3

"O yeri yayıp döşeyen, onda oturaklı oturaklı dağlar ve ırmaklar meydana getirendir ve O, meyvelerin hepsinden, yine kendilerinin içinde iki eş yaratmıştır. Geceyi gündüze O bürür. Bütün bunlarda iyi düşünecekler için elbette deliller vardır".

Bil ki Allahü teâlâ, semavî delilleri izah ederken, bunun peşinden de yerde bulunan delilleri getirerek, yeri yayıp döşeyendir" buyurmuştur.

Bil ki, Cenâb-ı Allah'ın yeri yaratması ve onda bulunan haller ile istidlal etmek, birkaç yönden olabilir:

1) Bir şeyin hacmi ve miktarı fazla olunca, o hacim ve miktar sanki uzuyormuş gibi olur. Binâenaleyh ayetteki, "O, yeri yayıp döşeyendir" ifâdesi, Cenâb-ı Hakk'ın yere, bu belli miktarı, daha fazla ve daha eksik olmaksızın tahsis etmiş olduğuna bir işaret olmuş olur. Bunun böyle olduğunun delili şudur: Yeryüzünün miktar bakımından, şu anda olduğundan daha fazla veya daha eksik olması aslında mümkün bir iştir. Binâenaleyh bu belli miktarı (ölçüyü), mutlaka bir tahsis edicinin ve takdir edicinin tahsis, ve takdir etmesi ile ona verilmiş olması gerekir.

2) Ebu Bekr el-Esamm şöyle demiştir "Medd, sonuna yetişilemeyen bir şeye doğru uzayıp gitmek" demektir. Binâenaleyh ayetteki, "O, yeri uzatıp (meddedip) döşeyendir" ifâdesi, Allahü teâlâ'nın, yeryüzünün hacmini, gözün, sonunu (sınırını) göremeyeceği kadar büyük yaptığını ihsas ettirir. Çünkü yerin hacmi, şu andakinden daha küçük olsaydı, ondan tam olarak istifâde edilemezdi.

Yerin Küre Şeklinde Olması

3) Bazı kimseler şöyle demişlerdir. "Yer yuvarlaktı. Onun uzayıp yayılması. Mekke'den, Kabe'nin affından itibaren olmuştur. Böylece dünya şöyle şöyle yayılmıştır." Diğer bazı kimseler de, "Yeryüzü Beyt-i Makdis'de toplanmıştı. Cenâb-ı Hak ona, "şöyle şöyle git, uza!" dedi" demişlerdir.

Bil ki bu görüş, ancak biz yeryüzünün küre şeklinde değil de dümdüz olduğunu kabul ettiğimiz takdirde geçerli olur. Bu görüşü benimseyenler, görüşlerine Cenâb-ı Hakk'ın, "Bundan sonra da yeri yayıp döşedi" (Naziat, 30) ayetini delil getirmişlerdir. Bu görüş şu iki bakımdan müşkillik arzeder:

a) Yerin küre şeklinde olduğu, delillerle sabit olmuştur. O halde bu hususta, diretmek nasıl mümkün olur? Buna göre onlar, "Ayetteki, "yeri uzattı (meddetti)" ifadesi, yerin küre şeklinde olmasına ters düşer. Öyle ise, daha onun uzaması nasıl mümkün olur?" derlerse, biz deriz ki: "Hayır, biz bunu kabul etmiyoruz. Çünkü yeryüzü büyük bir cisimdir. Küre, son derece büyük olduğunda, onun her bölgesi ve parçası, dümdüz imiş gibi görünür. Bunun ile aslında dümdüz arasındaki farkı ancak Allah bilir. Baksana Cenâb-ı Hak, "Dağlan kazıklar yapmadık mı?"buyurmuş ve o dağları, bazı insanlar onların üzerinde meskun oldukları halde, "kazık" olarak nitelendirmiştir. İşte burada da böyledir."

b) Bu ayet, sayesinde bir yaratıcının varlığına istidlal edilsin diye getirilmiştir. İstidlalin şartı ise, bir yaratıcının varlığına istidlal edilecek şeyin, görünen ve bilinen birşey olmasıdır. Halbuki "yeryüzünün Kabe'nin altında toplanmış olup, (oradan yayılması) görülmemiş ve müşahede edilmemiş bir şeydir. Binâenaleyh bununla, bir yaratıcının varlığına nasıl istidlal edilebilir? Böylece ayetin gerçek tevil ve tefsirinin, bizim söylediğimiz şekilde olduğu sabit olur.

Sabit Dağların Çakılması

İkinci tür istidlal de, Dağların halleri ile yapılacak olan istidlaldir. Ayetteki, "Onda oturaklı oturaklı dağlar... meydana getirendir", yani "yerin üzerinde devamlı duran, oradan hiç ayrılmayan dağlar..." ifadesi buna işarettir. Nitekim, "Şu kazık iyice yerleşti" ve Onu, iyice yerleştirdim, sağlamlaştırdım" denilir. Bununla, işte bizim söylediğimiz mana kastedilmiştir.

Bil ki Kadir ve Hakîm bir yaratıcının varlığına, dağların varlığı ile istidlal etmek birkaç yönden olabilir:

1) Yeryüzünün her tarafının karakteri ve yapısı (özü) aynıdır. Binaonaleyh onun bazı bölgelerinde değil de, diğer bazı bölgelerinde dağların bulunması, mutlaka ancak hakîm ve kadir bir varlığın yaratması ile olmuştur. Felsefeciler şöyle demişlerdir: "Bu dağlar meydana gelmiştir, çünkü denizler dünyanın bu bölgelerindedirler. Binâenaleyh o dağlar, denizde yapışkan bir çamur olarak oluştular. Sonra da güneş, bu çamura kuvvetlice tesir edince, taşlaştı. Bu tıpkı, içinde kaymak tabakası teşekkül eden testi gibidir. Daha sonra sular azalmış, çekilmiştir. Böylece geriye kalan o çamur yığınları taşlaşarak bu şekilde o dağlar oluşmuştur." Felsefeciler daha sonra şöyle demişlerdir: "Denizler dünyanın bu bölgelerinde oluşmuştur. Çünkü güneşin en yüksek noktası ile en alt ucu hareketli idiler. Çok eski zamanlarda, güneşin en ait noktası kuzeyde idi. Güneş her ne zaman en alt noktada olursa, yere daha yakın olur. Böylece de sıcaklık o nisbette kuvvetli olur. Sıcaklığın kuvvetli olması, nemin gitmesine sebep olur. Güneşin en alt noktası kuzey tarafında olduğunda, denizler de kuzeyde olur. Şu anda da güneşin en üst noktası, kuzey tarafına; en alt noktası da güney tarafına geçince, denizler de güney tarafına geçmiş olur. O zaman da dağlar kuzey tarafta kalmış olur." İşte felsefecilerin, bu konudaki sözlerinin neticesi budur.

Bu görüş birkaç yönden tutarsızdır:

a) Denizde çamurun meydana gelmesi, genel bir durumdur. Güneşin bu çamur üzerine vurması da genel bir durumdur. O halde daha niçin bu dağ şurada değil de orada meydana gelmiştir?

b) Biz, bazı dağlarda, o kayaların adetâ dizi dizi konulmuş olduklarını görmekteyiz. Böylece o yapı, sanki üstüste yerleştirilmiş kerpiçler gibi bir manzara arz eder. Böyle bir yapının, felsefecilerin ileri sürdüğü sebebten ötürü meydana gelmiş olması uzak bir ihtimaldir.

c) Güneşin şu anda en üst noktası, yengeç burcuna yakındır. Buna göre, güneşin en yüksek noktasının kuzeye geçtiği zamandan, yaklaşık dokuz bin sene geçmiştir. Böyle olması halinde o dağların bu uzun müddet içerisinde unufak olmaları, dağ olarak ortada hiçbir şeyin kalmaması gerekirdi. Halbuki durum hiç de böyle değildir. Böylece onların ileri sürdüğü görüşün zayıf olduğunu anlarız,

2) Yeryüzünde yedi maden cevheri ile nefis cevherleri yer alır. Yine yeryüzünde cam, tuz, neft (petrol), zift ve kibrit madenleri vardır. Binâenaleyh hem bütün yeryüzünün karakter bakımından aynı olması, hem dağların karakter bakımından aynı olması hem de, güneşin bütün bunlara aynı tesiri yapması, bunların hepsinin kahir ve sonradan olma, mümkin varlıklara benzemekten münezzeh olan kadir bir varlığın takdiri ile olduğuna apaçık delâlet eder.

3) Dağlar sebebi ile, yeryüzünde nehirler oluşur. Çünkü taş, katı bir cisimdir. Binâenaleyh yerin derinliklerinden buharlar yükselip dağlara kavuştuğunda o buharlar orada tutulur ve bu iş artmaya ve olgunlaşmaya devam eder. Böylece de dağların altında büyük sular oluşur. Sonra bunlar çok ve kuvvetli olduğu için dağı deler, oradan (kaynak olarak) çıkar ve yeryüzünde akmaya başlar. Binâenaleyh nehirlerin meydana gelmesinde dağların rolü, işte bu bakımdandır. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, adet olarak, Kur'an'da ne zaman dağlardan bahsetse, onunla birlikte nehirlerden de bahsetmiştir. Mesela bu ayette ve "Orada sabit sabit, yüce yüce dağlar vücûda getirmedik mi? Size tatlı bir (kaynak) suyu da içirmedik mi?" (Mürselat, 27) ayetinde olduğu gibi.

Bitkilerin Çift Unsur İhtiva Etmesi

Üçüncü nevi İstidlal de, Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı çeşit çeşit bitkiler ile yapılan istidlaldir. Cenâb-ı Hak buna da, meyvelerin hepsinden, yine kendilerinin içinde İki eş yaratmıştır" diye işaret etmiştir. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Tane, yere gömülüp toprağın nemi ona tesir ettiğinde şişer ve kabarır. Böylece de hem en üst ucu, hem en alt ucu yarılır. Daha sonra da en üst ucundan, yukarı doğru çıkan gövde, alt ucundan da yerin derinliklerine dalan iplikçikler (kökler) çıkar. Bu, çok enteresan bir durumdur. Hem tanenin karakteri, hem tabiatın, feleklerin ve yıldızların ona tesiri aynıdır. Fakat buna rağmen onun üst tarafından yukarı doğru yükselen, alt ucundan da yerin derinliklerine doğru inen şeyler çıkar. Aynı karakterden, birbirine zıt iki karakterde şeyin meydana gelmesi aslında imkansızdır. Binâenaleyh biz, bunu, tanenin özelliği ve tabiat sebebi ile değil, ancak hakîm bir müdebbirin tedbiri, kadîm bir mukaddirin takdiri ile olduğunu anlarız. Sonra o taneden çıkıp meydana gelen ağacın bir kısmı gövde, bir kısmı çiçek, bir kısmı da meyve olur. Sonra o meyvede de, birbirindden farklı karakterde şeyler vardır. Meselâ cevizin, dört çeşit kabuğu vardır. En üst kabuk, ağaç kısım, onun altında cevizin özünü saran zar ve cevizin üzerinde bulunan son derece ince zar vardır ki bu zar, ceviz yaş iken onu, diğer öç tabakadan ayırır. Binâenaleyh aynı meyvede farklı farklı özellikte şeyler bulunmaktadır. Mesela turunçgillerin kabuğu, kuru ve sıcak; iç kısmı ise nemli ve sıcak, asidi (suyu) soğuk ve kara, tohumu sıcak ve kuru, çiçeği ise sıcak ve kurudur. Üzüm de böyledir. Onun kabuğu ve çekirdeği soğuk ve kuru, içi ve suyu sıcak ve nemlidir. Böylece tabiatın, yıldızların ve feleklerin tesirleri aynı olduğu halde, tek bir taneden farklı özellikteki bu şeylerin meydana gelmesi, mutlaka ve mutlaka hakîm, kadir ve kadîm olan bir zat'tan ötürü olduğu sabit olmuş olur.

İkinci Mesele

"İki eş "ten maksat, iki çeşittir. Bu farklılık, ya tatlı ve ekşi gibi, tad bakımındandır; yahut sıcak ve soğuk gibi, karakter (özellik) bakımındandır, yahut da beyaz ve siyah gibi, renk bakımındandır. Buna göre eğer, "Zevç" kelimesi, zaten "iki" manasına gelir öyle ise, ayrıca, "ikiz" demenin hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki: "Rivayet edildiğine göre, Allahü teâlâ ilk önce dünyayı, dünya içinde ağaçları, daha sonra da her türden ikişerini yarattı. Binâenaleyh eğer Cenâb-ı Hak bu ayette "çifti yarattı" deseydi, bununla tür mü, şahıs mı kastedildiği bilinemezdi. Ama "ikişer çift" deyince, Allahü teâlâ'nın ilk olarak her çiftten ikişer tane yarattığını, ne az, ne çok yaratmadığını anlamış olduk. Netice olarak diyebiliriz ki: Mahlukat içinde tür olarak şu anda insanlar çoktur. Fakat onlar şahıs olarak çift olan iki varlıktan yani Adem ile Havva'dan yaratılmaya başlandığına göre, bütün ağaç ve bitkilerin durumu da böyledir. Müfessirimiz Razî'nın yaşadığı dönemden altı asır kadar sonra bitkilerin erkek ve dişi olmak üzere iki unsur ihtiva ettikleri öğrenildi. Bitkilerin eşeyli üremesi, erkek unsurla dişi unsurun çiftleşmesiyle olmaktadır. Kur'ân-ı Kerim meyvelerin bu izdivaç neticesinde ortaya çıktığını bu ayette bildirmektedir. Fakat bu bilgiye sahib olmayan eski müfessirlerimizin izahtan müphem kalmaktadır. Onlar bunda tamamen mazurdurlar; kınanamazlar. Merhum Razî de onlardan biridir (ç.) Allah, en iyisini bilendir.

Bu ayetteki dördüncü tür istidlal de, gecenin ve gündüzün halleriyle istidlalde bulunmaktır. Cenâb-ı Hakk'ın "Geceyi gündüze O bürür" ifadesiyle de, buna işaret edilmektedir. Bundan maksat ise, in'âm ve ihsanın ancak, gece ve gündüz ile, bunların ard arda gelmesi sayesinde kemâle erdiğidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Biz gece ayetini silip (eşyayı) gösterici gündüz âyetini getirdik" (isrâ, 12) buyurmaktadır. Yine Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendisini durmayıp kovalayan gündüze geceyi O bürüyüp örter" (Araf, 54) ayeti de bu manadadır. Bunun iyice incelenip açıklanması ise, daha önce bu kitapta ele alınmıştı. Hamza, Kisaî ve Asımın ravisi Ebû Bekr, şeddeli ve gaynın fethasıyla yuğaşşî; diğer kıraat imamları da, tahfif ile yuğşî şeklinde okumuşlardır.

Sonra, Cenâb-ı Hak bu aydınlık delilleri ve ezici katî hükümleri zikredince, "Bütün bunlarda iyi düşünecekler için elbette deliller vardır" buyurmuştur.

Bil ki Cenâb-ı Hak, süflî alemde bulunan delilleri zikretmiş olduğu yerlerde çoğu kez, bunun hemen peşinden, "Bütün bunlarda iyi düşünecekler için elbette deliller vardır" ifâdesini, veya mana cihetinden buna yakın olan ifâdeleri getirmektedir. Bunun sebebi şudur: Feylesoflar, süfli alemde meydana gelen hadiseleri, yıldızların şekillerinde meydana gelen farklı durumlara mal etmektedirler. Bu suâlin, bu iddianın savuşturulması için delil getirilmediği sürece, maksat da tamamlanmaz. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak "Bütün bunlarda iyi düşünecekler için elbette deliller vardır" buyurmuştur. Böylece sanki O, şöyle demektedir:" Tefekkür sahası henüz açıktır, mevcuttur. Binâenaleyh bundan sonra, istidlalin tamamlanabilmesi için, tefekkür edip iyice düşünmek gerekir."

Bil ki bu soruya şu iki şekilde cevap verilebilir:

a) Bizim şöyle dememiz: Farzedelim ki sizler, süflî âlemdeki hadiseleri feleki durumlara ve yıldızların birbirleriyle olan münasebetlerine mal ettiniz. Ancak ne var ki biz, felekî kütlelerden her birinin, onların karakter ve konumlarının ve de hususiyetlerinin ancak, kadîm, müdebbir ve hakîm olan bir mukaddirin, takdir edicinin tahsisi ile olması gerektiğine dair kati delil getirmiştik. İşte böylece de bu soru kendiliğinden düşer. İşte Cenâb-ı Hak bu cevâbı, bu makamda iyi anlatıp sağlamlaştırmıştır. Zira Allahü teâlâ önce semavi olan delilleri zikretmekle başlamıştır. Bunların, yaratıcının varlığına nasıl delâlet ettiğini ise, daha önce açıklamıştık. Yerle alâkalı delilleri ise, bunların peşinden getirmiştir.

Buna göre eğer bir kimse, "yeryüzündeki bu hadiselerin felekî (yıldızlara ait çeşitli) haller sebebiyle meydana gelmesi niçin mümkün olmasın?" derse, bizim buna cevâbımız şöyle demektir.

Farzedelim ki durum böyle olsun; ancak ne var ki bir daha önce, felekî kütlelerin hakim olan bir yaratıcıya muhtaç olduklarını açıklamıştık. O zaman da böyle bir soru, bizim gaye ve maksadımıza ters düşer.

b) İkinci bir izah şekli ise, süfli alemdeki hadiselerin, yıldızların birbirleriyle olan münasebetlerinden dolayı meydana gelmesinin mümkün olmayacağına dair delil getirmemizdir ki, bu da, hemen bu ayetten sonra gelen ayette zikredilen delildir. Bu çelikleri düşünen ve onlara vakıf olan bir kimse, Kur'an'ın, öncekilerin ve sonrakilerin terini kapsamakta olduğunu anlar.

3 ﴿