi, âlemin hallerinden bir başka çeşidini yönetmek manasına hamletmişlerdir. Ama evlâ olan, bunu, âlemin hallerinin tamamını idare etmek manasına almaktır. Binâenaleyh O onları yaratmak-yok etmek, diriltmek-öldürmek ve zengin kılmak-fakir düşürmek suretiyle yönetir. Bu ifadenin içine, vahiy indirmesi, peygamberler gönderip kullarını mükellef tutması da dahildir. Bu tabirde, Cenâb-ı Hakk'ın rahmet ve kudretinin mükemmel olduğuna dair çok şaşırtıcı acaip bir delil bulunmaktadır. Çünkü, bu bilinen âlem, Arşın üstünder yerin dibine kadar, sayısını ancak Allah'ın bilebileceği sayısız "cins" ve "tür"lerle doludur. Bahsedilen delil ise, bunlardan her birine bir konumun, bir mahallin, bir sıfatın, bir özelliğin ve bir güzelliğin tahsis edildiğine delâlet etmektedir ki bütün bunlar ancak Allah tarafından meydana getirilmişlerdir. Allahü teâlâ hariç, bir şeyi idare etmekle meşgul olan herkesin, bir başka şeyi idare etmesi mümkün değildir. Zira Allah'ı, bir iş, başka bir işten alıkoyamaz. Aklı başında olan kimse, bu ayet hakkında iyice tefekkürde bulunduğunda, Allahü teâlâ'nın maddeler âlemini, ruhlar alemin küçüğünü idare ettiği gibi, büyüğünü de idare ettiğini, herhangi bir işin O'nu başkasından alıkoymadığını; bir şeyi yönetmesinin, başkasını yönetmesine mani olmadığını anlar ki, bütün bunlar, Allahü teâlâ'nın zâtı, sıfatları, ilmi ve kudreti bakımından muhdes ve mümkin varlıklara benzemediğine delâlet eder. Allah'ın Ayetleri Açıklaması Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ayetleri, O açıklar..." buyurmuştur. Bu hususta iki görüş bulunmaktadır: 1) "Allahü teâlâ, ulûhiyyetine, ilim ve hikmetine delâlet eden ayetleri açıklar" demektir. 2) Bir yaratıcının varlığına delâlet eden deliller de ikiye ayrılır: a) Felekler, ay, güneş ve yıldızlar gibi devamlı ve sürekli olan varlıklar. Bu tür delillerin izahı daha önce geçmişti. b) Sonradan meydana gelen ve değişen hadiseler. Bunlar, hayattan sonra ölüm; zenginlikten sonra fakirlik; gençlikten sonra ihtiyarlık; ahmağın en güzel yaşayış içinde bulunması, zeki ve akıllınınsa, en güç durumda bulunması vb... Mevcudatın ve onların hallerinin bu türünün, Hakîm bir yaratıcının varlığına delâletleri, çok açık ve çok nettir. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ayetleri, O açıklar" buyruğu, bu alâmetlerin temyiz ve tafsîl için birbiri ardınca meydana geldiklerine bir işaret olmuş olur. Allah'ın İnsanları Hesaba Çekmesi Daha sonra Cenâb-ı Hak "Ta ki, Rabbinize kavuşacağınızı iyice bilesiniz" buyurmuştur. Bil ki, bahsedilen bu deliller, Hakîm bir yaratıcının varlığına delâlet ettikleri gibi, haşr ve neşr ile ilgili görüşün doğruluğuna da delâlet eder. Zira, bu tür şeyleri yaratmaya, büyüklükleri ve çokluklarına rağmen onları yönetmeye kadir olan zât, hasra ve neşre haydi haydi kadir olur. Rivayet olunduğuna göre bir adam Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'ye: "Allahü teâlâ, bütün mahlûkatt nasıl hesaba çekecektir?" deyince, o, "Aynı anda onları rızıklandırdığı ve aynı anda onların çağrılarını duyarak icabet ettiği gibi.." cevabını vermiştir. Sözün neticesi şudur: Allahü teâlâ, her ne kadar mahlûkat bundan aciz iseler de, felekî kütleleri ve aydınlatan yıldızları o yüksek boşlukta tutması gibi; yine, o Arşın üstünden yerin dibine kadar olan varlıkları, biriyle meşgul olması, diğeriyle meşgul olmasından alıkoyamayacağı bir biçimde idare ettiği gibi, bütün mahlûkatı da, birisini hesaba çekmesi, diğerini hesaba çekmesine mani olamayacak bir biçimde hesaba çeker. Alimlerimiz içinde, bu ayette geçen lika kelimesiyle, Allah'ın görüleceği hususunda istidlalde bulunanlar bulunmaktdır. Bu meselenin izahı, bu kitapta defalarca ve zaman zaman geçmişti. Yeryüzünün Hayata Elverişli Kılınması 3"O yeri yayıp döşeyen, onda oturaklı oturaklı dağlar ve ırmaklar meydana getirendir ve O, meyvelerin hepsinden, yine kendilerinin içinde iki eş yaratmıştır. Geceyi gündüze O bürür. Bütün bunlarda iyi düşünecekler için elbette deliller vardır". Bil ki Allahü teâlâ, semavî delilleri izah ederken, bunun peşinden de yerde bulunan delilleri getirerek, yeri yayıp döşeyendir" buyurmuştur. Bil ki, Cenâb-ı Allah'ın yeri yaratması ve onda bulunan haller ile istidlal etmek, birkaç yönden olabilir: 1) Bir şeyin hacmi ve miktarı fazla olunca, o hacim ve miktar sanki uzuyormuş gibi olur. Binâenaleyh ayetteki, "O, yeri yayıp döşeyendir" ifâdesi, Cenâb-ı Hakk'ın yere, bu belli miktarı, daha fazla ve daha eksik olmaksızın tahsis etmiş olduğuna bir işaret olmuş olur. Bunun böyle olduğunun delili şudur: Yeryüzünün miktar bakımından, şu anda olduğundan daha fazla veya daha eksik olması aslında mümkün bir iştir. Binâenaleyh bu belli miktarı (ölçüyü), mutlaka bir tahsis edicinin ve takdir edicinin tahsis, ve takdir etmesi ile ona verilmiş olması gerekir. 2) Ebu Bekr el-Esamm şöyle demiştir "Medd, sonuna yetişilemeyen bir şeye doğru uzayıp gitmek" demektir. Binâenaleyh ayetteki, "O, yeri uzatıp (meddedip) döşeyendir" ifâdesi, Allahü teâlâ'nın, yeryüzünün hacmini, gözün, sonunu (sınırını) göremeyeceği kadar büyük yaptığını ihsas ettirir. Çünkü yerin hacmi, şu andakinden daha küçük olsaydı, ondan tam olarak istifâde edilemezdi. Yerin Küre Şeklinde Olması 3) Bazı kimseler şöyle demişlerdir. "Yer yuvarlaktı. Onun uzayıp yayılması. Mekke'den, Kabe'nin affından itibaren olmuştur. Böylece dünya şöyle şöyle yayılmıştır." Diğer bazı kimseler de, "Yeryüzü Beyt-i Makdis'de toplanmıştı. Cenâb-ı Hak ona, "şöyle şöyle git, uza!" dedi" demişlerdir. Bil ki bu görüş, ancak biz yeryüzünün küre şeklinde değil de dümdüz olduğunu kabul ettiğimiz takdirde geçerli olur. Bu görüşü benimseyenler, görüşlerine Cenâb-ı Hakk'ın, "Bundan sonra da yeri yayıp döşedi" (Naziat, 30) ayetini delil getirmişlerdir. Bu görüş şu iki bakımdan müşkillik arzeder: a) Yerin küre şeklinde olduğu, delillerle sabit olmuştur. O halde bu hususta, diretmek nasıl mümkün olur? Buna göre onlar, "Ayetteki, "yeri uzattı (meddetti)" ifadesi, yerin küre şeklinde olmasına ters düşer. Öyle ise, daha onun uzaması nasıl mümkün olur?" derlerse, biz deriz ki: "Hayır, biz bunu kabul etmiyoruz. Çünkü yeryüzü büyük bir cisimdir. Küre, son derece büyük olduğunda, onun her bölgesi ve parçası, dümdüz imiş gibi görünür. Bunun ile aslında dümdüz arasındaki farkı ancak Allah bilir. Baksana Cenâb-ı Hak, "Dağlan kazıklar yapmadık mı?"buyurmuş ve o dağları, bazı insanlar onların üzerinde meskun oldukları halde, "kazık" olarak nitelendirmiştir. İşte burada da böyledir." b) Bu ayet, sayesinde bir yaratıcının varlığına istidlal edilsin diye getirilmiştir. İstidlalin şartı ise, bir yaratıcının varlığına istidlal edilecek şeyin, görünen ve bilinen birşey olmasıdır. Halbuki "yeryüzünün Kabe'nin altında toplanmış olup, (oradan yayılması) görülmemiş ve müşahede edilmemiş bir şeydir. Binâenaleyh bununla, bir yaratıcının varlığına nasıl istidlal edilebilir? Böylece ayetin gerçek tevil ve tefsirinin, bizim söylediğimiz şekilde olduğu sabit olur. Sabit Dağların Çakılması İkinci tür istidlal de, Dağların halleri ile yapılacak olan istidlaldir. Ayetteki, "Onda oturaklı oturaklı dağlar... meydana getirendir", yani "yerin üzerinde devamlı duran, oradan hiç ayrılmayan dağlar..." ifadesi buna işarettir. Nitekim, "Şu kazık iyice yerleşti" ve Onu, iyice yerleştirdim, sağlamlaştırdım" denilir. Bununla, işte bizim söylediğimiz mana kastedilmiştir. Bil ki Kadir ve Hakîm bir yaratıcının varlığına, dağların varlığı ile istidlal etmek birkaç yönden olabilir: 1) Yeryüzünün her tarafının karakteri ve yapısı (özü) aynıdır. Binaonaleyh onun bazı bölgelerinde değil de, diğer bazı bölgelerinde dağların bulunması, mutlaka ancak hakîm ve kadir bir varlığın yaratması ile olmuştur. Felsefeciler şöyle demişlerdir: "Bu dağlar meydana gelmiştir, çünkü denizler dünyanın bu bölgelerindedirler. Binâenaleyh o dağlar, denizde yapışkan bir çamur olarak oluştular. Sonra da güneş, bu çamura kuvvetlice tesir edince, taşlaştı. Bu tıpkı, içinde kaymak tabakası teşekkül eden testi gibidir. Daha sonra sular azalmış, çekilmiştir. Böylece geriye kalan o çamur yığınları taşlaşarak bu şekilde o dağlar oluşmuştur." Felsefeciler daha sonra şöyle demişlerdir: "Denizler dünyanın bu bölgelerinde oluşmuştur. Çünkü güneşin en yüksek noktası ile en alt ucu hareketli idiler. Çok eski zamanlarda, güneşin en ait noktası kuzeyde idi. Güneş her ne zaman en alt noktada olursa, yere daha yakın olur. Böylece de sıcaklık o nisbette kuvvetli olur. Sıcaklığın kuvvetli olması, nemin gitmesine sebep olur. Güneşin en alt noktası kuzey tarafında olduğunda, denizler de kuzeyde olur. Şu anda da güneşin en üst noktası, kuzey tarafına; en alt noktası da güney tarafına geçince, denizler de güney tarafına geçmiş olur. O zaman da dağlar kuzey tarafta kalmış olur." İşte felsefecilerin, bu konudaki sözlerinin neticesi budur. Bu görüş birkaç yönden tutarsızdır: a) Denizde çamurun meydana gelmesi, genel bir durumdur. Güneşin bu çamur üzerine vurması da genel bir durumdur. O halde daha niçin bu dağ şurada değil de orada meydana gelmiştir? b) Biz, bazı dağlarda, o kayaların adetâ dizi dizi konulmuş olduklarını görmekteyiz. Böylece o yapı, sanki üstüste yerleştirilmiş kerpiçler gibi bir manzara arz eder. Böyle bir yapının, felsefecilerin ileri sürdüğü sebebten ötürü meydana gelmiş olması uzak bir ihtimaldir. c) Güneşin şu anda en üst noktası, yengeç burcuna yakındır. Buna göre, güneşin en yüksek noktasının kuzeye geçtiği zamandan, yaklaşık dokuz bin sene geçmiştir. Böyle olması halinde o dağların bu uzun müddet içerisinde unufak olmaları, dağ olarak ortada hiçbir şeyin kalmaması gerekirdi. Halbuki durum hiç de böyle değildir. Böylece onların ileri sürdüğü görüşün zayıf olduğunu anlarız, 2) Yeryüzünde yedi maden cevheri ile nefis cevherleri yer alır. Yine yeryüzünde cam, tuz, neft (petrol), zift ve kibrit madenleri vardır. Binâenaleyh hem bütün yeryüzünün karakter bakımından aynı olması, hem dağların karakter bakımından aynı olması hem de, güneşin bütün bunlara aynı tesiri yapması, bunların hepsinin kahir ve sonradan olma, mümkin varlıklara benzemekten münezzeh olan kadir bir varlığın takdiri ile olduğuna apaçık delâlet eder. 3) Dağlar sebebi ile, yeryüzünde nehirler oluşur. Çünkü taş, katı bir cisimdir. Binâenaleyh yerin derinliklerinden buharlar yükselip dağlara kavuştuğunda o buharlar orada tutulur ve bu iş artmaya ve olgunlaşmaya devam eder. Böylece de dağların altında büyük sular oluşur. Sonra bunlar çok ve kuvvetli olduğu için dağı deler, oradan (kaynak olarak) çıkar ve yeryüzünde akmaya başlar. Binâenaleyh nehirlerin meydana gelmesinde dağların rolü, işte bu bakımdandır. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, adet olarak, Kur'an'da ne zaman dağlardan bahsetse, onunla birlikte nehirlerden de bahsetmiştir. Mesela bu ayette ve "Orada sabit sabit, yüce yüce dağlar vücûda getirmedik mi? Size tatlı bir (kaynak) suyu da içirmedik mi?" (Mürselat, 27) ayetinde olduğu gibi. Bitkilerin Çift Unsur İhtiva Etmesi Üçüncü nevi İstidlal de, Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı çeşit çeşit bitkiler ile yapılan istidlaldir. Cenâb-ı Hak buna da, meyvelerin hepsinden, yine kendilerinin içinde İki eş yaratmıştır" diye işaret etmiştir. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Tane, yere gömülüp toprağın nemi ona tesir ettiğinde şişer ve kabarır. Böylece de hem en üst ucu, hem en alt ucu yarılır. Daha sonra da en üst ucundan, yukarı doğru çıkan gövde, alt ucundan da yerin derinliklerine dalan iplikçikler (kökler) çıkar. Bu, çok enteresan bir durumdur. Hem tanenin karakteri, hem tabiatın, feleklerin ve yıldızların ona tesiri aynıdır. Fakat buna rağmen onun üst tarafından yukarı doğru yükselen, alt ucundan da yerin derinliklerine doğru inen şeyler çıkar. Aynı karakterden, birbirine zıt iki karakterde şeyin meydana gelmesi aslında imkansızdır. Binâenaleyh biz, bunu, tanenin özelliği ve tabiat sebebi ile değil, ancak hakîm bir müdebbirin tedbiri, kadîm bir mukaddirin takdiri ile olduğunu anlarız. Sonra o taneden çıkıp meydana gelen ağacın bir kısmı gövde, bir kısmı çiçek, bir kısmı da meyve olur. Sonra o meyvede de, birbirindden farklı karakterde şeyler vardır. Meselâ cevizin, dört çeşit kabuğu vardır. En üst kabuk, ağaç kısım, onun altında cevizin özünü saran zar ve cevizin üzerinde bulunan son derece ince zar vardır ki bu zar, ceviz yaş iken onu, diğer öç tabakadan ayırır. Binâenaleyh aynı meyvede farklı farklı özellikte şeyler bulunmaktadır. Mesela turunçgillerin kabuğu, kuru ve sıcak; iç kısmı ise nemli ve sıcak, asidi (suyu) soğuk ve kara, tohumu sıcak ve kuru, çiçeği ise sıcak ve kurudur. Üzüm de böyledir. Onun kabuğu ve çekirdeği soğuk ve kuru, içi ve suyu sıcak ve nemlidir. Böylece tabiatın, yıldızların ve feleklerin tesirleri aynı olduğu halde, tek bir taneden farklı özellikteki bu şeylerin meydana gelmesi, mutlaka ve mutlaka hakîm, kadir ve kadîm olan bir zat'tan ötürü olduğu sabit olmuş olur. İkinci Mesele "İki eş "ten maksat, iki çeşittir. Bu farklılık, ya tatlı ve ekşi gibi, tad bakımındandır; yahut sıcak ve soğuk gibi, karakter (özellik) bakımındandır, yahut da beyaz ve siyah gibi, renk bakımındandır. Buna göre eğer, "Zevç" kelimesi, zaten "iki" manasına gelir öyle ise, ayrıca, "ikiz" demenin hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki: "Rivayet edildiğine göre, Allahü teâlâ ilk önce dünyayı, dünya içinde ağaçları, daha sonra da her türden ikişerini yarattı. Binâenaleyh eğer Cenâb-ı Hak bu ayette "çifti yarattı" deseydi, bununla tür mü, şahıs mı kastedildiği bilinemezdi. Ama "ikişer çift" deyince, Allahü teâlâ'nın ilk olarak her çiftten ikişer tane yarattığını, ne az, ne çok yaratmadığını anlamış olduk. Netice olarak diyebiliriz ki: Mahlukat içinde tür olarak şu anda insanlar çoktur. Fakat onlar şahıs olarak çift olan iki varlıktan yani Adem ile Havva'dan yaratılmaya başlandığına göre, bütün ağaç ve bitkilerin durumu da böyledir. Müfessirimiz Razî'nın yaşadığı dönemden altı asır kadar sonra bitkilerin erkek ve dişi olmak üzere iki unsur ihtiva ettikleri öğrenildi. Bitkilerin eşeyli üremesi, erkek unsurla dişi unsurun çiftleşmesiyle olmaktadır. Kur'ân-ı Kerim meyvelerin bu izdivaç neticesinde ortaya çıktığını bu ayette bildirmektedir. Fakat bu bilgiye sahib olmayan eski müfessirlerimizin izahtan müphem kalmaktadır. Onlar bunda tamamen mazurdurlar; kınanamazlar. Merhum Razî de onlardan biridir (ç.) Allah, en iyisini bilendir. Bu ayetteki dördüncü tür istidlal de, gecenin ve gündüzün halleriyle istidlalde bulunmaktır. Cenâb-ı Hakk'ın "Geceyi gündüze O bürür" ifadesiyle de, buna işaret edilmektedir. Bundan maksat ise, in'âm ve ihsanın ancak, gece ve gündüz ile, bunların ard arda gelmesi sayesinde kemâle erdiğidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Biz gece ayetini silip (eşyayı) gösterici gündüz âyetini getirdik" (isrâ, 12) buyurmaktadır. Yine Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendisini durmayıp kovalayan gündüze geceyi O bürüyüp örter" (Araf, 54) ayeti de bu manadadır. Bunun iyice incelenip açıklanması ise, daha önce bu kitapta ele alınmıştı. Hamza, Kisaî ve Asımın ravisi Ebû Bekr, şeddeli ve gaynın fethasıyla yuğaşşî; diğer kıraat imamları da, tahfif ile yuğşî şeklinde okumuşlardır. Sonra, Cenâb-ı Hak bu aydınlık delilleri ve ezici katî hükümleri zikredince, "Bütün bunlarda iyi düşünecekler için elbette deliller vardır" buyurmuştur. Bil ki Cenâb-ı Hak, süflî alemde bulunan delilleri zikretmiş olduğu yerlerde çoğu kez, bunun hemen peşinden, "Bütün bunlarda iyi düşünecekler için elbette deliller vardır" ifâdesini, veya mana cihetinden buna yakın olan ifâdeleri getirmektedir. Bunun sebebi şudur: Feylesoflar, süfli alemde meydana gelen hadiseleri, yıldızların şekillerinde meydana gelen farklı durumlara mal etmektedirler. Bu suâlin, bu iddianın savuşturulması için delil getirilmediği sürece, maksat da tamamlanmaz. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak "Bütün bunlarda iyi düşünecekler için elbette deliller vardır" buyurmuştur. Böylece sanki O, şöyle demektedir:" Tefekkür sahası henüz açıktır, mevcuttur. Binâenaleyh bundan sonra, istidlalin tamamlanabilmesi için, tefekkür edip iyice düşünmek gerekir." Bil ki bu soruya şu iki şekilde cevap verilebilir: a) Bizim şöyle dememiz: Farzedelim ki sizler, süflî âlemdeki hadiseleri feleki durumlara ve yıldızların birbirleriyle olan münasebetlerine mal ettiniz. Ancak ne var ki biz, felekî kütlelerden her birinin, onların karakter ve konumlarının ve de hususiyetlerinin ancak, kadîm, müdebbir ve hakîm olan bir mukaddirin, takdir edicinin tahsisi ile olması gerektiğine dair kati delil getirmiştik. İşte böylece de bu soru kendiliğinden düşer. İşte Cenâb-ı Hak bu cevâbı, bu makamda iyi anlatıp sağlamlaştırmıştır. Zira Allahü teâlâ önce semavi olan delilleri zikretmekle başlamıştır. Bunların, yaratıcının varlığına nasıl delâlet ettiğini ise, daha önce açıklamıştık. Yerle alâkalı delilleri ise, bunların peşinden getirmiştir. Buna göre eğer bir kimse, "yeryüzündeki bu hadiselerin felekî (yıldızlara ait çeşitli) haller sebebiyle meydana gelmesi niçin mümkün olmasın?" derse, bizim buna cevâbımız şöyle demektir. Farzedelim ki durum böyle olsun; ancak ne var ki bir daha önce, felekî kütlelerin hakim olan bir yaratıcıya muhtaç olduklarını açıklamıştık. O zaman da böyle bir soru, bizim gaye ve maksadımıza ters düşer. b) İkinci bir izah şekli ise, süfli alemdeki hadiselerin, yıldızların birbirleriyle olan münasebetlerinden dolayı meydana gelmesinin mümkün olmayacağına dair delil getirmemizdir ki, bu da, hemen bu ayetten sonra gelen ayette zikredilen delildir. Bu çelikleri düşünen ve onlara vakıf olan bir kimse, Kur'an'ın, öncekilerin ve sonrakilerin terini kapsamakta olduğunu anlar. 4Arzda birbirine komşu kıtalar vardır, üzüm bağlan, ekinler, çatallı ve çatalsiz hurmalıklar vardır ki hepsi bir su ile sulanıyor. Biz onların bazısını, melerinde, bazısından üstün kılıyoruz. İşte bunlarda da aklını kullanacak zümreler için elbette ayetler bulunmaktadır". Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Farklı Özellikteki Topraklar Bil ki bu ayetten maksat ve gaye, bu âlemdeki hadiselerin, yıldızların birbirleriyle olan münasebetleri ve yıldızların hareketleri sebebiyle meydana gelmesinin caiz olamıyacağına dair delil ikâme etmektir. Bu, iki yönden izah edilebilir: a) Yeryüzünde, karakter ve mahiyet bakımından farklı farklı olan kara parçalan bulunmaktadır. Bununla beraber bunlar, birbirine komşudurlar. Bunların bir kısmı tuzlu, bir kısmı gevşek, birkısmı sert ve kayalık, birkısmı bitek, bir kısmı taşlı veya kumlu, bir kısmı da çamurlu ve bataklıktır. Üstelik birbirine bitişiktir. Güneşin ve diğer yıldızların bu toprak parçaları üzerindeki tesiri de aynı seviyededir. Bu da, onların farklı farklı sıfatlara sahip olmalarının, alîm ve kadîr olan Allah'ın takdiri ile olduğuna delâlet eder. Aynı Şartlarda Yetişen Bitkilerdeki Farklılık b) Tek bir toprak parçası, aynı suyla sulanır. Sonra güneşin ona tesiri de aynı seviyede olur. Sonraysa o yerde biten meyvelerin tadları, renkleri, karakter ve özellikleri farklı farklı olur. Hatta, bazan sen, bir üzüm salkımı alırsın, tek birisi hariç, onun bütün taneleri tatlı ve olgun olur. Zira o tek tane, ekşi ve kuru kalmıştır!. Sonra biz kesin olarak biliyoruz ki, feleklerin ve tabiatların, hepsine nisbeti aynı seviyededir. Daha doğrusu şöyle diyebiliriz: Burada, bundan daha da acayip olan bir şey bulunmaktadır. Bu da şudur: Bazı gül çeşitleri içinde öyleleri vardır ki, iki yüzünden birisi son derece kırmızı, ikinci yüzü ise, aynı şekilde o da son derece narin ve yumuşak olduğu halde, son derece siyahtır. Burada, "Güneşin tesiri, diğerlerine değil de bu birinci yüze ulaşmıştır" denilmesi imkânsızdır. Bu da kesin olarak delâlet eder ki, bütün bunlar bir Fâil-i Muhtar'ın yönetmesiyle olmaktadır; yoksa yıldızların birbirleriyle olan münasebetleri sebebiyle değil!. İşte, Cenâb-ı Hakk "..ki hepsi bir su ile sulanıyor. Biz onların bazısını, yenilmelerinde, bazısından üstün kılıyoruz" buyruğundan kasdettiği şey budur. İşte bu delillerin takdir edilip, tefsir ve beyân edilmesine dair söyleyeceğimiz sözün tamamı budur. Bil ki bu cevabı zikretmekle, delil de tamamlanmıştır. Çünkü, bu süfli alemdeki hâdiselerin bir müessiri olması lâzım gelir. Biz, bu müessirin, yıldızlar, felekler ve tabiat olmadığını da beyân ettik. İşte o zamanda, bu varlıklardan başka olan bir diğer iâilin bulunduğuna katî olarak hükmetmek gerekecektir. O vakit de delil tamamlanır ve bundan sonra da, muhakkak ki düşünmeye sebep kalmaz. İşte bu sebepten dolayıdır ki Cenâb-ı Hak burada, "işte bunlarda da, aklını kullanacak zümreler için elbette ayetler bulunmaktadır" buyurmuştur. Çünkü bu delili reddedebilecek hiç bir şey yoktur; ancak belki, "süfli alemdeki bu hadiseler, muhakkak ki, herhangi müessire bağlı olmaksızın meydana gelmişlerdir" denilebilir. Bu ise, aklın olgunluğuyla uyuşmayan bir şeydir. Çünkü, hadis olan varlığın bir "muhdis"e muhtaç olduğunun bilinmesi zarurî bir ilim olunca, böyle bir ilmin olmaması da, aklın kemâl ve olgunluğunu zedeleyici olur, ona yakışmaz. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "İşte bunlarda da, aklını kullanacak zümreler için elbette ayetler bulunmaktadır" buyurmuştur. Daha önceki ayette ise, "Bütün bunlarda iyi düşünecekler için elbette deliller vardır" buyurmuştu. İşte bütün bu incelikler, Kur'an ilminin sırlarından olan nefis izahlardır. Yüce Allah'dan, bu sırlara vakıf olmayı, O'nun rahmet ve mağfiretine nail olmaya bir vesile kılmasını dileriz. İkinci Mesele Cenâb-ı Hakk'ın "Arzda birbirine komşu kıtalar vardır" buyruğu hakkında Ebu Bekr el-Esamm: "Bunlar, birbirine yakın olan toprak parçalarıdır; biri iyi, elverişli iken, diğeri tuzludur; birisi bitek iken, diğeri kumludur; Dirisi taşlıdır, çakıllıdır; birisi kızıl iken diğer karadır" der. Kısaca, toprak parçalarının yüksektik ve alçaklık, karakter ve özellik bakımından farklı farklı oldukları malûm olan bir durumdur. Bazı özel mushaf nüshalarında, bu ifâde uy şeklinde yazılmıştır ki, buna göre de ifâdenin takdiri, "Allah yeryüzünde, kazıklar durumunda dağlar yarattı ve yeryüzünde birbirine komşu olan kıtalar var etti" şeklinde olur. Ayetteki "Üzüm bağlan, ekinler, hurmalıklar" buyruğu hakkında şunu deriz: "Cennet", içerisinde hurmalıklar, bağlar, ekinler bulunan ve bunları da ağaçların çevrelemiş olduğu bahçe, bostan anlamına gelir." Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "biz onlardan birine iki üzüm bağı vermiş, ikisinin de etrafını hurmalıklarla donatmış, aralarında da bir ekinlik yapmıştık" (Kehf, 32) Ibn Kesir, Ebu Amr ve Asım'ın ravisi Hafs, şeklinde cennât kelimesine atfedilmek üzere merfû okurlarken, diğer kıraat âlimleri ise, cennât kelimesine atfedilmek üzere, mecrûr olarak okumuşlardır. Kavvâs'ın rivayetine göre Asımın ravisi Hafs, şadın dammesiyle sunvân; diğer kıraat imamları ise sâdın kesresiyle sınvân şeklinde okumuşlardır, bu, iki kullanış şeklidir. Sınvân tıp ki kınvân kelimesinin, kınv kelimesinin çoğulu olması gibi, sınv kelimesinin çoğuludur. Bu kelime tıpki ism kelimesinin esma şeklinde çoğul yapılması gibi, esna şeklinde de çoğul yapılır. Hurmalar çoğalıp çatallandığında, o zaman onlara (......) ismi verilir. Sâdın kesresi ve fethasıyla olmak üzere kelimelerinin aslı birdir." Bu kökten iki, üç veya daha çok hurma ağacı çıkar ki, bunlardan her birine sınv ismi verilir. Sa'leb, İbnu'l-A'râbî'nin şöyle dediğini nakleder: "Sınv kelimesi misi (benzer) manasındadır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Dikkat, bir kimsenin amcası, babasının "smvı", yani, babası gibidir "t33) sözü de bu manadadır. Bunu iyice kavradığın zaman şimdi biz diyoruz ki, sınv kelimesini birinci tefsire göre ele alırsak, o zaman ayetin manası: "Hurmalardan öyleleri vardır ki, tek bir kökten iki veya daha fazla gövde çıkar; böyle olmayanları da vardır" şeklinde olur. Ama bu kelimeyi ikinci tefsire göre ele aldığımızda manası: "Hurmaların ağaçları bazan birbirine benzer olur; bazan da böyle olmaz" şeklinde olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "hepsi bir su ile sulanıyor" buyurmuştur. Âsim ve İbn Âmir, takdirinde olmak üzere yüskâ-,veyahut da, müzekkeri müennese tağlib etmeden dolayı böyle okumuşlardır. Diğer kıraat imamları ise, cennât ifadesinden dolayı tüska şeklinde okumuşlardır. Ebû Amr şöyle der: "Onun müennes olduğuna Cenâb-ı Hakk'ın, onların bazısını, yenilmelerinde, bazısından üstün kılıyoruz" ifâdesi de şehâdet eder. Hamza ve Kisaî, önce geçen yüdebbiru, yufassilu ve yuğşî ifadelerine atfederek, yâ ile.yufâddilu; diğer kıraat imamları ise, takdirinde olmak üzere nun ile nufaddilu şeklinde okunmuşlardır." "yenilmelerinde" ifadesiyle ilgili. olarak şu iki açıklama yapılmıştır ki, bunların ikisini de Vahidî yapmıştır: a) Vahidi Zeccâc'dan, ükül kelimesinin, yenilen meyve manasına geldiğini; b) Başkalarından da, bu kelimenin, yemek için hazırlanan şey manasına geldiğini nakletmiştir. Ben derim ki, Cenâb-ı Hakk'ın, cennetin sıfatlarıyla ilgili olarak ifade buyurduğu "yemişleri... daimdir" (Rad, 35) ayetinden dolayı, bu ikinci mana daha evlâdır. Zira bu mana, bütün yiyecekleri içine alan bir manadır. İbn Kesir ve Nâfî, bu kelimeyi Kur'an'ın her yerinde kafin sükunuyla olarak ükl şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları da kâfin dammesiyle ükül şeklinde okumuşlardır ki, bunlar iki kullanıştır. Ahireti İnkâr Edenlere Şaşılır 5"Eğer şaşıyorsan, asıl şaşılacak olan, onların, "Biz toprak olduktan sonra mı, yeniden mi yaratılacağız?" demeleridir. İşte bunlar Rablerini tanımayanlardır, işte boyunlarında laleler, bukağılar bulunanlar bunlar ve işte, içinde müebbet kalacakları ateşin yaranı da yine bunlar, bunlardır". İfadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Bil ki, Allahü teâlâ, yaratılışla ilgili ihtiyaç duyulan delillere dair bu kesin burhanları getirince, bunun peşinden ahiretle ilgili meseleleri ele alarak, Eğer şaşıyorsan, asıl şaşılacak olan, onların... sözleridir" buyurmuştur. Bu ifâdeyle igili birkaç görüş ileri sürülmüştür: 1) İbn Abbas (radıyallahü anh), bunun manasının, "Ey Muhammed, eğer sen onlar, senin sadık ve doğru olduğuna hükmettikten sonra, seni yalanlamalarından dolayı şaşarsan, bil ki asıl şaşılacak olan, onların şöyle şöyle demeleridir" şeklinde olduğunu söylemiştir. 2) "Ey Muhammed, sen onların, benim birliğime delâlet eden delilleri anlamalarından sonra, hâlâ, onlara hiçbir fayda ve zarar veremiyecek şeylere ibâdet etmelerine şaşıyorsan haklısın; bu şaşılacak bir durum." 3) Kelamın takdiri şöyledir: "Ey Muhammed, eğer şaşırdıysan, haklısın, şaşılacak yerde şaşırdın. Zira onlar, göklerin ve yerin İdarecisinin, bütün mahlûkâtın yaratıcısının Allah olduğunu, gökleri direksiz olarak yükseltenin O olduğunu, güneşi ve ayı, kulların maslahatlarına uygun olarak teshir edenin O olduğunu ve bu alemde her türlü hayranlık veren ve aklı aşan her türlü şeyleri ortaya koyanın O olduğunu kabul edince, böylesi büyük şeylere karşı tam bir kudret izhâr eden kimse, artık nasıl olur da insanı, ölümünden sonra, bihakkın yeniden iade edemez ? Zira, en kuvvetli ve en mükkemmel olana kadir olanın, en az ve daha kolay olana kadir olması, haydi haydi gerekir. İşte bu da, şaşılacak bir husustur." Daha sonra Cenâb-ı Hak bu sözü nakledince onlar aleyhine şu üç hükmü vermiştir: 1) Cenâb-ı Hakk'ın "işte bunlar Rablerini tanımayanlardır" buyruğu. Bu ifâde, ölümden sonra dirilmeyi ve Kıyameti inkâr eden herkesin kâfir olduğuna delâlet etmektedir. Ba'si inkâr etmek, ancak Allah'ın kudretini, ilmini ve sıdkını inkâr etmekle tamam olabileceği için, ba'si inkâr etmekten, küfür neticesi ortaya çıkmıştır. Kudreti inkâr etmeye gelince: Bu, meselâ, "Bu alemin ilahı, zâtı gereği zorunlu olarak gerektirir, yoksa, muhtar değildir; bunun için de, tekrar yaratmaya kadir olamaz;" veyahut da, "kadir olsa bite, ancak ne var ki kudreti tam değildir; bundan dolayı da, canlıları var etmesi ancak ana - baba, tabiat(lar) ve felekler vasıtasıyla mümkün olur. İlmi inkâr etmeye gelince: Bu "Allahü teâlâ cüziyyâtı bilmez; bundan dolayı da, itaatkâr ile asîyi birbirinden ayırması mümkün değildir" denilmesi gibidir. O'nun doğruluğunu inkâr etmeye gelince, bu da, "O, her ne kadar bunu bildirmiş ise de böyle yapmaz. Çünkü O'nun yalan söylemesi mümkündür" denilmesi gibidir. Bütün bunlar küfür olunca, ba'si inkar etmenin de Allah'ı inkâr etmek olduğu sabit olur. "Ateşten Bukağı" Ne Demektir? 2) Ayetteki "İşte boyunlarında lâleler, bukağılar bulunanlar bunlar" buyruğu ile ilgili iki görüş bulunmaktadır: a) Ebu Bekr el-Esamm şöyle demiştir: "Ağlâl kelimesinden murad, onların küfrü, zilleti ve putlara inkıyadıdır." Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Allah'ın, "Hakikat, biz onların boyunlarına öyle lâleler geçirdik ki" (Yasin, 8) ayetidir. Şair de şöyle demiştir: "Onları, doğruluktan uzak tutan bukağılan ve bağları bulunur." Bir kimse hakkında kötü ve adî fiilinden dolayı, "Bu, senin boynunda bir bukağıdır" denilir. Bunun anlamı, "sen ondan kurtulamıyacaksın; sen bundan dolayı azâbla cezalandırılacaksın" şeklindedir. Kadf "Bu mâna muhtemel ise de, sözü hakiki manasına hamletmek daha evlâdır" demiştir. Ben de derim ki: Esamm'ın sözü, şöyle denilerek desteklenebilir: Ayetin zahiri, şu anda onların boyunlarında bu bukağıların bulunmasını iktiza etmektedir. Oysa bu, şu anda bulunmamaktadır. Siz ise lafzı, bu durumun ilerde hasıl olacağı manasına hamlediyorsunuz. Biz de onun, şu anda nasıl olduğu manasına hamlediyoruz, ama "ağlardan muradın, zikrettiğimiz şey olduğunu söylüyoruz. Binâenaleyh siz de biz de, bir yönden sözün hakikî manasını terketmiş oluyoruz. Öyleyse niçin sizin sözünüz bizimkinden evlâ olsun ki?. b) Bundan murad şudur: "Allahü teâlâ Kıyamet günü, onların boyunlarına bukağılar takacaktır. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "Boyunlarında, bukağılar bulunduğu zaman "(Mu'min, 71) ayetidir. 3) Cenâb-ı Hakk'ın, "İşte, içinde müebbet kalacakları ateşin yaranı da yine bunlar, bunlardır" ayetidir. Bundan maksad "Ebedi muhalled azâb ile tehdit etmektir." Ehl-i sünnet alimlerimiz (r.h) ise, bu ayeti, ebedî azabın ancak kâfirler için olduğu görüşüne delil getirerek şöyle demişlerdir: "Ayetteki ifâdesi, başkalarının değil sadece kâfirlerin ebedî azâb ile mevsûf ve muttasıl olduklarını gösterir. Bu ise büyük günah sahiplerinin ebedî olarak cehennemde kalmayacaklarına delâlet eder." İkinci Mesele Allah Hakkında Taaccübün Manası Kelâmcılar, "şaşmak", sebebi bilinmeyen şeyle alâkalı olur. Bu ise, Cenâb-ı Hak için muhaldir. Binâenaleh ayetten maksat "Eğer şaşarsan, bu senden olan bir şaşmadır" şeklindedir" demişlerdir. Bir kimse şöyle diyebilir: "Bazı kıraat âlimleri, başka bir ayette, bu teaccübü, Allah'ın kendisine izafe ederek okumuşlar. O zaman bunun tevil edilmesi gerekir. Biz, böylesi lafızların, arazların, sıfatların başlangıçları manasından Allah'ı tenzih edip, onların sonuçlarına hamledilmesi gerektiğini beyân etmiştik. Çünkü insan, bir şeye taaccüb ederse, onu inkâr eder. Dolayısıyla bu şaşma, netice itibariyle, yadırgama ve inkâr manasına hamledilir. Üçüncü Mesele Kurrâ, "Biz toprak olduktan sonra mı, yeniden mi yaratılacağız?" ayetiyle, benzeri ayetlerde ihtilâf etmişlerdir. Birinci ve ikinci cümleler istifham suretinde olunca, bazı kıraat imamları, iki istifhamın arasını cem etmişlerdir. Bunlar, İbn Kesir, Ebu Âmir, Asım ve Hamza'dır. Sonra, bu kıraat imamları da kendi aralarında ihtilâf etmişler ve meselâ İbn Kesir, tek bir hemzeyle istifhamı göstermiş, ama hemzeyi meddetmemiştir. Ebu Amr, istifhamı, meddettiği uzun bir hemzeyle göstermiştir. Hamza ve Asım ise, bütün Kur'an'da (böylesi yerleri) iki hemzeyle okumuşlardır. Kıraat alimlerinden, iki istifhamın arasını cem etmeyenler de bulunmaktadır. Sonra bunlar da kendi aralarında ihtilâf etmişlerdir: Meselâ Nafi, İbn Amir ve Kisaî, birinci cümleyi istifham ile, ikinci cümleyi ise haber cümlesi olarak okumuşlardır. Yine İbn Âmir, birincisini haber cümlesi şeklinde, ikincisini ise istifham cümlesi olarak okumuştur. Sonra bunlar bir başka bakımdan ihtilâf etmişlerdir. Buna göre Nâfi, uzun olmayan bir hemzeyle; İbn Amr ve Kisaî de, iki hemze ile okumuşlardır. Nâfi, Sâffât sûresi dışındaki yerlerde; İbn Amir de, Vakıa sûresi dışındaki yerlerde; Kisaî de, Ankebût ve Saffât sûreleri dışındaki yerlerde böyle okumuşlardır. Dördüncü Mesele Zeccâc şöyle demiştir: ifâdesindeki âmil; yani cevap mahzûf olup bunun takdiri, "Biz toprak olduktan sonra mı diriltileceğiz?" şeklindedir. Bundan sonraki kısım, mahzûf olan bu ifâdeye delâlet etmektedir. Kâfirlerin Hemen Azap İstemeleri 6"Senden, iyilikten önce çarçabuk kötülük isterler. Halbuki onlardan evvel, nice ukubet misâlleri gelip geçmiştir. Gerçekten Rabbin, zulümlerine rağmen insanlar için mağfiret sahibidir. (Bununla beraber), Rabbinin ikâbı da cidden çetindir". Bil ki, Hazret-i Peygamber, onları bazan Kıyamet azabı ile, bazan da dünya azabı ile tehdit ediyordu. Kâfirler de, Hazret-i Peygamber onları ne zaman Kıyamet azâbıyla tehdit etse Kıyameti, ba'si ve neşri inkâr ediyorlardı ki, bu, daha önceki ayette zikredilmişti. Yine, her ne zaman onları dünya azâbıyla tehdit etse, O'na, azâb bize getir bakalım" diyorlar ta'n ve tenkid, alay yoluyla ve Hazret-i Peygamberin söylediğinin aslı olmayan bir söz olduğunu göstermek arzusuyla Hazret-i Peygamber'der bu azabı izhâr edip başlarına getirmesini istiyorlardı. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-Hak, onların Hazret-i Peygamber'den, iyilikten önce, çarçabuk kötülüğü istediklerin nakletmiştir. Buradaki "kötülük"ten murat, başlarına azabın inmesidir. Nitekim Cenâb-ı Allah, müşriklerin "durma bizim üstümüze gökten taş yağdır" (Enfal, 32) ve "Biz, dediler, sana katiyyen inanmayız. Ta ki bizim için şu yerden bir pınar akıtasın (...)" (İsrâ, 90-92) dediklerini nakletmiştir. Kâfirler bu sözü, Hazret-i Peygamberin sözünü tenkit etmek için söylemişlerdir. Halbuki Hazret-i Peygamber onlara, imana karşılık. ahirette mükâfaat, dünyada ise zafer ve yardım tahakkuk edeceğini vaadediyordu. Kâfirler ise, Hazret-i Peygamber'den, zafer ve yardım gelmesini değil de başlarına azat gelmesini istiyorlardı. İşte, "Senden, İyilikten önce çarçabuk kötülük isterler' ifâdesinin manası budur. Bazı alimler, buradaki "iyiliği", mühlet verme ve azabı tehir etme manasına tefsir etmişlerdir. Araplar, azabı, "seyyie-kötülük" kelimesiyle isimlendirmektedirler; çünkü azâb onlara kötü gelip, eziyyet vermektedir. Müsle Kelimesi Hakkında İzahat Cenâb-ı Hakk'ın, "Halbuki onlardan evvel, nice ukûbe: misalleri gelip geçmiştir" buyruğuna gelince, bil ki Araplar, müsle kelimesinin, ukubet, ceza anlamına geldiğini söylerler ve bunun, saduka ve sudka, (mehir) kelimesinde olduğu gibi hem mesule, hem de müsle olarak her iki şekilde kullanıldığını söylerler Birincisi Hicâzlıların; ikincisi ise Temimlilerin kullanışıdır. Bunu, mesule, okuyan mesülat şeklinde, müsle okuyan ise, müsülât ve müslat şeklinde cemi yapmıştır Ferra ve Zeccac da, bu şekilde anlatmışlardır. İbnü'l-Enbarî (r.h.) şöyle demiştir: "Müsle" cezalandırılan kimsede iz bırakan bir ukubettir. Bu da, kendisinden ötürü bedende çirkin bir izin kalmış olduğu bir tağyir ve değişiklik yapmadır. Bu deyim. Arapların, bir kimse, bir başkasının kulağını, burnunu kesmek, gözlerini oymak ve karnını deşmek suretiyle, bir başkasının şeklini ve suratını değiştirdiğinde şeklindeki tabirlerinden alınmıştır. İşte, bu kelimenin esas manası budur." Sonra Arapça'da, bedendeki bu devamlı utanç verici ve hiç gitmeyen ize "müsle' denilmektedir. Vahidî ise şöyle demiştir: "Bu kelimenin aslı, benzer manasına gelen (......) kelimesidir. Bunda aslolan, cezanın suça denk ve ona mümasil olması olduğu için, pek yerinde olarak bu benzerlik müsle diye isimlendirilmiştir. Keşşaf sahibi der ki: "Bu kelime şu şekillerde okunmuştur: 1) Fâu'l-fiili ayne'l-fiile uydurmak suretiyle iki ötreli olarak müsülat. 2) Semre kelimesi gibi mimin fethası ve se'nin sükûnu ile meslât. 3) Müsûlat'ın tahfifi olarak müslât. 4) Rükbe'nin çoğulunun rukebât gelmesi gibi müselât şeklinde." Bunu anladığın zaman biz deriz ki, ayetin manası şöyledir: "O kâfirler, bizim acele etmediğimiz azabı, hemen acele istiyorlar. Oysa ki onlar, daha önceki ümmetlerin başına gelen ukubetlerimizi biliyorlar, ama bundan ibret almıyorlar. Halbuki, kendilerinden önceki kavimlerin hallerinden ibret alarak, bundan ötürü duyacakları korkunun, onları küfürden men etmesi gerekir." Cenâb-ı Hak "Gerçekten Rabbin, zulümlerine rağmen insanlar için mağfiret sahibidir" buyurmuştur. Bil ki alimlerimiz, bu ayeti, Allahü teâlâ'nın büyük günah sahibini, tevbe etmese de affedebileceği ne delil getirmişlerdir. Bununla istidlal edilmesinin izahı şöyledir: "Zulümlerine rağmen, insanlar için mağfiret sahibidir" ifâdesi, "zulümle meşgul oldukları bir halde" anlamındadır. Nitekim, "yemekle meşgul olduğu halde, emîri gördüm" manasında denilir. Bu, Allahü teâlâ'nın, insanları, zulümle meşgul oldukları halde onları affedebileceğine delâlet eder. İnsanın, zulümle meşgul olduğu anda, tevbe halinde olmadığı malumdur. Bu, Allahü teâlâ'nın, tevbe edilmeden önce, bazan günahı oağışlayabileceğine delâlet eder. Sonra biz deriz ki, kâfir hakkında bu delil getirilmez. Binâenaleyh, geriye, bu ayet ile, büyük günah sahipleri hakkında amel edilmesi durumu kalır ki bizim anlatmak istediğimiz de budur. Ya da şöyle deriz: Allahü teâlâ burada, sadece, "Gerçekten Rabbin, zulümlerine rağmen insanlar için mağfiret sahibidir" demekle yetinmemiş, bunun peşinden, "Rabbinin ikâbı da cidden çetindir" buyurmuştur. Binâenaleyh, birinci cümleyi, büyük günah sahipleriyle ilgili kılmak: ninci cümleyi de kâfirlerin durumlarıyla ilgili saymak gerekir." Mutezileden Gelen Soruya Cevap İmdi, eğer denirse ki: "Bu ayetten maksad, Allah'ın küçük günahları affetmesidir. Böyle anlamak pekâla mümkündür. Hem diyebiliriz ki: Yahut ayetten maksad şudur: "tevbe ettikleri takdirde Allah, büyük günah sahiplerine karşı mağfiret sahibidir ve Allah Tealâ, onlara, tevbe etmeleri için bir mühlet tanımış olmak üzere, azabı çarçabuk vermemiştir. Binâenaleyh, eğer onlar tevbe ederlerse, Allahü teâlâ onlara karşı -nağfiret sahibidir; ikâbı âhirete tehir etmek, bu mağfiret cümlesindendir." Hatta biz deriz ki, ayeti bu manaya hamletmek gerekir. Çünkü kâfirler, azabın çarçabuk getirilmesini istedikleri zaman, bu hususta zikredilen cevâbın, suâle uygun olabilmesi için, cezanın ertelenmesi anlamına olması gerekir. Sonra biz yine deriz ki, bu ayetin, şüphesiz Rabbin mağfiret sahibidir; tevbe etmeleri için, onlara bir mühlet olmak üzere, cezalandırmakta acele etmez. Eğer tevbe ederlerse, onlara karşı mağfiret sahibidir. Yok eğer, zulümlerini arttırırlar ve tevbe etmezlerse, O, ikâbı şiddetli olandır"olması niçin mümkün olmasın? Muarızlar tarafından sorulan bu suallerden birincisine şöyle cevap verilebilir: Cezanın geciktirilmesi, "mağfiret" olarak isimlendirilmez. Aksi takdirde, "Bütün kâfirler, Allahü teâlâ onların cezalarını ahirete bıraktığı için mağfurdurlar" demek gerekirdi. İkinci hususa da şöyle cevap verilir: Cenâb-ı Allah ayetteki affedicilik vasfı ile zatını övmüştür. Kendini methetmek ise, ancak bir lütuf ve ikram ile olur. Ama, zaten vâcib olan, yapılması gereken bir şeyle, övünülmez. Siz "Mûtezile'ye göre, küçük günahların bağışlanması, zaten vacibtir. Üçüncüye ise şöyle cevap verilir: Biz, ayetin zahirinin, günah işliyorken, mağfiretin meydana geldiğini ifâde ettiğini anlatmıştık. Keza, günaha devamın tevbenin mevcudiyetini önlediğini de açıklamıştık. Böylece bu soruların hepsi düşer ve bizim söylediklerimiz doğru olur. Münkirlerin Başka Mucize istemeleri 7"O inkâr edenler: "Ona Rabbisinden bir mucize indirilmeli değil miydi?" der. 'Sen, ancak bir uyarıcısın, her kavim için de bir hidayet rehberi bulunmuştur". Bil ki Allahü teâlâ, kâfirlerin önce, hasrı ve neşri inkâr etmelerinden ötürü, Hazret-i Peygamber'in nübüvvetini inkâr etmiş olduklarını; ikinci olarak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onları uyardığı, başlarına gelecek ve köklerini kazıyacak bir azabın inmesine dâir bildirdiği şeyin doğruluğunu inkâr ettikleri için, yine O'nun nübüvvetini inkâr etmiş olduklarını; üçüncü olarak da, ondan mucize ve deliller istemek sureti ile, nübüvvetini inkâr etmiş olduklarını anlatmıştır. İşte bu ayette anlatılan, bu üçüncü husustur. Bil ki bunun sebebi şudur: Onlar, Kur'an-ı Kerim'in bir mucize oluşunu inkâr ederek, "Bu, diğer kitaplar gibi bir kitaptır. Bir kimsenin, bir kitap yazması ve bir kitap getirmesi, kesinlikle bir mucize olmaz. Mucize, ancak Mûsa ve İsâ (aleyhisselâm.)'nın mucizeleri gibi olur" dediler. Peygamberimizin Kur'an'dan Başka Mucizeleri Bil ki, bazı kimseler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğruluğu hususunda Kur'an'dan başka bir mucizenin zuhur etmediğini iddia etmişler ve "Bu söz ancak O'nun etinde, başka mucizelerin zuhur etmemesi durumunda, Kur'an'ın da bir mucize olduğunu inkâr etmeleri halinde doğru olur. Çünkü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in elinden, başka mucizelerin de ortaya çıktığını kabul etmemiz halinde, müşriklerin, "Ona Rabbisinden bir mucize indirilmeli değil miydi?" demeleri imkansız olurdu. İşte bu da gösterir ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Kur'an'dan başka mucizesi yoktur" demişlerdir. Bil ki buna şu iki yönden cevap verilir: 1) Belki de, bu ifadeden maksad, müşriklerin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den müşahede etmiş oldukları, hurma kütüğünün inlemesi, parmakları arasından sular fışkırması ve azıcık bir yiyecekle çok sayıdaki insanı doyurması şeklindeki mucizelerinin dışında, başka mucizeler istemiş olmalarıdır. Böylece onlar, bunların dışında, denizin, bir asanın vurulması ile yarılması ve asanın bir ejderhaya dönüşmesi şeklinde, Hazret-i Peygamberden mucizeler istemişlerdir. İmdi eğer, "Allahü teâlâ'nın onları mahrum edip, böylesi mucizeler vermemesinin sebebi nedir?" denilirse, deriz. ki: "Çünkü Hak Teâla, bir mucize gönderdiği zaman aslında maksad tamamlanmış olur. Binâenaleyh Kur'an'ın zuhuru (kendisi) zaten bir mucize olduğu halde, başka mucizeler istemek bir tahakküm (keyfine göre hüküm verme) olmuş olur. Halbuki Kur'an ortada iken daha başka mucize istemeye gerek yoktur. Yine belki de, Allahü teâlâ, istedikleri mucizeler zuhur ettikten sonra da, onların inad ve küfürlerinde ısrar edeceklerini, o zaman da köklerini kesecek bir azaba müstehak olacaklarını biliyordu. İşte bundan ötürü, istedikleri şeyi onlara vermemiştir. Allahü teâlâ bu hususu, "Eğer Allah onlarda bir hayır görseydi, elbette onlara duyururdu. Kulaklarına (bunu) soksaydı bile, yine onlar muhakkak ki yüz çevirici olarak arkalarını dönerlerdi" (Enfal, 23) diyerek beyân etmiş ve böylece o mucizelerden istifâde edemiyeceklerini bildiği için, istediklerini onlara vermediğini bildirmiştir. Bir de, bu kapıyı açmak, sonu olmayan bir şeye götürür. Şöyle ki: Peygamber bir mucize getirdiği zaman, birileri çıkar başka bir mucize ister. Bu ise, peygamberlik iddiasının düşmesini gerektirir. Bu da batıldır. 2) Belki de kâfirler, bu sözü, diğer mucizeleri görmeden önce söylemişlerdir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, kâfirlerin bu durumunu nakledince, "Sen, ancak bir uyarıcısın, her kavim için de bir hidayet rehberi bulunmuştur" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Kıraat imamları, vasıl (geçiş) halinde (......) kelimesinin tenvinli okunacağı ve (kelimenin aslındaki) yâ harfinin hazfedileceği hususunda İttifak etmişlerdir. Vakf (durma) halinde, nasıl okunacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Buna göre, İbn Kesir, yâ harfi üzerinde vakfederek (durarak), diğer kıraat imamları ise, yâ'sız olarak vakfederek okumuşlardır. Bu, İbn Füleyh'in, İbn Kesir'den naklettiği hafiflik için okunan kıraattir. Ayetin birkaç şekilde tefsiri yapılabilir: İkinci Mesele 1) Bundan murad şudur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendi kavmi için bir uyarıcı ve onlar için hükümleri bir beyân edicidir. Ondan önce her kavmin de, bir hidayet rehberi, bir uyarıcısı ve bir davetcisi vardı. Hak teâlâ mucizeler göstermek hususunda, peygamberlerin hepsini eşit kılmıştır. Ama ne var ki o husûsi mucizenin kendisine verilmesini hak etmiş olduğu için, her kavmin belli bir yolu ve tarzı vardı. Bundan ötürü Musa (aleyhisselâm) zamanında hâkim olan şey sihir olduğu için, Allahü teâlâ, Musa (aleyhisselâm)'nın mucizesini, kavminin anlayışına ve tarzına en uygun olan hususta vermiştir. Yine İsâ (aleyhisselâm) zamanında tıp revaçta olduğu için, O'nun mucizesini de o konuda vermiştir ki, bu da, Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'nın ölüleri diriltmesi, anadan doğma kör ve alacalıları iyileştirmesidir, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) devrinde ise, belagat ve fesahat hâkim olduğu için, Hak teâlâ, O'nun mucizesini de, o zamana uygun olan bir biçimde vermiştir. Bu da, Ku'an'ın fesahat ve belagatıdır. İşte Araplar, anlayış ve tarzlarına son derece uygun olduğu halde, bu mucizeye iman etmediklerine göre, diğer mucizeler zuhur ettiğinde, onlara hiç imân etmezler. İşte bu Kâdi'nin yaptığı bir açıklama olup, sözün kendisi ile uyumlu olduğu doğru ve güzel bir izahtır. 2) Ayetin manası şöyledir: "Kâfirler, Kur'an'ın bir mucize olduğunu inkâr etmiyorlar. Binâenaleyh, bundan ötürü kalbin sıkışmasın. Sen ancak bir uyarıcısın. Görevin, onların kalblerinde iman hasıl oluncaya kadar, uyarmaya (inzâra) devam etmektir. Sen, onlara güç yetiremezsin. Her kavmin bir hidayet rehberi vardır. Onlar. ancak Allah'ın hidâyeti yaratması .ile, onları hidayete erdirebilirler." Buna göre ayet. "Sana düşen ancak, uyarmadır. Hidayete gelince, o, Allahü teâlâ'dandır" demek olur. Bil ki ayetlerin zahirini benimseyen müfessirler, bu hususta birkaç görüş zikretmişlerdir: a) Münzir (uyarıcı) ve hâdî (hidayet rehberi) aynı şeydir. Buna göre ifâdenin manası, "Sen ancak bir uyarıcısın. Aynı şekilde her kavmin de bir uyarıcısı vardır. Onlardan herbirinin mucizesi, diğerininkinden başkadır" şeklindedir. b) "Münzir (uyarıcı) Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem); Hâdî ise, Allahü teâlâ'dır." Bu mana, İbn Abbas (radıyallahü anh), Sâ'id b. Cübeyr, Mücâhid ve Dahhâk'dan rivayet edilmiştir. c) Buradaki "münzir" Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir, "Hadi" (hidayet rehberi) ise, Hazret-i Ali'dir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), elini Hazret-i Ali'nin göğsüne koydu ve "Ben münzirim" dedi. Sonra da Hazret-i Ali'ye işaret ederek, "Sen de hadisin (hidayet rehberisin).Benden sonra, hidayete erecekler, senin sayende hidayete ereceklerdir" Allah'ın İlminin Genişliği 8Âyetin tefsiri için bak:10 9Âyetin tefsiri için bak:10 10"Allah, her dişinin neye gebe olduğunu, rahimlerin neyi eksik, neyi fazla yapacağını bilir. O'nun nezdinde her şey bir ölçü iledir. O, görünmeyeni de, görüneni de bilendir. Çok büyüktür, her şeyden yücedir. Sizden, sözünü gizleyen de, açıkça söyleyen de, gece (karanlığında) gizlenen de, gündüz yoluna giden de, (O'nun ilminde) birdir". Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Ayetin, önceki ayetlerle ilgi ve münasebeti ile ilgili birkaç izah şekli vardır: 1) Allahü teâlâ o kâfirlerin, Hazret-i Peygamber'in getirdiğinden başka mucizeler getirmesini istediklerini nakledince, bu ayette de, kendisinin herşeyi bildiğini, binâenaleyh onların doğruyu bulmak ve gerçekten açıklanmasını istemek için mi; yoksa işi yokuşa sürüp, inadlaşmak için mi başka mucize istediklerini; bu mucizeler zuhur ettiği zaman bunlardan yararlanacaklar mı, yoksa ısrarlarını ve kibirlerini mi artıracaklar. Bütün bunları Hallerinden bilir. Eğer Allahü teâlâ, onların bu mucizeyi, doğruya ulaşmak, hakikâtin beyân edilmesini taleb etmek ve daha çok yararlanmak gayesi ile istediklerini bilse idi, yani durum böyle olsaydı, o mucizeleri verir, onları bundan muhrum bırakmazdı. -akat Allah onların bunu sırf inad için istediklerini bildiği için, onları bundan mahrum Dirakmıştır ki, bu, Cenâb-ı Hakk'ın şu ayetlerinde ifâde edildiği gibidir: "(Müşrikler): Ona, Rabbisinden, bir mucize indirilse ya" derler. Deki: "Gayb, ancak Allah'ındır. Bekleyin (görürsünüz)" (Yûnus,20). "O'na Rabbisinden ayetler (mucizeler) indirilmeli değil miydi?" dediler. De ki: "O, ayetler ancak Allah nezd'indendir" (Ankebut, 50) 2) Ayetin, daha önceki kısımla münasebeti şudur: Allahü teâlâ, ba'sin (ölümden sonra dirilişin) inkârı hususunda, "Eğer şaşıyorsan, asıl şaşılacak olan, onların şu sözüdür" (Rad, 5) buyurmuştu. Çünkü onlar canlıların bedenlerinin parçaları, cesetlerin dağılması ve ufanması zamanında birbirine karıştığı ve birbirinden ayrılması mümkün olmadığı için, öldükten sonra dirilmeyi inkâr ediyorlardı. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, nerşeyi bilmeyen birisinin, bunları birbirinden ayırdedemeyeceğini, ama her şeyi bilen zatın bütün bunları birbirinden ayırdedebileceğini beyân buyurmuştur. Daha sonra ise, her dışının neye gebe olduğunu ve rahîmlerin neyi zayi edip neyi artıracağır bildiğini beyan ederek, kendisinin bütün herşeyi bildiğine istidlal etmişir. 3) Bu ayet, kendinden önceki, "Senden iyilikten önce çarçabuk kötülük isterler (Rad, 6) ifâdesi ile ilgilidir. Buna göre ayetin manası şöyledir: "Allahü teâlâ herşeyi bilir Binâenaleyh azabı da, faydalı olduğunu bildiği kimse için indirir." Allah, en iyi bilendir. İkinci Mesele Ayetteki, ifâdesindeki mâ edatları, ya ism-i mevsuldürler, ya da mâ-i masdariyyedirler. İsm-i mevsul oluşlarına göre mana: "Allah her dişinin gebe olduğu çocuğun, hangi cinsten, yani erkek mi, dişi mi, tam mı yoksa noksan mı, güzel mi, yoksa çirkin mi; uzun mu, yoksa kısa mı olacağını ve mevcut ve ileride ortaya çıkacak hallerini bilir" şeklinde olur. Rahimlerin Zayi Ettiği veya Artırdığı Şey Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Rahimlerin neyi zayi edeceğini (bilir)" buyurmuştur. Gayd masdarı, fiili müteaddi veya lazım sayılsın "noksanlık manasınadır. Arapça'da, "Su eksildi ve ben suyu eksilttim" manasında, denilir. Hak teâlâ'nın, "su (çekildi, eksildi)" (Hûd, 44) ayeti de bu manayadır. Tefsir edilen ayette ise "Rahimlerin neyi zayi ettiğini bilir" kastedilmiştir. Fakat "hu" zamiri mahzuftur. Cenâb-ı Hak, daha sonra "neyi artıracağım da (bilir)" yani, "rahimlerin neyi fazla yapacağını da bilir" demiştir. Nitekim sen, "Ondan, hakkım olanı aldım, şu kadar da fazladan aldım" dersin. "ilaveten dokuz yıl daha kaldılar" ayeti de, bu manayadır. Alimler, rahimlerin neyi artırıp eksilttiği, fazla veya eksik yaptığı hususunda şu değişik görüşleri ileri sürmüşlerdir: 1) Doğacak çocuğun sayısı hususunda... Çünkü rahim, bazan bir, bazan iki, bazan üç, bozan dört çocuğa gebe olur. Rivayet edildiğine göre, Şüreyh, anasının karnındaki dört çocuktan birisi idi. 2) Çocuk bazan eksik, bazan tam olarak doğar. 3) Çocuğun ana karnındaki müddeti, bazan dokuz ay, bazan daha fazla dur. Ebu Hanife'ye göre bu müddet, iki seneye kadar; imam Şafiî'ye göre, dört: İmam Malik'e göre beş seneye kadar uzayabilir. Rivayet olunduğuna göre, Dahhâk iki senede doğmuştur. Herem b. Heyyan da, annesinin karnında dört yıl kaldığı için, sanki ihtiyarlamıştır. Bundan ötürü ona Herem (ihtiyar) denilmiştir. 4) Kan hususunda. Çünkü kan (nifas kanı) bazan çok, bazan az olur. 5) Allahü teâlâ, çocuk tam teşekkül etmeden, düşük olarak doğması sebebi ile, rahimin noksan yaptığı işi ve tam doğması sebebi ile de, fazla olarak yaptığı işi bilir. 6) Allahü teâlâ, hayız kanının zuhur etmesi ile, noksantaşan şeyi bilir. Çünkü hamilelik esnasında kan gelirse, rahimdeki çocuk zayıtnoksan olur. Meydana gelen bu noksanlık kadar, bu noksanlığın telafisi için, hamilelik müddeti uzayabilir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: "Hamilelik müddeti esnasında bir gün dahi (hayız) kanı aksa, hamilelik müddeti, bunu telâfi edebilmek için ve iş normal olsun diye, bir gün artar." 7) Hayz kanı, kadının karnında (rahminde) toplanan bir fazlalıktır. Onun damarları bu fazlalıklarla dolunca taşar, dışarı çıkar ve bu fazlalıklar o damarların içinden dışarı akar. Bu maddeler akınca, bu damarlar bir kez daha bu maddelerle dolup tasar. Bütün bunlar, biz, mâ kelimesinin ism-i mevsûl olduğunu söylememiz halindedir. Ama biz mâ'nın masdariyye olduğunu söylersek, bu durumda mana şöyle olur: "Allahü teâlâ, her dişinin hamile kaldığı (şeyi) bilir. Yine, rahimlerin eksilttiğini de bilir. Rahimlerdeki o şeyin gerek fazlalaşması, gerek eksilmesi, gerek vakitleri, gerekse halleri hususunda hiçbir şey ona gizli kalmaz." Her Şey Ölçü İledir Cenâb-ı Hakk'ın "Onun nezdinde her şey bir ölçü iledir" buyruğunun manası şudur: "Herşey bir ölçü ve sınır, had iledir ki, o sının ne aşabilir, ne de ondan geri kalabilir." Bu, "şüphesiz ki biz her şeyi bir takdir ile yarattık" (Kamer, 49) ayeti ile Furkan sûresinin başındaki, "O her şeyin mukadderatını tayin etmiştir",3) ayetinde olduğu gibidir. Bil ki, ayetteki "Onun nezdinde her şey bir ölçü iledir" buyruğundaki "nezdinde oluş", bilme manasında olabilir. Buna göre ayetin manası, "Allahü teâlâ, her şeyin kemmiyetini ve keyfiyyetini açık ve mufassal bir biçimde bilir" şeklinde olur. Durum böyle olunca, bu malûmatta bir değişikliğin meydana gelmesi imkânsız olur. Yine ayetteki indehû "nezdindedir" ifâdesinden muradın, Allah, "her hadis" varlığa ezelî meşîeti ve sermedî iradesiyle, belli bir vakit ve muayyen bir hal tahsis edip vermiştir" şeklinde bir mana olması da muhtemeldir. İslâm filozoflarına göre Allahü teâlâ, küllî şeyler (eşya) vaz edip onlara kuvvet ve özellikler yerleştirdi ve onları hususî ölçülerle takdir edilmiş olan hareketlerinden, belli cüz'î haller ve mukadder hususî münâsebetler ortaya çıkacak bir biçimde hareketlendirmiş, tahrik etmiştir. Bu ayetin muhtevasına, kulların fiilleri, halleri ve düşünceleri de dahildir. Bu, Mu'tezile'nin görüşünün batıl ve yanlış olduğunu gösteren en kuvvetli delillerdendir. Âlimu'l-gayb Veş-Şehâde Ne Demektir? Sonra, Cenâb-ı Hak,,görünmeyeni de görüneni de bilendir" buyurmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh) "Allahü teâlâ bununla, insanlara göre "gayb" olan şeyleri müşahede edip bildikleri her şeyi bilmekte olduğunu beyan etmektedir"der.Vahidî de: "Buna göre, buradaki "gayb" kelimesi "gâib" manasına (kaybolan, gâib olan) manası kasdedilen bir masdardır. Şehâde kelimesiyle de "şâhid" manası murad edilmiştir" demiştir. Alimler, "gâib" ve "şâhid' ile neyin kasdedildiği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları: "Gâib, malûm olan, şâhid de mevcûd olandır" demişlerdir. Bazıları da: "Gâib, hislerden, idrâkten uzak olan; şahit ise, hazır ve mevcut olandır" demiştir. Diğer bazıları ise: "Gâib, insanların bilmediği; şâhid de bildiği şeylerdir" demişlerdir. Biz de diyoruz ki: Malûmat, iki kısımdır: Ma'dûmat (bulunmayanlar) ve mevcudat (bulunanlar). Ma'dûmata gelince, onlardan bazısının vücûd bulması imkânsız iken, bazılarının ise vücud bulması imkânsız değildir. Mevcudat da iki kısımdır: 1) Yok olması imkânsız olan mevcudat; 2) Yok olması imkânsız olmayan mevcudat. İşte, bu dört kısımdan her birinin, kendine has hüküm ve özellikleri vardır ve hepsi de, Allah'ın malûmudur. Aynı zamanda hocam olan babam, Ebu'l-Kasım Ensarî vasıtasıyla İmamul-Haremeyn 'in (Allah hepsine rahmet eylesin) şu sözünü nakletmişti: "Allah'ın, sonsuz malûmatı ve bilgisi vardır. Yine, Allah'ın, bu malûmatlardan her biri hakkında, yine sonsuz başka malûmatları da vardır. Çünkü Cenâb-ı Hak, cevher-ferdin (atomun) halinden, onun bedel yoluyla, nihayetsiz mekânlarda bulunabileceğini ve keza bedel yoluyla, nihayetsiz sayıdaki sıfatlarla da mevsûf olabileceğini bilir. Allahü teâlâ, her hali ve durumu, tafsilatlı olarak bilir." İşte bütün bu kısımlar, "O, görünmeyeni de, görüneni de bilendir" ifâdesinin kapsamına dahil olmaktadır. El-Kebiru'l-Müteâl Vasıfları Sonra, Cenâb-ı Hak, bunun peşinden el-Kebir "Çok büyüktür" ismini getirmiştir, Allahü teâlâ yücedir; O'nun, cüsse, cisim ve miktar bakımından büyük olması imkânsızdır. Binâenaleyh, ilahi kudret ve ölçüler açısından büyük olması.Daha sonra Cenâb-ı Hak kendisini el-Müteâl "her şeyden yücedir" diye vasfetmiştir. O, kendisi için caiz olmayan ve düsünülemeyen her şeyden münezzehtir. Bu, Allahü teâlâ'nın, zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde (noksanlıklardan) münezzeh olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh, ayet-i kerime, Allah'ın kâmil bir ilim ve tam bir kudret ile mevsûf olduğuna, kendisine yakışmayan her şeyden beri olduğuna delâlet eder. Bu da O'nun, kâfirlerin inkâr ettiği "ba's"e, istedikleri mucizeleri getirmeye ve acele ettikleri o azabı vermeye kadir olduğunu gösterir. Ama O, bir kavim için ilahî meşîetine göre; başka bir kavim için de maslahattan dolayı bu azabı geciktirir. İbn Kesir, bu müteâl sıfatını, vakıf ve vasıl halinde aslına uygun olarak yâ ile, (......) şeklinde okumuştur. Diğer kıraat âlimleri de, tahfif gayesiyle, her iki durumda da yâ'nın hazfiyle okumuşlardır. Allah'ın İlminin Genişliği Sonra Allahü teâlâ, kendisinin her şeyi bilmekte olduğunu tekid etmek için "Sizden, sözünü gizleyen de, açıkça söyleyen de, gece (karanlığında) gizlenen de, gündüz yoluna giden de, (O'nun ilminde) birdir" buyurmuştur. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Ayetteki sevfiun kelimesi, iki kişiyi gerektirir: Meselâ sen, Zeyd ve Amr eşittir" dersin. Sonra, bu kelimeyle ilgili iki izah vardır: 1) Sevâûn kelimesi masdardır eşit olan, eşitlik sahibi" manasındadır. Nitekim sen, aynı manada olmak üzere, zû adlin (adalet sahibi) yerine "Zeyd ve Amr, çok adildir" dersin. 2) Bunun, ism-i fâit olarak müstevî anlamında olması da muhtemeldir. Bu duruma göre burada bir takdir yapmaya gerek yoktur. Fakat Sîbeveyh, demeyi hoş karşılamamıştır. Çünkü ism-i failler nekire (belirsiz) oldukları zaman mübtedâ olmazlar. Ama bir kimse, "Aksine bu mana daha uygundur; çünkü, sözü bu manaya hamletmek, aslın hilâfına olan bir takdirde bulunma zaruretini ortadan kaldırmaktadır" diyebilir. İkinci Mesele Âyetteki (......) kelimeleriyle alâkalı iki görüş bulunmaktadır: Birinci Görüş: Arapça'da "falan şeyi gizledim, onu gizliyorum-gizlemek; o da gizlendi" "Falanca falancadan gizlendi, saklandı" denilir. deyimine gelince, Ferrâ ve Zeccâc şöyle demişlerdir: "Bu deyim, gündüzün, açıkça kendi yolunda giden kimse" anlamındadır. Arapça'da, "Onun yolu boşaldı, açıldı" denilir. Ezheri de şöyle der: "Araplar yani "Deve, açıktan, arazide istediği yere çekip gitti" denilir. Bunu anladığın zaman, bil ki ayetin manası, "İnsan, ister karanlıklar içinde gizlenmiş olsun, isterse açıkça yollara düşmüş olsun; Allahü teâlâ bütün bu durumların hepsini ihata etmiş olarak bilir" şeklindedir. İbn Abbas: "Bu, Allah kalbferin gizlediğini ve lisanların açıkça söylediğini bilir" manasındadır derken, Mücahid: "Allah, gecenin karanlıkları içinde kötülüklere yönelen kimseyi de bilir, yine gündüzün ortasında peşipeşine bunları işleyen kimseyi de bilir" demektedir. İkinci Görüş: Bu görüşü Vahidi, Ahfeş ve Kutrub'dan nakletmiştir. Buna göre bunlar, zahir ve aşikâr olan; "sarib" ise gizlice saktı olan anlamındadır. Bu manada Arapça'da "falan şeyi ortaya çıkardım, onu izhâr ettim" denilir. Yine "falan şeyi ortaya çıkardım" manasında denilir. Mezar soyguncusuna da, müstahfi denilir. "Sarib" kelimesi de, "gizlenen" anlamındadır. Giren kimseyede, "serib" denilir. Vahşi hayvanlar inlerine girdiği zaman denilir" demişlerdir. Vahidî şöyle demiştir: "Bu izah, tügat bakımından daha doğrudur. Ama tercihe şayan olan, birinci görüştür. Çünkü, müfessirlerin ekserisi, birinci görüşte, mutabıktırlar. Bir de, leyl (gece) kelimesi gizlenmeye, gündüz kelimesi ortaya çıkmaya ve görünmeye delâlet eder. İnsandan Ayrılmayan Melekler 11"Onun, önünde arkasında, kendisini Allah'ın emriyle gözetleyecek takibçi (melekler) vardır. Bir kavim, kendilerinde olan durumu değiştirip bozmadıkça, hiç şüphesiz Allah da onu değiştirip bozmaz. Allah bir kavmin de fenalığını diledi mi, artık onu geri çevirmeye hiçbir çare yoktur. Onlar için, O'ndan başka bir velîde yoktur". Bil ki, lehû kelimesindeki zamir, geçen ayetteki "Sizden, sözünü açıkça söyleyen de" ifadesindeki men ism-i mevsûllerine râcidir. Bunun, ifadesindeki lafza-i celâle raci olduğu da söylenmiştir. Buna göre mana, "Allah'ın ta'kibçi (melekleri) var" şeklinde olur. Ayetteki, "Mu'akkıbâf kelimesinin aslının, şeklinde olması mümkündür. Buna göre te harfi kâf harfine idğam edilmiştir. (Tevbe, 90) ayeti de böyledir. Bu ayetteki (......) kelimesi, (özür dileyenler) manasınadır. "Mu'akkıb" kelimesinin, "peşinden giden, takib eden" manasına olması da muhtemeldir. O halde, herşeyin "mu'akkibi" onu takib eden, ondan sonra gelen şey demektir. Her iki izaha göre de, mana aynıdır. Bunu iyice kavradığında biz diyoruz ki: Ayette bahsedilen "mu'akkıbât" sözü ile ilgili şu iki izah yapılmıştır 1) Alimlerin çoğunun benimsedği meşhur görüşe göre, bununla "hafaza melekleri" kastedilmiştir. Hafaza meleklerini, şu iki sebebten ötürü, mu'akkıbât (takipçiler) diye nitelemek uygun olmuştur; a) Onlardan gece görevli olanların, gündüz görevli olanları; yahut da gündüz görevli olanların, gece görevli olanları takib etmeleri, yani onlardan sonra gelip nöbeti devralmaları sebebi ile. b) Yahut da onların, kulların yaptığı amelleri takib etmeleri ve o amelleri yazıp Kaydetmeleri sebebiyledir. Bir iş yapıp, tekrar aynı işe yönelen kimse, o işi ta'kîb etmiş olur. Buna göre, "mu'akkıbât" sözü ile gece ve gündüz (insanın amellerini yazan ve onu koruyan) melekler kastedilmiştir. İnsanla Beraber Olan Yirmi Melek Hazret-i Osman (radıyallahü anh)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir."Ey Allah'ın Resulü! Bana, bir insan için ne kadar meleğin görevlendirildiğini söyle" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Bir melek sağındadır. O, senin hasenatını (iyiliklerini, iyi amellerini) yazar. Bu melek, aynı zamanda senin solunda bulunan meleğin emîri (reisi)dir. Binâenaleyh bir iyilik yaptığında, obuna, karşılık on katı sevab yazar. Ama bir kötülük işlediğinde, solda bulunan, sağda bulunana, "Yazayım mı?" diye sorar. O da, "Hayır, (bekle). Belki tevbe eder" der. Soldaki melek üç defa böyle deyince, sağdaki, "Evet, (artık) yaz. Allah bizi ondan kurtarsın. O, ne kötü bir arkadaş. Ne kadar az Allah'ı görüp gözetiyor ve bizden ne az utanıyor" der. Bunlardan başka önünde ve arkanda iki melek daha var. Bunlar, Hak teâlâ'nın: "Onun (insanın) Önünde ve arkasında, kendisini Allah'ın emriyle gözetleyecek ta'kibçi (melekler) var" ayetinde bahsedilenlerdir Bir melek de, senin perçeminden (kâkülünden) tutmuştur. Sen, Rabbine boyun eğip itaat ettiğinde, başını yukarı kaldırır; isyan edip, başım diktiğinde, başını yere çeker ve indirir (zelil eder). İki melek de, senin dudaklarında bulunur. Bana getirdiğin, söylediğin salât-u selamları yazar, kaydederler. Bir melek de. ağzının içinde bulunur ve ağzından içeri, yılanların çıyanların girmesine engel olur. İki melek de. iki gözünün üzerinde bulunur, işte bunlar, her insan ile birlikte bulunan toplam on melektir. Gece melekleri, gündüz melekleri ile nöbet değişirler. Böylece, her insan üzerinde (görevli) yirmi melek bulunur" buyurmuştur. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Aranızda gece ve gündüz ta'kibte olan melekler vardır. Onlar sabah namazı ve ikindi namazı vaktinde (günde iki kere); nöbet değişimi için bir araya gelirler." İşte, "Sabah namazını da (edâ et). Çünkü sabah namazı şâhidlidir" (isra, 78) ayeti ile murad edilen şâhidiik budur. On gece meleğinin yukarı çıktığı esnada, on gündüz meleğinin yere indiği de söylenmiştir. İbn Cüreyc bu ayetin, tıpkı "Hem sağında, hem solunda oturan iki de (melek) vardır" (Kaf, 17) ayeti gibi olduğunu, sağdakinin iyilikleri, soldakinin ise kötülükleri yazıp tesbit ettiğini söylemiştir. Mücahid de: "Her insan ile birlikte, onu. uykusunda ve uyanık halinde, cinlerden, diğer insanlardan ve haşerâttan koruyan bir melek vardır" demiştir. Muakkıbât Niçin Münnes Getirildi? Ayetle ilgili birkaç soru vardır: Birinci Soru: "Melek" kelimesi müzekkerdir. Binâenaleyh niçin, "mu'akkıbât" diye, cemi müennes sigasıyla zikredilmiştir? Cevap: Bu hususta iki izah vardır: 1) Ferrâ şöyle demiştir: "Mu'akkıbât kelimesi, aslında müzekkerdir. Çünkü, "melâike"nin cem'i (çoğulu), "mu'akkıbe" şeklindedir. Daha sonra bu kelime, ikinci kez "mu'akkıbât" diye cemilenmiştir. Bu tıpkı, "Sa'd'ın oğulları ve Bekir'in adamları" denilmesi gibir. "Ricalât", rical (adamlar) kelimesinin çoğuludur. Bunun müzekker olduğuna, ayetteki fiilinin cemi müzekker sigasıyla getirilmiş olması da delâlet eder." 2) Ahfeş'in görüşüne göre, bu ta'kib işi o meleklerce çokça yapıldığı için, (bunu ifâde eden) "mu'akkıb" kelimesi müennes olarak kullanılmıştır. Mesela, aslında müzekker olduktan halde, nessâbe, (neseb âlimi) ve allâme (çok bilgin) kelimeleri de, müennes olarak kullanılmıştır. İkinci Soru: Mu'akkıb meleklerin, insanın önünde ve arkasında olması ne demektir? Cevap: Gece gizlenen ve gündüz yoluna giden insanları, bazan mu'akkıb melekler sarar ve ona o insanın yaptığı ve söylediği herşeyi tastamam sayar, dökerler. Onların gözünden, insanın hiçbir ameli ve sözü kaçmaz, onlar hepsini yazar, zaptederler. Bazı alimler, "Aksine bundan murad, "onlar, o kimseyi, önünden ve arkasından gelecek hertürlü tehlikeden korurlar. Çünkü gündüz yoluna giden, işlerine sa'y-ü gayret gösterdiği için, önünden ve arkasından bir şey gelmesinden sakınır" demişlerdir. Üçüncü Soru: Ayetteki "Allah'ın emriyle" ifâdesi ile, ne murad edilmiştir? Cevap: Ferra, bu hususta şu iki görüşü ileri sürmüştür: 1) Ayette, bir takdim-tehir vardır ve takdiri, "Onu, Allah'ın emri ile gözetleyen ta'kibçi melekler vardır, onlar onu muhafaza ederler" şeklindedir. 2) Burada bir hazf vardır, yani "Bu muhafaza, Allah'ın ermindendir; emrettiği şeylerdendir" demektir. Binâenaleyh bu cümlenin ismi (mübtedası) hazfedilmiş, haberi kalmıştır. Nitekim, kesenin üzerine, "Bunun içinde ikibin (lira) var" manasında, sadece "ikibin" yazılır. Burada İbnü'l-Enbârî'nin söylediği bir üçüncü izah daha vardır: Buradaki min harf-i cerri, "bâ" (ile) harf-i cerri manasına olup ifade, "Onlar onu Allah'ın emri ve yardımı ile korurlar" demektir. Bunun böyle olduğunun delili, ne meleklerden, ne de insandan hiç birinin, hiçbir kimseyi Allah'ın emrinden ve takdirinden korumasının mümkün olmayışıdır. O Meleklerin Görevlendirilmelerinin Hikmeti Dördüncü Soru: O meleklerin, biz insanlar üzerine vazifeli kılınmasının hikmeti nedir? Cevap: Bu, beklenmeyen bir soru değildir. Çünkü müneccimler, her günün (işlerinin) yönetilmesinin bir yıldıza ait olduğu görüşünde ittifak etmişlerdir. Her gecenin (işlerinin) tedbiri de, yine aynı şekilde bir yıldıza aittir. Müneccimlere göre, yıldızların ruhları olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh bu farklı farklı tedbir ve idareler, gerçekte o ruhlara aittir. Müneccimlerin görüşüne göre, ay, Hilac ve Kethüda (yıldızlarına) ait tedbirler hususunda söylenecek söz de aynıdır. Büyücülerin dilinde bu söz yaygındır. İşte bundan ötürü sen onların, "Bana gökteki ruhanî bildirdi" dediklerini görürsün. Onlar "gökteki ruhanî" sözü ile her insanın, işlerini gören bela ve âfetlerini savuşturan felekî bir ruhunun bulunmasını kastederler. Bu, eski felsefeciler ile (yıldızlara bakıp) ahkâm kesenler arasında ittifak edilmiş bir husus olunca, bunun şeriatta yer alması nasıl tuhaf görülebilir? Bu hususta sözün özü şudur: Beşeri ruhlar da, cevherleri karakterleri bakımından, farklı farklıdırlar. Bundan dolayı bazıları hayırlı (iyi), bazıları şerli (kötü), bazıları aziz, bazıları zelil, bazılarının kahri (gücü) ve hükümranlığı kuvvetli, bazılarınınki zayıf ve tesirsizdir. Beşerî ruhların durumu böyle olduğu gibi, felekî ruhların durumu da böyledir. Her hususta ve her vasıfta, felekî ruhların beşeri ruhlardan daha kuvvetli olduğunda şüphe yoktur. Beşerî ruhların her bir grubu, felekî ruhlardan bir ruhun terbiyesi (tesiri) altında oldukları ve karakterleri ile özellikleri bakımından o feleki ruha benzedikleri için, belli karekter ve vasıflarda müşterektirler. O beşeri ruhlar, sanki o feleki ruhun çocukları gibidir. Durum böyle olunca, o felekî ruh, o beşerî ruha her işinde yardımcı olmuş, faydalı şeylere iletmiş ve onu her türlü afet ve belâlardan korumuş olur. Bu, muhakkik felsefecilerin ileri sürmüş olduğu bir görüştür. Durum böyle olunca da, şeriatın bahsettiği bu mu'akkıb melekler meselesinin hepsi nezdinde geçerli olduğunu anları:. Binâenaleyh şeriatın, böyle birşeyi getirmiş olması nasıl yadırganabilir? Ayrıca o meleklerin, insanoğluna has ve vazifeli kılınıp, onlara hükümran hae getirilmesinin, yukarıda bahsedilen hususların dışında, şu gibi birçok faydası vardır: 1) Şeytanlar, insanı şer ve günah olan şeylere çağırırlar. Melekler ise hayır ve taat olan şeylere çağırırlar. 2) Mücahid: "İnsan uyurken ve uyanıkken, kendisini cin ve insanlardan koruyan bir meleğin onunla birlikte bulunduğunu" söylemiştir. 3) Biz bazan sebepsiz yere durup dururken insanın kalbine bir niyetin geldiği' sonra da kalbine gelen o şeyin kendisi için faydalı ve hayırlı bir sebeb olarak ortaya çıktığını; bazan da bunun, o insanın bir belâya ve günaha düşmesine bir sebeb olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Böylece ilk şeye davet edenin, onun hayrını ve İyiliğin istediği; ikincisine davet edenin ise, onun kötülüğünü ve sıkıntısını istediği ortaya çıkmış olur. Binâenaleyh birincisinin, hidayet rehberi olan bir melek; ikincisinin ise,dalâlet edici olan bir şeytan olduğunu anlarız. 4) İnsan, amellerini meleklerin yazıp kaydettiğini bilince; bu bilme insar günahlardan daha fazlaleyhisselâmakınmasına sebeb olur. Çünkü meleklerin yüceliğine ve mertebelerinin üstün olduğuna inanan kimse, bir günah işleme gayretine girip, meleklerin de kendisini müşahede ettiklerini bilince, meleklerden utanma hissi, o insanı o günaha yönelmekten alıkor. Bu tıpkı o insanın saygı duyduğu bir başka insandan dolayı o günahı işlemekten utanmasına benzer. İnsan amellerini, meleklerin tek tek saydığını bildiğinde, bu bilme insanı günahtan alıkoyan birşey olur. Yine insan günahlarını onların yazdığını bildiğinde, bu alıkoyuculuk daha mükemmel olur. İşlerin Kaydedilmesinin Hikmeti Beşinci Soru: Amellerin yazılmasının faydası ve hikmeti nedir? Biz deriz ki: Bu hususta birkaç mukaddime vardır: Birinci Mukaddime: Bu meleklere "Ketebe Melekleri" denmesi, onların yazıc olmalarından ötürüdür. Kelamcılar şöyle demişlerdir: O sayfaların yazılmasının hikmeti, terazinin iki kefesinden birisinin diğerine baskın-ağır geldiğinin anlaşılmas için, tartılmasıdır. Zira, taat kefesi ağır geldiğinde, muhlûkat tarafından o kimsenin cennetlik olduğu; bunun zıddı ise, o kimsenin cehennemlik olduğu anlaşılmış olur Kâdî bunun uzak bir ihtimal olduğunu söyleyerek şöyle der "Çünkü deliller, herbr insanın, araştırılıp incelendiğinde, ölümünden önce onun saîd kimselerden veya şaki kimselerden olduğunun anlaşılacağına delâlet etmektedir. Bunu anlamak, tartıya bağii değildir." Kadî, daha sonra bu görüşüne de cevap vererek şöyle der: "Rivayet edip anlattığımız şeyin, o kimsenin Allah'ın cennetteki velî kullarından olduğunun büyük bir kitle tarafından anlaşılması esnasında, onun sevinmesine sebep olacak bir işter dolayı olması da imkânsız değildir. Bunun zıddı da, Allah'ın düşmanları hakkında söz konusudur." Bu Konuda Feylesofların Görüşleri İkinci Mukaddime: Bu, İslâm filozoflarına ait bir görüştür. Buna göre, kitabet (amellerin yazılması işi), hususî manaların bilinmesi için, tstılâh olarak îcad edilmiş birtakım hususî nakış ve çizgilerden ibarettir. Biz, o nakışların, bizzat o manalara ve o şeylerin zâtlarına delâlet ettiğini farzettiğimizde, o yazma işi daha kuvvetli ve daha mükemmel olmuş olur. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki: İnsan, herhangi bir işi defalarca yaptığında, onu çokça yapmasından dolayı o kimsede kök salmış olan güçlü bir meleke meydana gelmiş olur. Binâenaleyh, o meleke, faydalı ameller sebebiyle ruhani mutluluklara, faydalı olan amellerden dolayı sevinen bir meleke olursa, onun o kimsenin ölümünden sonra manevî mutluluklar vesilesiyle duyacağı sevinç büyük olur. Yok, eğer o meleke, ruhani hallere zarar verici bir meleke olursa, o kimsenin ölümünden sonra o haller sebebiyle duyacağı zarar da büyük olur. Bunun da böyle olduğu sabit olunca, biz diyoruz ki: Çokça tekrar, o kök salan melekelerin tahakkuk etmesine sebep olunca, tekrar tekrar yapılan her bir amelin, o kök salan melekenin tahakkuk etmesinde bir tesiri olur. Bu tesir, her ne kadar hissolunmasa dahi, gerçekte mevcuttur. Bunun böyle olduğunu anladığında, insanın her an, her hareket ve sükûnunda, onun nefs cevherinde, az veya çok, ya mutluluk eserlerinden bir eser, veyahut da şekavet eserlerinden bir eser gelmiş olur. İşte onlara göre, o amellerin yazılmasından kastedilen budur. İşlerin hakikatini en iyi bilen Allah'dır. Bütün bu izahlar, biz, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onun, önünde ve arkasında, takipçiler vardır" -özünü melekler anlamına aldığımız zaman söz konusudur. 2) Bu da, İbn Abbas, (radıyallahü anh)'dan nakledilmiş olup, Ebu Müslim el-İsfehani'nin tercih ettiği görüştür. Buna göre bu ifâdeden şu kastedilmiştir: "Allah'ın ilminde gizli ve açık birdir. O halde, gecenin karanlığında gizlenen ile, yardımcılar ve muavinlerle desteklenerek gündüzleyin yolunda gidenler, ancak hükümdarlar ve komutanlardır. Binâenaleyh, geceye iltica eden kimse, Allah'ın emrinden kurtulamaz. Gündüzün muâkkiblerle -ki bunlar da bekçiler ile onu koruyan yardımcılardır- hareket eden kimseyi, onun bekçileri Allah'tan kurtaramaz." O halde, ayette geçen muakkib, "yardımcı" anlamındadır. Zira, şu bunu gördüğünde, mutlaka bu da onu görür. Böylece de, onlardan her birinin gözü, diğerinin gözünü takib etmiş olur. Binâenaleyh bu takibçiler, Allah'ın kaza ve kaderinden kurtaramazlar. Onlar, hizmet ettikleri o kimseleri, Allah'ın kaza ve kaderinden kurtaracaklarını zannetseler bile buna asla kadir olamayacaklardır. Bu açıklamanın gayesi, hükümdarları, emirleri ve büyük kimseleri, kötülüklerden kurtarmayı, Allah'ın hıfz ve korumasından taleb edip beklemeye ve o kötülükleri def etme hususunda kendi yardımcıları ve destekçilerine dayanmamaya sevkedip teşvik etmektir: İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah hemen bunun peşinden, "Allah, bir kavmin de fenalığım diledi mî artık onu geri çevirmeye hiçbir çare yoktur" buyurmuştur. Küfran Olmadıkça Nimet Geri Alınmaz Cenâb-ı Hakk'ın "Bir kavim, kendinde olan durumu değiştirip bozmadıkça, hiç şüphesiz Allah da, onu değiştirip bozmaz" buyruğuna gelince, bu hususta, bütün müfessirler bundan muradın, "Allah, onlardan isyan ve fesatların zuhur etmesi durumu hariç, onlardan intikam almak suretiyle içinde bulundukları nimetleri değiştirmez" manası olduğunu söylemişlerdir. Kâdi demiştir: "Ayetin zahiri, ancak bu manaya gelebilir. Zira Allah, dünyada olan nimeti, kullardan gelen bir sebep olmaksızın verir. Yalnız, cezalandırma böyle değildir. (Ceza, ancak kuldan gelen bir duruma karşılık verilir.) Çünkü Allahü teâlâ, gerek dini, gerekse dünyevî nimetleri sebep olmaksızın (hak edilmeksizin) verir ve bu hususta dilediğini, dilediğinden üstün kılar. Şu halde Hak teâlâ'nın ayette bahsettiği "değiştirme"den muradı, helak etme ve cezalandırmadır." Sonra müfessirler ihtilaf etmişler ve bazıları, "Bu söz, daha önce geçen "(Müşrikler) senden, iyilikten önce çarçabuk kötülük isterler "(Rad, 6) ayeti ile ilgilidir. Binâenaleyh Allah Tealâ, o müşriklerin başına, onların küfür ve günahta ısrar edecekleri iyice belli oluncaya kadar, köklerini kazıyacak bir azab indirmeyeceğin beyan etmiştir" demişlerdir. Hatta bunlar şöyle de demişlerdir: "Onların içinde, ileride iman edecek kimseler olduğu veya onların soyundan iman edecek kimselerin geleceği bilinir ise, Hak teâlâ onların kökünü kurutacak bir azab indirmez." Diğer bazılar "Aksine ayetteki bu ifâde, mutlak manası üzere geçerlidir ve bundan murac "alabildiğine fesada dalmış ve Allah'a kulluk etmede yollarını bozup değiştirmiş her kavimden, Allah nimetlerini giderir (geri alır) ve onların üzerine çeşit çeşit azablar indirir" manasıdır" derlerken, bazı alimler de şöyle demişlerdir: "Bu kavimlerin içinde yaşamakta olan mü'minler de, bazan o azaba dûçâr olurlar." Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Eğer insanlar bir zalimi görür ve ona engel olmazlarsa, Allah'ın herkese şâmil bir azab indirmesinden korkulur." Ebu Ali el-Cübbâî ve Kâdî, bu ayeti iki meselede delil getirmişlerdir: Allahü teâlâ, babalarının günahları yüzünden, müşriklerin (küçük iken ölen) çocuklarına azab etmez. Çünkü onlar. Allah'ın kendilerinde olan hiçbir nimetini değiştirmemişlerdir ki, Allah da onların halini, nimetten azaba değiştirsin. Onlar (muhtemelen ehl-i sünnet'i kastederek) şöyle demişlerdir: "Ayet, Cebriye'nin şu şekildeki: "Kul, daha baliğ olur olmaz, ondan ileri gelen bir sebep olmaksızın, Allah onu saptırıp hidayetten mahrum bırakabilir. Bu ise, cezalandırmaktan daha müthiştir. Üstelik kulun tağyiri (bozması) da sözkonusu değildir" görüşünün yanlışlığına delildir. Cevap: Ayetin zahiri, Allah'ın bu "değiştirme" meselesindeki fiilinin, kulun "değiştirme" fiilinden sonra olduğunu gösterir. Ama "Siz, Allah dilemedikçe, dileyemezsiniz" (insan, 76) ayeti, kulun fiilinin, Allah'ın fiilinden sonra olduğuna delâlet eder. Böylece sanki bir tearuz ortaya çıkmaktadır. Cenâb-ı Hak, "Allah bir kavmin de fenalığını diledi mi, artık onun reddine hiç bir (çare) yok" buyurmuştur. Alimlerimiz, bu ayeti kulun fiillerinde bağımsız olmadığına delil getirerek şöyle demişlerdir: Çünkü kul, kâfir olduğunda, Allahü teâlâ'nın, o kulun dünyada ayıplanmaya, âhirette de cezaya müstehak olduğuna hükmedeceğinde şüphe yoktur. Binâenaleyh kul şayet imanı elde etmede bağımsız olsa idi, o zaman Allah'ın, kendisi hakkında irâde ettiği şeyleri reddetmeye de kadir olurdu. Bu durumda Hak teâlâ'nın, "Allah bir kavmin de fenalığını diledi mi, artık onun reddine hiç bir (çâre) yok" buyruğu geçersiz olmuş olurdu. Böylece önceki ayet, her nekadar Mu'tezile'nin görüşü lehine bir delil ihtiva ediyor gibiyse de, bu ayetin de bizim (ehl-i sünnet) mezhebinin doğruluğuna delâlet eden en kuvvetli delillerden biri olduğu sabit olur. Dahhâk, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın: "O mu'akkıb (takibçi melekler) hiçbirşeyi savuşturamaz" dediğini; Atâ da yine İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın: "Allah'ın bununla, benim azabımı geriye çevirecek olan, benim hükmümü bozacak hiç bir şey yoktur" manasını kastetmiştir" dediğini rivayet etmiştir. Cenâb-ı Hak, "Onlar için O'ndan başka bir veli de yoktur" yani,,Allah'ın dışında onlara veli olacak, Allah'ın kaza ve kaderini onlardan savuşturabilecek hiç kimse yoktur" buyurmuştur. Bu, "onların işlerini deruhte edecek ilâhî azabı onlardan defedecek bir sahib ve yardımcıları yoktur" demektir. 12Âyetin tefsiri için bak:13 13"O, size korku ve ümid salarak şimşeği gösteren ve ağır bulutlan peydah edendir. Gök gürültüsü hamd ile, melekler de O'nun korkusu ile O'nu testik ederler. O, yıldırımlar gönderip, onunla kimi dilerse çarpar öldürür. Halbuk onlar Allah hakkında mücâdele edip duruyorlar. O, kudret ve azabında çetindir". Bil ki Allahü teâlâ, kullarını, geriye çevrilmesi mümkün olmayan şeyi başlarına getirmekle tehdid edince, bunun peşinden bu ayeti getirmiştir. Bu ayet, şu üç şeyi ihtiva etmektedir: a) Allah'ın kudret ve hikmetinin delillerini. b) Bunlar, bazı bakımlardan nimet ve ihsana benzerler. c) Bazı bakımlardan da azaba ve kahra benzerler. Bil ki Allahü teâlâ burada şu dört şeyden bahsetmiştir. Birincisi, şimşektir. Bu, ayetteki, size korku ve salarak şimşeği gösterendir" ifâdesi ile anlatılmaktadır. Bu ifade ile ilgili birkaç manto vardır: Birinci Mesele Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Ayetteki, "havf" ve "tan kelimelerinin mansub oluşu hakkında şu izahlar yapılmıştır: 1) Bunlar mef'ûl-ün leh olamazlar. Çünkü bunlar, mu'allel olan fiilin failinin işi değildirler. Bunların başına ya bir muzaf takdir edilerek, meşe "Korku ve ümid salmayı istediği için" denilerek, yahut da, bunlar "korkutmak ve ümid ettirmek için" manasında ancak mef'ûlün leh olabilirler. 2) Bunlar, "berk" (şimşek) kelimesinden hat olarak mansubturlar. Bu durumda, şimşeğin bizzat kendisi korku ve ümid olmuş olur. Buna göre bunların takdiri ya, "korku ve ümit sahibi" şeklinde olur, yahut da, "korkutarak, ve ümid vererek" şeklinde olmuş olur. 3) Bu iki kelime, muhatabların 'hafi olarak mansubtur, yani "onlar korkarak ve ümid ederek" demektir. Şimşeğin korku ve ümid oluşu hususunda şu izahlar yapılmıştır: 1) Şimşek çaktığında, yıldırım düşmesinden korkulur ve yağmur yağması ümid edilir. Nitekim şâir el-Mütenebbi "Yağmur yüklü siyah bulutlar gibi bir delikanlı. Ondan hem korkulur, hem de ümit beklenir. Tıpkı, buluttan hem hayat umulması, hem de yıldırımlarından korkulması gibi" demiştir. 2) Mesela yolcu ve torbasında hurma ile kuru üzüm bulunan bir kimse gibi, yağmurun yağmasında zararı olanlar, yağmurdan korkar; yağmurun yağmasında faydası olanlar da onu ümid edip beklerler. 3) Dünyada gerçekleşen herşey, kimilerine göre en hayırlı, kimilerine göre de en şerli şeylerdir. İşte yağmur da, ister zaman, ister mekan cihetinden olsun, ona tam o zaman muhtaç olanlar için en hayırlı, yağmurdan zarar görecek kimseler için de en şerli birşey olur. Üçüncü Mesele Bil ki, şimşeğin meydana gelmesi, Allah'ın kudretine delâlet eden, enteresan bir delildir. Bunu şöyle izah ederiz: Bulutların, birtakım sıvı ve nemli parçalar ile, kuru ve yaktcı parçalardan meydana gelmiş cisimler olduğunda şüphe yoktur. Yine Bulutun galib özelliğinin, o sıvı parçaları olduğunda şüphe yoktur. Su, soğuk ve nemli; ateş ise kuru ve yakıcı bir maddedir. Taban tabana zıd olan iki şeyden birinin diğerinden meydana gelmesi, aklın kabul edeceği birşey değildir. Binâenaleyh zıddı zıddan meydana getirecek; hür ve irade sahibi bir failin mutlaka olması gerekir. Buna göre şayet, "Niçin şöyle demlemesin: Rüzgar, bulutun kütlesinin içine girmiş ve soğuk da bulutun dış yüzeyini kaplamıştır. Böylece bulutun dış yüzeyi âdeta donmuştur. Sonra bu rüzgar, bulutu zorlayarak paramparça etmiştir. Böylece bu şiddetli parçalanmadan, sert bir hareket meydana gelmiştir. Bu sert hareket, ısınmayı doğurur ki, iste şimşek budur" denilirse, buna şöyle cevap verilir: Söylediğiniz henjey, aklın hilafınadır. Bu hususu, birkaç şekilde izah edibitiriz: a) Eğer durum böyle olsaydı, "her nerede ve her ne zaman bir şimşek meydana gelirse, mutlaka bir gök gürültüsü de meydana gelir. Gök gürültüsü ise, o bulutun parçalanmasından meydana gelen sestir" denilmesi gerekirdi. Halbuki durumun böyle olmadığı malumdur. Çünkü çoğu kez, peşisıra bir gök gürlemesi olmaksızın şimşek çakabilir. b) Bu hareketin çok kuvvetli olması sebebiyle, meydana gelen ısınma, bulutur soğukluğunu gerektiren, o sıvı özelliğinin zıddıdır. Bu kuvvetli zıd mevcud olduğuna göre, bulutta daha nasıl o kuru ve yakıcı özellik bulunabiliyor? Aksine biz diyoruz ki, büyük ateşler bile, üzerine su döküldüğünde söner. Halbuki bulutun tamam aslında sudur. O halde, o bulutta daha nasıl, zayıf da olsa bir ateş şulesi meydana gelebiliyor? c) Size göre, ateşin rengi yoktur. O halde, farzet ki o bulutun parçaları sebebiyle meydana gelen mevcut kuvvetten dolayı bir ateş meydana geliyor. Fakat ateşin o kırmızı rengi nereden peydah oluyor? Böylece, onların ileri sürdüğü sebebin zayi' olduğu ve sırf su olmasına rağmen bulutun kütlesinde meydana gelen ateşin ancak hakîm ve kadir bir kudret sayesinde olabileceği anlaşılır. İkincisi, ayetteki "(O) ağır bulutlan peydah edendir" buyruğu ile anlatılan husustur. Keşşaf sahibi şöyle der: "Sehâb, cins ismi olup, müfredi, "sehâbetün" (bir bulut)dur. "Sikâl" ise, "sakıyletün" (ağır) kelimesinin çoğuludur. Çünkü sen tıpkı, (......) dediğin gibi, "Ağır bulut ve ağır bulutlar" da dersin." Bulutların ağır oluşu, taşıdıkları sudan dolayıdır. Bil ki bu da, Allah'ın kudret ve hikmetinin delillerindendir. Çünkü bulutun o sıvı cüzlerinin, ya hava boşluğunda meydana geldiği, yahut da yeryüzünden yükseldikleri söylenebilir. Binâenaleyh eğer birincisi olursa, onların o boşlukta meydana gelmelerinin, hakîm ve kadir bir var edicinin onları var etmesi ile olması gerekir ki, elde etmek istediğimiz netice budur. Yok eğer ikinci ihtimal, yani onların yeryüzünden yükselmiş olmaları ihtimali söz konusu olursa, bu hususta, "O sıvı parçacıkları soğuk hava tabakasına ulaştıklarında donarlar ve böylece ağırlaşırlar, daha sonra da yeryüzüne düşerler" denilmesine gelince, biz deriz ki: "Bu, yanlıştır. Çünkü yağmurlar farklı farklıdırlar. Bazan damlalar büyük, bazan küçük; bazan birbirine yakın, bazan uzak; yağmurun uzun zaman yağmasında olduğu gibi bazan uzun süreli, bazan kısa süreli olur. Binâenaleyh yeryüzünün ve buharları ısıtan güneşin karekteri ayrı (değişmez) olmasına rağmen yağmurların değişik şekillerde olması, mutlaka hür ve irade sahibi bir yaratıcının tahsisi ile (bu özellikleri onlara vermesi) ile olmalıdır. Hem sonra tecrübeler de, duâ ve niyazın, yağmurun yağmasında büyük bir tesirin olduğuna delalet etmektedir. İşte bundan ötürü yağmur namazı meşru kılınmıştır Binâenaleyh yağmurun yağmasında müessir olanın, tabiat ve onun özelliği değil, hür ve irade sahibi bir failin kudreti olduğunu anlıyoruz. Üçüncüsü, bu ayette zikredilen "ra'd" (gök gürültüsü)dür. Cenâb-ı Hak, "Gök gürültüsü hamd ile, melekler de O'nun korkusu ile O'nu tesbih ederler" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili şu görüşler söylenmiştir: 1) Ra'd, bir meleğin adıdır. Gök gürültüsü ile işitilen ses ise, o meleğin Cenâb-ı Hakk'ı tesbih edişinin sesidir. Ibn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bir yahûdi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, gök gürültüsünün ne olduğunu sormuş. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ra'd, elinde ateşten mızrak bulunan ve onlarla bulutlan Allah'ın dilediği yere sürüp götüren, bulutlar üzerinde görevli bir melektir" Tirmizi, tefsir, 14 (5/294); Müsned 1/274. buyurdu. Bunun üzerine onlar, "O halde, duyduğumuz o ses ne?" dediklerinde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "O da, onun bulutlan sürmesidir " buyurdu. Hasan 'nin, "O, Allah'ın yarattığı bir vardıktır, ama bir melek değildir" dediği rivayet edilmiştir. Bu görüşe göre, "ra'd", bulutlar üzerinde görevli olan melektir, gök gürültüsü de, onun Allah'ı tesbih edişidir. O sese de, "ra'd" denmiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edilen şu husus da bunu tekid eder: İbn Abbas, bir gök gürültüsü duyduğunda, "Ey Ra'd, senin tesbih ettiğin Allah'ı, ben de tesbih ederim" derdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allah ağır bulutlan yarattı. Onlar, en güzel bir şekilde konuşur, en güzel bir biçimde gülerler, onların konuşması, gök gürültüsü; gülmesi de şimşektir." Müsned, 5/435. Bil ki bu, uzak bir ihtimal değildir, çünkü ehl-i sünnete göre, hayatın bulunması için, mutlaka bir bünye şart değildir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, bulutun parçalarında hayatı, ilmi, kudreti ve konuşmayı yaratması uzak bir ihtimal değildir. Buna göre duyulan ses, bulutun bir işidir. Hem bu, nasıl uzak görülebilir ki? "Semender" Matbu nüshada böyle ise de, doğrusu Semenderdir. Bu: "küçük bir kurtçuk olup ateşi söndüren bir sıvı salgılar. Bu sebepten ateşte yanmadığı söylenir." (Müncid), ateşten; kurbağanın soğuk sudan; büyük kurtçukların, uzun zaman beklemiş kardan meydana geldiklerini görmekteyiz. Hem, Hazret-i Dâvud (aleyhisselâm) zamanında dağların; Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında da çakıl taşlarının Allah'ı tesbih etmeleri akıldan uzak görülmediğine göre, bulutların tesbihi nasıl uzak görülebilir? Bu görüşe göre, ister bir melek olsun, ister başka birşey olsun, "ra'd" denen şey hakkında iki görüş vardır: 1- O, bir melek değildir. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu kelime üzerine 'Ve melekler" diye, melekleri atfetmiştir. Halbuki ma'tûf, matufun aleyhden başka bir şeydir. 2- Bunun, melekler cinsinden olması da uzak bir ihtimal değildir. Hak teâlâ'nın "Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e, Mîkâil'e düşman olursa" (Bakara, 96) ve "Biz, peygamberlerden, senden, Nûh'dan, İbrahim'den misâk almıştık" (Ahzab. 7), ayetlerinde de olduğu gibi, Cenâb-ı Hak "ra'd"i, şerefini göstermek için ayrıca bizzat zikretmiştir. 2) Ra'd, o belli (gök gürültüsü) sesin adıdır. Bununla beraber "o ses", Allahü teâlâ'yı tesbih eder. Çünkü tesbih, takdis ve benzeri şeyler ancak, Allahü teâlâ'yı takdis ve tenzih manasında olan bir lafzın bulunmasıdır. Binâenaleyh o sesin meydana gelmesi, noksanlıktan ve mümkin bir varlık olmaktan münezzeh olan bir zâtın mevcudiyetine delil olunca, gerçekte bu bir tesbih olmuş olur ki, " Hiçbirşey hâriç olmaksızın, herşey O'nu hamd ile tesbih eder" (isra, 44) ayetinin anlattığı mana da budur. 3) Ra'd'in tesbih etmesinin manası, onu (gök gürültüsünü) duyan insanların Allah'ı tesbih etmeleridir. İşte bu sebebten ötürü, insanların bu tesbihi gök gürültüsüne (ra'd'a) nisbet edilmiştir. 4) Sûfilere göre "ra'd", meleklerin sesleri; "berk" (şimşek) ise, kalelerinin ve gönüllerinin sıcak nefesleri; yağmur da, onların gözyaşlarıdır. Eğer, "Ra'd ne demektir?" denilirse, deriz ki: Bu hususta geniş izahı, (Bakara, 19) ayetinin tefsirinde yapmıştık. Cenab-ı Allah, "Melekler de O'nun korkusu ile (onu tesbih ederler)" buyurmuştur. Bil ki bazı müfessirler şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ bu "melekler" ile, "Ra'd"in yardımcısı olan melekleri kastetmiştir. Çünkü Allahü teâlâ, Ra'd adlı o meleğe, yardımcılar vermiştir. O halde, bu ifadenin manası, "O melekler de, Allah korkusu ve haşyetinden ötürü, Allah'ı tesbih ederler" şeklindedir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "O melekler, Allah'dan korkarlar, ama insanların korkusu gibi değil, çünkü onlardan hiçbiri, sağında ve solunda kimin olduğunu bilemez ve onları, yeme, içme ve başka birşey Allah'a ibadetten alıkoyamaz." Bil ki muhakkik feylesoflar "Bu ulvî neticeler, ancak semavî ve ruhanî bir güç ile tamamlanır. Binâenaleyh bulutların, kendilerini idare eden belli bir semavî ruhu vardır. Rüzgar ve benzeri diğer gök hadiselerinin durumu da aynıdır" demişlerdir ki bu, "Ra'd, Allah'ın bir meleğinin adıdır ve o, Allah'ı tesbih eder" diye naklettiğimiz görüşün aynısıdır. O halde, işte bu ibare ile müfessirlenn ifade ettikleri görüş, muhakkiklerin feylesoflardan naklettikleri şeyin aynısdır. O halde bunu inkâr etmek, aklı olana nasıl yakışır? Dördüncüsü; Bu ayette zikredilen delillerin dördüncüsü, Hak Teâla'nın ıteî ""O, yıldırımlar gönderip, onunla kimi dilerse çarpar öldürür" ayeti ile ifâde ettiği şeydir. Bil ki, "savâik"in manasını daha önce, Bakara suresinde, (Bakara, 19) zikretmiştik. Müfessirler bu ayetin, Âmir b. et-Tufeyl ile, Lebîd b. Rabi'a'nın kardeşi Erbet b. Rabia hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir: Bu ikisi, mahkemeleşmek için diye Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelmiş, ama aslında onu öldürmeyi planlamışlardı. Erbet b. Rabî'a "Rabbimizi bize anlat. O bakırdan mı, yoksa demirden midir?" demişti. Geriye dönünce, üzerine bir yıldırım düşmüş.onu yakmıştı. Allah, Âmir'e de, tıpkı bir deve hastalığı gibi bir hastalık vermiş, o da Benû Selûl'den bir kadının evinde ölmüştü. Bil ki "yıldırım" işi, gerçekten enteresandır. Çünküobazan buluttan çıkar. Buluttan indiği zaman ekseriya denize dalar ve denizin derinliklerindeki balıklan yakar. Feylesoflar, onun kuvvetini anlatmada mübalağa etmişlerdir. Bunun Allah'ın kudretine delil getirilişinin izahı şöyledir: "Ateş, sıcak ve kurudur. Onun tabiat ve karakteri bulutun tabiat ve karakterine zıddır. Binâenaleyh sıcaklık ve kuruluk bakımından bulutun tabiatının, alıştığımız ve bildiğimiz ateşin tabiatından daha zayıf olması gerekir. Fakat durum böyle değildir. Çünkü o (yıldırım), bu dünyanın ateşinden daha kuvvetlidir. Binâenaleyh onun, bu özelliğe sahib oluşunun, mutlaka bir fâil-i muhtarın, bu özelliği ona vermesi ile olması gerekir. Bil ki Allahü teâlâ bu dört delili zikredince, "Halbuki onlar Allah hakkında mücâdele edip duruyorlar" buyurmuştur. Allah Tealâ, "Allah, her dişinin neye gebe olacağını bilir" (Ra'da, 8) buyurarak ilminin kemalini beyân etmiş idi. Bu ayette de, kudretinin kemâlini beyan etmiştir. "Onlar ise Allah hakkında mücâdele edip duruyorlar " yani "O kâfirler ise, bu delillerin ortaya çıkmasına rağmen, Allah hakkında hâlâ mücâdele ediyorlar" demektir. Bu, birkaç manaya gelebilir: 1) Bundan maksat, "Rabbimizi bize anlat, O, bakırdan mı, demirden mi?" diyen kâfirin sözüne reddir. 2) Bununla, o kâfirlerin, öldükten sonra dirilmeyi, haşri ve neşri kabul etmeme hususundaki mücâdelelerini reddetme manası kastedilmiştir. 3) Bununla, onların (Kur'an'dan) başka mucize istemeleri reddedilmiştir. 4) Bununla, onların (çarçabuk) başlarına kökünü kazıma azabının gelmesini istemeleri reddedilmiştir. Bu ifadenin başındaki "vâv" (ve) edatı ile ilgili olarak şu iki görüş belirtilmiştir: a) Bu, vâv-ı haliyyedir ve ifâdenin manası, "Yıldırım, Allah'ın dilediği kimselere onlar Allah hakkında mücâdele ederken, çarpar öldürür" şeklindedir. Çünkü Erbet Allah hakkında mücâdele ettiği zaman, yıldırım çarpıp onu öldürmüştür. b) Bu, vâv-ı isti'nâfiyedir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki o delilleri zikrettikten sonra, "Onlar Allah hakkında mücâdele edip duruyorlar" demiştir. Daha sonra Cenâb-ı Allah, "O, kudret ve azabında çetindir" buyurmuştur. "Mihâl" kelimesi ile ilgili bazı izahlar yapılmıştır: İbn Kuteybe şöyle demiştir: "Bunun başındaki mim harfi, zâid ilâve olup, kökü masdarıdır. Bunun bir benzeri de, "mekân" kelimesinin başındaki "mim" harfidir." Ezheri ise şöyle demiştir: "Bu görüş yanlıştır. Çünkü bir kelime, "misâl" gibi, "fi'âl" vezni üzere olur ve başında meksûr bir mim bulunursa bu mim kelimenin aslî harflerinden olur, mihâd (beşik), midâs (yatak) ve midâd, (hokka) kelimelerinde olduğu gibi. Alimler, bu kelimenin, kökünün ne olduğu hususunda şu değişik görüşleri ileri sürmüşlerdir: 1) Bunun, bir kimse bir başkasını yakalayıp, padişaha götürerek, onu ölümle yüz yüze getirdiğinde söylenen (......) deyiminden ve hile yollarına başvurup, bu hususta gayret gösteren kimse için söylenen (......) ifâdesinden alınma olduğu söylenmiştir. Buna göre kelimenin manası "Allahü teâlâ'nın, düşmanlarına karşı hile ve tuzağı, cezası ve ikâbı çok güçlüdür. Onları, hiç beklemedikleri bir şekilde helak eder" şeklindedir. 2) Mihâl, şiddet ve sıkıntı manasınadır. Kıtlık ve sıkıntı yıllarının da, "senetü'l-mahl" diye isimlendirilmesi bu yüzdendir. Yine aynı kökten olarak, "Falancaya mukavemet ettim, bakalım hangimiz daha şiddetli imişiz" denilir. Ebu Müslim ise, bu kelimenin, mahl masdarından, fi'âl vezninde "şiddet-kuvvet" manasında bir isim olduğunu, bu veznin karşılık ve ceza verme manasında kullanıldığını söylemiştir. Buna göre sanki mana, "Allah'ın karşılık ve ceza vermesi çok şiddetlidir" şeklinde olur. Bu hususta müfessirlerin değişik izahları vardır: Mesela Mücahid ve Katâde. buna, "kuvveti çok çetin"; Ebu Ubeyde, "ikâbı çetin"; Hasan el-Basri, "intikamı çetin"; İbn Abbas da, "engellemesi çetin" manalarını vermişlerdir. 3) İbn Arefe şöyle demiştir: "Arapça'da, "mücâdele etti" manasında, (işi ile uğraştı) denilir. Binâenaleyh ayetteki bu ifade, "mücâdelesi çok çetin olan" demektir. ç) Bazı âlimlerin, bu ifâdeye, "kini ve öfkesi çetin" manasını verdikleri de rivayet edilmiştir. Ama çoğu alimler bunun doğru olmadığını, çünkü Allah için kinin düşünülemeyeceğini söylemişlerdir. Fakat biz, bu Tefsirimizde böylesi lafızlar Allah nakkında kullanıldığı zaman, bunların arazların (yani ifâde ettikleri sıfatların) başlangıçları (sebepleri) manasına değil, sonuçları ve neticelerine göre kullanıldıklarını söylemiştik. Binâenaleyh buradaki "kin" ile de, şu mana kastedilmiştir: "Allahü teâlâ, râdesi gizli olmakla beraber, o insana bu şerri (cezayı) ulaştırmayı irâde eder." 14"Hak da'vet ancak O'nundur. (Müşriklerin), O'ndan başka dua ettikleri ise, hiçbir şekilde kendilerine icabet etmez. Onlar ancak ağzına gelsin diye, suya doğru iki avucunu açan kimse gibidir ki, bu kimse asla ona ulaşamaz. Kâfirlerin duası kaybolup gitmeye mahkûmdur". Bil ki, "Hak davet ancak O'nundur" buyruğu " "Hak davet ancak Allah'ındır, Allah'a aittir" demektir. Bu ifâde ile ilgili iki bahis vardır: Birinci Bahis: Müfessirlerin. bu hususta birkaç görüşü vardır: 1) İkrime, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hak davet (gerçek dua), "Lâilâhe illallah" sözüdür." 2) Hasan el-Basri'nin görüşüne göre, "Allah, haktır. O'nun duası, yani Ona yapılan duâ da haktır." Buna göre Hasan el-Basrî sanki şu manayı imâ ediyor: Sadece Allah'a dua etmek, hak ve gerçektir." 3) Allah'a ibâdet etmek, hak ve sıdktır. Bil ki hak, mevcûd olandır. Mevcûd olan şeyler de iki kısımdır: 1) Yok olmayı kabul eden (yok olabilecek olan) kısım ki, bunun bâtıl olması da mümkindir. 2) Yok olmayı kabul etmeyen kısım ki, bu kısmın bâtıl olması mümkin değildir. İşte gerçek hak budur. Zatı itibarı ile vâcibu'l-vücûd olan mevcûd (var) olduğu zaman, yokluğu kesinlikle kabul etmez (yani onun yok olması düşünülemez). Binâenaleyh mevcudat içinde "hak" olmaya en layık olan varlık O'dur ve "hak" olmaya en layık inanç ve zikir, O'nun var olduğuna inanmak, varlığını zikretmektir. Bu izah ile sabit olur ki, varlıklar içinde O'nun varlığı gerçek "hak"tır, inançlar içinde de O'nun varlığına inanç gerçek "hak'tır. O'nu medh-ü sena etmek, ulûhiyyetini ve kemâlini itiraf etmek ve zikretmek de, zikirler içinde gerçek "hak"tır. İşte bundan dolayı O, "Hak da'vet (dua, ibadet, çağrı, isim) ancak O'nundur" demiştir. İkinci Bahis: Keşşaf sahibi şöyle demiştir: ' ifâdesi ile ilgili iki izah vardır: 1) "Da'vet" kelimesi "bâtıl"ın zıddı olan "hakk"a muzaf kılınmıştır. Nitekim bu manada "hak" lafzına, "kelimetü'l-hak" ifâdesinde "kelime" lafzı da muzaaf kılınmıştır. Bundan maksad, bu da'vetin "hak" olduğunu, batıllık emarelerinden tamamen uzak olduğunu anlatmaktır. Bu, birşeyi sıfatına izafe etmek (muzaf kılmak) çeşidinden bir izafedir. 2) "Allah" manasında olan "hak" kelimesine "da'vet"- muzaf kılınmıştır. Binâenaleyh bunun manası, "Hakka, yani duyan ve icabet eden Allah'a yapılmış olan da'vet (duâ)" şeklindedir. Hasan el-Basri'nin, "Hak, Allahü teâlâdır. O'na yapılan her duâ da hak duadır" dediği rivayet edilmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, başkaduâ ettikleri şeyler ise" yani "Kâfirterin, Allah'ın dışında duâ ettikleri ilahlar ise, "hiçbir şekilde kendilerine icabet edemezler" yani" o kâfirlerin istedikleri şeylere ancak iki avucunu, kendisine su gelsin diye suya uzatmış kimseye, suyun icabet 'etmesi (karşılık vermesi) gibi icabet ederler" buyurmuştur. Su ise cansızdır, ellerini kendisine uzatan kimseyi, onun susuzluğunu ve ihtiyacını hissetmez, görmez, o kimseye karşılık vermeye ve onun ağzına kendiliğinden ulaşmaya kadir değildir. O kâfirlerin duâ ettikleri putlar da cansızdırlar, onların dualarını duyamaz, onlara karşılık veremez ve onlara fayda vermeye kadir değildirler. Denildi ki, onların putlarına yaptıkları dualarının faydasının az oluşu, iki avucu ile su içmek isteyip, parmaklarını açarak ellerini suya uzatan (daldıran), ama avucuna su gelmeyen, böylece de su içme fiiline ulaşamayan kimsenin haline benzetilmiştir. Zira parmaklarının arası açık olduğundan suyu tutmaz (ç.) Buradaki fiil tâ'lı olarak ted'ûne (duâ ettiğiniz) şeklinde; (......) ifâdesi de tenvinli olarak, şeklinde de okunmuştur. Daha sonra Allahü teâlâ "Kâfirlerin duası kaybulup gitmeye mahkûmdur" buyurmuştur. Yani, "Boşa gitmiştir, hiçbir faydası yoktur. Çünkü onlar Allah'a duâ ederlerse, Allah onlara icabet etmez. İlahlarına (putlarına) duâ ederlerse de, putları icabet etmeye kadir olamaz" demektir. Göklerde ve Yerde Bulunanların Allah'a Boyun Eğmesi 15"Göklerde ve yerde kim varsa onlar da, gölgeleri de sabah akşam, ister istemez Allah'a secde eder". Bil ki burada bahsedilen "secde'nin manası hususunda iki görüş vardır: Birinci Görüş: Bu "secde"den murad, atnı yere koyma manasındaki secdedir. Bu manaya göre, ayetin iki izahı vardır: a) Bu, her ne kadar umûmî bir ifâde ise de, bundan murad hususî (belli) varlıklardır. Onlar da mü'minlerdir. Çünkü bazı mü'minler, Allah'a kolaylıkla ve arzu ile secde ederler. Bazı müslümanlar ise, bu kendilerine ağır geldiği için, Allah'a kerhen (zorlanarak) secde ederler. Onlar kendilerini, nefisleri istese de istemese de, bu ibadetleri yerine getirmeye zorlarlar. b) Bu ifâde umûmîdir ve bundan kastedilen mana da umûmîdir. Buna göre, ayette bir müşkil söz konusudur. Çünkügöklerde ve yerde olan herşey, Allah'a secde etmez. Aksine melekler ile cin ve insanlardan mü'min olanlar Allah'a secde ederler. Kâfirler ise secde etmezler. Buna iki şekilde cevap verilebilir: 1) "Göklerde ve yerde kim varsa onlar da Allah'a secde ederler"; yani, "Göklerde ve yerde olan her canlının Allah'a secde etmesi gerekir" demektir. Böylece gereklilik (vücûb) olma ve meydana gelme ile ifâde edilmiştir. 2) Secdeden murad, ta'zîm ve kulluğu itiraftır. Allah'ın da, "Andolsun ki onlara, gökleri ve yeri kimin yarattığını sorarsan, muhakkak "Allah" derler" (Lokman, 25) buyurduğu gibi, göklerde ve yerde bulunan her canlı, Allah'a kulluğu itiraf eder. İkinci Görüş: Secde, inkıyâd etmek, boyun eğmek ve başkaldırmam ak anlamındadır. Bu manaya göre, göklerde ve yerde olan her canlı, Allah'a secde ediyor, demektir. Çünkü O'nun, kudret ve meşieti, herkes hakkında geçerlidir. Bu hususta sözün özü şudur: Allah dışında kalan her şey, zâtı gereği mümkindir. Zâtı gereği mümkin olan varlığın mahiyeti, var olmayı veya var olmamayı aynı derecede kabul eder. Böyle olan her varlığın, varlığının yokluğuna; veya yokluğunun varlığına üstün gelmesi, ancak bir mucidin ve bir müessirin tesiriyle olur. Böylece, Cenâb-ı Hakk'ın dışında kalan her şeyin varlığı, O'nun var etmesiyle; yokluğu da, O'nun yok etmesiyle olmuş olur. Binâenaleyh O'nun tesiri, var etme ve yok etme hususunda, bütün mümkin varlıklar hakkında geçerlidir ki, işte bu da secde etmektir, tevazu, huzû ve inkıyâd demektir. Bunun bir benzeri ifâde de, Cenâb-ı Hakk'ın "Bilakis göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur.Hepsi de O'nun emrine ramdırlar" (Bakara, 116) ve "Halbuki göklerde ve yerde ne varsa (hepsi) ister istemez O'na boyun eğmiştir" (al-i imrân, 83) ayetleridir. Cenâb-ı Hakk'ın "ister istemez" ifâdelerine gelince, bununla şu murad edilmiştir: "Mesela hayat ve zenginlik gibi bazı hadiselere, insanın yaratılışı temayül eder, onu arzular. Ölüm, fakirlik, körlük hüzün, kötürüm olma ve her türlü kötülüklerden de, insanın yaratılışı nefret eder, uzaklaşır. Halbuki bütün bunlar, Allah'ın kazası, kaderi, tekvîni ve icadıyla meydana gelirler. Hiç kimsenin, bunlara karşı koyma ve bunları savuşturma gücü yoktur." Daha sonra Cenâb-ı Hak, "gölgelerinde sabah akşam" buyurmuştur. Bu hususta iki görüş bulunmaktadır; Birinci Görüş: Müfessirler şöyle demişlerdir: İster mümin isterse kâfir olsun, her şah'ın gölgesi, Allah'a secde eder. Mücâhid şöyle demiştir: Mü'minin gölgesi, Allah'a isteyerek; kâfirin gölgesi de istemeyerek secde eder. Zeccâc da şöyle demektedir: Tefsirde varid olduğuna göre kâfir, Allah'dan başkasına; gölgesi ise Allah'a secde eder. İşte bu noktada, İbnu'l-Enbari de şunu ilâve etmektedir: "Allahü teâlâ'nın tıpkı dağlara anlayış verip, böylece de o dağların Allah'ı tesbih etmekle meşgul olmaları ve Allah'ın da "Derken Rabbi o dağa tecelli edince, onu paramparça ediverdi" (A'raf, 143) buyurduğu gibi; tecellisinin o dağda zuhur etmesi gibi, Allahü teâlâ'nın dağlara, sayesinde secde edebilecekleri akıl ve anlayış vermesi ve yaratması da uzak bir anlayış değildir. İkinci Görüş: Gölgelerin secde etmesinden murad, onların bir taraftan diğer tarafa meyletmeleri, güneşin alçalmasıyla uzayıp, yükselmesiyle de kısalmalarıdır. O halde o gölgeler, uzamalarında, kısalmalarında ve bir taraftan diğer bir tarafa meyletmelerinde, Allah'a inkıyâd etmiş ve teslim olmuşlar demektir. Burada, hassaten akşamdan ve sabahtan bahsedilmiştir; çünkü gölgeler, ancak bu iki vakitte büyür ve o çoğalırlar. 16"De ki (Resulüm), "göklerin ve yerin Rabbi kimdir?" De: "Allah'dır." Söyle: "O halde O'ndan başka kendilerine bile ne bir fayda, ne bir zarar vermeye malik olmayan birtakım veliler mi, (mabûdlar mı) edindiniz?" Söyle: "Gözü görmeyenlerle, gören bir olur mu? Yahut karanlıklarla nûr bir olur mu? Yoksa Allah'a, O'nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma, kendilerince birbirine mi benzedi?" De ki: "Allah her şeyi yaratandır. O, birdir kâinatın yegâne hâkimi ve sahibidir". Bil ki, Allahü teâlâ, "ona boyun eğiyor" manasında, göklerde ve yerde bulunan her şeyin, Allah'a secde ettiğini beyan edince, putperestleri reddetmeye yönelerek "'Ve ki (Resulüm), "göklerin ve yerin Rabbi kimdir?" De: "Allah'dır" buyurmuştur. Bu cevap, kendisine sorulan kimsenin kabul edeceği, tasdik edeceği ve reddetmeyeceği bir cevap olunca, onların bunu kesinlikle inkâr etmeyeceklerine dikkat çekmek için, bu cevâbı hatırlatanın Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) olması için ona böyle demesini emretmiştir. Hak Subhanehuve Teâlâ, kendisinin, her var olanın, kainattaki her şeyin Rabbiolduğunu beyân edince, "Onlara de ki: "O halde, onlar kendileri için herhangi bir fayda ve zarara malik olmayan birer cansız varlık oldukları halde daha niçin Allah'ı bırakıp da, onları dost edindiniz?" demiştir. O putlar, kendileri için bir fayda elde etmekten ve kendilerine gelebilecek zararı da defetmekten aciz olunca, onlar, başkaları için bir fayda elde etmekten ve başkalarından zararı savuşturmaktan ise, haydi haydi aciz olurlar... Binâenaleyh onlar, buna kadir olamadıklarına göre, onlara ibâdet etmek de, mahza abes bir iş ve akılsızlık olur. Cenâb-ı Hak, bu denli açık olan deliller serdedince, bu gibi delilleri bilmeyenin, anlamayanın adetâ "kör" gibi; onları anlayanın ise, "gören" gibi; bu gibi hüccetleri bilmeyenin karanlıklarrbilenlerin ise, nurlar gibi olduklarını beyan etmiştir. Herkesin, zarurî olarak, kör olanın görene; karanlığın nura, eşit ve denk olmadıklarını bilmesi gibi; yine herkes, zarurî olarak, bu delilleri bilmeyenin, onları bilene eşit ve müsavî olmayacağını da bilir.. Hamza, Kisaî, Ebu Bekr ve Asım'ın ravisi Amr, yâ ile (......) şeklinde okumuşlardır. Zira bu fiil, cemi olan isimden önce gelmiştir. Diğer kıraat imamları ise, tâ ile testevi şeklinde okumuşlardır. Ebu Ubeyde de, bu ikinci okuyuşu tercih etmiştir. Daha sonra Cenab-ı Hak bu izahı tekid ederek, "Yoksa Allah'a, O'nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da da, bu yaratma, kendilerince birbirine mi benzedi?" buyurmuştur. Yani "Onların, Allah'ın şerikleri olduğunu iddia ettikleri bu şeylerin, Allah'ın yaratmasına benzer bir yaratmaları, mahlukları yoktur ki onlar, o putların, yaratma vasfında Allah'ın ortakları olduklarını, böylece de o putların, ulûhiyyette Allah'ın ortakları olmaları gerektiğini söyleyebilsinler. Tam aksine o müşrikler, bu putlardan, kesinlikle herhangi bir fiilin sâdır olmadığını, ne yaratmanın ne de tesirlerinin bulunmadığını zarurî olarak bilirler. Durum böyle olunca da, onların, o putların, ulûhiyyette Allah'ın ortaklan olduklarına hükmetmeleri sırf akılsızlık ve sırf cehalet olur. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Bil ki alimlerimiz, fiillerin yaratılması meselesinde bu ayetle birkaç yönden istidlal etmişlerdir: 1) Mutezile, canlıların da, tıpkı Allah'ın yarattığı hareketler ve sükûnlar gibi, birtakım hareket ve sükûnları yarattıklarını iddia etmiştir. Böyle olması halinde, onlar, tıpkı Allah'ın yaratması gibi yaratan birtakım şerikleri, Allah'a nisbet etmiş olurlar. Allahü teâlâ'nın bu ayeti, zemmetme ve kabul buyurmama sadedinde zikretmiş olduğu malûmdur. Böylece bu ayet, kulun kendi fiilini yaratamayacağına delâlet etmiş olur. Kadı şöyle demiştir: Biz her ne kadar, "kul da bir şeyler yapar ve yaratır" dediysek de, ancak ne var ki, kulun mutlak manada yarattığını söylemiyoruz. Eğer biz bunu, mutlak anlamda söylemiş olsaydık, o zaman biz, kulun, tıpkı Allah'ın yarattığı gibi yarattığını söylemezdik. Çünkü, bizden her biri, Allah'ın kudret vermesiyle yapar; o, yaptığını, menfaat elde etmek ya da zararı gidermek için yapar. Halbuki Allahü teâlâ, bütün bunlardan münezzehtir. Kulun yaratıcı olduğu takdir edilse bile, ancak ne var ki onun yaratmasının, Allah'ın yaratması gibi olmadığı sabit olmuş olur. Hem bu ilzam ve susturma, Cebriyye için de geçerlidir. Çünkü onar "Allah'ın yarattığı şeyin aynısı, kulun kesbi ve fiilidir" derler ki, bu da şirkin bizzat kendisidir. Çünkü ilâh ve kul o fiilleri yaratma hususunda, tıpkı, bir malda payları bulunan iki ortak gibidirler. Hem Allahü teâlâ bu sözü kâfirleri ayıplamak ve onların davranışlarını zemmetmek için zikretmiştir. Binâenaleyh şayet kulun fiili Allah'ın yarattığı şey olsaydı, bu kınamanın bir faydası olmazdı. Çünkü böyle olması halinde kâfirler, "Bu küfrü bizde yaratan Allah olduğuna göre, o küfrün bizde bulunması bizim fiilimiz ve ihtiyarımızla olmadığı halde, daha nasıl bundan dolayı bizi zemmeder ve bizi, cehalete ve kusura nisbet eder?" diyebilirler. Birinci Soruya Şöyle Cevap Verilir: "Halk", ya bir şeyi yokluktan varlığa çıkarmak demek, veyahut da ölçüp biçip takdir etmek demektir. Her iki manaya göre de, kulun muhdis olduğunun takdir edilmesi halinde, o kulun "hadis" olması gerekir. Ama muarızımızın," kul, her ne kadar yaratıcı ise de, ancak ne var ki onun yaratması Allah'ın yaratması gibi değildir" şeklindeki sözüne gelince biz deriz ki: "Halk", îcâd etmek, var etmek, yokluktan varlığa çıkarmak demektir. Kulun kudretine göre meydana gelen hareket, Allah'ın kudretiyle meydana gelen harekete denk olunca, o zaman, yaratılan bu iki şeyden birisinin, diğer ikincisinin misli ve dengi olacağı malumdur. Bu durumda da, "Kulun yaptığı olan bu şey, Allah'ın mahlûku olan o şeye denktir" denilmesi doğru ve yerinde olur. Ancak, diğer bakımlardan, bir farklılık ve başkalığın bulunduğunda da bir şüphe yoktur. Ancak ne var ki, diğer bakımlardan bir muhalefetin bulunması, bu yönden bir denkliğin bulunmamasına zarar vermez. İstidlal hususunda bu kadar şey kâfidir. Muarızımızın, "Bu, kulun fiili Allah'ın yarattığıdır" dedikleri için, Cebriyye için de geçerlidir" şeklindeki görüşümüze gelince, biz diyoruz ki: Bu, gerekli değildir, zira ayet, kulun yaratmasının, Allah'ın yaratmasının bir misli olmasının caiz olmayacağına delâlet etmektedir. Biz, kul için kesinlikle herhangi bir yaratmayı kabul etmiyoruz. O halde bize, böyle bir şey niye gereksin ki? Muarızımızın, "kulun fiili, Allah'ın yaratması olsaydı, o zaman, buna göre kâfirleri kınamak, tenkit etmek makul ve uygun olmazdı" şeklindeki sözüne gelince, biz deriz ki: Bunun neticesi şuna varır: Bir medh ve birzemm bulununca, kulun, fiili hususunda bağımsız olması gerekir. Halbuki bu hüküm nakzedilmiştir. Çünkü Allahü teâlâ, kâfir olarak öleceğini bildiği halde, Ebu Leheb'i, küfründen dolayı kınamıştır. Halbuki biz, Allah'ın bildiği şeyin aksinin meydana gelmesinin imkânsız olduğunu zikretmiştik. İşte, ayetle ilgili açıklamaların izahı bundan ibarettir. 2) Cenâb-ı Hakk'ın "De ki:" Allah her şeyi yaratandır" ayetinin ifade ettiği husustur. Kulun fiilinin, "şey" olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh, onun da yaratıcısının Allah olması gerekir. Muarızlarımızın bu husustaki sorulan daha önce geçmişti. 3) Cenâb-ı Hakk'ın, "O, birdir, kâinatın yegâne hakimi ve sahibidir" ayetinin ifâde ettiği husustur. Burada, Allahü teâlâ'nın hangi hususta tek olduğu sorulamaz. Daha önce bahsedilen şey "yaratmak" vasfı olunca, buradaki "vahdet'le, yaratıcılık hususundaki birlik ve vahdaniyyetin murad edilmiş olmas gerekir. Allah, kendisi dışında kalan şeyin yegane hakimidir, kantlarıdır. Bu durumda, bu ifâde de, bizim görüşümüzün doğruluğuna bir delil olmuş olur. Cehmiyye, Allahü teâlâ hakkında "şey" kelimesine kullanılamayacağını, yani, O'na şey deflemeyeceğini etmiştir. Bil ki bu münakaşa, ancak lafızda olup, bu da vasfın Allah hakkında kullanılıp kulanılamayacağı hususudur. Cehmiyye Allah'a "şey" denilemeyeceğini iddia etmiş bu hususa şu şekilde istidlal etmiştir. 1)Cenâb-ı Hak şayet "şey" olsaydı, o zaman onun, "Allah her şeyi yaratandır" ifadesinden dolayı, kendi kendisinin de yaratıcısı olması gerekirdi. Bu imkânsız olunca Allah'a "şey" denilmemesi gerekir. "Bu sınırlandırılmış bir umûm (genel) ifâdedir" de denilemez. Çünkü, tahsis görmüş umum, ancak tahsis edilen kısım, geriye kalanlardan daha düşük ve daha az olduğu zaman makbul olur. Bu tıpkı, bir kimsenin "şu narı yedim; ancak ne var ki ondan yemediğim birkaç tane düştü" demesine benzer. Burada Allah'ın zâtı, varlıkların en yücesi ve en kıymetlisidir. Binâenaleyh. daha nasıl, hakkındaki hüküm hususî olduğu halde, genel olan o lafız onu içine alabilir? 2) Cehmiyye, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onun benzeri gibisi (dahi) yoktur" (Şûra. 11) ayetine tutunmuştur. Bunlara göre ayetin manası, Allah'ın mislinin misli olan birşey yoktur. Halbuki, her hakikatin, kendisinin mislinin misli olduğu malumdur. O halde Allahü teâlâ da, kendisinin mislinin mislidir. Halbuki Allahü teâlâ, kendisinin mislinin misli olan bir şey olmadığına dikkat çekmiştir. Binâenaleyh bu da, Allahü teâlâ'ya "şey" denilemiyeceği hususunda bir nâss olmuş olur. 3) Allahü teâlâ'nın, "En güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na bunlarla duâ edin" (Araf, 180) ayetinin ifâde ettiği husustur. Bu ayet, Allah'ı ancak, en güzel isimlertt çağırmanın caiz olabileceğine delâlet etmektedir. Halbuki "şey", mevcudatın en değersizi hakkında da kullanılır. Binâenaleyh bu lâfız, güzellik ve cemâl anlamı vermemektedir. Bu sebeple bu lâfzın, en güzel isimlerden olmaması gerekir Binâenaleyh Allah'ı bu lafızla çağırmanın caiz olmaması gerekir. Ehl-i sünnet alimleri ise, Allah'a "şey" denilebileceği hususunda, O'nun, "Şahid olmak bakımından hangi şey daha büyük? De ki: "Benimle sizin aranızda Allah hakkıyla şâhiddir" (Enam, 19) ayetine tutunmuşlardır. Karşı taraf buna da, Cenab-ı Hakk'ın "De ki:"Şahid olmak bakımından hangi daha büyük?" ifadesi, cevabı verilmemiş bir sorudur. O'nun,"De ki: "Benimle sizin aranızda Allah hakkıyla şâhiddir" ifâdesi de makabtiyle alakası olmayan, yeni başlamış müstakil bir cümledir" diyerek cevap vermiştir. Mutezile, Allahü teâlâ'nın, ilmiyle değil, zâtı gereği âlim, kudretiyle değil, zâtı gereği kadir olduğu hususunda bu ayete tutunarak şöyle demişlerdir: "Çünkü, şayet Allah'ın ilim, kudret ve hayat gibi sıfatları olsaydı, bu sıfatlar, ya Allah'ın yaratmasıyla var olacak, veyahut da yaratması bulunmaksızın var olacaklardı. Birincisi batıldır, aksi halde teselsül gerekir. İkincisi de batıldır, zira Cenâb-ı Hakk'ın buyruğu, Cenâb-ı Hakk'ın hem zâtına hem de sıfatlarına şamildir. Biz bu ayetin, Allah'ın zâtı hakkında tahsis görmüş olduğuna hükmettik. Binâenaleyh bu ifâdenin, Allah'ın zâtının dışındaki hususlarda "asi" üzere kalması gerekir ki, bu "asi" da Allahü teâlâ'nın zâtının dışında katan herşeyin yaratıcısı olmasıdır. Binâenaleyh, şayet Cenâb-ı Hakk'ın ilim ve kudret gibi sıfatları olmuş olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın bunların da yaratıcısı olması gerekirdi ki, bu imkânsızdır. Mutezile, "halku'l-Kur'an" meselesinde bu ayete tutunarak şöyle demiştir: Ayet, Allahü teâlâ'nın, her şeyin yaratıcısı olduğuna delâlet etmektedir. Kur'an, Allah'ın kendisi değildir. Binâenaleyh, Kur'an'ın da mahlûk olması ve bu umûm ifâdenin muhtevasına girmiş olması gerekir. Cevap: Bu konuda en son söz şudur: Gerçi sîğa ve lafız, genel olan bir sığadır. Ancak ne var ki biz bu sîğayı, akli delillerden dolayı, Allah'ın sıfatları hakkında tahsis ederiz. (Yani O'nun sıfatlarını bu genel hükmün dışında tutmak aklen zaruridir) 17Âyetin tefsiri için bak:19 18Âyetin tefsiri için bak:19 19"O, gökten bir su indirmiştir de, vadiler, kendi miktarlarinca akmışlardır. Sel de, yüze çıkan bir köpük yüklenip götürmüştür. Bir zinet veya bir metaelde etmek için ateşte üzerine yaktıkları şeylerde de bunun gibi bir köpük, post basıl olur. işte Allah, hak ile batıla böyle bir misâl verir. Amma, derken köpük atılır gider; insanlara fayda verecek olan şeye gelince, İşte bu yeryüzünde kalır. Allah böylece misâller getirir. Rablerine icabet edenlere, en güzeli vardır. Ona icabet etmeyenler, yeryüzünde bulunan şeylerin tamamı. bir misli de beraber kendisinin olsa, onu muhakkak feda ederdi. İşte onlar hesâbm kötüsü onlar içindir. Barınakları da cehennemdir. O, ne fena yataktır. Öyle ya. Rabbinden sana indirilenin hak olduğunu bilen kimse, o kör olan kimse gibi midir? Ancak selim akıl sahipleridir ki, iyice düşünür ve idrâk eder". Bil ki Allahü teâlâ, mü'min ile kâfiri, iman ile küfrü, gören ile köre, ışık ile karanlıklara benzetince, bu sefer iman ve küfür için başka bir misal getirerek "O, gökten bir su indirmiştir de, vadiler, kendi miktarlarınca akmışlardır" buyurmuştur. Suyun dağlardan ve tepelerden alçakta olar vadilerde, o vadilerin genişliğine veya küçüklüğüne göre karar kılıp birikmesi gerekir. Yine, suyun, o vadilerden fazla olduğunda taşıp yeryüzüne yayılması, suyun üstündeki köpüğün hakkı da, etrafa dağılarak sönmesidir. Bu köpük, ister suyun kaynayıp çalkalanmasından dolayı meydana gelen bir beyazlık olsun; isterse suyun taşımış olduğu küçük ve ince maddelerden meydana gelmiş olsun birdir. Cenâb-ı Hak, suyun çok şiddetli akmasından meydana gelen bu köpüğü zikredince, ateş ile meydana gelen köpük ve tortudan da bahsetmiştir. Bu böyledir, zira, yedi maddeden her bir ya bir süs yapmak, yahut da ev işlerinde kendisine ihtiyaç duyulan eşyalardan bir eşya elde etmek için, ateşle eritildiğinde o maddeden bir tür köpük ve tortu ayrılır Bundan yararlanılmaz aksine bu zayi olur, yok olur, geriye o maddenin külü kalır. Netice olarak diyebiliriz ki: Vadilerden seller aktığında onun üzerinde köpükler olur. O köpük atılır, geriye ise su kalır. Yedi maddenin her biri de böyledir. Bu yedi maddeden her biri bir süs eşyası elde etmek veyahut da ev işlerinde kullanmak için bir mal elde edilmek istendiğinde eritilir; eritilince, onun posası ve kiri ayrılır; geriye kendisinden yararlanılacak olan o cevheri kalır. İşte Cenab-ı Hak. burada da tıpkı bunun gibi, kibriyâ, celâl ve ihsan semâsından bir su indirir ki, bu Kur'an'dır. Vadiler ise, kullarının kalbleridir. Kalbler vadilere benzetilmiştir. Çünkü tıpkı gökten iner suların vadilerde karar kılması gibi, o kalblerde de Kur'an ilimlerinin nurları karar kılıp yerleşir. Yağmur sularından her biri, o vadilerin genişliği ve darlığı nisbetinde oluştuğu, karar kıldığı gibi, burada da, her kalbte Kur'an ilimlerinin nurundan ancak, o kalbin temizliği-kirliliği, anlayışın kuvvetli veya eksik olması kabilinden, ona uygun olan şeyler yerleşir, karar kılar. Suya, erimiş yedi maddenin tortusu, pisliği karışıp onun üzerine çıktığı; sonra da o tortunun ve kirin giderek, kaybolarak, atılarak, geriye suyun cevheriyle o yedi maddenin cevherlerinin kalması gibi, burada da Kur'an'ın açıklamalarına birtakım şekk ve şüpheler karışır. Ama sonunda, o şekk ve şüpheler zail olur, silinir; geriye ilim, din, hikmet ve mükâşefe kalır. İşte bu meselin izahı ve bu meselin, getiriliş maksadına uygunluğunun izahı bundan ibarettir. Müfessirlerin pekçoğu, bu temsil ve teşbihin nasıl olduğunu beyan etmemişlerdir. Vadi Ne Demektir? Bu mesele, bu ayette geçen lafızlarla ilgilidir. Bu ayette bulunan evdiye kelimesi hakkında birtakım bahisler bulunmaktadır: Birinci Bahis: Evdiye, vadi kelimesinin çoğuludur. Vadi'nin ne demek olduğu hususunda da şu iki görüş ileri sürülmüştür; Birinci Görüş: "Vâdî" içinde suların, sellerin aktığı dağ ve tepelerden aşağıda olan mekân, boşluk demektir. Bu, bütün dil alimlerinin görüşüdür. İkinci Görüş: Sühreverdî şöyle demiştir: "Aktığı zaman su da vadî adını alır. Çıkıp aktığı için, "vedî"ye de, bu isim verilmiştir. Bu görüşe göre vadî, suyun aktığı yerin ismi olması gibi, akan suyun da ismi olmuş olur. Meşhur olan görüş, birincisidir. Ancak ne var ki böyle olması halinde, "vadîler aktı" deyimi mecazi bir ifâde olmuş olur. Buna göre kelamın takdiri "vadilerin sulan aktı" şeklinde olur. Ancak ne var ki, bu sözde muzaf hazfedilmiş, muzafın ileyh de onun yerine kaim olmuştur. İkinci Bahis: Ebu Ali el-Farisî (r.h.) şöyle demektedir: "Evdiye kelimesi vâdî kelimesinin çoğuludur. Halbuki biz cem'i (......) kalıbında olan, fâil vezninde bir isim bilmiyoruz. Bu, aynı şey hakkında, şu örneklerde olduğu gibi hem fail, hem de faîl kalıbının kullanılmasına benzer: Âlim ve alîm, şâhid ve şehîd, nasır ve nasfr. Fail vezni, tıpkı sâhib ve tâir (arkadaş, kuş) kelimelerinin ashâb ve etyâr diye ef'âl vezninde çoğul yapılır. kalıbı da, tıpkı cerîb (ecribe) (uyuzlu-uyuzlular) kelimelerinde olduğu gibi, (......) vezninde cemilenir. Faîl ile fail arasında bahsedilen bu münasebet bulununca, hiç şüphesiz fail kalıbı da faîl kalıbının çoğulu gibi cemi yapılarak vadi, evdiye; (......) kalıbı da fail kalıbının cemisi üzerine cemi yapılarak yetim, eytam; şerif, eşraf denilmiştir." Ebu Ali el-Farisî'nin sözü bundan ibarettir. Başkaları da, şöyle demiştir: Vadi (evdiye) kelimeleri, aynen meclis anlamına gelen nâdi (endiye) kelimeleri gibidir. Üçüncü Bahis: Evdiye, kelimesi nekire olarak getirilmiştir. Zira yağmur, bölgeler arasında sıra ile yağar. Böylece de, yeryüzünün bazı çayları akarken, bazıları akmaz. Cenab-ı Hakk'ın, "kendi miktarlarınca" ifadesi ile ilgili iki bahis vardır: Birinci Bahis: Vahidî şöyle der: "Kadrve kader bir şeyin meblağı ve miktarı demektir. Nitekim Arapça'da, "Bu dirhemlerin miktarı, sayısı ne kadardır?" denilir. Yani "bu dirhemler vezin itibariyle ne kadardır" demektir Binâenaleyh, vezin itibariyle bir şeye denk olan şey, o şey kadardır. İkinci Bahis: (......) deyimi "Vadiler miktarınca su aktı. Eğer vadî küçük olursa su az olur; eğer vadinin hacmi büyük olursa, su da çok olur" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Sel de, yüze çıkan bir köpük yüklenip götürmüştür" ifâdesine gelince, bununla ilgili iki bahis bulunmaktadır: Birinci Bahis: Ferrâ şöyle demektedir: Arapça'da "Vadi köpük attı, köpüklendi" denilir. O halde zebed isimdir. (......) kelimesi hakkında Zeccac "suyun üzerine çıkan, onu bürüyen" manalarını verirken, başkaları, kabarıp yükselmesi sebebiyle (fazlalaşan), artan, yükselen anlamını vermişlerdir. Nitekim bir şey arttığında, denilir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Birzinet veya bir meta aramak için ateşte üzerine yaktıkları şeylerden de bunun gibi bir köpük, posa hasıl olur" buyruğuna gelince, bil ki Allahü teâlâ, sudan meydana gelen köpüğü darb-ı mesel yapınca, bunun peşinden ateşten meydana gelen köpüğü darb-ı mesel yapmasını zikretmiştir. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Hamza, Kisaî ve Asımın ravisi Hafs, yâ ile yûkidûn okumuşlardır ki, Ebu Ubeyde bu okuyuşu hem Cenâb-ı Hakk'ın ifadesinden dolayı, hem de bu ifâdede bir muhatabın bulunmamasından dolayı tercih etmiştir. Diğer kıraat imamları ise, tâ ile tûkidûne şeklinde muhatab sîgasıyta okumuşlardır. Bu okuyuşa göre bu ifadeyle ilgili iki izah yapılabilir: a) Bu, Cenâb-ı Hakk'ın "O halde O'nu bırakıp da birtakım veliler mi edindiniz?" buyruğunda bahsedilen kimselere hitaptır. b) Bunun, kendisiyle herkesin murad edildiği genel bir hitâb olması da mümkündür. Buna göre Cenab-ı Hak sanki, "Eytutuşturucular... ateşte üzerine yaktıklarınızdan" demiştir. İkinci Bahis: Bir şey üzerine yakmak iki kısımdır: a) O şeyin ateşte olmaması. Hâmân, haydi benim için çamurun üstünde ateş yak" (Kasas. 38) ayetinde olduğu gibidir. b) Onun birşey üzerine tutuşturul ması ve o şeyin de ateşte olması. Çünkü yedi maddeyi eritmek isteyen kimse, onları ateşe kor. İşte bu sebebten ötürü Cenâb-ı Allah burada, "ateşte üzerine yaktıklarınız şeylerden" buyurmuştur. Üçüncü Bahis: Hak teâlâ,. "bir zinet elde etmek için" buyurmuştur. Meânî alimleri şöyle demişlerdir: "Bir zinet elde edilmek için, üzerine ateş yak... şey, altın ve gümüştür; "veya bir meta' aramak", elde etmek için üzerine ateş yakılan yani ateşte eritilen madenler de, demir, bakır, kalay ve tunçtur. Bunlardan ev eşyası ve istifâde edilecek aletler yapılır. Kendisinden istifâde edilen herşeye "meta" denir. Cenâb-ı Hak, "bunun gibi bir köpük hâsıl olur" yani, "o selin getirdiği suyun köpüğü gibi, bir köpük" buyurmuştun" Daha sonra da, Allah, hak ile batıla böyle bir misal verir" buyurmuştur. Bu, "Allah işte hak ve batıla böyle teşbih yapar" demektir. Daha sonra Allahü teâlâ "Amma, derken köpük atılır gider; insanlara fayda verecek olan şeye gelince, işte bu yeryüzünde kalır" buyurur. Ferrâ şöyle der: "Cufâ atmak ve terketmek demektir. Nitekim, vâdî (sel) kuyuya kalıntılar attığında, denilir. Binâenaleyh "cufâ, biraraya gelmiş, birbirine katılmış şeylerin ismidir. Ayetteki, "cufft" kelimesi, "hâl" olarak mansubtur. Buna göre manası, "Köpük, bazan suyun üzerine bir kabarcık olarak çıkar. Fakat sonunda söner, patlar, kaybolur. Böylece de geriye, suyun cevheri ve o yedi maddenin cevheri kalır. İşte şüphe ve hayaller de böyledir. Bunlar da bazan kabarır, büyür, güçlenir. Amma sonunda yok olur, patlar, silinir gider. Geriye, kendisine hiçbir şüphe karışmamış olan sırf gerçek kalır" şeklindedir. Bu kelimeyi Ru'be b. Accâc, cufalen şeklinde okumuştur. Ebu Hâtim'den şu söz nakledilir: "Ru'be'nin kıraati ile okunmaz; zira o fare yerdi." Cenâb-ı Hakk'ın "Rablerine icabet edenlere, daha güzeli vardır" buyruğu ile ilgil iki izah vardır: a) Söz, "Allah böylece misaller getirir" cümlesinde tamamlanmış, daha sonra da yeni bir cümle olarak, "Rablerine icabet edenlere, daha güzeli vardır" ifâdesi başlamıştır. Hüsnâ kelimesi mübtedâ ve mahaııen merfudur. Lillezine kısmı da, onun mukaddem haberi olup, ifadenin manası, "onlar için en güzel hasletler ve en güzel haller vardır" şeklinde olur. b) Bu söz, kendinden önceki söze bağlı olup, sanki Cenâb-ı Hak şöyle demektedir "O geride kalan, tıpkı hakka ve hakikate icabet eden, bunları kabul eden gibidir; atılan ve yok olan köpük ise, hakka, hakikate icabet etmeyen kimse gibidir." Daha sonra bu benzetmenin, benzeyiş yönünü beyan ederek şövle demiştir: "Rablerine icabet edenlere, hüsnâ (en güzel) yani cennet; icabet etmeyenlere ise, her türlü pişmanlık ve ceza vardır." Burada şöyle bir izah daha yapılabilir: Allahü teâlâ, işte böylece, Rablerine en güzel bir biçimde icabet eden kimseler için, misaller verir." Binâenaleyh hüsnâ, mahzuf bir masdarın sıfatıdır. Bil ki Allahü teâlâ, bu ayette hem saîdlerin, hem de şakilerin hallerinden bahsetmiştir. Saîdlerin hallerini, "Rablerine icabet edenlere en güzeli vardır" ifâdesi anlatmıştır. Binâenaleyh bu "Rablerine, onun davet ettiği (çağırdığı), tevhid, adalet, nübüvvette, peygamber gönderme ve peygamberlerin lisanında gelen şer'i kanunları üstlenmeye icabet eden kimseler için, "hüsnâ" vardır" demektir. İbn Abbas, "hüsnâ'yı "cennet" diye tefsir etmiştir. Meanî alimleri şöyle demişlerdir: Hüsnâ "iyilik hususunda en faydalı, en güzel mükâfaat" demektir. Bu da, zarar şaibesinden tamamen uzak, saygı ve şerefle içice olan, kesintisiz ve devamlı bir fayda demektir. Cenâb-ı Allah, bir başka sûrede zikrettiği için, bu "hüsnâ"nın ilâvesi olan sevabtan bahsetmemiştir. O da, "iyi iş, güzel amel yapanlara hüsnâ (daha güzel iyilik), bir de ziyâdesi vardır" (Yûnus, 26) ayetidir. Şakîlerin hallerini ise, "Ona icabet etmeyenlere" ayeti ile anlatmıştır. Binâenaleyh bunlar için dört çeşit azab ve ceza vardır: 1) Ayetteki "Yeryüzünde bulunan şeylerin tamamı, bir misli de beraber kendisinin olsa, onu muhakkak feda eder (fidye) kurtuluş parası olarak verirdi" ifâdesi ile anlatılan husus... İftidâ (fidye verme), iki şeyden birisini diğerine bedel (karşılık) olarak vermektir. Ayetteki, "Onu muhakkak feda eder (fidye olarak verirdi)" fiilinin ikinci mef'ûlü hazfedilmiş olup, bu, "Onlar onu, kendi canlarına karşılık fidye olarak verirdi" demektir. Yani, onlar bütün bu malları, kendilerini Allah'ın azabından kurtarmak için fidye olarak verirlerdi" anlamındadır. Buradaki bihi zamiri "yeryüzünde bulunan şeyler" ifâdesindeki "şeyler"e yani mâ edatına râcidir. Bil ki bu mana doğrudur, Çünkü her insanın esasında sevdiği, kendisidir. O, kendisi dışındakileri, ancak kendisinin fayda ve menfaatına vesile oldukları için sever. Binâenaleyh insanın kendisi bir zarar, acı ve bıkkınlık içine düşüp de, dünyadaki maddi manevî herşeye denk bir mata sahib olursa, bütün bunları, kendisini o acı ve zarardan kurtarmak için fidye olarak vermeye razı olur. Çünkü arızı olarak sevilenlerin, mutlaka zâtt gereği fasıl olarak) sevilen şeye feda edilmesi gerekir. 2) Ayetteki, "işte onlar, hesabın kötüsü onlar içindir" ifâdesi ile anlatılan husus... Zeccac şöyle der: 'Bu böyledir. Çünkü onların inkârları, amellerini yok etmiştir. "Ben derim ki: Burada iki hal vardır: Seni, Allah ile, Allah'a kulluk ile ve Allah'ı sevme ile meşgul eden herşey saîd, kıymetli, kutsi ve yüce bir haldir. Seni, Allah'ın dışındaki şeylerle meşgul eden (oyalayan) herşey ise, zararlı, değersiz ve eziyet verici bir haldir. Bu iki halin, daha kuvvetli veya daha zayıf, daha çok veya daha az olabileceğinde şüphe yoktur. Bu hallere uygun olan işlere devam etmenin, bu hallerin kuvvetlenip, insanda kök salmalarına sebeb olacağında şüphe yoktur. Çünkü birşeyi çok ve sık yapmanın, o şeyin köklü bir melekeyi doğuracağı aklen sabittir. Yine şüphe yok ki bu işler ne kadar çok tekrarlanırsa, kök salan melekeleri o nisbette gerekli hale getirirler. Binâenaleyh o fiillerden her biri, hatta onların bir anı, bir lahzası, akla gelenleri, en tutarsız istekleri bile, o hallerin insanda gerçekleşmesi hususunda bir tesir icra ederler. İşte ayette bahsedilen "hesâb" budur. Bu işler üzerinde ayrıntılı olarak düşündüğünde, insan "Kim zerre ağırlığınca bir hayır yapıyorsa, onu görecek; kim de zerre ağırlığınca şer yapıyorsa onu görecek" (Zilzal, 7-8) ayetinin doğru olduğunu anlar. Bu anlaşılınca bil ki, "saîdler", Allah'ın dışındaki herşeyden yüz çevirme ve tamamen Allah'a kul olmaya yönelme hususunda, Rablerine icabet edenlerdir. İşte bundan dolayı, cennet onlar içindir. "Şakîler" ise, Rablerine icabet etmeyenlerdir. Bundan dolayı da, onlar için "kötü bir hesab" söz konusu olmuştur. "Kötü hesab" dan maksad, onların dünyayı sevip, mevlâ'larından yüz çevirmeleridir. Binâenaleyh onlar ölünce, hem sevdikleri dünyadan, hem de Hazret-i Mevla'ya hizmetten mahrum kalmış olurlar. 3) Ayetteki "(Onların) barınakları da cehennemdir" ifadesi ile anlatılan husus. Bu böyledir, çünkü onlar Hazret-i Mevlâ'ya hizmet etme bahtiyarlığından habersiz olup, dünya lezzetlerini elde etmeye koşmuşlardır, Binâenaleyh öldüklerinde, sevdikleri herşeyden ayrılmış olurlar. Bu ayrılıktan dolayı da, yanıp tutuşurlar. Yanlarında ise, bu musibeti tedâvî edecek, telâfi edecek hiçbirşey yoktur. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, "(Onların) barınakları da cehennemdir" buyurmuştur. Daha sonra da bu "barınağı" tavsif ederek, "O, ne fena yataktır!" buyurmuştur. Bunun böyle olduğunda şüphe yoktur. Allahü teâlâ daha sonra "Öyle ya, Rabbinden sana indirilenin hak olduğunu bilen kimse, o kör olan kimse gibi midir?" buyurmuştur. Bu daha önce bahsi geçen, şu darb-ı mesele bir işarettir: "Birşeyi bilen, gören kimse gibi; onu bilmeyen ise, adetâ kör kimse gibidir." Bunların ise, biri diğerine benzemez. Çünkü kör kimse, kılavuzu olmadan yürümeye başlayınca, onun bir çukura veya öleceği bir yere düşeceği, yolu üzerinde bulunan faydalı eşyalara çarpıp kıracağı aşikardır. Gören kimse ise, ölmekten ve kırıp dökmekten emindir. Allahü teâlâ sonra da, "Ancak selîm akıl sahipleridir ki, iyice düşünür ve idrâk ederler" buyurmuştur. Bu, "O misallerden ancak, herşeyin manasını araştıran, her kabuğun içindeki özü alan ve her sözün zahirinden, onun özüne ve asıl manasına intikal edebilen akıl sahipleri istifâde eder" demektir. 20Âyetin tefsiri için bak:24 21Âyetin tefsiri için bak:24 22Âyetin tefsiri için bak:24 23Âyetin tefsiri için bak:24 24"Onlar ki, Allah'a olan ahdlerini yerine getirirler, misaklarını bozmazlar. Onlar ki Allah'ın bîtiştirilmesini emrettiği şeyi bitiştirirler; Rablerinden korkarlar ve kötü hesabtan enşide ederler. Onlar ki Rablerinin rızasını isteyerek, sabrederler, namazı dosdoğru kılarlar; kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve aşikâr olarak infâk ederler. Kötülüğü iyilik ile savarlar, İşte onlar, onlar için bu yurdun bir sonucu vardır ki, o sonuç da Adn cennetleridir. Atalarından, eşlerinden, zürriyetlerinden salah ehli olanlarla birlikte olarak, onlar onlara girerler. Melekler de, her bir kapıdan, onların yanına sokulacaklar (ve şöyle diyecekler): "Sabrettiğiniz şeylere karşılık, sizlere selâm olsun! Bu. o yurdun (en güzel) bir sonucudur". Bil ki bu ayetin, kendinden öncekilerle ilgisi olup olmadığı hususunda iki görüş vardır: Birinci Görüş: Bu ayet, kendinden öncekilerle ilgilidir. Buna göre şu iki izah söz konusudur: 1) Bu ifâde, (geçen ayetteki) "Ulü'l-elbâb" (selim akıl sahibleri) ifâdesinin sıfatı olabilir. 2) Bu ifâde, (geçen ayetteki),"Rabbinden sana indirilenin hak olduğunu bilen kimse"nin (Râd. 19) sıfatıdır. İkinci Görüş: "Allah'a olan ahdlerini yerine getirirler" ifâdesi mübteda; "İşte onlar için, buyurdun bir sonucu vardır" ifâdesi de onun haberidir. Bu tıpkı "Allah'a verdikleri sözü bozanlar" (Râ'd. 25) ifâdesinin mübteda, 'İşte lanet onlaradır" ifâdesinin de bunun haberi olması gibidir. Bil ki bu ayet, başından sonuna kadar tek bir cümle olarak, şarl ve ceza cümlesidir. Bunun hem şart cümleciği, hem de ceza (cevap) cümleciği, çeşitli kayıttan ihtiva etmektedir. Şart cümleciğinde bulunan kayıtlar dokuz tanedir: 1) Ahde Vefa: Birinci Kayıt: "Onlar ki. Allah'a olan ahdlerini yerine getirirler" ifadesidir. Bu ifâde ile ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır: 1) İbn Abbas "Cenâb-ı Hak, bununla, "Onlar Hazret-i Âdem'in sulbünde iken Allah'ın onlardan aldığı ahdi ve "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" deyip de, onlara da, "Evet" dedirtip, kendi aleyhlerine şahit tutuşunu kastetmiştir" demiştir. 2) Bu ifâdedeki, "Allah'ın ahdi" sözü ile, doğruluğu hususunda delil olan her şey kastedilmiştir. Bu da, şu iki şekilde olabilir: a) Allah'ın, haklarında neshi ve değişikliği kabul etmeyen deliller ikâme ettiği şeyler. b) Allahü teâlâ'nın, hakkında, sem'î deliller getirip hükümleri beyân ettiği şeylerdir. Netice olarak denilebilir ki: Cenâb-ı Hakk'ın 'Allah'a olan ahdlerini yerine getirirler" buyruğunun muhtevasına, hakkında delil bulunan her şey dahildir. "Hüccet" için "ahd" kelimesinin kullanılması doğrudur. Daha doğrusu şudur ki, hüccetten daha sağlam ve kuvvetli bir ahid yoktur!.. Buna delâlet eden ise, bir şeye yemin eden kimsenin, o yeminin vücubu, sırf yemin ile değil de, delil ile de sabit olunca, ahdine vefa götererek o yeminini yerine getirmesinin gerektiğidir. İşte bundan dolayıdır ki, eğer o kendisi için daha hayırlı ise, yeminini bozması gerekir. Binâenaleyh, Allah'ın bunu ona, aklî veya nakli delil ile gerekli kılıp ilzam etmesinden daha kuvvetli bir ahd yoktur. Nasıl ki pekçok şeye yemin eden kimse, ancak bütün şeyleri yaptığı zaman yeminini yerine getirmiş oluyorsa, bunun gibi kul da ahdi ancak, o şeylerin tamamını yerine getirdiğinde ifa etmiş olur. Emrolunan bütün şeyleri yapmak, bütün yasaklardan kaçınmak, buna dahil olduğu gibi,aynı şekilde muâmelelerdeki ahidteri yerine getirmek ve emânetleri edâ etmek de buna dahildir. İşte ayetin tefsirinde sahîh ve muhtar olan görüş budur. Cenâb-ı Hakkın "Misaklarını bozmazlar" ifadesidir. Bununla ilgili birkaç görüş bulunmaktadır: Birinci Görüş: Ekser ulemânın görüşü olup buna göre, bu söz, "ahde vefa gösterme"ye yakın olan bir ifâdedir. Çünkü ahde vefa göstermek, misakı ve ahdi bozmamaya yakın olan bir şeydir. Bu, onun şöyle demiş olması gibidir: "Onun (ahde vefanın) vücûdu, bulunması ve tahakkuku vacib olunca, bulunmamasının imkânsız olması gerekmiştir." Evet bu iki mefhûm başka başkadır; ancak ne var ki bunlar birbirini gerektirmektedirler (mütelâzım). İşte bunun gibi, ahde vefa göstermek, misakı bozmamayı gerektirir. Bil ki, ahde vefa göstermek mutluluk mertebelerinin en yücelerindendir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Emânete riayet etmeyenin imanı, ahdine vefa göstermeyenin de dini yoktur, " Bu konuda, Kur'ân'ı Kertm'de varid olmuş olan ayetler ise, pekçoktur. İkinci Görüş: "Misâk", mükellefin uhdesine almış olduğu şeydir: Netice olarak. Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'a olan ahdlerini yerine getirirler" ifâdesi, başlangıçta, Allah'ın, kulları mükellef kıldığı şeylere; "misaklarını bozmazlar" ifâdesi de, kulun kendi ihtiyarı ile, tâatları ve hayırları yerine getirmek gibi iltizâm edip üstlenmiş olduğu çeşitli tâatlara işarettir. Üçüncü Görüş: "Ahde vefâ"dan maksat Rubûbiyyet ahdiyle kulluk ahdidir. "Mîsak"dan maksat ise, Tevrat, İncil ve diğer semavî kitaplarda bulunan, zuhur ettiğinde Hazret-i Peygamber'in nübüvvetine iman etmenin farziyyetine dâir mezkûr misaklardır, ahidlerdir. Bil ki, ahde vefa göstermek, hem aklen hem de dinen güzel bir şeydir. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kim Allah'a bir ahid verir de, sonra ona hıyanet ederse, onu yerine getirmezse, onda nifaktan bir alâmet ve haslet var demektir." Yine, Hazret-i Peygamberden şu rivayet edilmiştir: "Üç kişi vardır ki, ben Kıyamet gününde onların hasmıyım. Her kimin de hasmı olmuşsam, ona galip gelmişimdir: Bir söz verip de, sonra ahdini bozan kimse; bir işçi kiralayıp da, onu tam çalıştırdığı halde, ücretinde ona zulmeden adam ve hür bir kimseyi satın alarak, o hürrü köleleştiren ve onun kazancını yiyen kişi!" Denildiğine göre, Muâviye ile Bizans Hükümdarı arasında bir anlaşma, ahit bulunuyordu. Muâviye, onlara sefer yapmak ve ahdi bozmak isteyince, birden bir at üzerindeki bir kimsenin şöyle dediğini duydu: "Ahde vefa göstermek gerekir, gadr yoktur, ahid bozulmaz." Allah'ın Resulünü şöyle derken duymuştum: "Kimin, bir kavimle arasında bir ahid bulunuyorsa, sakın o kavme olan ahdini (tek taraflı) bozmasın. Müddet sona ermedikçe, bu helâl değildir. O zaman, karşılıklı olarak ahdini fesheder." "Bu kimdir?" diye sorunca, oradakiler, "Amr İbn Uyeyne'dir" dediler. Bunun üzerine de Muâviye geri döndü. 3) Allah'ın Emrettiği Şeyleri Tam Yerine Getirirler: Üçüncü Kayıt: "Onlarki, Allah'ın bitiştirilmesini emrettiği şeyi bitiştirirler" ifâdesi. Burada, şöyle bir soru bulunmaktadır: Ahde vefa göstermek ve misakı bozmamak, emrolunan bütün şeyleri yapmanın, nehyedilen bütün şeylerden de kaçınmanın vâcib olduğu hükmünü kapsamaktadır. O halde, bu iki ifâdeden sonra bu kayıtların zikredilmesinin yararı nedir? Buna iki şekilde cevap verilir: 1) Allahü teâlâ bunu, hiç kimse sakın bu hususların sadece kul ile Allah arasında olduğunu sanmasın diye zikretmiştir. İşte bundan dolayı da muhakkak ki, kul ile diğer kullar arasındaki hususları da ayrıca zikretmiştir. 2) Bu, tekiddir. Sen bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Alimler bu ifâdenin tefsiri hususunda birkaç izah şekli zikretmişlerdir: 1) Bundan murad, sıla-i rahimdir, akrabayı ziyarettir: "Kıyamet gününde şu üç şey, dillenmiş olarak gelir: Rahim, "Ey Rabbim, ben kesildim, (Ziyaret olunmadım, vaslolunmadım)" der; emânet, "Ey Rabbim, ben terk olundum, (edâ edilmedim) der; nimet de, "Ey Rabbim, inkâr olundum, nankörlük gördüm" der." 2) Bu ifâdeden murad, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i ziyaret etmek, cthadda O'nu desteklemek ve ona yardım etmektir. 3- Bundan murad, kullara farz olan bütün hak ve hukuka riâyet etmektir. Bu sebeple buna, sıla-i rahim ve, Cenâb-ı Hakk'ın, "Mü'minler ancak kardeştirler" (Hucurat. 10) şeklinde de buyurduğu gibi iman kardeşliği vesilesiyle sabit olan yakınları ziyaret dahil olduğu gibi, bu "sıla"ya, imkân nisbetinde onlara iyilikler yapıp sıkıntılarını gidermek suretiyle yardımda bulunmak; hasta ziyaretinde bulunmak, cenaze merasimlerinde hazır olmak, insanlara selâm verip selâmı yaymak, onlara tebessüm etmek, onlara eziyyet ve sıkıntı vermemek; yine aynı şekilde bütün canlılara, hatta kedi ve tavuğa dahi iyi davranmak dahildir. Fudayl İbn İyâz (r.h.)'dan rivayet edildiğine göre Mekke'de bir grup insan, onun yanına girer. Onlar "Nereden böyle?" deyince onlar, "Horasan'dan" cevâbını verirler. Bunun üzerine o şöyle der: "Allah'dan korkunuz ve dilediğiniz yerde olunuz, dilediğimiz yere gidiniz.. Ve biliniz ki, bir kimse her türlü ihsan ve iyiliği yapsa, ama onun bir tavuğu bulunsa da, o da ona kötü davransa, o kimse muhsinlerden olamaz!" Ben derim ki: Sözün neticesi şudur: Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar ki. Allah'a olan ahdlerini yerine getirirler, misaklanm bozmazlar" buyruğu, Allah'ın emrini tazim edip ona saygı göstermeye; "Onlar ki Allah )n ulaştırılmasını emrettiği şeyi ulaştırırlar" buyruğu da Allah'ın yaratıklarına şefkatli davranmaya bir işarettirler. Dördüncü Kayıt: Cenâb-ı Hakk'ın,"Rablerinden çekinirler" Ukdesi. Bunun manası şudur: "O, Allah'ın emrini tazim, O'nun kullarına da şefkat hususunda gücünün yettiği her şeyi yapmış olsa ve fakat kalbini istila etmiş ve bürümüş bir durumda Allah'dan haşyet duyması ve O'ndan korkması (havf) kaçınılmazdır ve zarurîdir." Haşyet iki çeşittir: a) İbâdet ve tâatlarında, ibâdetin fesadına veya onun sevabının azalmasına sebebiyet verecek bir biçimde bir fazlalığın, veya bir eksikliğin yahut da bir bozukluk ve bir halelin meydana gelmesinden korkmak. b) Allah'ın celâl ve azametinden korkmak.. Çünkü insan, kudretli ve heybetli bir hükümdarın huzurunda bulunduğu zaman, o tam tâat içinde bulunuyor olsa dahi, ancak ne var ki, onun kalbinden o celâlin, yüceliğin ve azametin heybeti gitmez. 5 -Hesabın Aleyhte Çıkmasından Korkarlar: Beşinci Kayıt: Cenâb-ı Hakk'ın 'Ve kötü hesaptan endişe ederler" buyruğunun bildirdiği husustur. Bil ki dördüncü kayıt Allah'ı saymaya, O'nu nazar-ı dikkate almaya işarettir. Bu beşinci kayıt da, korkuya, haşyete ve kötü hesaba bir işarettir. Bu da Allah'dan korkmadan maksadın, bahsetmiş olduğumuz O'nun celâl, azamet ve heybetinden korkmak olduğuna delâlet eder. Aksi halde bir tekrar olmuş olur. 6- Hak Rızası İçin Sabrederler: Altıncı Kayıt: Cenâb-ı Hakk'ın. "Onlar ki. Rablerinin rızasını isteyerek; sabrederler" buyruğunun bildirdiği husustur. Bu ifâdenin muhtevasına hem ibadetleri yapmak hususundaki sabır, hem hastalık ve zararlı şeylerin, gam ve kederlerin ağırlıklarına sabır, hem de şehevî şeyleri terketmeye karşı sabır dahildir. Netice olarak sabır, hem günah olan şeyleri bırakmak hem de tâatları yapma hususunda olur. Ayrıca insan, bazan şu sebeplerden dolayı sabretmeye yellenir: a) O'nun belâlara karşı ne kadar sabırlı ve güçlü olduğunun söylenmesi için sabretmesi. b) Feryâd-ü figân sebebiyle ayıplanmamak için sabretmek. c) Düşmanların sevinmesine meydan vermemek için sabretmek. d) Feryâd-ü figân etmenin bir faydası olmadığını bilmekten ötürü sabretmek. O halde insan, bu sebeplerden herhagi birisi için sabrettiğinde, bu, nefsin mükemmelleşmesinde ve saadete ermesinde etkisi bulunmayan bir sabır olmuş olur. Ama o kimse, bu betanın, Allah'ı, ayıplardan, batıl ve sefihliklerden münezzeh olan, işleri bihakkın taksim eden bir dağıtıcının taksimi olduğunu bildiği için; hatta, o taksimatın mutlaka yüce bir hikmete, üstün ve ağır basan bir maslahata şamil olduğunu ve buna razı olması gerektiğini, çünkü Mâlik'in mülkünde tasarruf hakkı olduğunu, O'nun mülkünde tasarruf etmesinden dolayı Mâlik'e itiraz edilemiyeceğini bildiği için; ya da belâya mübtelâ edeni müşa'hadeye gark olduğu için sabrederse işte o zaman onun, o belâyı verenin nurunun tecellisine gark olması, onu, o belâdan ötürü duyacağı acılardan adeta habersiz kılar; ki işte bu, sıddîkların elde ettiği makamların en yücesidir. Binâenaleyh bütün bu üç izah, o kimsenin, Allah'ın rızasını taleb ederek sabretmiş olduğunun söylenebileceği izahlar olup, bu "O, sırf Allah'ın mükafaatını ve rızasını elde etmek için sabretmiştir" demektir. Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Rablehnin rızasını isteyerek" buyurmasında şöyle bir incelik bulunmaktadır: Aşıkı, maşukası dövdüğünde, çoğu kez aşık, o dövene bakar ve bununla sevinir. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, "Rablerinin rızasını isteyerek" buyruğu, bu mecazi manaya hamledilir. Yani, aşık olan kimse, sevgilisinin yüzüne bakmakla duyacağı hazdan dolayı, onun, o dövüşüne razı olduğu gibi, kul da Hakkın nurunun marifetine gark olduğu için, O'nun belâ ve sıkıntılarına katlanır, sabreder ve ona razı olur. Bu çok güzel bir inceliktir. 7- Namazı Hakkıyla İfa Ederler Yedinci Kayıt: "namazı dosdoğru kılarlar" buyruğunun ifâde ettiği husustur. Bil ki, namaz ve zekât, her ne kadar ilk cümlenin muhtevasına dahil olsalar da. namazın diğer ibâdetlerden daha kıymetli olduğuna dikkat çekmek için, Cenâb-ı Hak onu müstakil olarak zikretmiştir. Bu tabirin tefsiri, bu kitabımızda defalarca geçmiş olup, nafile namazların da bu ifadenin muhtevasına sokulmasında bir sakınca yoktur. 8- Allah Yolunda Mal Harcarlar: Sekizinci Kayıt: Cenab-ı Hakk'ın "kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve aşikâr olarak infâk ederler" ayetinin ifâde ettiği husus. Bu ifâdeyle ilgili iki mesele vardır: Birinci Mesele Hasan el-Basri şöyle demiştir; "Bu ifâdeyle, farz olan zekât kastedilmiştir. Binâenaleyh, o kimse "zekâtını vermiyor" mdiye töhmet altında tutulmayacaksa, evlâ olan, onun zekâtını gizlice vermesidir. Yok eğer, böyle bir töhmet altına alınacaksa, evlâ olanı, onu açıktan açığa vermesidir." Şu da ileri sürülmüştür: "Gizli, kişinin kendisinin verdiği; "aşikâr" ise, onun imama, (zekât âmiline verdiği)dir." Başkaları da şöyle demiştir: Aksine bu ifâdeyle, hem farz olan zekât; hem de nafile olarak (fazladan) verilen sadaka kastedilmiştir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, "gizli olarak" şeklindeki "kaydı" nafileyle; "aşikar olarak" şeklindeki kaydı ise, farz olan zekâtla alâkalı olmuş olur. Mu'tezile şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hak, rızık olan şeyi infak etmek hususunda teşvikte bulunmuştur ki, bu da rızkın sadece helâl olan şey olduğuna detâlet eder. Çünkü, şayet haram rızık olmuş olsaydı o zaman Cenâb-ı Hak, haramı infâk etmeye teşvik etmiş olurdu ki, bu İse caiz olmazdı. 9) Kötülüğe iyilikle Mukabele Ederler: Dokuzuncu Kayıt: Cenâb-ı Hakk'ın "Kötülüğü, iyilik ile savanlar" ayetinin ifâde ettiği husustur. Bu hususta da şu iki izah yapılmıştır: a) "Onlar, herhangi bir günah işlediklerinde, o günahı tevbe ile siler, ve savarlar." Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Muâz İbn Cebel'e "Bir kötülük yaptığında, onun peşinden (yanında) onu silip yok edecek bir hasene, iyilik yap "t43) dediği rivayet edilmiştir. b) Bununla, onların, kötülüğe kötülükle mukabele etmedikleri, tam aksine kötülüğe iyilikle mukabelede bulundukları kastedilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Boş ve kötü lakırdıya rastladıkları vakit şerefli olarak geçerler" (Furkan. 72) buyurmuştur. İbn Ömer (radıyallahü anh)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Sıla-i rahim yapan kimse, kendisine önce sıla-i rahim yapılıp da, sonra da buna mukabil sıla-i rahim yapan kimse değildir. Ancak bu kimse kendisine sıla-i rahim yapılmayıp da, kendisi sıla-i rahim yapan, sonra da, kendisine sıla-i rahim yapmayan kimselere şefkat duyan kimsedir. Sabırlı kimse, zulme uğrayıp da sabreden, sonra da birileri kendisini kışkırttığında galeyana gelen kimse değildir. Fakat halim olan kimse zulmedene karşı gücü olup da, buna rağmen onu affeden kimsedir Hasan el-Basri: "Bunlar, verilmediklerinde veren; zulme uğradıklarında affeden kimselerdir" demiştir. Rivayet olunduğuna göre, Şakîk İbn İbrahim el-Belhî, kendisini belli etmeksizin tebdil-i kıyafet yaparak, Abdullah İbn Mübarek'in yanına girer. Bunun üzerine Abdullah İbn Mübarek: "Neredensin?" deyince, o: "Belh"den geliyorum" der. Bunun üzerine Abdullah İbn Mübarek: "Şakik'i tanır mısın?" dediğinde O: "Evet!" der. Bunun üzerine Abdullah İbn Mübarek: "Arkadaşlarının yolu, yordamı, tarikatı nasıldır?" dediğinde de O: "Onlara bir şey verilmediğinde sabrederler; verildiğinde de şükrederler" cevabını verir. Bunun üzerine Abdullah: "Bizim köpeklerimizin hali de böyledir" der. Bunun üzerine Şakik: "Bu nasıl olur?" diye sorunca, Abdullah İbn Mübarek: "Kâmil kimseler, verilmediklerinde şükreden, verildiklerinde başkalarını tercih eden kimsedir" diye cevap verir. Bunları Yapanların Mükâfatları Bil ki bu dokuz kayıt, şart olarak zikredilen kayıtlardır. Cezada zikredilen kayıtlara gelince, bunlar da dört tanedir. Birinci Kayıt: "İşte onlar! Onlar için bu yurdun bir sonucu vardır" buyruğunun ifâde ettiği husus, yani, demektir ki, bu da cennettir. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın dünyanın akibeti ve nihaî varış yeri olmasını istemiş olduğu, bu cennettir. Vahidî şöyle demiştir:" Ukbâ, akıbet manasınadır. Bu kelimenin şûra (şûra, meşveret), kurbâ (yakınlık, karabet) ve ruc'â (dönmek) kelimelerinde olduğu gibi masdar olması da mümkündür. Masdar bazan bunun gibi, necva (fısıldaşmak) ve da'va (iddia etmek-dava) kelimelerinde olduğu gibi fa'lâ vezni üzere; bazan da zikrâ (öğüt, ibret) ve (zalimlik, haksızlık) kelimelerinde olduğu gibi, fi'lâ vezni üzere gelir. Bunun bir isim olması da mümkündür. Bu burada, failine muzâf olan bir masdardır. Manası da, "İşte bunlar yok mu? Onlara, amellerinin peşinden mükâfaat olarak, cennet olan o yurt vardır" şeklindedir. İkinci Kayıt: Cenâb-ı Hakk'ın "ki o sonuç da, Adn cennetleridir" ayetinin ifâde ettiği husustur. Bu ifâdeyle ilgili iki mesele vardır: Birinci Mesele Zeccâc şöyle demiştir: (......) ifâdesi (......) ifâdesinden bedeldir. Bu ifâdeyle ilgili geniş izahımızı, ayetinin tefsirinde yapmıştık. Orada müfessirlerin ve lügatçıların görüşlerini zikretmiştik. İkinci Mesele İbn Kesir ve Ebu Amr, fiili, ya'nın dammesi ve hânın da fethası ile, meçhul olarak yudhalûnehâ; diğer kıraat imamları ise, girme işini onlara izafe ederek ya'nın fethası ve hâ'nın dammesiyle yedhulûnehâ diye okumuşlardır. Üçüncü Kayıt: Cenâb-ı Hakk'ın "atalarından, eşlerinden, zürriyyetlerinden salah ehli olanlarla birlikte olarak" ifadesi için birkaç mesele vardır: İbn Aliyye, fiili lamın dammesiyle saluha şeklinde okumuştur. Keşşaf sahibi fethalı okuyuşun ise daha fasih olduğunu söylemiştir. İkinci Mesele Zeccâc, "Buradaki men edatı, yedhulûnehâ ifâdesinde vâv üzerine atfedildiği için ref mahallindedir. Bunun "Onlar Zeyd ile beraber girdiler" sözünde olduğu gibi, bunun nasb mahallinde olması da caizdir" demiştir. Ayetteki men salaha ifadesiyle ilgili iki görüş bulunmaktadır: Salih Kişinin Akrabasına Şefaati 1) İbn Abbas (radıyallahü anh): "Allahü teâlâ bununla, "Onlar gibi amel etmemiş olsalar bile, onların tasdik etmiş olduğu şeyi tasdik etmiş olan kimse"yi kasdetmiştir" demiştir. Zeccâc: "Allahü teâlâ beraberinde salih ameller bulunmazsa, neseblerın fayda vermiyeceğini hatta, babaların, eşlerin ve oğulların, cennete ancak salih ameller sayesinde gireceklerini beyân etmiştir" demiştir. Vahidî: "Doğru olan, İbn Abbas'ın söylediğidir Çünkü Allah, itaatkâr insanı cennette ailesiyle beraber bulunma sevincini, onun mükâfatının bir kısmı kılmıştır. Bu, o kimselerin, salih ameller yapan itaatkâr kimseye bir ikram olmak üzere cennete gireceklerine delâlet eder. Eğer onlar, cennete: kendi salih amelleriyle girmiş olsalardı bu, o itaatkâr insana bir ikram olmuş olmazdı; bunu vaadetmenin de bir manas kalmazdı. Çünkü, salih amel işleyen herkes, tabiatıyla cennete girecektir" demiştr Bil ki bu delil, zayıftır. Çünkü bundan maksat, itaatkâr olan İnsana, onun sevincini ve neşesini artıran her bir şeyi hatırlatmaktır. Binâenaleyh Allah mükellefe, o cennete girdiği zaman babalarının, hanımlarının ve çocuklarının onunla birlikte bulunacağır müjdelediğinde, hiç şüphe yok ki, bundan dolayı mükellefin sevinci büyür, neşesi de artar. Hatta, cennetliklerin sevincini sağlayan en büyük şeylerden birisinin, onlarır orada bir araya gelip, dünyadaki hal ve hatıralarından bahsetmeleri, sonra da bunlardan kurtardığı ve cennete ulaştırdığı için Allah'a şükretmeleri olduğu söylenmiştir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, cennetliklerin halinden bahsederken onların şöyle dediğini nakletmiştir: "Ne olurdu dedi, kavmim bilselerdi, Rabbimin beni bağışladığını, beni ikram edilenlerden kıldığını" (Yasin. 26-27). Dördüncü Mesele Ayetteki ve ezvâcühüm ifâdesinde, hanımlar arasından bi- ayırım yapılmasına delâlet eden bir şey yoktur. Kocasından sonraya kalan kadın kadar, kocasından önce ölen kadın da daha hayırlı bir eş olabilir. Sevde (radıyallahü anhnha)'den rivayet edilen şu haber det bu söylediğimize bir delil gibidir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu boşamaya niyetlendiği zaman o, "Ey Allah'ın Resulü, beni boşama, senin hanımların içinde haşrolayımî" dedi. Meleklerin Mü'minleri Kutlamaları Dördüncü Kayıt: Cenâb-ı Allah'ın "Melekler de, her bir kapıdan, onların yanına sokulacaklar (ve şöyle diyecekler:) "Sabrettiğiniz şeylere karşılık, sizlere selâm olsun. Bu o yurdun (en güzel) bir sonucudur" ayetinin ifâde ettiği husus. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır: İbn Abbas şöyle demiştir: "Onların, uzunluğu bin fersah, eni bin fersah olan içi boş inciden çadırları vardır. Bu çadırların kanatları, altından olan bir kapısı vardır. Melekler her bir kapıdan onların yanına girerek, onlara: "Allah'ın emrine sabrettiğiniz için, sizlere selâm olsun!" diyecekler" Ebu Bekr el-Esamm: "Her kapıdan" ifadesi, namaz kapısı, zekât kapısı ve sabır kapısı gibi "iyilik kapılarından" anlamına gelir. Onlar. "İlk yurdunuzdan sonra, Allahü teâlâ sizi ne güzel mükâfaâtlandırdı" derler. Meleklerin Selamlamalarının Kabirde Okunması Bil ki, eğer, meleklerin girişini birinci manaya hamledersek, bu gerçekten büyük bir şereftir. Çünkü Allahü teâlâ, bu muti kulların, ebedîlik, Huld cennetine gireceklerini ve en güzel bir şekilde babaları, hanımları ve oğullarıyla bir araya geleceklerini; sonra, meleklerin, kendi mertebelerinin büyüklüğüne rağmen, selamlama ve ikramda bulunmak için onların yanına gireceklerini; onların yanına girince de, tahiyye ve selâm ile onlara ikramda bulunup, "Bu o yurdun (en güzel) bir sonucudur" diyerek onları müjdeleyeceklerini haber vermiştir. Hiç şüphe yok ki bu, kelamcıların, "Sevâb, hâlis, devamlı ve tebcil ile tazime bitişmiş olan bir menfaattir, faydadır" şeklinde ifade ettikleri şeyden başkadır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, her sene başında şehitlerin kabirlerine gelip, "Sabrettiğiniz şeylere karşılık, sizlere selâm olsun. Bu, o yurdun (en güzel) bir sonucudur" dediği rivayet edilmiştir. Dört halife de böyle yaparlardı. Meleklerin Müminlere Feyiz Taşımaları Biz bu ifadeyi ikinci manaya hamledersek, ayetin tefsiri şu manada olur: "Melekler kısım kısımdır. Onların; Rûhaniyyûn, Kerûbiyyûn kısımları vardır. Binâenaleyh kul, sabır, şükür, murakabe, muharebe gibi çeşitli riyazatlarla nefsini kırdığında, bu mertebelerin her birinde de kudsî bir cevher ve ulvî. bir rûh bulunduğundan, bu sıfatlarla daha çok muttasıf olur. Ölüm esnasında bu kudsî cevherler parlayınca, semavî ruhların her birinden, o ruhlara mahsus olan sıfattan münasib ve uygun şeyler o nefiste tecelli eder. Böylece o nefsin üzerine sabır meleklerinden, ancak sabır makamında zuhur eden nefsle alakalı hususî kemaller, şükür meleklerinden de, ancak şükür makamında tecelli eden ruhanî kemaller feyezan eder. İşte, bütün mertebelerle ilgili durum da aynıdır. İkinci Mesele Bazıları, meleklerin insanlardan daha üstün olduğuna dair, bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: Allahü teâlâ, insanın saadet mertebelerinin hitamını, meleklerin,selâm. ikram ve tazim yoluyla olmak üzere, onların yanına girmesi olarak belirtmiştir. Binâenaleyh, bundan dolay onlar, insandan daha yüce bir mertebededirler; eğer insandan daha aşağı bir mertebede olmuş olsalardı, o insanların yanına, selâm ve tahiyye için girmeleri, o insanların derecelerinin yüceliğini ve mertebelerinin şerefini gösteren bir şey olmuş olmazdı. Baksana, yolculuktan evine dönen bir kimseye mertebesinin kemalini ifâde etmek için, "Onu, emir, kâdî, vezir, müftü ziyaret ediyor" denildiğinde, bu ziyaret edilen o insanın derecesinin, ziyaret edenlerden daha az ve daha aşağı olduğuna delalet eder. Burada da böyledir. Not: Burada, mantıken bir noksanlık olduğunu zannediyoruz. Zira, Razî'nin yaptığı izah, beşerin daha efdal olduğunu göstermektedir. Halbuki matbu nüshaya göre durum tam tersinedir. Kelamda bir iki kelimelik bir kısım düşmüş olabilir. Allah'a verdikleri ahdi. kuvvetli teminat ile de destekledikten sonra bozanlar, Allah'ın bitiştirilmesini emrettiği şeyi koparanlar ve yeryüzünü fesada verenler (yok mu), işte onlar, lanet olsun onlara, yurdun kötüsü de onlara!" Üçüncü Mesele Zeccâc şöyle demiştir: Burada bir hazf bulunup, takdiri, "Melekler onların yanına her kapıdan girerler ve "Selâmün aleykum" derler" şeklindedir. Binâenaleyh, sözden anlaşıldığı için, ayette, "derler" ifadesi hazfedilmiştir. Ayetteki, "Sabrettiğiniz şeylere karşılık, bu. o yurdun (en güzel) bir sonucudur" sözü hakkında iki izah bulunmaktadır 1) Bu ifâde, "Selâm" ile ilgilidir ve manası, "Bu selâm, tâatlara ve haramları terketmeye sabretmeniz sayesinde sizin için tahakkuk etmiştir" şeklindedir. 2) Bu ifâde, bir mahzûfa mütealliktir ve takdiri de şu şekildedir: "Gördüğünüz bu ikramlar, ve müşahede ettiğiniz şu hayırlar, ancak o sabrınız vasıtasıyla tahakkuk etmiştir." 25"Allah'a verdikleri ahdi, kuvvetli teminat ile de destekledikten sonra bozanlar, Allah'ın bitiştirilmesini emrettiği şeyi koparanlar ve yeryüzünü fesada verenler (yok mu), işte onlar, lanet olsun onlara, yurdun kötüsü de onlara!" Bil ki Allahü teâlâ, saîdlerin sıfatlarını ve onlara düşen yüce ve şerefli halleri zikredince, bunun peşi sıra, şakilerin halini ve onlara düşen hoş olmayan ve hor kılıcı halleri zikretmiş, böylece, izah tam olsun diye, vaadin peşine vaîdi, sevabın peşinden ikâbı getirmiş ve "Allah'a verdikleri ahdi, kuvvetli teminat ile de destekledikten sonra bozanlar" buyurmuştur. Biz daha önce Allah'ın ahdi'nin, akli ve nakli deliller vasıtasıyla kullarını ilzam edip mükellef kılması manasına geldiğini beyan etmiştik. Çünkü bu manada "and", her türlü ahd ve yeminden daha kuvvetlidir. Zira yeminler, onların muktezâsını yerine getirmenin vacib olduğuna delâlet eden deliller vasıtasıyla ancak tekîd ifâde ederler. Bu ahdi bozmaktan murad, insanın delillere kesinlikle bakmamasıdır. İşte o zaman, insanın bu delillerin gereği ile ameli mümkün olmaz veya bu ahdi bozmaktan murad insanın o delillere bakıp, doğru olduğunu anladıktan sonra, inat ederek, onlarla amel etmemesi veya, şüpheli olan şeye itibar ederek, hak olanın aksine itikâd etmesi, inanmasıdır. Ayetteki, Kaydı, "Allah bu delilleri, sapasağlam ve muhkem bir biçimde ortaya koyduktan sonra" manasındadır. Çünkü Allahü teâlâ'nın, bir şeyin yapılmasının mutlaka faydalı; terkedilmesinin ise zararlı olduğuna dair zikretmiş olduğu delilden daha kuvvetli bir sey yoktur. Buna göre eğer, "Ahd; ancak mîsak ile olduğuna göre, Allahü teâlâ'nın diyerek, bunu ayrıca şart koşmasının hikmeti nedir!" denilirse, biz deriz ki: Buradaki "ahd" ile, Allah'ın, kulu tuttuğu şeylerin; "mîsak" ile, onu tekid edici delillerin Kastedilmiş olması imkansız değildir. Çünkü Allah sana olan ahdini, ister aklî olsun, isterse sem'î olsun, diğer başka delillerle tekîd eder. Daha sonra Cenâb-ı Hak "Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyikoparanlar" buyurmuştur. Bu ifâde, daha önceki ayette geçen, "Onlar ki. Allah'ın, ulaştırılmasını emrettiği şeyi ulaştırırlar" (Râd,21) ifâdesinin mukabilidir. Binâenaleyh, vasletmenin zıddı olan sıla-i rahmi kesme işinin, bu kimselerin sıfatı olduğu belirtilmiştir. Bu ifâdeden murad, Allah'ın, ulaştırılmasını, bitiştirilmesini vacib kıldığı her bir şeyi kesmektir. Bu ifâdenin içine, dostluk ve yardım ile Peygambere, oitişme, onunla irtibat içinde olma; müminlerle birleşme, akrabaları ziyaret etme ve üzerinde hakkı olan herkes ile irtibat içinde olma da girer. Sonra Cenâb-ı Hakk, 'Ve yeryüzünü fesada verenler" buyurmuştur. Bu fesat, Allah'ın dininden başka bir şeye davet etmek manasındadır. Bu bazan, mala ve cana zulmetmek, bazan da beldeleri harab etmek suretiyle olur. Sonra Cenâb-ı Hak bu sıfatları zikretmesinin peşinden "işte onlar, lanet olsun onlara" buyurmuştur. Bu, "Allah'tan olan lanet, kulun dünya ve ahiret hayırlarından uzaklaştırılıp, bunların zıddı olan azâb ve gazaba dûçâr kılınması", manasındadır. "Yurdun kötüsü de onlara" ifadesinden murad, cehennemdir, çünkü cehennemde, ancak, ona girenlerin hoşlanmayacağı şeyler bulunmaktadır. Dünyadaki Nasib İmana Göre Değildir 26"Allah dilediği kimsenin rızkını genişletir, dilediğinin rızkını daraltır. Onlar dünya hayatı ile böbürlendiler. Halbuki dünya hayatı, âhiret yanında bir metâdan başka birşey değildir". Bil ki Allahü teâlâ, tevhidi ve nübüvveti kabul hususunda ahdini bozan kimselerin, dünyada lanetleneceklerini, ahirette de azaba dûçâr olacaklarını belirtince, bunun üzerine sanki, "Eğer onlar Allah'ın düşmanı olsalardı, Allah dünyada, onların üzerine bunca nimet ve lezzet kapısını açmazdı" denilmiş de, buna karşılık O, bu soruya bu ayetle cevap vermiştir. Buna göre, Allahü teâlâ kimine rızkı geniş verir, kimine de rızkını dar verir. Rızkın küfür ve imanla ilgisi yoktur. Dolayısıyla bazan mü'min değil de kâfir bol rızık üzere bulunur; yine bazan kâfir değil de mü'min darlık üzere bulunur. Binâenaleyh dünya bir imtihan yurdudur. Vahidi şöyle demiştir: "Kadr masdarı Arapça'da, bir şeyi fazla ve noksan olmaksızın eşit parçalara bölmek anlamınadır." Müfessirler ise "Ayetteki yakdiru fiili, "daraltmak" anlamındadır. Bunun bir benzeri de, "Kimin de rızkı daraltılırsa" (Talak. 7) ayetidir" demişlerdir. Buna göre ayetin manası, "Allahü teâlâ dilediğine, yetecek kadar rızık verir, bundan geriye birşey kalmaz, artmaz" şeklindedir. Cenâb-ı Hakk'ın "Onlar dünya hayatı ile böbürlendiler" ifâdesi, Allahü teâlâ'nın geniş rızık verdiği kimselerle ilgilidir. Böylece Hak teâlâ, rızkı bollaştırmasının, aslında böbürlenmeye sebeb olmaması gerektiğini, çünkü bu geçici dünya hayatının, ahiret hayatı yanında, çok az ve değersiz bir şeyin, sonsuz olan bir şeye nisbeti gibi olduğunu beyân etmiştir 27Âyetin tefsiri için bak:28 28"O kâfirler, "Ona. Rabbisinden bir ayet (mucize) indirilmeli değil miydi?" derler. De ki: "Şüphesiz Allah dilediğini saptırır; (kendisine) yönelenleri ise hidayete erdirir. Bunlar iman edenlerdir, Allah'ın zikri ile kalbleri mutmain olanlardır. Haberiniz olsun ki kalbler ancak zikrullah ile mutmaîn olur ". Bil ki kâfirler, "Ey Muhammed, eğer sen gerçekten bir peygamber isen, Musa ve İsâ gibi, apaçık ve kesin bir mucize ve ayet getir" dediler. Allahü teâlâ, onların bu isteğine. "De ki: "Şüphesiz Allah dilediğini saptırır, (kendisine) yönelenleri ise hidâyete erdirir" buyurarak cevap vermiştir. Bu cevap, birkaç şekilde izah edilir: 1) Allahü teâlâ sanki şöyle demektedir: "Allah ona apaçık alâmetler ve kesin mucizeler indirmiştir. Fakat hidayet ve dalalet Allah'dandır. Dolayısıyla sizi Allah, o apaçık ve kesin ayetlerden uzaklaştırıp saptırmış, başka kavimlere ise hidayeti nasib etmiş, onlar da bu deliller sayesinde, Hazret-i Muhammed'in peygamberlik iddiasında doğru olduğunu anlamışlardır Durum böyle olunca, daha fazla ayet ve mucize göndermeye ne gerek var?" 2) Bu söz, kâfirlerin sözlerine taaccüb etme yerine geçmektedir. Çünkü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'de zuhur eden, o pekçok ve açık ayet ve mucizeler, hiçbir akıllı nsana karışık gelmeyecek kadar fazla olup, buna rağmen onlar halâ başka mucize ve ayetler isteyince, bu, taaccübü ve yadırgamayı gerektiren bir şey olmuştur. Binâenaleyh onlara sanki şöyle denilmiştir: "İnadınız ne kadar fazla! Şüphesiz Allah sizin gibi küfürde şiddetli ısrar ve inad edenleri saptırır. Dolayısıyla her türlü mucize nse bile, sizlerin hidâyete ermenize bir imkan yoktur. Allah sizler gibi olmayanları, "davete erdirir." 3) Onlar başka alâmet ve mucizeler isteyince, onlara sanki, "Başka mucize ve aâmetlerin zuhurunda, hiçbir fayda yoktur. Çünkü hidayet ve dalalet Allah'dandır. Binâenaleyh pek çok mucize de meydana gelse, Allah'ın hidayeti hasıl olmadığı takdirde, o mucizelerden istifâde etmek mümkün olmaz. Buna karşılık sadece tek oır mucize olsa ve Allah'ın hidâyeti de bulunsa, hiç şüphe yok ki o mucizeden yararlanılır. Öyle ise mucize istemeyi bırakın, hidayet isteyerek Allah'a tazarru ve niyazda bulunun" denilmiştir. 4) Ebu Ali el-Cübbâî şöyle demiştir: "Bu ifâdenin manası şudur: "Allahü teâlâ dilediği kimseyi, kâfirliğinin bir cezası olmak üzere, rahmet ve mükâfaattan uzaklaştırır. Binâenaleyh sizler, azabı ve mükâfaattan saptırılıp uzaklaştırılma) hakettiğiniz için, Allahü teâlâ'nın, her istek ve dualarına icabet ettiği kimselerden değilsiniz. Allah "(Kendisine) yönelenleri ise hidayete erdirir" yani, "Tevbe edip (küfürden dönüp) iman eden kimseleri, cennetine hidayet eder, ulaştırır." Cübbâi daha sonra şöyle der: "Bu ifâde de delâlet eder ki, "hidayet", peşisıra "tevbe etti" anlamına gelen tabiri geldiğine göre, "mükâfaat vermek" manasınadır. Binâenaleyh Allah'ın mü'mine hidayet etmesi, "sevâb vermek" manasınadır. Çünkü mü'min imanındar ötürü mükâfaata müstehak olur. Bu da gösterir ki, Allahü teâlâ ancak, " ikâb (ceza) vermek sureti ile sevabtan "saptırır", yoksa bize muhalefet eden (ehl-i sünnetin) iddia ettiği gibi, "Küfre düşürmek sureti ile dinden saptırmaz." İşte Ebu Ali el-Cübbâî'nin sözünün tamamı budur. Ayetteki, enâbe kelimesi, "hakka dönmek" manasına olup asıl (kök) manası, "hayır nöbetine girdi (başladı)" şeklindedir. Bil ki Hak teâlâ'nın "Bunlar imân edenlerdir" ifâdesi, (Kendisine) yönelenler" sözünden bedeldir. İbn Abbas (radıyallahü anh): "Allahü teâlâ, Kur'ân'ı dinledikleri zaman, onların kalbleri huşu duyar ve mutmaîn olur" demek istemiştir. Buna göre eğer, "Allahü teâlâ Enfâl sûresinde, "Mü'minler ancak onlardır ki, Allah anıldığı zaman yürekleri titrer' (Enfal, 2) buyurmuştur. Kalbin titremesi ise, mutmaîn olmanın zıddıdır. Öyle ise Cenâb-ı Allah, niçin burada onların kalblerinin mutmain olduğunu söylemiştir?" denilirse, buna birkaç bakımdan cevap verilir: 1) Onlar, Allah'ın ikâblarını hatırlayıp günaha düşmekten de tam emin olamayınca işte bundan ötürü Allahü teâlâ Enfal sûresinde, "Kalbleri ürperen" kimseler diye tavsi" etmiştir. Bunlar, Allah'ın mükâfaat ve rahmet vaadlerini hatırladıkları zaman ise kalbleri buna meyletmiş ve sukûna-huzura kavuşmuştur. Bu iki durum birbirine aykır değildir. Çünkü kalbin titremesi, Allah'ın ikâb ve cezasının hatırlanması sebebi ile mutmaîn oluş da, ilâhî mükafaatın hatırlanması sebebi iledir. Kalbin titremesi, onlarır günahları düşünmeleri hali ile ilgilidir, itminan ise, taatlarla meşgul olmaları esnasında olur. 2) Bundan maksad şudur: "Onların, Kur'ân'ın bir mucize olduğunu bilmeleri, gönüllerinde, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Allah tarafından gönderilmiş hak bir peygamber olduğuna dâir bir itminan ve güvenin meydana gelmesine vesile olur Ama taatları tam ve mükemmel bir biçimde yapıp yapamadıklarına dâir şüpheleri ise, kalblerinde bir ürpertinin hasıl olmasını gerektirir. 3) Onların kalblerinde, Hak teâlâ'nın vaad ve va'îdinde doğru olduğu ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de, haber verdiği her hususta doğru söylediği hususunda bir itminan ve güven hasıl olur. Fakat mükafaatı sağlayacak taatları işleyip işleyemedikleri, cezayı gerektiren günahlardan da tam kaçıp kaçamadıkları hususunda da kalblerinde korku ve ürperti bulunur." Kalbler Allah'ı Anmakla Rahatlar Bil ki, "Haberiniz olsun ki kalbler ancak zikrullah ile mutmain olur" ayeti ile ilgili, son derece dakik ve ince sırlarla dolu bahislerimiz vardır. Bunlar birkaç yönden izah edilir: 1) Varlıklar üç kısımdır: Tesir altında kalmayan, müessir olan varlıklar; müessir olmayan ama tesir altında kalan varlıklar ve herşeyde müessir olup, hiçbir tesir altında olmayan varlık. Hiçbir şeyden müteessir olmayan müessir varlık, ancak Hak Subhânehû ve Teâlâ'dır. Müessir olmayıp, müteessir olan varlıklar ise, cisimlerdir. Çünkü bunlar, çeşit çeşit sıfatları ve birbirine zıt tesirleri (etkileri) kabul eden varlıklardır. Bunların ancak, kabul etme hususiyeti vardır. Bazan müessir, bazan müteessir olan varlıklara gelince, bunlar rûhânî varlıklardır. Bu böyledir, çünkü bunlar, Hazret-i Allah'a yöneldikleri zaman, O'nun meşîetinden, kudretinden, tekvininden ve İcadından feyezan eden tesirleri kabul etme durumuna gelirler. Cisimler âlemine yöneldikleri zaman ise, onlar üzerinde tasarrufta bulunmaya iştiyak duyarlar. Çünkü cisimler âlemini yöneten, ruhlar âlemidir. Bunu iyice anladığın zaman, bil ki, kalb, ne zaman cisimler âtemini araştırmaya ve müşahede etmeye (seyre) yönelirse, o esnada bir daralma ve çarpıntı ile o cisimler âlemini ele geçirip, onda tasarrufta bulunma konusunda şiddetli bir tamayül meydana getir. Ama kalb, Hazret-i Allah'ın azametini araştırmaya ve müşahedeye yöneldiği zaman ise, kalbte samedanî nurlar ve ilahî ışıklar hasıl olur. İşte kalb o zaman sükûna erer. Bundan dolayı Hak teâlâ "Haberiniz olsun ki kalbler ancak zikrullah (Allah' anma) ile mutmain olur" buyurmuştur. 2) Kalb, ne zaman bir hâle vâsıl olursa, oradan, ondan daha şerefli bir diğer hale geçmeyi arzular. Çünkü cisimler aleminde bulunan her saadet ve mutluluğun üstünde, lezzet duyulan ve gıbta edilen, bir başka mertebe vardır. Ama kalb ve akıl, marifetuliah ve samedanî nurlar ile, mutluluğu isteme noktasına ulaşınca, artık o noktada kalır ve karar bulur. Böylece de oradan başka bir yere geçmeye kendinde güç bulamaz. Çünkü saadet bakımından, bundan mükemmel ve yüce bir derece yoktur. İşte bu manadan ötürü Allahü teâlâ "Haberiniz olsun ki kalbler ancak zikrullah ile mutmain olur" buyurmuştur. 3) Hayat iksirinden, bakır madenine bir damla düşse, o bakır altın haline gelir ve bütün çağlar ve zamanlar boyunca, ateşten hastl olan erimeye dayanarak bakî kalır. İşte bunun gibi, Allahü teâlâ'nın celal ve azamet iksiri insanın kalbine düştüğü zaman, onu hiçbir değişme ve bozulmayı kabul etmeyen, bakî, saf ve nûrânî bir cevher haline dönüştürmesi haydi haydi evladır. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, "Haberiniz olsun ki kalbler ancak zikrullah ile mutmain olur" buyurmuştur, 29"iman edip de, salih ameller işleyenler (var ya), ne mutlu onlara. Dönüp gidilecek güzel yurt da (onların olacak)" Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: Tûbâ kelimesi ile ilgili üç görüş bulunmaktadır 1) Tûbâ, cennetteki bir ağacın adıdır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir. "Tûbâ cennette bir ağaçtır. Onu Allah kendi eliyle dikmiştir. O, zinetler ve güzel elbiseler bitirir (meyve gibi verir). Dalları ise, cennet duvarının gerisinden bile görünür." Keşfu'l-Hafâ, 2/49. Ebu Bekr et-Esamm (radıyallahü anh) ise, o ağacın aslının (kökünün) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in evinde (mescidinde) olduğunu ve her mü'minin evinde ondan bir dal bulunduğunu (uzandığını) söylemiştir. 2) Bu, dil âlimlerinin görüşü olup, buna göre bu kelime, tıpkı "büşrâ" (müjde, müjdelemek) ve "zülfâ" (yakın olmak) kelimeleri gibi (hoş ve güzel oldu) fiilinin masdandır. (müjde sana) ifâdesi de, "Sen hoş ve güzel olanı elde ettin" demektir. Daha sonra alimler, değişik birkaç izah yapmışlardır: İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan, bunun manasının, "Onlar için sevinç ve göz aydınlığı vardır" şeklinde olduğu; İkrime'den, bunun manasının, "Onlar için olan bu şeyler, ne güzel" şeklinde olduğu; Dahhâkdan bunun manasının: "Gıpta ve hayranlık onlaradır, (Onlara gıpta ve hayranlık duyulur)" şeklinde olduğu; Katâde'den, bunun manasının: "En güzel şey onlarındır" şeklinde olduğu; Ebu Bekr el-Esamm'dan, bunun manasının: "Hayır ve ikram onlarındır" şeklinde olduğu ve Zeccâc'dan da bunun manasının: "Hoş ve güzel hayat onlarındır" şeklinde olduğu rivayet edilmiştir. Bil ki bütün bu manalar birbirine yakındır. Farklılık kelimelerdedir, manada değil. Velhasıl bu ifade, onların güzel şeylere nail olacaklarını tam olarak anlatmaktadır. Bütün lezzetler, bu ifâdenin kapsamına girer. Kısaca tefsiri ise, "Her hususta en güzel ve en hoş şeyler, onların olacaktır" şeklindedir. 3) "Bu lafız Arapça değildir." Bu görüşte olanlar, değişik izahlar yapmışlardır: Bazıları, "Tûbâ, cennetin Habeşçe ismidir" demişlerdir. Bu kelimenin, cennetin Hindce ismi olduğu veya Hindce'de "bostan (bahçe) manasına geldiği de söylenmiştir. Bu görüşler zayıftır. Çünkü Kur'ân'da ancak Arapça kelimeler vardır. Bilhassa bu lafzın, Arapçadan iştikak ettiği açıktır. Keşşaf sahibi "Ayetteki, ifadesi mübtedâ;ifâdesi onun haberidir. "Sen hoş ve güzel olanı elde ettin" manasına gelir. Bu cümle nasb veya refmahallindedir. Nitekim, şusözündeolduğu gibi: ifadesinin ref ve nasb ile okunması da, sana, bu ifâdenin mahallini, mevkiini gösterir" demiştir. Mekûzetu'l-A'râbî ise, bu ifâdeyi (......) şeklinde okumuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Dönüp gidilecek güzel yurt da (onların) olacak" ifadesinden murad, "Dönülecek ve karar kılınacak olan güzel yerdir." Bütün bunlar Allah'a tâate teşvik ve masiyyetten sakındırmak için, Allah tarafından yapılmış en büyük nimetleri vaadetmektir. Risaletin İnsanlık Tarihinde Köklülüğü 30"Öylece seni de, kendilerinden evvel nice ümmetler gelip geçmiş olan bir ümmete, sana vahyettiğimizi kendilerine okuman için gönderdik. Onlar Rahman'ı inkâr ederler. Sen de ki: "O, benim Rabbimdir. O'ndan başka hiçbir tanrı yoktur. Ben, ancak O'na tevekkül ettim. En son dönüşüm de, yalnız O'nadır" Bil ki (......) ifadesindeki kâf teşbih içindir. Buradaki teşbihin izahı hususunda şöyle denilmiştir: "Senden önceki peygamberleri gönderdiğimiz gibi, seni de, kendisinden önce pekçok ümmet geçmiş olan bir ümmete gönderdik." Bu, İbn Abbas, Hasan el-Basri ve Katâde'nin görüşüdür. Buna şu mana da verilmiştir: "Geçmiş ümmetlere peygamberler gönderip onlara okunan kitaplar verdiğimiz gibi, aynı şekilde sana da bu kitabı verdik ve sen de bu kitabı (kendi ümmetine) okursun. Binâenaleyh onlar, hala niçin bundan başkasını getirmeni teklif ediyorlar?" Keşsâf sahibi: Bu, "Seni, öyle bir gönderişle gönderdik, peygamber yaptık ki, bu gönderişin diğer gönderişlere karşı bir şanı ve üstünlüğü vardır" demektir" demiştir. Sonra, Cenâb-ı Hak onu nasıl gönderdiğini tefsir ederek, "kendilerinden evvel nice ümmetler gelip geçmiş olan bir ümmete" yani, "Seni, kendisinden önce birçok ümmet geçmiş olan bir ümmete gönderdik. Binâenaleyh, o ümmet, ümmetlerin sonuncusu; sen de peygamberlerin sonuncususun" buyurmuştur. Rahman İsm-i Şerifini İnkârları Cenâb-ı Hakk'ın, "Sana vahyettiğimizi kendilerine okuman için gönderdik. Onlar. Rahman'ı inkâr ederler" ifâdesinden murad, "Onlara, sana vahyettiğimiz o Kitâb-ı Aziz'i okuyasın diye seni gönderdik. Onların hali ise, hala şudur: Onlar, rahmeti her şeyi kuşatmış olan ve kendilerindeki her nimetin, kendisinden olan Rahman'ı inkar ederler. Yine onlar, kendilerine, senin gibi birisinin gönderilmesi ve onlara, mucize olan bu Kur'ân'ın indirilmesi nimetini inkâr ettiler" şeklindedir. "Sen de ki: "O, benim Rabbimdir" yani, "O, şeriklerden yüce olan tek ve emsalsiz Rabbimdir." O'ndan başka hiçbir tanrı yoktur. Size karşı, bana yardım etmesi hususunda O'na tevekkül ediyorum. Dönüşüm de yalnız O'nadır. Binâenaleyh, O, size karşı olan sabır ve cihadımdabana yardım eder. Rivayet edilmiştir ki, "Onlar, Rahman'ı inkâr ederler" ifâdesi, Abdullah İbn Ümeyye el-Mahzumî hakkında nazil olmuştur. O, şöyle derdi: "Allah'ı biliyoruz.. Rahman'a gelince, O'nu tanımıyoruz. Rahman olarak tanıdığımız ancak, Yemâme'nin efendisidir." Böyle demekle onlar, Müseylemetu'l-Kezzâb'ı kastediyorlardı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "De ki: "İster Allah diye çağırın, ister Rahman diye çağırın: hangisi ile çağırırsanız nihayet en güzel isimler O'nundur" (isrâ. 110) buyurmuştur. Bu, "Onlara, "Rahman'a secde edin!" denildiği zaman. "Rahman da neymiş?" dediler" (Furkan. 60) ayeti gibidir ve yine rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Kureyşlilerle Hudeybiye'de antlaşma yaptığı zaman, antlaşma metnine, "Bu Allah'ın Resulü Muhammed'in" ifâdesini yazdırınca, müşrikler, "Eğer sen, Allah'ın Resulü idiysen, öyle ise biz seninle savaştık, böylece de zulmetmiş olduk! (Ama biz bunu zaten kabul etmiyoruz). Fakat sen, "Bu, Muhammed İbn Abdullah'ın (...) yaptığı antlaşma metnidir" diye yazdır" dediler. Bunun üzerine de, aynen öyle yazıldı. Antlaşma metnine "Bismillahirrahmânirrâhim" yazıldığında, müşrikler, "Rahman da kim, biz onu tanımıyoruz?" dediler. Çünkü onlar. mektuplarının başına, "Ey Allahım, senin isminle..." diye yazarlardı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber onlara, "siz nasıl istiyorsanız, Öyle yazın!" dedi. Bil ki, "Onlar, Rahman) inkâr ederler" ifâdesini, bu iki rivayete göre manalandıracak olursak, onun manası şöyle olur: "Onlar, bu Rahman adının Allah'a verilmesini inkâr ediyorlardı; yoksa, Allah'ı değil!." Diğer alimler: "Aksine onlar, ya tamamen bilerek inkâr edip yok saymak suretiyle, ya da O'na eşler koşmak suretiyle, Allah'ı inkâr ediyorlardı" demişlerdir. Kadî: "Bu görüş ayetin zahirine daha uygundur. Çünkü, "Onlar, Rahman) inkâr ederler" ifâdesi, onların, Allah'ı inkâr etmiş olmalarını iktiza eder. Rahman lafzından anlaşılan budur; yoksa bundan anlaşılan isim olarak Rahman lafzı değildir. Nitekim birisi, "Onlar, Muhammed'i inkâr edip yalanladı" dedikleri zaman bundan anlaşılan, Hazret-i Peygamberin kendisidir; yoksa Muhammed ismi değildir. 31"Bir Kur'ân ki, eğer onunla dağlar yürütülseydi. veya onunla yer parça parça edilseydi, yahut onunla ölüler kon ustur ulsaydı (yine o kâfirler ona iman etmezlerdi). Fakat, bütün emir, yalnız Allah'ındır. İman edenler hâlâ şu hakikati bilmediler mi ki, Allah dileseydi elbette insanların hepsine birden hidâyet ederdi!... O kâfirlere gelince, Allah'ın vaadi (gelinceye) kadar, kendi yaptıkları yüzünden ya ansızın başlarına büyük bir belâ çatacak yahut (o belâ) yurtlarının yakınma konaklayacak. Şüphesiz ki Allah, vaadinden dönmez". Bil ki, rivayet edildiğine göre Mekkeliler, Mekke meydanında oturmuşlardı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onların yanına geldi ve onlara, İslâm'ı arzetti. Bunun üzerine, Abdullah İbn Ümeyye et-Mahzumî O'na: "Bizim için Mekke dağlarını yürüt ki, böylece yerimiz genişlesin. Yine orada bizim için nehirler akıt da, ziraatçilik yapalım. Yahut, bazı ölülerimizi dirilt ki, senin söylediğinin doğru mu yalnış mı olduğunu onlara soralım. Çünkü İsa, ölüleri diriltirdi. Yahut rüzgarı bizim emrimize ver, ona binelim beldelerde gezip dolaşalım. Çünkü rüzgâr, Süleyman'ın emrine verilmişti. Sen Rabbin katında Süleyman'dan daha değersiz değilsin" dedi. Bunun üzerine "Bir Kur'ân ki onunla dağlar (yerlerinden) sökülüp yürütülseydi veya onunla yer parça parça edilse ve nehirler gözeler haline getirilseydi yahut onunla ölüler konuşturulsaydı" (işte o ancak, sana indirdiğimiz bu Kur'ân olurdu)" ayeti nazil oldu Bu ayetteki, "Eğer" edatının cevabı, bu sözden anlaşıldığı için hazfedilmiştir. Zeccâc şöyle demiştir: " Burada hazfedilen cevap şudur: "Eğer o, kendisiyle dağların yürütüldüğü (...) bir Kur'ân olsaydı, (onlar buna yine de iman etmezlerdi)." Bu Cenâb-Hakk'ın, "Eğer biz onlara melekleri indirseydik ve ölüler de kendileriyle konuşsaydı" (En'âm, 111), (onlar yine iman edecek değillerdi)" ayeti gibidir" demiştir. Sonra Allahü teâlâ, "Fakat bütün emir yalnız Allahmdir buyurmuştur. Yani, "Dilerse yapar, dilerse yapmaz. Fiilleri ve hükümlerinde hiç kimse O'na tahakküm edemez." Bundan sonra Cenâb-ı Hak "İman edenler, hâlâ şu hakikati bilmediler mi ki, Allah dileseydi elbette, insanlar-hepsine birden hidayet ederdi!" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili iki mesele vardır 1) Bu, "Onlar bilmediler mi?" demektir. Buna göre ayetin iki izahı vardır: (......) Tabirinin İzahı Birinci İzah: (......) kelimesi, Naha kabilesinin lehçesinde bilmek manasındadır. Bu, Mücahid, Hasan el-Basri ve Katâde gibi çoğu müfessirin görüşüdür. Bunlar görüşlerine, şairin şu beytini delil getirmişlerdir "Ben her ne kadar, kabilemin toprağından uzakta idiysem de, toplum benim onun oğlu olduğumu bilmedi mi?" Ebu Ubeyde de, bu manada şu şiiri nakletmiştir; "Beni esir aldıklarında, onlara vadide derim ki: "Sizler benim Zehdem (atlı atın) binicisinin oğlu olduğumu bilmediniz, anlamadınız mı? Kisaî: "Ben, Arapların, "bildim" manasında olmak üzere, (......) dediklerini hiç görmedim duymadım" demiştir. İkinci İzah: Hazret-i Ali ve İbn Abbas'ın bunu (......) şeklinde okudukları; İbn Abbas'a "Bu, (......) değil mi?" denildiğinde onun, "zannediyorum ki kâtib bunu, kendisini uyku bastığı bir anda yazmış. Aslında kelime (......) şeklindedir. Binâenaleyh katib buna, fazladan bir harf ilâve etmiş ve böylece (......) haline gelmiş. Böylece de (......) şeklinde okunur olmuş..." dediği rivayet edilmiştir. Bu görüş çok tuhaf bir iddiadır. Çünkü bu, Kur'ân'ın tahrif ve tashif edildiği (yani harflerinin ve kelimelerinin değişmiş olduğu) neticesine götürür ki, bu, onu bizatihi bir hüccet olmaktan çıkarır. Keşşaf sahibi de: "Vallahi bu söz kesinlikle ve tartışmasız bir uydurmadır" demiştir. Üçüncü İzah: Zeccâc şöyle demiştir: "Bu ayetin manası "iman edenler Allah dileseydi bütün insanları hidayete erdireceğini bildikleri için, bu kâfirlerin imanından ümidlerini kestiler" şeklindedir. Bunun izahı şöyledir: Bir şeyin olmadığını bilmek, onun gerçekleşmesinden, meydana gelmesinden ümit kesmeyi gerektirir. Bu mülazemet, (birbirini gerektirme), güzel bir mecaz yapmayı gerektirir. İşte bundan dolayı "ye's" lafzının, "bilmek" manasında kullanılması, güzel olmuştur. İkinci Mesele Alimlerimiz: "Eğer Allah, dileseydi, elbette insanların hepsine birden hidâyet ederdi" ifâdesini delil getirmiş ve şöyle demişlerdir: Lev (eğer) edatı, herhangi bir şeyin bulunmaması sebebiyle ona bağlı olan diğer şeyin de olmayacağını gösterir. Buna göre ayetin manası, "Allahü teâlâ, bütün insanların hidayetini dilememiştir" şeklinde olur. Mutezile ise bu meşieti, dilemeyi, bazan zorlama meşieti (ilcâ) manasına; bazan da, cennet yoluna sevketmek, yöneltmek anlamına hamletmiştir. Mutezile içinde, bu ayeti zahiri manasına hamledip şöyle diyenler vardır: "Allahü teâlâ, bütün insanların hidayetini dilememiştir. Çünkü O, çocukları ve delileri hidayetle mükellef tutmamıştır. Binaenaleyh, bütün insanların hidayetini istemiş olmaz." Bu mesele hakkındaki izah, daha önce defalarca geçmişti. Cenâb-ı Allah'ın 'O kâfirlere gelince, Allah'ın vaadi (gelinceye) kadar kendi yaptıkları yüzünden ya ansızın başlarına büyük bir belâ çatacak., yahut, (o belâ) yurtlarının yakınma konaklayacak" ifadesiyle ilgili iki mesele vardır: Cenâb-ı Hakk'ın ifadesiyle ilgili iki görüş bulunmaktadır: Birinci Görüş: Cenâb-ı Hakk'ın, bu ayetle, bütün kafirleri kastettiği, zira bir kısım kâfir için tahakkuk eden ölüm ve esir alınma gibi şiddetli ve sıkıntılı hadiselerin, bütün kâfirlerin kalbinde bir keder ve üzüntü meydana getirdiği ileri sürüldüğü gibi, şu da ileri sürülmüştür: Cenâb-ı Hak, bu ifâdeyle bazı kâfirleri murad etmiştir ki bunlar, muayyen bir gruptur. el-Küffar kelimesinin başındaki elif-lam, ahd içindir. Bu da, muayyen bir topluluğu gösterir Ayetle ilgili iki izah yapılmıştır: a) "Bu, "O kâfirler, yaptıkları küfürleri ve kötü amelleri yüzünden, Allah'ın onlara ya çocukları hususunda her an indirebileceği çeşitli belâ ve musibetlerden onların kalblerini hoplatan büyük bir belâ isabet eder. Yahut onlara yakın bir belâ iner de, böylece feryad-ü figanı basar ve harekete geçerler. Binâenaleyh o belânın kıvılcımları ve zararları onlara da ulaşır." Böylece, onların ölümü yahut Kıyamet demek olan vaad-i ilâhi gelip çatar" demektir. b) Bu, şu manayadır: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e olan düşmanlıkları ve yalanlamaları sebebiyle Mekkelilenn başına ansızın bir belâ gelip çatar. Çünkü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), her zaman, onlara seriyyeler (baskın müfrezeleri) gönderirdi. Böylece Mekke'nin hali değişirdi. O seriyyeler onları teker teker yakalar, hayvanlarını toplar götürürlerdi. Yahut ey Muhammed sen, Hudeybiye'ye konakladığın zamanki gibi, ordunla onların yurtlarına yakın bir yere otağ kurarsın. Derken Allah'ın vaadi, yeni Mekke'nin fethi zamanı gelir çatar. Bunu Allah, Peygamberine (sallallahü aleyhi ve sellem) vaadetmişti. Daha sonra Cenâb-ı Hak "Şüphesiz ki Allah vaadinden dönmez" buyurmuştur. Bundan maksad, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbine güç vermek ve endişesini gidermektir. Kâdî şöyle der: "Bu ifâde, Allahü teâlâ'nın va'îd (tehdid)İerinden cayabileceğini ileri sürenlerin görüşünün yanlış olduğuna delalet eder. Her nekadar bu ayet kâfirler hakkında ise de, nazar-ı dikkate alınacak şey, ayetin sebeb-i nüzulünün hususi oluşu değil, lafzının umûmî manasıdır. Çünkü bu lafız, umûmî manası ile, fasıklar için yapılan hertürlü ilahi tehdidleri de içine alır." Buna şöyle cevap verilir: Hulf (sözden dönmek) başka şey, umûmî bir ifâdenin tahsis edilmesi (sınırlandırılması) ise başka bir şeydir. Biz, Allahü teâlâ'nın hulf edeceğini söylemiyoruz. Ancak umûmî olan va'îd ayetlerini, aff-ı ilâhiyi gösteren ayetlerle tahsis ediyor (sınırlıyoruz). 32Âyetin tefsiri için bak:34 33Âyetin tefsiri için bak:34 34"Andolsun ki senden evvelki peygamberlerle de istihza edilmişdi de, ben okâfirlere mühlet vermiştim. Sonra ise onları yakaiayıverdim. Bak, benimikâbım nasılmış! Her nefsin, kazandığının hepsini bilen Allah'a onlar şirkkoştular. De ki: "Bunlara bir ad verin bakalım! Yoksa siz yeryüzünde O'nabilmediği birşeyi mi haber veriyorsunuz? Yoksa sözün zahiri ile mi...?" Hayır o kâfirlere, tuzakları süslü göründü ve onlar doğru yoldan alıkondular. Allah kimi şaşırtırsa, artık onun için hidayet edecek hiç kimse yoktur. Dünya hayatında, onların hakkı azabtır. Ahiret azabı ise, daha çetindir. Onları Allah'ın azabından koruyacak olan hiç kimse yoktur". Bil ki o kafirler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, istihza ve alay yollu, başka mucizeler steyip, bu da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gücüne gidip, bu sözlerden rahatsız olunca, Cenâb-ı Allah, onu teselli etmek ve kavminin akılsızlığına karşı ona sabır vermek için bu ayeti indirerek Ona: "Kavminin seninle alay etmesi gibi önceki peygamberlerin Kavimleri de onlarla alay etmişlerdi de ben o kâfirlere mühlet vermiştim. Yani azablarını ertelemek sureti ile biraz zaman tanımış, sonra da onları kıskıvrak yakalamıştım. Binâenaleyh bak benim, onlara ikâbım nasılmış! Bil ki ben, o geçmiş Kavimlerden intikamımı aldığım gibi, bunlardan da alırım" demiştir. "İmlâ" mühlet vermek ve onları tıpkı hayvanlara otlakta bir müddet otlama imkanı verilmesi gibi, bir süre bolluk ve rahatlık içinde bırakmaktır. Bu, onlar için bir tehdid ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile istihza yollu mucize istemelerine bir cevaptır. Daha sonra Cenâb-ı Allah, müşriklere bir hüccet yerine geçecek, onları azarlayacak ve hayrete davet edecek bir ifâde ile şöyle buyurmuştur: "Her nefsin kazandığının hepsini bilen Allah'a mı?" Bu, "Allahü teâlâ herşeye kadirdir ve herşeyi cüz'iyyatı ile ve külliyatı ile bilir. O, böyle olduğuna göre, (......) nefsin hallerinin tamamını bilir, nefislerin istekleri olan faydalı şeyleri vermeye, zararlı şeyleri defetmeye, yaptıkları taatlara mükafaat vermeye ve işledikleri bütün günahlara ceza vermeye kadirdir" demektir. İşte bu ifâdeden kastedilen mana budur. Böyle olan ancak Hak Sübhânehû ve Teâlâ'dır. Bunun bir benzeri de, Adaleti ayakta tutarak" (Al-i İmran, 18) ayetidir. Bil ki bu söze mutlaka bir cevab lazımdır. Alimler bu cevabın ne olduğu hususunda şu değişik izahları yapmışlardır: 1) Bu, "Her nefsin kazandıklarının hepsini bilen Allah, böyle olmayan gibi olur mu? Böyle olamayanlar ise, faydasız ve zararsız putlardır" demektir. Bu cevab, Hak teâlâ'nın "Allah'a onlar şirk koştular" buyruğunda saklı olup, bunun takdiri, "Her nefsin kazandığının hepsini bilen Allah, onların şirk koştuğu zarar ve fayda vermeyen şeyler gibi midir?" şeklindedir. Bunun bir benzen de, "Öyle ya Allah'ın göğsünde İslam için inşirah verdiği, "Rabbinden bir nûr üzere değilmidir?" (Zümer, 22) ayetidir Bu ifâdenin de cevabı gelmemiştir. Çünkü cevab, ayetteki "Kalbleri, Allah'ın zikrinden (boş ve) kaskatı kesilmiş olanların vay haline!" (Zümer, 22) ifâdesinde zımnen vardır. İşte burada da aynen Öyledir. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Mübtedaya haber olabilecek birşeyin takdir edilmesi caizdir. Yahut ayetteki "Allah'a şirk koştular" ifâdesi bunun üzerine atfedilmiş olup, takdiri: "Böyle olan kimse. Allah'ı birlememiş, O'nu ululamamış ve O'na ortak koşmuş olur" şeklindedir. ' 2) Bu izahı Hallu'l-'Ukad adlı eserin sahibi yapmıştır. O şöyle der: "Ayetteki ve cealû ifâdesindeki vâvı vâv-ı haliyye kabul eder ve mübtedaya bir haber takdir ederiz. Böylece mübteda haberi ile birlikte, peşisıra geldiği cümleyi izah eden bir cümle olmuş dur. Buna göre ifâdenin takdiri "Her nefsin kazandıklarının hepsini bilen var mıdır?" Ha'buki o müşrikler. Allah'a ortaklar koşmuştur" şeklindedir. Daha sonra zahir isim, "Allah" lafzı, ulûhiyyeti iyice anlatmak ve izah etmek için, haberin yerini tutmuştur. Bu tıpkı senin, "insanlara veren ve onları zengin kılan cömert bir zat vardır. O ise. benim gibileri mahrum eder" demen gibidir. Adı Olmamak Yokluğun İfadesidir Bil ki Allahü teâlâ bu delili izah edince, yeni bir delil getirerek, "De ki: "Bunlara bir ad verin bakalım!" buyurmuştur. Bu söz, kendine ad verilmeyecek ve bir isim konulmayacak kadar değersiz olan şey hakkında söylenir. İşte bu durumda, "İstersen ona ad koy, yani o bahse değmez, isim verilmeye layık değil, ama istersen ona bir ad koy!" denilir. Buna göre sanki Cenâb-ı Hak, tehdid yollu: "Haydi onlara ilah ismi verin bakaltm!" demek istemiştir. Bu, "İster onlara böyle isimler verin, ister vermeyin; onlar hiç bir akıllı insanın değer vermeyeceği kadar âdi ve kıymetsiz şeylerdir" manasına gelir. Daha sonra Cenâb-ı Allah, yeni bir delil daha ekleyerek, "Yoksa siz, yeryüzünde O'na bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsununz?" buyurmuştur. Bu, "Sizler o putlara, Allah'ın bilmeyip, sizin bildiğiniz bir şeyi Allah'a haber mı veriyorsunuz?" demektir. Allah'ın mutlak surette ortağı olmadığı halde, Cenab-ı Hak bilhassa yeryüzünde ortağı olmadığını belirtmiştir. Çünkü müşrikler, Allah'ın yeryüzünde ortakları olduğunu söylüyorlardı. Cenâb-ı Hak, "Yoksa sözün zahiri ile mi?" buyurmuştur. Yani, "Sizler gerçeği olmayan sözleri söyleyerek göz mü boyuyorsunuz?" demektir. Bu, "Bu, onların ağızlarıyla (geveledikleri) sözleridir" (Tevbe. 30) ayetinde olduğu gibidir. Müşriklerin Durumlarını Beğenmeleri Sonra Allahü teâlâ, bu delillerin peşine, onların yollarının kötü olduğunu beyân ederek, sürdürdükleri hareketin değersizliğini göstermek için "Hayır, o kâfirlere, tuzakları süslü göründü" buyurmuştur. Vahidî şöyle der: "Buradaki bel edatı, şu manayadır: Allahü teâlâ sanki: "Üzerinde olduğunuz konuları zikretmeyi bırak, çünkü onlara tuzakları süslü gösterilmiştir" demektedir. Bu böyledir, zira O, onların inançlarının yanlışlığına deliller getirince, sanki, "Artık delilleri bırak, çünkü bunun onlara faydası yok. Zira onlara inkârları ve tuzakları süslü gösterilmiştir. Binâenaleyh onlar bu delillerin hatırlatılmasından istifade etmezler" demiştir." Kâdî de şöyle der: Allahü teâlâ'nın bunu, onları zemmetmek için zikrettiğinde şüphe yoktur. Bu böyle olunca, ayette bahsedilen "süslü gösterme" işinin Allah'a âit olması imkansız olur. Aksine bunu yapan, insan ve cin şeytanlarıdır. Bil ki Kâdî'nin izahı şu sebeblerden ötürü zayıftır. 1) Şayet, "süslü gösteren", cin veya insan şeytanlarından birisi olsaydı, o şeytanın kalbinde bunu süslü gösterenin de, bir başka şeytan olması gerekirdi. Bu durumda da teselsül gerekir. Eğer bu işi yapanın Allah olduğu kabul edilirse, bu soru düşer. 2) Kalblere ancak Allah hâkim ve kadir olur. 3) Biz, sebebi tercih etmenin ancak Allah tarafından olduğuna ve sebebin tahakkuk etmesi halinde de mutlaka o fiilin olacağına dâir delil getirmiştik. Ayetteki, "Ve onlar doğru yoldan alıkondular" buyruğuna gelince: Bil ki Âsim, Hamza ve Kisâî, hem bu ayette hem de "Ha-mim" sûresinde, "Kâfirleri başkaları alıkoydular" manasında meçhul olarak ve sâd'ın zammesiyle, (alıkondular) şeklinde okumuşlardır. Ehl-i Sünnet'e göre, onları doğru yola ulaşmaktan alıkoyan Allahü teâlâ'dır. Mutezile ise bu hususta şu iki izahı yapmıştır: a) Alıkoyan şeytandır. b) Onları kendileri alıkoymuştur ve birbirlerini alıkoymuşlardır. Bu tıpkı: "Falan kişi mu'ceb (şaşırıldı)" denilmesi gibidir. Burada maksad, onun şaşkın olduğunu bildirmektir.Yoksa, onu şaşırtan bir kimsenin bulunması sözkonusu değildir. Bu, Ebu Müslim'in görüşüdür. Diğer kıraat imamları ise, her iki sûrede de, "Kâfirler, Allah yolundan yüz çevirdiler" manasında sâd'ın fethası ile, saddû şeklinde okumuşlardı. Bu kıraata göre, bu fiilin, "Onlar, başkalarını Allah yolundan çevirdiler" manasında olduğu da söylenmiştir. Binâenaleyh bu fiil hem lâzım hem de müteaddi olmuş olur. Birinci Okuyuşun Delili, o fiilden önce geçen fiilin meçhul oluşudur. Onunla uyum sağlaması için, bunun da meçhul olması gerekir. İkinci Kıraatin Delili ise, daha önce geçen keferû fiilinin ma'lûm sığada oluşudur. Cenâb-ı Hak daha sonra "Allah kimi şaşırtırsa, artık onun için hidayet edecek hiç kimse yoktur" buyurmuştur. Bil ki âlimlerimiz, bu âyeti birkaç bakımdan delil olarak getirmişlerdir: 1) Allahü teâlâ, "Hayır, o kâfirlere, tuzakları süslü göründü" buyurmuştur. Biz, deliller ile, bu süslü gösterenin, Allahü teâlâ olduğunu daha önce beyan etmiştik." 2) Ayetteki ifâdenin meçhul (ve suddû) okunuşuna göre, bu alıkoyma işini yapanın Allahü teâlâ olduğunu beyan etmiştik. 3) Ayetteki, "Allah kimi şaşırtırsa, artık onun için hidayet edecek hiç kimse yoktur" ifâdesi, bizim görüşümüzü destekleyen açık bir ifâdedir ve hem bu süslü gösterme işini, hem de o alıkoyma işini yapanın ancak Allahü teâlâ olduğunu açıkça göstermektedir. 4) Hak teâlâ, "Dünya hayatında onların hakkı azabtır. Ahiret azabı ise daha çetindir" buyurmuştur. Binâenaleyh Allahü teâlâ onların, ahirette cezaya uğrayacaklarını haber vermiştir. Allah'ın haber verdiği şeyin aksinin olması imkânsızdır. Bu haberin yanlış çıkması imkânsız olduğuna göre, bu kimselerden imanın sadır olması da imkânsızdır. Bütün bu izahları, bu tefsirde defalarca yaptık. Kâdî şöyle demiştir: "Ayetteki, "Allah kimi şaşırtırsa" ifâdesi, "Kimi, kâfir olduğu için cennet mükafaatından şaşırtır, uzaklaştırırsa" demektir. "Artık onun için hidayet edecek hiç kimse yoktur" ifadesi ise, bu mükâfaatın ancak taat ile elde edileceğini bildirmektedir. Binâenaleyh kim taattan yüz çevirir ise, artık bu mükâfaatı elde etmeye bir yol bulamaz." Bu ifâdeye şu manalar da verilmiştir: a) "Allah kimin dalalette olduğuna hükmeder, "sapıtmış" derse..." b) Allah kimi, imanı hakkı ile bulmaktan saptırır, uzaklaştırırsa" demektir. Kâdî sonra birinci görüşün daha kuvvetli olduğunu söylemiştir. Bil ki (aksine) birinci izah zayıftır. Çünkü söz, onların dünyadaki imanlarını ve küfürlerini anlatmak hususundadır. Bu sözde, onların cennete girip gidememelerinden bahsedilmemektedir. Binâenaleyh sözü, konusundan alıp, konusu dışında bir manaya hamletmek tuhaf bir davranıştır. Hem farzet ki, işin onların zikrettiği gibi olduğunu kabul etsek bile, Allahü teâlâ onların cennete giremeyeceklerini haber verdiğine göre, yine maksad hasıl olmuş olur. Çünkü Allah'ın bildiği ve haber verdiği halin aksinin tahakkuk etmesi imkansızdır. Bu ki Allahü teâlâ, onlar hakkında bu hususları haber verince, onlar için dünya azabı ile bundan daha zor olan ahiret azabını birleştirdiğini, bu azabları onlardan dünyada da âhirette de soruşturacak hiç bir kimsenin olmadığını bildirmiştir. Dünyada Musibet Ceza Sayılır mı? Dünya azabı, ölüm, savaş, lanet, kınama ve hor-hakir kalma şekillerinde olur. "Bunlara, musibetler ve hastalıklar dâhil midir, değii midir?" meselesine gelince, âlimler ihtilaf etmişlerdir. Bazıları "Bunlar dahildir" derken, bazıları: "Bunlar bir ceza olmaz. Çünkü başına bir musibet gelen herkes, ona sabretmekle emrolunmuştur. Eğer bu bir ceza olsaydı, ona sabretmek vâcib olmazdı" demişlerdir. Binâenaleyh, bu görüşe göre ayetten kastedilen, onların öldürülmeleri, esir edilmeleri, lanetlenmeleri ve mallarının ganimet olarak alınmasıdır. Cenâb-ı Hak ahiret azabı daha fazla olduğu için onu, "Ahiret azabı ise daha çetindir" diye anlatmıştır. İstersen bu çetin oluşu, kuvvet ve şiddet manasına; ister çeşitlerinin çokluğu manasına; ister içine hiçbir rahatlık sebebinin karışmaması manasına, istersen hep devamlı ve sonsuz manasına alabilirsin. Daha sonra Allahü teâlâ "Onlar için Allah'dan koruyacak olan hiç kimse yoktur" diyerek, hiç kimsenin onları, başlarına gelen azabtan koruyamayacağını beyân buyurmuştur. Vahîdî şöyle demektedir: "Kıraat imamlarının çoğu son kelimeyi, yâ'sız olarak, kâf harfi üzerinde vakfederek okumuşlardır. Durum, (Zumer, 36) ayeti ile (Rad, 11) ayetinde de aynıdır. Doğrusu da budur. Çünkü sen, vasıl halinde de (......) ve (......) dersin. Böylece ya harfi de, tenvin de sakin olduğu için, yâ harfi hazfedilmiştir. Binâenaleyh sen vakf yaptığın zaman, ref ve cerr halinde tenvin hazfedilir. Ya harfi hazfedilmiş idi. Böylece vakf, "fâilün" vezninin dışında kalan yerlerde, kesre olan harekeye tekabül eder Böylece sen, üzerinde vakfettiğin diğer harekeleri hazfettiğin gibi, o kesreyi de hazfedersin. Böylece de val, hâd, vâk şeklinde olur. İbn Kesir, bunları hadi, vâli, vâkî şeklinde yâ üzere vakfederek okur. Bunun izahı da, Sibeveyh'in naklettiği şu husustur: Diline güvenilen bazı Arap kabileleri, "şu benim davetcim" der ve yâ üzerine vakfe yaparlar. 35"Müttakilere vaad edilen cennetin sıfatı (şudur): Altından ırmaklar akar onun. Yemişleri ve gölgeleri dâimdir. İşte ittikâ edenlerin akıbeti. Kâfirlerin sonucu ise ateştir". Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Bil ki Allahü teâlâ, kâfirlere dünya ve âhirette azâb edeceğinden bahsedince, bunun peşisıra, müttakîlere vereceği mükâfaatı söz konusu etmiştir. Ayetteki meselü'l-cenne "cennetin sıfatı" ifadesi ile ilgili şu görüşler ileri sürülmüştün a) Sibeveyh şöyle demiştir: "Bu tabir, haberi hazfedilmiş bir mübteda olup, takdiri, "size anlattığımız şeylerde, cennetin sıfatı vardır" şeklindedir. b) Zeccâc şöyle demiştir: "Kelamın takdiri "Cennetin sıfatı, vasıfları şöyle şöyle olmasıdır" şeklindedir. c) Bu ifade mübtedâdır, haberi de "altından ırmaklar akar" ifadesidir. Nitekim sen, "Zeyd'in sıfatı, isimdir" dersin, (yani "Zeyd" kelimesi bir isimdir). d) Bu ifâdenin haberi "Yemişleri ve gölgeleri dâimdir" ifadesidir. Çünkü böyle oluşu, harikulade birşeydir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Müttakilere vaadedilen, altlarından ırmaklar akan cennetin sıfatı, cennetin bildiğiniz halleri gibidir. Ancak ne var ki onun yemişleri dâimdir" demiştir. İkinci Mesele Bil ki Allahü teâlâ bu cenneti şu üç vasıfla tavsif etmiştir: a) Altından ırmaklar akması. b) Yemişlerinin devamlı olması.. Bu, "Dünya cennetlerinin (bahçelerinin), yaprakları meyveleri ve faydaları devamlı olmaz. Ama ahiret cennetlerinin meyveleri devamlıdır, kesintiye uğramaz" demektir. c) Gölgelerinin devamlı olması... Bu, "Orada sıcak, soğuk, güneş, ay ve karanlık dîye birşey yoktur. Bu ifadenin bir benzeri de "Ehl-i Cennet) orada ne bir güneş, ne de bir zemherir görmeyecek" (İnsan, 13) ayetidir. Allahü teâlâ cenneti bu üç vasıfla niteledikten sonra, muttakilerin âkibetinin, bu cennet olduğunu beyân buyurmuştur. Yani '"muttakilerin akibeti (sonu) cennet, kâfirlerin akibeti ise cehennem olur" demektir. Ayetten çıkarılan sonuç şudur: Muttakilerin mükâfaatı, her türlü şaibeden uzak, devamlı olma özelliğinde birçok faydalardır. Cennette Yemişlerin Devamlılığından Maksat Bil ki ayetteki, "Yemişleri dâimdir" ifadesi ile ilgili üç mesele vardır: Bu, cennet yemişlerinin yok olmayacağına ve bitmeyeceğine delalet eder. Cehm b. Safvan ile ona uyanlardan bu görüş nakledilmiştir. Bu, cennetliklerin hareketlerinin Ebu'l-Huzeyt ve ona uyanların dediği gibi, devamlı bir sükûna varıp dayanmadığına delalet eder. Kâdî şöyle demiştir: "Bu ayet, cennetin henüz yaratılmış olmadığına delalet eder. Çünkü eğer cennet şu anda mevcut, yaratılmış olsaydı; sonlu olması ve yemişlerinin sona erici olması gerekirdi. Zira Hak teâlâ, "(Yer) üzerinde bulunan her canlı fânidir" (Rahman, 26) ve "Onun zâtından başka herşey helak olucudur" (Kasas. 88) buyurmuştur, Fakat cennetin yemişleri, "Yemişleri dâimdir" ayetinden ötürü, dâimdir. Binâenaleyh cennetin şu anda henüz yaratılmamış olması gerekir. Kadi daha sonra şöyle der: "Biz şu anda göklerde meleklerin ve rivayet edilen haberlere göre, peygamberlerden, şehidlerden ve benzeri kimselerden canlı olanların istifâde ettikleri birçok cennet bulunduğunu inkâr etmiyoruz. Fakat bizim benimsediğimiz fikir, bilhassa "huld (ebedîlik) cenneti"nin ancak, bütün canlıların yeniden dirilmesinden sonra yaratılacağıdır." Buna şöyle cevap verilir: Onların (yani Mutezile'nin) delilleri şu iki ayettir: "(Yer) yüzünde bulunan her canlı fânidir" (Rahman, 26) ve "Yemişleri ve gölgeleri dâimdir" (Rad.35). Binâenaleyh bu iki umûmî ayetten birisini tahsis ettiğimizde, onların delilleri düşer. O halde biz bu iki umumî ayetten birisini, cennetin mahlûk olduğunu gösteren delillerle tahsis ederiz. Bunlardan biri şu ayettir: "Muttakiler için hazırlanmış cennetin eni, göklerle yer kadardır" (Âl-i İmran, 133). Bu Ayette Geçen "Kitap'dan Maksad? 36"Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler sana indirilen ile sevinirler. Fakat güruhlar içinde onun bir kısmını inkâr eden kimseler de vardır. De ki: "Ben ancak Allah'a kulluk edip, O'na ortak koşmamakia emrolundum. Ben ancak O'na duâ ederim. Dönüşüm de ancak O'nadır". Bil ki bu ayette geçen "kitap" ile ne murad edildiği hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür: Birinci Görüş: Bununla "Kur'ân" kasdedilmiştir. Buna göre ayetin manası "Kur'an ehli, Hazret-i Peygamber'e indirilen tevhid, adâlet, nübüvvet, ba's (diriliş), çeşitli hükümler ve kıssalardan dolayı sevinirler. Yahudî, hristiyan ve diğer kâfirlerden bazı güruhlar ise, onun bu kısmını inkar ederler" şeklindedir. Bu görüş, Hasan el-Basri ve Katade'nindir. Buna göre şayet, "Ahzâb (o güruhlar), Kur'ân'ın tamamını inkar ederler, bir kismını değil?" denirse, biz deriz ki: "Onlar, Kur'ân'da bulunan herşeyi inkâr etmezler. Çünkü Kur'ân'da Allah'ın zatının, ilim, kudret ve hikmetinin isbatı ve peygamberlerinin kıssaları da yer alır. O güruhlar ise bunları inkâr etmezler. İkinci Görüş: Bu "Kitap" ile, Tevrat ve İncil kastedilmiştir. Buna göre, ayetle ilgili şu iki görüş ileri sürülmüştür. a) İbn Abbas (radıyallahü anh),şöyle demiştir: "Kendilerine kitap verdiğimiz" ifâdesi ile Abdullah b. Selam (radıyallahü anh), Ka'b b. Ahbar ve arkadaşları gibi yahudiler ile Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman edip müslüman olan hristiyanlar kastedilmiştir. Bunlar seksen kişi olup, kırkı Necran'da, sekizi Yemen'de,otuzikisi de Habeşistan'dadır Bunların hepsi, Kur'ân ile sevinmişlerdir. Zira onlar Kur'ân'a iman etmiş ve onu tasdik etmişlerdir. Ayetteki "ahzâb" (güruhlar) ile de, ehl-i kitabın geriye kalanları ile müşrikler kastedilmiştir." Kâdî, bu izahın birincisinin daha uygun olduğunu söyleyerek, "Kendilerine Kur'ân verilen kimselerin, Kur'ân'ın inişi ile sevindiklerinde şüphe yoktur. Binâenaleyh biz bunu bu manaya hamlettiğimizde, bu kelamın manas ancak o zaman aşikâr olur." Şöyle de denebilir: Kendilerine Kur'ân verilenler, Kur'ân'da görüp öğrendikleri pek çok ilimler sayesinde elde ettikleri büyük faydalardan dolayı Kur'ân ile sevinçleri artar. İşte bu sebepten ötürü, Allahü teâlâ onların bununla sevindiklenn nakletmiştir. b) "Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler" ifâdesi ile, kendilerine Tevrat veriler yahudiler ile, İncil verilen hristiyanlar kastedilmiş olup; Kur'ân onların kitaplarını tasdik ettiği zaman Kur'ân'dan indirilen ayetlere sevinirler. Diğer kâfir güruhları ise, Kur'ân'ı bir kısmını inkâr ederler. Bu görüş, Mücâhid'indir. Kâdî şöyle demiştir: "Bu izah doğru değildir. Çünkü, "Sana indirilen ile sevinirler" ifadesi Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirilen şeylerin tamamını içine alan bir ifadedir. Halbuki onların (ehl-i kitab'ın), Hazret-i Peygamber'e indirilen şeylerin hepsine sevinmedikleri malumdur." Buna şöyle cevap verilebilir: "Ayetteki, "Sana indirilen ile ..." ifadesi, kendisine hem "hepsi" hem de "bazısı" kelimeleri eklenebileceği için, umûmî manada değildir. Binâenaleyh şayet bu tabir, umûm ifâde etseydi, buna "hepsi" lafzını ilave etmek bir tekrar; "bazısı" lafzını ilave etmek de bir noksanlık olmuş olurdu. Daha sonra Cenâb-ı Hak, yaratılış ve ahiret bilgisi hususunda insanların muhtaç olduğu herşeyi, çok az bir sözle beyân buyurunca, "De ki: "Ben ancak Allah'a kulluk edip, O'na ortak koşmamakla emrolundum. Ben ancak O'na duâ ederim. Dönüşüm de ancak O'nadır" demiştir. Bu, mükellefiyet ile ilgili herşeyi kendinde toplayan bir sözdür. Bu ifade ile ilgili şu izahlar yapılır: a) "Ancak" kelimesi hasr ifade edip, "Ben sadece ve sadece Allah'a ibadet etmekle emrolundum" demek olup, bu da mükellefiyet, emir ve yasakların ancak bu şekilde olacağına delalet eder. b) İbâdet (kulluk), saygının doruk noktasıdır. Ayet de, insanın bununla mükellef olduğuna delalet eder. c) Allah'a kulluk, ancak O'nu tanımakla mümkündür. O'nu tanımanın yolu ise delillerdir. Binâenaleyh bu ifade insanın, yaratıcının zâtını ve sıfatlarını, onun hakkında vacip, caiz ve imkânsız olan şeyleri bilme hususunda tefekkür ve istidlal ile mükellef olduğuna delalet eder. d) Allah'a kullukvâcibtir. Bu da, hem mükellefiyetin olmadığını söyleyenlerin, hem de Cebriye'nin görüşünün yanlış olduğunu gösterir. e) Ayette, "O'na ortak koşmamakla emrolundum" buyurulmuştur. Bu da, Allah Tealâ'nın, hiçbir ortağı, benzeri ve zıddı olmadığını gösterir. Bu ifâdenin içine, Allah'ın dışında herhangibir ma'bûda inanan kimselerin görüşünün yanlışlığı da girer. O kimse ister o mabudunun, güneş, ay, yıldızlar, ister putlar ve heykeller ile yüce ruhlar, ister, mecûsîlerin dediği gibi Yezdan ve Ehrimen, ister Seneviyye'nin dediği gibi zulmet ve nûr olduğunu söylesin. f) Ayette, "O'na duâ ederim" buyurulmuştur. Bununla, "insana, o ibadetleri yerine getirmesi vâcib olduğu gibi, Allah'a kulluğa çağırması da vâcib olur" manası kastedilmiş olup, bu ifâde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetine işarettir. g) Ayette, "Dönüşümde ancak O'nadır" buyurulmuştur. Bu ifade de, haşre, neşre ba'se (dirilişe) ve Kıyamete işarettir. Binâenaleyh insan bu kısa ve veciz ayet üzerinde iyice düşünüp manasını anlayınca, bunun, dinde muteber olan bütün taleb ve gayeleri ihtiva ettiğini görür. 37"işte biz onu böyle Arapça bir hikmet olarak indirdik. Andolsun ki sana gelen ilimden sonra onların hevâlarına uyarsan Allah'dan senin için ne bir yardımcı vardır, ne de bir koruyucu". Birinci Mesele Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Bilki Allahü teâlâ, bunu "Arapça bir hikmet" olarak indirişini, önceki peygamberlere indirişine (vahyedişine) benzetmiştir. Binâenaleyh bu, "Biz önceki peygamberlere kendi lisanları ile kitaplar indirdiğimiz gibi, sana da Kur'ân'ı (senin lisanında) indirdik" demektir. Ayetteki "Onu" zamiri, geçen ayetteki, "Sana indirilen" ifadesine, yani Kur'ân'a râcidir. İkinci Mesele "Arapça bir hikmet (hüküm) olarak indirdik" ifadesi ile ilgili şu izahlar yapılmıştır: a) Bu, "Arapların lisanında ifâde edilmiş olan bir hikmet olarak" demektir. b) Kur'ân, bütün mükellefiyetleri ihtiva etmektedir. Binâenaleyh ancak Kur'ân ile hükmetmek mümkün olur. Kur'ân, hükmetmenin vasıtası olduğu için, bunu iyice anlatmak için, "hüküm" olarak isimlendirilmiştir. c) Allahü teâlâ bütün mükelleflerin, Kur'ân'ı kabul edip, onunla amel etmelerine hükmetmiştir. Binâenaleyh Allah, mahlukatın onu kabul etmelerine hümedince, mu bir "hüküm" kılmıştır. Bil ki ayetteki ifadesi "hal" olarak mansub olup, "Biz o Kur'ân'ı, Arapça bir hüküm olarak indirdik" manasındadır. Mutezile şöyle der: "Ayet birçok bakımdan Kur'ân'ın hadis (mahluk) olduğuna delâlet eder: a) Allahü teâlâ onu, "indirilmiş" diye tavsiî etmiştir. Bu ancak muhdes olan bir varlığa uygun düşer. b) Allahü teâlâ onu, "Arapça" diye tavsif etmiştir. Arapça ise, Arapların icadına ve ıstılahlarına göre olan şey demektir. Böyle olan ise muhdes olur. c) Ayet, Kur'ân'ın Arapça bir "hüküm" olduğuna delâlet eder. Çünkü Allahü teâlâ onu böyle kılmış ve bu şekilde tavsif etmiştir. Böyle olan herşey "muhdes" olur." Cevap: Bütün bu izahlar, harf ve seslerden meydana gelenin muhdes olduğuna delâlet eder. Bunda bir münakaşa yoktur. Allah en iyi bilendir. Dördüncü Mesele Rivayet olunduğuna göre, müşrikler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i atalarının dinine davet etmişler. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i (meselâ onu onların kıblesinden çevirdikten sonra, tekrar onların kıblesine ibadet etmesi gibi) böylesi hususlarda onlara uymaması için kendisini uyarmıştır. İbn Abbas (radıyallahü anh), "Bu hitab Hazret-i Peygamber'e yönetik ise de, kastedilen onun ümmetidir" demiştir. Aksine bundan maksad, Hazret-i Peygamberi risalet görevini hakkıyla yerine getirmeye ve o göreve muhalefet etmekten sakınmaya teşviktir. Bu, aynı zamanda, bütün mükellefler için de bir sakındırmadın Çünkü makamı böyle yüce olan bir kimse bu şekilde sakındırıldığına göre, mükellefler böyle sakındırmaya daha müstehak ve uygundurlar. Nübüvvet Hakkında Şüpheleri Red 38Âyetin tefsiri için bak:39 39"Celalim hakkı için biz senden önce de peygamberler göndermiş, onlara da zevceler ve evlatlar vermişizdir. Allah'ın izni olmadıkça, harhangi bir ayeti getirmek, hiçbir peygamberin haddi değildir. Her vâdenin yazılmış bir hükmü vardır. Allah ne dilerse silip giderir, dilediğini de devam ettirir. Ana kitap O'nun yanındadır". Bil ki müşrikler, Hazret-i Peygamber'in nübüvvetini iptal için pek çok şüpheler ortaya atmışlardı: Birinci Şüpheleri: "Bu nasıl peygamber? (Bizim gibi) yemek yiyor, çarşılarda yürüyor" (Furkan, 7), şeklindeki şüpheleridir. Allahü teâlâ, bu şüpheyi başka bir sûrede zikretmiştir. İkinci.Şüpheleri: "Allah'ın insanlara göndereceği peygamber, mutlaka melekler cinsinden olması gerekir" şeklindeki sözleridir. Allahü teâlâ bu iddiayı "(Davanda) doğru söyleyenlerden isen, bize melekleri getirmeli değil miydin?" (hicr, 7) ve "Onun üzerine bir melek indirilmeli değil miydi?" (En'am, 8) ayetlerinde onlardan nakletmiştir. Allahü teâlâ, bu şüpheye bu ayette, "Andolsun ki biz, senden önce de peygamberler gönderdik, onlara da zevceler ve evlâldlar verdik" buyurarak cevap vermiştir. Bu, "Hazret-i Muhammed'den önceki peygamberler de, melek değil, beşer idiler. Binâenaleyh bu durum onlar hakkında caiz olduğuna göre, aynı durum Hazret-i Muhammed için niçin caiz olmasın" demektir. Üçüncü Şüpheleri: Onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, hanımları çok olduğu için tenkid etmiş ve şöyle demişlerdir: "Eğer Allah katından gönderilmiş bir peygamber olsaydı, kadınlarla uğraşmaz, kendisini zühde ve dinî emirlere verip, kadınlardan tamamen yüz çevirirdi." İşte Cenâb-ı Allah buna da, yine,"Celalim hakkı için, biz senden önce de peygamberler göndermiş, onlara da zevceler ve evladlar vermişizdir" diyerek cevap vermiştir. Velhâsıl bu söz, hem önceki şüpheye, hem de buna cevaptır. Çünkü Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın üçyüz hanımı ve yediyüz tane de odalığı (cariyesi) vardı. Hazret-i Dâvud (aleyhisselâm)'un da yüz hanımı vardı. Dördüncü Şüpheleri: Onların şöyle demeleridir: "Eğer O, Allah katından gönderilmiş bir peygamber olsaydı, kendisinden mucize olarak istediğimiz herşeyi, beklemeden getirirdi. Durum böyle olmadığına göre, onun peygamber olmadığını anlıyoruz." Cenâb-ı Hak, bu şüpheye de, "Allah'ın izni olmadıkça herhangi bir ayet getirmek, hiçbir peygamberin haddi değildir" buyurarak cevap vermiştir. Bunu şöyle izah ederiz: Tek bir mucize dahi, aslında (kâfirin) mazeretlerini ve (küfür) sebeblerini ortadan kaldırma ve delil ile beyyineyi ortaya koyma hususunda yeterlidir, Bundan fazlası ise, Allah'ın dilemesine bağlıdır. Allah isterse, onları gösterir, isterse göstermez. Bu hususta hiç kimsenin O'na itiraz hakkı yoktur. Beşinci Şüpheleri: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onları, başlarına gelecek azab ile ve kendisi ve inananları için muzafferiyet olacağı ile korkutuyordu. Bu vaad ve va'İd (tehdid) gecikince ve kâfirler, söylenen bu şeyleri ortada görmeyince, bunların gercekleşmeyişıni, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini tenkid için ileri sürüyor ve "Eğer O, gerçek bir peygamber olsaydf, O'nun böyle yalanı ortaya çıkmazdı" diyorlardı. Cenâb-ı Hak buna da, "Her vâdenin yazılmış bir hükmü vardır" diyerek cevap vermiştir. Bu, "Kâfirlere azab-ı ilâhi'nin gelmesinin ve Allah'ın dostlarına fetih ile ilahi yardımın zuhur etmesinin, Allah'ın hükmettiği belli bir vakti vardır. Her hadisenin böyle belli bir vahti vardır ve her vadenin, yazılmış bir hükmü (kaderi) vardır, Binâenaleyh o vakti gelmeden, o hadise olmaz. Bu sebeble vaadedilen ve tehdid edilen şeylerin geç gelmesi O'nun yalancı olduğuna delâlet etmez" demektir. Altıncı Şüpheleri: Onlar şöyle demişlerdir: "Eğer O, peygamberlik iddiasında doğru olsaydı, varlığına hükmettiği Tevrat, ve İncil şeriatları gibi, hükümleri neshetmezdi. Fakat o, kıbleyi değiştirmek gibi Tevrat ve İncil'deki hükümlerin pek çoğunu neshetmiştir. Binâenaleyh O'nun gerçek bir peygamber olmaması gerekir." Hak teâlâ buna da, "Allah ne dilerse silip giderir, dilediğini de devam ettirir. Ana kitap O'nun yanındadır" diyerek cevap vermiştir. Yine (bundan önceki), "Her vadenin yazılmış bir hükmü vardır" ifâdesinin, bu cevabı antatan bir giriş gibi olması da mümkündür. Çünkü biz, Allahü teâlâ'nın, bir damla meniden enteresan hilkatte ve güzel fıtratta bir canlı yarattığını, sonra belli bir müddet o canlıyı hayatta bıraktığını, daha sonra onu öldürüp parçalarını ve organlarını küçük cüzlere ayırdığını (toprakta dağıttığını) müşahede ediyoruz. Binâenaleyh o varlığa önce hayat verip (hemen), sonra öldürmesi niçin imkânsız olsun? Yine bir zaman bir hükmü başlatıp, başka bir zaman onu neshetmesi nasıl imkânsız olabilir? Binâenaleyh "Her vadenin yazılmış bir hükmü vardır" ifâdesinden murad, bizim söylediğimiz mana olur. Sonra, Allahü teâlâ, bu mukaddimeyi ortaya koyunca, "Allah ne dilerse silip giderir, dilediğini de devam ettirir. Ana kitap O'nun yanındadır" buyurmuştur. Bu, "O, bir sefer var eder, bir başka sefer yok eder. Bir defasında hayat verir, bir başka defasında öldürür; bir keresinde zengin eder, bir keresinde fakir kılar" demektir. Aynı şekilde, bir defasında bir hükmü meşru kılıp bir başka defasında, (ehl-i sünnete göre) meşiet-i ilahiyesinin gereğine göre; Mu'tezile'ye göre ise, insanların maslahatına riayet etmesinin gereğine göre, o hükmü neshedebilir. İşte bu ayetin tefsirinde, tam izah budur. Sonra bu konuda birkaç mesele vardır: Her İşın Bir Vadesi Vardır Ayetteki "Her zamanın yazılmış bir hükmü vardır" ifadesi ile ilgili birkaç görüş vardır: 1) Her şeyin, mukadder bir vakti vardır. Binâenaleyh o müşriklerin istedikleri ayetlerin (mucizelerin) de, Allah'ın hükmettiği (takdir ettiği), Levh-i Mahfuz'a yazdığı belli bir vakti vardır. Dolayısıyla bu, kâfirlerin fasit (yanlış) istek ve hükümlerinden dolayı değişmez. Eğer Allahü teâlâ, onların istediklerini onlara verseydi, bundan büyük bir fesad (yanlışlık) olurdu, meydana çıkardı. 2) Hayat, ölüm, zenginlik, fakirlik, saadet ve şekavet (mutsuzluk) gibi, her hadisenin, belli bir vakti vardır. Allah, onun o zaman meydana gelmesine hükmetmiştir. Bu zaman değişmez. 3) Bu cümle, kalbolunmuş (kelimeleri yer değişmiş) bir cümledir. Yani "Her kitabın bir eceli-vakti var" takdirindedir. Manası şöyledir: "Gökten indirilmiş her kitabın, Allah'ın onu indireceği bir vakti vardır, yani, her kitabın, kendisi ile amel olunacağı bir vakti vardır. Binâenaleyh Tevrat ve İncil'in, amel edilme vakitleri tamamlanmış ve Kur'ân ile amel etme vakti gelmiştir." 4) Her belli ecelin, hafaza meleklerince bilinen bir vakti vardır. Binâenaleyh insanın birçok halleri vardır: Önce menî, sonra bir alaka (rahimde tutunmuş bir parça), sonra bir çiğnem et, sonra o, bir delikanlı, daha sonra da bir ihtiyar olur. İman, küfür, saadet, şekavet, hüsün (iyilik) ve kubüh (kötülük) gibi, bütün haller için söylenecek söz de aynıdır. 5) Her belli vakit, ancak Allah'ın bilebileceği bir menfaat ve gizli bir maslahatı ihtiva eder (taşır). Bu vakit geldiği zaman, o hâdise (fayda) mutlaka meydana gelir. Onun başka bir vakitte meydana gelmesi mümkün değildir. Bil ki bu ayet, herşeyin Allah'ın kaza ve kaderi ile olduğunu, bütün işlerin, vakitlerine bağlı olduğunu açıkça göstermektedir. Çünkü, "Her zamanın yazılmış bir hükmü vardır" ifadesi, "Her ecelin (zamanın) altında belli bir hadise vardır. Bu belli oluşun, o vaktin özelliğinden olması mümkün değildir. Bu imkansızdır, zira peşpeşe olan zamanlarda, meydana gelen parçalar (hâdiseler) birbirine eşittir. Binâenaleyh onlardan her birinin meydana geldiği o belli zamana has kılınmasının, Allah'ın fiili ve İhtiyarı ile olmuş olması gerekir. Bu, herşeyin Allah'dan olduğuna delalet eder. Ayet, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu hadisinin bir benzeridir: "(Kader) kalemi, Kıyamete kadar olacak şeyleri yazıp kurumuştur (bitirmiştir)." Ayetteki (......) ifadesine gelince, İbn Kesir, Ebu Amr ve Âsim, if'al babından olarak son fiili, sâ harfinin sükûnu ile ve ba'yı şeddesiz olarak yüsbit şeklinde; diğer kıraat imamları ise, tef'il babında olarak sâ'nın fethası ve bâ'nın şeddesi ile yüsebbit şeklinde okumuşlardır. Bunu şeddesiz okuyanların delili "mahv"ın zıddının "tesbit" değil "isbât" oluşudur. Bir de, şedde teksiri (çokça yapmayı) göstermek içindir. Halbuki "mahv" etmekten maksat, teksir değildir. Binâenaleyh onun mukabilinde olan da böyledir. Bu fiili şeddeli okuyanlar Cenâb-ı Hakk'ın (Enfal. 12) ayetlerini delil getirmişlerdir Üçüncü Mesele "Mahv" yazının izini gidermek manasınadır. Nitekim bir kimse yazının izini giderdiğinde, onu sildiğinde denilir. Ayetteki yüsbit kelimesi hakkında nahivciler, "Allah bununla, "Allah onu isbat eder" manasını kastetmiştir. Fakat birinci fiil müteaddi olduğu için, ikinci fiili müteaddi kılmaya gerek kalmamıştır. Bu, "Namuslarını muhafaza eden erkek ve kadınlar" (Ahzab. 35) ayetinde olduğu gibidir. Bu ayette ilgili iki görüş vardır: Birinci Görüş: Bu ayet, (......) lafzının zahirinin de ifâde ettiği gibi, herşey hakkında umûmidir. Bu görüşü ileri sürenler şöyle demişlerdir: "Allah, rızkı mahveder (siler) veya artırır. Ecelisinin saîd ve şakî olması, iman ve küfür hakkındaki söz de böyledir. Bu Hazret-i Ömer ve İbn Mes'ûd'un görüşüdür. Bu görüşü savunanlar, Allah'a, kendilerini şaki değil de saîd yapması hususunda yalvarır yakarırlardı. Bu açıklamayı, Cabir (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet etmiştir. İkinci Görüş: Bu ayet, şunlara değil de beriki şakilere hastır. Böyle olması halinde ayetle ilgili şu izahlar yapılabilir: a) Mahv (silmek) ve isbat etmek (bırakmak)tan maksat, önceki hükmü neshedip onun yerine yeni bir hüküm getirmek, isbât etmektir. b) Allahü teâlâ, hafaza meleklerinin divanından, kayıt defterlerinden, ne güzel ve ne de günah olmayan şeyleri siler. Çünkü hafaza melekleri, her söz ve fiili yazmakla memurdurlar. Allah, işte bunları siler; başkalarını ise, yerinde tutar. Ebu Bekr el-Esamm, bu izahı tenkid ederek şöyle der: "Allahü teâlâ bu kitabı, "Küçük büyük hiçbir şey bırakmayıp onları saymış "(Kehf, 49) ve "işte kim zerre ağırlığınca bir hayır yapıyorsa, onu görecek. Kim de zerre ağırlığınca şer yapıyorsa, onu (da) görecek" (Zilzâl, 7-8) şeklinde vasfetmiştir" Kadî buna, "O kitap, günaha dair büyük küçük ne varsa bırakmaz. Halbuki mubah olanlar, ne sağîre ne de kebiredir" diyerek cevap vermiştir. El-Esamm, Kadî'nın bu cevabına da şu şekilde cevap verebilir: "Sizler, bizzat kendi ıstılahınız ve ifadenizle, "sağîre"yi küçük günaha, "kebîre"yi de büyük günaha tahsis ettiniz. Halbuki bu, sırf kelamcıların ıstılahıdır. Ama Arapça'da, dilin aslında, "küçük-büyük" terimi her türlü fiil ve arazı, sıfatı içine alır. Çünkü o, eğer önemsizse, bu küçük; eğer böyle değil de önemliyse, bu da büyük olur. Bu izaha göre, Cenâb-ı Hakk'ın, "Küçük büyük hiçbir şey bırakmayıp onları saymış" (Kehf. 49) ifâdesi, mubahları da içine almış olur. c) Allahü teâlâ, ayetteki, "mahv" ile şunu kasdetmiştir: Günah işleyen kimse, o günahı işlediğinde, onu divanına, amel defterine kaydettirmiş olur. Ama, o günahtan tevbe ettiği zaman da, onu divanından silmiş olur. d) Allah, "mahv" tabiriyle eceli gelenleri; "isbat eder, bırakır" tabiriyle de eceli gelmeyenleri kasdetmiştir. e) Allahü teâlâ, yılın başında, o senenin hükmünü kayıt ve isbât eder. O yıl geçince, o yıl mahvolmuş olur ve Cenâb-ı Hak da gelecek yıl için, başka bir kader tesbit eder. O Allah, ayın nurunu mahveder, güneşin nurunu isbât edip bırakır, g) Allah, dünyayı mahveder, ahireti isbât eder.. i) Allah, rızıkları, belâ ve sıkıntıları, kitaba kaydeder. Sonra da Allah onları, kişinin duâ ve sadakalarıyla siler, (rızıkları artırır). Bunda, kişiyi, Allah'a yalvarıp yakarmaya teşvik bulunmaktadır. j) Kulun halleri değişir. O hallerden, geçip gidenler mahva; kalanlar, geride bırakılanlar ise isbâta konu olmuşlardır. k) Allah, dilediği hükmü kaldırır, dilediğini isbat eder. O, gayba, hiç kimseyi muttali kılmaz. O, hüküm vermede yalnızdır, istediği gibi hüküm verir. O, o gayblerden hiçbirine, mahlûkatından hiçkimseyi muttaki kılmaksızın, var etmede, yok etmede, diriltip öldürmede ve zengin fakir kılmada, muhtar olup bağımsızdır. Bil ki bu konu geniş tefsire müsait bir sahadır. Buna göre şayet birisi, "Sizler, kaderlerin daha önceden tayin edildiğini, kalem'in bunları yazıp bitirdiğini; işlerin yeni meydana gelmediğini iddia etmiyor muydunuz? Binâenaleyh, bu iddiaya göre, mahv ve isbat hususu nasıl doğru olabilir?" derse, biz deriz ki: O mahv ve isbât da, kalemin bitirdiği, yazdığı şeylerdendir. Binâenaleyh O, ilminde, kaderinde, kazâsında mahvedilmesi daha önce tesbit edilmiş olan şeyleri mahveder. Beşinci Mesele Rafiziler, Allah hakkında "Bedâ'nın caiz olduğunu söylerler. "Bedâ", Allah'ın, bir şeyin öyle olduğuna inandığı halde. daha sonra da o işin O'na bildiğinden başka şekilde görünmesidir. Rafiziler, bu hususta, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah ne dilerse mahveder, dilediğini de devam ettirir" buyruğuna tutunmuşlardır. Bil ki bu iddia, batıldır. Çünkü Allah'ın İlmi, hususî zatının gereklerindendir. Böyle olan bir şeye, değişmenin ve tebeddülün arız olması imkânsız olur. Ayette geçen, "Ana kitab"a gelince: Bununla "kitabın aslı" manası kastedilmiştir. Araplar birşeyin aslı yerine geçen her şeyi, "O şeyin anası" diye adlandırırlar. Meselâ, beyine, "Ümmü'r-re's - Başın anası"; Mekke'ye, "Ümmü'l-Kura - Beldelerin anası" denilmesi de bu manadadır. O halde her şehir etrafında bulunan köylerin "anası" demektir. İşte tıpkı bunun gibi, Ümmü'l-Kitâp da, bütün kitapların aslı, temeli olan şeyi demektir. Bu hususta şu iki görüş ileri sürülmüştür: Birinci Görüş: Ümmü'l-Kitâb, Levh-i Mahfûz'dur. Ulvî ve süfli âleme dair hadiselerin tamamı, o kitapta yazılmıştır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den "Allah var iken, hiçbirşey yoktu. Daha sonra O, Levh'i yarattı ve Kıyamete kadar gelecek olan bütün mahlukatın hallerini ona kaydetti" buyurduğu rivayet edilmiştir. Kelâmcılar şöyle demektedirler: "Bu husustaki hikmet, meleklere, Allahü teâlâ'nın bütün malûmatı tafsilatı bir biçimde bildiğinin zuhur etmesidir. Bu izaha göre, bu demektir ki, Allah katında iki kitap bulunmaktadır: a) Meleklerin, mahlûkat için yazmış olduğu kitap. İşte bu kitap, "mahv" ve isbâtın mahallidir. b) İkinci kitap, Levh-i Manfûz'dur. Bu kitap da, ulvî ve suflî alemin bütün hallerini kapsayan kitaptır ki, bu devamlı olandır. (Bunda mahv, silip yazma bulunmaz) Ebu'd-Derdâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Allah Subbanehû ve Teâla, gecenin son üç saatinde, kendisi dışında hiç kimsenin bakamıyacağı kitaba nazar eder de, böylece istediğini siler, istediğini de bırakır" buyurduğunu rivayet etmiştir. Hikmet ehlinin, bu iki kitabın ne olduğu hususunda enteresan açıklamaları ve derin sırları bulunmaktadır. İkinci Görüş: Ümmü'l-kitâb, Allahü teâlâ'nın ilmidir. Zira Allah gerek mevcut, gerek madum (yok) olarak bütün malumatı -onların değişmelerine rağmen- bilir. Ancak ne var ki Allahü teâlâ'nın bunları bilmesi, devamlıdır; O'nun bilgisi değişmekten münezzehtir!. O halde, ümmü'l-kitâp'la, işte bu kastedilmiştir. Allah en iyi bilendir. 40"Bizim onlara söz verdiğimizin bir kısmını sana göstersek de, yahut seni öldürsek de. ancak sana düşen, tebliğ etmektir. Hesab da yalnız bize aittir" Bil ki bu, "Bizim onlara söz verdiğimiz azabın bir kısmını sana göstersek de, yahut seni ondan önce öldürsek de" manasındadır. Bu da, "Biz, onu sana ister gösterelim, isterse de o zuhur etmeden önce senin canını alalım, değişmez!. Binâenaleyh, sana düşen, Allah'ın hükümlerini tebliğ etmek ve O'nun emânet ve risaletini bihakkın yerine getirmek; bize düşen de, hesaba çekmektir" demektir. Belağ kelimesi, tıpkı "sirac" (lamba) ve "edâ" (edâ etmek) kelimelerinin isim olarak kullanılması gibi, tebliğ etme (masdar) anlamına kullanılan bir isimdir. 41Âyetin tefsiri için bak:42 42"Görmediler mi ki biz. arza geliyor ve onu, etrafından eksiltip duruyoruz. Allah hükmeder. O'nun hükmünün ardına düşebilecek de yoktur. O, hesabı pek çabuk görendir. Onlardan öncekiler de tuzaklar kurmuştu. Fakat, neticede bütün tuzaklar Allah'a aittir. Herkesin ne kazanacağını O bilir. Dünyanın sonu kimindir, kâfirler pek yakında bilecektir.". Bil ki Allahü teâlâ, Peygamberine, onlara vaadedilen şeylerin bir kısmını göstereceğini, yahut da daha önce onun canını alacağını vaadedince, bu ayette de, o vaîd ve tehditlerin eser ve alâmetlerinin ortaya çıktp güçlendiğini açıklamıştır. Yerin Etrafını Eksiltmenin Manası Cenâb-ı Hak, "Görmedilermi ki biz, arza geliyor ve onu, etrafından eksiltip duruyoruz" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili birkaç görüş bulunmaktadır: Birinci Görüş: Bununla, "Biz, kâfirlerin arzına, mekânına, onu etrafından noksanlaştırarak geliriz" manası kastedilmiştir. Bu böyledir, çünkü müslümanlar, Mekke'nin etrafını istila etmiş ve Mekke'yi kâfirlerden cebren ve kahren almışlardır. Binâenaleyh, kâfirlerin durumlarının gerilemesi, müslümanların kuvvetinin artması, Allahü teâlâ'nın vaadini yerine getirdiğinin en kuvetli alâmet ve emarelerindendir. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Fakat şimdi görmüyorlar mı ki biz o arza gelip etrafından eksiltip dururuz. O halde, galip olanlar onlar mi?" (Enbiya, 44) ve "Ayetlerimizi gerek dış dünyada, gerek kendi varlıklarında göstereceğiz" (Fussilet, 53) ayetleridir. İkinci Görüş: Bu da, İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan nakledilmiştir. Bu görüşe göre Cenâb-ı Hakk'ın "Onu. etrafından eksiltip duruyoruz" buyruğu ile "o memleketin ileri gelenlerinin, büyüklerinin, âlimlerinin ölmesiyle, salih ve iyi kimselerin kalmaması" manası kastedilmiştir. Vahidî şöyle der: "Lafız, her ne kadar bu görüşü de içine alıyorsa da, ancak ayete yakışanı, birinci izahtır." Bu izahın da, ayete yakışmadığı söylenebilir. Bunu şu şekilde izah edebiliriz: Onlar, dünyada meydana gelen, meselâ ümrandan sonra harab olma, hayattan sonra ölüm, izzetten sonra zillet, kemâlden sonra noksanlık gibi farklılıkları görmediler mi? Bu değişiklikler gözle görülen, müşahede edilen değişiklikler olunca, Allah'ın, o kâfirlere o işi tersyüz edip, aziz iken, onları zelîl, kahır durumda iken makhûr ve ezilmiş kılması hususunda onları kim temin edebilir? Bu izaha göre, ayetin, daha önceki kısımla münasebeti güzel ve yerinde olmuş olur. Bir üçüncü görüş olarak da şöyle denilmiştir: Bu ifadeyle, o memleketin halkının ölmesi, yurtlarının ve şehirlerinin harab edilmesi kastedilmiştir. Binâenaleyh o kâfirler, kendileri hakkında da böylesi hadiselerin meydana gelmesinden nasıl emin olabilirler? Daha sonra Cenâb-ı Hak, işte bu hususu tekid ederek, "Allah hükmeder. O'nun hükmünm ardma düşebilecek de yoktur" buyurmuştur. Bu, "Onun hükmünü geri çevirebilecek hiçbir kuvvet yoktur" demektir. "Muâkkıb", bir şeyi, bir kimseyi reddetmek ve geçersiz kılmak için izleyen kimse anlamına gelir. "Hak sahibine" "muakkıb" denilmesi de bu anlamdadır. Çünkü o, alâkalıolduğu kimseyi, onun içerisine düşüp alacağını ondan talep ederek, takib eder. Buna göre, şayet "Bu cümlenin i'rabdaki mahalli nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bu, hal olmak üzere mahallen mansub bir cümledir. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Allah, hükmü nafiz, geçerli olduğu; karşı koyandan, muhalefet edenden ve karşı çıkandan halî, uzak ve berî olarak hükmeder." Daha sonra Cenâb-ı Hak "O. hesabı pek çabuk görendir" buyurmuştur. İbn Abbas şöyle der: "Allah bu buyruğu ile intikamının çok süratli olduğunu kasteder. Yani, hayır ve şer ile mukabelede bulunmak için gördüğü hesap çok seri ve hiç kimsenin de sav ustu ram ayacağı yakın bir hesap olur. Cenâb-ı Hak "Onlardan öncekiler de, tuzaklar kurmuşlardı" buyurmuştur. Yani "Geçen toplulukların kâfirleri de, meselâ Nemrûd'un İbrahim'e, Firavunun Musa'ya, yahudilerin Hazret-i İsa'ya kurdukları tuzak gibi, peygamberler ve nebilerine tuzaklar kurmuşlardı" demektir. Daha sonra, "Fakat neticede bütün tuzaklar Allah'a aittir" buyurmuştur. Vahidî şöyle der: "Bu, bütün hîlekârların tuzağı, Allah'a aittir ve O'ndandır. Yani, o tuzaklar Allah'ın yaratması ve iradesiyle meydana gelir. Çünkü Allahü teâlâ'nın, kulların işlerinin ve amellerinin yaratıcısı olduğu sabit olmuştur Hem tuzak, ancak Allah'ın izni ile zarar verir, ancak O'nun takdiri ile tesir eder;' Bu ifâdede, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i bir teselli ve onu, onların tuzaklarından emin kılma güven içinde tutma bulunmaktadır. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir. Tuzakların meydana gelmeleri Allah'dan olup, onların kendilerine tuzak kurulan kimselerdeki tesiri de Allah'dan olunca, korkunun da, recâ ve ümidin de ancak Allah'dan olması gerekir. Bazı kimseler de mananın: "Tuzağın cezası, karşılığı Allah'a aittir" şeklinde olduğuna taraftar olmuşlardır. Bu böyledir, zira onlar mü'minlere tuzak kurdukları zaman, Allahü teâlâ, o kimselere, kurdukları tuzaklarına karşılık vereceğini beyân buyurmuştur. Vahidî şöyle der: "Birincisi, bu iki görüşün en açık olanıdır. Bunun delili, Cenâb-Hakk'ın "Herkesin ne kazanacağını O bilir!" buyruğudur. Cenâb-ı Hak, bu ifâdeyle kulların kesblerinin tamamının Allah'a malum olduğunu kastetmiştir. Allahın bildiği şeyin aksinin meydana gelmesi ise, imkânsızdır. Durum böyle olunca, Allah'ın meydana geleceğini bildiği her şeyin, meydana gelmesi vâcib ve zorunlu; meydana gelmeyeceğini bildiği şeyin de meydana gelmesi imkânsız olur. Böyle olunca da kul, herhangi bir şey yapmaya veya yapmamaya kadir olamaz. Binâenaleyh, her şey Allahü teâlâ'dan olmuş olur." Mutezile şöyle demiştir: "İlk ayet, her ne kadar sizin görüşünüze delâlet ediyorsa da, Cenâb-ı Hakk'ın "Herkesin ne kazanacağını O bilir" buyruğu da bizim görüşümüze delâlet eder. Çünkü kesb. herhangi bir zararı defetmeyi veya bir menfaat celbetmeyi kapsayan bir fiil, iş demektir. Binâenaleyh, şayet fiilin meydana gelmes Allah'ın yaratmasıyla olsaydı, o fiilde kulun kudretinin bir tesiri olamazdı. Böylece de kesbin kula ait olmaması gerekir." Kâdî'ye şu şekilde cevap veririz: Biz ehl-i sünnete göre, kudret ile sebep toplamı fiilin meydana gelmesini iktizâ eder. Buna göre, kesb, kula ait olmuş olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak bu tehdidi tekid ederek, "Dünyanın sonu kimindir, kâfirler pek yakında bilecektir' buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili iki mesele bulunmaktadır: Birinci Mesele Nafi, İbn Kesir, Ebû Amr, müfred olarak "kâfir bilecektir"; diğer kıraat imamları ise çoğul olarak (......) şeklinde okumuşlardır. Keşşaf sahibi şöyle "Bu kelime şeklinde de şazz olarak okunmuştur. şeklindeki okuyuşa göre ehl mahzuf olup "küfre mensub olanlar" şeklinde Cenah İbn Hubeyş ise fiili "if'al" babından olmak üzere "Allah, kâfire bildirecektir" anlamında (......) şeklinde okumuştur." İkinci Mesele Kâfir kelimesiyle, Cenâb-ı Hakk'ın "Muhakkak ki insan bir zarar içindedir" (Asr. 2) ifâdesindeki "insan" kelimesi gibi, cins manası kastedilmiştir. Buna göre ayetin manası, onlar, her ne kadar kendi neticelerini bilmeseler dahi güzel akibetin kime ait olduğunu bilecekler" şeklinde olur ki, bu da bir tür tehdit ve men etmek gibi olmuş olur. Bu husustaki ikinci görüşe göre ki, bu Atâ'nın görüşüdür. Cenâb-ı Hak bu ifâdeyle, İslâm'la alay eden beş kişiyle, yemin eden onsekiz kişiyi kastetmiştir. Üçüncü görüşe göreyse, ki bu da İbn Abbas'ın görüşüdür. Cenâb-ı Hak bu ifâdeyle Ebu Cehil'i kastetmiştir. Doğru olan, birinci görüştür. 43"O inkâr edenler şöyle der: "Sen peygamber değilsin." De ki: "Benim aramla sizin aranızda şahit olarak Allah yeter ve nezdinde kitap ilmi bulunanlar dahi (bilirler)". Bil ki Allahü teâlâ, müşriklerin, Hazret-i Muhammed'in Allah katından gönderilmiş bir peygamber olduğunu kabul etmediklerini nakletmiş, sonra da onlara karşı şu iki şekilde istidlal etmiştir: a) Hazret-i Peygamberin nübüvvetine kendisinin şehâdet etmesi.. Bu şehâdet ile de Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberlik iddiasında doğru olduğuna dair mucizeler izhâr etmesidir ki bu, şehâdet derecelerinin en üst derecesidir. Çünkü şehâdet, işin öyle olduğuna dair zann-ı gâlib ile hüküm vermeyi ifâde eden bir sözdür. Mucize ise, Hazret-i Muhammed'in Allah katından gönderilmiş bir peygamber olduğuna kesin ve kati olarak hüküm vermeye gerektiren hususi bir iştir. Binâenaleyh, mucizeler izhâr etmek, şahitlik derecelerinin en büyüğü olmuş olur. b) Cenâb-ı Hakk'ın, 'Ve nezdinde kitap ilmi bulunanlar dahi (bilirler)" buyruğudur. Bu ifâde şu iki şekilde okunmuştur: 1) Meşhur kıraate göre men indehû şeklinde okunması. Yani, "Nezdinde, kitap ilmi olan kimse" demek olur. 2) Min İndihi şeklinde okunması... Buna göre kelamın başındaki min, ibtidâ-i gaye, (yani, mesafenin başlangıcını) ifâde etmektedir. Yani, "kitabın ilmi, Allah katından başlamaktadır" şeklinde olur. Birinci kıraate göre ayetin tefsiri hususunda şu görüşler ileri sürülmüştür: Kitabın Tevrat Diye Tefsir Edilmesi Birinci Görüş: Bununla, ehl-i kitaptan olup, Allah'ın Resulüne iman edenler kastedilmiştir ki, bunlar Abdullah İbn Selâm, Selmân el-Farisi ve Temimu'd-Darî'dir. Said İbn Cübeyr'in bu görüşü kabul etmediği ve şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu sûre Mekkîdir. Binâenaleyh, bu ayetle Abdullah İbn Selâm ve arkadaşlarının kastedilmesi mümkün olmaz. Çünkü onlar Medine'de ve hicretten sonra iman etmişlerdir." Bu görüşe, şöyle denilerek cevap verilebilir: "Bu sûre, her ne kadar Mekkî bir sûre ise de, bu ayet Medenîdir. Hem peygamberliği, yalandan masum olmayan bir ve iki kişinin sözüyle isbat etmek de caiz değildir. Binâenaleyh, bu yerinde olan bir görüştür. Kitabın Kur'ân Diye Tefsir Edilmesi İkinci Görüş: Cenâb-ı Hak, "kitap" ile Kur'ân'ı kastetmiştir. Yani, "Size getirdiğim o kitap, kahir bir mucize, apaçık bir burhandır, delildir. Ancak ne var ki onun bir mucize olmasını bilmek, ancak bu kitaptaki fesahat ve belagatı, onun gaybı ve pek çok ilimleri ihtiva ettiğini bilen kimseler için söz konusu olabilir. Binâenaleyh, kim bu kitabın bu şekilde olduğunu bilirse, onun mucize olduğunu bilir. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın bu buyruğunun manası, "katında Kur'ân ilmi olan" şeklinde olur. Bu, Esamm'ın görüşüdür. Üçüncü Görüş: Bu ifadeyle "katında Tevrat ve İncil'in ilmi olanlar" manası kastedilmiştir. Yani, "Bu iki kitabı bilen herkes, o iki kitabın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olarak gönderileceği müjdesini de bilir. Binâenaleyh, bu alim kimse, âdil davranır da yalan söylemezse, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Allah katından gönderilmiş bir peygamber olduğuna şahit olur" demektir. Dördüncü Görüş: Bu ifâdeyle, Cenâb-ı Hak kendisini kasdetmiştir. Bu, Hasan el-Basri, Saîd İbn Cübeyr ve Zeccâc'ın görüşüdür. Hasan el-Basri: "Hayır Allah'a yemin ederim ki, O, bununla ancak kendisini kasdetmiştir" demiştir. Buna göre mana, "ibâdete müstehak olan ve Levh-i Mahfuz'dakileri ancak kendisi bilen kimse, benimle sizin aranızda şahit olarak yeter" şeklinde olur. Zeccâc da: "En uygun olanı, Allahü teâlâ'nın. hükmünün doğruluğuna dair başkasını şahid tutmamasıdır" demiştir ki, bu söz işkâl (güçlük) arzeden bir sözdür. Zira, sıfatın mevsûfe atfı, her ne kadar bir nebze caiz olsa da bu atıf, aslolanın hilafına bir hareket olmuş olur. Çünkü "Buna Zeyd ve Fakih şahitlik eder" denilmeyip, tam aksine olan Zeyd, buna şahitlik eder" denilir. Zeccâc'ın, "Allah, hükmünün doğruluğuna, başkasının şehadette bulunmasını istemez" şeklindeki sözü de uzak bir ihtimaldir. Zira, Allah'ın, sözünün doğruluğuna İncire ve zeytine yemin olsun"(Tin, 1) diyerek yemin etmesi caiz olunca, Zeccâc'ın ileri sürdüğü şeyde, hangi imkânsızlık bulunmaktadır? İkinci kıraate gelince ki bu min indihi şeklindedir, buna göre mana, "Kitabın ilmi de, O'nun katındandır. Çünkü herkes kitabı, ancak O'nun lütf-u ihsanı ve öğretmesi sayesinde bitir" şeklinde olur. Sonra bu kıraate göre de burada iki okuyuş şekli bulunmaktadır: a) Bununla, "cehâlet"in zıddı olan, "ilim" kastedilmiştir. Yani, "Bu ilim, ancak Allah katındandır" demektir. b) Fiil meçhul sığasında olarak, şeklinde... Buna göre mana "Allahü teâlâ, nebisine, o kâfirlere karşı bahsedilen şeyler hususunda Allah'ın şehâdetiyle delil getirmesini emredip, Allah'ın, Onun nübüvvetine şehâdet etmesi de Kur'ân'ı, onun dâvasına muvafık olarak getirmesi ve Kur'ân'ın mucize oluşu da, Kur'ân'daki şeyleri ve onun sırlarını çepeçevre kuşattıktan sonra bilinince, O, bu ilmin ancak kendisi katından olduğunu beyan buyurmuştur ki bu, "Kur'ân'ın mucize olmasını bilmek, ancak, Allahü teâlâ o kuluna Kur'ân ilmini öğretmesi suretiyle onu şereflendirdiğinde mümkün olur" demektir" şeklinde olur. Allah doğruyu en iyi bilendir. Bu sûrenin tefsiri, hicrî 601 senesinde, Şaban ayının 18. pazar gününde tamamlandı. Ben, bu kitaba göz gezdiren ve ondan istifâde eden herkesten, oğlum Muhammed için, Allah'ın rahmet ve gufranını talep etmelerini ve hem de dua ile yâd etmelerini istiyorum. Ben o çocuğuma bir mersiye olmak üzere, şu beyitleri söylüyorum: "Bu fani alemin izlerinin, korkular ve hüzünlerle karışmış olduğunu görüyorum. Onun hayır ve güzellikleri, korkutucu rüyalar gibidir; yaratıklar ve insanlar arasındaki şerri ve kötülüğü İse, devamlı ve hep yakındır!' |
﴾ 0 ﴿