İBRAHİM SURESİ(Elli iki ayet olup, Mekkîdir.) 1"Elif, lâm, râ. Bu bir kitaptır ki, insanları Rablerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa, o yegâne gâlib, hamde lâyık olan (Allah)'ın yoluna çıkarman için onu sana indirdik". Bil ki bu sûrenin Mekkî veya Medenî oluşu hususundaki söz, ahâd hadislere dayanmaktadır. Sûrede, şer'î hükümlerle ilgili bir şey olmadığı müddetçe, onun Mekke'de veya Medine'de inmiş olması farketmez. Bu durum ancak, sûrede bir nâsih ve bir mensûh bulunduğu zaman önem arzeder. İşte o zaman sûrenin Mekkî veya Medenî olduğunu bilmede büyük bir yarar bulunmuş olur. Cenâb-ı Hak "Elif, lâm, râ, bu bir kitaptır ki" buyurmuştur. Bu "Elif, lâm, râ" diye isimlendirilen bu sûre, sana, şu şu maksattan dolayı indirdiğimiz bir kitaptır" demektir. Binâenaleyh (......) ifadesi mübtedâ; onun haberi, (......).(......) ise haberin sıfatı olmuş olur. Bu ifadeyle ilgi birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Bu ayet, Kur'ân'ın "Allah katından indirilmiş olmakla" tavsif edildiğine delâlet eder. Mutezile şöyle demiştir: "İnen de, indirilen de kadîm olamaz. "Buna şöyle cevap veririz: İnme ve indirilme ile vasfedilen, bu harf ve seslerdir ki, bunlar, hiç münakaşa edilmeksizin muhdestirler. İkinci Mesele Mutezile, Hak teâlâ'nın buyruğundaki lam'ın, "garaz ve hikmet lamı" olduğunu söylemiştirı ki bu da, Allahü teâlâ'nın bu kitabı, bu maksattan ötürü indirdiğine delâlet eder. Bu ise, Allahü teâlâ'nın fiillerin ve hükümlerinin, maslahatları gözetme şartına bağlı olduğunu gösterir. Alimlerimiz buna şu şekilde cevap vermişlerdir: "Birşeyi, başka birşeyden ötürü yapan kimse, o şeyi ancak, o vasıta olmaksızın onu elde etmekten âciz olması halinde yapar. Bu ise, Allah hakkında düşünülemez. Allahü teâlâ'nın fiil ve hükümlerinin herhangi bir sebebe bağlanmasının imkansız olduğu delil ile sabit olunca, zahiri bu manayı veren her nassın te'vil edileceği, bir başka manaya hamledileceği de sabit olmuş olur. Cenâb-ı Hak, küfrü ancak zulümâta (karanlıklara) benzetmiştir. Üçüncü Mesele Çünkü küfür, insanın hidayet yolundan şaştığı halin en ileri noktasıdır. Hak teâlâ imanı da nura (ışığa) hidayet yolunun sayesinde aydınlanacağı en ileri şeydir. Dördüncü Mesele Kâdî şöyle demiştir: "Bu ayette, pek çok bakımdan Cebriye (ehl-i sünnet) görüşünün batıl olduğuna delâlet vardır: 1) Eğer, kâfirde küfrü yaratan Allahü teâlâ olsaydı, Onun o kâfiri küfürden bu kitap ile çıkarması nasıl mümkün oturdu? 2) Allahü teâlâ, zulümattan nura çıkarma işini, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e izafe etmiştir. Binâenaleyh eğer o küfrün yaratıcısı Allahü teâlâ olsaydı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, onları o küfürden çıkarması nasıl mümkün olurdu? O zaman kâfirin, "Sen bizde bu küfrü yaratanın Allah olduğunu söylüyorsun. Öyle ise, senin bizi o küfürden çıkarman nasıl mümkün olur?" deme hakkı doğardı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara: "Ben sizi, olup bitmiş olan küfürden değil, ileride meydana gelecek olan zulümattan yani küfürden çıkarırım" diyecek olursa, o kâfirler de: "Eğer Allahü teâlâ, o küfrü bizde yaratacaksa, bu çıkarma işi doğru olamaz. Yok O, onu yaratmayacaksa, herhangi bir çıkarma olmaksızın da, biz ondan çıkarız" diyebilirler. 3) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onları küfürlerinden ancak iyi düşünmeleri, o kitap üzerinde tefekkür etmeleri ve böylece de, istidlal ve tefekkür ile, Allahü teâlâ'nın âlim, kadir ve hakîm olduğunu, Kur'ân'ın da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğruluğuna dâir mucize olduğunu bilebilmeleri için, o Kur'ân'ı onlara okuması ile çıkarır İşte ancak bu durumda onlar O'nun getirdiği bütün hükümleri kabul ederler. Böyle olması da ancak, bu işin kendilerine âit olan, ihtiyarları ile meydana gelen bir iş olması durumunda mümkün olur. Böylece onların o fiile yönelmeleri ve o fiilde tasarruf etmeleri doğru ve yerinde olabilir." Kâdi'nin bütün bu görüşlerine şöyle cevap verilebilir: "Kuldan sâdır olan fiil, ondan, ya o işi yapmaya ve yapmamaya dâir sebebler eşit ve denk olduğunda, yahut da bu iki taraftan birinin diğerine üstün gelmesi halinde sâdır olur. Birinci ihtimal olamaz. Çünkü fiilin meydana gelmesi, varlık (yapılma) tarafının, yokluk (yapılmama) tarafına üstün gelmesi demektir. Halbuki yapma ve yapmama sebeblerinin eşit olması halinde, bir tarafın üstün gelmesi imkânsızdır. İkinci ihtimal, bizim görüşümüzün aynısıdır. Çünkü kuldan bir fiilin sâdır olması, ancak yapma tarafının üstünlüğü mevcut olursa söz konusudur. Binâenaleyh eğer bu üstün getirme, kuldan olursa, soru geri döner. Yok eğer kuldan olmaz, Allah'dan olursa, bu durumda da ilk müessir Allahü teâlâ olmuş olur ki, zaten bizim elde etmek istediğimiz netice de budur. Allah en iyi bilendir. Beşinci Mesele (Ehl-i Sünnet) âlimlerimiz, "kulun fiilini Allah yaratır" şeklindeki görüşlerinin doğruluğuna, Hak teâlâ'nın ayetteki "Rablerinin izniyle" ifadesini delil getirmişlerdir. Çünkü ayetin manası, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in insanları karanlıklardan ışığa çıkarması, ancak Rablerinin izniyle mümkündür" şeklindedir. Bu "izin" ile, ya Allah'ın emri, ya ilmi, ya meşieti ve yaratması manası murad edilmiş olabilir. İzni, "Allah'ın emri" manasına hamletmek imkansızdır. Çünkü cehaletten ilme çıkarmak, emre dayanmaz. Çünkü bir emir olsa da olmasa da, durum değişmez. Zira cehalet, ilimden; batıl da haktan iyice ayrılmıştır. "İzn"i, "Allah'ın ilmi" manasına hamletmek de imkânsızdır. Çünkü ilim, malûma, ma'lûmun olduğu durum üzere tâbidir. O halde, zulümattan nura çıkarmayı bilmek, o çıkışa tâbidir. O çıkışın tahakkukunun da, çıkışın tahakkuk edeceğini bilmeye bağlı olduğunun söylenilmesi imkânsızdır. Bu iki kısım batıl olunca, ayetteki "izin" ile, "Allah'ın meşieti ve yaratması ile" manasından başka bir mananın murad edilmediği ihtimali kalır ki, bu da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in insanları karanlıklardan nura çıkarmasının, ancak Allah'ın meşieti (dilemesi) ve yaratması ile mümkün olduğuna delâlet eder. Buna göre eğer, "Ayetteki "izin" sözü ile Allah'ın lütuflarının kasdedilmesi niçin mümkün olmasın?" denilirse, biz deriz ki: "Lütuf" sözü, kapalı bir sözdür. Binâenaleyh biz onun hakkındaki sözü detaylandiriyor ve şöyle diyoruz: "İzin" ile murad edilen, ya varlık tarafının yokluk tarafına tercih edilmesini gerektiren bir emirdir, yahut da bu emir bunu gerektirmez. Eğer ikincisi olursa, onda kesinlikle bir emir söz konusu olmaz. Böylece de, o işin o emir sebebiyle meydana geldiğinin söylenilmesi imkânsız olur. Geriye birinci ihtimal katır. Bu da, ayetteki "izin" ile kastedilenin, varlık tarafını yokluk tarafına tercih etmeyi gerektiren bir mananın bulunmasıdır. Halbuki biz, böyle bir tercihin (üstünlüğün) meydana gelmesi halinde, o şeyin mutlaka meydana geleceğine, aklî kitaplarda işaret etmiştik. Bu da, o şeyimeydana getiren sebebten başka birşey değildir. Binâenaleyh bu, bizim görüşümüzün aynısı olmuş olur. Allah en iyi bilendir. Altıncı Mesele Allah'ı tanıyıp bilmenin ancak- peygamberin ta'li'mi (öğretmesi) ve imamın bildirmesi ile olacağını söyleyenler, görüşlerine bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: Allahü teâlâ bu ayette, onları, küfür karanlıklarından imân nuruna çıkaranın Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğunu açıkça ifâde etmiştir ki bu da, Allah'ı bilmenin (marifetullah'ın), ancak öğretme yoluyla elde edildiğine delâlet eder." Buna şöyle cevap verilir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tıpkı bir uyarıcı gibidir. Marifetullah ise, ancak delil ile elde edilir. Allah en iyi bilendir. Yedinci Mesele Ayet, küfür ve bid'at yollarının pekçok; hayır yolunun isetek olduğunu göstermektedir. Çünkü Allahü teâlâ, 'İnsanları Rablerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa (nura) çıkarman için" buyurmuş, cehalet ve küfrü cemi siğasıyta "zulumât" sözü ile; iman ve hidayeti de, müfred olan "nûr" ile ifâde etmiştir ki bu da, cehalet yollarının pek çok, ilim ve iman yolunun ise tek olduğuna delâlet eder. Sekizinci Mesele Ayetteki "Yegâne galib, hamde lâyık olan (Allah)'ın yoluna" ifadesi ile ilgili iki açıklama yapılmıştır: 1) Bu, âmil olan ila harf-i cerrinin tekrarı ile ifadesinden bedel kılınmıştır. Tıpkı, (A'râf, 75) ayetinde olduğu gibidir. 2) Bunun, bir cümle-i isti'nâfiyye olması da mümkündür. Buna göre, sanki "Hangi nura?" denilmiş de, "Yegane gâlib, hamde lâyık (Allah'ın) yoluna (nuruna)" cevabı verilmiştir. Dokuzuncu Mesele Mu'tezile şöyle der: "Fail ancak, her türlü makdûrâta kadir oıbuğunda, tütün malûmatı bildiğinde ve fterşeyden müstağni olduğunda, doğru ve iyi olanı yapar, kötü ve abes olanı bırakır (yapmaz). Çünkü eğer o herşeye kadir olamaz ise, âciz kalacağı için çoğu kez kötüyü yapar. Eğer bütün malûmatı bilmezse, câhil olacağı için, çoğu kez (bilmeden) çirkin işleri yapar. Eğer herşeyden müstağni olmaz ise (başka şeylere muhtaç olursa), ihtiyacı sebebi ile çoğu kez çirkin ve kötü işleri yapar. Fakat o herşeye kadir, herşeyi bilen ve herşeyden müstağni olan olursa, çirkin işleri yapması imkansız olur. O halde ayetteki "azîz" (yegâne galib) ifâdesi, Allah'ın kudretinin mükemmelliğine; "hamîd" (hamde lâyık olan) ifâdesi de, O'nun hertürlü fiilinden dolayı hamde lâyık olduğuna bir işarettir. Bu da ancak, Allah herşeyi bilen ve herşeyden müstağni olan olduğunda söz konusudur. Binâenaleyh anlattıklarımız ile, "Allah'ın yolunun", azîz ve hamîd sıfatlarına sâhib ilah için dosdoğru bir yol olduğu için, "kıymetli, yüce ve âlî" sıfatlarına sahib olduğu sabit olur. İşte bundan dolayı, Hak teâlâ kendisini bu ayette bu iki vasıfla tavsif etmiştir. Onuncu Mesele Allahü teâlâ, "aziz" vasfını "hamid" vasfından önce zikretmiştir. Çünkü doğru olan şudur: Allahü teâlâ'yı bilmenin başlangıcı, O'nun kadir, sonra âlim, ve sonra herşeyden müstağni olduğunu bilmektir. Azîz, kadir demektir; hamîd ise, âlim ve müstağni olması demektir. Binâenaleyh Allah'ın kadir olduğunu bilmek, O'nun herşeyi bilen ve herşeyden müstağni olan olduğunu bilmekten önce geldiği için, "aziz"i, "hamid" isminden önce zikretmiştir. Allah en iyi bilendir. |
﴾ 1 ﴿