İBRAHİM SURESİ(Elli iki ayet olup, Mekkîdir.) 1"Elif, lâm, râ. Bu bir kitaptır ki, insanları Rablerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa, o yegâne gâlib, hamde lâyık olan (Allah)'ın yoluna çıkarman için onu sana indirdik". Bil ki bu sûrenin Mekkî veya Medenî oluşu hususundaki söz, ahâd hadislere dayanmaktadır. Sûrede, şer'î hükümlerle ilgili bir şey olmadığı müddetçe, onun Mekke'de veya Medine'de inmiş olması farketmez. Bu durum ancak, sûrede bir nâsih ve bir mensûh bulunduğu zaman önem arzeder. İşte o zaman sûrenin Mekkî veya Medenî olduğunu bilmede büyük bir yarar bulunmuş olur. Cenâb-ı Hak "Elif, lâm, râ, bu bir kitaptır ki" buyurmuştur. Bu "Elif, lâm, râ" diye isimlendirilen bu sûre, sana, şu şu maksattan dolayı indirdiğimiz bir kitaptır" demektir. Binâenaleyh (......) ifadesi mübtedâ; onun haberi, (......).(......) ise haberin sıfatı olmuş olur. Bu ifadeyle ilgi birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Bu ayet, Kur'ân'ın "Allah katından indirilmiş olmakla" tavsif edildiğine delâlet eder. Mutezile şöyle demiştir: "İnen de, indirilen de kadîm olamaz. "Buna şöyle cevap veririz: İnme ve indirilme ile vasfedilen, bu harf ve seslerdir ki, bunlar, hiç münakaşa edilmeksizin muhdestirler. İkinci Mesele Mutezile, Hak teâlâ'nın buyruğundaki lam'ın, "garaz ve hikmet lamı" olduğunu söylemiştirı ki bu da, Allahü teâlâ'nın bu kitabı, bu maksattan ötürü indirdiğine delâlet eder. Bu ise, Allahü teâlâ'nın fiillerin ve hükümlerinin, maslahatları gözetme şartına bağlı olduğunu gösterir. Alimlerimiz buna şu şekilde cevap vermişlerdir: "Birşeyi, başka birşeyden ötürü yapan kimse, o şeyi ancak, o vasıta olmaksızın onu elde etmekten âciz olması halinde yapar. Bu ise, Allah hakkında düşünülemez. Allahü teâlâ'nın fiil ve hükümlerinin herhangi bir sebebe bağlanmasının imkansız olduğu delil ile sabit olunca, zahiri bu manayı veren her nassın te'vil edileceği, bir başka manaya hamledileceği de sabit olmuş olur. Cenâb-ı Hak, küfrü ancak zulümâta (karanlıklara) benzetmiştir. Üçüncü Mesele Çünkü küfür, insanın hidayet yolundan şaştığı halin en ileri noktasıdır. Hak teâlâ imanı da nura (ışığa) hidayet yolunun sayesinde aydınlanacağı en ileri şeydir. Dördüncü Mesele Kâdî şöyle demiştir: "Bu ayette, pek çok bakımdan Cebriye (ehl-i sünnet) görüşünün batıl olduğuna delâlet vardır: 1) Eğer, kâfirde küfrü yaratan Allahü teâlâ olsaydı, Onun o kâfiri küfürden bu kitap ile çıkarması nasıl mümkün oturdu? 2) Allahü teâlâ, zulümattan nura çıkarma işini, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e izafe etmiştir. Binâenaleyh eğer o küfrün yaratıcısı Allahü teâlâ olsaydı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, onları o küfürden çıkarması nasıl mümkün olurdu? O zaman kâfirin, "Sen bizde bu küfrü yaratanın Allah olduğunu söylüyorsun. Öyle ise, senin bizi o küfürden çıkarman nasıl mümkün olur?" deme hakkı doğardı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara: "Ben sizi, olup bitmiş olan küfürden değil, ileride meydana gelecek olan zulümattan yani küfürden çıkarırım" diyecek olursa, o kâfirler de: "Eğer Allahü teâlâ, o küfrü bizde yaratacaksa, bu çıkarma işi doğru olamaz. Yok O, onu yaratmayacaksa, herhangi bir çıkarma olmaksızın da, biz ondan çıkarız" diyebilirler. 3) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onları küfürlerinden ancak iyi düşünmeleri, o kitap üzerinde tefekkür etmeleri ve böylece de, istidlal ve tefekkür ile, Allahü teâlâ'nın âlim, kadir ve hakîm olduğunu, Kur'ân'ın da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğruluğuna dâir mucize olduğunu bilebilmeleri için, o Kur'ân'ı onlara okuması ile çıkarır İşte ancak bu durumda onlar O'nun getirdiği bütün hükümleri kabul ederler. Böyle olması da ancak, bu işin kendilerine âit olan, ihtiyarları ile meydana gelen bir iş olması durumunda mümkün olur. Böylece onların o fiile yönelmeleri ve o fiilde tasarruf etmeleri doğru ve yerinde olabilir." Kâdi'nin bütün bu görüşlerine şöyle cevap verilebilir: "Kuldan sâdır olan fiil, ondan, ya o işi yapmaya ve yapmamaya dâir sebebler eşit ve denk olduğunda, yahut da bu iki taraftan birinin diğerine üstün gelmesi halinde sâdır olur. Birinci ihtimal olamaz. Çünkü fiilin meydana gelmesi, varlık (yapılma) tarafının, yokluk (yapılmama) tarafına üstün gelmesi demektir. Halbuki yapma ve yapmama sebeblerinin eşit olması halinde, bir tarafın üstün gelmesi imkânsızdır. İkinci ihtimal, bizim görüşümüzün aynısıdır. Çünkü kuldan bir fiilin sâdır olması, ancak yapma tarafının üstünlüğü mevcut olursa söz konusudur. Binâenaleyh eğer bu üstün getirme, kuldan olursa, soru geri döner. Yok eğer kuldan olmaz, Allah'dan olursa, bu durumda da ilk müessir Allahü teâlâ olmuş olur ki, zaten bizim elde etmek istediğimiz netice de budur. Allah en iyi bilendir. Beşinci Mesele (Ehl-i Sünnet) âlimlerimiz, "kulun fiilini Allah yaratır" şeklindeki görüşlerinin doğruluğuna, Hak teâlâ'nın ayetteki "Rablerinin izniyle" ifadesini delil getirmişlerdir. Çünkü ayetin manası, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in insanları karanlıklardan ışığa çıkarması, ancak Rablerinin izniyle mümkündür" şeklindedir. Bu "izin" ile, ya Allah'ın emri, ya ilmi, ya meşieti ve yaratması manası murad edilmiş olabilir. İzni, "Allah'ın emri" manasına hamletmek imkansızdır. Çünkü cehaletten ilme çıkarmak, emre dayanmaz. Çünkü bir emir olsa da olmasa da, durum değişmez. Zira cehalet, ilimden; batıl da haktan iyice ayrılmıştır. "İzn"i, "Allah'ın ilmi" manasına hamletmek de imkânsızdır. Çünkü ilim, malûma, ma'lûmun olduğu durum üzere tâbidir. O halde, zulümattan nura çıkarmayı bilmek, o çıkışa tâbidir. O çıkışın tahakkukunun da, çıkışın tahakkuk edeceğini bilmeye bağlı olduğunun söylenilmesi imkânsızdır. Bu iki kısım batıl olunca, ayetteki "izin" ile, "Allah'ın meşieti ve yaratması ile" manasından başka bir mananın murad edilmediği ihtimali kalır ki, bu da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in insanları karanlıklardan nura çıkarmasının, ancak Allah'ın meşieti (dilemesi) ve yaratması ile mümkün olduğuna delâlet eder. Buna göre eğer, "Ayetteki "izin" sözü ile Allah'ın lütuflarının kasdedilmesi niçin mümkün olmasın?" denilirse, biz deriz ki: "Lütuf" sözü, kapalı bir sözdür. Binâenaleyh biz onun hakkındaki sözü detaylandiriyor ve şöyle diyoruz: "İzin" ile murad edilen, ya varlık tarafının yokluk tarafına tercih edilmesini gerektiren bir emirdir, yahut da bu emir bunu gerektirmez. Eğer ikincisi olursa, onda kesinlikle bir emir söz konusu olmaz. Böylece de, o işin o emir sebebiyle meydana geldiğinin söylenilmesi imkânsız olur. Geriye birinci ihtimal katır. Bu da, ayetteki "izin" ile kastedilenin, varlık tarafını yokluk tarafına tercih etmeyi gerektiren bir mananın bulunmasıdır. Halbuki biz, böyle bir tercihin (üstünlüğün) meydana gelmesi halinde, o şeyin mutlaka meydana geleceğine, aklî kitaplarda işaret etmiştik. Bu da, o şeyimeydana getiren sebebten başka birşey değildir. Binâenaleyh bu, bizim görüşümüzün aynısı olmuş olur. Allah en iyi bilendir. Altıncı Mesele Allah'ı tanıyıp bilmenin ancak- peygamberin ta'li'mi (öğretmesi) ve imamın bildirmesi ile olacağını söyleyenler, görüşlerine bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: Allahü teâlâ bu ayette, onları, küfür karanlıklarından imân nuruna çıkaranın Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğunu açıkça ifâde etmiştir ki bu da, Allah'ı bilmenin (marifetullah'ın), ancak öğretme yoluyla elde edildiğine delâlet eder." Buna şöyle cevap verilir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tıpkı bir uyarıcı gibidir. Marifetullah ise, ancak delil ile elde edilir. Allah en iyi bilendir. Yedinci Mesele Ayet, küfür ve bid'at yollarının pekçok; hayır yolunun isetek olduğunu göstermektedir. Çünkü Allahü teâlâ, 'İnsanları Rablerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa (nura) çıkarman için" buyurmuş, cehalet ve küfrü cemi siğasıyta "zulumât" sözü ile; iman ve hidayeti de, müfred olan "nûr" ile ifâde etmiştir ki bu da, cehalet yollarının pek çok, ilim ve iman yolunun ise tek olduğuna delâlet eder. Sekizinci Mesele Ayetteki "Yegâne galib, hamde lâyık olan (Allah)'ın yoluna" ifadesi ile ilgili iki açıklama yapılmıştır: 1) Bu, âmil olan ila harf-i cerrinin tekrarı ile ifadesinden bedel kılınmıştır. Tıpkı, (A'râf, 75) ayetinde olduğu gibidir. 2) Bunun, bir cümle-i isti'nâfiyye olması da mümkündür. Buna göre, sanki "Hangi nura?" denilmiş de, "Yegane gâlib, hamde lâyık (Allah'ın) yoluna (nuruna)" cevabı verilmiştir. Dokuzuncu Mesele Mu'tezile şöyle der: "Fail ancak, her türlü makdûrâta kadir oıbuğunda, tütün malûmatı bildiğinde ve fterşeyden müstağni olduğunda, doğru ve iyi olanı yapar, kötü ve abes olanı bırakır (yapmaz). Çünkü eğer o herşeye kadir olamaz ise, âciz kalacağı için çoğu kez kötüyü yapar. Eğer bütün malûmatı bilmezse, câhil olacağı için, çoğu kez (bilmeden) çirkin işleri yapar. Eğer herşeyden müstağni olmaz ise (başka şeylere muhtaç olursa), ihtiyacı sebebi ile çoğu kez çirkin ve kötü işleri yapar. Fakat o herşeye kadir, herşeyi bilen ve herşeyden müstağni olan olursa, çirkin işleri yapması imkansız olur. O halde ayetteki "azîz" (yegâne galib) ifâdesi, Allah'ın kudretinin mükemmelliğine; "hamîd" (hamde lâyık olan) ifâdesi de, O'nun hertürlü fiilinden dolayı hamde lâyık olduğuna bir işarettir. Bu da ancak, Allah herşeyi bilen ve herşeyden müstağni olan olduğunda söz konusudur. Binâenaleyh anlattıklarımız ile, "Allah'ın yolunun", azîz ve hamîd sıfatlarına sâhib ilah için dosdoğru bir yol olduğu için, "kıymetli, yüce ve âlî" sıfatlarına sahib olduğu sabit olur. İşte bundan dolayı, Hak teâlâ kendisini bu ayette bu iki vasıfla tavsif etmiştir. Onuncu Mesele Allahü teâlâ, "aziz" vasfını "hamid" vasfından önce zikretmiştir. Çünkü doğru olan şudur: Allahü teâlâ'yı bilmenin başlangıcı, O'nun kadir, sonra âlim, ve sonra herşeyden müstağni olduğunu bilmektir. Azîz, kadir demektir; hamîd ise, âlim ve müstağni olması demektir. Binâenaleyh Allah'ın kadir olduğunu bilmek, O'nun herşeyi bilen ve herşeyden müstağni olan olduğunu bilmekten önce geldiği için, "aziz"i, "hamid" isminden önce zikretmiştir. Allah en iyi bilendir. 2Âyetin tefsiri için bak:3 3"Allah ki, göklerde ne var, yerde ne varsa hep O'nundur. Çetin azabtan dolayı vay kâfirlere. Onlar dünya hayatını âhiretten üstün tutup severler, Allah'ın yolundan akkorlar. Onu eğriliğe çevirmek isterler. İşte onlar, uzak bir sapıklık içindedirler". Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Nâfi ve İbn Âmir, onu merfû ve mübteda, ondan sonra geleni de haber kabul ederek, ilk kelimeyi şekilde okumuşlardır. Bu kelimenin merfû okunabilmesi için, (O, Allah'dır) takdirinde düşünülmesi gerektiği de söylenmiştir. Diğer kıraat imamları ise, geçen ayetteki, "aziz" ve "hamid" kelimelerine atfederek, bunu cer ile (......) şeklinde okumuşlardır ki, bu hususta biraz düşünmek gerekir. Çünkü bir kısım muhakkik alim, "Allah" kelimesinin, Hak teâlâ'nın alem (özel) ismi olduğunu söylerken, diğer bazıları da, bu kelimenin müştak (türemiş) bir kelime olduğunu benimsemişlerdir ki, bizce doğru görüş birincisidir. Bunun böyle olduğuna, şunlar da delâlet eder: 1) Müştak isim, kendisi için bir müştâkun minh (türediği kelime) bulunması gereken şeydir. Meselâ, "Esved" (siyah) kelimesi "kendisinde siyahlık bulunan şey"; "Nâtık" (konuşan) kelimesi de, "kendisinde konuşmanın meydana geldiği şey" demektir. Binâenaleyh eğer, "Allah" kelimesi, herhangi bir manadan iştikak etmiş (türemiş) bir isim olsaydı, o zaman onun, bir "müştâkun minhi"nin olduğu anlaşılırdı ki o takdirde bu mefhum, bizatihi (mefhum olarak) müşterekliğe mani olan bir durum ihtiva etmeyen külli bir mefhum olurdu. Binâenaleyh eğer, "Allah" lafz-ı celâli müştak bir lafız olsaydı, o zaman, müşterek olmayı mümkün kılan bir mefhum olurdu.Eğer durum gerçekte böyle olsaydı, bizim "Lâ ilahe illallah" (Allah'dan başka ilah yoktur) şeklindeki sözümüz, tam bir tevhidi ifade etmiş olmazdı. Çünkü bu sözde müstesna olan "Allah" lafzı olup, kedisinde ortaklığın bulunmasına manî bir lafız olmamış olurdu. Ümmet, "Allah'tan başka ilah yoktur" sözümüzün, sırf tevhidi ifâde ettiğinde ittifak ettiğine göre, biz "Allah" lafzının bir alem (özel) isim olduğunu anlamış oluruz. 2) Biz, Allahü teâlâ'nın diğer sıfat ve isimlerini söylemek istediğimizde, önce "Allah" lafzını söyler, sonra bunu o sıfatlarla tavsif ederiz. Mesela,,(O, kendisinden başka ilah olmayan, rahman, rahim, melik ve kuddüs Allah'ıdır)" deriz. Bizim, bunu ters çevirip de, dememiz mümkün değildir. Binâenaleyh "Allah" lafzının, Hak teâlâ'nın zâtının alem ismi, diğer kelimelerin ise O'nun sıfatlarına delâlet eden lâfızlar olduğunu anlarız. 3) "Allah" lafzının dışındaki bütün isim ve sıfatlar, ya, "kuddüs ve selâm" gibi, Allah'ın selbî sıfatlarına; yahut, "Hâlık, Razık" gibi izafî sıfatlarına; yahut, "âlim ve kadir" gibi hakîkî sıfatlarına, yahut da üçünden meydana gelen şeylere delâlet eder. Binâenaleyh, "Allah sözü Cenâb-ı Hakk'ın husûsî zatının ismi olmasaydı, Allah'ın isimlerinin tamamı, O'nun sıfatlarına delâlet eden lafızlar olmuş olurlardı ve bu hususta, Cenâb-ı Hakk'ın zâtını gösteren birşey bulunmamış olurdu ki, bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü O, o olması bakımından hususi bir isminin olmaması, uzak bir şeydir. 4) Cenâb-ı Hakk'ın, "Onun bir adaşı olduğunu bilir misin?"(Meryem, 65) ifadesi. Bundan murad, "Sen, ismi Allah olan başka bir Allah tanır mısın?" manasıdır. Bu da delâlet eder ki, "Allah" lafzı, O'nun hususi zâtının adıdır. İşte bu mukaddime zuhur edince, olması gereken güzel tertib, bunun hemen peşinden, "O, öyle Allah'dır ki vücüde getireceği her şeyi hikmeti muktezasmca takdir edendir. Onları var edendir. Varlıklara suret verendir" (Haşr, 24) ifadeleri gibi sıfatların gelmesidir. Ama bunun aksini yapıp da, meselâ, "O, takdir edendir. Var edendir, Varlıklara suret verendir. Allah'dır" denilirse, bu caiz değildir. Merfû Kıraatin İzahı Bu sabit olunca biz deriz ki, bu ifadeyi î şeklinde merfû okuyanlar, burada "Allahu" kelimesini mübteda, sonrasını da onun haberi yapmışlardır. Doğru olan da budur. Ama, "Allah" kelimesi, (......) kelimesine atfederek mecrur okuyanlara gelince, daha önce de açıkladığımız üzere, tertibin güzeli,,Allah'dır, yaratıcıdır" denilmesi olduğu için bu okuyuş şekli müşkildır. "Yaratandır, Allah'dır" denilmesine gelince, bu da güzel olmaz. İşte bu durumda alimler, buna verilecek cevap hususunda birkaç vecih üzere ihtilâf etmişlerdir: 1) Ebû Amr İbn el-Alâ şöyle demiştir: "Cer ile okuma, takdim ve tehir yaparak olur. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: "Göklerde bulunan her şeyin kendisine ait olduğu, hamîd, azîz olan Allah'ın yolu..." 2) Önce sıfatın zikredilip, sonra da ismin zikredilmesi; en sonunda da tekrar sıfatın getirilmesi uzak bir ihtimal değildir. Nitekim Arapça'da, "Saygı değer imam Muhammed'e, fakih olan ona uğradım" denilir ki, bu ifâde aynen Cenâb-ı Hakk'ın, ayetinin bir benzeridir. Bir husustaki sözün hakikati şudur: Biz daha önce, "Sırât"ın, âlim, kâdîr ve ganî olan bir zât-ı Ecell'in yolu, sıratı olduğu zaman ancak medhe ve övgüye mazhar olacağını beyan etmiştik. İşte Cenâb-ı Hak bu üç hususu (......) (ibrahim, 1) buyurarak beyan etmiştir. Sonra, Cenâb-ı Hak bu manayı zikredince, bu aziz varlığın kim olduğu hususunda bir şüphe hasıl olmuş, bundan dolayı da, Cenâb-ı Hak, "Allah ki, göklerde ve yerde olan her şey O'nundur" ifâdesini ona atfetmiştir. Böylece de, o şüpheyi izale etmiştir. 3) Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Allah" kelimesi, el-Azizi'l-Hakîm ifâdesi üzerine bir atf-ı beyândır..." Bu meselenin hakikati ise, bizim daha önce anlatıp ortaya koyduğumuz şeydir. 4) Biz bu kitabın ta başında, "Allah" kelimesinin esas vad'ı bakımından müştak bir kelime olduğunu, ancak ne var ki onun, örfte alem, yani hususî ve özel yerine geçtiğini zikretmiştik. İşte bundan dolayı her ne zaman, önce bu kelime (Allah kelimesi) zikredilir, sonra da ona diğer sıfatlar affedilirse, bu onun bir alem yani özel isim kılınmış olmasından dolayıdır. Ama bu ayete gelince, Allah kelimesi, Azîz ve Hamîd kelimelerinin sıfatı kılınınca, bu müştak bir lafız olduğuna hamledilmesi sebebiyledir; böyle olunca da haliyle sıfat olarak kalmıştır. 5) Kâfirler bazı kere, putları aziz ve hamid olmakla vasfediyorlardı. İşte Cenâb-ı Hak, "İnsanları Rablerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa, o yegane galib, hamde layık olanın yoluna çıkarman için.." (ibrahim, 1) buyurunca, putlara tapanların zihninde, bu aziz ve hamid olanların bazan da putlar olabileceği fikri kalıvermiş bunun üzerine Cenâb-ı Hak bu şüphe "Göklerde ve yerde bulunan her şeyin kendisine ait olduğu Allah'ın yolu.." (ibrahim, 2) buyurmuştur. Aziz ve Hamid olandan murad, göklerde ve yerde bulunan her şeyin kendisine ait olduğu Allah'dır" demektir. İkinci Mesele Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah ki, göklerde ne var, yerde ne varsa hep O'nundur" ifadesi, Allahü teâlâ'nın, kesin olarak yükseklik cihetine, yönüne tahsis edilemeyeceğine delâlet etmektedir. Bu böyledir, çünkü, senin üzerinde ve olan her şeye, "semâ, gök, semâvât" denilir. Buna göre, Cenâb-ı Hakk'ın zâtı şayat üst cihette, üst tarafta bulunsaydı, o zaman "semâ"da bulunmuş olurdu. Bu ayet ise, göklerde bulunan her şeyin O'nun mülkü olduğuna delâlet etmektedir. O zaman O'nun, kendi kendisinin mülkü olması gerekirdi ki, bu imkânsızdır. Böylece bu askerime Cenâb-ı Hakk'ın, üst cihette bulunmaktan münezzeh olduğuna delâlet etmiş olur. Üçüncü Mesele Bizim ehl-i sünnet alimlerimiz bu ayet ile, Cenâb-ı Hakk'ın kulların amellerinin yaratıcısı olduğu hususunda istidlal etmişlerdir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "göklerde ne var, yerde ne varsa hep O'nundur" buyurmuştur. Kulların amelleri de, göklerde ve yerlerde bulunmakta, oralarda meydana gelmektedir. İşte bu durumda O'nun memlûkudur manasında olmak üzere, Kulların fiillerinin Allah'a ait olduğunu söylemek vâcib olur. "Mülk" ise, "kudret" yetirmekten ibarettir; binâenaleyh, o fiillerin, Allah'ın makdûru, (yani Allah tarafından kendilerine güç, kudret yetirilen) olması gerekir. Bu fiillerin Allah'ın makdûru olduğu sabit olunca onların Allah'ın kudretiyle meydana gelmesi vâcib olur. Aksi halde kul, Allahü teâlâ'yı, makdurunu meydana getirmekten men etmiş olur ki, bu da imkânsızdır. Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın "hasr" manası taşımaktadır. Bunun manası şudur: "Göklerde ve yerde bulunan bütün şeyler, ancak O'nundur; başkasının değil!." Bu da gösterir ki, Allah'dan başka bir mâlik ve bir Hâkim bulunmamaktadır. Sonra Cenâb-ı Hak bunu zikredince, bunun hemen peşinden tehdidi kâfirlere yönelterek şöyle buyurdu: "Çetin azabtan dolayı tau kafirlere? Bunun anlamı ise şudur: "Onlar, göklerin ve yerin, aynı zamanda onlarda bulunan her şeyin mâliki olan Allah'a ibadet etmeyi bırakıp da, bir zarar ve bir fayda veremeyen; kendisi yaratılmış olup hiçbir şey yaratamayan; idrâk kabiliyetleri ve fiilleri bulunmayan nesnelere tapmaya başlayınca, işte bundan dolayı (onlara) yazıklar olsun! Sonra, böyle olan herkese yazıklar olsun!" Cenâb-ı Hak "Veyl"i bu kimselere tahsis etmiştir. Çünkü mana, "Onlar şiddetli bir azâbtan dolayı feryâd ediyor, ondan ötürü çığlıklar atıyorlar ve "Eyvah o azaba! Aman!" diyorlardı" şeklindedir. Bunun bir benzeri de, kâfirlerin ahirette ölümü temenni edeceklerini ifâde eden (Furkan, 13) ayetidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, kendilerini, en büyük azabı ifâde eden "veyl" ile tehdit etmiş olduğu o kafirlerin sıfatını beyân etmiştir. Onların sıfatlarından üç çeşidi zikretmiştir. Dünyayı Ahirete Tercih Fitnesi 1) Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar dünya hayatım, ahiretten üstün tutup severler" ayetinin ifâde ettiği husus. Bununla ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: Birinci Mesele Sen eğer dilersen, ellezine kelimesini önceki ayette geçen kâfirine kelimesinin sıfatı yaparsın, istersen onu mübtedâ yapıp, ulâike kelimesini de onun haberi kabul edersin, istersen de, "kınama" manası taşıyan mahzuf bir (......) fiilinin mef'ûlü olmak üzere); mansûb kabul edersin. İkinci Mesele "el-İstihbâb ". bir şeyi sevmenin peşine düşmektir. Derim ki: İnsan bazan bir şeyi sever de, fakat, o şeyi sevmesi hoşuna gitmez. Meselâ, fısk-u fücura meyleden adamın hali gibi.. Fakat bu kimse, fısk-u fücuru seviyor olmaktan hoşlanmaz. Bir şeyi sevip de, onu seviyor olmayı arzulayarak, işte bu muhabbeti sevmiş olmaya gelince, evet bu, muhabbet ve sevginin zirvesi ve nihâî noktasıdır. Binâenaleyh, "Onlar dünya hayatını... severler" ifâdesi, onların, dünya hayatına karşı duyulan muhabbetin zirvesinde bulunduklarına delâlet eder. İnsan, ahiret hayatından ve bu geçici dünyanın kusurlarından habersiz olduğu zaman böyle olabilir. Böyle olan bir kimseyse, mezmûm ve adi sıfatların en uç noktasında bulunuyor demektir. Çünkü bu hayat, kusur ve nakısaların pekçok çeşidiyle vasfedilmiştir. Dünya Hayatının Özellikleri a) Bu hayat sebebiyle, elemlerin, hastalıkların, gam ve kederlerin, korkuların ve hüzünlerin kapısı açılmıştır. b) Hakikatte bu lezzetlerin sağladığı tek şey, elemleri savuşturmaktır. Ruhanî ve manevî lezzetler ise bunun aksinedir. Çünkü onlar, bizatihî lezzet ve saadettirler. c) Bu dünya hayatının lezzetleri, inkıtâya, kesintiye ve nihayete ermeleri sebebiyle, buruktur. d) Onlar, değersizdir, azdır. Kısaca, bu dünya hayatını, ancak onun kusurlarından gafil olan ve yine, uhrevi,manevî hayatın üstünlüklerinden habersiz bulunan kimse sevebilir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Halbuki ahiret daha hayırlı, daha süreklidir" buyurmuştur. İşte bu ifâde, daha önce zikretmiş olduğumuz her şeyi içine almaktadır. Üçüncü Mesele Cenâb-ı Hak, "Onlar, dünya hayatını, ahiretten üstür tutup severler" buyurmuştur. Burada bir haz" bulunmakta olup, bunun takdiri şöyledir: "Onlar dünya hayatını severler ve onu, ahiret hayatına tercih ederler..." Böylece Cenâb-Hak, kendisi vasıtasıyla, sırf dünyayı sevmenin, ancak onu ahirete terci" etmenin de kendisine bitişmesinden sonra mezmûm olacağı anlaşılsın diye, bu iv vasfı birleştirmiştir. Buna göre, dünya hayatını, kendisiyle gönül faydalarına ve ahiret -hayırlarına ulaşmak için seven kimseye gelince: Bu kimse, ahiretine zarar verecek bir şeyi tercîh etmek suretiyle onu ahiretine üstün tutmadığı sürece, mezmûm ve kınanmış olamaz. Mezmûm ve kınanan sevgi ise, ancak belirtilen o sevgidir. Allah Yolundan İnsanları Uzaklaştırma 2) Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'ın yolundan alıkorlar" ayetinin ifâde ettiği husus... Bil ki, dünyayı (mezmûm olan) bir sevgiyle sevip üstün tutanlar, sapmışlardır. Başkalarını Allah'ın yoluna girmekten men edenler ise, saptıranlardı, azdıranlardır. İşte, birinci safha onların dalâlette olduklarına; onların Allah yolundan saptırdıklarını gösteren bu safha ise Onların saptıran, azdıran, idlâl edenler olduklarına işaret etmektedir. Hak Yolu Eğriltme Teşebbüsü 3) Cenâb-ı Hakk'ın, "Onu eğriliğe çevirmek isterler" ayetinin ifâde ettiği husus... Bil ki, saptırmak iki safhada olur: Birincisi: Başkalarını saptırmaya gayret etmek ve onu, dosdoğru olan yola ve sırat-ı müstakime vasıl olmaktan alıkoymak. İkincisi: Onun, hak yola çeşitli şekk ve şüpheler atmak için çaba göstermesi ve yapabildiği her türlü hile ve desise ile, onun durumunu takbih edip çirkin göstermeye çalışmasıdır ki bu, dalâl ve idlâlin doruk noktasıdır. İşte bu hususa, Cenâb-ı Hak. "Onu eğriliğe çevirmek isterler" buyurarak işaret etmiştir. Keşşaf sahibi: "Bu ifâdede aslolan "Onun için eğrilik isterler şeklinde olmasıdır. Ancak ne var ki, harf-i cer hazfedilmiş ve fiil mef'ulü harf-i cer'siz almıştır" demiştir. Dalalet Hakkında "Uzak" Sıfatının Manası Cenâb-ı Hak, o kâfirlerin hallerinin bu üç mertebesini zikredince, onlarır sıfatlarıyla ilgili olarak iüjl "İşte onlar, pek uzak bir sapıklık içindedirler" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak şu sebeplerden dolayı, sapıklığı "uzak olmak"la vasfetmiştir: 1) Biz, sapıklık derecelerinin en ilerisinin, Allahü teâlâ'nın bu derecede vasfetmiş olduğu o şey olduğunu beyan etmiştik. Binâenaleyh bu mertebe, haktan son derece uzak olan bir mertebedir. Çünkü, meselâ siyah ve beyaz gibi, zıt olan iki şeyin şartı, onların birbirlerinden son derece 'uzak' olmalarıdır. Binâenaleyh burada da, bu tarz üzere tahakkuk eden sapıklık, haktan son derece uzak olan bir sapıklık, dalâi olmuş olur. Zira, bu sapıklıktan daha şiddetli ve daha ileri derecede bir sapıktık düşünülemez. 2) Bununla, onların sapıklık yolundan hidâyet yoluna döndürülmelerinin uzak oluşu kastedilmiştir. Zira o sapıklık, onların içine yerleşmiş, orada temerküz etmiştir. 3) Bu ayetteki "dalâl" ile, onların helak olmaları murad edilmiştir. Buna göre kelamın takdiri, "Onlar, sona ermeyen ve uzun süren bir helak içindedirler" şeklindedir. Cenâb-ı Hak, ayetteki baîd (uzak) sözü ile, o sapıklığın süresinin uzamasını ve sona ermemesini kastetmiştir. Dinin Her Ümmete Tebliği 4"Biz hiçbir peygamberi kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki, onlara apaçık anlatsın. Artık Allah kimi dilerse saptırır, kimi de dilerse doğru yola götürür. O. yegâne galibtir, tam hüküm ve hikmet sahibidir" Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Her Ümmete Peygamber Gönderilmesi Bil ki Allahü teâlâ, bu sûrenin başında, "Bu bir kitaptır ki, insanları Rablerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa, çıkarman için onu sana indirdik" (ibrahim, 1) buyurunca, bu, bu büyük makamın kendisine verilmesi bakımından hem peygamber için bir lütuf, hem de kendilerine, onları inkâr karanlıklarından kurtarıp imanın nuruna ulaştıran bir peygamberin gönderilmiş olması açısından da insanlara ve mahlûkata bir lütuf olmuş olur. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak bu ayette, işte bu iki bakımdan, nimet ve ihsanını tamamlayacak olan şeyi zikretmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e nisbetle bunun bir lütuf olmasına gelince, Allahü teâlâ: "Ey Muhammed,, diğer peygamberler sadece kendi kavimlerine peygamber olarak gönderilmişlerdir. Sen ise, bütün mahlûkata peygamber olarak gönderildin Binâenaleyh, bu in'âm, senin hakkında daha mükemmel ve daha üstün olmuş olur" şeklinde beyan buyurmuştur. Bunun, bütün mahlûkata nisbetle bir ikram olmasına gelince, Allahü teâlâ bunda, her kavme, ancak o kavmin lisanıyla konuşan bir peygamber gönderdiğini beyan ederek açıklamıştır. Zira durum her ne zaman böyle olursa, onların, o şerîatin sırlarını anlamaları, onun özüne vakıf olmaları daha kolay; yanlıştan ve hatadan uzaklaşmaları da, o nisbette müyesser olur. İşte, ayetin kendinden önceki ifadelerle münasebetle' budur. İkinci Mesele Bazı kimseler bu ayet-i kerime ile, dillerin tevkîfı değil de ıstılahî oldukları hususunda istidlal etmiş ve şöyle demiştir Çünkü tevkîfîlik ancak, peygamberler göndermek ile meydana gelir. Bu ayet-i kerime ise, bütün peygamberlerin ancak, kendi kavimlerinin lisânı ile gönderilmiş olduğuna delâlet eder. Bu da, dillerr peygamberlerin gönderilmesinden önce bulunmasını iktizâ eder. Durum böyle olunca, bu dillerin tevkif (vahy) ile meydana gelmesi imkânsız olur. Böylece de, dillerin, ıstılahi olarak meydana gelmesi vacib olur. Üçüncü Mesele Yahudilerden, kendilerine İseviyye denilen bir grup, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Allah'ın Resulü olduğunu, ama diğer bütün toplumlara değil de, sadece Araplâra gönderilmiş olduğunu iddia etmişler ve iki bakımdan ayete tutunmuşlardır: 1) Kur'ân, Arapça ile nazil olduğuna göre, içinde bulunan fesahat sebebiyle onun bir mucize olduğunu ancak Araplar bilebilir. Bu durumda da Kur'ân, ancak Araplara bir hüccet olmuş olur. Arap olmayanlar için bir hüccet olmaz. 2) Onlar şöyle demişlerdir: Cenâb-ı Hakk'ın "Biz hiçbir peygamberi ke kavminin dilinden başkasıyla göndermedik" buyruğundaki "lisân"dan murad, Arapça'dır. Bu da şöyle denilmiş olmasını gerektirir: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) için Araplardan başka kavim yoktur. Bu da, O'nun sadece Araplara gönderilmiş olduğuna delâlet eder. Buna şöyle cevap verilir: Ayetteki (kavmini) kelimesi ile "Onun beldesinin halkı, ahalisi" manasının murad edilmiş olması niçin mümkün olmasın? Binâenaleyh kavmihi kelimesinden maksat, onun davet kapsamına giren kimseler değildir. Onun davetinin umumî ve bütün insanlara şamil olduğunun delili, "De ki: "Ey insanlar şüphesiz ben, Allah'ın sizin hepinize, hatta, ins ve cin âlemine göndere:-peygamberim" (Araf, 158) ayetidir. Çünkü, meydan okuma, yani tehaddi insanla'a karşı olduğu gibi, aynı zamanda cinlere karşı da vaki olmuştur. Bunun delili, "Andolsun, ins ve cin, şu Kur'ân'ın benzerini (meydana) getirmeleri için bir araya toplansa, birbirlerine yardımcı da olsalar, yine benzerini getiremezler" (İsra, 88) ayetidir. Dördüncü Mesele Ehl-i sünnet âlimlerimiz, Cenâb-ı Hakk'ın, dalâlet ve hidayetin Allah'dan olduğuna, "Artık Allah kimi dilerse saptırır, kimi de dilerse doğru yola götürür" ayetini delil getirmişlerdir. Ayetin bu hususa delâleti açıktır. Alimlerimiz şöyle demişlerdir: "Bunu, şu rivayet de tekid eder: Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer(radıyallahü anh) bir grup insan içinde karşı karşıya geldiler ve seslerini yükselttiler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: "Bu nedir, noluyor?" dedi: Ordakilerden birisi: "Ya Resûllallah, Hazret-i Ebu Bekir, "hasenat Allah'dandır, seyyiât kendimizdendir" diyor; Hazret-i Ömer de: "ikisi de Allah'dandır" diyor. Bazı kimseler, Hazret-i Ebu Bekir'e, bazısı da Hazret-i Ömer'e tâbi oldular" diye cevap verdi. Bunun üzerine Hazret-i Ebu Bekir'in söylediğini araştırıp öğrendi. Sonra onun söylediğinden memmun olmadı. Bu, yüzünden anlaşılıyordu. Sonra Hazret-i Ömer'e yöneldi; onun söylediğini de araştırıp öğrendi. Bunun üzerine, yüzünde bir memnuniyet belirtisi hasıl oldu. Sonra da şöyle buyurdu: "İsrafil (aleyhisselâm), Cebrail ile Mikâil arasında nasıl hükmetmişse, ben sizin aranızda öyle hüküm vereyim: Cebrail, ey Ömer, aynen senin söylediğin gibi; Mikaîl de, ey Ebu Bekir, senin söylediğin gibi söylemişti. Bunun üzerine İsrafil, bütün kaderin, onun hayrının ve şerrinin Allah'dan olduğuna hükmetti. İşte, benim, sizin aranızdaki hükmüm bu." Mu'tezile'nin Bu Ayeti Te'vili Mu'tezile şöyle demiştir: Bu ayetin zahirî manası üzere icra edilip anlaşılması mümkün değildir. Bu, birkaç şekilde izah edilebilir: 1) Allahü teâlâ, "Biz hiçbir peygamberi kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki, onlara apaçık anlatsın" buyurmuştur. Bu, "Biz, her peygamberi kavminin lisanıyla gönderdik ki, onlara bu mükellefiyetleri kendi lisanlanyla beyan etsin. Binâenaleyh, onların bu beyânı anlamaları daha kolay, maksat ve gayeyi anlamaları ve idrakleri daha mükemmel olur" demektir, Bu söz, eğer Allah'ın peygamber göndermekten maksadı, mükellefler için imanın meydana gelmesi olursa, ancak sahih ve doğru olmuş olur. Ama eğer Allah'ın bundan maksadı onları saptırmak ve onlarda küfrü yaratmak olursa, o zaman bu söz o maksada uygun olmaz. 2) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onlara, "Sizde, küfrü ve dalâleti yaratan Allah'dır" dediği zaman, onların, "Öyle ise, senin beyân ve açıklamanın faydası nedir? Gönderilmendeki maksat nedir? Allah'ın bizde yaratmış olduğu küfrü kendimizden gidermemiz mümkün müdür?" deme hakkı doğardı. Bu durumda, nübüvvetin tebliğ ve çağrısı batıl olmuş, peygamberlerin gönderilmesi de boşuna olmuş olurdu. 3) Küfür, Allah'ın yaratması ve meşietiyle meydana gelirse, o zaman küfre râm olmanın da vacib olması gerekir. Çünkü Allah'ın kazasına rıza, vâcibtir. Bu, akıllı olan bir kimsenin söyleyeceği bir şey değildir. 4) Biz, daha önce bu ayetten önceki, "insanları Rablerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarman için" ifadesinin, "adl" görüşüne delâlet ettiğini, yine bu ayetin sonunda bulunan, "O, yegâne galibtir, tam hüküm ve hikmet sahibidir" ifadesinin de aynı şeye delâlet ettiğine dair deliller getirmiştik. Binâenaleyh, küfrü ve kabih fiiller yaratan ve bunları murad eden, daha nasıl hakîm olabilir? İşte bu izahlarla, ayetteki. "Artık Allah kimi dilerse saptırır, kimi de dilerse doğru yola götürür" ifadesinin, "Allah kulda küfrü yaratır" manasına hamledilmesinin mümkün olmadığı sabit olur. Bundan dolayı, ayetin teviline yönelmek gerekir. Biz, bu teviller hususunda, Bakara sûresinde (Bakara, 26) ayetinin tefsirinde geniş açıklamalarda bulunmuştuk. Bunların bir kısmını tekrarlamakta bir sakınca yoktur: a) " İdlâlden murad, o kimsenin kâfir olup dalâlette bulunduğuna hükmetmektir. Nitekim, "Falanca, falancanın kâfir ve sapık olduğuna hükmetti" manasında denilir. b) "İdlâl" onları cennet yolundan cehennem yoluna götürmekten ibaret; "hidâyet" de cennet yoluna irşâd etmekten ibaret olabilir. c) Allahü teâlâ, sapmış olanı dalâleti üzerinde bırakıp, ona müdahele için, sank onu saptırmış gibi olmuştur. Yine, hidâyete ermiş olana da, lütuflarıyla yardım ettıç için, sanki onu hidayete erdiren kendisi olmuş gibidir. Keşşaf sahibi şöyle demiştir "İdlâlden murâd, Allah'ın, kulu tamamen kendi haline bırakması ve lütuflarını ondar esirgemesidir. Hidayetten murad, Allah'ın muvaffakiyet vermesi ve lutfetmesidir Razi'nin Mutezileye Cevabı Mutezile'nin ilk önce söyledikleri, "Ayetteki, "Onlara apaçık anlatsın" ifâdesi Allah'ın onları saptırmış olmasına uygun düşmez" şeklindeki sözlerine şöyle diyerek cevap veririz: Ferrâ şöyle demiştir: "Bir fiilden sonra bir başka fiil zikredildiği zaman eğer ikinci fiil, birinci fiile benzer (müşâkil) ise, onu ona atfedersin. Eğer, müşâkeleî bulunmuyorsa, onu yeni bir cümle yapar ve merfû yaparsın. Bunun bir benzeri. "Dilerler ki Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürsünler. Allah ise nurunu tamamlamaktan başka bir şeye razı olmaz (Tevbe, 32) buyruğudur. Buradaki (......) ifadesi ref mahallindedir. Başkası caiz değildir. Çünkü (......) denilmesi güzel olmaz. Binâenaleyh, ikinci cümle birinci cümlenin mevkiinde olmadığına göre atıf yapılamaz. Yine, bunun bir benzeri: "Size apaçık gösterelim diye.. sizi.... rahimlerde durduruyoruz" (Hacc, 5) ayetidir. Arapların şu sözü de bu kabildendir: "Seni ziyaret etmek istedim; fakat, yağmur beni alıkoyuyor." Son fiil, zikrettiğimiz sebeplerden dolayı, merfû olarak getirilmiş olup; kendisinden önceki mansûb fiile atfedilmemiştir. Şairin şu beyti de bunun gibidir: "Onu (şiiri) beyan edip açıklamak ister, (fakat) onu anlaşılmaz hale getirir." Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Allahü teâlâ bu ayette, önce (......) buyurmuş, sonra da (......) buyurarak, yudıllü fiilini merfû olarak zikretmiştir. Bu, o fiilin, müste'nef olarak, kendisinden öncesine atfedilmeksizin zikredildiğine delâlet eder. Ben derim ki: Mana bakımından bu sözün izahı şudur: Allahü teâlâ sanki şöyle buyurmaktadır: "Biz gönderdiğimiz her peygamberi, bu şeriatları o kavmine beyân edip anlatması, kavminin alıştığı ve bildiği lisanla olsun diye, ancak kavimlerinin lisanlanyla gönderdik." Allah bundan sonra, "İş böyle olmakla beraber, Allah dilediğini saptırır, dilediğine de hidâyet eder" demiştir. Bu ifâdenin gayesi, beyânın kuvvetli olmasının, mutlaka hidayetin meydana gelmesini gerektirmeyeceğine, binâenaleyh, çoğu zaman beyân ve izah kuvvetli olduğu halde, hidayetin tahakkuk etmediğine, yine çoğu zaman, beyân zayıf olduğu halde hidayetin tahakkuk edebileceğine bir işarette bulunmaktır. Durum ancak böyledir; çünkü, hidâyet ve dalâlet, sadece Allah tarafından meydana gelir. Mutezile'nin, "Dalâlet eğer Allah'ın yaratmasıyla meydana gelmiş olsaydı, peygambere kâfir, "Senin beyânının ve davetinin hikmet ve faydası nedir?" diyebilirdi" şeklindeki ikinci sözlerine mukabil biz deriz ki: Buna şu durum mauarızdır: Hasmımız olan Mu'tezile'nin kendisinin de bu ayetlerin, o kimsenin sapık olduğunu haber verdiğini kabul etmesi de buna aykırıdr. Zira kâfir o muarıza şöyle diyebilir: "Senin ilâhın benim kâfir olduğumu haber verdiğine göre, eğer ben inanırsam, senin ilahın yalancı olmuş olur. Ben, senin ilahını yalancı kılmaya ve O'nun ilmini cehalete çevirmeye muktedir miyim? Buna gücüm yetmediğine göre, nasıl bana bu imanı emredersin?" diyebileceğini kabul etmektedir. Muarızımızın bize karşı getirmiş olduğu bu sorunun kendisi aleyhine de varid olduğu sabittir. Mutezile'nin, "Buna göre, küfre razı olmak, vacib olmalıdır. Çünkü Allah'ın kaza ve kaderine rızâ, vacibtir. Vacibin kendisiyle tamamlandığı şey de vacibtir" şeklindeki üçüncü görüşüne gelince, biz şöyle deriz: Size göre, kulun, Allah'ı yalanlamaya ve O'nun ilmini cehalete dönüştürmeye çalışması vacibtir. Bu ise, sizin bizi ilzam etmek için ileri sürdüğünüzden daha şiddetli bir biçimde imkânsız olan bir ilzamdır. Çünkü Allahü teâlâ, o kimsenin kâfir olduğunu ve onun küfrünü bildiğini haber verdiğine göre, o kimsenin küfrünü gidermek, Allah'ın ilmini cehalete, doğru haberini yalana çevirmeyi iktizâ eder. Mutezile'nin, "Bundan önceki, "Bütün insanları Rablerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa... çıkarman için" (ibrahim, 1) ayeti, Mutezile'nin görüşünün doğruluğuna delâlet eder" şeklindeki dördüncü iddialarına karşı deriz ki: Biz, ayetteki "Rablerinin izniyle" ifadesinin, ehl-i sünnetin görüşünün doğruluğuna delâlet ettiğini anlatmıştık. Mutezile'nin "Allahü teâlâ kendisini, ayetin sonunda hakim olarak vasfetmiştir. Bu, O'nun, küfrü yaratmasına ve irade etmesine aykırıdır" şeklindeki beşinci görüşüne karşı biz de deriz ki: Allahü teâlâ, kendisini burada, "azîz" diye de vasfetmiştir. Azîz, gâlib ve kahir olan demektir. Binâenaleyh, meydana gelmeyeceği halde kâfirden iman etmesini isterse, ya da onlardan küfür amelini irâde ederse, aziz ve galib olduğu için, bunlar hasıl olur. Böylece, Mutezilenin yapmış olduğu izahların zayıf olduğu sabit olur. Yine onların yaptıkları üç tevilin batıl olduğu bu kitapta tekrar tekrar anlatılmıştı. Binâenaleyh, yeniden anlatmaya gerek yoktur. Daha Önceki Kısımla Münasebet 5Âyetin tefsiri için bak:6 6"Biz Musa'yı, "kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara, Allah'ın günlerini hatırlat" diye mucizelerle gönderdik. Şüphesiz ki bunda, çok sabreden ve çok şükreden herkes için ibretler bulunmaktadır. Hani Musa kavmine: "Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Çünkü O, sizi kötü azaba sürmekte olan, oğullarınızı boğazlamaya, kadınlarınızı diri bırakmaya devam eden Firavun hanedanından sizi kurtarmıştı ve bunda, Rabbinizden büyük bir imtihan vardır" demişti ". Ayetle İlgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i insanlara. onları karanlıklardan nura çıkarması için gönderdiğin' beyan edip, O'nun gönderilmesinde gerek Hazret-i Peygambere. gerek O'nun kavmine olan nimetinin kemalini zikredince, bunun peşisıra, geçmiş kavimlere gönderilen diğer peygamberlerin bi'setini, ve o kavimlerin onlara karşı davranışlarını anlatmaya başlamış, böylece Hazret-i Peygambere, kavminin kendisine yapmış olduğu eziyetlere sabretmesini tavsiye ederek, onlarla nasıl konuşacağını ve onlara nasıl muamele edeceğini öğretmiştir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, alışılmış olan adet üzere, bazı peygamberlerin kıssasını zikretmiş ve işe, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın kıssasıyla başlayarak "Biz Musa'yı (...) mucizelerle gönderdik" buyurmuştur. Hazret-i Musa'nın Mucizeleri Esamm şöyle demiştir: "Musa (aleyhisselâm)'nın mucizeleri, âsâ, yed-i beyzâ, çekirgeler, bitler, kurbağa, kan, denizin yarılması, taştan pınarların fışkırması, dağın gölgelik gibi kaldırılması ve gökten bıldırcın etiyle kudret helvası indirilmesidir." Cübbâi "Allahü teâlâ Musa (aleyhisselâm)'yı. kavmi Benî İsrail'e ayetlerle göndermiştir. Bu ayetler, O'na bildirilen şeyler, O'na indirilen kitap ve O'na, dini kavmine açıklaması hususunun emredilmesidir" demiştir. Ebu Müslim el-İsferainî ise, şöyle demiştir: "Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında: "Bu bir kitapdır ki, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarman için onu sana indirdik" (ibrahim, 1) buyurmuştur. Hazret-i Musa (aleyhisselâm) hakkında da, "kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar" diye Musa'yı peygamber olarak gönderdik" buyurmuştur. Bu ifâdenin maksadı, bi'setten gayenin, bütün peygamberler için aynı olduğunu; bunun da, peygamberlerin insanları, dalâlet karanlıklarından hidâyet nurlarına çıkarmaya gayret etmeleri olduğunu anlatmaktır. İkinci Mesele Zeccâc şöyle demiştir: "Ayetteki İ cümlesinden maksad "Kavmini çıkarasın diye" manasıdır. Buradaki en edatının, "yani" manasında olmak üzere "en-i müfessire" olması uygundur. Bu takdirde mana şöyle olur: "Andolsun ki biz Musa'yı ayetlerimizle..çıkar" diye gönderdik." Sanki şöyle denilmektedir: "Ona şöyle dedik: "Kavmini.... çıkar." Bunun bir benzeri de, "Onların elebaşlarından bir güruh, "yürüyün" diyerek kalkıp gittiler" (sâ'd, 6) ayetidir. Ayetin te'vili şöyledir: Onlara, "yürüyün" denilmiştir. Yine bu en edatının, haber için getirilen "en-i muhaffefe" olması da uygundur. Buna göre mana, "Andolsun ki biz Musa'yı kavmini dalaletten nura çıkarması için gönderdik" şeklindedir. Fakat bundaki bâ harf-i cerri hazfedilmiş ve en edatı doğrudan emir sığasına bitiştirilmiştir. Bunun bir benzeri de "Ona kalk diye yazdım, kalk diye emrettim" şeklindeki sözündür." Allah'ın Günleri Zeccâc, bu iki görüşü Sibeveyh'den nakletmiştir. Ayetteki "Ve onlara Allah'ın günlerini hatırlat" buyruğuna gelince, bil ki Allahü teâlâ Musa (aleyhisselâm)'ya bu ayette iki şeyi emretmiştir: a) Kavmini küfrün karanlıklarından çıkarmasını. b) Onlara, Allah'ın günlerini hatırlatmasını... Bu hususta iki mesele vardır: Birinci Mesele Vahidî şöyle demiştir: "Eyyam" kelimesi, "yevm" kelimesinin çoğuludur. "Yevm" kelimesi ise, güneşin doğumundan, batımına kadarki müddeti (gündüzü) gösterir. "Eyyam"ın aslı, şeklinde idi, Bunda yâ ile vâv bir araya gelmiş ve birincisi, yani yâ harfi bir sükûn ile vâv'dan önce gelmiştir. Bundan dolayı biri diğerine idğâm edilmiş ve idğâmda da yâ harfi üstün gelmiştir. İkinci Mesele "Eyyam' (günler) kelimesi ile, o günlerde meydana gelmiş büyük hadiseler kastedilmiştir. Nitekim Arapça'da, Eyyam (Günler) ve Benî İsrail'in "Falanca Arapların eyyamını (günlerini) bilir" denilir. Vak'alan Bundan maksad, "Arapların belli başlı hadiselerindir. Nitekim darb-ı meselde de, "Bir gün gören, bir gün de görülür" denilmiştir. Bu, "Bir kimse bir günde başkasının maruz kaldığı felâket sebebiyle sevinçli görünürse, başka bir günde de kendisinin başına gelen felâketten ötürü hüzünlü görülür" demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak: "işte öğünler... biz onları, insanlar arasında döndürür dururuz" (Al-i imran, 140) buyurmuştur. Bunu iyice anladığın zaman, bil ki ayetteki bu tabirin manası "sen onlara terğîb ve terhib (teşvik ve korkutma) ile, vaad ve va'îd ile öğüt ver" şeklinde olur. Terğîb ve vaad, onlara Allah'ın hem kendilerine, hem de kendilerinden önce yaşamış olan, geçmiş zamanda peygamberlere imân etmiş olan kimselere vermiş olduğu nimetleri hatırlatmasıdır. Terhîb ve va'îd (tehdid) ise, onlara Allah'ın azabını ve şiddetini, geçmiş ümmetlerden peygamberlerini yalanlayanlardan tıpkı Âd, Semud ve diğer kavimlerin başına gelen azablarda olduğu gibi intikam alışını hatırlatmasıdır. Ta ki onlar va'adlere arzu duyup tasdik etme (inanma) yoluna gitsin; va'idlerden de sakınıp yalanlamayı terketsinler. Bil ki Allahü teâlâ'nın Musa (aleyhisselâm) için olan "eyyamı" (günleri) arasında, İsrâiloğulları'nın Firavun'un zorbalığı ve kahrı altında bulunduğu günler olan, mihnet (sıkıntı) ve imtihan günleri ile, yine üzerlerine kudret helvası ile bıldırcın etinin indirildiği, denizin yarıldığı ve bulutun üzerlerine gölgelik yapıldığı, nimet ve rahatlık günleri bulunmaktadır. Daha sonra Cenâb-ı Hak "Şüphesiz ki bunda çok sabreden ve çok şükreden herkes için ibretler bulunmaktadır" buyurmuştur. Bu, "Bu hatırlatma ve dikkat çekmede, çok sabreden ve çok şükreden kimseler için nice ibret alınacak şeyler vardır. Çünkü durum, ya bir mihnet ve imtihan hali, ya da bir atiyye ve bolluk hali olur. Eğer birinci durum olur ise, mü'min çok sabreder. İkinci hal söz konusu ise, o, çokşükredici olur" demektir. Bu ifadeler, mü'minin, her ânında mutlaka bu iki durumdan birisi üzere olması gerektiğine dikkat çekmektedir. Buna göre eğer zaman, onun gönlüne uygun ve arzusuna muvafık bir biçimde geçiyor ise, o, şükür ile meşgul olur; gönlüne uygun bir biçimde cereyan etmiyorsa, o zaman da sabırla meşgul olur. İmdi, eğer: "Bu hatırlatmalar ve öğütler herkes için birer ibret vasıtasıdırlar. O halde daha niçin bunlar çok sabreden ve çok şükreden kimselere tahsis edilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta birkaç izah yapılabilir: 1) Bu ayetlerden istifâde eden, bunlara itibar edenler o kimseler olduğu için, "(Bu Kur'ân) muttakiler için bir hidayet (vasıtasıdır)" (Bakara, 2), ve "Sen ancak O'ndan korkanı inzâr edicisin" (Naziât, 45) ayetinde de olduğu gibi, bunlar ancak o kimseler için bir ayet (bir ibret) olmuş olur. 2) Şöyle denilmesi de uzak bir ihtimal değildir: Hatırlatma ve öğüt vermenin bu çeşidinden yararlanmak, ancak sabreden ve şükreden kimseler için söz konusudur. Böyle olmayan kimseler, bu ayetlerden yararlanamaz. Bil ki Allahü teâlâ, Musa (aleyhisselâm)'ya, kavmine Allah'ın günlerini hatırlatmasını emrettiğini zikredince, Hazret-i Musa'nın da onlara, bu günleri hatırlattığını bildirerek, "Hani Musa kavmine, "Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Çünkü O, sizi kötü azaba sürmekte olan... Firavun hanedanından sizi kurtarmıştı" buyurmuştur. Buradiki "Hani sizi kurtarmıştı" ifadesi, in'âm etmek manasındaki (......) kelimesinin zarfıdır, ona bağlıdır. Yani, "Allah'ın o zaman (bunu yapmakla) size olan nimetini hatırlayın" demektir. Geriye ayetle ilgili birkaç soru var: Ayrı İşin Farklı Lafızlarla Anlatılması Birinci Soru: Cenâb-ı Hak Bakara sûresinde (......) (Bakara, 49);A'râf sûresinde (aynı sadedde) (......) (öldürürler); bu ayette ise, atıf vâvı ile, (......) (boğazlarlar) şeklinde getirmiştir. Bunlar arasındaki fark nedir? Cevap: Allahü teâlâ, Bakara sûresinde (Ayet. 49) vavsız olarak yüzebbihûn "Boğazlarlar" buyurmuştur. Çünkü bu ifâde, o ayetteki sûe'l-azab ifadesinin bir tefsiridir. Tefsir sadedinde gelen ifadenin başında atıf vâvının getirilmesi güzel olmaz. Nitekim sen şöyle dersin: "Bana kavim (insanlar) geldi, yani Zeyd ve Amr" Çünkü "Zeyd" ve "Amr" ile, "kavm" kelimesini tefsir etmek istedin. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın "Kim bunlardan yaparsa, cezaya çarpar; Kıyamet günü azabı katlanır" (Furkan. 68-69) ayetidir. Bundaki (ceza) kelimesi, "azabın katlanması" şeklinde tefsir edildiği için, atıf vâvının zikredilmemesi gerekmiştir. Bu ayetteki bu ifadeye gelince, ifadesinin başına vâv getirilmiştir. Çünkü bunun manası, "Onlar İsrâiloğullarına hem boğazlama, ayrıca boğazlama olmayan başka kötü azablan yapıyorlardı" şeklindedir. Binâenaleyh bu ayette (ve boğazlıyorlardı) ifâdesi, bir başka çeşit işkenceyi ifâde etmekte olup, kendisinden önceki ifadenin tefsiri değildir. Firavun'un Yaptığı İşkence, Rabden İmtihan Olur mu? İkinci Soru: Firavun hanedanının yapmış olduğu iş nasıl onların Rablerinder gelen bir imtihan olmuş olur? Buna iki şekilde cevap verilir. a) Allahü teâlâ'nın, Firavun hanedanına bu işi yapma imkânı vermesi, Allah'dan yana bir imtihan olmuş olur. b) Bu, Allah'ın onları kurtarmasına bir işarettir. Bu kurtarma da büyük bir imtihandır. Bela, "imtihan ile sınanmak" anlamındadır. Bu, bazan nimet ile bazan da mihnet ve sıkıntılarla olur. Hak teâlâ, "Biz sizi, fitne olarak hayırlar ile ve serler ile imtihan ederiz" (Enbiya. 35) buyurmuştur. Bu izah, daha uygundur. Çünkü, "Hani Musa, kavmine: "Allah'ın, üzerinizdeki nimetini hatırlayın" şeklindeki ayetin baş kısmına daha uygun düşmektedir. Kadınları Hayatta Bırakıp Hizmetçi Edinmeleri Üçüncü Soru: Farzedelim ki, oğulların boğazlanması bir imtihan olsun. Fakat kadınların hayatta bırakılması nasıl imtihan olur? Cevap: Onlar, kadınları, kendilerini öldürmemelerine karşılık, hizmetçi olarak kullanıyorlardı. Yine Firavun hanedanının, o kadınları, kocalarından ayrı olarak sağ bırakmaları, onlara verilebilecek en büyük zarar idi. 7"Hani Rabbiniz şunu bildirmişti: "Şükrederseniz, elbette size olan nimetimi arttırırım, ve eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz benim azabım pek çetindir". Bil ki, ayetteki, "Hani Rabbiniz şunu bildirmişti" ifâdesi, Hazret-i Musa'nın, kavmine söylediği sözler cümlesindendir. Buna göre sanki, Hazret-i Musa (aleyhisselâm), kavmine "Allah'ın size olan nimetlerini hatırlayın" dediğinde, "ve şunu da hatırlayın ki Rabbiniz şunu bildirmişti" demiştir. Buradaki (......) (......) manasınadır. (......) ile (......)'nin bir benzeri de (......) ve (......) fiilleridir. Tefa'âle vezninde, (......) vezninde bulunmayan fazla bir mananın olması gerekir. Buna göre sanki, "Rabbiniz size, kendisinde şek ve şüphe bulunmayan çok kesin bir bildiri ile bildirmiştir ki" denilmektedir. Dolayısıyla ayetin manası, "Rabbiniz size bildirdi ve buyurdu ki: "Eğer şükrederseniz..." şeklindedir. O halde, buradaki, "Dedi" manasında zikredilmiştir. Çünkü bildirmek de, bir bakıma "demek"tir. İbn Mes'ûd (radıyallahü anh)da (......) şeklinde okumuştur. Şükür Nimeti Artırır Bil ki ayetten maksad, Allah'ın nimetlerine şükreden kimseye, Allah'ın, nimetlerini artıracağını bildirmektir. Burada gerçek şükrü tanımak, şükür ile meşgul olunduğunda fazladan verilecek olan nimetleri incelemek gerekir. Şükür, saygı ile ve nefsi o yola alıştırmak sureti ile, nimet verenin nimet verdiğini itiraf ve tasdik etmek demektir. Nimetin artması birkaç şekilde olabilir. Manevi ve maddi nimetler bunlardandır. Manevi Nimetler Manevi nimetlere gelince, bu, şükreden kimsenin devamlı bir şekilde Allah'ın çeşitli nimetlerini, O'nun çeşitli fazl ve keremini düşünüp görmesinde olur. Bir kimseye çokça iyilikte bulunanı, hiç şüphesiz o kimse sever. Binâenaleyh nefsin, çeşitli ilahî fazl ve ihsanı düşünüp görme ile meşgul olması, o kulun Allahü teâlâ'yı iyice sevmesini gerektirir. Sevgi (muhabbet) sıddıkların en üst makamıdır. Sonra kul, bazan bu halden nimet verene olan sevgisinin, nimete bakmaktan alıkoyduğu bir hâle yükselir. Saadetlerin ve bütün hayırların kaynağının, Allah sevgisi ve marifetullah (Allah bilgisi) olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh şükür ile meşgul olmanın, manevi nimetlerin artmasına sebeb olduğu sabit olmuştur. Maddi nimetlerin artmasına gelince, "istikra" (tam bir araştırma), Allah'ın nimetlerine şükretmekle çok meşgul olan kimsenin, nimetleri daha çok elde ettiğini gösterir. Netice olarak diyebiliriz ki: Şükür makamı, ancak kul ma'bûdunu tanımakla meşgul olduğu için güzel bir makam olmuştur. Kulu, aldanış yurdu dünyadan, kutsi âleme sevkeden her makam, hem dini, hem de dünyevî saadetleri gerektiren yüce ve kıymetli bir makamdır. Cenâb-ı Hakk'ın "Ve, eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz benim azabım pek çetindir" ifâdesindeki, "küfür" ile, "nankörlük" manası kastedilmiştir, inkâr değil. Çünkü şükrün mukabilinde zikredilen "küfür", "nankörlük" manasına gelir. Bunun sebebi şudur: Nankörlük, ancak insanın o nimetlerin Allah'dan olduğunu bilmemesi durumunda tahakkuk eder. Nimetleri inkâr etmek, bilmemek, Allah'ı inkâr etmektir. Allah'ı inkâr etmek de, en büyük ikâb ve azabı gerektiren şeylerdendir. Hem buradaki bir başka incelik de şudur: Hak olan Bir'in dışında kalan her şey, zâtı gereği mümkindir ve zatı gereği mümkin olan herşeyin var olması, ancak zatı gereği vâcib olanın var etmesi ile; yok olması da O'nun yok etmesi ile olur. Durum böyle olunca da Hakk'ın dışında kalan herşey, Hakk'a boyun eğmiştir. Mümkin varlıkların hepsi, Hak teâlâ'ya boyun eğip, kendisinde Hakk'ı tanımanın nuru ve Hakk'ın celâlinin şerefi bulunan her kalb, Hakk'ın dışında kalan her şey de bu kalbin sahibine boyun eğer. Çünkü bu nurun O'nun kalbinde mevcut olması, tabiî olarak, Allah dışındaki her varlığın O'na hizmet etmesini gerektirir. Kalb bu nurdan boş ve uzak olduğunda, zayıflar ve değersizlesin Böylece de, Hak dışındaki her varlık, ondan kendisine hizmet etmesini bekler ve onun dışındaki herşey onu hakir görür. İşte bu zevkî yolla, Hak bilgisi ile meşgul olmanın, dünya ve âhirette bütün hayır kapılarının açılmasına; sırf maddî şeylerle meşgul olmakla, marifetullah'dan yüz çevirmenin de dünya ve âhirette çeşitli âfet ve korku kapılarının açılmasına sebeb olacağı öğrenilir. Önceki Kısımla Münasebet 8Âyetin tefsiri için bak:9 9"Musa, "Siz de, yeryüzünde bulunanların hepsi de inkâr etseniz, yine seksiz şüphesiz Allah (herşeyden) müstağnidir, hakkıyla hamde ancak O lâyıktır" demişti. Sizden evvelkilerin, Nûh, Ad ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonra gelmiş, sayılarını Allah'dan başka kimsenin bilmediği kavimlerin haberi size gelmedi mi? Peygamberleri onlara apaçık burhanlar getirmişti de, onlar ellerini ağızlarına götürüp, "Biz size gönderileni inkâr ediyoruz ve sizin davet ettiğiniz dinden, kati ve kesin bir şek ve şüphe içindeyiz" demişlerdi". Bil ki Hazret-i Musa (aleyhisselâm), şükür ile meşgul olmanın dünyevi ve uhrevi hayırların artmasına vesile olacağını, küfran-ı nimetle meşgul olmanın ise, şiddetli azabı ve dünyevi-uhrevi çeşitli afetlerin meydana gelmesine sebeb olacağını açıklayınca, bunun peşisıra, şükrün faydalarının, inkârın (nankörlüğün) zararlarının ancak, şükredene ve nankörlük edene döneceğini; ibâdet edilen ve şükredilen zâtın ise, bu şükürden istifâde etmekten ve o nankörlükten dolayı zarar görmekten münezzeh olduğunu beyan buyurmuştur. Allah'ın Müstağni Oluşu İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Musa, "Siz de, yeryüzünde bulunanların hepsi de inkâr etseniz, yine seksiz şüphesiz Allah (herşeyden) müstağnidir, hakkıyla hamde ancak o lâyıktır" buyurmuştur ki, bu ifâdenin maksadı, Allahü teâlâ'nın bu taatları, ma'bûd'a yönelik bir menfaatten ötürü değil, ibadet edenin kendisine yönelik faydalardan ötürü olduğunu anlatmaktır. Bunun böyle olduğuna, ayetteki, "şüphesiz Allah (herşeyden) müstağnidir" buyruğu delâlet etmektedir. Bu ifâde şu demektir: O, zâtı gereği vardır. Bütün sıfatları itibarı ile ve her bakımdan "vacibu'l-vücûd"dur. Çünkü eğer, zâtı gereği vâcibu'l-vücûd olmasaydı, varlığının yokluğuna üstün gelmesi bir müreccihe bağlı olurdu. O zaman da herşeyden müstağni olmuş olmazdı ve biz onu müstağni sayıyoruz. Bu ise bir "hulf'dür. Böylece O'nun müstağni oluşunun, zâtı gereği vâcibü'l-vücûd olmasını gerektirdiği sabit olmuş olur. O'nun zâtı gereği vacibu'l-vücûd olduğu sabit olunca, O'nun bütün kemâlatları bakımından vâcibu'l-vücûd olması da gerekir. Zira O'nun zâtı, bu kemâlâtın bulunması hususunda yeterli olmasaydı, O, bu kemâlâtın meydana gelmesinde başka bir sebebe muhtaç olurdu ve bu durumda da müstağni olmuş olmazdı. Halbuki biz O'nun müstağni olduğunu söylüyoruz. O zaman bu bir "hulf" olur. Böylece O'nun zâtının, bütün kemâlâtının tahakkukunda yeterli olduğu sabit olmuş olur. Böyle olunca da, O zâtı gereği hamîd olmuş olur. Çünkü hamîd, hamde müstehak olandır. Binâenaleyh, yaptığımız bu izahla, Cenâb-ı Hakk'ın, ganî (müstağni) ve hamîd oluşunun, şükredenlerin şükrü ile artmamayı ve kâfirlerin nankörlüğü ile de noksanlaşmamayı gerektirdiği sabit olmuş olurdu. İşte bu manadan ötürü Cenâb-ı Hak, "Siz de, yeryüzünde bulunanların hepsi de inkâr etseniz, yine seksiz şüphesiz Allah, ganî ve hamîddir" buyurmuştur. Bütün bu manalar, ince sırlardandır. Bil ki ayetteki, "Siz de, yeryüzünde bulunanların hepsi de, inkar etseniz" ifâdesindeki inkâr, ister küfür manasına, ister nankörlük manasına hamledilsin, mana değişmez. Çünkü Allahü teâlâ, bütün kemâlâtı ve kibriya ve celâl sıfatlarının tamamında, âlemlerden müstağnîdir. Önceki Kavimlerden İbret Almak Gereği Sonra Cenâb-ı Hak, "Sizden evvelkilerin, Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonra gelmiş haberi size gelmedi mi?" buyurmuştur. Ebu Müslim el-İsfehânî "Bu ifâdenin de Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, kavmine söylediği sözlerden olması muhtemeldir. Bundan maksad, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, kendinden önceki kavimlerin helakini hatırlatarak kavmini korkutmasıdır. Bunun, geçmiş ümmetlerin durumlarını onlara anlatmak için Allah tarafından gelen ve ifâdesini Hazret-i Musa'nın dilinde bulan bir hitab olmasılda mümkündür ki, bundan murad da, geçmiş ümmetlerin hallerini öğrenmekle bir ibretin tahakkuk etmesidir. Her iki manaya göre de, bu maksad vardır. Fakat çoğu âlimler bunun, bizzat Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ümmetine bir hitap olduğu kanaatindedirler demiştir. Bil ki Allahü teâlâ, ayette üç kavimden bahsetmiştir. Bunlar, Nûh, Ad ve Semûd kavimleridir. Daha sonra Hak teâlâ, "Onlardan sonra gelmiş. sayılarını Allah'dan başka kimsenin bilmediği..." buyurmuştur. Keşşaf sahibi, bu hususta şöyle İki ihtimal ileri sürmüştür: 1) Bu ifade, mübtedâ-haberden meydana gelmiş bir cümle-i i'tirâziyedir. Zalimlerin Direnmesi 2) Ayetteki "Onlardan sonra gelmiş" cümlesi "Nûh, Âd ve Semûd kavimleri" ifâdesi üzerine atıftır, "Sayılarını Allah'dan başka kimse bilmez" ifâdesi ile ilgili iki görüş vardır: a) Bununla, "Onların sayılarının künhünü ancak Allah bilir. Çünkü Kur'ân'da onlardan ancak genel (mücmel) bir tarzda bahsedilmiştir. Ama esas sayıları, ömürleri, nasıl ve nice oluşları Kur'ân'da mevcud değildir" manası kastedilmiştir. b) Bununla, "Haberleri bize hiç ulaşmamış olan birtakım kavimler kastedilmiştir. Onlar da, kendilerini (isimlerini) hiç bilmediğimiz birtakım peygamberleri yalanlamışlardır. Onları ancak Allah bilir" manası kastedilmiştir. Bu ikinci görüşü ileri sürenler, bütün nesebleri Hazret-i Âdem'e dayandıranların görüşlerini tenkid etmişlerdir. İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) bu ayeti okuduğunda, "Nesebciler yalan söylüyor" yani, "Onlar. neseb ilmini bildiklerini iddia ediyorlar. Halbuki Allah bunun bilgisini kullarından almıştır" derdi. İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın da: "Adnan ile Hazret-i İsmail arasında adlarını bilmediğimiz otuz baba (nesil) vardır" dediği rivayet edilmiştir. Bu ayetin bir benzeri de, "Bunların arasında (geçen) birçok (nesilleri) de (helak ettik)" (Furkân, 38) ve "Onların içinden sana kıssalarını anlattığımız kimseler de var, sana bildirmediğimiz kimselerde var"(Mü'min,78)ayetleridir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, nesebini Ma'd b. Adnan b. Eded'den daha ileri götürmeyip şöyle dediği rivayet edilmiştir "Neseblerinizden, sılâ-i rahim yapacaklarınızı (sıla-ı rahim yapmanız gereken akrabalarınızı) öğrenin. Yıldız (ilminden de), kendisi ile yolunuzu bulacak kadannı Kâdî şöyle demiştir: "Bu izaha göre, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'den bu zamana (günümüze) kadar geçen senelerin miktarını kesin olarak bilmek mümkün değildir. Çünkü eğer bu mümkün olursa, Hazret-i Âdem'e kadar ulaşan neseblerin bilinebilmesi de uzak olmaz. Buna göre eğer, "Hangi görüş daha evlâdır?" denilirse, biz deriz ki: Bence ikinci görüş doğruya daha yakındır. Çünkü ayetteki, "(Sayılarını) Allah'dan başka hiç kimsenin bilmediği" kaydı, onların bilinemiyeceğini ifâde etmektedir. Bu, onların zâtlarının da bilinememesini iktizâ eder. Çünkü, eğer onların zâtları, kendileri malûm olsaydı, ama ömürlerinin müddeti ve sıfatlarının niteliği de meçhul olsaydı, o zaman onların zatlarının bilinmediğini söylemek doğru olmazdı. Ayet, onların zâtlarının bilinmediğine delâlet ettiğine göre, doğruya en yakın olanı, şüphesiz ikinci görüş olur. Ellerini Ağızlarına Götürmenin Manası Allahü teâlâ sonra, daha önce bahsedilmiş olan bu kavimlerin, peygamberler kendilerine, apaçık burhan ve mucizeler getirdikleri zaman, bazı işler yaptıklarını nakletmiştir. Bunlardan birincisi "Onlar ellerini ağızlarına götürdüler" ayetinin ifâde ettiği husustur. Bunun manasıyla alakalı iki görüşbulunmaktadır: 1) Buradaki "el" ve "ağız"dan murad, malûm olan iki uzuvdur. 2) Bunlardan murad, o iki uzvun dışındaki başka bir şeydir.. Allah bunları, mecazî olarak zikredip ifadede bir genişlik meydana getirmek dilemiştir, Birinci görüşte olanlara göre, bunun üç izahı bulunmaktadır: Birinci İzah kelimelerindeki zamirler, kâfirlere racidir. Buna göre birkaç ihtimal söz konusudur: a) Kâfirler, peygamberleri görmelerinden ve onların sözlerini işitmelerinden dolayı ortaya çıkan kin ve sıkıntılarından ötürü ellerini ağızlarına götürüp ısırmışlardır. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "(Size karşı olan) kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar" (Al-i imran, 119) ayetidir. Bu görüş, İbn Abbas ve İbn Mesûd (radıyallahü anh)'dan rivayet edilmiştir. Kadî'nin tercih ettiği görüş de budur. b) Kâfirler peygamberlerin sözlerini işittikleri zaman buna şaşakaldılar, alay edip gülüştüler. İşte bu esnada gülmekten kınlan ve elini ağzına götüren kimsenin yaptığı gibi, ellerini ağızlarına götürmüşlerdir. c) Onlar, bununla, peygamberlere, söyledikleri sözden geri durmaları ve bunu söylememelerini işaret etme anlamına ellerini ağızlarına götürmüşler "sus" demek istemişlerdir. Bu görüş, Kelbî'den rivayet edilmiştir. d) Onlar elleriyle, dillerine ve "Biz size gönderileni inkâr ediyoruz" şeklindeki sözlerine işaret etmişlerdir. Yani, "Sizin söylediklerinize karşılık bizim cevabımız budur! Bizden, bundan başka cevap beklemeyin!" demektir. Bu, onların, hiç tasdik etmeyeceklerini bildirmek ve bu hususta peygamberleri ümitsiz düşürmek için söyledikleri bir sözdür. Baksana, ayette "Onlar, ellerini ağızlarına götürüp, "Bizsize gönderileni inkâr ettik!" dedikleri nakledilmiştir. İkinci İzah: Buradaki iki zamir de, peygamberlere racidir. Bunda "'i mana muhtemeldir: 1) Kâfirler, peygamberlerin ellerini tutup, onları susturmak ve sözlerini kesmek için, ağızlarına koymuşlardır. 2) Peygamberler, o kâfirlerden tamamen ümit kesince, sustular ve ellerin ağızlarına koydular. Çünkü kim bir topluluğun yanında bir söz söyler, onlar da o sözü reddederlerse, bundan dolayı da o kimse onlardan korkarsa, onlara bir daha bu söz-asla söyleyemeyeceğini göstermek için, çoğu zaman elini ağzına kor. Üçüncü İzah: (......)'deki zamir 'kâfirlere, (......)'deki zamir de peygamberlere racidir. Buna göre iki izah bulunmaktadır: 1) Kâfirler, peygamberlerin nasihat ve öğütlerini, sözlerini işittikleri zaman, onlar yalanlayıp reddetmek gayesiyle, (kes sesini, yeter artık! dercesine) elleriyle peygamberlerin ağızlarını göstermişlerdir. 2) Kâfirleri, peygamberlerin konuşmalarını engellemek için, ellerini onlar -ağızlarına kapamışlardır. Çünkü, birisinin konuşmasını iyice engellemeye çalışan kimse, ona böyle yapar. Ayet-i kerimedeki "el" ve "ağız" kelimelerinin mecazî manada zikredildiğ seklindeki ikinci görüşe göre bunun birkaç izahı bulunmaktadır: Birinci İzah: Ebu Müslim el-İsfehani şöyle demiştir: "Buradaki "el"den murad peygamberlerin konuşup izhar ettikleri hüccetlerdir. Bu böyledir, çünkü, hücceti duyurmak, büyük bir in'âmda bulunmak; "in'âm"da, "nimet'de "el" olarak isimlendirilir. Meselâ, bir kimse birisine iyilik yaptığı zaman, kendisine iyilik yapılan kimse, "Falancanın bende bir eli var" der. Bazan, "el", kendisiyle pazarlık ve yapılan akid murad edilerek zikredilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Gerçekten sana biat edenler, ancak Allah'a biat etmiş olurlar. Allah'ın eli, onların ellerinir. üstündedir" (Fetih, 10) buyurmuştur. Binâenaleyh, peygamberlerin zikrettikleri ve anlattıktan deliller, birer nimet ve birer "erdirler. Yine, onların, kavimleriyle yapmış oldukları anlaşmalar da, birer "erdir. "Yed" (el) kelimesinin, azlık ifade eden (cem'i kılleti), çoğulu eydî; çokluk ifâde eden çoğulu (cem-i kesreti) ise, eyâdfdir. Böylece, peygamberlerin beyyinelerinin ve akidlerinin, "eydî" (eller) diye isimlendirilmesinin, doğru ve uygun olduğu sabit olmuştur. Onların nasihatlan ve ahidleri sadece ağızdan çıkıp, ama kabul edilmediğinde, geldiği yere dönmüş gibi olur. Bunun bir benzeri de, "O zaman siz o (iftirayı) dillerinizle (birbirinize) yetiştiriyordunuz, (hakkında) hiçbir bilginiz olmayan şeyi ağızlarınızla söylüyordunuz" (Nûr, 15) ayetidir. Kabul etmek, ağızdan ağızla almak olunca, reddetmek de ağza geri göndermek gibi olur." İşte bu izahın anlatımında, Ebu Müslim'in sözünün tamamı budur. İkinci İzah: Muhammed İbn Cerir, bazı alimlerden, "Onlar ellerini ağızlarına götürdüler" ifadesinin, "Onlar, cevap vermediler" manasında olduğunu söylediklerini nakletmiştir. Cevap vermeyen kimse için, "elini ağzına götürdü" denilir. Araplar, birisi kendisine cevap vermeyip sustuğu zaman, "Falancaya bir hacetimi söyledim de, o da elini ağzına kapattı" demektedirler. Sonra Taberî bu görüşün zayıf olduğunu söyler ve şöyle der: "Onlar, bilakis, peygamberleri yalanlayarak cevâp verdiler. Çünkü, "Biz size gönderileni inkâr ediyoruz" dediler. Üçüncü İzah: Ayetteki "eller"den murad, Allah'ın, onlara vermiş olduğu zahirî ve batini nimetlerdir. Onlar, peygamberleri yalanladıkları zaman, bu nimetlerin, izâle ve yok edilmesine sebebiyet vermiş oldular. Buna göre, "Onlar, ellerini ağızlarına götürdüler" ifâdesinin manası, "Onlar, Allah'ın nimetlerini, ağızlarından çıkan kelimelerle, kendilerinden reddettiler" anlamındadır. Buradaki "fî" harf-i cerrinin ba (ile) manasında olması uzak bir ihtimal değildir. Çünkü harf-i cerlerin birbirleri yerine kullanılması mümkündür. Allah'ın kâfirlerden naklettiği davranışların ikincisi, onların "Biz, size gönderileni inkâr ediyoruz" şeklindeki sözleridir. Bu, "Biz sizin, Allah'ın sizi gönderdiğini iddia ettiğiniz şeyi, yani peygamberliğinizi inkâr ediyoruz" demektir. Çünkü onlar, o peygamberlerin Allah katından gönderildiğini kabul etmiyorlardı. Bil ki, birinci mertebede onlar, peygamberlerin sözlerini kabul etmek hususunda susmuşlar ve peygamberleri, bu iddialarında susturmaya çalışmışlardır. Bu ikinci mertebede ise, açıkça, kendilerinin bu bi'seti. risâleti inkâr ettiklerini söylemişlerdir. Allah'ın kâfirlerden naklettiği davranışların üçüncüsü, onların şu sözleridir. "sizin davet ettiğiniz dinden, kati ve kesin bir şüphe ve şek içindeyiz." Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Buradaki fiil, nûnun idğamiyle (......) şeklinde de okunmuştur. "Murîb" kelimesi, ya şüpheye düşüren; ya da şüpheli, şüpheye bulaşmış olan manasında olup, (şüpheye düşürdü, şüpheli oldu) fiilindendir. Bunun masdarı olan "rayb", nefsin daralması, bir işe tam ısınamaması ve kani olamaması anlamındadır. Şayet: "İkinci mertebede onlar peygamberlerin peygamberliğini İnkâr ettiklerini zikrettikleri halde, daha nasıl bundan sonra yine kendilerinin, peygamberlerin sözlerinin doğruluğu hususunda şek ve şüphe içinde bulunduklarını söylemişlerdir?" denilirse, biz deriz ki: Onlar sanki şöyle demektedirler: "Biz ya, sizin peygamberliğinizi tamamen inkâr ediyoruz; yahut ta, bunu katî ve kesin olarak söylemiyorsak bile, en azından biz, nübüvvetinizin doğruluğu hususunda da şek ve şüphe içindeyiz. Her iki durumda da, sizin nübüvvetinizi itiraf edip kabul etmemize imkân yok." En doğrusunu Allah bilir. 10"Peygamberleri de şöyle demişti: "Gökleri ve yeri yaratan, günahlarınızı bağışlamak ve size muayyen bir zamana kadar mühlet vermek için (sizi hak dine) davet etmekte olan Allah hakkında mı şüphe ediyorsunuz?" Onlar da, "Siz de bizim gibi, bir beşerden başka bir şey değilsiniz. Siz bizi, atalarımızın tapmış olduğu şeylerden döndürmek istiyorsunuz. Öyleyse bize apaçık bir hüccet getirin" demişlerdi ". Bil ki bu kâfirler, peygamberlerine: "Biz, sizin davet ettiğiniz dinden, kati ve kesin bir şek ve şüphe içindeyiz" (ibrahim, 9) dedikleri zaman, peygamberleri onlara: "Siz, Allah hakkında, Allah'ın, göklerin ve yerin yaratıcısı, canlarınızın, ruhlarınızın, rızıklarınızın ve bütün menfaatlerinizin yaratcısı, var edicisi oluşu hakkında mı şüphe ediyorsunuz? Biz sizi, sadece bu Mün'im'e, nimetler veren bu İlâh'a ibadete davet ediyor ve O'ndan başkasına ibadetten men ediyoruz. Bütün bu hususlar, doğruluğuna sarih aklın da delâlet ettiği şeylerdir. Öyleyse siz daha nasıl, "Biz, sizin davet ettiğiniz dinden, kati ve kesin bir şek ve şüphe içindeyiz" diyorsunuz" demişlerdir. Ayetin bu tertibi, son derece güzeldir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: "Allah hakkında mı şüphe ediyorsunuz?" ifâdesi, istifham-ı inkârîdir (yani bu olacak şey mi? Şüphe etmeyiniz manasındadır). Cenâb-ı Hak bu hususu zikrettikten sonra, bunun peşisıra, "Gökleri ve yeri yaratan" diyerek, irâde sahibi yaratıcının varlığına delâlet eden hususları zikretmiştir. Biz bu kitapta göklerin ve yerin varlığının, bir Hakîm, irâde sahibi yaratıcı'ya muhtaç oluşuna, nasıl delâlet ettiğini tekrar tekrar ve çeçitli tarzlarda anlatmıştık. Binâenaleyh, onları burada tekrarlamayacağız. Keşşaf sahibi, "İstifham hemzesi zarfın (fi harf-i cerrinin) başına gelmiştir. Çünkü söz, şüpheyle alakalı değil, ancak, Allah'ın varlığından şüphe edilme ihtimali bulunmadığı hakkındadır" demiştir. Ben de derim ki: Bazı alimler insanın fıtratının, ince delillere vakıf olmadan önce de, irâde sahibi bir yaratıcının varlığına şehâdet ettiklerini ve insanın ilk yaratılış fıtratının, buna şehâdet ettiğine aşağıdaki pekçok şeyin de delâlet ettiğini söylerler: 1) Akıllı kimselerden birisi şöyle demiştir: Kim bir çocuğun yüzüne bir tokat atarsa, bu tokat irade sahibi bir yaratıcının varlığına; teklifin mevcudiyetine, ceza yurdunun, âhiretin bulunduğuna ve peygamberin varlığına delâlet eder. Bunun irâde sahibi bir yaratıcının varlığına delâlet etmesine gelince, bu şöyledir: Çünkü akıllı bir çocuk, yüzüne bir tokat indiği zaman bağırır ve "Bana vuran kim?" der. Bu, ancak onun fıtratının, o tokadın, hiç yok iken meydana geldiği için, meydana gelişinin, onu yapan (vuran) bir failden dolayı ve onu varlık âlemine sokan (var eden) bir İrâde sahibinden dolayı olması gerektiğine delâlet ettiğini gösterir. Aslî (yaratılış) fıtratı, bu tokat hadisesinin, son derece önemsiz ve az olmasına rağmen bir faile muhtaç olduğuna şehâdet edince, âlemin bütün hâdiselerinin, bir faile muhtaç olduğuna, öncelikle şehâdet eder. Bunun, mükellefiyetin mevcut olması gerektiğine delâlet edişi de şöyledir: O çocuk, bağırıp çağırıp, "O adam beni niçin dövdü?" der. İşte bu da, onun fıtratının, insanın fiillerinin emir ve yasaklar dâiresine girdiğini, mükellefiyet şemsiyesi altında olduğunu ve insanın, istediği ve arzu ettiği herşeyi yapmak için yaratılmadığını gösterir. Bunun, âhiretin mutlaka olacağına delâlet etmesi de şöyledir: O çocuk-tokada karşılık, bir cezanın verilmesini ister ve bu cezayı istemesi, elde etmesi mümkün olduğu müddetçe, bunun peşini bırakmaz. Binâenaleyh asli fıtrat, o azıcık bir şeye karşılık mutlaka bir cezanın gerekli olduğuna şehâdet edince, bütün amellere karşı da bir cezanın gerekli olduğuna haydi haydi şahadet eder. Bunun, peygamberliğin bulunduğuna delâlet etmesi ise şöyledir: İnsanlar, suç ne kadar olursa olsun, suç nisbetinde, bunu işleyene bir cezanın gerektiğini kendilerine anlatacak birisine muhtaçtırlar. İşte peygamber de, bu işleri yapabilen ve insanlara o hükümleri açıklayabilen kimse demektir. Böylece, akıl fıtratının da, insan için mutlaka bu dört şeyin olacağına hükmettiği sabit olur. 2) Bunun yaratıcının varlığını ikrar (kabul) etmeye dikkat çekmesi açıktır. Çünkü fıtrat, çeşitli nakışlarla süslü, hikmete ve maslahata uygun güzel tertib ile bina edilmiş bir evin varlığının, ona bu nakışları veren, onu yapabilen ve hakîm olan bir ustası olmaksızın meydana gelmesinin imkansız olduğunu bilir. Gerek ulvî ve gerek süflî âlemdeki hikmetlerin bu küçücük evde bulunan hikmetli işlerden daha çok olduğu malumdur. Binâenaleyh insanın fıtratı, o nakışların, bir nakışçıya, o evin bir ustaya muhtaç olduğuna şahadet edince, bu âlemin, hakim, hür ve irade sahibi bir faile (yaratıcıya) muhtaç olduğuna haydi haydi şahadet eder. 3) İnsan, çok şiddetli bir skıntıya ve güçlü bir belaya düştüğünde ve ona göre, hiç kimsenin kendisine yardım etme ümidi kalmadığında, asıl fıtratının ve yaratılışının neticesi olarak; kendisini bu beladan kurtaracak, o bela bağlarından ve ağlarından çıkaracak bir varlığa yalvarır yakarır. İşte bu da, ancak fıtratın, bir yaratıcı ve yöneticiye ihtiyaç hissedildiğine şehâdet etmesinden başka birşey değildir. 4) Varlıklar, ya bir müessire ihtiyaç duymamış olurlar, ya duymuş olurlar. Eğer ihtiyaç duymamış ise, o zaman bu, zatı gereği vâcib olan bir varlık demektir. Çünkü zâtı gereği vâcib olan, başkasına muhtaç olmayan varlık demektir. Eğer bir varlık bir müessirden (kendisi var etme hususunda tesirli olan bir varlıktan) müstağni olmamış ise, bu muhtaç bir varlık demektir. Muhtaç olanın da, mutlaka ihtiyaç duymuş olduğu bir varlığın olması gerekir. O varlık da, hür ve irâde sahibi olan, o yaratıcıdır. İnsan İhtiyatlı Olan Yolu Seçmelidir 5) Hür ve irade sahibi, mükellef kıtan bir ilahın varlığını ve âhiretin varlığını kabul etmek, en ihtiyatlı olan yoldur. Binâenaleyh bu ihtiyatlı yolu seçmek gerekir. Bunun şöyle dört mertebesi vardır: a) Böyle bir ilahın varlığını kabul etmek en ihtiyatlı olandır. Çünkü faraza böyle bir ilah olmazsa, O'nun varlığını ikrar ve kabul etmenin bir zararı olmaz. Ama böyle bir ilah varsa, O'nu inkâr etmek en büyük bir zarar olur. b) Onun fâil-i muhtar olduğunu kabul etmek... Çünkü eğer o fail, zâtı gereği mûcib (mûcib-i bizzat,iradesiz, otomatik olarak yaratan bir varlık) ise, O'nun hür ve irade sahibi olduğunu kabul etmenin bir zararı olmaz. Fakat O, hür ve irade sahibi bir varlık ise, O'nun böyle olduğunu inkâr etmek en büyük bir zarar olur. c) O'nun kullarını mükellef tuttuğunu kabul etmek. Çünkü eğer O, kullarından hiçbirini hiç birşeyle mükellef tutmamış ise, O'nun kullarını mükellef tuttuğuna inanmanın bir zararı olmaz. Ama eğer mükellef tutmuş olduğu halde, böyle olduğuna inanılmaz ise, bu en büyük zarar olur. d) Ahiretin varlığını kabul etmek... Faraza, gerçekjâhiret diye birşeyin olmadığı şeklinde ise, âhiret var diye inanmada bir zarar yoktur. Çünkü bu inanç, sadece maddî lezzetlerin elden çıkarılmasına sebeb olur. Maddî lezzetler ise zaten az, eksik ve önemsizdir. Yok eğer ahiretin varlığı gerçek ise, onu inkâr etmede en büyük zarar vardır. Böylece bu hususları kabul etmenin, daha ihtiyatlı bir yol olduğu ortaya çıkar. Binâenaleyh bunlara inanmak gerekir. Zira, akıl da açıkça, insanın, mümkün olduğu kadar kendisinden zararları gidermesinin gerektiğine hükmeder. Üçüncü Mesele Cenâb-ı Allah, göklerin ve yerin yaratıcısı oluşunu bir ilahın varlığına delil getirince, rahmet, kerem ve cömertlik vasıflarının en mükemmeli ile o ilahı (kendisini) tavsif etmiş ve bunu şu iki şekilde beyân etmiştir: 1) "Günahlarınızdan bağışlamak için., (hak dine) sizi davet eder." Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Eğer birisi ifâdesindeki min edatının getirilmesinin sebebi nedir?" derse buna şöyle cevap verilir: "Bu, kâfirlere, hitap edilirken böyle kullanılır. Mesela min zünübikum (günahlarınızdan bir kısmım) (Nün, 4 ve Ahkâf, 31) ayetlerinde de böyledir. Cenâb-ı Hak, mü'minlere hitab ederken de zunûbekûm (günahlarınızı) (Saf, 12) buyurmuştur. İstikra (iyice araştırma) da, bunu gösterir," Keşşaf sahibi sonra da şöyle der: "Sanki bu, iki hitabı birbirinden fark yapmak ve ahirette bu iki fırkayı birbiriyle aynı tutmamak içindir." "Allah bu ifâde ile, kâfirler ile kendisi arasında olan hakları bağışlayacağını kastetmiş, onlarla insanlar arasındaki haksızlıkları bağışlamayacağını beyan buyurmuştur" da denilmiştir. Bu da Keşşaf sahibi'nin sözüdür. Vahidi, "Basît"inde şöyle der: Ebu Ubeyde, bu min edatının zâid olduğunu söylerken; Sibeveyh "zâid" sözünün, Allah'ın kelamı için kullanılmasını hoş karşılamamıştır. Biz, bu kelimenin zâîd olmadığını söylediğimizde, iki izah yapabiliriz: a) Bu min ile, ba'ziyyet (bir kısım) manası kastedilir, ama burada mecazî olarak, günahların tamamı manası kastedilmiştir. b) Buradaki min bedeliyye (yani) manasınadır. Buna göre, mana "sizi mağfiret için, yani günahlarınızı bağışlamak için" şeklindedir. Böylece min günahlara bedel olarak "mağfiret" manasını ihtiva ettiği için getirilmiştir. Kâdî şöyle der: "Ebu Bekr el-Esamm, bu edatın, ba'ziyyet (kısmîlik) manasını ifâde ettiğini söylemiştir. Buna göre mana, "Siz tevbe ettiğinizde, Allah sizin büyük günahlarınızdan bağışlar. Ama küçük günahlara gelince, onları bağışlamaya hacet yoktur. Çünkü onlar zaten bağışlanmış olur" şeklindedir." Kâdî şöyle der: "Ben bu izahı akıldan uzak görüyorum. Çünkü kâfirlerin küçük günahları ancak tevbe ile affedilmesi hususunda, büyük günahları gibidir. Küçük günahların affedilmesi meselesi, onların mükâfastlarının, cezalarından daha fazla olması bakımından, mü'min ve muvahhidler için bağışlanır. Fakat hiçbir mükâfaatı bulunmayan kimselerin, hiçbir günahı küçük de olmaz, affedilmez de..." O, daha sonra sözüne devamla, "Bu hususta bir başka izah da şudur: "Kâfir tevbe ederken ve Allah'a yönelirken bazı günahlarını unutabilir. Binâenaleyh o günahlardan bağışlanan, ancak onun tevbe ettikleridir" der. Alimlerin bu husustaki görüşlerinin tamamı bundan ibarettir. Ben derim ki: Bu ayet, Allahü teâlâ'nın, tevbe etmeksizin mü'minlerin günahlarını affedebileceğine delâlet eder. Bunun delili ayetteki; "Günahlarınızı bağışlamak... için davet ediyor" ifadesidir. Cenâb-ı Hak bu ifâde ile, ehl-i imanın, tevbe şart olmaksızın günahlarının bazısını bağışlayacağını vaadetmiştir. Binâenaleyh bazı günahları tevbesiz olarak mutlak olarak bağışlaması gerekir. Bu "bazı günahlar" küfür değildir. Çünkü Allahü teâlâ'nın, küfrü ancak tevbe ile ve imana girmekle bağışlayacağına dâir icmâ oluşmuştur. Dolayısıyla tevbesiz olarak bağışlayacağı o bir kısım günahların, küfrün dışında kalan günahlar olması gerekir Ayetteki Min Edatı Hakkında Çeşitli İzahlar İmdi, eğer, "Ebu Ubeyde'nin dediği gibi, ayetteki min edatının zâid olduğu niçin ileri sürülmesin? Yahut da biz deriz ki: Buradaki "bazı" ifadesi ile, Vahidî'nin dediği gibi "hepsi" manası murad edilmiştir. Yine Vahidî'nin dediği gibi, deriz ki: Bununla, günahların sevablarla (iyi işlerle) değiştirilmesi kastedilmiştir. Yahut deriz ki: Keşşaf sahibi'nin de dediği gibi bununla hitab bakımından mü'minin kâfirden ayırdedilmesi kastedilmiştir. Yahut, Esamm'ın dediği gibi, deriz ki: Bununla, bu bağışlamanın büyük günahlara has olduğu manası kastedilmiştir. Yahut da, Kâdî'nin dediği gibi, deriz ki: Bununla iman ederken, kâfirin hatırına getirdiği günahları kastedilmiştir" denilirse; biz deriz ki: Bütün bu izahların hepsi zayıftır. Ayetteki min edatının zâîd olduğu görüşüne gelince, bu, Allah'ın kelamında bulunan bir kelimenin yersiz olduğunu söylemeye götürür. Zaruret olmadıkça, insanın bu manayı alması caiz değildir. Vâhidi'nin; "Bu min edatı ile, "hepsi" manası kastedilmiştir" şeklindeki görüşü, Ebu Ubeyde'nin görüşünden farksızdır. Çünkü ifâdesinden elde edilen mana "Allahü teâlâ, sizin günahlarınızı bağışlar" şeklinde olur ki, Ebu Ubeyde'den nakledilen de bunun aynısıdır. Nakledildiğine göre Sibeveyh bu izahı kabul etmemiştir. Vahidî'nin: "Bununla, günahların sevablarla değiştirilmesi kastedilmiştir" şeklindeki görüşüne gelince, min edatının "bedel" manasına gelmesi Arapça'da söz konusu değildir. Keşşaf sahibi'nin, "Bununla, şerefi göstermek için, mü'mine yapılan hitabın, kâfire yapılan hitapdan ayrı olması kastedilmiştir" şeklindeki görüşüne gelince, bu büyüklenme kabilinden olmuş olur. Çünkü bu "bazılık" manası eğer varsa. böyle bir cevabı zikretmeye hacet yok. Yok eğer böyle birşey söz konusu değil ise. cevap yanlış olur. Esamm'ın görüşünün yanlış olduğunun izahı daha önce geçmişti. Kâdî'nin görüşüne de şöyle cevap veririz: "Kâfir müslüman olduğunda bütün günahları bağışlanır. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Günahtan "tevbe eden, o günahı işlememiş bir kimse gibi olur" İbn Mace, Zühd, 30 (2/1420) buyurmuştur Binâenaleyh bunların yaptıkları bütün bu izahların, birer zorlama ve yersiz izah olduğu sabit olur. Onların aksine, bu ifade ile bizim kastettiğimiz husus kastedilmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, bazı günahları tevbesiz olarak bağışlayacağını bildirmiştir. Küfre gelince, bu da günahlardandır, ama Allahü teâlâ onu ancak tevbe ile bağışlar. Allahü teâlâ'nın, iman etmesi şartı ile bir kâfirin büyük günahlarını, o tevbe etmeksizin bağışlayacağı sabit olduğuna göre, bunun mü'min için tahakkuk etmesi daha evlâdır. Hazırlıksız olarak hatırıma gelen şeyler, bunlardan ibarettir. Allah, işin gerçeğini en iyi bilendir. 2) Allahü teâlâ'nın bu ayette vaadettiği şeylerden birisi de"Size muayyen bir zamana kadar mühlet vermek için" buyruğunun ifâde ettiği husustur. Bununla ilgili şu iki izah yapılabilir: a) "Siz, eğer iman ederseniz, Allah ölümünüzü belli bir zamana kadar erteler, aksi halde peşin olarak, kökünüzü kazıyacak bir azab verir." b) İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Bu "O sizi, öleceğiniz zamana kadar dünyada, güzel ve hoş şeylerle faydalandırır" demektir." Eğer, "Allahü teâlâ, "Ecelleri geldiği zaman artık bir saat geri de kalmazlar, öne de geçemezler" (Yunus, 59) buyurmamış mıdır? Öyle ise nasıl burada da, "Sizi muayyen bir zaman kadar mühlet vermek için" buyurmuştur?" denilirse, biz de deriz ki "Bu meseleyi, En'âm süresindeki ayetinin tefsirinde ele almıştık." Beşer Olmaları Sebebiyle Resullere İtiraz Daha sonra Cenâb-ı Hak, peygamberler bütün bunları kâfirlere anlatınca, onları "Siz de bizim gibi, bir beşerden başka bir şey değilsiniz. Siz bizi, atalarımızın tapmış olduğu şeylerden döndürmek istiyorsunuz. Öyleyse bize apaçık bir hüccet getirin" dediklerini nakletmiştir. Bil ki bu ifâde, şu üç çeşit şüpheyi ihtiva etmektedir: Birinci Şüphe: İnsanların şahısları, insanlık mahiyeti açısından birbirine eşittir. Binâenaleyh şahıslar arasındaki farkın, bu dereceye ulaşması imkansız olur. Bu fark da, insanlardan birisinin, Allah katından gönderilmiş, gaybtan haberdâr, melekler . Kâfirler şöyle diyorlardı: "Eğer sen bu ilâhî, kıymetli ve yüce haller hususunda bizden farklı isen, yeme, içme, def-i hacet ve cinsî münasebet gibi şeylere ihtiyaç duyma şeklindeki, âdi ve değersiz hallerde de bizden farklı olmalıydın." Bu şüphe onların, "Siz de bizim gibi, bir beşerden başka bir şey değilsiniz" şeklindeki sözlerinden anlaşılmaktadır. Taklid Ve Gelenekten İleri Gelen Şüphe İkinci Şüphe: Onlar atalarını, alimlerini, ileri gelenlerini, putlara ibadet etme hususunda ittifak etmiş ve mutabakat sağlamış bir durumda bulmuşlardı. Onlar şöyle demişlerdi: "O öncekiler, çokluklarına ve keskin zekâlarına rağmen, bu dinin bâtıl olduğunu anlayamamışlar da, şu bir tek adam mı bu dinin fâsid ve batıl olduğunu anlamış...!?" Halk, çoğu kez, alim bir kimse öncekilerden birisinin sözünün zayıf ve tutarsız olduğunu açıkladığında, "Senin sözünün doğruluğu ancak, o öncekiler şu anda mevcud olsalardı o zaman ortaya çıkardı. Ama ölülerle münazara etmek kolay!" derler. Bu, ancak ahmakların ve beyinsizlerin söyleyeceği birşeydir ki, kâfirler böyle söylemişlerdir. Bu şüphe ayette, "Siz, bizi atalarımızın tapmış olduğu şeylerden döndürmek istiyorsunuz" ifâdesinden anlaşılmaktadır. Üçüncü Şüphe: Onlar şöyle derler: "Mucize, asla doğruluğa delil olmaz!1 Onlar mucizenin doğruluğa delil olduğunu kabul etseler bile, o peygamberferin getirdiği mucizeleri tenkid etmiş, bunun alışılagelmiş şeylerden olduğunu, beşer takati dışında kalan mucizelerden olmadığını iddia etmişlerdir. İşte bu şüpheye de ayetteki. "Öyleyse bize apaçık bir hüccet getirin " ifadesi ile işaret edilmiştir. Bu ayetin, benim gücümün yettiği nisbette tefsiri işte budur. Allah en iyi bilendir. 11Âyetin tefsiri için bak:12 12"Peygamberler: onlara dedi ki: "Biz de sizin gibi, insandan başka bir şey değiliz. Fakat Allah,nimetini kullarından dilediğine ihsan eder. Allah'ın izni olmaksızın, bizim size bir hüccet getirmemize imkan yoktur. Müminler ancak Allah'a güvenip dayanmalıdır. Hem biz niçin Allah'a güvenip dayanmayalım ki; bize dosdoğru yollan O göstermiştir. Bize yaptığınız eziyetlere elbette katlanacağız. Tevekkül edenler, yalnız Allah'a tevekkül etsinler". Bil ki Allahü teâlâ, Kâfirlerin nübüvvet konusunu tenkid için ileri sürdükleri şüpheleri nakledince, peygamberlerin, o şüphelere verdikleri cevapları da nakletmiştir. Birinci Şüphe, kâfirlerin, "Siz de bizim gibi, bir beşerden başka bir şey değilsiniz" şeklindeki sözleridir. Bunun cevabı şudur: Peygamberler, durumun böyle olduğunu kabul etmişler, ama beşer olma bakımından ortada olan eşitliğin, peygamberlik makamının bazı insanlara verilmesine manî olmadığını, çünkü bunun, Allahü teâlâ'nın kullarından dilediğine verdiği bir makam olduğunu, durum böyle olunca da bu şüphenin düşeceğini açıklamışlardır. Nübüvvetin Vehbî Veya Kesbî Olduğu Münakaşası Bil ki bu makamda ince ve kıymetli şöyle bir bahis vardır; Bazı İslam feylesofları şöyle demişlerdir: İnsan gerek ruhu, gerek bedeni bakımından, bazı kıymetli, yüce ve kutsî özellikler taşımadığı müddetçe, o kimsede peygamberlik sıfatının tahakkuk etmesi aklen imkânsızdır. Ehl-i sünnet ve'l cemaattan olan Zahirîler, peygamberliğin, Allah'ın dilediği kullarına hibe ettiği bir bağış olduğunu, bunun tahakkuk etmesinin, peygamber olan şahsın diğer insanlardan daha çok ruhi işrâk (aydınlanma) ve kudsî kuvvet sahibi olmasına dayanmadığını iddia etmişler ve bu ayeti delil getirerek, "Allahü teâlâ, nübüvvetin tahakkukunun sırf kendisinin bir lütfü ve bağışı olduğunu beyân etmiştir" demişlerdir. Bu konudaki söz, çetrefilli, derin ve incedir. Birinci görüştekiler, Zahirîlere şöyle cevap vermişlerdir: "O peygamberler, tevazu gösterdikleri için, kendilerinin ruhî ve bedenî faziletlerinden (üstünlüklerinden) bahsetmemiş, sadece, "Fakat Allah nimetini (nübüvvetini), kullarından dilediğine ihsan eder" demişlerdir. Çünkü Allahü teâlâ'nın, bu nübüvvet nimetlerini, ancak, bu seçimi haklı kılacak faziletlere sahib kimselere nasib ettiği malumdur. Nitekim Hak teâlâ, "Allah. Peygamberliğini nereye vereceğini çok iyi bilendir" (Enam, 124) buyurmuştur. İkinci Şüphe: Onların, "selefimizin dinimiz üzerinde mutabakat sağlamış olması, bunun hak olduğuna delalet eder. Çünkü büyük bir kalabalık tarafından görülmeyen (yanlışlığın), bir tek adam tarafından görülmesi uzak bir ihtimaldir" şeklindeki sözleridir. Bunun cevabı, birinci şüpheye verilen cevabın aynıdır. Çünkü hak ile batılı, doğru ile yalanı birbirinden ayırdetme kabiliyeti, Allah'ın bir lütfü ve fazlıdır. Binâenaleyh Allah'ın kullarından bazısına bunu lütfedip, büyük bir kalabalığı bundan mahrum etmesi uzak bir ihtimal değildir. Kâfirlerin Keyfî Olarak Mucizeler İstemeleri Üçüncü Şüphe ise, onların, "Biz, getirdiğin bu mucizelere razı olmuyor, daha kuvvetli ve kesin mucizeler istiyoruz" şeklindeki sözleridir. Bunun cevabı peygamberlerin, "Allah'ın izni olmaksızın bizim size bir hüccet getirmemize imkan yoktur" şeklindeki sözüdür. Bu cevabı şöyle izah ederiz: "Bizim getirdiğimiz ve tutunduğumuz mucizeler, kesin bir hüccet, ezici bir bürhan ve tam bir delildir. Sizin istediğiniz şeyler ise, fazladan olan bazı işlerdir. Bu hususta hüküm, Allah'a aittir. Binâenaleyh eğer O, bunları yaratır ve verirse, bu O'nun bir lütfudur. Yok eğer yaratmaz ise, adalet de O'na aittir. Çünkü yeterli mucize (delil) ortaya çıktıktan sonra, O'nun aleyhine hükmedilemez " Resullerin Sebat ve Metanetleri Daha sonra Allahü teâlâ o peygamberlerinin bütün bunların peşisıra, "Mü'minler ancak Allah'a güvenip dayanmalıdır" dediklerini haber vermiştir. Görünen odur ki, o peygamberler kâfirlerin şüphelerine karşı bu cevapları verince, kavimleri onları akılsızlıkla itham edip onları korkutmak istemişlerdir. İşte bu anda peygamberler (aleyhisselâm). "Biz sizin korkutmanızdan çekinmeyiz ve tehdidlerinize aldırmayız, Çünkü biz, Allah'a tevekkül etmişiz ve O'nun lütfuna sırtımızı dayamışız" demişlerdir. Belki de Hak Subhânehû ve Teâlâ o peygamberlere, kâfirlerin, kendilerine hiçbir kötülük ve belâ getiremiyeceklerini vahyetmiştir. Böylece bir vahiy olmasa bile, peygamberlerin, kavimlerinin sefihliklerine (akılsızlıklarına) iltifat etmemiş olmaları da uzak bir ihtimal değilidir. Çünkü peygamberlerin ruhları ilahî bilgilerle ve gayb âleminin ışıklarıyla aydınlanmıştır. Ruh, ne zaman böyle sıfatlara (özelliklere) sahib olursa, maddî (dünyevî) hallere pek az aldırır, sıkıntılı veya sevinçli, bolluk veya darlık hallerinde, bu şeylere pek değer vermezler, işte bu sebebten ötürü, Allah'a tevekkül etmiş. Allah'ın lutfuna sarılmış, arzu ve isteklerini Allah'ın dışında kalan herşeyden kesip, sadece Allah'a bağlamışlardır. Ayetteki "Hem biz niçin Allah'a güvenip dayanmayalım ki? Bize dosdoğru yolları O göstermiştir" ifadesi de, geçen ifâdede" kastedilen mananın, söylediğimiz mana olduğuna delâlet eder, yani, "Allahü teâlâ bu ruhî dereceleri, rabbanî, ilâhî bilgileri bize nasîb edince, Allah'a güvenmememiz bize nasıl yakışır? Aksine bize yakışan O'na tevekkül edip, işlerimizin olması içip ancak O'na güvenmemizdir. Çünkü kulluk şerefini elde edip, ihlas ve mükaşefe makamına ulaşan kimsenin, ister mülkü, ister milki, ister ruhu, ister cismi olsun. herhangi bir iş hususunda Hak'dan başkasına güvenip dayanması çirkin bir iş olur" demektir. Bu ayet Allah Teaâlâ'nın, kendisine kulluk etmede ihlaslı olan dostlarını. düşmanlarının hile ve tuzaklarından koruduğuna delâlet etmektedir. Daha sonra o peygamberler "Bize yaptığınız eziyetlere elbette sabredeceğiz" çünkü sabır, ferahlığın anahtarı ve hayırların doğuşunun vesilesidir. Hakk mutlaka gâlib ve kahir, batıl da mutlaka mağlûb ve makhûr olur" demişlerdir. Daha sonra da, tekrar 'Tevekkül edenler, yalnız Allah'a tevekkül etsinler" demişlerdir. Bu tevekkülün tekrar zikredilmesinin hikmeti şudur: Peygamberler, "Hem biz niçin Allah'a (tevekkül etmeyelim), güvenip dayanmayalım ki..." ifadeleri ile, kendileri için Allah'a tevekkülün gerekli olduğunu belirtmişlerdir. Daha sonra, kendileri ile ilgili şeyleri tamamlayınca, kendilerine uyan kimselere de bunu emrederek, "Tevekkül edenler, yalnız Allah'a tevekkül etsinler" demişlerdir ki, bu ifâde iyiyi ve güzeli emreden kimsenin, ancak o şeyi önce kendisi yaparsa tesirli olacağını gösterir. Şeyh (âlim) Ebu Hamid el-Gazali (r.h)'nin sözleri arasında özeti şöyle olan güzel bir bölüm gördüm: İnsan ya nakıs (noksan), ya kâmil olur. Yahut da bu iki durumdan uzak olur. İnsanın nakıs olması, ya zâtı bakımından olur, fakat başkasının halini noksanlaştırmaya çalışmaz, ya zâtı bakımından nakıs olur, bununla birlikte başkasını da nakıs hâle getirmeye uğraşır. Birincisi dâil (sapmış), ikincisi ise hem dâil (sapmış), hem mudil (saptırmış)tır. Kâmil olan insan da, ya kâmil olur fakat başkasını kâmil hale getiremez, ki bunlar evliyâullahdır; yahut hem kâmil olur, hem de nakıs olanları kâmil hale getirebilir ki bunlar da peygamberlerdir. İşte bundan ötürü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ümmetimin âlimleri, İsrailoğullarının peygamberleri gibidir" (51) buyurmuştur. Gerek kemiyet (sayı), gerekse keyfiyet (kalite) bakımından noksanlık ve kemâl dereceleri ile saptırma ve kemâle erdirme dereceleri nihayetsiz olduğuna göre, hiç şüphesiz velayet ve hayat dereceleri de, kemâle ve noksanlığa göre sınırsızdır. O halde veli, başkasını mükemmelleştirmeye gücü olmayan kimse; nebî ise başkasını mükemmelleştiren (kemâle erdirebilen) kâmil insan demektir. Hem sonra ruhânî-nefsânî kuvvet bazan, iki noksan insanı kemale erdirmeye yeterli olur, bazan da bundan daha güçlü olur ve on kişiyi,yüz kişiyi kemâle erdirmeye yeterli olur. Bazan bu kuvvet, çok güçlü ve kahir olur, güneşin dünyaya tesiri gibi tesir eder ve âlemdekilerin çoğunun ruhunu cehalet makamından marifet makamına, dünyayı istemekten ahireti istemeye çevirir, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ruhu gibi ki O, peygamber olarak gönderildiğinde âlem, çoğu "müşebibihe" olan yahudiler, Hulûliye mezhebine mensub olan Hıristiyan ve mecûsilerle dopdoluydu. Bunların yollarının çirkinliği ise açıktır. Yine alem putperestlerle de doluydu. Bunların dinlerinin zayıf olduğunu açıklamaya lüzum yoktur. Binaenaleyh, Hazret-i Muhammed'in davası ortaya çıkınca, O'nun ruhunun kuvveti, bütün ruhlara üstün geldi. Böylece de alemde kilerin çoğu şirkten tevhide, tecsîmden (Allah'ın cisim olduğunu söylemekten) tenzihe (onun böyle olmadığını söylemeye) ve dünyayı istemeye batmaktan da ahirete yönelmeye koyuldular. İşte bu makamdan, insana nübüvvet ve risâlet makamı açılır. Bunu iyice kavradığında biz diyoruz ki: Ayetteki; "Hem biz niçin Allah a güvenip dayanmayalım ki" ifâdesi, onların kendilerinin kemâle erdiğine; işin sonunda söyfedikleri, 'Tevekkül edenler, yalnız Allah a tevekkül etsinler" ifâdesi de, onların kâmil olan ruhlarının, nakıs ruhları kemâle erdirmede tesirli olduğuna bir işarettir. İşte bütün bunlar, Kur'ân'ın lafızlarında saklı yüce sırlardır. Kim Kur'ân ilimleri ile meşgul oduğu halde, bunlardan gafil olursa, Kur'ân'ın ilimlerinin sırlarından mahrum olmuş olur. Ayetle ilgili bir başka izah da şudur: Ayetteki. "Bizim size bir hücce: getirmemize imkan yoktur. Mü 'minler ancak Allah'a gü venip dayanmalıdır' ifâdes ile, "Başka mucize isteyen kimselerin, o mucizelerin gerçekleşmesi için, mucizelere değil Allah'a tevekkül etmeleri gerekir. Binâenaleyh Allah isterse, onları ortaya kor. isterse koymaz" manası kastedilmiştir. Ayetin sonundaki, "Bize yaptığınız eziyetlere elbette katlanacağız. Tevekkül edenler, yalnız Allah'a tevekkül etsinler" ifadesi ile de, kâfirlerin serlerini ve beyinsiz işlerini defetme hususunda Allah'a tevekkül etme emredilmiştir. Mananın böyle olmas halinde, ayette bir tekrar söz konusu olmaz. Çünkü, "yalnız Allah'a tevekkül etsinler" ifâdesi, iki değişik maksaddan ötürü, iki ayrı yerde gelmiştir. Hem birincisinin, tevekkülü başlatma, ikincisinin de onu devam ettirme ve sürdürmeye çabalamak manasına olduğu da söylenmiştir. Allah en iyi bilendir. İnkarcıların Resulleri Tehdidi 13Âyetin tefsiri için bak:17 14Âyetin tefsiri için bak:17 15Âyetin tefsiri için bak:17 16Âyetin tefsiri için bak:17 17"O kâfirler, peygamberlerine dediler ki: "Elbette ya sizi yurdumuzdan çıkaracağız, yahut mutlaka dinimize döneceksiniz." Bunun üzerine Rableri kendilerine: "O zâlimleri muhakkak helak edeceğiz ve onlardan sonra sizi, mutlaka o yurda yerleştireceğiz" diye vahyetti. işte bu, benim huzurumda ayakta duracakları (zamandan) korkan ve benim tehdidimden çekinenlerehastır. Onlar fütuhat istediler. İnâd eden her zorba ise, sükût-u hayale uğradı. Onun önünde de cehennem vardır. Ona irinli sudan içirilecektir. Öyleki, bunu zorla içmeye çalışacak, ama bir türlü (neredeyse) boğazından geçiremeyecek. Her yandan kendisine (sanki) ölüm gelecek, ama ölemeyecek. Önünden de daha ağır bir azâb gelip çatacak". Bil ki Allahü teâlâ peygamberlerinin, düşmanlarının serlerini savuşturma hususunda Allah'a tevekkül edip, O'nun korumasına güvenmekle yetindiklerini haber verince, kâfirlerin de beyinsizlikte çok ileri gittiklerini ve "Elbette ya sizi yurdumuzdan çıkaracağız, yahut mutlaka dinimize döneceksiniz" dediklerini nakletmiştir. Bu, "şu iki ihtimalden, yani ya sizi yurdumuzdan çıkarmamız, yahut da sizin bizim dinimize dönmenizden birisi mutlaka olacak" demektir. Böyle söylemelerinin sebebi şudur: "Hak taraftarları her devirde az olmuşlar, bâtıl taraftarları ise çok olmuşlardır. Bütün zâlimler ve fâsıklar, bâtıl taraftarlarına destek ve yardımcı olmuşlardır. İşte bundan dolayı onlar bu beyinsizliği yapabilmişlerdir. Peygamberlerin Bi'setten Önceki Dinleri İmdi, eğer: "Bu ifâde peygamberlerin de, işin başlangıcında, onların dinindeoldukları zannını uyandırır. Çünkü o "dine dönmelen" manası, ancak bu takdirde mümkün olur " denilirse, biz deriz ki: Buna birkaç şekilde cevap verilir: 1) O peygamberler, o diyarlarda doğup büyümüşlerdir ve o milletlerdendir. İşir başında, kâfirlere karşı muhalif olduklarını göstermemiş, aksine zahiren sanki hıc muhalefetleri yokmuş gibi, onlarla birlikte olmuşlardır, İşte bundan dolayı, kavimleri işin başında onların kendi dinlerinde olduklarını sanmışlar, dolayısıyla da, "Mutlaka bizim dinimize (geri) döneceksiniz" demişlerdir. 2) Bu, kâfirlerin söyledikleri bir sözdür. Binâenaleyh onların söyledikleri her cözun doğru olması gerekmez. Belki de onlar, iş aslında onların sandığı gibi olmadığı halde öyle zannetmişlerdir. 3) Belki de bu hitab, her nekadar zahiren o peygamberlere yönelik ise de, bununla aslında peygamberlere tabî olan kimseler kastedilmiştir. Binâenaleyh peygamberlere tabî olan bu insanların, daha önce o kâfirlerin dini üzere olduklarının söylenmesinde bir mahzur yoktur. 4) Keşşaf sahibi: "Atf (dündü) fiili, Arapça'da, "oldu" manasına çokça kullanılır demiştir. 5) Belki de o peygamberlerden her biri, peygamber olarak gönderilmede-(görevlendirilmeden) önce, herhangi bir şeriat üzerinde idiler. Daha sonra Allahü teâlâ onlara, o şeriatlerinin nesholunduğunu vahyedip, başka (yeni) bir şeriat benimsemelerini emretmiş olabilir. O kavimler ise, küfürlerinde ısrar ederek, mensûh (neshedilmiş) olan o şeriat üzere kalmaya devam etmişlerdir. Böyle olması halinde onların, peygamberlerinden tekrar o eski dinlerine dönmelerini istemiş olmaları uzak bir ihtimal değildir. 6) Bunun şu manaya olması da uzak bir ihtimâl değildir; Bu ayetteki "Yahu: mutlaka dinimize döneceksiniz" ifâdesi, "Yahut siz, peygamberliğinizi iddia etmezden önceki tarzınıza, yani dinimizi ayıplamama, onu tenkid etmeme., ona saldırmama tarzınıza dönersiniz" demektir. Bütün izahlara göre bu soru düşer, Allah en iyi bilendir. Kâfirferin Tutumu Karşısında İlahî Tasarruf Bil ki kâfirler, bu sözü söyleyince, Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur: "Bunur üzerine Rabbin kendilerine. "O zalimleri muhakkak helak edeceğiz ve onlardar sonra sizi. mutlaka o yurda yerleştireceğiz" diye vahyetti," Keşşaf sahibi: "O zâlimleri muhakkak helak edeceğiz" ifâdesi, ya bir kâle (dedi) filinin mahzûf olmasın yahut, "vahy" fiilinin "kavi' (dedi-demek) fiilinin yerini tutmuş olmasını gerektim-Çünkü vahy de, "deme"nin bir çeşidi (türüdür.) Ebu Hayve, bu ifâdeyi "(Allah) o zâlimleri helak edecek ve sizi, o yurda yerleştirecek" şeklinde okumuştur. Bunu evhâ (vahyetti) fiilini nazarı itibara alarak böyle okumuştur. Çünkü o, gâib sîgasındadır "Zeyd, mutlaka çıkaracağına yemin etti" veya "mutlaka çıkaracağım" diye yemin etti" ifadesidir. Ayetteki "arz" (yurt) kelimesi ile, zâlimlerin yurtlan ve diyarları kastedilmiştir. Bunun birer benzeri, "Hakarete uğramış olan o kavmi, feyzli ve bereketli kıldığımız yerin (arzın) doğularına ve batılarına mirasçı kıldık" (A'raf, 137) ve "Sizi, onların arzına ve diyarına mirasa kıldık" (Ahzâb, 27) ayetleridir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kim komşusuna eziyet ederse, Allah komşusunu onun evine mirasçı kılar (yani evi ona kalır).(52) Bil ki bu ayet, düşmanını başından savuşturmak için, kim Allah'a tavekkül ederse, düşmanının şerrine karşı Allah'ın ona yeteceğine (yardım edeceğine) delâlet eder. Allah'ın Divanına Çıkmaktan Korkma Hak teâlâ daha sonra, "işte bu, benim huzurumda ayakta duracakları (zamandan) korkan ve benim va'îdimden çekinenlere hastır" buyurur, "işte bu" ifâdesi, "Allah'ın zâlimlerin helakine ve bu işin peşisıra onların diyarlarına mü'minleri yerleştirmeye hükmetmesi"ne işarettir. Bu iş, "huzurumda ayakta duracakları (zamandan) korkan için haktır." Bunun birkaç izahı vardır: 1) Bu, "Benim, huzurumda durmaktan korkan" demektir. Kastedilen, hesab için duruştur. Çünkü bu duruş, Allah'ın huzurunda duruştur. Kıyamet günü kulları, orada dururlar. Bu ayetin bir benzeri de, "Ama kim Rabbinin huzurunda durmaktan korkarsa " (Nâziât, 40) ve "Rabbinin huzurunda durmaktan korkan için iki cennet vardir" (Rahman. 46) ayetleridir. 2) el-Makâm kelimesi, tıpkı, el-kıyâmetu kelimesi gibi, masdardır. Nitekim denilir. Ferrâ şöyle demiştir. "Bunun manası, "Bu, ben kendileri üzerinde kayyûm olmamdan ve onları murakabe etmemden ve benim onları gözetlememden korkanlar içindir" şeklindedir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Her nefsin (hayır ve şer) bütün kazandığına nazır olan Zât-ı Ecell-i A'lâ böyle olmayan gibi midir? " (Ra'd, 33) ayetinde olduğu gibidir. 3) Bu ayetin manası, "Benim, adalet ve doğruluk üzerinde durmamdan, ısrar etmemden korkanlar içindir" şeklindedir. Çünkü Allah Tâlâ, ancak hak ve adaletle hüküm verir. Allah Tealâ adalet üzerinde durur, onda ısrar eder, ondan sapmaz, ve ondan kesinlikle ayrılmaz. 4) Bu, "Benim yanımda bana sığınan kimsenin durması gibi durup da korkan kimseler içindir" manasındadır. Buna göre, mekamî kelimesi, mef'ulüne muzâf bir masdar kabilinden olmuş olur. 5) Bu, "Benden korkanlar içindir" demektir, Burada "makam" kelimesinin zikredilmesi tıpkı, "Allah'ın selâmt falanca yüce meclis üzerine olsun!" denilip de. "Allah'ın selâmı falanca üzerine olsun!" manasının kastedilmesidir. İşte, burada da böyledir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Benim va'îdimden çekindi" buyurmuştur. Vahidi, "vaid" kelimesinin "tehdit etmek" anlamındaki (......) fiilinden türemiş bir isim olduğunu söylerken, İbn Abbas bu ifadeye "kendisiyle tehdit ettiğim azaptan korktu" manasını vermiştir. Bil ki Allahü teâlâ önce, "İşte bu benim huzurumda ayakta duracakları (zamandan) korkan..." buyurmuş, daha sonra da buna, "Ve benim vaidimden çekinenlere hastır" ayetini atfetmiştir ki, böyle oluş "Allah'dan korkmanın", Allah'ın vaîdinden olmasını gerektirir. Bunun bir benzeri de, Allahü teâlâ'yı sevmenin, O'nun mükâfaatını sevmekten başka bir şey olmasıdır. İşte bu, hikmet ve tasdik sırları içinde yer alan yüce ve kıymetli bir makamdır. Resullerin Zafer İstemeleri Daha sonra Cenâb-ı Hak "Onlar fütuhat istediler" buyurmuştur Bu ifâdeyle alâkalı iki mesele vardır: Birinci Mesele Burada geçen "istiftâh" kelimesine şu iki mana verilebilir: a) İlahi yardım sayesinde fethi ve muzafferiyeti istemek. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın isteftehû ifâdesinin manası, "Onlar, düşmanlarına karşı Allah'ın yardımını istediler" şeklinde olur. O halde bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Eğer siz feth istiyor idiyseniz, işte o feth size gelmiştir" (Enfal, 19) ayeti gibidir. b) Fethin manası, takdir edip, hükmetmek demektir. Buna göre, Cenâb-ı Hakkr isteftehû buyruğunun manası, "Onlar, Allah'ın takdir etmesini ve aralarında hükmetmesini istediler" şeklinde olur, Buna göre bu ifâde, hükmetmek manasına gelen, el-fitâhatu" kelimesinden alınmış olur. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Ey Rabbimiz, bizimle kavmimizin arasında sen hak olanı hükmet" (A'raf.89) ayeti gibi olmuş olur. Bunu iyice kavradığında biz diyoruz ki: Her iki görüşü de müfessirler zikretmişlerdir. Birinci görüşe göre fütuhat isteğinde bulunanlar o peygamberlerdir. Bu böyledir, zira onlar, Allah'ın yardımını istediler ve kavimlerinin iman etmelerinden ümit kestikleri için, onlara azabla beddua ettiler. Nitekim Hazret-i Nûh, "Nuh (şöyle) demişti: "Ey Rabbim. yer(yüzün)de kâfirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma!" (Nûh 26); Hazret-i Musa, "Sen onların mallarını yok et Rabbimiz, kalblerini şiddetle sık ki onlar o çetin azabı görecekleri zamana kadar iman etmeyeceklerdir" (Yunus. 88) ve Hûd (aleyhisselâm) da. De ki: "Yâ Rab o fesadçılar güruhuna karşı bana nusret et" (Ankebut, 30) demiştir. Takdir edip hükmetmeyi istemek demek olan ikinci görüşe göre evlâ olan, fütuhat isteğinde bulunanların, o peygamberlerin ümmetleri olmasıdır. Bu böyledir, zira onlar, "Allahım, eğer o peygamberler sadık iseler, bize azâb et!" diyorlardı. Kureyş kâfirlerinin, "Ey Allah, eğer bu. senin katından hakkın kendisi ise, durma, bizim üstümüze gökten taş yağdır" (Enfâl,32) şeklindeki sözleri de bu manadadır. Bu, tıpkı başkalarının da "Eğer doğru söyleyenlerden isen, Allah'ın azabını getir bize" (Ankebut, 29) demeleri gibidir. İkinci Mesele Keşşaf sahibi şöyle der: "Ve'steftehû buyruğu, O'nun fe evhâ ifadesine atıftır. Bu kelime, emir sigası ile ve'steftihû diye de okunup, nühlikenne ifâdesine de atfedilmiştir. Buna göre ayetin manası, "Rableri onlara vahyetti ve onlara, "Biz muhakkak ki zalimleri helak edeceğiz" dedi ve yine onlara, "Haydi fütuhat taleb ediniz" dedi" şeklinde olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, 'İnâd eden her zorba ise, sükût-i hayâle uğradı" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili iki mesele vardır: Şayet biz, fütuhat talebinde bulunanların peygamberler olduğunu söylersek, mana, "O peygamberler fütuhat talebinde bulundular da, onlara yardım edildi. Maksatlarınanail oldular. Ama, inâd eden her zorba ise, sukût-i hayâle uğradı" şeklinde olur. Bu kimseler ise onların kavimleridir. Yok. eğer biz, fütuhat talebinde bulunanların o kâfir kavimler olduğunu söylersek, o zaman da ayetin manası, "O kâfirler, kendilerinin hak üzere olduklarını; peygamberlerinin de bâtıl üzere bulunduğunu zannederek, peygamberlerinin aleyhine zafer talebinde bulundular, ama onlardan her cebbar sükût-i hayâle uğramış ve fütuhat talebinde bulunmakla da peygamberlerinin aleyhine bir başarı elde edememiştir" şeklinde olur. İkinci Mesele Burada geçen, "cebbar" kelimesinin anlamı, Allah'a itaat ve O'na kullukta bulunma hususunda tekebbür edip baş kaldıran demektir. Cenâb-ı Hakk'ın "Bir serkeş ve asî değildi" (Meryem, 14) buyruğundaki Cebbar kelimesi de bu anlamdadır. Ebu Ubeyde de, (Halef) el-Ahmer'den naklen şöyle demiştir: "Arapça'da bu kelime, "ceberiyyet cebrût, cubrût ve cebûre şeklinde geçmektedir." Zeccâc bu kelimeleri cim'in ve banın kesresiyle el-cibiriyye, el-cibr, necbâr, cibriyâ şeklinde kullanıldıklarını nakletmiştir. Vahidi: "O halde bunlar cebbar masdarının sekiz değişik şekilde kullanılmasıdır" demiştir. Hadiste varid Şumeyl unûd, başka olmak; uzaklaşmak ve terketmek anlamındadır olduğuna göre bir kadın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında bulunuyordu. Derken Hazret-i Peygamber ona birsev emretti de, o kadın bunu kabul etmedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber "Onu bırakın, zira o, cebbardır" yani tekebbür edendir" buyurdu. Ayetteki anîd kelimesine gelince, dil alimleri bu kelimenin neden iştikak ettiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Nadr İbn derken, başkaları da, bunun aslının, kenar, köşe, taraf anlamına gelen ind kelimesi olduğunu söylemişlerdir. Nitekim Arapçada (......) denilir. Yani, "Falanca tam kıyıda köşede geziyor" denilir. O halde "ânede" ve "anede" kelimelerinin manası, "yüzçevirerek bir köşeyi kaptı, köşede yürüdü" şeklindedir. Yine bir kimse bir kimseden uzaklaşıp kenar bucak gezdiğinde, denilir. Sen bunu iyice kavradığında, biz deriz ki: Onun cebbar ve mütekebbir olması, ruhî haline ve huyuna; anîd olması da, o huylardan sâdır olan fiillere ve neticeye işaret olmuş olur ki, bu da onun, hakdan uzaklaşması ve ondan sapmasıdır. O halde, huyu, tekebbür ve tecebbür etmek; zorbalık fiili de, haktan ve doğrudan sapmak demek olan "ânîd" kimsenin, her türlü hayırdan mahrum olup sükut-i hayâle uğrayacağında ve bütün mutluluk nevilerini de kaybedeceğinde şüphe yoktur. Bil ki Allahü teâlâ, o kimsenin, sukût-i hayale uğrayacağına hükmedip, onu cebbar ve anîd olmakla vasfedince, onun azabının nasıl olacağını da şunlarla tavsif etmiştir: 1) Ayetteki '"Onun önünde de cehennem vardır" buyruğu hakkında şöyle bir müşkillik bulunmaktadır: "Bununla, "Onun önünde cehennem vardır" manası kasdedilmiştir. O halde, daha nasıl "verâ" (arka) lafzı, ön ve önünde manasında kullanılabilmiştir?" Alimler, buna birkaç şekilde cevap vermişlerdir: a) Verâ kelimesi sana görünmeyen, senden gâib olan herşey hakkında kullanılan bir isimdir. "Ön" ve "arka" da, sana görünmez. O halde, "verâ" lafzı, bunlardan her biri hakkında Kullanılabilir. Nitekim şair, "Umulur ki, içinde gecelediğin bu sıkıntının arkasında, yakın bir genişlik ve rahatlık bulunur" demiştir. Yine, ölümün herkesin arkasında olduğu da söylenilmektedir. Ebu Ubeyde ve İbnu's-Sikkît ele şöyle demişlerdir: "Verâ" kelimesi ezdâd olan kelimelerdendir. Hem arka, tıem de ön anlamına gelir. Bunun sebebi ise, arka olan her şeyin, öne dönüşmesinin, ya da aksinin olmasının mümkün olmasıdır. İşte bundan dolayı şüphesiz ki verâ kelimesinin, "ön" manasında kullanılması caiz olmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, "arkalarında her (sağlam) gemiyi zorla almakta olan bir hükümdar vardı" (Kehf. 79) buyruğu da bu manadadır. Yani, "önlerinde" demektir. Yine "Ölüm insanların peşinde gezer" denilir. (Bununla, her insanın önünde ölüm vardır) manası kastedilir. c) İbnu'l-Enbarî, verâ kelimesinin "sonra"'manasına geldiğini söylemektedir. Nitekim şair de demiştir. Yani "kişi için Allah'dan sonra, gideceği bir yer yoktur" demektir. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki: Allahü teâlâ, "înâd eden her zorba ise, sükut-i hayâle uğradı" buyurarak onun sükut-i hayâle uğrayacağına hükmetmiş, bunun ardından da buyurmuştur ki, bu "O sukût-i hayâlden sonra da cehenneme girer" demektir. Cehennemde İrin İçirilmesinin Hikmeti 2) Cenâb-ı Hakk'ın, "Ona irinli sudan içirilecektir. Öyle ki o, bunu zorla içmeye çalışacak, ama (neredeyse) bir türlü boğazından geçiremeyecek" ayetinin ifâde ettiği husustur. Bu ifâdeyle İlgili birkaç soru bulunmaktadır: Birinci Soru: Ve yüskâ kelimesi neye atfedilmiştir? Cevap: Bu kelime, takdiri şöyle olan mahzûf bir kelimeye atfedilmiştir: Onun peşinden de cehennem gelir. İçine atılır ve orada irinli sudan içiritir." İkinci Soru: Cehennemliklerin azabı pek çok yöndendir. Öyleyse niçin ayet-i kerimede cehennemliklerin sadece bu hallerinden bahsedilmiştir. Cevap: Bu hal, cehennemliklerin azâb çeşitlerinin en şiddetli olmasına benzer Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, "Her yandan kendisine (sanki) ölüm gelecek, ama ölemeyecek" buyruğunun yamsıra. özellikle bu ifadeye yer verilmiştir. Üçüncü Soru: Ayetteki (......) sözünün cümledeki yeri nedir? Cevap: Bu, atf-ı beyân olup, kelamın takdiri, "Cenâb-ı Hakk, "sudan içirilirler' deyince, sanki, "o su nasıldır?" denilmiş de, bunun üzerine O da, "irinlidir" demiştir, şeklindedir. "Sadîd" cehennemliklerin derilerinden akan şeydir. Ayetin takdirinin "işte, irin gibi olan bir sudan içirilir" şeklinde olduğu da iler sürülmüştür. Bu, kokma, katı pislik vb. olma hususlarında, Cenâb-ı Hakk'ın cehennemde, irine benzeyen bir şeyi yaratmasıyla olur ki, bu aynı zamanda bizzat irinin kendisi olmuş olur. Çünkü onun, tiksindirici özelliği, kendisini almaya ve içmeye mani olur. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Hiç bunlar, o ateşte ebedî kalan ve bağırsaklarını parça parça eden kaynar sudan içirilen kimseler gibi midir?' (Muhammed. 15) ayetiyle "Eğer onlar feryâd edip yardım isterlerse, kalın bir sıvıya benzeyen yüzleri kavuran bir su ile imdâd olunacaklardır. O, ne fena içecektir" (Kehf. 29) ayeti gibidir. Dördüncü Soru: Ayetteki "Öyle ki o, bunu zorla İçmeye çalışacak, ama neredeyse bir türlü boğazından gevremeyecek" buyruğu ne demektir? Cevap: "Tecerru" içilecek şeyi, devamlı bir biçimde yudum yudum, azar azar içmek demektir. Nitekim Arapçada "İçecek boğazda kolayca akıp gitti, boğazdan geçirmek" denilir. Bil ki kâde fiiliyle alakalı olarak iki görüş ileri sürülmüştür: Birinci Görüş: Bu fiilin menfisinde, olumsuzunda olumlu; olumlusunda da, olumsuz mana bulunmaktadır. Buna göre (......) buyruğunun manası, "O, onu boğazından, gecikerek akıtabiliyordu, ancak..." şeklinde olur. Çünkü Araplar, "Neredeyse kalkmayacaktım" derler; bu, "bir müddet sonra kalktım" demektir. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın da (Bakara, 71) buyruğu da böyledir Yani, "Onu ancak, gecikmeyle, istemeye istemeye yaptılar" demektir. Onun, boğazından aktığının delili de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bununla karınlarının içinde ne varsa, hepsi ve derileri eritilecektir" (Hacc, 20) ayetidir. Eritilme işi ancak, onun boğazdan akıtılmasından sonra olabilecektir. Üstelik Cenâb-ı Hakk'ın, "onu yudumlar" buyurması da, onların o şeyi, azar azar boğazlarından akıtacaklarına delâlet eder. O halde nasıl olur da bu iş hakkında isağe tabiri kullanılabilir? İkinci Görüş: Kâde fiili, mukârebe ifâde etmektedir. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın la yekâdü sözü, yaklaşma olmadığını bildirmek için zikredilmiştir. Buna göre mana, "O onu, boğazından akıtmaya yaklaşmadı bile.. Artık nasıl olur da onu boğazından akıtabilir ki?" şeklinde olur. Bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı "elini çıkardığında, nerdeyse kendi elini bile göremez" (Nur, 40) ayeti gibidir. Yani, "O onun, görmeye dahi yaklaşamamışken, o onu daha nasıl görebilir?" demektir. Buna göre şayet, "siz boğazdan akıtma işinin olacağına delil getirdiniz; binâenaleyh bu görüşle o izahı nasıl birleştirebilirsiniz?" denilirse, biz deriz ki: Buna iki şekilde cevap verilmiştir: 1) Bunun manası, "O, onun tamamını boğazından akıtamaz. O, onun bir kısmını yudumlar, ama hepsini içemez" şeklindedir: 2) Sizin zikrettiğiniz delil, o içeceğin sadece bir kısmının kâfirin karnına girdiğine delâlet etmektedir. Ama ne var ki, bu "boğazdan kolayca akıtmak" değildir. Çünkü Arapça'da isâğa" kelimesi'içilecek şeyi, gönül hoşluğu ve içilen şeyin hoş olduğu kabul edilerek boğazdan akıtmak" anlamına gelmektedir. Halbuki kâfir, o şeyi, istemeye istemeye yudumlar. Onu güzel ve hoş bulmaz; onu bir nefeste içmez. Bu iki izaha göre de, ta yekâdü deyimini, yaklaşmayı nefyetmek manasına hamletmek yerindedir. Allah en iyisini bilendir. Cenâb-ı Hakk'ın "Her yandan kendisine (sanki) ölüm gelecek, ama ölemeyecek" ayetinin ifâde ettiği husustur. Bu, "Ölümü gerektiren haller, o kimseyi her yönden kuşatmıştır. Ama buna rağmen o, ölmez" anlamındadır. Buna, öfümü gerektiren haller, onun bedeninin cüzlerinin her birini kuşatmıştır" anlamı da verilmiştir. 4) Cenâb-ı Hakk'ın, "Önünden de daha ağır bir azâb gelip çatacak" buyruğunun beyan ettiği bir husustur. Bu ifâdeyle ilgili şu iki açıklama yapılmıştır: a) Bu ifâdeyle, o azabın kesintiye uğramıyacağı ve devamlı olduğu kastedilmiştir. b) "O kimse, önüne çıkan her anda, bir öncekinden daha şiddetli olan bir azabla karşılaşır" manasındadır. Mufaddal: "Bu, nefesleri kesmek ve onları bedenlere tıkayıp hapsetmek anlamındadır" demiştir. Allah en iyisini bilendir. 18Âyetin tefsiri için bak:20 19Âyetin tefsiri için bak:20 20"Rablerini inkâr edenlerin misâli şudur: Yaptıkları işler, fırtınalı bir günde rüzgarın şiddetle savurduğu bir küle benzer. Kazandıklarından hiçbir şeyi eldeedemezler. İşte bu, hakdan uzaklaşmış olan sapıklığın ta kendisidir. Görmedin mi ki, Allah gökleri ve yeri gerçek bir maksadla yaratmıştır. Eğer dilerse bir sizi giderir, yepyeni bir halk getirir. Bu Allah'a güç değildir". Bil ki Allahü teâlâ, önceki ayette, o kâfirlerin çeşitli azâblarından bahsedince, bu ayette de, onların amellerini tamamının zayi olacağından ve boşa çıkacağından; onların hiçbirinden faydalanamayacaklarından söz etmiştir. İşte bu esnada, onların tam hüsrana uğradıkları ortaya çıkar. Çünkü onlar Kıyamette, şiddetli bir azâbtan başka bir şey göremezler ve dünyada iken yaptıkları her şeyin de zayi ve batıl olduğunu görüp müşahede ederler ki, işte en korkunç hüsran ve hayal kırıklığı da budur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifadesinin merfû oluşu hakkında şu izahlar yapılmıştır: 1) Sibeveyh şöyle demiştir: "Ayetin takdiri, "ve size okunanlar arasında, o kâfirlerin misâli de vardır" veyahut, ayetin takdiri, "kâfir olanların misali, size okunan şeyler arasındadır" şeklinde olur. Ayetteki keremâdin kelimesi de, mukadder bir suâlden dolayı, "müste'nef" bir cümledir. Buna göre o soruyu soran sanki, "Onların misâlleri nasıldır?" demiş de, "onların amelleri.... kül gibidir" denilmiştir. 2) Ferrâ şöyle der: "Ayetin takdiri, "Rablerini inkâr edenlerin amellerinin durumu. tıpkı bir kül gibidir" şeklindedir. Buna göre, "muzafun ileyh" durumunda olan kelimenin daha sonra zikredileceğine itimâd edilerek, burada muzâf hazfedilmiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Ki O, yarattığı her şeyi güzel yapandır" (Secde. 7) ayeti gibidir. Yani, "Her şeyin yaratılışını, güzel yapandır" demektir. Yine "Yalan söyleyenlerin Kıyamet günü yüzleri, göreceksin ki kapkaradır"(Zümer. 60) ayeti de böyledir. Bu, "Sen, Allah'a karşı yalan söyleyenlerin yüzlerinin simsiyah olduğunu görürsün" demektir.. 3) Ayetin takdiri, "Kâfir olanların durumu, amellerinin kül gibi olmasıdır" şeklindedir. Bu, senin, "Zeyd'in sıfatı, namusunun korunmuş, malının da bezledilmiş olmasıdır" demen gibidir. 4) "Amelleri" ifadesi "kâfir olanların misali... ifadesinden bedeldir. Buna göre kelamın takdiri, "Onların amellerinin misâli, tıpkı bir kül gibidir" şeklinde olur ki, buna göre, "Amellerinin misâli" ifadesi mübtedâ; "kül gibidir" ifâdesi de haber olmuş olur. 5) Ayetteki mesel kelimesinin zâid olduğu kabul edilerek, kelamın takdirinin, "Kâfir olanların amelleri, kül gibidir" şeklinde olmasıdır. Bil ki, bu mesel ile bu ameller arasındaki "vech-i şebeh" (benzeşme yönü) şudur: Şiddetli bir rüzgarın, külü her tarafa uçurup, o külden herhangi bir eser ve iz kalmayacak bir biçimde, onu darmadağın etmesidir. Burada da böyledir, zira onların küfürleri, amellerini boşa çıkarmış, o amellerden onların yanında herhangi bir iz, herhangi bir eser kalmayacak bir biçimde, onların amellerini yakıp kül etmiştir. Daha sonra alimler, o amellerle neyin kasdedildiği hususunda da şu şekilde ihtilaf etmişlerdir: 1) Bununla, onların sadaka, sıla-i rahim, ana-babaya saygı, ve açları doyurmak kabilinden yapmış oldukları iyi işler kastedilmiştir. Bu böyledir, zira o ameller, onların küfürleri sebebiyle yok olup, boşa çıkmıştır. Şayet onlar, küfretmemiş olsalardı, mutlaka o amellerinden faydalanacaklardı. 2) O amelleri ile, onların, putlara tapmaları ve iman sandıkları, kurtuluşa götüren yol bildikleri o küfürlerini üzerlerine almatarı kastedilmiştir. O halde onların hüsrana uğramalarını şu şekilde izah edebiliriz: Onlar, kendilerinden istifâde etsinler diye, uzun zaman bedenlerini o amellerle yorup yıpratmışlardır, ama o ameller onlara ancak bir yük olmuştur. 3) O amellerle, her iki kısım da kastedilmiştir. Çünkü onlar, haddizatında hayır zannettikleri o amellerin boşa çıktığını; hayır sandıkları ve uğruna ömürlerini tükettikleri o amellerin batıl olduğunu görünce ve o ameller de, uğradıkları azabın gerekçelerinin en büyüklerinden olunca, haliyle onların hasret ve nedametleri de fazlalaşmıştır. İşte bundan dolayı da Cenâb-ı Hak, "işte bu, hakdan uzaklaşmış olan sapıklığın tâ kendisidir" buyurmuştur. (......) şeklinde, yani cemi şekliyle de okunmuştur. Bu ifâdede, esme işi, güne nisbet edilmiştir. Bu, o günün ihtiva ettiği şey, yani rüzgar veya rüzgarlar sebebiyledir. Bu senin tıpkı, (sarhoş eden gece) demen gibidir. Halbuki, sarhoş etme özelliği geceye değil, gecede esen rüzgara aittir. Ferrâ da şöyle demiştir: "Sen istersen, "esintili bir günde" dersin; istersen de, "rüzgarı esen bir günde" dersin!. Böylece buna göre, daha önce bahsedildiği için rîh kelimesi hazfedilmiş olur." Bu ifâde, izafetle şeklinde de okunmuştur. Cenâb-ı Hak, "Kazandıklarından hiçbir şeyi elde edemezler" buyurmuştur. Bu, "Onlar, kazandığı şeylerden ne dünyada ne de ahirette istifâde edebilecekleri herhangi bir şeyi elde edemezler" demektir. Bu böyledir, zira, o kazandıkları şey tamamiyle zayi olmuş ve fesada uğramıştır. Bu ayet, kulun kendi fiillerini kesbedeceğine delâlet etmektedir. Bil ki Allahü teâlâ, bu teşbihi tamamlayınca, "Görmedin mi ki, Allah gökleri ve yeri gerçek bir maksad ile yaratmıştır" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Bu deyimin, daha önceki tabirlerle münasebeti şudur: Allahü teâlâ, onların amellerinin batıl olduğunu, boşa çıktığını beyân buyurunca, bu battl olma ve boşa çıkma işinin ancak onlardan kaynaklanan bir sebepten dolayı olduğunu beyan etmiştir ki, bu sebep de onların, Allah'ı tanımamaları ve kulluktan yüz çevirmeleridir. Çünkü Allahü teâlâ, ihlaslı olan kimselerin amellerini, sebepsiz yere iptal etmez. O halde, böyle bir şey yapması, O'nun hikmetine nasıl uygun düşebilir? Allah, bütün bu âlemi, ancak hikmet ve doğru olan anlaşılsın diye yaratmıştır. Hamza ve Kisaî fiili ism-i fail kalıbında ve (......)'nin haberi olmak üzere, "gökler ve yer" ifâdesini de muzâfun ileyh olmak üzere (......) şeklinde okumuşlardır. Bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Gökleri, yeri yoktan var eden "(Enam. 14), "sabahı yarıp çıkarandır" (En'âm, 96) ve "Geceyi bir sükun kılan" (En'am, 96) (bir kıraate göre) ifadeleri gibidir. Diğer kıraat imamları ise, fiili, mazi sığasında; "gökler ve yer" kelimesini de mef'ûl oldukları için mansub olarak (......) şeklinde okumuşlardır Üçüncü Mesele Bu ayetteki bi'l-hakk tabiri Cenâb-ı Hakk'ın, Yunus süresindeki (Yunus, 5); Âl-i İmrân süresindeki (Âl-i imrân 191) ve Sâd süresindeki (Sâd. 27) ayetleri gibidir. Ehl-i sünnete gelince, onlar, derler. Bu hak da o gökler ile yerin, o yaratıcının varlığına, ilim ve kudretine delâlet etmesidir. Mutezile de, (......) der; yani, "Cenâb-ı Hak, bunu boşuna değil, tam aksine sahih, doğru bir maksat için yaratmıştır" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer dilerse sizi giderir, yepyeni bir halk getirir" buyurmuştur. Bu, "Gökleri ve yeri hak ile yaratmaya kadir olan, bir kavmi yok edip, bir başkasını var ederek diriltmeye haydi haydi kadirdir" demektir. Çünkü, en büyüğüne ve en zoruna muktedir olan, en kolay ve en küçüğüne, haydi haydi muktedir olur. İbn Abbas, bu hitabın, Mekke kâfirlerine yapıldığını ve Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey kâfirler topluluğu, ben sizi öldürür, sizden daha hayırlı ve daha itaatkar olan bir topluluk yaratırım manasına kastettiğini söylemiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bu, Allah'a güç, gani imkânsız değildir" buyurmuştur. Çünkü biz, "Bütün âlemi yok edip, onu yeniden yaratmaya muktedir olanın, belli birtakım şahısları yok edip onlar gibilerini yeniden yaratmaya haydi haydi muktedir olacağını" söylemiştik. Allah en iyi bilendir. Sapanlarla Saptıranların Ahirette Münakaşaları 21"Hepsi toplanıp. Allah'ın huzuruna çıkarlar da zayıflar, o büyüklük taslayanlara: "Biz sizin tebeanızdık. Şimdi siz, Allah'ın azâbından herhangi birşeyi bizden uzaklaştırıp defedebiliyor musunuz?" derler. Onlar da: "Eğer, Allah bize hidâyet verseydi biz de size, elbette doğru bir yol gösterirdik. Şimdi bizler, sızlansak da katlansak da birdir. Bizim için sığınacak hiçbir yer yoktur" derler" Bil ki Allahü teâlâ o kâfirlerin çeşitli azâblarından bahsedip bunun peşinden de onların amellerinin boşa çıktığını ve zayi olduğunu belirtince, bu ayette de, kendilerine tâbi olanların yanında onların nasıl utandıklarını, rezil ve kepâze olduklarını beyân etmiştir. Bu, rezil kepaze olma ve utanç sebebiyle tahakkuk edecek olan rûhanî-manevi bir azâba işaret etmektedir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele (......) kelimesinin manası "gizlilikten sonra ortaya çıktı" şeklindedir. Ortaya çıkıp göründüğü, saklanamadığı için, büyük ve geniş yerlere (berâz) denilmesi de bu manadadır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen yeri (çırçıplak) bir çöl göreceksin" (Kehf. 47) buyruğunda da "apaçık olarak, onu hiçbir şey örtmediği halde" manası verilmiştir. İnsanların içine katılıp onlara görünen kadına da (......) denilir. Yine, bir kimse emsallerinin üstüne çıkıp onları geçtiğinde denilir ki bu kelime aslında, biri diğerini geçtiğinde, atlar hakkında kullanılır da, "Bereze'l-haylu aleyhâ" denilir. Sanki o, örtüsünden birden bire çıkıvermiş, böylece de görünüvermiş... Bunu iyice kavradığında, biz diyoruz ki: Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis bulunmaktadır: Birinci Bahis: Cenâb-ı Hakk'ın, tabiri, her ne kadar mâna bakımından gelecekle ilgili olsa dahi, mazî sigasıyla getirilmiştir. Zira, Allahü teâlâ'nın haber verdiği her şey doğru olup, gerçektir. Böylece o şeyler sanki, olup bitmiş ve varlık âlemine girmişler, varolmuşlar demektir. Bunun bir benzeri de "cehennemlikler cennetliklere nida ettiler" (Araf, 50) ayetidir. Allah'a Hiçbir Şey Gizli Kalmaz İkinci Bahis: Biz bürûz kelimesinin Arapça'da, saklanmanın peşinden ortaya çıkmak manasına geldiğim söylemiştik. Halbuki, Allah'a gizli kalan bir şey olmadığından, bu ifâdeyi tevil etmek gerekir. Bu tevîl de birkaç yönden yapılabilir: a) Onlar, kötü şeyleri irtikâb ederken, gözlerden saklanırlar, gizlenirler ve bunun. Allah'a da saklı kalacağını zannederlerdi. Kıyamet günü geldiğinde Allahü teâlâ'nın. ilmi ile kendi yanlarında bulunduğunu iyice tesbit eder ve O'na hiçbir şeyin saklı kalmadığını anlarlar. b) Onlar kabirlerinden çıkarlar, böylece de Allah'ın hesabı ve O'nun hükmetmesi için görünürler, ortaya çıkarlar. c)Bu, feylesofların yapmış olduğu tevîl olup, buna göre, mana, "Rûh bedenden ayrıldığında, sanki perde ve örtü aradan kalkar ve rûh, zatı itibariyle dışındaki her şeyden soyutlanarak mücerred bir biçimde kalıverir. İşte, Allah'a görünmek budur" şeklinde olur. Üçüncü Bahis: Ebu Bekir el-Esamm şöyle demiştir: "Bu tabir ile, bir önceki ayetteki, "Önünden de daha ağır bir azab gelip çatacak" ifadesinin manası kastedilmiştir. Bil ki Hak teâlâ'nın, '-Hepsi toplanıp Allah'ın huzuruna çıkarlar" ifâdesinin manası, "O günde (bütün) sırlar yoklanıp meydana çıkarılacaktır. Artık o (insan) için ne bir kudret ne de bir yardımcı yoktur" (Tarık 9-10) ayetinin manasına yakındır. Bu böyledir. Çünkü o günde içtekiler dışa çıkacak, gizli haller ortaya dökülecektir. Binâenaleyh o insanlar eğer cennetlik olanlardan ise, hakîm olan hâkime, kutsî sıfatları, yüce halleri, nurlu yüzleri ve münevver, saf, temiz ruhları ile gözükecekler. Böylece onlara Allah'ın celâlinin nuru tecelli edecek ve o ruhlarda kutsî âlemin aydınlıkları artıp çoğalacaktır. Bu haller ne yüce hallerdir! Yok eğer onlar cehennemlik olanlardan iseler, azamet durağı ve kibriya menzili için, zelil olarak, hor ve hakîr bir durumda, huzû ve huşu içinde, utancın verdiği rezillik ile rezil rüsvay olarak, çığlıklar atılan, hor ve hakir kılınan bir yerde durdukları halde gözükecekler. Bu halden Allah'a sığınırız. Daha sonra Allahü teâlâ, o zayıf kimselerin, idare eden reislerine, "Allah'ın azabını bizden uzaklaştırabilir misiniz?" dediklerini nakletmiştir. Bu, "Biz, sırf bugün bize faydanız olur diye size tabi olmuştuk" demektir. Sonra o reisler, başkanlar, liderler, kendi rezilliklerini, acizliklerini ve zelilliklerini itiraf ederek "Şimdi bizler sıziansak da, katlansak da birdir. Bizim için, (Allah'ın azabından) sığınacak hiçbir yer yoktur" dediler. Gerek liderlerin, gerek onlara tabî olanların acziyetlerini, perişanlıklarını ve cezayı hakettiklerini itiraf etmelerinin, büyük bir pişmanlığı ve tam bir zilleti ifâde ettiği malumdur. Binâenaleyh ayetteki bu ifadenin getirilmesinin maksadı, önceki ifâdelerde bahsedilen çeşitli azab ve cezaların yanısıra, bu rezil ve perişan olma, utanç ve zillet azabının da onları saracağını bildirmektedir. Allah en iyi bilendir. Ayetteki "Duâfâ" (zayıflar) kelimesi, bazı mushaflarda hemzeden önce bir vav getirerek (......) şeklinde yazılmıştır. Bunun sebebi, bu kelimeyi, hemzeden önceki elifi kalın okuyup, onu vâva imâle edenlere göre yazılmasıdır. Bunun bir benzeri de (Şuârâ. 197) ayetidir. Duâfâ (zayıflar), tabî olanlar, avam ve halk; "büyüklük taslayanlar" (müstekbirler) de, liderler ve ileri gelenlerdir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Bununla onların, Allah'a ibadet etmekten yüz çeviren, tekebbür eden ileri gelenleri kastedilmiştir." Cenâb-ı Hak, "Biz sizin (dünyada) tebeânızdık" dediklerini nakletmiştir. Ferra ve ekseri dilciler şöyle demiştir: "Hadim, bakır, hâris kelimelerinin çoğulları, sırasıyla hadem, bakar, hares, şeklinde geldiği gibi tabi'nin de çoğulu tebe, gelir. Bunun, isim olarak kullanılan bir masdar olması da caizdir, yani, "Biz, uyma tarafı olan kimselerdik" demektir." Bil ki bu uyma ile, küfürdeki uyma kastedilmiş olabileceği gibi, bütün dünya hallerinde ve işlerindeki uyma da kastedilmiş olabilir. Onlar "Şimdi siz, Allah'ın azabından herhangi birşeyi bizden uzaklaştırıp defedebiliyor musunuz?"demişlerdir. Bu, "Sizin, Allah'ın azabını başımızdan savuşturmanız mümkün mü?" demektir. İmdi eğer ifadesindeki min ile, min şey'in ifadesindeki min arasında ne fark vardır?" denilirse, biz deriz ki: Bunların ikisi de, ba'ziyyet, kısmilik manasınadır. O halde bu ifâde, "Siz bizden, Allah'ın azabından (bir kısmını) giderebilir misiniz?" demektir. Liderlerin Yanlışlarını İtiraf Etmeleri Allahü teâlâ, işte tam bu esnada, reislerin, "Eğer Allah bize hidayet verseydi, biz de elbette doğru bir yol gösterirdik" dediklerini nakletmiştir, Bu hususta şu izahlar yapılmıştır: 1) İbn Abbas (radıyallahü anh) bunun manasının, "Eğer Allah bizi doğruya iletseydi, biz de sizi doğruya erdirirdik" şeklinde olduğunu söylemiştir. Vahidî: "Bu, "Onlar ötekileri, ancak dalâlete çağırmışlardır. Çünkü Allahü teâlâ kendilerini saptırmış, hidâyete erdirmemiştir. Binâenaleyh onlar da kendilerine tabî olanları dalâlete (sapıklığa) davet etmişlerdir. Eğer Allah o reisleri hidâyete erdirseydi, onlar da kendilerine uyanları hidâyete erdirirlerdi" demektir" demiştir. Bu İtirafın Mutezile'ce Yanlış Yorumu Keşşaf sahibi şöyle der: "Belki de onlar bunu, kendilerinin bu hususta yalancı olduklarını bile bile söylemişlerdir. Bunun böyle olduğuna, Hak teâlâ'nın, münafıkları anlattığı şu ayet de delâlet eder: "O gün Allah, onların hepsini diriltecek de. O'na da, size yemin ettikleri gibi yemin edecekler" (Mücâdele, 18). Bil ki Mu'tezile, Kıyamette insanların yalan söyleyebileceklerini mümkün görmemektedir. Binâenaleyh Zemahşerî'nin bu görüşü, üstadlarının prensiplerine terstir. Binâenaleyh onun bu görüşü kabul edilemez. 2) Keşşaf sahibi, "Bu, "Eğer biz, kendilerine lütfedilenlerden olup da Rabbimiz de bize lutfetse ve biz de hidayeti bulsaydık sizi de imâna iletirdik" demektir" demiştir. Kâdî, bu izahı zikretmiş ve şöyle diyerek zayıf olduğunu göstermiştir: "Bu hidayeti, "lütuf" manasına hamletmek caiz değildir. Çünkü lütuf Allah'ın bir işidir." 3) Bu, "Eğer Allah bizi ikâbından kurtarıp cennet yoluna iletseydi, biz de sizi oraya iletirdik" demektir. Bunun bu manaya olduğunun delili şudur: Hidayetten maksad, bizim söylediğimiz şu husustur: Bu (hidayet), onların isteyip araştırdıkları bir şeydir. Binâenaleyh "'hidayet" ile bu mananın kastedilmiş olması gerekir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şimdi bizler siziansak da, katlansak da bir" dediklerini nakletmiştir. Bu, "Bizim sızlanmamız veya sabretmemiz, bir şeyi değiştirmez, aynıdır" demektir. Ayetteki, istifham hemzesi ve em edatı, "eşit olma", "bir olma" manasına gelir. Bunun bir benzeri de, "İster sabredin, ister sabretmeyin, sizce birdir" (Tur, 16) ayetidir. O reisler daha sonra, "Bizim için sığınacak hiçbir yer yok" yani "Kurtulacak ve kaçacak bir yer yok" demişlerdir. Mehîs (sığınak), tıpkı meğib (batmak), meşîb (ihtiyarlamak) gibi bazan, masdar (sığınmak) bazan da, tıpkı mebit (geceleyecek yer) ve madîk (dar geçit) gibi, ism-i mekan olur. Gerek hâse, gerek hâde aynı (sığınmak) manasınadırlar. Allah en iyi bilendir. 22"İş olup bitince şeytan der ki: "Şüphesiz Allah size sözün doğrusunu söyledi. Ben de size vaadettim ama size yalancı çıktım. Zaten benim, sizin üzerinizde hiçbir hükmüm (ve nüfuzum) da yoktu. Yalnız ben sizi çağırdım, siz de bana hemen icabet ettiniz. O halde kusuru bana yüklemeyin, kendinizi kınayın. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Esasen beni evvelce (Allah'a) ortak tutmanızı da inkâr etmiştim. Zâlimlerin hakkı, elbet pek acıklı bir azabtır". Bil ki Allahü teâlâ, o liderlerle, onlara uyan kâfirler arasında geçen münakaşayı anlatınca, şeytan ile ona uyanlar arasında geçen münakaşayı da anlatmış ve "İş olup bitince şeytan derki" buyurmuştur. Ayetteki, "iş olup bitince" ifâdesi ile neyin kastedildiği hususunda çeşitli izahlar yapılmıştır: Birinci Görüş: Müfessirler şöyle demişlerdir: "Cennetlikler cennette cehennemlikler de cehennemde iyice yerleşince, cehennemlikler iblisi kınamaya ve ona atıp tutmaya başladılar. Bunun üzerine o, cehennemde onların ortasına çıkıp, onlara, ayette "iş olup bitince şeytan der ki..." diye haber verilen sözleri söyler" İkinci Görüş: Bu ifade ile, hesabın sona ermesi kastedilmiştir. Birinci görüş daha uygundur. Çünkü Kıyamettekilerin işlerinin sonu, itaatkâ' olanların cennete, kâfirlerin cehenneme yerleştirilmeleridir. Hesabtan sonra da bu iş devam eder. Üçüncü Görüş: Biz ehl-i sünnete göre, ehl-i salâtın (namaz kılanların), günahkâr olanları cehennemden çıkıp cennete gireceklerdir. Binâenaleyh ayetteki "İş olup bitince..." ifadesi ile, bu vaktin kastedilmiş olması uzak bir ihtimal sayılmaz. Çünkü o vakitte, yapılması gereken işler artık sona erer. Bundan sonra, sadece daha önce yapılmayan işler yapılır. Ayetteki şeytan kelimesi ile, iblis kastedilmiştir. Çünkü bu, müfred bir lafızdır ve dolayısıyla tek bir ferdi ifâde eder. İblis, şeytanların başı ve reisleridir. Binâenaleyh "şeytan" lafzını, bu manaya hamletmek daha uygun olur. Hem sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Allah mahlukat; toplayıp, aralarında hüküm verdiğinde, kâfirler, "Müslümanlar, kendilerine şefaat edecek olanı buldular. Ya bize kim şefaat edecek? O, bizi saptıran iblis 'den başkası olamaz" derler ve ona gelip, ondan kendilerine şefaat etmesini isterler. İşte iblis bu sözü o esnada söyler" Darimi, Rikak, 84 (2/327) buyurmuştur. "Şüphesiz Allah size sözün doğrusunu söyledi. Ben de size vaadettim, ama size yalancı çıktım" demiştir. Bu ifâde ile ilgili birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Bu ifade ile, "Allah size sözün doğrusunu, yani öldükten sonra dirileceğinizi ve amellerinize karşılık vereceğini söyledi (vaadetti) ve vaadettiğini tastamam yerine getirdi. Ben ise size, bunun aksini vaadettim, ama yalancı çıktım" manası kastedilmiştir. Sözün özü şudur: Nefs, insanı dünyaya çağırır, uhrevi mutlukluklar ile rûhânî mükemmelliklerin nasıl (kıymetli) olduğunu düşünemez. Allahü teâlâ ise, insanı bunlara davet eder, bunlara teşvik eder. Nitekim "Ahiret daha hayırlıdır, daha bakî (devamlıdır)"(A'lâ, 17) buyurmuştur. İkinci Bahis: (......) (sözün, vaadin doğrusu) ifâdesi Kûfelilere göre, birşeyin yine kendisine izafeti kabilindendir. Bu tıpkı "biçilecek taneler" (Kaf, 9) ifâdesi ile "mescidü l-câmî" ifâdesi gibidir. Buna göre mana, "Allah size, hak vaadi vaadetti. şeklindedir. Basralılara göre kelamın takdiri, "Hak olan günü, yahut hak olan işi vaadetti" şeklindedir. Yahut da, "Allah size hakkı vaadetti" şeklinde olup, fiilin masdarı te'kid için getirilmiş olur. Üçüncü Bahis: Ayette, şu iki açıdan bir takdir (mahzuf) vardır: 1) Kelamın takdiri, "Allah size hak olan vaadde bulundu ve size olan vaadinde de doğru çıktı. Ben de size vaadde bulundum ama, yalancı çıktım" şeklindedir. "Vaadinde doğru çıktı" ifadesi, siyakın,vaadin doğruluğuna delalet etmesi sebebiyle hazfedilmiştir. Çünkü onlar bu durumu bizzat görüp müşahede etmişlerdir. Gördükten sonra artık izaha gerek kalmaz. Bir de şeytanın vaadinde durmadığından bahsedilmiştir. Bu durum da, Allah'ın vaadinde doğru olacağına delâlet etmiştir. 2) Şeytanın "Ben de size vaadettim, ama size yalancı çıktım" sözündeki "vaad" fiili, ikinci bir mef'ûlü gerektirir. Bu mef'ûl karinelerden anlaşıldığı için hazfedilmiştir ve kelamın takdiri, "Ben size, cennet ve cehennemin, haşır ve hesabın olmayacağını vaadettim ama..." şeklindedir. Şeytanın İnsan Üzerinde Hakimiyeti Yoktur "Zaten benim sizin üzerinizde hiçbir hükmüm (ve nüfuzum) da yoktu" yani "Benim gücüm, kuvvetim ve hükmeden bir kudretim yok ki, sizi küfre ve isyana zorlamış olayım, onları yapmaya mecbur kılmış olayım. Ben ancak sizi bunlara davet ettim" yani "vesveselerimle ve süslü göstermelerimle sizi dalalete çağırmamdan başka bir gücüm yoktur" demiştir. Nahivciler, "Davet, sultan (güç-kudret) cinsinden birşey değildir. O halde şeytanın "yalnız ben sizi çağırdım (davet ettim)" sözü, Arapların "Onların selamları, dayak atmaktır" şeklindeki sözlerine benzer" demişlerdir. Vahidî, buradaki istisnanın, "istisnâ-yı munkatî olduğunu söylemiştir. Yani "Şu kadar ki ben size davette bulunmuştum..." demektir. Buna göre, bu hususta şöyle de denilebilir: "Bu ifadedeki illa kelimesi hakîkî manada bir istisnadır. Çünkü insanın başkasını herhangi bir işe sevkedebilmesi, bazan zorlayarak ve zulmederek, bazan da onun içine vesveseler atmak suretiyle, o işi yapmasına sebeb olacak niyeti kuvvetlendirmesi ile olur. Bu da bir çeşit sultadır, nüfuzdur. Ayrıca, ayetin zahiri, avamın ve Haşviyye'nin dediği gibi, şeytanın insanı çarpmaya, uzuvlarını felç etmeye, aklını almaya kadir olmadığına delâlet eder. Sonra, o, "O halde kusuru bana yüklemeyin, kendinizi kınayın" demiştir. Yani, "Ben ancak sizi çağırdım ve size vesvese verdim. Siz ise, Allah'ın delillerini duymuş, O'nun peygamberlerinin gelişini müşahede etmiştiniz. Size gereken, benim sözlerime aklanmamanız ve bana iltifat etmemenizdi. Ama siz, benim sözümü apaçık delillere tercih edince, bu konuda kınanması gereken siz oldunuz, ben değil!." demektir. Bu ayette ilgili iki mesele bulunmaktadır: Mutezile, bu ayetin birkaç şeye delâlet ettiğini söylemiştir: 1) Şayet, küfür ve masiyet Allah'dan olsaydı, o zaman "Ne beni kınayın, ne de kendinizi. Çünkü Allah size küfrü yazdı ve sizi ona mecbur etti" denilmesi gerekirdi. 2) Bu ayetin zahiri avamın ve Haşviyye'nin dediği gibi, şeytanın insanı çarpmaya, aklını almaya ve uzuvlarını felç etmeye muktedir olmadığına delâlet eder. 3) Bu ayet-i kerime, insanın, başkasının fi'ilinden dolayı kınanmasının, ayıplanmasının ve cezalandırılmasının caîz olmadığına delâlet eder. O vakit, kâfirlerin çocuklarının, babalarının küfürlerinden dolayı cezalandırılmalarının caîz olmadığı ortaya çıkar. Ehl-i sünnetten bazıları bu açıklamalara, "Bu, şeytanın sözüdür. Binâenaleyh delil olarak ona tutunmak caiz olmaz?" diyerek cevap vermiştir. Buna mukabil hasmı ise ona, "Bu söz şayet, ondan sâdır olmuş batıl bir kelâm olsaydı, Allah onun batıl olduğunu beyân eder ve onu açıkça yadırgardı. Yine, (batıl olması halinde), bugün bu batıl sözün ve fasit kelâmın zikredilmesinde bir fayda da yoktur. Baksana, Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphesiz Allah size sözün doğrusunu söyledi. Bende size vaadettim, ama size yalana çıktım" sözü hak bir sözdür; aynı şekilde, "Zaten benim sizin üzerinizde hiçbir hükmüm de yoktu" ifadesi de, Cenab-ı Hakk'ın "Benim kullarım üzerinde senin hiçbir tahakkümün yoktur. Azıp sapanlardan sana tâbi olanlarsa müstesna" (Hicr, 42) ifâdesinin delaletiyle hak bir sözdür. İkinci Mesele Bu ayet, asıl şeytanın nefs olduğuna delâlet etmektedir.Çünkü şeytan, ancak vesvese verdiğini beyan etmiştir. Şayet şehvet, gazab, vehim ve hayalden dolayı meydanagelen meyi bulunmasaydı, onun vesvesesinin herhangi bir tesiri olamazdı. Bu da delâlet eder ki, aslî şeytan, nefsin kendisidir. İmdi eğer birisi, "Bize vesvesenin hakikatini beyân ediniz" derse, deriz ki: Tabiî ve gerekli bir biçimde birbirine terettüp eden dört şey -bulunduğunda, insandan fiil sâdır olur. Bunu şöyle açıklarız: İnsanın uzuvları, aslî olarak sağlam ve tabiî olarak da müsait ve elverişli olmaları itibariyle, bir işi yapıp yapmamaya, bir işe atılmaya veya ondan geri durmaya elverişlidir. İnsanın kalbinde yapmayı yapmamaya veya yapmamayı yapmaya tercih ettirecek bir meyil bulunmadığı sürece, fiilin meydana gelmesi imkânsız olur. Bu temayül ise, kesin kararlı irâde ve kesin kararlı, azimli kasıttır, niyettir. Sonra bu kesin kararlı irâde ise ancak, o fiilin bir fayda ya da bir zarar sebebi olduğuna dair bir ilim, ya da bir inanç, yahut da bir zan bulunduğunda hasıl olabilir. Kişide böyle bir inanç meydana gelmezse, yapmaya ya da yapmamaya dair herhangi bir temayül de bulunmaz. Netice olarak diyebiliriz ki: İnsan bir şey hissettiği zaman, onda, onun kendisine ya uygun veya uygun olmadığı; veyahut da ne uygun ne de aksi olmadığı hususunda bir şuur ve bilinç hasıl olur. Eğer, onun kendisine uygun olduğuna dair bir bilinç ve şuur meydana gelirse, fiili yapmaya yönelik olarak kesin kararlı meyli o şeye terettüb eder, ona yönelir. Ama onda, onun kendisine aykırı olduğuna dair bir şuur ve bilinç hasıl olur ise, o zaman da ona, fiili yapmamaya yönelik olan kesin kararlı meyli, temayülü terettüp eder. Ama, ne bu, ne de öteki hasıl olmazsa, o zaman da ne o şeye bir meyil meydana gelir, ne de onun zıddına. Aksine insan, olduğu gibi kalır. İşte, ancak bu kesin meyil bulunduğu zamandır ki bu meyille beraber kudret o fiili yapmayı gerektirir. Sen bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Fiilin, kudret ile sebebin toplamından sâdır olması gerekti bir iş olup, şeytanın bu işte bir dahli olamaz. O şeyin hayır olduğunu yada şer olduğunu tasavvur etmesinden meylin meydana gelmesi de, vacib, zorunlu bir iş olup, yine şeytanın bunda da bir payı yoktur. Onu bizatihi algılamak yoluyla, onun hayır olmasının meydana gelmesi, ya da şer olduğunun tasavvur edilmesi, yine lâzım, gerekli, zorunlu bir iş olup, şeytanın onda bir dahli bulunmamaktadır. Binâenaleyh şeytanın, bu safhalardan hiçbirinde hiçbir tesiri bulunmamaktadır. Onun payı ancak, onun sözünü ve fısıltısını atmak suretiyle insana bir şeyi hatırlatması ile olur. Meselâ insan, bir kadının biçim ve suretinden habersiz iken, şeytan onun kalbine, o kadının sözünü, fısıltısını atıverir. İşte şeytanın, ancak bu safhada bir kudret ve gücünden bahsedilebilir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın ondan nakletmiş olduğu şu şeyin aynısıdır: "Zaten benim, sizin üzerinizde hiçbir hükmüm deyoktu. Yalnız ben sizi çağırdım, siz de bana hemen icabet ettiniz" Yani "Benden ancak sadece bu çağrı vaki olmuştur. Diğer safha ve mertebelere gelince, onlar benden sudur etmedi; benim onlarda herhangi bir tesirim bulunmamaktadır" demektir. Geriye, bu konuyla ilgili iki soru kalmıştır: Birinci Soru: Şeytanın, insanın uzuvlarının içine girip, ona vesveseler atabilmesi nasıl düşünülebilir? Bu makul müdür? Cevap: Alimlerin melekler ve şeytanlar hakkında iki görüşü bulunmaktadır: Birinci Görüş: Allah'ın dışında bulunan varlıklar, aklî taksimata göre üç kısımdırlar: 1) Mütehayyiz (mekân tutmuş), 2) Mütehayyiz varlığa hulul etmiş, 3) Ne mütehayyiz ne de mütehayyize hulul etmiş olmayan. Bu üçüncü kısmın mevcut olduğunu söylemenin yanlışlığına dair kesin bir delil bulunmamaktadır. Aksine, doğru olduğunu kabule dair pekçok delil mevcuttur. İşte, ervah (ruhlar) olarak isimlendirilenler, bu kısma dahildirler. Bu ruhlar eğer temiz ve mukaddes iseler, kudsî ruhlar alemindendirler ki, bunlar meleklerdir. Ama habis, serlere, bedenler âlemine ve karanlık mekânlara davet ediyor iseler, onlar da şeytanlardır. Bunu iyice kavradığın zaman deriz ki: Bu duruma göre şeytan, bedenin içine girme ihtiyacını duyan bir cisim değildir; aksine o, fiilferi habis ve kötü, şer ve kötülük üzere yaratılmış olan ruhanî bir cevherdir. İnsan nefsi de bunun gibidir. Bu duruma göre, bu ruhlardan herhangi bir şeyin, herhangi birisinin, insani nefs cevherine çok çeşitti vesveseler ve batıl şeyler atıvermesi uzak bir ihtimal değildir. Alimlerden birisi bu konuda, ikinci bir ihtimal daha zikretmiştir ki, bu da şudur; Beşerin nefs-i natıkaları çeşit bakımından muhteliftirler. Onlar, çok çeşitli grupturlar. Onlardan her kısım, bizzat semavî ruhlardan birinin yönetimi altındadır. Beşerî nefislerin bir grubu, güzel ahlâklı, fiilleri iyi, mutluluk, sevinç ve kolaylıkla muttasıftırlar. Bunlar, semavî ruhlardan muayyen bir ruha müntesiptirler. Bu nefislerin diğer grubu ise, hiddet, kuvve-i gazabiyye, katılık, herhangi bir şeye aldırmamak ile muttasıftırlar. Bunlar ise, semavî ruhlardan başka bir ruha müntesiptirler. İşte bu beşerî ruhlar, o semavî ruhların çocukları, onlardan meydana gelmiş yavrular ve onlardan neşet etmiş dallar gibidirler. Onu kendi maslahat ve faydasına olan şeyle irşâd etme işini üstlenmiş olan, işte bu semavî ruhtur. Uyku ve uyanıklık hallerinde onlara ilhamlar veren işte odur!.. Kudema (önceki) alimler bu semavî ruha, et-tıbâu'ttâm (eksiksiz-kusursuz tabiat) adını veriyorlardı. Şüphesiz, asıl ve kaynak olan bu semavî ruhun, pekçok dalları ve sayısız şubeleri bulunuyor. Bunların tamamı da, bu insanın ruhu cinsindendir. Bunlar, birbirlerine benzediklerinden ve aynı cinsten olduklarından dolayı da, kendilerine uygun düşen ameller ve karakterlerine münasip olan fiiller konusunda birbirlerine yardım etmektedirler. Sonra bunlar hayırlı, temiz ve güzel iseler, melektirler ki, bunların yardımına "ilham" ismi verilir; eğer kötü, habîs ve amelleri de çirkin ise, bunlar şeytanlardırlar ki, onların bu iane ve yardımlarına "vesvese" ismi verilir. Alimlerden birisi, bu konuda üçüncü bir ihtimal daha zikretmiştir: Buna göre, beşerî nefisler ve insanî ruhlar, bedenlerini terkettikleri zaman, o bedenlerde kesbetmiş, kazanmış oldukları o sıfatlar konusunda kuvvetlenmiş ve bu hususta mükemmelleşmiş olurlar. Ayrılan nefsin terkettiği bedene benzeyen başka bir bedende, o ayrılan nefse benzeyen başka bir nefis meydana geldiği zaman ise bu beden ile, daha önce, onu terketmiş olan nefsin bedeni olan o şey arasında bulunan 2) Mütehayyiz varlığa hulul etmiş, 3) Ne mütehayyiz ne de mütehayyize hulul etmiş olmayan. Bu üçüncü kısmın mevcut olduğunu söylemenin yanlışlığına dair kesin bir delil bulunmamaktadır. Aksine, doğru olduğunu kabule dair pekçok delil mevcuttur. İşte, ervah (ruhlar) olarak isimlendirilenler, bu kısma dahildirler. Bu ruhlar eğer temiz ve mukaddes iseler, kudsî ruhlar alemindendirler ki, bunlar meleklerdir. Ama habîs, serlere, bedenler âlemine ve karanlık mekânlara davet ediyor iseler, onlar da şeytanlardır. Bunu iyice kavradığın zaman deriz ki: Bu duruma göre şeytan, bedenin içine girme ihtiyacını duyan bir cisim değildir; aksine o, fiilleri habîs ve kötü, şer ve kötülük üzere yaratılmış olan ruhanî bir cevherdir. İnsan nefsi de bunun gibidir. Bu duruma göre, bu ruhlardan herhangi birşeyin, herhangi birisinin, insanî nefs cevherine çok çeşitti vesveseler ve batıl şeyler atıvermesi uzak bir ihtimal değildir. Alimlerden birisi bu konuda, ikinci bir ihtimal daha zikretmiştir ki, bu da şudur: Beşerin nefs-i natıkaları çeşit bakımından muhteliftirler. Onlar, çok çeşitli grupturlar. Onlardan her kısım, bizzat semavî ruhlardan birinin yönetimi altındadır. Beşerî nefislerin bir grubu, güzel ahlâklı, fiilleri iyi, mutluluk, sevinç ve kolaylıkla muttasıftırlar. Bunlar, semavî ruhlardan muayyen bir ruha müntesiptirler. Bu nefislerin diğer grubu ise, hiddet, kuvve-i gazabiyye, katılık, herhangi bir şeye aldırmamak ile muttasıftırlar. Bunlar ise, semavî ruhlardan başka bir ruha müntesiptirfer. İşte bu beşerî ruhlar, o semavî ruhların çocukları, onlardan meydana gelmiş yavrular ve onlardan neşet etmiş dallar gibidirler. Onu kendi maslahat ve faydasına olan şeyle irşâd etme işini üstlenmiş olan, işte bu semavî ruhtur. Uyku ve uyanıklık hallerinde onlara ilhamlar veren işte odur!.. Kudema (önceki) alimler bu semavî ruha, et-tıbâu'ttâm (eksiksiz-kusursuz tabiat) adını veriyorlardı. Şüphesiz, asıl ve kaynak olan bu semavî ruhun, pekçok dalları ve sayısız şubeleri bulunuyor. Bunların tamamı da, bu insanın ruhu cinsindendir. Bunlar, birbirlerine benzediklerinden ve aynı cinsten olduklarından dolayı da, kendilerine uygun düşen ameller ve karakterlerine münasip olan fiiller konusunda birbirlerine yardım etmektedirler. Sonra bunlar hayırlı, temiz ve güzel iseler, melektirler ki, bunların yardımına "ilham" ismi verilir; eğer kötü, habîs ve amelleri de çirkin ise, bunlar şeytanlardırlar ki, onların bu iane ve yardımlarına "vesvese" ismi verilir. Alimlerden birisi, bu konuda üçüncü bir ihtimal daha zikretmiştir: Buna göre. beşeri nefisler ve insanî ruhlar, bedenlerini terkettikleri zaman, o bedenlerde kesbetmiş, kazanmış oldukları o sıfatlar konusunda kuvvetlenmiş ve bu hususta mükemmelleşmiş olurlar. Ayrılan nefsin terkettiği bedene benzeyen başka bir bedende, o ayrılan nefse benzeyen başka bir nefis meydana geldiği zaman ise bu beden ile, daha önce, onu terketmiş olan nefsin bedeni olan o şey arasında bulunan benzerlikten dolayı, ayrılmış olan o nefis ile bu bu beden arasında bir tür münasebet ve alâka meydana gelir. Böylece de, ayrılmış olan o nefsin bu bedenle sıkı bir münasebeti olmuş olur. Bundan dolayı da, daha önceki ayrılmış olan nefis, bu bedene tutunmuş olan nefse benzerlikten dolayı, fiil ve hallerinde yardımcı ve destekçi olmuş olur. Sonra bu, hayır ve bereket konularında olursa, bir ilham; şer konularında olursa, bir vesvese olmuş olur. Binâenaleyh bütün bunlar maddeden ve mekân tutmaktan uzak, kudsî, ruhanî birtakım varlıkların, cevherlerin varlığının kabul edilmesi görüşüne dayanan, muhtemel birtakım izahlardır. Temiz ve pis ruhların varlığıyla ilgili hüküm, kadîm felsefecilerin üstadları nezdinde de muteber ve yaygın bir görüştür. Binâenaleyh onların, bu tür şeyleri, bizim şeriatimizin sahibi olan Hazret-i Muhammed nezdinde de kabul olunmasını yadırgamamaları gerekir. Şeytanları Cisim Olarak Düşünenler İkinci Görüş: Bu "Şeytanların, mutlaka cisim olmaları gerekir" şeklindeki görüştür. Biz diyoruz ki: Böyle olması halinde onların, kesif (katı) maddeler olduğunun söylenmesi imkânsız olur. Aksine onların, latîf birtakım cisimler olduğunu söylemek gerekir ki, Allahü teâlâ onları çok özef bir biçimde halketmiştir. Bu da, onların latîf olmalarının yanı sıra, dağılmayı, parçalanmayı, bozulmayı ve yok olmayı kabul etmemeleridir. Latîf olan kütlelerin, kesif olan maddelerin içine girmesi uzak ihtimal sayılmaz. Baksana, insan ruhu, latîf bir cisimdir. Ama o, buna rağmen, insanın batınının derinliklerine nüfuz edebilmiştir. Binâenaleyh, insan bunları düşündüğünde, pekçok çeşit latîf cisimlerin, insanın içine girebilmesini nasıl imkânsız görebilir? Ateşin kütlesi, kömürün kütlesine; gül suyu, gül yaprağına; susam yağı, susamın maddesine sirayet etmemiş midir? İşte olay, burada da böyledir. Bütün bu anlattıklarımızla, cinlerin ve şeytanların varlığını kabul etmenin, akılların imkânsız göremiyeceği ve delillerin iptal edemiyeceği bir hakikât olduğu; inkârda ısrar etmenin de, ancak bir cehaletin ve akıl noksanlığının neticesi olduğu ortaya çıkmış olur. Şeytanların varlığına dair, hüküm genel olarak sabit olunca, biz deriz ki, daha uygun ve daha gerçek olan şöyle denilmesidir: Bu görüşe göre melekler, nurdan; şeytanlar ise dumandan ve alevden yaratılmışlardır. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "İblisi de, daha önce çok zehirleyici olan ateşten yarattık" (Hicr, 27) buyurmuştur. Bu söz, felsefecilerin otoriteleri nezdinde de meşhur olan görüştür. Binâenaleyh onu, şeriatimizin sahibi olan Hazret-i Muhammed bildirdiğinde, akıldan uzak sayıp kabul etmemek nasıl uygun düşebilir? İkinci Soru: Niçin şeytan, "O halde kusuru bana yüklemeyin, kendinizi kınayın" demiştir? Halbuki şeytanın kendisi de, o batıl vesveseye yönelmesinden dolayı kınanmıştır. Cevap: Şeytan bu ifadesiyle, "yaptıklarınızdan dolayı beni kınamayın. Kendinizi kınayın, zira sizler, sizin için Allah'ın hidâyetini sağlayan şeyden yüz çevirdiniz" manasını kastetmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, şeytanın "Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz" dediğini nakletmiştir. Bu ifâdeyle ilgili iki mesele vardır: İbn Abbas (radıyallahü anh) "Bunun manası," Ne ben size yardım edip kurtarabileceğim; ne de siz bana yardım edip kurtarabileceksiniz" şeklindedir" demiştir. İbnu'l-Arâbî ise "Sarih, müstagîs (yardım isteyen); musrih ise "yardım eden" manasındadır " demiştir. İkinci Mesele Nitekim Arapça'da birisi bir yardım talep ettiğinde birisi başkalarına yardım ettiğinde ise denilir. Hamza, yânın kesresiyle, musrihiyyi şeklinde okumuştur. Vahidî, bu okuyuşun, A'meş ve Yahya İbn Vessab'ın kıraati olduğunu söylerken, Ferrâ şöyle demiştir: "Belki de bu okuyuş kurrânın yantış zanlarından kaynaklanan bir okuyuştur. Çünkü onlardan, vehimden uzak olabilen pek azdır. Belki de o, bu ifâdedeki bâ harf-i cerrinin, bu kelimenin tamamını cerrettiğini zannetmiştir!.. Bu yanlıştır, zira mutekellim yası, kelimenin aslından değildir. Cenâb-ı Hakk'ın. (Nisa, 115) buyruğunda geçen kelimeyi nuslih şeklinde okumada da aynı zanna düştüklerini görmekteyiz. Allah daha iyi bilir ya, onlar hâ harfinin cezmedileceğini zannetmişlerdir. Oysa ki bu, yanlıştır. Çünkü, bu ifâdelerdeki hâ, nasb mahallindedir. Halbuki, hâ harfinden önce gelen fiil, yâ harfinin düşmesiyle meczûm olmuştur. Bazı nahivciler, bu kıraatin doğruluğunu ortaya koymak için zoraki izaha kalkışmışlar ise de, onların ekserisi, bunun kıraatta bir hata olduğunu söylemişlerdir. Allah en iyisini bilendir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, o şeytanın "Esasen beni evvelce (Allah'a) ortak tutmanızı da inkâr etmiştim" dediğini nakletmiştir. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır: (......) ifâdesindeki mâ edatı ile ilgili iki görüş vardır: 1) Bu, ma-i masdariyyedir ve sözün manası, "Esasen beni, evvelce taatlarınızda Allah'a ortak koşmanızı da inkâr etmiştim" şeklindedir. Buna göre ayet şu manayadır: İblis, tabî olan bu insanların, bu âlemin idaresinde kendisinin Allah'ın şeriki (ortağı) olduğuna inanmalarını da kabul etmemiş, inkâr etmişti. Yahut şu manaya da olabilir: "Onlar, hayır amellerde Allah'a itaat ettikleri gibi, şer (kötü) amellerde de iblis'e itaat ediyorlardı. İşte, ortak koşmaktan murad budur."' 2) Ferrâ'nın görüşüne göre, ayetin manası şöyledir: "İblis, "Ben, küfrünüzden önce, beni kendisine ortak koşmuş olduğunuz Allah'ı inkâr ettim" demiştir. Bu, "İblis'in küfrü, kendisine tabî olanların küründen önce idi" demektir. Buna göre buradaki mâ edatı, men (kim) manasınadır. Kabule şayan görüş birincisidir. Çünkü ayetin sıra ve tertibi, birinci tefsire göre uyumlu-ahenkli olmaktadır. Yine, sözün ikinci tefsire de uygun olduğunu söylemek de mümkündür. Kelamın takdiri şöyle olur: İblis sanki şöyle demiştir: Sizin küfre girmenizde, benim vesvesemin bir tesiri yoktur. Bunun delili, benim sizden önce kâfir olmam ve benim küfrümün başka bir vesvese sebebiyle olmayışıdır. Aksi halde teselsül gerekir." Bununla, küfre düşme sebebinin, vesvese dışında başka birşey olduğu ortaya çıkar. Bu manaya göre de, söz muntazam ve ahenkli olur. Ayetteki "Zalimlerin hakkı, elbet pek acıklı bir azabtır" ifâdesinde açık olan husus, bunun Allahü teâlâ'nın sözü olduğu, iblisin sözünün de bundan önce tamamlanmış olduğudur. Bunun, o kâfirlerin yardım ve destek ümidlerini iyice kesmek için. iblis'in söylediği bir söz olması da uzak bir ihtimal değildir. Allah en iyisini bilir. 23"iman edip, sâlih ameller işleyenler, Rablerinin izniyle, içerisinde ebedî kalmak üzere, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokulacaktır. Onların oradaki tahiyyeleri "selam"dır". Birinci Mesele Bu ayetle ilgili iki mesele vardır: Bil ki Hak teâlâ, şakilerin (cehennemliklerin) hallerini, pek çok yönden iyice açıklayınca, bunun peşisıra da sa'îd (cennetlik) olanların hallerini açıklamıştır. Sen, daha önce mükâfaatın, takdir ve saygı ile verilen, hâlis (katıksız) ve devamlı bir menfaat olduğunu öğrenmiştin. İşte, "İman edip, sâlih ameller işleyenler... cennetlere sokulacaktır" buyruğu ile, katıksız menfaate; "İçerisinde ebedi kalmak üzere" ifadesi ile de, bu menfaatin devamlı olduğuna işaret edilmiştir. Burada saygı iki yönden tahakkuk etmiştir: 1) Bu menfaat, ancak Allah'ın izni ve emri ile olmuştur. 2) Hak teâlâ'nın "Onların oradaki tahiyyeleri "selam"dır" beyanının anlattığı husus... Çünkü onlar orada birbirlerini bu kelime ile selamlarlarken, aynı şekilde, "Melekler de her bir kapıdan onların yanına sokulacaklar (ve şöyle diyecekler): "Sizlere selam " (Rad, 23-24) ayetinde anlatıldığı gibi melekler de onları bu kelime ile selamlayacaktır. "Rahman olan Rablerinden bir de selâm (var)dır" (Yâsin, 58) ayetinde de bildirildiği gibi, Rahîm Allah da onları bu kelimeyle selamlayacaktır. Bil ki "selâm" kelimesi, "selamette (esenlikte) olmak" manasına gelen "selâmet" masdarındandır. Doğruya yakın olan, buradaki ifadeden muradın, onların dünyanın belâ ve pişmanlıklarından, yahut dünyanın elem ve hastalıklarından ve onun çeşit çeşit gam ve kederlerinden kurtulmuş olmalarıdır. Alimlerimizin şu sözü ne kadar güzeldir: "Meydana gelmiş ve bozulacak şu cesedler âleminin (dünyanın) mihnetlerinden kurtulmak, nimetlerin en büyüklerindendir. Hele hele bundan kurtulduktan sonra, ruhânî güzellikler ve meleklere has mutluluklar elde edilince.." İKİNCİ MESELE Hasan el-Basrî ayetteki üdhile fiilini "Onları ben girdireceğim" manasında udhilu şeklinde okumuştur. Bu kıraate göre, ayetteki "Rablerinin izniyle" ifadesi, kendisinden sonraki ifadeye müteallik (bağlı)dır. Yani "Onların oradaki tahiyyeleri, Rablerinin izniyle "selam"dır " demektir. Bu, da "Melekler onları Rablerinin izniyle selamlarlar" manasınadır. iyi ve Kötüler Hakkında Darb-ı Mesel 24Âyetin tefsiri için bak:26 25Âyetin tefsiri için bak:26 26"Görmedin mi Allah sana nasıl bir mesel getirmiştir: Güzel bir kelime, kökü sabit ve dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir. Ki o, Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir durur. Allah insanlara meseller getirir. Olur ki onlar çok iyi düşünüp, ibret alırlar. Kötü bir kelimenin meseli (hali) de, toprağın üstünden koparılıvermiş kötü bir ağaç gibidir ki. onun hiçbir sebatı yoktur". Bil ki Cenâb-ı Hak, bedbahtların halleri ile sa'îd (mutlu) kullarının hallerini açıklayınca, her iki topluluğa âit hükmün durumunu beyan eden bir misal zikretmiştir. İşte bu da, getirilmiş bu mesellerdir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Bil ki Cenâb-ı Hak, dört sıfatla nitelenmiş olan bir ağaç zikretmiş, sonra da güzel kelimeyi (sözü) bu ağaca benzetmiştir. Güzel Söz, Verimli Ağaç Gibidir Birinci Sıfat, bu ağacın 'güzel" olmasıdır. Bu birkaç manaya gelebilir: 1) Ağacın görünüşünün, biçiminin ve şeklinin güzel olması. 2) Kokusunun güzel olması. 3) Meyvesinin güzel olması, yani, ondan elde edilen meyvelerin son derece lezzetli ve hoş olması. 4) Bu ağacın, fayda bakımından güzel olması, yani, meyvelerinin yenilmesinden nasıl lezzet ve tat alınıyorsa, aynı şekilde ağacın kendisinden de çok faydalanılması... Ayetteki "şecere-i tayyibe" tabirini, bütün bu izahlara, birlikte hamletmek gerekir. Çünkü bu hususların birlikte bulunması, lezzetin mükemmel olmasını sağlar. İkinci Sıfat, ayetteki "Kökü sabit" ifadesidir. Bu, "Kökü sağlamlaşmış. bakî, sökülmekten, kesilmekten, yıkılmaktan ve yok olmaktan emin" demektir. Bu böyledir, çünkü boş olan bir şey, yıkılma ve sona erme durumunda olursa, onu elde etmeden dolayı bir mutluluk hâsıl olsa bile, hep yok olupsona erecek diye korkulması dolayısı ile, meydana gelecek olan hüzün (endişe) son derece büyük olur. Ama hâlinden, onun bakî, dâim, yıkılmaz ve sona ermez olduğu bilinince, onu elde etmekten duyulan sevinç son derece büyük, onu bulmaktan ötürü duyulan sürür son derece mükemmel olur. Üçüncü Sıfat, ayetteki "Dalları gökte olan" ifadesidir. Bu sıfat, o ağacın durumunun, şu iki yönden mükemmel olduğunu gösterir: 1) Ağacın dallarının yüksekliği ve boy atmadaki gücü, kökünün sağlamlığına ve toprak altındaki köklerinin sebatına delalet eder. 2) Ne zaman ağacın boyu yüksek ve çok boylu olsa, yeryüzündeki pisliklerden ve evlerin çöp ve atıklarından uzak olur. O zaman da onun meyvoleri bütün şaibelerden temizlenmiş, son derece güzel ve hoş olur. Dördüncü Sıfat, ayetteki "O, Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir" ifadesidir. Bundan murad şudur"Bahsedilen ağaç, bu sıfatla muttasıftır; Bu sıfat da, onun meyvelerinin dâima ve her zaman mevcut olması, meyveleri bazan bulunan bazan bulunmayan diğer ağaçlar gibi olmamasıdır." İşte Allahü teâlâ'nın bu Kitab-ı Kerim'de bahsettiği ağacın izahı budur. Kesin olarak bilinir ki, böyle bir ağacı elde etme arzusu son derece büyük olur. Akıllı olan bir kimsenin onu elde etme ve ona sahip olma imkanını bulduğunda, ondan gafil olması ve onu elde etme hususunda gevşeklik göstermesi mümkün değildir. Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Marifetullah ve muhabbetullah'a, Allah'a hizmete, O'na itaate dalmak, bu dört sıfat bakımından bu ağaca benzemektedir: Birinci Sıfat, ağacın güzel olmasıdır ki bu tahakkuk etmiştir. Hatta biz deriz ki, hakikatte güzel ve leziz olan, marifetullah (Allah'ı bilmek)tir. Çünkü, belli bir meyveyi elde etmekle (yemekle) meydana gelen lezzet, meydana gelmiştir. Çünkü bu meyveyi yemek, bedenin yapısına uygun birşeydir. İşte bu uygunluk ve uyumun söz konusu olmasından dolayı, bu büyük lezzet meydana gelmiştir. Beri tarafta ise, nefs-i natıka ve kutsî ruh cevherine uygun düşen şey, ancak marifetullah, muhabbetullah ve bunlardan huzur ve itminan duymaya dalmadır. Böylece bu marifetin (bilginin) gerçekten leziz olması gerekmiştir. Hatta deriz ki, meyveyi yemekten dolayı alınan lezzetin, nefs cehverinin (ruhun), marifetullah ile aydınlanmasından elde edilen lezzetten çok değersiz olması gerekir. Bu fark ise, birkaç yönden izah edilebilir: Birinci İzah: Maddi olarak hissedilen ve idrâk edilen şeyler ancak, hissedenin, hissolunan şeyin yüzeyi ile temas etmesi neticesinde idrâk edilirler. Ama "Hissedilenin cevheri hissedenin cevherine nüfuz etmiştir" denilmesine gelince, durum böyle değildir. Çünkü cisimlerin birbirlerine hulul etmeleri imkansızdır. Beri tarafa gelince, marifetullah, marifetullahın nuru ve bununla aydınlanma, nefis cevherine (ruha) sirayet eder ve onunla birleşir. Sanki nefis, bu aydınlanma hâsıl olduğu zaman, bu aydınlanmanın olmasından önceki nefisden başka bir nefis haline gelir. İşte bu iki durum arasında bulunan pek büyük bir farktır. İkinci İzah: Yenen meyveden duyulan lezzette olan şey, bir tadma kuvvetidir. Hissolunan, idrâk edilen şey ise, belli bir taddır, Beri tarafta ise, idrâk eden, hisseden şey, kutsî nefis cevheridir. Bu nefis (ruh) ile bilinen ve hissedilen şey de, Allahü teâlâ'nın zâtı, onun celâl ve ikram sıfatlarıdır. Binâenaleyh bu iki lezzetten, birisinin diğerine nisbetle durumu, idrâk edilen bu iki şeyden birisinin diğerine nisbetle durumu gibidir. Üçüncü İzah: Güzel bir meyveyi yemeden doğan lezzetler, meydana gelir gelmez, hemen yok olurlar. Çünkü lezzet öyle birşeydir ki, çabucak kaybolur ve süratte değişir. Cenâb-ı Hakkın, kemâl ve celaline gelince, bunların değişmesi ve değişikliğe uğraması imkansızdır. Nefis cevherinin bu mutluluğu kabul etme kabiliyetinin değişmesi de imkansızdır. Binâenaleyh bu açıdan da, iki durum arasında büyük bir fark olduğu ortaya çıkmıştır. Bil ki bu iki şey arasındaki fark, nerede ise sonsuz bakımlardan olabilecek kadar çoktur. Fakat akl-ı selim sahibi olan bir kimse, diğerlerine dikkatini çekmek üzere zikredilen bu üç izah ile yetinebilir. İkinci Sıfat, ağacın kökünün sabit olmasıydı. İşte bu sıfat, marifetullah ağacında daha kuvvetli, daha mükemmel olarak mevcuddur. Bu böyledir. Çünkü bu marifetullah ağacı kutsî nefis cevheri içinde kök salmıştır. Bu cevher, var olma ve bozulma (kevn-u fesâd)dan uzak, değişmekten ve yok olmaktan beri bir cevherdir. Yine bu kök salmanın, yardımı ve meded-ü inayeti, Cenâb-ı Hakk'ın celâlinin tecellisinden gelmektedir. Bu tecelli ise, Allahü teâlâ'nın, zâtında nurun nuru ve zuhur ile tecellinin mebdei olmasının zarurî neticelerindendir. Bu ise, Kaybolması ve yok olması aklen imkansız olan şeylerdendir. Çünkü Allahü teâlâ, zâtından dolayı vâcibu'l-vücûddur, aynı zamanda bütün sıfatlarında da yine vâcibu'l-vucûddur. Binâenaleyh değişme, yok olma, zeval, cimrilik ve vermeme gibi sıfatlar O'nun hakkında düşünülemez. Böylece kökü sabit olarak vasfedilen ağacın, ancak (marifetullah) ağacı olduğu kesinlik kazanır. Bil ki Marifetullah ağacının da, ilahî âlemin göklerinde yükselen dalları ve cismâni alemin göklerinde yükselen dalları vardır. Birincisi, pek çok kısım olup, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Allah'ın emrine ta'zim göstermek" ifâdesi, bütün bu kısımları içine alır. Marifetullahın ruhlar alemindeki, cisimler alemindeki delillerini, felekler ve yıldızlar âleminin hallerini ve süflî âlemin (dünyanın) hallerini iyice tefekkür etmek ile, muhabbetullah, şevkullah, zikrullah'a devam, bütünüyle Allah'a itimad (tevekkül) ve Allah'ın dışındaki, herşeyden kesilmek, su kısımlara dâhildir. Bu kısımları iyiden iyiye araştırıp zikretmek, şu anda istenilen herşey değildir. Çünkü bunlar, sonsuz denecek kadar çok olan muhtelif hallerdir. İkinicisine gelince, bunlar da pekçok kısımdır. Hazret-i Peygamber'in "Allah'ın mahlûklarına şefkat duymak" ifâdesi, bütün bunları kendisinde toplamaktadır. Rahmet, re'fet, müsamaha, günahlardan geri durma, insanlara iyilik yapmaya ve onlardan kötülüğü uzaklaştırmaya gayret etme ve kötülüğe iyilikle mukabele etmek, bunlara dahildir. Bu kısımlar da sonsuzdur. Bunlar, Marifetullah ağacının, sabit olan dallarıdır. Çünkü insan, Marifetullah'a ne kadar çok dalarsa, ondaki bu haller de, o nisbette daha mükemmel, daha güçlü ve daha üstün olur. Dördüncü Sıfat, bu ağacın, Rabbinin izniyle her zaman yemişini verip durmasıdır. Binâenaleyh bu Marifetullah ağacı, bu sıfata, maddi ağaçlardan daha layık ve müstehaktır, Çünkü Marifetullah ağacı, bu halleri iktizâ ettirmektedir ve bunların meydana gelmesinde de müessirdir. Sebep, müsebbepten (sonuçtan) ayrılmaz Dolayısıyla, Marifetullah ağacının kalb toprağında kök salmasının tesiri, kalbin, nazarının ibretle bakar hale gelmesidir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "işte ey akıl ve basiret sahiplen, siz ibret alın" (Haşr 2) buyurmuştur. Yine bunun tesiri, Allahü teâlâ'nın, "(O kullarım ki) onlar söze kulak verirler de onun en güzeline uyarlar" (Zumer. 18) şeklinde de beyan ettiği gibi, onun işitmesinin hikmetle olması; "adaleti titizlikle ayakta tutanlar ve Allah için şahitlik edenler olun. Velev kendinizin (...) aleyhinde olsun"(Nisa, 135) buyruğunda da belirtildiği gibi, konuşmasının doğruluk ve sıdk olmasıdır. Nitekim, Hazret-i Peygamber de "Aleyhinize de olsa, doğruyu söyleyin" buyurmuştur. Marifetullah ağacının, insanın kalb toprağında kök salması ne kadar kuvvetli ve mükemmel olursa, bu tesirlerin ondaki zuhuru da, o nisbette fazla olur. Çoğu zaman, insan bu meseleye dalar da gördüğü her şeyde Hak teâlâ'yı görecek bir hale gelir ve çoğu zaman, bundaki terakkisi artar da, gördüğü herhangi birşeyde, ondan önce Allah'ı görür bir hale gelir. İşte Allahü teâlâ'nın "Rabbinin izniyle her zaman yemişini verip durur" buyruğu ile kastedilen budur. Yine zikrettiğimiz bu şeyler, nefsanî ilhamlara ve rûh cevherlerinde bulunan ruhanî melekelere bir işarettir. Sonra nefisten her an, her lahza ve her saniye, bu ağacın meyveleri gibi güzel söz, salih amel, huzû, huşu, ağlama ve tevâzû yükselir Ayetteki "Rabbinin izniyle" kaydında dikkate şayan bir incelik var. Çünkü bu yüce hallerin ve yüksek derecelerin meydana gelmesi esnasında bazan, insan bunlar, bunlar olduğu için, bunlardan dolayı sevinir; bazan da yükselir ama. bunlar bunlar olduğu için, bunlardan dolayı sevinmez, ancak bunlar Allah'dan olduğu için sevinir. İşte o zaman sevinci aslında, bu hallerden dolayı değil de, mevlâsından dolayı (mevlası için) olmuş olur. Bundan ötürü muhakkiklerden birisi şöyle demiştir: "Kim irfanı, irfan olduğu için seçerse (alırsa), fâni olanı kabul etmiş olur, Kim de irfanı, irfan olduğu için değil, onunla bilinenden dolayı tercih eder (alırsa), vuslat (Allah'a kavuşma) denizine dalmış olur." Yaptığımız bu izah ve tafsilatlandırdığımız bu açıklama ile, Allahü teâlâ'nın bu kitabında zikretmiş olduğu şu misâl, kudsiyyet alemine, Allah'ın Celâlinin huzuruna ve O'nun kibriyasının saraylarına ulaştıran bir misaldir. Binâenaleyh biz, Allahü teâlâ'dan daha çok rahmet ve hidayet talep ediyoruz. O, semîdir, icabet edendir. Alimlerden birisi, bu meseli izah için, zikredilmesinde sakınca olmayan şöyle bir söz söylemiştir: Allahü teâlâ. imanı ağaca benzetti. Çünkü ağaç, ancak üç şey olursa ağaç diye isimlendirilmeyi hak eder: Derin kök, ayakta duran bir gövde ve yüksek dallar. İman da böyledir; ancak üç şeyle tamam olur: Kalbdeki marifetullah, dildeki ikrar ve bedenlerle amel etme... Allah en iyisini bilendir. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Kelimeten tayyibeten kelimesinin mansub olmasıyla iligili iki izah bulunmaktadır: 1) Bu, mahzûf bir fiilin mef'ûlü olarak mansub olup, bunun takdiri, "Hoş bir kelimeyi, hoş olan bir ağaç gibi yapmıştır" şeklindedir. Bu ayetteki "Allah bir mesel getirmiştir" ifadesinin bir tefsiridir. 2) Mesel ve kelime kelimelerinin darebe fiilinin mef'ûlü olarak mansub olmaları caizdir. Yani, "Allahü teâlâ, hoş kelimeyi bir mesel yapmıştır" demektir. ifâdesi, mahzuf bir mübtedânın haberi olup, bunun takdiri de "Ogüzel bir ağaç gibidir" şeklindedir." Bu husustaki üçüncü bir görüşe göre ise Hallu'l-Ukad adlı eserin sahibi şöyle demiştir: "En uygun olanı, "kelime" lafzını, atf-ı beyân kabul etmektir. (......) kelimesindeki kâf da, "güzel bir ağaç gibi" manasında olmak üzere nasb mahallindedir. İbn Abbas (radıyallahü anh): "Kelime-i tayyibe, "Lâ ilahe illallah" sözüdür" demiştir. Şecere-i tayyibe, ekseri müfessirlerin görüşüne göreyse, hurma ağacıdır. Keşşaf sahibi: "Bu, hurma, incir, üzüm ve nâr ağaçları gibi, meyvesi hoş olan her meyveli ağaçtır. Cenâb-ı Hak buradaki ağaç ile, meyvesi güzel olan ağacı kastetmiştir, ama sözden anlaşıldığı için, bunun hangi ağaç olduğunu belirtmemiştir" demiştir. Asluhâ demek, "Bunun kökü, yani bu güzel ağacın kökü sabittir; ve dalları, yani üst kısımları, semâdadır. Semâdan murad ise göktür, havadır. Çünkü senden yukarıda olan her şey, semâdır. Bu ağaç, yemişini, yani meyvesini ve yenilecek şeylerini her an verir" demektir. Müfessirler, bu zaman hususunda ihtilaf etmişlerdir. İbn Abbas: "Bu, senenin altı ayıdır. Çünkü ağacın meyveye durmasıyla, meyvenin devşirilmesi arasında altı ay bulunur" demiştir. Bir adam İbn Abbas'a gelip: "Kardeşimle, bir zamana, bir "hîn"e kadar konuşmamaya and içtim" der. Bunun üzerine o da "Hîn, altı aydır" der ve bu ayeti okur. Mücâhid ve İbn Zeyd: "Bu, bir senedir; çünkü ağaç seneden seneye meyve verir" demişlerdir. Saîd İbnu'l-Müseyyeb: "Bu, iki aydır; çünkü, hurmanın meyve verme müddeti, iki aydır" demiştir. Zeccâc: "Bizim dil alimlerinden gördüklerimizin hepsi, "hîn" kelimesini, "vakit" kelimesi gibi, ister uzun ister kısa olsun her zaman hakkında kullanılan bir isim olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Buna göre, "Her zaman yemişini verir durur" ifadesinden maksat, "gece ve gündüz; yaz kış; her saat ve her vakit ondan istifâde edilir" manasıdır" demiştir. Müfessirler "Bunun sebebi şudur: Çünkü hurma ağacı, eğer meyvesi toplanmaz da üzerinde bırakılırsa, insanlar bütün sene boyunca ondan istifade edebilirler" demişlerdir. Ben de diyorum ki: Bu alimler, her ne kadar ayetin kelimelerinin manalarını ortaya koymada isabet etmiş iseler de, esas maksadı anlayamamışlardır. Çünkü Allahü teâlâ bu ağacı, bahsedilen o sıfatlarla nitelemiştir Dolayısıyla bunun hurma ağacı veya bir başka ağaç olduğunu bilmeye ihtiyacımız pek yoktur (!) Biz, bahsedilen dört sıfatla mevsûf olan bu ağacın, bu ağaç dünyada ister bulunsun ister bulunmasın, her akıllının onu elde etmeye gayret etmesi gereken kıymetli bir ağaç olduğunu zarurî olarak anlamaktayız. Çünkü bu sıfatlar, elde edilmesi arzulanan şeylerdir. Müfessirlerin "hîn" kelimesi hakkındaki ihtilafları da bu kabîl bir ihtilâftır. İşleri en iyi bilen, Allahdır. Allahü teâlâ daha sonra "Allah insanlara meseller getirir. Olurkionlar, çok iyi düşünüp ibret alırlar" buyurmuştur. Bu "Darb-ı meselde, daha çok anlatma, daha çok hatırlatma ve ibret verme ve manaları daha iyi ortaya koyma bulunmaktadır" demektir. Bu böyledir zira sırf aklî konuları, his, hayâl ve vehm anlayamaz. Binâenaleyh, bu konulara mahsûsât aleminden benzer olan şeyler zikredildiğinde, his, hayâl ve vehm, bu çekişmeyi terkeder, makûl ile mahsûs olan birbirine mutabık olur, böylece de tam bir anlayış meydana gelir; bu şekilde de matluba ulaşılmış olur. Allahü teâlâ "Köf" bir kelimenin meseli (hali) de, toprağın üstünden kopanlıvermiş kötü bir ağaç gibidir ki, onun hiçbir sebatı yoktur" buyurmuştur. Bil ki, "Kötü ağaç" Allah'ı bilmemektir. Çünkü o afetlerin ilki, korkuların başı, bedbahtlıkların da en başta gelenidir. Allahü teâlâ, bunu, şu üç sıfatla muttasıf olan bir ağaca benzetmiştir: Birinci Sıfat, onun kötü bir ağaç olmasıdır. Bazı âlimler, bunun sarımsak ağacı olduğunu, çünkü Hazret-i Peygamberin, sarımsağı şecere-i habise" (kötü ağaç) diye nitelediğini söylemişlerdir: Yine bunun, pırasa olduğu; Hanzala (Ebu Cehil karpuzu) olduğu, çünkü onda çok zararlar bulunduğu; aynı şekilde bunun diken ağacı olduğu da söylenmiştir. Bil ki bu tafsilata ihtiyaç yoktur. Çünkü ağaç bazan, kokusu sebebiyle, bazan tadı sebebiyle, bazen şekli ve görünüşü sebebiyle, bazan da birçok zararlara sebeb olduğu için kötü olabilir. Bütün bu özellikleri kendisinde toplayan bir ağaç her ne kadar mevcut değil ise de, bu özellikleri bilindiğine göre, ona tesbihte bulunmak, gayeye ulaşmak için yararlıdır. İkinci Sıfat: Ayetteki "toprağın üstünden koparıhvermiş'" tabiridir. Bu sıfat, "şecere-i tayyibe"nin, "kökü sabit" şeklindeki sıfatına mukabil zikredilmiştir, (......) kelimesi, kökünden koparıldı" anlamındadır. Bunun masdarı olan "ictisâs" kelimesinin esas manası, cüsseyi tamamen çekip almaktır.,ifâdesi de, "Onun, ne gövdesi ne de kökleri var" demektir. Allah'a şirk koşmak da böyledir. Onun da, ne bir delili, ne bir sebatı, ne de bir kuvveti vardır. Üçüncü Sıfat:"Onun hiçbir sebât yoktur" ifadesidir. Bu sıfat, birincinin tamamlayıcısı gibidir ve "Onun bir istikrarı yok" demektir. Arapça'da (Sebat ettir-sebât etmek) denilmesi gibi, denilir. Bir hüccet ile desteklenmemiş söz, işte burada buna benzetilmiştir. O da sabit, dayanıklı değildir; binâenaleyh, yıkılıp gider. Bil ki kötü söz hakkında yapılan bu benzetme, son derece mükemmeldir. Çünkü Allahü teâlâ, bu ağacı, çok zararlı ve bütün faydalardan hâlî olarak nitelemiştir. Zararlı oluşuna, habise tabiriyle işaret etmiştir; her türlü faydadan uzak olmasına da, "toprağın üstünden kopanlıvermiş. Onun hiçbir sebatı yoktur" ifadesiyle işaret etmiştir. Allah, en iyisini bilendir. Mü'minlerin Sebat ve İstikrarı 27"Allah, iman edenlere dünya bayatında da ahirette de, o sabit sözde sebat ihsan eder. Allah, zâlimleri saptırır, şaşırtır; Allah ne dilerse yapar". Bil ki Allahü teâlâ, güzel kelimenin vasfının, kökünün sabit olması; kötü kelimenin vasfının da, köksüzlük ve istikrarsızlık olduğunu beyân edince, bundan sonra, kendilerinden dünya hayatında sadır olmuş olan sabit sözün, onlar için Allah'ın tütfunun ve mükâfatının sübûtunu gerektirdiğini zikretmiştir. Bundan maksat ise, Marifetullah ve tâatuliahdaki sübûtun, Allah'ın mükâfaat ve ikramının da sübûtunu iktizâ edeceğini beyân etmektir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah sebat ihsan eder" sözü, "Allah mükâfaat ve ikram üzere sebat ihsan eder" anlamındadır. O'nun, "dünya hayatında da ahirette de, o sabit sözde" ifâdesi ise, "Onlar dünya hayatında iken kendilerinden sudur etmiş olan o sabit söz üzere onları sabit kılar" anlamındadır. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Allah zalimleri saptım" buyurmuştur. Yani, "O kötü kelimenin sabit bir kökü ve yükselmiş dalları yoktur. İşte zalim olan kötü kelime sahipleri de böyledir. Allah onları, ikramından uzaklaştırır. Sevabına nail olmaktan alıkor" demektir. Kabir Suali Sırasında Mü'min İle Kâfir Ayetle ilgili, meşhur olan şöyle bir görüş daha bulunmaktadır: Bu ayet, kabirde iki meleğin sorgulaması ve bu sorgulama esnasında, Allah'ın mü'mine hak kelimeyi telkin edip, onu hak üzere sabit kılması hakkında nazil olmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den ayeti hakkında, şöyle dediği rivayet edilmiştir: kabirde, "Rabbin kim? Dinin ne? Peygamberin kim?" denildiğinde o, "Rabbim Allah, dinim islâm. Peygamberim de Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)". der" Benzeri hadis için bkz. Ebu Davud, Sünnet, 27 (4/239). dediği rivayet edilmiştir. ifadesindeki bâ edatından murad, şudur. Allah onları, kabir de, dünya hayatında iken bu söze devam etmeleri sebebiyle sabit kılar, onlara kuvvet verir. Bu sözün, şöyle olan bir aklî izahı daha vardır: Ne zaman bir fiile çokça devam edilirse, bu halin akılda ve kalbte kök salması, daha güçlü ve kuvvetli olur. Binâenaleyh kulun, "Lâ ilahe illallah" zikrine; bunun hakikatlarını ve inceliklerini düşünmeye devam etmesi ne kadar mükemmel ve tam olursa, bu marifetullahın, ölümden sonra da aklında ve gönlünde kök salması daha güçlü ve daha mükemmel olur. İbn Abbas şöyle demiştir: "Kim dünya hayatında kelime-i şehâdete çokça devam ederse, Allahü teâlâ, onu, kabirde bu şehâdet üzerinde sağlamlaştırır (tesbît) ve ona, bunu bizzat telkin eder." Bu ifâdede İbn Abbas, ahireti, "kabir" olarak tefsir etmiştir. Çünkü ölen kimse, ölüm ile, dünya ahkâmından da tamamen uzaklaşıp artıkr ahiret ahkâmına girmiş olur. Ayetteki "Allah zalimleri saptırır" buyruğu, "kâfirler kabirlerinde hesaba çekildiklerinde "bilmiyoruz" derler. Böyle derler, çünkü Allahü teâlâ onları şaşırtır. Cenâb-ı Hakk'ın "Allah ne dilerse yapar" buyruğu da, "Allah dilerse hidâyete erdirir, dilerse saptırır. Fiilinde, O'na kesinlikle itiraz yapılamaz" anlamındadır. Nimeti, Şükür Yerine İnkâr Sebebi Yapanlar 28Âyetin tefsiri için bak:30 29Âyetin tefsiri için bak:30 30"Allah'ın nimetlerini küfür ile değiştirenleri ve kavimlerini helak yurduna, cehenneme sokanları görmedin mi? Onlar oraya girecekler. O ne kötü bir karargâhtır! Onlar, Allah'a, O'nun yolundan saptırmak için benzerler tuttular. De ki: "(Şimdilik) faydalanın! Çünkü, dönüşünüz muhakkak ki, ateşedir". Bil ki Allahü teâlâ bu ayette, yeniden, kâfirlerin hallerini anlatmaya başlayarak, "Allah'ın nimetlerin küfür ile değiştirenleri görmedin mi?" buyurmuştur. Bu, Mekkeliler hakkında nazil olmuştur. Çünkü Allahü teâlâ onları, emin haremine yerleştirmiş, onlara bol ve geniş bir geçim vermiş ve kendilerine Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i göndermişti. Ama onlar, bu nimetin kadr ü kıymetini bilmemişlerdi. Daha sonra Allahü teâlâ onların çeşitli çirkin fiillerini zikretmiştir: Birincisi.Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ın nimetlerini küfür ile değiştirdiler" ifadesiyle anlattığı husustur. Bununla ilgili birkaç izah bulunmaktadır: 1) Bu, şu manaya olabilir; "Onlar, Allah'ın nimetine şükretmeyi, küfür ve nankörlük ile değiştirdiler..." Çünkü onlara bu nimetler sebebiyle şükretmeleri vacib olmuşken, onlar ise küfre saptılar. Böylece sanki şükrü, küfre değiştirip tebdil etmiş oldular. 2) Onlar, bizzat Allah'ın nimetini küfür ile değiştirdiler. Çünkü, onlar küfre sapınca, Allahü teâlâ, onlardan bu nimetini çekip aldı, böylece de, bu nimet yerine onların yanında sadece küfürleri kalmış oldu. 3) Allahü teâlâ onlara, peygamberini ve Kur'ân'ı nimet olarak verdi, buna karşılık ise onlar, iman yerine küfrü tercih ettiler. İkincisi, Allahü teâlâ'nın onlardan naklettiği şu husustur:"kavimlerini helak yurduna soktular." Bevar kelimesi, helak anlamına gelir. Bu manada olmak üzere, "helak olmuş adam" ve "helak olmuş kavim" denilmektedir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Helake mahkum bir kavim oldunuz" (Fetih, 12) ayeti de böyledir. Allahü teâlâ, "Helak yurdu" ile cehennemi kastetmiştir. Çünkü, Cenâb-ı Hakk, helak yurdunu "onları cehenneme sokanlar... o ne kötü bir karargâhtır" diyerek onu "cehennem" olarak tefsir etmiştir. Karar kelimesi, makarr anlamındadır. Bu, ism-i mekân yerinde kullanılan bir masdardır. Üçüncüsü, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar, Allah'a, O'nun yolundan saptırmak için benzerler tuttular" ayetinin ifâde ettiği husustur. Bu hususla ilgili birkaç mesele vardır: Nankörlük Edip Şirke Düşmeleri Allahü teâlâ, o kâfirlerin nimeti küfürle değiştirdiklerini anlatınca, Allah'a nankörlük etmelerinden sonra, bir de O'na ortaklar koştuklarını zikretmiştir. Buradaki cealû kelimesinden murad, "hükmetmek, öylece inanıp söylemek" manasıdır. Endâd kelimesi de, benzerler ve şerikler anlamındadır. Bu şeriklerin birkaç şekilde olması muhtemeldir: 1) O kâfirler, Allah'ın kendilerine in'âm ettiği şeylerden, "Şu, Allah için, şu da bizim şeriklerimiz içindir" diyerek, putlarına da bir pay ayırıyorlardı. 2) Onlar, kullukta, âlemin yaratıcısı ile, putlar arasında ortaklık kuruyor, ikisine birden tapıyorlardı. 3) Onlar, Allah'ın ortakları olduğunu açıkça söylüyorlardı. Mesela onlar haccda telbiye getirirken, "Lebbeyke la şerike leke illâ şerîkun huve leke temlikuhu ve mâ meleke-sana icabet ederim, şerikinden başka ortağın yoktur. O, senindir. Sen, ona ve onun sahip olduklarına maliksin!" diyorlardı. İbn Kesir ve Ebu Amr, burada fiili, yâ'nın fethasıyla (saptı) fiilinden olmak üzere yadıllû (sapmaları için) şeklinde; diğer kıraat imamları ise, "Başkasını saptırdı" fiilinden olmak üzere yudillû şeklinde okumuşlardır. Lam-ı Âkıbe İhtimali (......) ifadesinin başındaki lâm, netice bildiren "lâm-ı akibet"dir. Çünkü, putlara tapmak dalâlete götüren bîr sebeptir. Bunun key (için) manasında bir lam olması da muhtemeldir. O zaman ifâde, "Başkalarını saptırmak için, putlar edinen kimseler" manasında olur. Bu Kelime damme ile yudillû şeklinde okunduğunda, işte bu iki manaya da muhtemeldir; ama nasb ile okunduğundaysa, sadece "akibet lamı" manasını ifâde eder. Buna göre onlar, sadece kendileri sapmak istemişlerdir. Lâm-ı akibet hakkındaki sözün hakikati şudur: Bir şeyden kastedilen husus, ancak o işin en son safhasında hasıl olur. Nitekim, "Önce düşünce, sonra ise tatbikat ve iş" denilir. İşin sonunda hasıl olan her şey, bu manada, murad edilen şeye benzemiş olur. Benzerlik, mecazî ifade kullanılmasını yerinde ve uygun kılan durumlardan biridir. İşte bundan dolayı akibeti ifâde için lamın kullanılması güzel olmuştur. Allahü teâlâ onların çirkin fiillerinden üç çeşidini anlatınca "De ki: "(Şimdilik) faydalanın! Çünkü, dönüşünüz muhakkak ki ateşedir" buyurmuştur. Bundan maksacl şudur: Dünyada kâfirin durumu nasıl olursa olsun, ahirette başına gelecek ikâba nisbetle, bu bir faydalanma ve bir nimettir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "De ki: "(Şimdilik) faydalanın" buyurmuştur. Bir de bu hitâb, Allahü teâlâ'nın, nimeti küfürle değiştirdiklerini haber verdiği kimselere yöneliktir. Onlar bu dünyada Dirçok nimet içindeydiler. Binâenaleyh, "(Şimdilik) faydalanın. Çünkü, dönüşünüz muhakkak ki ateşedir" denilmesi uygun olmuştur. Bu emre, "emr-i tehdit" denilir. Bunun bir benzeri de, "Siz dilediğinizi yapın" (Fussilet, 40) ve: "De ki:"Küfrünle biraz eğlenedur. Çünkü sen muhakkak ateş ehlindensin" (Zümer. 8) ayetidir. 31"İman eden kullanma de ki: "Namazınızı dosdoğru kılın ve ne bir alış-veriş ne de bir dostluk olmayan bir gün gelmezden evvel, rızık olarak size verdiğimiz şeylerden gizli ve aşikâr infak edin". Bil ki Allahü teâlâ kâfirlere, tehdit ve vaîd üslubuyla, dünya nimetlerinden yararlanmalarını emredince bu ayette de, mü'minlere dünyadan istifâdeyi terketmelerini ve malla, canla bütün güçleriyle cihâd etmelerini emretmiştir. Bu ayetle ilgili birkaç mesefe bulunmaktadır: Hamza ve Kisâî ifâdesini, yâ'nın sükûnuyla; diğer kıraat imamları ise, iki sakin harf bir araya gelip, böylece de birinci sakin harf olan yâ, mansûb olarak harekelendiği için fetha ile okumuşlardır. Yukîmü Fiili Hakkında Açıklama Ayetteki yukimu kelimesiyle ilgili olarak iki izah bulunmaktadır: 1) Bunun, mahzûf bir "kul=de!" emrinin cevabı olması mümkündür. Buna göre, kelamın takdiri: "İman eden kutlarıma, namazı kılın ve infak edin" de! Böylece onlar da namazı kılar ve zekâtı verirler" şeklindedir. 2) Bunun, kale fiilinden, emir lâm'ı düşmüş bir emr-i gâib olması da mümkündür. Yani, "namazı kılsınlar" demektir. Bu, "Zeyd'e söyle, Amr'a vursun" demen gibidir. Bu lâm'ın hazfedilmesi caiz olmuştur; çünkü "De!" sözü, bu emir lâmmın yerini tutmaktadır. Eğer cümleye, başında "De ki" emri olmaksızın yukîmû denilerek başlanmış olsaydı, bu caiz olmazdı. İman işini tamamlayan insanın yapacağı iş, sadece nefsi ve malı hususunda bir icraatta bulunmaktır. Nefsine gelince, onu, namaz kılarak Mabuduna hizmetle meşgul etmesi gerekir; malını da, Allah'a taat yolunda bolca harcayarak bezletmesi, sarfetmesi gerekir. İşte bu üç şey, yani iman, namaz ve zekât, muteber ve makbul taatlardır. Bu üç şeyle ilgili olarak söylenmesi gereken hususların tamamını biz, (Bakara. 3) ayetinin tefsirinde zikretmiştik. Mutezile şöyle demiştir: "Bu ayet, haramın rızık olamayacağına delalet eder. Çünkü ayet, rızıktan infâk etmenin övgüye değer bir şey olduğunu göstermektedir. Oysa ki, haramdan yapılan herhangi bir infak ise, mendub değildir. Binaenaleyh bundan, haramın rızık olmadığı neticesi çıkar." Bu sözün izahı, daha önce defalarca geçmişti. Ayetteki sırren ve alâniyeten kelimesinin mansub oluşuyla alâkalı birkaç izah bulunur: 1) Bu, "açıktan açığa ve gizli olarak veren kimseler olarak" manasında olmak üzere takdirinde haldir. 2) Bunlar, "gizli ve açık zamanlarda" manasında, zarf olarak mansubturlar. 3) Bunlar, "gizli bir infak ve de açık bir infakla" takdirinde olmak üzere, mef'ûl-ü mutlak olarak mansub kılınmışlardır. Bundan murat, nafile olanları gizlice vermek, farz olanları açıkça vermektir. Bil ki Allahü teâlâ, namaz kılmayı ve zekât vermeyi emredince, "ne bir alış-veriş ne de bir dostluk olmayan bir gün gelmezden önce" buyurmuştur. Ebu Ubeyde: 'Buradaki alış-veriş, fidye manasındadır; "hilâl" kelimesi de "karşılıklı olarak dost almak, dostluk göstermek" anlamındadır. Bu kelime (dost olmak-dostluk) fiilinden masdardır" demiştir. Mukâtil: "Bu, kendisinde hiçbir alış-veriş, dostluk ve yakınlık bulunmayan bir gündür. Bununla sanki Allahü teâlâ, "kendisinde hiçbir alış-veriş ve dostluk bulunmayan böylesi günlerde, daha önce yaptığınız infâkın karşılığını görebilmeniz için, mallarınızı dünyada iken infâk edip, harcayınız" demek istemiştir" demiştir. Bunun bir benzeri "Ey iman edenler, içinde ne bir alış-veriş, ne bir dostluk, ne de bir şefkat bulunmayan bir gün gelmezden evvel (...)" (Bakara. 254) ayetidir. İmdi, eğer "Allahü teâlâ, "Dostlar o gün birbirine düşmandır, takva sahipleri müstesna" (Zuhruf. 67) buyurarak.o günde bir dostluğun olduğunu bildirdiği halde, niçin bu iki ayette, Kıyamet günü hiçbir dostluğun olmadığını söylemiştir?" denilirse, biz deriz ki: O gün dostluğun olmadığını ifade eden ayet, insan tabiatının temayülü ve nefsin arzusu sebebiyle olan bir dostluğun bulunmadığı manasına; dostluğun bulunduğunu gösteren ayet de, Allahü teâlâ'ya kullukta bulunmak ve O'nu sevmekten dolayı olan bir dostluğun olacağı manasına hamledilir. Allah en iyi bilendir. Allah'ın Nimetleri Saymakla Tükenmez 32Âyetin tefsiri için bak:34 33Âyetin tefsiri için bak:34 34"Allah gökleri ve yeri yaratandır, gökten su indirip onunla, size rızık olarak türlü mahsûller ve meyveler çıkarandır. O, emri ile, gemileri denizde yürümek üzere musahhar kılandır. Akan suları da, yine size musahhar kılmıştır. Güneşi ve ayı, devamlı bir âdet üzere olarak, size musahhar kılan O; geceyi ve gündüzü size musahhar kılan yine O'dur. O, size istediğiniz şeylerin hepsinden verdi. Eğer Allah'ın nimetini birer birer saymak isterseniz, onları toptan bile sayamazsınız. Gerçekten insan çok zâlim ve çok nankördür". Bil ki Allahü teâlâ, sa'îdler ile şakilerin hallerini ortaya koymak için tafsilatlı bilgi verip, o saadetin meydana gelmesinde, en büyük esas ve en büyük makam da, Allah'ı zâtı ve sıfatları ile bilmek (marifetullah); şekâvetin meydana gelmesindeki en büyük sebebin de, bu marifetin bulunmayışı olunca, Hak teâlâ sa'îd ve şakilerin hallerinin peşine, bir yaratıcının varlığına, O'nun ilmi ile kudretinin mükemmel olduğuna delalet eden delilleri getirmiş ve burada on çeşit delili zikretmiştir. 1) Göklerin yaratılışı. 2) Yerin yaratılışı. Allahü teâlâ bu iki hususa, "Allah, gökleri ve yeri yaratandır" buyurmakla işaret etmiştir. 3) "Gökten su indirip, onunla size rızık olarak türlü mahsuller ve meyveler çıkarması..." 4) Emri ile gemileri, denizde yürümek üzere, size musahhar kılması. 5) Akan suları, yine size musahhar kılması. 6 ve 7) Güneşi ve ayı, devamlı bir âdet üzere olarak size musahhar kılması. 8 ve 9) Geceyi ve gündüzü size musahhar kılması. 10) İstediğiniz şeylerin hepsini vermesi. Bil ki bu on delil, bu tefsirde defalarca geçti ve bunların izahları da, yer yer tekrar tekrar yapıldı. Yine de burada onların bazı hususlarını ele almada bir mahzur yoktur. Biî ki ayetteki, "Allah" lafzı mûbteda, ifadesi ise haberdir. Hak teâlâ daha sonra, gökleri ve yeri yarattığından bahsederek söze başlamıştır. Bu tefsirimizde, göklerin ve yerin pek çok bakımdan, Hakîm bir yaratıcının varlığına delalet ettiğini anlatmıştık. Allahü teâlâ, bundan sonra zikredilen diğer bütün deliller buna dayandığı için, söze asıl olan bu iki delil ile başlamıştır. Çünkü O, bundan sonra "O, gökten su indirip, onunla size rızık olarak türlü mahsuller ve meyveler çıkarandır" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Eğer gök olmasaydı, ondan yağmur inmezdi; yer de olmasa idi, yağan yağmur karar kıiacak bir yer bulamazdı. Binâenaleyh bu maksat ve neticenin gerçekleşmesi için, mutlaka bu ikisinin bulunması gerektiği zahirdir. İkinci Bahis: Ayetteki, "Gökten su indirdi" ifadesi ile ilgili iki izah vardır: 1) Su, aslında bulutlardan iner. Bulut, "yüksek" "üstte" demek olan "sümüvv" masdanndan türemiş "semâ" (gök) kelimesi ile ifade edilmiştir. 2) "Allahü teâlâ yağmuru, bizzat gökten indirmiştir." Bu İzah, uzak bir ihtimaldir. Çünkü insan, bazan yüksek bir dağın tepesinde durup da, bulutları kendisinden daha aşağı seviyede görür. O dağdan indiğinde de, o buluttan üzerine yağmur yağdığını görür. Bu, müşahede edilen birşey olduğuna göre, bu hususta münakaşa etmek yersiz olur. Üçüncü Bahis: Bazıları: "Allahü teâlâ o meyveleri ve mahsulleri, insanların gayretine göre gökten inen yağmurlar vasıtası ile çıkarmıştır. Çünkü böyle olmasında, insanların faydası vardır. Çünkü onlar, bu azıcık menfaat ve faydaların bile elde edilmesinde onca zorluk ve yorgunluğun sırtlanılması gerektiğini anlayınca, âhiretin devamlı ve büyük faydasının elde edilmesi için de birtakım zorluklara katlanılması gerektiğini haydi haydi anlarlar. İnsan, bu fazla önemli ve büyük olmayan faydalan elde etmek için rahatını ve huzurunu terkedince, Allah'ın mükafaatını elde edip, ilâhi ikabtan kurtulabilmek için, dünyevî lezzetleri bırakması öncelikle gerekir. İşte bu sebepten ötürü, âhirette mükellefiyet bulunmadığı için, Allahü teâlâ, her insanı orada yorulmadan ve usanmadan arzu ettiği şeye ulaştırır" demişlerdir. Bu, kelamcıların görüşüdür. Diğer bazıları ise şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, gökten inen bu yağmur vasıtası ile meyveleri ve ürünleri yaratır." Bu, tamamen kelâmî bir konu olup, bunu Bakara Sûresi'nde ele almıştık. Dördüncü Bahis: Ebu Müslim şöyle demiştir: "Semerât, genel olarak ağaçta yetişen (meyveler) manasına kullanılır. Bu, aynı zamanda ekinler ve bitkiler manasına da kullanılır. Nitekim Hak teâlâ, "Her biri semeresini (mahsulünü) verdiği zaman, mahsûlünden yiyin. Devşirildiği ve toplandığı gün de hakkını (sadakasını) verin" (Enam, 141) buyurmuştur." Beşinci Bahis: Allahü teâlâ, "Onunla, size rızık olarak türlü semereler çıkardı" buyurmuş ve bununla, "Biz İnsanlar için rızık olsun diye, Allah o meyveleri çıkarır" manasını kastetmiştir. Bundan maksadı kendisinin, insanlara hayır ve menfaatleri ulaştırmak için, bu meyveleri yarattığını anlatmaktır. Çünkü lütuf, ancak lütfeden kimsenin, yaptığı o iş ile lütfettiklerine bir menfaati kastettiğinde bir lütuf ve ihsan sayılır. Altıncı Bahis: Keşşaf sahibi şöyle der: "Ayetteki ifadesi "rızk"ın beyânıdır, yani, "O yağmur vasıtası ile semerelerden ibaret olan rızık çıkardı" demektir. Bu ifadenin, ehrace (çıkardı) fiilinin mef'ûlü, "rızk" kelimesinin de mefûl'den "hâl" olması; yahut da, "rızk"ın, ehracenin mef'ûl-ü mutlakı olması mümkündür. Çünkü buradaki "çıkardı" fiili, "Rızk verdi" manasınadır ve binâenaleyh bunun takdiri, şeklindedir. Ayetteki, "O, emri ile gemileri denizde yürümek üzere size musahhar kılandır" şeklindeki dördüncü delile gelince, bunun bir benzeri de, "Denizde dağlar gibi akıp giden gemilerde O'nun ayetlerindendir" (Şura, 22) ayetidir.Bununla ilgili birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Yeryüzünde biten şeylerden istifâde ancak, denizde yürüyen gemilerin bulunması ile tam ve mükemmel olur. Çünkü Hak teâlâ, yeryüzünün her bölgesine ayrı ayrı nimetler vermiştir. Öyle ki, bir bölgenin nimeti, yeryüzünün diğer bölgelerine taşındığında ve yine oradakiler de bu bölgeye getirildiğinde, ticaretteki kâr oranı artar. Sonra bu nakil için, karanın gemileri demek olan develer (ve benzeri şeylerle) ve denizdeki gemiler ile mümkün olur. İşte ayette bahsedilen gemiler bunlardır. İmdi eğer, "Gemileri insanlar yaptığı halde, Allah'ın, "O, emri ile gemileri... size musahhar kıldı" demesinin manası nedir?" denilirse, biz deriz ki: Biz (ehl-i sünnete) göre, kulların fiillerini de Allah yaratır. Binâenaleyh böyle bir soruya gerek yok. Ama Mu'tezile'ye gelince, onlardan Kâdi buna şöyle cevap vermiştir: "Eğer Allahü teâlâ, kendilerinden gemi yapılan o koskoca ağaçları yaratmamış olsaydı, demiri ve diğer aletleri yaratmamış olsaydı, yine kullarına geminin nasıl yapılacağını öğretmeseydi, suyu, gemilerin üzerinde akıp gideceği bir özellikte yaratmasaydı, rüzgârları ve rüzgârdaki sürükleme kuvvetini yaratmasaydı, nehirleri geniş geniş yapmasaydi ve onlara, gemilerin içinde yüzebileceği bir derinlik vermeseydi, gemilerden istifâde edilemezdi. Binâenaleyh Allahü teâlâ'nın bütün bunların yaratıcısı, müdebbiri ve emre âmâde kılıcı olmasından dolayı, gemilerin Allah'a nisbeti güzel ve yerinde olmuştur." İkinci Bahis: Hak teâlâ, bu musahhar (âmâde) kılma işini, emrine bağlamıştır. Çünkü büyük padişahlar, nadiren, "Bunu o yaptı" diye anlatılır, tavsif edilirler. Onlardan, genellikle şanlarının (durumlarının) yüceliğini göstermek için, "O, şöyle, böyle emretti" diye bahsedilir. Bazı kimseler bu ifâdeyi, "Bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman sözümüz ona ancak, "ol" dememizden ibarettir. O da derhal olur" (Nahl, 40) ayetinin zahirî manasına hamletmişlerdir. Bu izahın özü de, yine bahsettiğimiz şeye varıp dayanır. Üçüncü Bahis: Gemi, cansız varlıklardandır. Binâenaleyh bunun musahhar kılınması, mecazî manada olup, "Gemi su yüzünde, kaptanın istediği şekilde hareket edince, sanki onun emrine verilmiş bir canlı gibi olmuş olur" demektir. Ayetteki beşinci hüccet, "Akan sulan da yine size musahhar kılmıştır" ifâdesinin anlattığı husustur. Bil ki denizin suyundan, sulamada hiç istifâde edilemediği için. Hak teâlâ, nehirleri ve kaynakları çıkarıp akıtmak suretiyle, mahlûkata nimet vermiş olduğunu söylemektedir, öyle ki bu nehir ve gözelerden, ekinlere, bağlara ve bahçelere sular verilir. Deniz suyu içmeye de elverişli değildir. Buna elverişli olan, yine nehir sularıdır. Ayetteki altıncı ve yedinci hüccet, "Güneşi ve ayı, devamlı bir âdet üzere olarak size musahhar kılan O'dur" ifadesidir. Bil ki güneş ve aydan elde edilen fayda çok büyüktür. Allahü teâlâ bunu, pek çok ayetinde anlatmıştır. Hak teâlâ'nın, "(Allah), onların içinde ayı bir nûr yapmış, güneşi de bir kandil (olarak) asmıştır" (Hûd, 16); "Güneş de, ay da hesap iledir"(Rahman. 5); "Gökte burçlar yaratan, onların içinde bir lamba ve nurlu bir ay barındıran (Allah)'ın şanı ne yücedir!" (Furkân, 61) ve "Güneşi bir ışık, ayı da bir nur yapan (Allah)..."(Yunus, 5) ayetleri bunlardandır. Ayetteki daibeyn tabirine gelince, bunun masdarı (......) kelimesi, birşeyin devamlı olarak adeti üzere, bir işi sürdürmesidir. Arapçada, bu manada, fitli kullanılır. Biz, (Yusuf. 47) ayetinin tefsirinde bundan bahsettik. Müfessirler bu kelimenin manasının, "O ikisi, ay ile güneş, hareketlerinde, aydınlatmalarında, karanlığı gidermedeki tesirlerinde, bitkileri ve canlıları ıslah etmede (geliştirmede), değişmez adetleri üzere devam eder giderler" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Çünkü güneş, gündüzün; ay da gecenin sultanıdır (delilidir). Güneş olmasaydı dört mevsim meydana gelmezdi. Dört mevsim de olmasaydı, dünyanın düzeni tamamen bozulurdu. Biz, güneş ve ayın faydalarını, bu kitabın başlarında ayrıntılı olarak zikrettik. Sekiz ve Dokuzuncu Delil, "Geceyi ve gündüzü size musahhar kılan yine O'dur" ifadesidir. Bil ki gece ile gündüzün faydalarından, başka ayetlerde de bahsedilmiştir. Mesela, "Geceyi örtü kıldık, gündüzü maişet vakti yaptık" (Nebe, 10-11) ve, "O, geceyi, içinde sükûn ve istirahat etmeniz için, gündüzü ise aydınlık olarak yaratandır" (Yunus, 67) ayetlerinde olduğu gibi... Kelamcılar, gece ile gündüzün musahhar (emre âmâde) kılınmasının, mecazî bir ifâde olduğunu, çünkü bu ikisinin arızi haller (sıfatlar) olduklarını; sıfatların musahhar kılınmasından Dahseditemeyeceğini söylemişlerdir. Onuncu Delil, "O, size istediğiniz şeylerin hepsinden verdi" buyruğudur. Sonra Allahü teâlâ, bu büyük nimetten bahsedince, bunun peşisıra, sırf bunu vermekle yetinmediğini, kutlarına faydalı olan herşeyi verdiğini de söylemiştir. Bundan maksat onlara bir tahdid ve sınırlama getirilmemesidir. İşte bundan ötürü "O, size istediğiniz şeylerin hepsinden verdi" buyurmuştur. Bu ifadede, mef'ûl mahzûf ofup, takdiri "İstediğiniz her şeyden..." şeklindedir. Bundaki min küllin ifadesi tenvinle okunmuş, ifadesi de hal olmak üzere mahallen mansub menfî bir cümle sayılmıştır. Yani, "O size, istemediğiniz halde, herseyden vermiştir" demektir. Buradaki ma edatının ism-i mevsul olması da caizdir. Buna göre kelamın takdiri, "O size ihtiyaç duyduğunuz herşeyi ve ancak kendisi ile hallerinizin ve geçiminizin uygun hale geldiği şeyleri vermiştir" şeklindedir. Buna göre sanki, "İstediğiniz ve lisan-ı haliniz ile arzu ettiğiniz her şeyi verdi" denilmektedir. Sayısız Nimetleri Anlamak İçin Tefekkür Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu nimetlerden bahsedince, sözünü "Eğer Allah'ın nimetini birer birer saymak isterseniz, onları toptan bile sayamazsınız" diye bitirmiştir. Vahidî şöyle der: "Bu ifâdedeki "nimet" kelimesi masdar yerini tutan bir isimdir. Nitekim Arapça'da, "Allah ona nimet in'âm etti" denilir. Burada "nimet" kelimesi, "İn'âm" masdan yerine kullanılmıştır. Bu tıpkı senin derken, infak ile nafaka kelimelerini aynı manada kullanman gibidir. İşte bundan ötürü, bu kelime, masdar manasında oluğu için, cemî olarak getirilmemiştir. Binâenaleyh, tabiri "Çok olduğu için Allah'ın bütün nimetlerini saymaya güç yetiremezsiniz" manasınadır. Bil ki İnsan, Allah'ın bütün nimetlerini bilip saymasının imkânsız olduğunu anlamak istediğini, bundan âciz olduğunu görmesi için, herhangi bir şey hakkında düşünmesi gerekir. Biz bu hususta şu iki misali veririz: Birinci Misal: Doktorlar, sinirlerin iki kısma ayrıldığından bahsetmişlerdir: a) Beyindeki sinirler, b) Omurga içinden beyne ulaşan sinirler. Beyindeki sinirler, yedi kısımdır. Doktorlar daha sonra, o yedi ruhtan (kısımdan) herbirinden neş'et eden hükmü bilme hususunda kendilerini yormuşlardır. Sonra o yedi ruhtan herbirinin çok çeşitli dallara, onların da kıldan daha ince dallara ayrıldığında ve herbirinden insanın uzuvlarına geçişler bulunduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh eğer onlardan tek bir şube, ya kemiyet (sayı), ya keyfiyet (özellik), ya da yeri bakımından bir zarar görse, bünyenin fayda ve düzeni de zarar görür, zedelenir. Sonra o ince kılcal dalların sayılan cidden çoktur ve herbirinin belli bir vazifesi vardır. Binâenaleyh insan bu hususta tefekkür ettiğinde, bu sinir ağlarının her birinin büyük bir nimet olduğunu, onlardan biri iş yapamaz hale gelecek olsa, kul üzerindeki zararının çok büyük olduğunu anlar. Yine o, bunlara vâkıf olmanın ve hallerini öğrenmenin imkânı olmadığını da anlamış olur. İşte bu noktada, "Eğer Allah'ın nimetini birer birer saymak isterseniz, onları toptan bile sayamazsınız" ayetinin yerinde olduğunu tam olarak anlar. Bu hususları, kılcal sinirler hakkında düşündüğün gibi, aynısını atardamar, şahdamarı ve kemiyet, keyfiyet, yer, tesir bakımından basit ve mürekkeb uzuvlar hakkında da düşün. Böylece sen, bütün bunların, sahili olmayan bir okyanus olduğunu görürsün. Sen bunları, tek bir insanın bedeni için düşünürsen, Allah'ın senin bedenin ve ruhun bakımından sana verdiği nimetlerinin kısımlarını anlarsın. Çünkü ruhlar âleminin enteresanlıkları, bedenler âleminin enteresanlıklarından daha çoktur. Sonra sen, tek bir canlının halini nazar-ı dikkate aldığında, işte o noktada, felekler ve yıldızlar âleminin halleri ile, unsurların tabakalarını, kara, deniz, bitki ve canlılar âleminin enteresanlıklarını da nazar-ı dikkate al. İşte o noktada, bütün mahlûkatın akıllarının birleştirilip tek bir akıl yapılması, sonra da o akıl ile insanın, Allahü teâlâ'nın en basitindeki hikmetlerinin enteresanlığı hususunda düşünmesi halinde bile, ondan ancak çok azını anlayabileceğini görmüş olur. Allah'ı, vehmedenlerin vehminden tenzîh ve takdis ederiz. İkinci Misal: Sen, ağzına koymak için tek bir lokma aldığında, o lokmanın öncesini ve sonrasını bir düşün. Onun öncesindeki durumlarına gelince: Bil ki, o tek lokma ekmek, ancak bütün bu âlem, en doğru şekilde (düzeni üzere) devam ettiğinde tam olur. Çünkü onun meydana gelmesi için, buğday lâzım. O buğday da, ancak dört mevsim ile, tabiatın (toprağın) şu yapısı ile, rüzgârların ve yağmurların olması ile meydana gelebilir. O buğday ancak feleklerin dönmesinden ve hareket, yön, sür'at bakımından belli bir tarz üzere bi. birleri ile nizam içinde olmasından sonra meydana gelebilir. Bundan sonra onun öğütülmesi ve ekmek yapılması için âletler gerekir. Bu da ancak demir madeninin, dağların karnından doğması (çıkarılması) ile mümkün olur. Sonra o demir aletlerin ıslahı (yapılması), ancak onlardan önce mevcut olan başka bir demir aletle olmuştur. Bu silsilenin, ilk demir alete varıp dayanması gerekir. O halde bu aletlerin bu belli şekilde nasıl meydana geldiklerini bir düşün. Bunlar meydana geldiğinde, o undan o ekmeğin meydana gelebilmesi için şu dört unsurun, yani toprak, su, hava ve ateşin bulunması gerektiğine dikkat et. Bütün bunlar, o bir lokma ekmeğin, meydana gelmezden önceki halleri ile ilgili hususlardır. O lokmanın, lokma olmasından sonraki hallerini düşünmeye gelince: O canlının (onu yiyen canlının) bedeninin yapısını bir düşün, o canlının, o lokmadan istifade edebilmesi için, Allahü teâlâ'nın onu nasıl yarattığını bir düşün. Yine o canlının bu yemeden nasıl zarar göreceğini bir düşün. O zararın hangi uzuvlarda meydana geldiğine tak. Bu azıcık şeyi, ancak sen bütün anatomi ve tıp ilmini bilmekle anlayabilirsin. Binaenaleyh tek bir lokmadan istifâdeyi bilmenin, ancak bütün bunlan bilmekle mümkün olduğu; aklın, bu konuların en azını bile tam anlamaktan âciz kaldığı ortaya çıkmış olur. Böylece de, bu kesin ve aklî delil ile, Allahü teâlâ'nın, "Eğer Allah'ın nimetini birer birer saymak isterseniz, onları toptan bile sayamazsınız" buyruğunun ne kadar doğru olduğu anlaşılır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Gerçekten insan çok zalim ve çok nankördür" buyurmuştur. Bunun, "İnsan, bu nimetlerin şükıünü yerine getirmemek suretiyle zâlim olmuş ve bu nimetlere karşı alabildiğine nankörlük ettiği içinde keffâr (çok nankör) olmuştur" manasında olduğu söylenmiştir. Yine bunun, "İnsan şiddet (belâ-musıbet) esnasında şikayet edip, feryâd-ü figânı bastığı için, zalim; nimetleri toplayıp başkasına vermediği için de keffâr (nankör)dür" manasında olduğu söylenmiştir. Buradaki "insan" lafzı ile, belli bir kimse değil, bütün insan cinsi kastedilmiştir. Yani "Bu cinsin âdeti, söylediğimiz bu şeydir" demektir. Bu hususta şu iki bahis vardır: Birinci Bahis: İnsan, unutma ve usanma karakteri üzere yaratılmıştır. Binâenaleyh o, bir nimet elde ettiğinde, onu hemen unutur ve şükrünü yerine getirmemek suretiyle o nimete zulmetmiş olur. Bunu unutmasa bile, kısa zamanda ondan usanır da, nankörlüğe düşer. Hem sonra Allah'ın nimetleri pek çoktur. Binâenaleyh insan, onların bazılarını düşünürken, diğer bazılarından gafil olmuş olur. İkinci Bahis: Allahü teâlâ bu ayette, "Eğer Allah'ın nimetini birer birer saymak isterseniz, onları toptan bile sayamazsınız. Gerçekten insan çok zâlim ve çok nankördür" buyurmuş; Nahl Sûresi'nde ise, "Allah'ın nimetini birer birer saymak isterseniz, onları toptan bile sayamazsınız. Seksiz şüphesiz Allah gafur ve rahimdir" (Nahl, 18) buyurmuştur. Bu hususta düşündüğümde, aklıma şöyle bir incelik geldi: Cenâb-ı Hak sanki şöyle demektedir: "Pek çok nimet mevcut olup, sen o nimetleri aldığında ve onları veren ben olduğumda, onu alırken sende şu iki vasıf meydana gelir; yani zalûm (çok zâlim) ve keffâr (çok nankör) olman; onları verirken bende de şu iki vasıf meydana gelir, gafur ve rahim olmam." Buna göre Allahü teâlâ sanki, "Sen zalûm olsan da ben gafurum; sen keffâr (nankör) olsan da ben rahîm'im. Senin âciz olduğunu ve kusur edeceğini biliyorum. Senin kusurlarına, bol bol vererek; kabalığına da tastamam vererek karşılık veririm" demek istemiştir. Allahü teâlâ'dan, güzel bir akıbet (son) ve rahmetini isteriz. Hazret-i İbrahim'in Dilediği Şeyler 35Âyetin tefsiri için bak:36 36"Hatırla o zamanı ki ibrahim, "Ya Rabbi, bu şehri emniyetli kıl. Beni de, oğullarımı da putlara tapmaktan uzak tut" demişti.. "Rabbim, çünkü onlar. insanlardan birçoğunu baştan çıkardılar. Bundan sonra kim bana uyarsa, işte o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, gerçekten sen gafur ve rahimsin ". Bil ki Allahü teâlâ, önceki delillerle, kendisinden başka bir ma'budun bulunmadığmı ve kendisinden başkasına ibadetin kesinlikle caiz olmadığını beyan edince, bu ayette de Hazret-i İbrahim'in putperestliği kabul etmemedeki aşırı dikkatini nakletmiştir. Bil ki Allahü teâlâ, İbrahim (aleyhisselâm)'in kendisinden şunları niyaz ettiğini bildirmiştir: Birincisi: "Ya Rabbi, bu şehri emniyetli kıl" ifadesidir. Buradaki, "şehir" ile Mekke; "âminen" sözü ile de "emniyetli" manası kastedilmiştir. Eğer, "Hak teâlâ'nın "Ya Rabbi, bunu, emniyetli bir belde kıl" (Bakara, 126) ifadesi ile, bu ayetteki, "Ya Rabbi, bu beldeyi emniyetli kıl" ifadesi arasında ne fark var?"denilirse, biz deriz ki: Hazret-i İbrahim, önceki ifadede, Cenâb-ı Hak'tan Mekke'yi, ahâlisinin emin olduğu, korkusuzca yaşadığı beldelerden sini; ikincisinde ise, o şehirden, daha önce mevcut olan korku sıfatını (özelliğini) giderip, onun yerine zıddı olan "emniyet" sıfatını vermesini istemiştir. Sanki o, "Bu korku dolu bir beldedir. Binâenaleyh onu emin bir belde kıl" demek istemiştir. Bu hususun izahı Bakara Sûresi'nde geçti. Putlara Tapmaktan Korunma Niyazı İkincisi "Beni de evlatlarımı da putlara tapmaktan uzak tut" ifadesi olup, bununla ilgili birkaç mesele vardır: Buradaki fiil, ecnibnî şeklinde de okunmuştur. Bu fiil, şu üç babdan da gelir: Cenebe, ecnebe, cennebe. (O, onu uzaklaştırdı.) Ferrâ şöyle demiştir: "Hicazlilar, bunu sülâsî siğâsıyla kullanırlarken, Necidüler, "O beni şerrinden uzak tuttu" manasında derler. Bunun asıl manası, bir şeyi birşeyden uzak tutmak kenâra çekmektir." Birisi şöyle diyebilir: "Bu ayette, birkaç bakımdan bir müşkıllık var: 1) İbrahim (aleyhisselâm), Rabbisinden Mekke'yi emin kılmasını niyaz etmiş; ama Allah duasını kabul etmemiştir. Çünkü bir grup insan, Mekke'ye saldırmış ve Kâ'be'yi yıkmıştır. 2) Peygamberler, kesinlikle putlara tapmamışlardır. Durum böyle olunca, onun "Beni putlara tapmaktan uzak tut" demesinin hikmeti nedir? 3) O, Allahü teâlâ'dan, kendi soyunu da putperest kılmamasını istemiştir. Allahü teâlâ ise, onun bu duasını kabul etmemiştir. Çünkü Kureyş kâfirleri onun soyundandır ve puta tapınışlardır. Buna göre eğer, "Mekke kâfirleri, İbrahim (aleyhisselâm)'in oğulları değil, oğullarının oğullarıdır. İbrahim (aleyhisselâm) ise, evlatları için duâ etmiştir" denilirse, biz de deriz ki: "Ayette bahsedilen "oğullar" ile, onun kendi oğulları, yani İsmail ve İshâk kastedilmiş ise, bunlar ulu peygamberlerdendir. Peygamberlerin putlara tapmadığı malumdur. Binâenaleyh aynı soruya aönütür ve: "Bu duanın hikmeti ve manası nedir?" denilir. Birinci soruya şu iki bakımdan cevap veririz: 1) Rivayet edildiğine göre, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), Kâ'be'yi inşâ edip bitirince, bu duayı yapmıştır. Bununla, o beldenin harap edilmekten emin kılınmasını niyaz etmiştir. 2) Bundan murad, o beldede oturanların emin (emniyetli) kılınmalarıdır. Bu tıpkı, "O köye sor" yani, "köyün halkına sor" (Yusuf, 82) ayetinde olduğu gibidir. Ekseri müfessirterin kanaati, bu izah üzeredir. Bu manaya göre, bu soruya şu iki şekilde cevap verilir: Birincisi: Bu, Mekke'ye alabildiğine bir emniyetin verilmesi manasınadır. Bu böyledir, çünkü korkan bîr kimse Mekke'ye sığındığında emin olurdu. İnsanlar, aralarındaki onca düşmanlığa rağmen, Mekke'de karşılaştıklarında, birbirlerinden korkmaz, çekinmezlerdi. Yabanî hayvanların orada emin oluşu da, bundandır. Çünkü onlar, Mekke'de insanlara yaklaşır, Mekke dışında ise insanlardan kaçarlar. Binâenaleyh böylesi bir emniyet sadece Mekke'de vardır. Bu sebeple Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in duasını bu manaya hamletmek gerekir. İkincisi: O beldenin emin kılınmasını niyazdan maksat, "Onu, emir ve hükümler ile, emin kıl" manasıdır. Böyle bir emir ve hüküm orada kesinlikle mevcuttur. Peygamber Şirkten Masun Değil midir? İkinci suâle şöyle cevap verilir: Zeccâc bunun manasının, "Beni, o putlara ibadetten uzak durmada devam ettir" şeklinde olduğunu söylemiştir. Bu tıpkı, "Ey Rabbimiz. ikimizi de sana müslüman kıl (yani teslimiyette sabit kıl)" (Bakara, 128) ayetinde olduğu gibidir. Birisi "Bu soru, yine devam etmektedir. Çünkü Allahü teâlâ'nın, peygamberleri, putlara tapmaktan geri durma hususunda sebatlı kıldığı malumdur. Binâenaleyh bu isteğin (niyazın) hikmeti nedir?" diyebilir. Bence, buna cevap olarak, şu iki izah doğru olur: 1) Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), her nekadar Cenâb-ı Hakk'ın kendisini putlara ibadetten koruyacağını biliyorsa da, tevazu göstererek ve her isteğinde Allah'ın fazlına olan ihtiyacını ortaya koymak için bunu söylemiştir. 2) Sûfîler şöyle derler: "Şirk iki çeşittir: a) Açık şirk (şirk-i celi), ki bu, müşriklerin içine düştükleri şirktir. b) Gizli şirk (şirk-i hafî). Bu, kalbin zahirî sebep ve vasıtalara bağlanması, (hadiseleri onlardan bilmesi)dir. Halis tevhid (tevhid-i mahz) ise, insanın gözünü bütün sebep ve vasıtalardan çevirip, onları nazar-ı itibara almayıp, Hak teâlâ'dan başka bir mutasarrıf görmemesidir." Buna göre, ayetteki "Beni de oğullarımı da putlara tapmaktan uzak tut" ifadesinden murad, Allah'ın, kendilerini bu şirk-i hafiden korumasıdır. Ne kastettiğini en iyi Allah bilir. Kureyş'in Müşrik Olmasının İzahı Üçüncü soruya, birkaç şekilde cevap verilir: 1) Keşşaf sahibi, "Buradaki "oğullarım" ifadesi ile Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), sulbünden olan oğullarını (öz oğullarını) kastetmiştir ve bu duanın faydast, aynen vecnubnî (uzak tut) ifadesi ile ilgili olarak zikrettiğimiz faydadır" demiştir. 2) Birisi demiştir ki: "Oğullarım ifadesi ile, bu duanın yapıldığı esnada mevcut olan oğullarını ve torunlarını kastetmiştir. Binâenaleyh bu duanın, onlar hakkında kabul edilmiş olduğunda şüphe yoktur." 3) Mücahid şöyle demiştir: "Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in oğullarından hiçbiri, hiçbir saneme tapmadı." Sanem, şekil verilmiş heykel (şeklindeki) putlar, "vesen" ise, şekil verilmemiş puttur. Kureyş kâfirleri, şekil verilmiş heykellere değil, belli kayalara (taşlara) ve belli ağaçlara (kütüklere) ibadet ediyorlardı. Bu cevap, kuvvetli değildir. Çünkü Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) bu dua ile mutlak olarak Allah'tan başkasına kulluğu kastetmiştir. Taş ve kaya bu hususta aynıdır. 4) Bu dua, O'nun evlâdından (soyundan), mü'min olanlara hastır. Bunun delili, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, ayetin sonunda, "Kim bana uyarsa, işte o bendendir" demiş olmasıdır. Bu, dini hususunda ona uymayanın, ondan olmadığını ifade eder. Bunun bir benzen de. Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'a, (kâfir oğlu için) söylediği şu sözdür: "Ey Nûh. o katiyyen senin ailenden değildir. Çünkü o(nun işlediği) sâlih olmayan bir iştir" (Hûd, 46). 5) Belki der Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), her ne kadar umûmî duâ yapmış ise de, Cenâb-ı Hak, onun duasına, bir kısım soyu için icabet etmiş, bir kısmı için etmemiştir. Bu, peygamberleri hakir görme manasına gelmez. Bunun bir benzeri, Cenâb-ı Hakk'ın İbrahim (aleyhisselâm) hakkında söylediği şu sözdür: "(Allah) "seni insanlara imam (rehber) yapacağım" dedi. (ibrahim). "Zürriyetimden de ..."dedi. Allah ise. "Zalimler ahdime eremez" dedi" (Bakara, 124). Alimlerimiz, ayetteki "Beni de, oğullarımı da putlara tapmaktan uzak tut" ifadesini küfür ve imanın Allah'tan olduğuna delil getirmişlerdir. Bunu şöyle izah ederiz: İbrahim (aleyhisselâm), Allahü teâlâ'dan kendisini ve soyunu küfürden uzak tutmasını istemiştir. Bu, küfürden uzaklaştırmanın ve imana yaklaştırmanın ancak Allahü teâlâ tarafından olduğuna delâlet eder. Mutezile'nin, "Bu, lütuf fiilleri (Allah'ın lütfetmesi) manasına hamledilir" şeklindeki görüşleri yanlıştır. Çünkü bu, ayetin zahirini bırakmaktır. Hem sonra, biz (ehl-i sünnet) bu görüşün yanlışlığı hususunda pek çok izahlar yapmışızdır. Daha sonra Cenâb-ı Allah, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, "Rabbim, çünkü onlar insanlardan birçoğunu baştan çıkardılar" dediğini bildirmiştir. Bütün mezhepler, buradaki edlalne "Baştan çıkardılar, saptırdılar" ifadesinin, mecazî bir ifade olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü putlar cansız varlıklardır. Cansızlar ise, hiçbirşey yapamazlar. Fakat onlara tapmada bir saptırma (dalâlet) söz konusu olduğu için, bu saptırma işi mecazen onlara nisbet edilmiştir. Nitekim sen, "Onlar, onun yüzünden fitneye düştüler ve aldandılar" manasında, "Dünya onları fitneye düşürdü ve aldattı" dersin. Daha sonra "Bundan sonra kim bana uyarsa, işte o bendendir" yani, "Kim dinim ve inancım hususunda bana uyarsa, o bendendir, yani, o bana son derece bağlılığından ve yakın oluşundan ötürü, sanki bir parçam gibidir" "Kim de bana karşı gelirse", dinin dışına çıkmak suretiyle bana isyan ederse "Sen gafur ve rahimsin (ey Rabbim)" demiştir. Alimlerimiz, bu ayeti, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in bu sözü, ümmetinden büyük günah sahipleri için olacak şefaati kastederek söylediğine delil getirmişlerdir. Bunun delili, "Kim de bana karşı gelirse, sen gafur ve rahimsin " ifadesinin o isyankâr kimseler için mağfiret ve rahmet istediği hususunda açık bir ifade oluşudur. Buna göre biz diyoruz ki: "O âsifer ya kâfir idiler, ya değildiler. Kâfir olmaları ihtimali, şu iki açıdan batıldır: a) Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) bu ayetin başında, "Beni de, oğullarımı da putlara tapmaktan uzak tut" sözü ile, kendisinin kâfirlerden uzak ve berî olduğunu bildirmiştir. Hem sonra onun, "Bundan sonra kim bana uyarsa, işte o bendendir" ifadesi, dolaylı olarak, dininde ona tabi olmayanların kendisinden olmadığına delâlet etmektedir. Binâenaleyh o, onların işlerini düzeltmeye uğraşmaz. b)Ümmet-i Muhammed, kâfirlerin cezasını düşürmek için şefaatin söz konusu olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Bu, söz konusu olmadığına göre, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'ın. "Kim de bana karşı gelirse, sen gafur ve rahimsin" ifadesinin, kâfirlerden olmayan, âsî (günahkâr) ümmeti hakkında bir şefaat manasına olduğu sabit olmuş Bu sabit olunca biz diyoruz ki: O isyan ya küçük günahlardır, yahut da tevbeden sonra veya önce işlenen büyük günahlardandır. Birinci ve ikinci ihtimal batıldır. Çünkü, 'Kim de bana karşı gelirse (âsî olursa)" lafzı, mutlak bir lafızdır. Binâenaleyh bunu, küçük günahlar ile sınırlandırmak, kelamın zahirini bırakmak demektir. Hem sonra, tevbe edilen büyük ve küçük günahların bağışlanması, hasmımız (Mu'tezile'ye) göre Allah'a vaciptir. Dolayısıyla, ayetteki bu ifadeyi, tevbe edilmiş günahlara hamletmek de mümkün değildir. Böylece, bu ayetin sadece tevbesi edilmemiş büyük günah sahiplerinin cezalarının düşürülmesi konusunda bir şefaati ifade ettiği sabit olmuş olur. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Şefaati Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in böyle bir şefaat yapacağı sabit olunca, bu sebeplerden ötürü. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de şefaat edeceği sabit olmuş olur: a) Bu iki peygamber arasında, bir fark olduğunu söyleyen yoktur. b) Bu şefaat makamı, makamların en yücesidir. Binâenaleyh eğer bu iş Hazret-i Muhammed için söz konusu olmadığı halde, Hazret-i İbrahim için söz konusu olacak olsa, hiç şüphesiz bu durum Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) için bir noksanlık olmuş olur. c) Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) Hak teâlâ'nın, "İşte bunlar Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. Öyleyse sen de onların hidayetine uy" (Maide, 90) ve "Sonra, muvahhid olarak İbrahim'in dinine uy diye sana vahyettik" (Nahl. 123) ayetlerinden ötürü, Hazret-i İbrahim'e uymakla emrolunmuştur. İşte bu, Hazret-i Muhammed'in de şefaat edeceği ve büyük günah sahiplerinden cezayı düşüreceği hususunda en uygun izahtır. Allah, en iyi bilendir. Bunu iyice anladığına göre, bu hususta müfessirlerin görüşlerini zikredelim: Süddî, "Bu, "Kim de bana âsî olur, sonra tevbe ederse.."manasınadır" demiştir. Bu dua, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), Hak teâlâ'nın şirki bağışlamayacağını öğrenmesinden önce idi" diye tefsir edildiği gibi, "Küfre devam etmek sureti ile, kim bana âsî olursa, sen gafur ve rahimsin, yani, sen küfürden İslâm'a geçirmek suretiyle, onu bağışlamaya ve ona merhamet etmeye kadirsin" manasında olduğu da söylenmiştir. ne bu mağfiretten muradın, Hak teâlâ'nın onları hemen cezalandırmayıp tevbe etmeleri için mühlet vermesi olduğu, yahut da onları acele yok etmeyip, tevbe fırsatı bulamamalarına sebebiyet vermemek olduğu söylenmiştir. Bil ki bu izahlar zayıftır. Birincisinin yani, bu şefaatin, tevbe edilmiş olma şartı ile günaha şefaat etme manasına hamledilmesi görüşüne gelince, biz bunun yanlış olduğunu daha önce ortaya koymuştuk. İkincisinin, yani Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in bunu istemesinin, Allah'ın şirki bağışlamayacağını öğrenmesinden önce olması görüşüne gelince, biz deriz ki: Bu ela doğruluktan uzak bir izahtır. Çünkü biz, bu ayetin başlangıcının, İbrahim (aleyhisselâm)'in bu duâ ile kâfirlerin ikâbını düşürme hususunda bir şefaati kastetmiş olmasının mümkün olmadığına delâlet ettiğini açıklamıştık. Üçüncüsüne, yani Allah'ın gafur ve rahim oluşunun, o kâfirleri küfürden imâna geçirmesi manasına gelmesi görüşüne gelince, bu da uzak bir ihtimaldir. Çünkü mağfiret ve rahmet, ikâbı (cezayı) düşürme manasını iş'âr etmektedir, yoksa bu iki kelime de küfür sıfatından, iman sıfatına nakil manasını iş'âr etmemektedir. Allah en iyi bilendir. Dördüncüsüne gelince ki bu, buradaki mağfiret ve rahmetin cezalandırmayı hemen verme veya hemen öldürmeme manasına hamtedilmesidir. Biz deriz ki: "Bu da yanlıştır. Çünkü bugünümüzün kâfirleri, onlardan daha çoktur ve Allahü teâlâ, müslümanlar bunların mağfiret ve rahmet olunmayacakları hususunda ittifak etmiş oldukları halde, bunlara hemen ikâb etmemekte ve hemen öldürmemektedir. Binâenaleyh mağfiret ve rahmeti, bu izah ile ikabı hemen vermemek manasında tefsir etmek bâtıldır. Zikrettiğimiz bu hususlar ile, ortaya koyduğumuz delilin doğruluğu ortaya çıkmıştır. Allah, en iyi bilendir. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in Yedi Dileği 37Âyetin tefsiri için bak:41 38Âyetin tefsiri için bak:41 39Âyetin tefsiri için bak:41 40Âyetin tefsiri için bak:41 41'Ya Rabbi, ben eviadlarımdan kimini, senin mukaddes evinin yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim, Rabbimiz namaz kılsınlar diye.. Artık sen, asanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir. Onları, bazı meyvelerle rızıklandır, umulur ki şükrederler. Ey Rabbimiz, gizlediğimizi de, açıkladığımızı da şüphe yok ki sen bilirsin. Zaten, yerde ve gökte olan hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. Bana. ihtiyarlığıma rağmen ismail'i ve İshâk'ı bahşeden Allah'a hamdolsun. Çünkü benim Rabbim duayı elbette işitir. Ya Rabbi, beni doğru namaz kılan eyle. Zürriyetimden de (böyle namaz kılanlar yarat). Ey Rabbimiz. duamı kabul et. Ey Rabbimiz, hesabın görüleceği gün. beni, ana-babamı ve bütün imân edenleri bağışla". Bil ki Cenâb-ı Allah, bu ayetlerde, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, duasında yedi şeyi istediğini haber vermektedir: Birinci İsteği: Allah'tan güvenlik nimetini istemesidir. Bu, "Ya Rabbi, bu şehri emniyetli kıl" sözü İle ifâde edilmiştir. Bu duada, önce emniyet nimetini istemek, güvenliğin, nimet ve hayır çeşitleri içinde en büyüğü olduğuna; din ve dünya maslahatlarından herşeyin ancak onunla tamamlanacağına delalet eder. âr alime: "Emniyet mi, yoksa sıhhat mi daha üstün ve hayırlıdır?" diye sorulduğunda : Emniyet daha üstündür. Bunun delili şudur: Eğer bir koyunun ayağı kırılsa, bir müddet sonra iyileşir ve yayılmaya-yemeye tekrar başlar. Ama eğer o bir yere ve bağlandığı yerin yakınında bir kurt olsa, yemekten alıkonmuş olur ve (korkusundan) ölünceye kadar, birşey yiyemez. Bu, korkudan doğan zararın, beden acısından doğan zarardan daha şiddetli olduğuna delâlet eder" demiştir. İkinci İsteği: Cenâb-ı Hakk'ın, ona tevhidi nasip edip onu şirkten koruması... Buda İbrahim (aleyhisselâm)'in: "Beni de oğullarımı da putlara tapmaktan uzak tut." (ibrahim, 35) şeklindeki duasından anlaşılan husustur. Mekke'nin Bereketlenmesi Dileği Üçüncü İsteği: Bu onun, Rabbim, ben evlâtlarımın kimini, senin Mukaddes Evi'nin yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim" şeklindeki duasından anlaşılan husustur. O halde onun, ifadesinden maksat, "Zürriyetimirı kimini"dir. Bu da. İsmail (aleyhisselâm) ile ondan doğanlardır. (......) kelimesi Mekke vadisine işaret etmektedir. (......) tabiri üzerinde ziraat ve ekin namına hiçbir şey bulunmayan, demektir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın "tenakuz ve ihtilâftan uzak, dosdoğru Arapça bir Kur'ân olarak" (Zümer, 28) ayeti gibidir. Bu, "Kendisinde herhangi bir eğrilik, tenakuz bulunmayan" anlamındadır. Kâ'be'ye Muharrem (Mukaddes) Denilmesinin Sebebi (......) ifadesine gelince: Alimler, o 'ev'e, "Muharrem" (mukaddes) denilmesi hususunda da şu izahları yapmışlardır: 1) Allahü teâlâ oraya sataşmayı ve orayı hafife almayı haram kılmış, oranın saygınlığından dolayı da, onun etrafını haram kılmıştır. 2) Orası, tıpkı hakkı, kendisinden uzak durulmak olan haram kılınmış bir şey gibi devamlı bir şekilde aziz ve kendisine saygı duyulan bir yer olagelmiştir. 3) Oraya "Muharrem" vasfı verilmiştir; zira orası, içerisinde saygısızlık edilmesi helal olmayan; saygınlığı büyük olan muhterem bir yerdir. 4) Orası, Tûfan'dan uzak kalmıştır. Yani, Tufan oraya uğrayamamıştır. Zira o, Tûfan'dan uzak kalıp da Tufan kendisine hükümran olamadığı için el-Atîk (hür, azâde) diye adlandırılmıştır. 5) Allahü teâlâ, oraya varanlara, daha önce kendilerine helâl olan birtakım şeyleri kendilerine haram etmelerini emretmiştir. 6) Allah gökleri ve yeri yaratırken, Ev'in yerini haram mıntıka kılmış ve onun etrafını yedi melek kuşatmıştır. Bu, tıpkı, Hazret-i Adem'in yapıp da, derken yedinci semâya kaldırılan Beyt-i Ma'mûr gibidir. 7) Allahü teâlâ kullarına, oraya kan, pislik ve diğer şeyleri yaklaştırmalarını haram kılmıştır. Rivayet olunduğuna göre Hacer, Sâre'nin cariyesi idi. Derken Sâre, Hacer'i İbrahim (aleyhisselâm)'e hibe etti. Hacer de İbrahim (aleyhisselâm)'e. İsmail (aleyhisselâm)'i doğuruverdi. Bunun üzerine Sâre: "Ben Allah'ın, bana dostu, hatîli olan İbrahim'den bir çocuk vermesini beklerdim; ama O, onu bana vermedi, onu hizmetçime verdi" dedi. Yine Sâre, İbrahim (aleyhisselâm)'e, "onları benden uzaklaştır" dedi; bunun üzerine de İbrahim (aleyhisselâm) onları, İsmail daha memede iken Mekke yöresine götürüp bıraktı. Geriye dönerken, Hacer: "Bizi kime bırakıyorsun?" deyince de, İbrahim (aleyhisselâm): "Allah'a" cevabını verdi. Sonra da, "Va Rabbi, ben evlatlarımdan kimini, senin Mukaddes Evinin yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim" diye duâ etti. Daha sonra da, hem Hacer, hem de çocuk susadılar. Derken Hacer, çocuğunu, zemzemin fışkıracağı yere getirdi. Çocuk, ayağıyla vurdu, bunun üzerine oradan su kaynamaya başladı. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Allah, ismail'in annesine merhamet etsin. O acele etmeseydi zemzem,fışkıran, kaynayan bir göze olacaktı" Müsned, 1/347, 360.buyurmuştur. Hazret-i İsmail'in Büyümesi ve Kâ'be'nin İnşası İbrahim (aleyhisselâm), Hazret-i İsmail büyüdükten sonra tekrar Mekke'ye döndü, İsmail ile beraber Kâ'be'nin temellerini yükseltmeye başladılar. Kâdî şöyle demiştir: "Bu rivayetlerde ele alınan hususların çoğunun gerçekle ilgisi yoktur. Çünkü İbrahim (aleyhisselâm)'in, Hacer ile oğlu İsmail'i, Sâre'nin sözünden dolayı Şam beldesinden başka bir beldeye götürmesi mümkün iken, yiyecek ve içecek bulunmayan herhangi bir yere götürüp bırakması caiz değildir. Ancak ne var ki biz, "Allahü teâlâ'nın, İbrahim (aleyhisselâm)'e. orada su ve yiyeceğin bulunacağını bildirmiş olması müstesnadır" deme durumumuz başka. Ben derim ki: Zemzem suyunun zuhur etmesinin, Hazret-i İsmail (aleyhisselâm) için bir "İrhâs" olması muhtemeldir. Bu bize göre caizdir. Mu'tezile, bunu kabul etmez. Mu'tezile'ye göre bu, Hazret-i İbrahim'in bir mucizesidir. Daha sonra "Rabbimiz, namaz kılsınlar diye..." buyurmuştur. (......)'daki lâm harfi, (......) fiiline mütealliktir. Bu, "Ben, zürriyetimden bir kısmını, namaz kılsınlar diye iskân ettim" demektir ki, bu zürriyetinden bir kısmı da İsmail ile onun çocuklarıdır. Yani, "Ben onları, üzerinde hiç ekin bulunmayan o vadiye, namaz kılsınlar diye bıraktım" demektir. Ahali Tarafından Neslinin Sevilmesi Dileği Daha sonra İbrahim (aleyhisselâm) "Artık sen, insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir" demiştir. Bununla ilgili birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Esmaî şöyle der: "Bir şey, yukardan aşağıya düştüğünde tabirinin manasının, "Onları sever, arzular" şeklinde olduğu ileri sürüldüğü gibi, buna "onlara koşar", "onlara varır gelir", "onlara akıp gider, iner" manaları da verilmiştir. Nitekim, yukardan aşağı yuvarlanıp düştüğünde, Taş dağın başından yuvarlandı (hevâ); yine dağın başından indiğinde, "Adam indi... (hevâ)" denilir. İkinci Bahis: Bu dua, hem dini hem de dünyayı içine alan, kapsayan bir duadır. Dini içine almasına gelince, buna insanların, o beldeye Allah'a olan bağlılıkları ve taatları sebebiyle gitmeye meyletmeleri girer. Dünyayı da içine almasına gelince, buna da, ticaret etmek gayesiyle, insanların ellerinde bulunan şeyleri oradakilere götürme hususundaki arzuları girmektedir. İşte bu meyilden dolayıdır ki, oradakilerin geçimleri bol olur, yiyecekleri ve giyecekleri de çok olur. Üçüncü. Bahis: Mine'n-nâs ifadesindeki min, ba'ziyyet ifade eder. Buna göre mana, "İnsanların bazılarının gönüllerini onlara meylettir" şeklinde olur. Mücahid, "şayet İbrahim (aleyhisselâm) "insanların gönüllerini" demiş olsaydı, Farslılar, Bizanslılar, Türkler ve Hintliler orada toplanırlardı" derken, Said ibn Cübeyrde "İbrahim (aleyhisselâm) şayet, "insanların gönüllerini" demiş olsaydı, yahüdî, hıristiyan ve mecusiler de hacc yaparlardı. Ancak ne var ki İbrahim (aleyhisselâm), "insanlardan bazılarının gönüllerini" demiştir ki, bunlar müslümanlardır" demektedir. Neslinin Rızıklandırılması Dileği Daha sonra Hazret-i İbrahim "Onları, bazı meyvelerle rızıklandır" demiştir. Bu hususta iki bahis vardır: Birinci Bahis: Hazret-i İbrahim "meyveleri onlara rızık olarak ver!" dememiş, aksine "onları meyvelerden rızıklandır" demiştir ki, bu da Hazret-i İbrahim'in bu duâsıyla kastettiği şeyin, bazı meyvelerin onlara ulaşması olduğuna delâlet eder. İkinci Bahis: Onlara mahsullerin ulaştırılmasından maksadın, o mahsullerin onlara ticâret yoluyla ulaştırılması muhtemel olduğu gibi, bundan muradın, oraya yakın köyleri, onlardan meyve elde etmek için, imâr ve mamur etmek olması da muhtemeldir. Daha sonra "umulur ki şükrederler" demiştir ki. bu da, aklı olan kimsenin dünya menfaatlarından maksadının, ibâdetleri yerine getirmek ve tâatlan ifâ etmek için o şeyleri kullanmak olduğuna delâlet eder. Çünkü, İbrahim (aleyhisselâm), onların namazlarını kılabilmeleri ve dinî vazifelerini ifa edebilmeleri için Allah'tan çoluk çocuğuna dünyevî menfaatleri kolaylaştırmasını talep ettiğini beyân buyurmuştur. Allah Gizliyi de Açığı da Bilir Dördüncü İsteği; Onun, "Ey Rabbimiz, gizlediğimizi de, acıladığımızı da, şüphe yok ki sen bilirsin" demesidir. Bil ki, İbrahim (aleyhisselâm) Allah'tan, dünyevî menfaatleri çoluk çocuğuna kolaylaştırmasını ve müyesser kılmasını isteyince, kendisinin, gelecekte işlerin neticesinin nereye varacağını bilemediğini, onları bilenin ve onların sırlarını kuşatanın Allah olduğunu belirterek, "Ey Rabbimiz, gizlediğimizi de, açıkladığımızı da, şüphe yok ki sen bilirsin" demiştir. Bu, "Sen bizim maslahatlarımızı da, hallerimizi de ve bizden sâdır olar, menfaatleri de bilirsin" demektir. Bunun "Oğlum İsmail'den ayrı oturmamız sebebiyle karşılıklı olarak duyduğumuz teessürü ve açığa vurduğumuz feryadı bilirsin" manasına geldiği ileri sürüldüğü gibi; bunun, "Kalbimizde karar kılan hüznümüzü gizlememizi ve (kendisiyle Hacer arasında geçen şeyi kastederek) açığa vurduğumuz şeyleri bilirsin" manasına geldiği de söylenmiştir. Çünkü, Hacer İbrahim'e, vedalaşırken, "bizi kime bırakıyorsun!" demişti de, o da: "Allah'a bırakıyorum" cevabını vermişti. Hacer: "Allah mı bunu sana emretti?" deyince de, İbrahim: "Evet" demiş; Hacer de: "o halde biz korkmayacağız" demişti. Daha sonra İbrahim (aleyhisselâm): "Zaten yerde ve gökte olan hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz" demiştir. Bu hususta iki görüş oulunmaktadır: a) Bu, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i İbrahim'i tasdik için îrâd etmiş olduğu bir sözdür. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Bunlar da böyle yapacaklardır" (Neml, 34) ifadesi gibidir. b) Bu da, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in sözüdür. Bu, "Gaybın âlimi olan Allah'a, herhangi bir yerde herhangi bir şey saklı kalmaz" demektir. (......) ifâdesindeki min, istiğrak ifâde edip, buna göre sanki, "Allah'a, hiçbir şey saklı kalmaz" denilmek stenmiştir. Hazret-i İbrahim'in İhtiyarlığında Evlad Sahibi Olması Daha sonra İbrahim (aleyhisselâm) "Bana. ihtiyarlığıma rağmen ismail'i ve îshak'i bahşeden Allah'a hamdolsun" demiştir. Bu ifâdeyle ilgili birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Bil ki Kur'ân, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i İbrahim'e bu iki çocuğu yaşlı ve ihtiyarken verdiğine delâlet etmektedir. Ama, Hazret-i İbrahim'in o günkü yaşının ne kadar olduğu hususu Kur'ân'dan anlaşılmamaktadır. Bu hususta ancak, rivayetlere başvurulur. Bu cümleden olarak, Hazret-i İsmail doğarken, Hazret-i İbrahim'in yaşının doksandokuz; İshak doğarken de yüzyirmiiki olduğu ileri sürüldüğü gibi İsmail (aleyhisselâm) doğarken, Hazret-i İbrahim'in yaşının altmışdört, İshak (aleyhisselâm) doğarken de doksan olduğu da ileri sürülmüştür. Said İbn Cübeyr'in: "Hazret-i İbrahim'in, ancak yüzyirmiyedi yaşından sonra çocuğu olmuştur" dediği rivayet edilmiştir. Hazret-i İbrahim özellikle, 'ihtiyarlığıma rağmen" ifadesini kullanmıştır. Çünkü, o yaşta çocuk vererek tütufta bulunmak, o zamanın çocuktan ümidin kesildiği bir zaman olması bakımından büyük bir lütuftur. Ümit kesildiği bir zamanda, insanın umduğunu elde etmesi, nimetlerin en büyüklerindendir. Bir de o gibi ileri yaşlarda bir çocuğun meydana gelmesi, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) için bir mucizedir. Buna göre eğer, "İbrahim (aleyhisselâm) bu duayı Hazret-i İsmail ve annesi Hacer'i o vadiye yerleştirirken yapmıştır. O vakitte henüz, İshâk (aleyhisselâm) doğmamıştı. Şu halde nasıl olmuş da "Bana, ihtiyarlığıma rağmen ismail'i ve İshak'ı bahşeden Allah'a hamdolsun" diyebilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Kadî şöyle demiştir: "Bu delil, İbrahim (aleyhisselâm)'ınbu sözü duasının peşinden değıt de, başka bir zamanda söylemiş olmasını gerektiriri Şöyle de denilebilir: "Her ne kadar rivayetlerin zanin, bunun hilâfına olsa da. Hazret-i İbrahim bu sözü, İsmail büyüyüp İshak da doğduğu ranan söylemiştir." İkinci Bahis: Ale'l-kiber (ihtiyarlığıma rağmen) ifadesindeki alâ harfi, (ile) manasındadır. Nitekim şair şöyle demiştir: "Benim yaşlılığımı görmenizle birlikte (ey kadınlar), ben, omuz kürek kemiğimin hangi sebepten ötürü yenildiğini (ihtiyarladığını) da bilmekteyim!' Ale'l-kiber ifadesi hal yerinde kullanılmış bir tabir olup manası "Ben yaşlı iken de veren, esirgemeyen" biçimindedir. Üçüncü Bahis: Bu bahis, İbrahim (aleyhisselâm)'İn, "Ey Rabbimiz, gizlediğimizi de açıkladığımızı da şüphe yok ki sen bilirsin. Zaten, yerde ve gökte olan hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz" ifadesiyle, "Bana, ihtiyarlığıma rağmen İsmail'i ve Ishak'ı bahşeden Allah'a hamdolsun" ifadesi arasındaki münasebet hakkındadır. Bu münasebet şudur: Sanki, Hazret-i İbrahim'in kalbinde, Allah'tan, ölümünden sonra, hem o iki çocuğuna, hem de onların zürriyetine yardım etmesini talep etme arzusu vardı; ancak ne var ki o, bu arzusunu açıkça ifade etmemiş, tam aksine, "Ey Rabbimiz, gizlediğimizi de açıkladığımızı da, şüphe yok ki sen bilirsin" demiştir ki, bu "Sen, bizim kalblerimizdekini ve içimizdekini bilirsin" demektir. Daha sonra da o, "Bana, ihtiyarlığıma rağmen İsmail'i ve İshak'ı bahşeden Allah'a hamdolsun"demiştir. Bu da, İsmail ve İshak'ın, Hazret-i İbrahim'in ölümünden sonra, yaşamaya devam ettiklerine ve Hazret-i İbrahim'in bu ikisi sebebiyle meşgul olduğuna açık bir biçimde delâlet etmektedir. Binâenaleyh bu, İbrahim (aleyhisselâm)'in ölümünden sonra İsmail ve İshak'a hayırların ve ilâhî lütufların ulaşması için imâ yoluyla yaptığı bir duadır. Bu da, duaya ihtiyaç duyulduğunda, Cenâb-ı Hakk'ı medh ü sena ile meşgul olmanın, duâ etmekten daha üstün olduğuna delâlet eder. Nitekim Hazret-i Peygamber, Rabbinden nakletmiş olduğu bir hadis-i kudsîde Cenâb-ı Hak, "Kimi, beni zikretmek, benden istemekten alıkoyarsa, ona, isteyenlere verdiğim şeyden daha iyisini veririm" buyurmuştur. Daha sonra İbrahim (aleyhisselâm) "Çünkü benim Rabbim, duayı elbette işitir" demiştir. Bil ki İbrahim (aleyhisselâm), o duayı açık ve net olarak değil de, kapalı ve rumuzlu bir biçimde yapınca, "Çünkü benim Rabbim, duayı elbette işitir" demiştir. Yani, "O, ister ben onu açıkça belirteyim, isterse belirtmeyeyim, maksadımı bilendir" demektir. "Duayı işitendir" ifadesi, melik, bir kimsenin sözüne değer verip onu kabul ettiği zaman söylenilen "Ktral, falancanın sözünü duydu,dinledi" deyiminden alınmıştır. "Allah, kendisine hamdedeni duydu, (kabul etti)" ifadesi de böyledir. Kendisinin ve Neslinin Namaza Devam İsteği Beşinci İsteği: Onun, "Yâ Rabbi, beni dosdoğru namaz kılan eyle. Zütriyetimden de (böyle namaz kılanlar yarat)" demesidir. Bununla ilgili birkaç mesele vardır: Alimlerimiz, bu ayetle, kulların fiillerini Allah'ın yarattığı hususunda istidlalde bulunarak şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'den naklen, "Beni de oğullarımı da putlara tapmaktan uzak tut" (ibrahim. 35) ifadesi, menhiyyâtı bırakmanın ancak Allah'dan olduğuna; onun, "Ya Rabbi, beni dosdoğru namaz kılan eyle. Zürriyetimden de (böyle namaz kılanlar yarat)" ifadesi de, emredilenleri yapmanın da, yine Allah'dan olduğuna delâlet eder ki bu, Hazret-i İbrahim'in, bütün bunların Allah'dan olduğu hususunda ısrarlı ve kararlı olduğunu açıkça ifade eder. Bu ifâdenin takdiri, "Ya Rabbi, zürriyetimin. bir kısmını da böyle yap" şeklindedir. Çünkü (......) ifadesindeki min, kısmîlik içindir. Hazret-i İbrahim, bu kısmîliği ve ba'ziyyeti, Cenâb-ı Hakk'ın ona, zürriyeti içinde bir grup kâfirin bulunacağını bildirmesiyle öğrenmişti ki, bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Zalimler ahdime eremez" (Bakara, 124) buyruğudur. Altıncı İsteği: Hazret-i İbrahim, bahsedilen talepleri hususunda Allah'a dua edince, masını kabul etmesi hususunda da O'na yalvarıp yakararak Ey Rabbimiz, duamızı kabul et" demiştir. İbn Abbas, "Hazret-i İbrahim'in bu dileğinde seçen dua sözüyle, "ibâdetlerimi" manasını kastettiğini, bunun delilinin ise, "Sizi Allah'tan başka taptıklarınızı bırakıp çekiliyorum" (Meryem, 48) ayeti olduğunu söylemiştir. Yedinci İsteği: Onun, Rabbimiz, hesabın görüleceği gün, beni, ana-babamı ve bütün iman edenleri " sözüdür. Bununla ilgili iki mesele vardır: İstiğfar Günaha Delâlet Eder mi? Bir kimse, "Mağfiret talebinde bulunması, ancak bir günahın işlenmesinden sonra olur. Şu halde, bu ifâde, Hazret-i İbrahim'den bir günahın sudur ettiğine delâlet eder. Şayet o, Allahü teâlâ'nın bağışlayacağını kesinkes biliyor idiyse, O halde daha nasıl, tahakkuk edeceği kesin olan bir şeyi elde etmeyi talep etmiştir?" ebilir. Cevap: Bundan maksat, Allah'a iltica etmek ve O'nun fazlı, keremi ve rahmeti hariç, her şeyden arzu ve isteği kesmektir. Şayet bir kimse: "O, ebeveyni kâfir olduğu haide, onlar için nasıl mağfiret talebinde bulunabilmiştir?" derse, buna birkaç yönden cevap verilebilir: 1) Kâfir olan ebeveyn için mağfiret talebinde bulunulmama meselesi, ancak tevkîfîlikle (Allah'ın bildirmesiyle) bilinebilecek bir husustur. Binâenaleyh, İbrahim (aleyhisselâm) belki de, bu hususta herhangi bir men emri, yasaklama almamış; bundan dolayı da bunun caiz olacağını sanmıştır. 2) Ayetteki, "Anne ve babamı" sözüyle, Hazret-i Adem ve Havva'yı kastetmiştir. 3) Bu, müslüman olmak şartına bağlıdır. Bir kimse şöyle diyebilir: "Durum, şayet böyle olsaydı, o istiğfar batıl olmazdı. O, batıl olmazsa, Hak teâlâ'nın, "Yalnızibrahim'in, babasına, "senin bağışlanmanı isteyeceğim" demesi müstesna" (Mümtehine. 4) sözü batıl olur," Bazıları da, Hazret-i İbrahim'in annesinin müsfüman olduğunu; işte bundan dolayı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Fakat onun Allah'ın bir düşmanı olduğu kendisince besbelli olunca, o, ondan uzaklaştı" (Tevbe, 114) ifâdesinde, özellikle babası zikredilmiştir. Allah, en iyisini bilendir. İbrahim (aleyhisselâm)'in, "hesabın görüleceği gün "sözüyle ilgili olarak da şu iki açıklama yapılmıştır: 1) Bu ifadedeki yekûmu kelimesi manasında olup, "Bir kimsenin ayakları üzere durması, kaim olması" ifadesinden alınmıştır. Bunun böyle olduğunun delili, Arapların "savaş, bacakları üzere kalktı, başladı ve kızıştı" deyimidir. Bunun bir benzeri de Arapların, "Aydınlattı, ışığı sabitleşti" manasında olmak üzere, denitmesidir. Buna göre sanki güneş, ayağı üzerine kalkmış ve dikilmiş demektir. 2) Hesap kelimesinin, yekûmu fiilinin faili olması mecazî olup, esasen hesap verecek olan kimselerin kıyamı ve ayağa kalkması kastedilmiştir. Bu "şehre sor"(Yusuf. 82) ayeti gibidir. Yani, "oranın halkına sor" demektir. Allah en iyisini bilendir. 42Âyetin tefsiri için bak:43 43"O zalimlerin yaptıklarından Allah'ı gafil zannetme sakın! O bunları ancak, öyle bir gün için geciktiriyor ki, gözler belerip kalacaktır. Hepsi de başlarını dikerek koşacaklardır. Gözleri, kendilerine bile dönüp bakamayacak. Kalplerinin içi ise, bomboştur". Bil ki Allahü teâlâ, tevhidin delillerini beyan edip, sonra da, İbrahim (aleyhisselâm)'in kendisinden onu şirkten korumasını, salih amellere muvaffak kılmasını, Kıyamet gününde kendisine rahmet ve mağfiretini tahsis etmesini istediğini anlatınca, bundan sonra, hem Kıyametin varlığına, hem de o günün vasıflarına delâlet edecek olan hususları beyan buyurmuştur. Kıyametin varlığına delâlet eden şeye gelince: Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "O zalimlerin yaptıklarından Allah'ı gafil zannetme sakın!" buyruğudur ki, bundan maksat şu hususa dikkat çekmedir: Allahü teâlâ, şayet mazlumun hakkını zalimden almayacak olsa, o zaman Allah'ın, ya o zalimden "îoe'Siz olması, yahut cezalandırmaktan aciz olması,veyahut da o zalimin zulmüne naşı gerekir. Gerek gaflet, gerek acziyyet, gerekse zulme rıza göstermek Allah -acunda imkânsız olunca, O'nun mazlumun hakkını zâlimden almaması da imkânsız olur. Allah'ın Habersiz Sanılması Caiz Değildir Buna göre eğer "Hazret-i Peygamber'in, Allah'ı, gafletle vasfedilmiş olarak sanması nasıl uygun düşer?" denilirse, buna birkaç bakımdan cevap verilebilir: 1) Bununla, onun, Allah'ın hiçbir şeyden gafil olmadığı inancı üzere sabit kadem devam etmesi kastedilmiştir. Bu, (onun hakkında) Cenâb-ı Hakk'ın, "Sakın müşriklerden olma. Allah ile birlikte başka tanrı (edinip) tapma!"(Kasas. 87-88) ve "Ey iman edenler... iman ediniz"(Nisa, 136) ayetlerinde olduğu gibidir. 2) Bundan maksat, Allah'ın, intikam almaması halinde, bu intikam almayışın, O'nun o zulümden habersiz olmasından dolayı olacağını beyan etmektir. Böyle bir gafletin imkânsız oluşu, herkes tarafından bilinen bir husus olunca, hiç şüphesiz cezasını vermeme de imkânsız olmuş olur. 3) Bununla, "Sen Allah'ın, onların yaptıklarından habersiz olan kimsenin yaptığı muamele gibi onlara muamele edeceğini sanma! Ancak ne var ki, Allah onlara, onları gözetleyen, en ufacık ve önemsiz şeylerden dahi hesaba çeken kimselerin muameleleri gibi muamele edecektir" manası kastedilmiştir. 4) Bu söz, zahiri itibariyle Hazret-i Peygamber'e yöneltilmiş bir hitap ise de, gerçekte ümmetine yapılmış olan bir hitaptır. Süfyân İbn Uyeyne'nin: "Bu, mazlum için bir teselli, zalim içinse bir tehdittir" dediği rivayet edilmiştir. Kıyamet Gününün Bazı Sıfatları Daha sonra Cenâb-ı Hak, o zalimlerin cezasını, birtakım sıfatlarla nitelenmiş olan bir güne ertelemiş olduğunu beyan buyurmuştur: Birinci Sıfat: O günde, o gözler belerip kalacaktır. Gözler, açık kalıp, hiçbir tarafa kıpırdayamadığı esnada, denilir. Gözlerin belermesi, hayretin ve dehşetin insanı kuşattığına, artık mecalin kalmadığına delâlet eder, İkinci Sıfat: Ayetteki muhtiîn kelimesinin ifâde ettiği husustur. Bu kelimenin ne demek olduğu hususunda şu dört görüş ileri sürülmüştür: Birinci Görüş: Ebu Ubeyde, bu kelimenin manasının "koşmak" olduğunu; nitekim Arapça'da, deve hızlı biçimde yürüdüğünde, 'denilir demiştir. Bu izaha göre ayetin manası şöyle olur: "Gözleri, korkunun şiddetinden dolayı belerip kalan kimsenin genel durumu, onun kalakalması, çakılıp kalmasıdır." Böylece Allahü teâlâ, onların halinin, alışılmışın dışında olduğunu; zira onların, gözlerinin belermesine rağmen yine o belâya doğru hızlıca koştuklarını beyan buyurmuştur. İkinci Görüş: Ahmed İbn Yahya, bu kelimenin, "zillet ve korku içinde, çaresiz olarak bakan kimse" anlamına geldiğini söylemiştir. Üçüncü Görüş: Bu kelime, "susup kalan, artık birşey söyleyemeyen kimse" anlamındadır. Dördüncü Görüş: Leys şöyle der: "Arapça'da bir kimsenin bakışları soğuyup zillet içinde kaldığında, buna, "ehte'a" denilir." Üçüncü Sıfat, (......) kelimesidir. İkna', başı kaldırarak, zillet ve korkuyla bakmaya denilir. O halde, Hak teâlâ'nın ifâdesinin anlamı, "Başlarını kaldırarak, dikerek" anlamındadır. Bu, "Belâyı ve sıkıntıyı görüp de müşahede edenler, genellikle, o sıkıntıyı görmemek için başlarını eğerler. Böylece Allahü teâlâ, onların halinin, bu alışılmışın dışında olduğunu; (onların başlarını eğmeleri gerekirken), maşlarını kaldırdıklarını, diktiklerini beyan buyurmuştur. Dördüncü Sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın "Gözleri, kendilerine bile öp bakamayacak" ifadesidir. Bu sıfatla, o belerme işinin devamlı olduğu kastedilmiştir. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın, "O günde gözler belerip kalacaktır" tavsifi, du belermenin devamlı olduğunu göstermez. Ama, "Gözleri, kendilerine bile dönüp bakamayacak" ifadesi ise, bu belermenin devamlı olduğunu gösterir ki, bu da, onların naiplerindeki hayret ve şaşkınlığın devamlı olduğuna delâlet eder. Beşinci Sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın, "Kalplerinin içi ise bomboştur" ayetidir. Hevâ, maddelerin ve kütlelerin işgal etmediği boşluk demektir. Daha sonra bu kefime, bir sıfat kabul edilerek, her şeyden halî ve gücü ve kuvveti de tatmadığında, "Falancanın kalbi bomboştur" denilir ki, bununla, O kâfirlerin kalplerinin, Kıyamet gününde, onları saran dehşet ve hayretin yüklüğünden dolayı, bütün hatıra ve düşüncelerden; onların başına gelen ikâb ve sezadan ötürü her türlü ümit ve arzudan; ve onlardaki hüzün ve kederin çokluğundan da her türlü sevinçten uzak olması kastedilmiştir. Bu beş sıfatı bu şekilde anlayıp bildikten sonra, bil ki âlimler, bunların ne zaman tahakkuk edeceği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, bunların, muhasebeye çekilirken tahakkuk edeceği belirtilmiştir. Bunun delili, Allahü teâlâ'nın bu sıfatları, o günü "hesabın görüleceği gün" diye vasfetmiş olmasının hemen peşinden getirmiş olmasıdır. Bunların, gruplar birbirinden ayrılıp da, böylece mutlu cennete; şakilerin de cehenneme gittikleri zaman tahakkuk edeceği gibi, bunların İsrafil'in çağrısına icabet edilip kabirlerden kalkıldığında tahakkuk edeceği de ileri sürülmüştür. Birinci görüş, bahsettiğimiz delil sebebiyle evlâdır. Allah en iyi bilendir. 44Âyetin tefsiri için bak:45 45"insanlara, o azabın kendilerine geleceği günün tehlikesini anlat ki, o zalimler: "Ey Rabbimiz, bizi yakın bir zamana kadar beklet de senin davetine icabet edelim. Peygambere tâbi olalım" diyeceklerdir. Halbuki daha evvel siz, kendinize, "Hiçbir zeval yoktur" diye yemin etmediniz miydi? Siz, nefislerine zulmedenlerin diyarında da yerleştiniz. Onlara neler yaptığımız, sizin için apaçık meydana çıktı. Size, birçok misaller de gösterdik". Bil ki Allahü teâlâ'nın, "İnsanlara, o azâbm kendilerine geleceği gün..." buyruğu ile ilgili birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Keşsâf sahibi "bu ifâdenin, enzir fiilinin ikinci mef'ûlü olduğunu; bu günün de Kıyamet günü olduğunu" söylemiştir. İkinci Bahis: el-Azâb kelimesinin başındaki eliflâm, ahd ifâde eder... Yani, "insanları, kendilerine, daha önce bahsedilen gözlerinin belermesi ve başlarını dikerek belâya doğru koşmaları azabının geleceği günden sakındır" demektir. Üçüncü Bahis: "İnzar", zararlı şeylerin geleceğini bildirerek, korkutmak demektir. Müfessirler, Hak teâlâ'nın, "o azabın kendilerine geleceği gün" buyruğundan Kıyamet gününün kastedildiği hususunda ittifak etmişlerdir. Ebu Müslim bunu, o azabın gelmesi manasına değil de, görülmesi manasına hamletmiştir ki, ayetin zahiri bu mananın aksine delâlet eder. Çünkü Allah o günü, onlara azâblarının gelmesi ve onların da, dünyaya dönmeyi arzu ettikleri bir gün olarak vasfetmiştir. İşte bu sebeple onlara da, "Halbuki daha evvel siz, kendinize "Hiçbir zeval yoktur diye yemin etmediniz miydi?" denilmiştir ki bu söz, ancak Kıyamet gününe uygun düşer. Ebu Müslim'in delili şudur: O der ki: Bu ayet, "Herhangi birinize ölüm gelip de, "Ey Rabbim, beni yakın bir müddete kadar gecikdirseydin de sadaka verip dursaydım"(Münafikûn, 10) ayetine benzer. Kâfirlerin Mühlet ve Dünyaya Dönme İstemeleri Daha sonra Allahü teâlâ o günde o kâfirlerin ne dediğini naklederek, "o zalimler: "Ey Rabbimiz, bizi yakın bir zamana kadar beklet de, senin davetine icabet edelim. Peygamberlere tâbi olalım" diyeceklerdir" buyurmuştur. Alimler "bizi yakın bir zamana kadar beklet..." ifâdesi ile ne kasdedildiği hususunda ihtilaf etmişler ve bazı alimler: "Onlar, dünyada yapamadıkları şeyleri telafi etmek için dünyaya dönmeyi isterler" demiş, bazıları da, "Hayır, onlar teklif hâline dönmeyi istemişlerdir" demiştir. Bu ikincilerin delili, onların, "Senin davetine icabet edelim, peygamberlere tâbi olalım" şeklindeki sözleridir. Ebu Müslim'in görüşüne göre, ayetin manası açıktır. Cenâb-ı Hak onlara cevap vererek, daha evvel siz, kendinize, "Hiçbir zeval yoktur" diye yemin etmediniz miydi" buyurmuştur ki, bunun manası, Allahü teâlâ'nın bir başka ayetinde, yani, "Onlar, "Ölecek kimseyi Allah diriltmez" diye, olanca yeminleriyle, Allah'a andettiler" (Nahl,38) ayetinde bahsedilen husustur. Onlar, Kıyameti inkâr hususunda dana değişik şeyler ileri sürmüşlerdi. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, onların kalblerini bu sözle hoplattı. Çünkü böyle korkutma, daha kuvvetlidir. "Hiçbir zeval yoktur" ifadesine gelince, onların, "Bu hayattan bir başka hayata, bu dünyadan mücâzât (ceza) dünyasına geçersek, bizim için bir zeval olmayacaktır" demiş olmalarında şüphe yoktur. Yoksa onlar, hayattan ölüme, gençlikten ihtiyarlığa, fakirlikten zenginliğe geçişi inkâr etmiyorlardı. Hadiselerden İbret Alma Gereği Cenâb-ı Hak, nefislerine zulmedenlerin ı . arında da yerleştiniz" buyurarak onlan daha çok korkutmuştur. Bu, "Siz, sizden önce yaşamış olan Nuh, Âd ve Semûd kavimleri gibi, kâfir olup, küfür ve isyan etmek suretiyle kendilerine yazık edenlerin yerlerine yerleştiniz. Onların başına gelenleri gören kimselerin, ibret almaları gerekirdi. Binâenaleyh ibret alınmadığına göre, bu, kınamayı ve korkutmayı gerektirir" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak "Onlara neler yaptığımız, sizin için apaçık meydana çıktı" buyurmuştur. Bu, "Onların neticelerinin, günaha, vebale, ilahî cezaya ve rezilliğe vardığı, sizce anlaşıldı" demektir. Buna göre eğer "Onlar, yalanladıkları için, Allahü teâlâ'nın o geçmiş ümmetleri helak ettiğini kabul etmedikleri halde, nasıl bunfara, "Onlara neler yaptığımız, sizin için apaçık meydana çıktı" denilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: "Onlar, kendilerinden önceki o kavimlerin, dünya peşinde koştuklarını, sonra da ölüp gittiklerini biliyorlardı. Bu durumda, dünya peşinde koşmanın bir faydası olmadığını, esas gereken şeyin, din uğrunda gayret göstermek olduğunu anlamışlardır. Binâenaleyh bunu anlayana, bir korku ve endişe içinde olmak gerekir. Böylece bu durum onun için, caydırıcı bir nitelik taşır." Bu mana, fiili tâ ile tebeyyene (meydana çıktı) şeklinde okuduğumuzda söz konusudur. Fakat bunu nûn ile nubeyyinu (beyan ettik) şeklinde okuduğumuzda, bunda bir şüphe yoktur. Çünkü bunun takdiri, Cenâb-ı Hakk'ın şöyle söylemesi olmuş olur: "Biz, onlara neler yaptığımızı, size beyân ettik." Halbuki onlar, kendilerine beyân edilen her şeyi anlamamışlardır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Size birçok misaller de gösterdik" ifâdesi ile, Kur'an'da bildirdiği, doğrudan yaratmaya kadir olduğu gibi, tekrar yaratmaya da kadir olduğunu; peşin ceza verdiği gibi, azabı ertelemeye de kadir olduğunu göstermek için irâd ettiği misalleri murad etmiştir. Allah'ın kitabında böyle misaller ve meseller pek çoktur. Allah en iyi bilendir. 46"Gerçekten onlar, birtakım tuzaklar kurmuşlardı. Halbuki onların tuzaklarından dolayı dağlar yerinden oynayıp gitmiş olsa bile, onlara karşı mekir (hile) de Allah katındadır". Bil ki Allahü teâlâ, onların cezalarının nasıl olacağını anlatınca, bunun peşinden de onların nasıl tuzak kurduklarından bahsederek, "Gerçekten onlar, birtakım tuzaklar kurmuşlardı" buyurmuştur. Bununla ilgili birkaç mesele vardır: Alimler, "onlar tuzaklar kurmuşlardı" ifâdesindeki vâv (onlar) zamirinin neye râci olduğu hususunda, şu değişik görüşleri belirtmişlerdir: a) "Bu zamir, nefislerine zulmedenlerin diyarında yerleşmiş olanlara râcidir." Bu görüş doğrudur. Çünkü zamirin, önce bahsedilenlerden, kendisine en yakın olana râcî olması gerekir. b) Bununla, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kavmi murad edilmiştir. Bunun delili, geçen ayetteki, "insanları inzâr et" cümlesidir. Binâenaleyh bu, "Ey Muhammed, insanları inzâr et. Çünkü kavmin, birtakım tuzaklar kurdu" demektir. Bu tuzak, "Hani bir zamanlar o kâfirler, seni tutup bağlamak, yahut öldürmek, yahut (zorla yurdundan) çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı" (Enfal, 30) ayetinde bahsedilen tuzaktır. Ayetteki, mekr "Onların tuzakları" ifadesi, "Onların, yapmak için bütün gayretlerini sarfettikleri o büyük tuzakları" demektir. Nemrud'un Göğe Çıkma Teşebbüsü c) Ayette bahsedilen tuzak ile, rivayet edilen şu şey kastedilmiştir: Nemrud, göğe çıkmaya uğraşmıştı. Bunun için bir tabut (sandik) yaptırdı. Bunun dört ayağına dört kerkenes kuşu bağladı ve onları aç bıraktı. Sandığın dört köşesinin üzerinden de herbirine bir et parçası asılan dört değnek dikti. Sonra da perdedârı ile birlikte o sandığın içine oturdu. Kerkenesler o etleri görüp, onlara doğru uçmaya başladılar. Bu iş üç gün sürdü. Derken Nemrud (tabutla göğe yükseldi ve) artık dünyayı göremiyecek kadar yükseğe çıktı ve gökleri olduğu gibi gördü. Derken üzerinde etler bulunan değnekleri aşağıya aldı ve o kuşlar aşağı doğru uçmaya başladılar ve böylece yere indiler. İşte ayette bahsedilen, "tuzak" budur. Kâdî şöyle der: "Bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü bunda büyük tehlike vardır. İnsan buna cesaret edemez. Bu hususta, itimâda şayan sahih bir rivayet de yoktur. Ayeti, bu şekilde manalandırmak için herhangi bir delil de yoktur. Ayetteki, "Onlara karşı mekir de Allah katındadır" ifadesi ile ilgili şu iki izah vardır: a) Tıpkı öncekinde olduğu gibi, "mekr"in failine muzaaf kılınması, "onların mekri" manasına olması. Buna göre mana, "Onların tuzakları, Allah katında yazılmıştır. O, bu tuzaklara karşı onlara, daha büyük bir tuzakla karşılık ceza) verecektir" şeklindedir. b) "Mekr"in mef'ûlüne muzaaf kılınıp, "Onlara yapılan mekir" manasına olması.. Buna göre mana, "onlara Allah'ın yapacağı mekr, Allah katındadır" şeklinde olur. bu mekr, onların hakettikleri azabtır. Allah bu azabı onlara, hiç ummadıkları bir şekilde verecektir. Cenâb-ı Allah'ın, "Onların tuzaklarından dolayı dağlar yerinden oynayıp gitmiş olsa bile" ifâdesine gelince, bil ki sadece Kisâî, birinci lamın fethası ve ikincisinin ötresi ile fiili, le tezûlü şeklinde okumuş; diğer kıraat imamları ise, birincisinin kesresi, ikincisinin nasbi ile tezûle şeklinde okumuşlardır. Birinci kıraate göre ayetin manası, "Onların tuzakları, kendisinden ötürü dağlar yerinden oynasın diye hazırlanmıştı" şeklinde olur. Bundan maksat, bunun olacağını söylemek değil, aksine işin büyüklüğünü ve korkunçluğunu bildirmektir. Bu tıpkı, "Bu (sözden) dolayı nerdeyse gökler parçalanacak"(Meryem, 90) ayetinde olduğu gibidir. İkinci kıraate göre ise, ayetin manası şöyle olur: "Buradaki in edatı, ma manasına olup, kendisinden sonra gelen meksûr lâm ile de fâm-ı cuhûd (inkar) manası kastedilmiştir. Bu durumda, o tâm'ın başına geldiği müzârî fiilin mansub olması gerekir. Nahivciler bu lâm'a, "Lâm-ı cuhûd" adını vermişlerdir. Hak teâlâ'nın (Al-i imran, 179) buyruklarındaki lâm da böyledir. Ayetteki "dağlar" sözü, hem Hazret-i Peygamberin, hem de İslâm dininin durumunu gösteren (temsil) eden bir meseldir ve İslam dininin durumunun ve delillerinin, tıpkı kök salmış dağlar gibi sabit ve sağlam olduğunu göstermektedir. Çünkü Allahü teâlâ, peygamberi Muhammed'e, dinini bütün dinlere üstün kılacağını vaadetmiştir. Bu hususun doğruluğuna, hemen peşisıra gelen, "Öyle ise sakın Allah, peygamberlerine olan vaadinden cayar sanma" (İbrahim, 47) ayeti de delâlet eder. Bu, "Allah sana, onlara galip gelip, hükümrân olacağını vaadetmiştir" demektir. İşte buna göre ayetin manası, "Onların tuzakları, kendisinden ötürü dağlar yerinden oynayıp gitsin için değildir", yani "onların hile ve tuzakları, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dininin ve şeriatının delilleri demek olan, o kök salmış dağların yerinden oynamasından daha zayıftır" şeklinde olur. Ali ve Amr, bunu en kâne mekruhum diye okumuşlardır. Resullere Yapılan Vaadden Dönülmez 47"Öyle ise, sakın Allah peygamberlerine olan vaadinden cayar sanma. Şüphesiz ki Allah azizdir, intikam sahibidir". Bil ki Allahü teâlâ,"O zalimlerin yapacaklarından Allah'ı gafil zannetme" (ibrahim, 3) buyurmuş; bu ayette ise, "Sakın Allah peygamberlerine olan vaadinden cayar sanma" buyurmuştur ki, bundan maksadı, kendisi Kıyameti koparmayıp mazlumların hakkını, zâlimlerden almayacak olsa, gafil olmuş olması yahut vaadinden caymış olması gerektiğine dikkat çekmektir. Akl-ı selimde bütün bunların imkansız olduğu yer ettiğine göre, Allah'ın Kıyameti koparmayacağını söylemek batıldır. Cenâb-ı Hakk'ın peygamberlerine olan vaadi, "Biz, mutlaka peygamberlerimize yardım ederiz" (Mü'min, 51) ve "Allah, "mutlaka ben de peygamberlerim de galip geleceğiz" diye, hükmetti" (Mücadele, 21) ayetlerinde bildirilen şeylerdir. Eğer, (......) denilmeli değil miydi? Niçin ikinci mef'ûl, birinciden önce getirilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bu, Allah'ın asla vaadinden caymayacağını bildirmek içindir. Çünkü Allah vaadinden dönmez. Hem sonra rusüleh (peygamberlerine...) demiş ve bununla şuna işaret etmek istemiştir: Herhangibir kimseye olan vaadinden caymadığına ve vaadinden caymak da O'nun şanına yakışmadığına göre, artık nasıl olur da O, en seçkin ve en hayırlı insanlar olan o peygamberlere karşı yaptığı vaadinden cayar." Bu ifâde rusul kelimesinin mecrur, vaad kelimesinin mansub okunuşu ile, şeklinde de okunmuştur. Buna göre ifâdenin manası, "peygamberlerine olan vaadinden caymaz" şeklindedir. Bu okuyuş, zayıflık bakımından tıpkı, (Enam, 137) ayetinin Kıraati gibidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz Allah, tuzak kurulamayacak kadar azizdir, (güçlü)dür ve dostları için, düşmanlarından intikam alandır" buyurmuştur. Göklerin Ve Yerin Yakılacağı Gün 48Âyetin tefsiri için bak:52 49Âyetin tefsiri için bak:52 50Âyetin tefsiri için bak:52 51Âyetin tefsiri için bak:52 52"O gün ki, yer başka bir yere, gökler de başka göklere tebdil olunacaktır. Tek hâkim olan Allah'ın huzurunda toplanacaklardır. O gün günahkârların, bukağılara vurulmuş olduğunu görürsün. Onların gömlekleri katrandandır, yüzlerini de ateş bürüyücektir. Ta ki Allah herkese kazandığının cezasını versin. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir. İşte bu -onunla tehlikelerden haberdâr edilsinler, O'nun bir tek tanrı olduğunu bilsinler, akl-ı selim sahipleri iyice düşünüp ibret alsınlar diye- insanlara yapılan bir tebliğdir". Bil ki Allahü teâlâ, "Şüphesiz Allah azizdir, intikam sahibidir" deyince, ne zaman intikam alacağını bildirerek, "O gün ki, yer başka bir yere ... tebdil olunacaktır" buyurmuş ve o günün müthiş bir gün olduğunu belirtmiştir. Zira göklerin ve yerlerin değiştirilmesinden daha büyük birşey olmayacağı, herkesin kabul edeceği bir husustur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Zeccâc: "yevme" kelimesinin mansub oluşunu, ya "zün'tikâm" ifâdesindeki intikam masdarının zarfı olmasına, yahut da, "Onlara azabın geldiği gün" (ibrahim 44) ifâdesindeki "yevm" kelimesinden bedel olmasına bağlamıştır. Bu Yıkılıp Başkalaşım Nasıl Olacak? Bil ki tebdil (değiştirme) şu iki şekilde olur: a) Cevherinin (esas maddesinin) bırakılıp, Özelliklerinin değiştirilmesi... b) İlk cevherinin yok edilip, yerine yeni bir cevher (esas madde) yaratılması... Tebeddül lafzını, bir şeyin vasfını değiştirmeyi istemek amacıyla zikretmenin caiz olduğunun delili şudur: Arapça'da, onu eritip de mühür haline getirerek, bir şekilden başka bir şekle naklettiğinde, halka hakkında, "Halkayı mühüre tebdil ettim" denilir. Cenâb-ı Hakk'ın, "İşte Allah bunların kötülüklerini iyiliklere çevirir" (Furkan. 70) ayeti de böyledir. Yine Arapça'da "Gömleğimi cübbeye çevirdim" denilir ki, bunun manası, "Aynı şeyi, bir halden başka bir hale naklettim" demektir. Yine, halleri ve durumları değiştiği zaman, "Zeyd tebeddül etti, değişti" denilir. "Tebdîl" lafzının, zâtlarda bir değişme meydana geldiğinde zikredilmesinin örneğine gelince, bu, senin, "Dirhemleri dinarlara dönüştürdüm, tebdil ettim" sözünde olduğu gibidir. Cenâb-ı Hakk'ın, "onları başka derilerle değiştireceğiz" (Nisa, 56) ve "ikişer cennetlerinin yerine de iki bostan peyda ettik"(sebe, 16) ayetleri de böyledir. Sen, lafzın, bu iki mefhumdan da herbirine muhtemel olduğunu anladığın zaman Meşin ki, ayet hakkında iki görüş bulunmaktadır: Birinci Görüş: Maksat, zâtı değil, sıfatı değiştirmektir... İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle aeoıiştir: "O, bu yeryüzüdür; ancak ne var ki onun sıfat ve halleri değişmiştir.. Binâenaleyh, dağları yeryüzünden kayıp yürüyecek, denizleri fışkırıp dümdüz olacak, onda ne bir eğrilik ne de bir tepe görülecek!' Ebu Hureyre (radıyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre o, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini nakletmiştir: Allah, arzı başka bir arz haline getirir de, onu yayar ve debbağlanan derinin uzatılması gibi uzatır. Artık sen orada ne bir eğrilik, ne de bir pürüz göremezsin " Benzeri bir hadis: İbn Mace, Fiten 33 (2/1264-1265). Ayetteki (......) ifâdesine gelince, bu "Gökler de başka göklere tebdil atanacaktır" demektir. Bu, Hazret-i Peygamberin tıpkı şu sözünde olduğu gibidir: yani "Ne mü'min, ne de ahdine bağlı ahidli (zimmî) kimse bir kâfire mukabil (kısasta) öldürülmez." Nesaî, Kasama 8 (8/20). Buradaki ifâde, (......) demektir. Göklerin dönüştürülmesi, yıldızlarının saçılıp yayılması; güneşinin örülmesi, ayının tutulması ve kapı kapı olması ile meydana gelecektir... O bazan erimiş madenlere dönecek, bazan da kıpkırmızı deri haline gelecektir. Göklerin ve Yerin Özünün Değişeceğini Benimseyenler İkinci Görüş: Bundan murad, zâtını değiştirmektir. İbn Mes'ûd şöyle demiştir: "Bu yeryüzü, üzerinde hiç kan akıtılmamış ve hiç günah işlenmemiş, tertemiz ve Deyaz bir gümüş gibi olan bir yeryüzü haline getirilecektir." Bu iki görüşün de izahı oudur. Bazı alimler, birinci görüşü benimserlerken, şunu demişlerdir: "Çünkü Cenab-ı Hakk'ın, "O gün ki, yer başka bir yere" ifâdesindeki arzdan murad, şu arzdır. Değişim, ona eklenen bir sıfattır, haldir. Sıfat bulunduğunda, mutlaka mevsufun da mevcût olması gerekir. "Tebeddül"le vasfedilen arz, bu arz olunca, bu arzın, bu tebeddülün meydana geldiği sırada bulunması ve mevcut olması gerekir. Bu arzın, bu değişim meydana geldiği sırada kendi vasıflarıyla birlikte kalması mümkün değildir. Aksi halde, tebeddülün meydana gelmesi imkânsız olur. O halde bakî kalanın, arzın zâtı olması gerekir. Böylece bu ayet-i kerimenin, bakî kalanın zât, öz olduğunu iktiza ettiği kesinlik kazanır." Bu görüşü benimseyenler, aynı zamanda şunu da demektedirler: Kıyamet koptuğu zaman Allah zâtları ve cisimlen yok etmez; ancak onların sıfatlarını ve hallerini yok eder. Bil ki, şöyle denilmesi de uzak bir ihtimal değildir: Arzın ve göklerin değiştirilmesinden maksad, Allahü teâlâ'nın, yeryüzünü cehenneme; gökleri de cennete dönüştürmesidir... Bunun delili ise, Cenab-ı Hakk'ın, "Muhakkak ki iyilerin kitapları illiyyîndedir"(Mutaffifîn. 18) ve "Kötülerin kitabı, muhakkak ki "siccîn"dedir",(Mutaffifin, 7) ayetleridir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Tek hâkim olan Allah'ın huzurunda toplanacaklardır" buyruğuna gelince, biz deriz ki: ifâdesini, daha önceki ayette (İbrahim, 21) tefsir etmiştik. Cenâb-ı Hak burada ise el-Vahidu'l-Kahhâr sıfatlarını zikretmiştir. Çünkü mülk, bir olan, kendisine galib gelinemeyen, makhûr ve kahrolunamayan bir Mâlik'in olunca, o zaman O'ndan başka hiç kimseden yardım taleb edilmez ve durum da, son derece sağlam ve muhkem olur. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bugün mülk kimindir?" (Mümin, 16) ayeti de bunun gibidir. Hak teâlâ kendisini Kahhâr olarak vasfedince, bundan sonra onların acziyyet ve zilletlerini beyan etmiş ve "O gün günahkârların, bukağılara vurulmuş olduğunu görürsün" buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ, onların acziyet ve zillet sıfatlarıyla ilgili olarak birkaç husus zikretmiştir: Birinci Sıfat: Onların bukağılara vurulmuş olması... Arapça'da, bir şeyi bir şeye bağlayıp ona bitiştirdiğin zaman, "Karantu'ş-şey'e bi'ş-şeyi" denilir. İki şeyin kendisiyle birbirine bağlandığı ipe ise, "el-kırân" denilir. Kelime burada, o kimselerin çokluğundan dolayı, çokluk ifâde eden "tef'îl" sîğasıyla gelmiştir. "el-Asfâd" kelimesi ise, bağ ve bukağı anlamına gelen, "es-safadu" kelimesinin çoğuludur. Sen bunu iyice anladığın zaman biz diyoruz ki: Mukarranin kelimesiyle ilgili üç vecih bulunmaktadır: 1) Kelbi şöyle demiştir: "Bunun manası şudur: "Her kâfir, bir şeytanla beraber bukağıya vurulacaktır." Atâ ise, "Bu, Cenâb-ı Hakk'ın (......) (Tekvir, 7) ayetinin manasıdır. Yani, "Nefisler yakınlaştırılırlar. Allahü teâlâ, mü'minlerin nefislerini, ruhlarını, "hûr-i îyn"e; kâfirlerin nefisten de şeytanlardan olan dostlarına yakınlaştırır "demektir" demiştir. Ben de derim ki: Bu meseledeki aklî incelemenin hissesi ve payı ise şudur: İnsan bu dünyadan ayrıldığı zaman, ya, nefsini kırmış, onu terbiye etmiş ve onu Allah'ın marifetine, tâatına ve muhabbetine çağırmış olur, ya da bunu yapmaz. Daha doğrusu bunları, bedeni lezzetlere dalmış ve vehmîve hayali hallere iltifat ve ikbal etmiş olduğu için terketmiştir. Eğer birinci durum olursa, o zaman o nefis bu dünyayı, ilahî huzurda bulunmaktan duyacağı mutluluk ve samedanî-ilahî ilgi ve alakadan alacağı haz ve saadetlerle terkeder... Ama ikinci durum olursa, o zaman o nefis, cesetler alemine meyletmiş olduğu için, duyacağı üzüntü, hüzün ve büyük belâlarla buradan ayrılır. İşte, Cenâb-ı Hakk'ın, (Tekvır, 1) ayetinden maksad da budur. Kâfir olan nefsin şeytanı ise, batıla davet eden melekelerle fasit ve bozuk olaylardır. İşte Atâ'nın, "Her kâfir, kendi şeytanıyla beraber olarak bukağılara vurulur" ifâdesinden murad da budur. 2) Bundan maksad kâfirlerin birbirlerine bağlanmalarıdır. Buna göre, bu bedbaht nefisler ve zulmanî bulanık ruhlar, mütecanis ve birbirlerine benzedikleri için, birbirlerine bitiştirilir, yapıştırılırlar. Onlardan her birinin zulmet, diğerine nida eder ve, onlardan her biri, bu karanlıklar içindeki diğerine doğru akıp gider... İşte Cenâb-ı Hakk'ın, "bukağılara vurulmuş olarak" ifadesiyle murad edilen, bu hüsranlar ve hayal arıklıktandır. 3) Zeyd İbn Erkam şöyle demiştir: "Elleri ayaklarına bitiştirilmiş olarak bunlar, bukağılarla boyunlarına bağlanacaklardır." Aklın bu meseledeki payı ise şudur: "Nefs cevherinde bulunan melekeler ancak, uzuvlardan sadır olan fiillerin tekrar olunmalarıyla oluşurlar. Eğer bu melekeler zulmani ve bulanık olurlarsa, bu tıpkı, onların elleriyle ayaklarının birleştirilerek, bukağılarla boyunlarına bağlanması rrsaline benzer Ayetteki "bukağılarla" ifâdesine gelince, bu hususta da iki izah şekli bulunmaktadır: 1) Bu kelimenin mukarranin kelimesine müteallik olması hali. Buna göre mana, 'Bukağı ve bağlarla bağlanır, derdest edilirler" şeklinde olur. 2) Bunun, bu kelimeye müteallik olmaması. Buna göre mana şöyle olur: Onlar, birbirlerine yaklaştırılmışlar ve bukağılara vurulmuşlardır. Aklın buradaki payı ise, daha önce kendisine işarette bulunduğum açıklamalardan ötürü malûmdur. İkinci Sıfat, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onların gömlekleri, katrandandır" ayetinin ifâde ettiği husus... Serabîl kelimesi, "sirbâl" kelimesinin çoğulu olup, gömlek anlamındadır. Katıran kelimesi hakkında ise, üç vecih bulunmaktadır: Tı'nın sükûnu ve kâfin fethası ve kesresiyle kıtran ve katran; tâ'nın kesresi ve kâfin fethasıyla da, katırân... ebhel denilen bir ağaçtan alınan sıvı olup, kaynatılarak uyuz develere sürülür. Böylece de, o katranın harareti ve keskinliği, yakıcılığı ile o uyuz yakılmış olur. Bazen bunun harareti, hayvanın içine dahi nüfuz eder. Bunun özelliği, çabuk tutuşmasıdır. Rengi siyah, kokusu pistir ve bu, cehennemliklerin derisine sürülür. Böylece bu katran (zift), tıpkı bir sirbâl, yani elbise gömlek gibi olmuş olur. Böylece de bu sebeble şu dört çeşit azâb meydana gelmiş olur: Katranın yapışıp yakması, ateşin onların derilerine çabucak sirayet etmesi, iğrenç bir renk ve pis bir koku. Hem, Kıyametin katranıyla dünyanın katranı arasında iki ateş arasındaki fark kadar fark bulunur. Ben derim ki, aklın bundaki payı şudur: Huh cevheri, kudsiyet ve celâl gaybından çakan aydınlık bir cevherdir. Bu beden ise, tıpkı o ruhun bir elbisesi ve gömleği gibidir. Nefs için meydana gelen bütün elem ve acılar, ancak bu bedenden ötürüdür. O halde bu bedenin de rûh cevherine yapışıp onu yakması söz konusudur. Çünkü şehvet, hırs ve öfke de, işte bu sebepten ötürüdür ki ruh cevherine sirayet etmiştir. Katı, bulanık ve karanlık olduğu için, ruhun çakmasını ve ışığını gizleyen de odur. Beden, kokma ve kokuşmanın sebebidir. Böylece bu beden, katran ve ziftten meydana gelmiş bir elbiseye benzemiştir. Bazıları bu kelimeyi Sökünde okumuşlardır ki, "katir", bakır veya eriyen kalay, ân kelimesi ise, son derece sıcak hararetli anlamındadır. Ebu Bekr ibnu'l-Enbarî: "O ateş, insanların bedenlerini ve üzerlerindeki bukağı ve zincirleri yok edip helak edemediği gibi, o katranı da ortadan kaldırıp yok edemez" demiştir. Cenâb-ı Hakk'ın "yüzlerini de ateş bürüyecektir" ayetinin ifâde ettiği husustur. Bunun bir benzeri de "Kıyamet günü yüzünü o feci azâbtan kim koruyucak?" (Zümer, 24) ve "O gün onlar yüzleri üstü ateşte sürüklenirler"(Kamer, 48) ayetleridir. Üçüncü Sıfat: Bil ki, tanıma veya tanımamanın, ilim veya cehaletin yeri kalb; fikir, vehim ve hayalin yeri de, kafadır, dimağdır. Bütün bu hallerin izi ve tesiri ise, ancak yüzde görülür. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, ikâblarının izlerinin görülmesini, bu iki uzva tahsis etmiş, kalb için, "Allah'ın tutuşturulmuş bir ateşidir ki, onun acısı ta kalblere kadar çıkar" (Hümeze,6-7) yüz hakkında da "yüzlerini de ateş bürüyecektir" buyurmuştur. Buradaki (......) kelimesi, manasındadır. Herkes Layık Olduğu Karşılığı Alır Cenâb-ı Hak, bu üç sıfattan bahsedince, "Allah, herkese kazandığının cezasını verir" buyurmuştur. Vahidî şöyle der: "Bu ayette geçen "nets" kelimesiyle, kâfirlerin nefisleri kastedilmiştir. Çünkü, önce geçen ayetlerin ifâdeleri, iman ehli için bir ceza olmaya uygun görünmemektedir. Ben de derim ki: Lafzı, umûmu üzere bırakmak mümkündür. Çünkü, ayetin lafzı, Allahü teâlâ'nın, her şahsı, ameline ve kesbine muvafık olan bir biçimde cezalandıracağına delâlet eder. O kafirlerin kesbi, küfür ve masiyet olunca, onların cezası da, bu bahsedilen ceza ve ikâbtar olmuş olur. Mü'minlerin kesbi de, imanları ve tâatları olduğuna göre, onlara uygun olan da, mükafaatlandırılmalarıdır. Hem Allahü teâlâ, günahkârları günahları sebebiyle cezalandırdığına göre, O'nun, itaat edenleri itaatleri sebebiyle mükâfaatlandırması daha evlâ olur. Daha sonra Cenab-ı Hak, "Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir" buyurmuştur. Bu, "Allah onlara zulmetmez ve hak ettikleri cezadan fazlasını da vermez" demektir. Aklın bundan payı şudur: Zulmanî huylar, ruhanî elemlerin tahakkuk etmesinin temel prensipleridir. O huyların ruhtan meydana gelmeleri, o amellerin, dünya hayatında insanlar tarafından yapılma miktarına göredir. Çünkü ruhanî melekeler, cevherinde ancak o fiillerin tahakkuk etmeleri sebebiyle tahakkuk eder ve gerçekleşirler. Böyle olması halinde o elemler de, o fiillerin azlığına çokluğuna, gine ve zayıf oluşlarına göre değişir ki, bu da bir nevi hesabtır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "İşte, bu insanlara yapılan bir " buyurmuştur. Yani, "Bu öğüt ve va'z-u nasihat, insanlara tebliğ edilmiştir, yani bu, öğüt olarak yeter" demektir. Daha sonra alimler, haza zamirinin neye raci olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bunun, Kur'an'ın tamâmına bir işaret olduğu ileri sürüldüğü gibi, bunun,taksine bu sûreye işaret olduğu da söylenmiştir. Yine bunun, bu sûredeki (ibrahim, 42) ayetinden bu âyetteki (ibrahim. 51) ayetine kadar olan kısma işaret olduğu da ileri sürülmüştür. Cenâb-ı Hakk'ın "Onunla tehlikelerden haberdar edilsinler diye" buyruğuna gelince, bu, hazfedilmiş olan bir kelimeye atfedilmiş olup, kelamın takdiri "Nasihat alsınlar ve onunla da, tehlikelerden sakındırılsınlar diye" şeklindedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onun bir insan olduğunu bitsinler, akl-ı selîm sahipleri iyice düşünüp ibret alsınlar diye" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır: Biz bu kitapta defalarca, insanî ruhların, şu şekilde iki şubesi olduğunu söylemiştik: Birinci Şube: Bu, nazarî ve fikrî kuvvet ve onun, mevcudatı bütün kısım, cins ve türleriyle tanımadaki mükemmelliğidir. Böyle olan nefis, kendisinde melekûtun kudsiyyetinin tecelli ettiği ve Lâhûtun celâlinin zuhur ettiği bir ara gibi olur. Bu bilgilerin ve bu tecellinin reisi, en başta geleni ise, Allah'ın birliğini, O'nun zât, sıfat ve fiilleri itibariyle görüp tanımaktır. İkinci Şube: Bu, amelî (pratik) kuvvettir. Bunun mutluluğu, kendisinden -.-emmel fiillerin çıkmasına kaynak olabilecek olan üstün ahlâklarla muttasıf olmasındadır. Bu kuvvetin mutluluklarının en başta geleni ise, Allah'a itaat ve hasıettir. Bunu iyice anladığın zaman biz diyoruz ki: Ayetteki "O'nun bir tek tanrı olduğunu bilsinler" ifadesi, nazarî kuvvet halinin mükemmelliğinin en başta geleni yerine geçen duruma; "Akl-ı selim sahipleri iyice düşünüp ibret alsınlar diye" ifadesi ise, ameli kuvvet durumunun mükemmelliğinin en başta geleni yerine geçen duruma işaret etmektedir. Çünkü bu, iyice düşünüp ibret aimanın faydası, bâtıl işlerden yüz çevirmek ve salih amellere yönelmektir. Böylece, sûrenin sonu, insan için ancak bu iki bakımdan mutluluk olacağına dâir kesin bir delil gibidir. Bu ayetler, bu öğüt ve nasihat verişin, tevhide vâkıf olmayı ve amel-i sâlihe yönelmeyi gerektirdiğini bildirmektedir. Bu husustaki izah şudur: İnsan, bu korkutma ve sakındırmaları (inzarları) işittiği zaman, korkuları artar, düşünmeye, tefekkür etmeye başlar. Böylece tevhid ve nübüvvet bilgisine ulaşır, sâlih amellerle meşgul olur. Kâdî şöyle demiştir: "Bu sûrenin başı ve sonu, kulun fiilleri hususunda müstakil (hür) olduğuna.dilerse itaat, dilerse isyan (inkâr) edebileceğine delâlet etmektedir. Surenin başına gelince: Bu, "İnsanları karanlıklardan aydınlığa çıkarman için" (ibrahim, 1) ayetidir. Biz o ayetin tefsirinde, bu ayetin, kitabı indirmekten maksadın, bütün kulları dine ve takvaya irşâd edip, küfür ve masiyetten (günahtan) alıkoymak olduğuna delâlet ettiğini zikretmiştik. Sûrenin sonu da böyledir. Çünkü buradaki, "Akl-ı selim sahipleri iyice düşünüp ibret alsınlar diye" ifadesi, Allahü teâlâ'nın sırf insanlar bunlardan faydalansın (ibret alsın), böylece itaatkâr mü'minler olup, küfür ve masiyeti terketsinler diye bu sureyi indirip bu öğüt ve nasihattarı verdiğine delâlet etmektedir. Böylece bu sûrenin başı ile sonunun, bu manayı ifade etme hususunda mutabık oldukları ortaya çıkar." Bil ki buna karşı, uzun ve tafsilatlı bir cevap, sûrenin başında geçmişti. Bu sebeble, onu tekrarlamaya gerek yok. Bu ayet, insanın fazilet ve üstünlüğünün ancak aklı sebebiyle olduğuna delalet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, sırf akıl sahiplerine ibret ve nasihat vermek için bu kitapları indirip, peygamberler gönderdiğini beyan etmiştir. Eğer akıl sahiplerinin büyük bir şerefi ve yüce bir mevkii bulunmasaydi, durum böyle olmazdı. Müellif (Râzi), -Allah onu rahmetiyte bürüsün ve ondan razı olsun- şöyle der: Bu sûrenin tefsiri, Bağdad'da 601 h. (1209 m.) yılının Şa'ban ayının sonunda Cuma günü tamamlandı. Allah onu, hayır ve gufranla hitama erdirsin. Allahü teâlâ'dan, gamlardan ve hüzünlerden kurtulmayı, yüce cennet dereceleri elde edip, cehennemin derekelerinden halâs olmayı niyaz ediyoruz. O, çok lütufkâr, merhametli ve Deyyân bir hükümdardır. Allah'a hamd ile, O'nun güzel muvaffakıyyet vermesini isteverek, son peygamber Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ve âline salât-ü selâm ederek sözlerimi bitiririm. |
﴾ 0 ﴿