HICR SURESİ(Bu sûre, doksandokuz ayet olup, Mekkîdir). 1Âyetin tefsiri için bak:3 2Âyetin tefsiri için bak:3 3"Elif, Lâm, Râ. Bunlar kitabın, Kur'an-ı Mübin'in ayetleridir. O kâfirler, zaman zaman temenni edecekler ki: "Ah (vaktiyle) keşke müslüman olaymışlar?" Bırak onları yesinler, faydalansınlar. Onlan, emel oyalaya- dursun. Onlar sonra bilip anlayacaklar. Biz, kendilerine takdir edilmiş bilinen bir zaman gelmeden hiçbir memleketi helak etmeyiz ". Sûrenin Başındaki Tilke Kelimesinin İzahı Bil ki, buradaki tilke (bunlar) kelimesi bu sûrenin ihtiva ettiği ayetlere işaret etmektedir. Kitap ve Kur'an-ı Mübîn ile ise, Allahü teâlâ'nın Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e vaadettiği (gönderdiği) kitap kastedilmiştir. "Kur'an" kelimesinin, nekire (eliflamsız) gelmesi, tefhim (onun şanının yüceliğini göstermek) içindir Buna göre mana şöyle olur: "Bu ayetler, bir kitap olması ve beyan-ı ilâhîyi ifâde eden bir Kur'an olması bakımından mükemmel olan şu kitabın ayetleridir." Cenâb-ı Hakk'ın, "O kâfirler zaman zaman, temenni edeceler ki, "Ah (vaktiyle) keşke müslüman olaymışlar" ifâdesi ile ilgili birkaç mesele vardır: Rubema Kelimesi Hakkında Mufassal İzah Nâfî ve Asım, ilk kelimeyi, şeddesız olarak rubema şeklinde; diğer kıraat imamları ise şeddeli olarak rubbema şeklinde okumuşlardır. Ebû Hatim şöyle demişir: "Hicazlılar bu kelimeyi, şeddesiz olarak rubema şeklinde; Kays ve Bekiroğulları kabileleri ise, rubbemâ şeklinde şeddeli olarak kullanırlar." Ben de derim ki: "Bu kelimenin birkaç kullanılış şekli var. Çünkü rubbe kelimesindeki râ harfi hem ötreli, hem de fethalı olarak vârid olmuştur. Râ'nın ötreli olması durumunda, bâ harfi şeddeli, şeddesiz ve sakin olarak gelir. Bütün bu durumlarda da, kelime bazan mâ harfi ile, bazan da mâ harfi olmaksızın kullanılır. Yine bazan, tâ harfi ile, bazan da tâ'sız olarak kullanılır." Nitekim şâirler şöyle derler: "Beyan edip belirteyim (tesmiye edeyim): Hızlı olan çok iyi bîr hatırlama ile, pekçok delikanlının hemencecik hazlanıp lezzetlendiklerini sen nereden bileceksin ki?" Yine bu kelime, bâ harfinin sükûnu ile de kullanılır. el-Huzelî'den şu beyit nakledilmiştir: "Ey Züheyr, şayet ense köküm yaşlılık sebebiyle ağarmışsa ne gam! Zira ben nice kuvvetli birlik karşısında, kendi birliği ile mukavemet ederek saçlarımı ağartmışımdır!" Buradaki heydal kelimesi, silahlı grup manasındadır. Yine rubbe kelimesi ma harfi ile kullanıldığı zaman, bazan şeddeli bazan şeddesiz gelebilir, o zaman rubbemâ ve rubema dersin. Bazan da mâ harfi, tâ harfi ile beraber kullanılır. (Rubbetemâ) ve (rubetema) gibi.. Bütün bu ihtimaller, râ harfinin, ötüreli olmasına göredir. Bazan da râ harfi fethalı olur. O zaman, rebbe, rebbema, rebbetema denilir ki, bunu Kutrub nakletmiştir. Ebu Ali şöyle demiştir: "Harfler içinde, kendisine müenneslik harfi olan tâ'nın bitiştiği harfler vardır. Mesela gibi. Bütün bu kullanış şekillerini, Vahidî, el-Basît adlı eserinde rivayet etmiştir. Rubbe kelimesi Sibeveyh'e göre harf-i cer olup, ona şu iki durumda mâ harfi bitişir: a) Ma harfinin "şey" anlamında olmak üzere "nekire" olmasıdır. Bu şâirin, şu sözünde olduğu gibidir: "Nefislerin hoşlanmadığı bazı şeyler bulunur ki, onun da, ipin eğrilmesi gibi (kolay olan) bir çözümü vardır" Buradaki ma edatı, bir isim olup, ona delâlet eden şey ise lehu zamirinin, sıfatı ile birlikte bu ma edatma râcî olmasıdır. Çünkü mana, "Nice şeyler vardır ki, nefisler ondan hoşlanmaz" şeklindedir. Zamir mâya râcî olunca, ma isim olur, bir harf olmaz. Bu tıpkı .. ayetinde olduğu gibidir. Buradaki bihi zamiri maya râcî olunca, biz onun bir isim olduğunu anlıyoruz. Ma edatının, rubbe'den sonra olduğu zaman bazan isim olabileceğine delâlet eden şeylerden biri de rubbe kelimesinden sonra men edatının da gelebilmesidir. Şâirin şu şiirinde olduğu gibi: "Ey azıklarımızı eksilten bazı kimseler! (Bilin ki), azığımızın azlığına rağmen, o kadınlar sabah-akşam (yine de) gelip gittiler." Rubbe kelimesi men edatının başına gelip bunun da nekire olması gibi, ma kelimesinin başına da (ayrı olarak) gelir. Bu, bir şeklidir. Bir başka şekli ise, rubbe kelimesinin, bu ayette olduğu gibi, "mâ-i kâffe"nin başına gelmesidir. Nahiv âlimleri bu "mâ"ya, "kâffe" adını verirlerken, bununla o harfin kelimeye dâhii olması ile, kendisinden önceki harfi, amelinden alıkoyduğu manasını kasdederler. İşte bu alıkoyma meydana geldiği zaman rubbe kelimesinin, daha önce dahil olamadığı kelimelerin başına gelmesi mümkün olur. Baksana rubbe kelimesi tabirinde olduğu gibi, müfred isimlerin başına gelmekte, fakat fiillerin başına gelmemektedir. Fakat başına ma bitişince, bu ma harfi, bu ayette de olduğu gibi, onun fiile dahil olmasını mümkün kılar. Allah en iyisini bilendir. Rubbe Kelimesinin Bazan Azlık, Bazan da Çokluk Bildirmesi Alimler rubbe kelimesinin, azlık manasını ifâde etmek için vaz olunduğunda ittifak etmişlerdir. Azlık ifâde eden rubbe, çokluk ifâde eden kem (nice) edatının benzeri (zıddına benzeredir. Bir kimse, (......) dediği zaman, rubbema kelimesi, o falancanın bizi az ziyaret ettiğini gösterir. Zeccâc şöyle demiştir: "Kim, rubbe kelimesi ile çokluk kasdedilir, derse bu dil âlimlerinin bildiğinin aksidir." Bu durumda, buradan bir soru ortaya çıkar: Bu da şudur: Kâfirin (o zaman), müslüman olmuş olmayı arzulayacağı kesindir. Rubbe kelimesi ise zan ifade etmektedir! Yine bu temenni çokça olur ve peşpeşe yapılır. Binâenaleyh azlık ifâde eden rubbema lafzı, buraya uygun düşmez!? Buna birkaç şekilde cevap verilir: 1) Arapların örfü şu şekildedir: Onlar çokluk manasını kasdettikleri zaman, azlık ifâde etmek üzere kullanılan bir lafzı; katiyyeti ve kesinliği murad ettikleri zaman da, şek ve şüphe manasına kullanılan bir lafzı kullanırlardı. Bundan maksadları ise, umdukları o şeyi böylece açığa vurma ve maksatlarını tasrih etmekten müstağni durmaktır, buna gerek olmadığını ifade etmektir. Bu sebeble onlar mesaja "Ne de olsa yaptıklarıma pişman oldum" ve "Olur ki sen, yaptığına pişman olursun"derler. Halbuki pişmanlığın birçok defa vaki olduğu kesindir. Şâirin, şu sözü de böyledir:"Bazan ben, akranımı, parmak uçları sapsarı olmuş bir halde bırakırım." 2) Bu "azlık" manası, tehdidi ifâde etmede daha beliğ, daha etkilidir..Çünkü bunun manası "seni, bu fiilden alıkoyma hususunda azıcık bir pişmanlık bile sana yeter. Düşün, ya o pişmanlığın çoğu nasıl olur!" şeklindedir. 3) Azab onları öylesine meşgul eder ki, onlar bunu ancak pek az temenni ederler. Kur'an'la İstişhadın Önemi Alimler rubbe kelimesinin, bilhassa mâzî fiile dahi! Olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Nitekim Arapça'da şöyle denilir: "Abdullah, bana pek az gelir." Rubbema kelimesinden sonra hemen hemen hiç muzari fiili kullanılmaz. Bazı âlimler, "Hayır, durum böyle değildir. Bunun delili, şâirin şu sözüdür: "Nefislerin hoşlanmadığı bazı şeyler bulunur ki..." demişlerdir. Bu istidlal zayıftır. Çünkü, bu beyitteki rubbe kelimesinin, isim olan ma'nın başına geldiğini açıklamıştık. Rubbe hakkındaki sözümüz şudur: Bu kelime, bir fitlin başına geldiği zaman, o fiilin mazi olması gerekir. O halde bu nerede, o nerede. Fakat ben diyorum ki: Edîb kimselerin "Bu kelimenin, muzârî fiilin başına gelmesi caiz değildir " şeklindeki sözlerini akli delil ile doğrulamak mümkün değildir. Çünkü bu hususta ancak, nakle (rivayete) ve kullanışa müracaat edilir. Onlar eğer, bu kullanışa şâmil bir beyit bulmuş olsalardı, bunun caiz ve doğru olduğunu söylerlerdi. Allah'ın sözü, en kuvvetli, en yüce ve en şerefli kelamdır. O halde onlar, bunun caiz ve doğru olduğu hususunda, bu ifâdenin bu ayette vârid oluşunu niçin delil olarak görmediler? Sonra biz diyoruz ki: Edîb kimseler bu soruya şu iki şekilde cevap vermişlerdir: 1) Onlar, Allahü teâlâ'nın verdiği haberler içinde gözlenen ve olması beklenen şey, tahakkuk etmesi açısından kesin ve olup bitmiş şey gibidir. Buna göre sanki "zaman zaman temenni ettiler" denilmektedir. 2) Ayetteki (......)'daki ma bir isim; yeveddu fiili ise onun sıfatıdır. İfadenin takdiri, "inkâr edenlerin temenni edeceği pek az şey..." şeklindedir. Zeccâc ise şöyle demiştir: "Ayet-i Kerimede, mahzûf bir kâne olduğunu ve kelamın takdirinin "O inkâr edenler, zaman zaman temenni ediyorlardı" şeklinde olduğunu iddia eden kimse, bu iddiası ile, Sibeveyh'in görüşünün dışına çıkmış olur. Baksana, ona göre, burada mahzuf bir kane fiilinin olduğunu söylemek caiz değildir. Buna göre senin, "Abdullah makbul idi" manasında, kane'yi hazfederek, demen caiz değildir. Ayetin Müfessirlerce Farklı Tefsiri Ayetin tefsirinde, müfessirlerin çeşitli görüşleri bulunmaktadır: Çünkü bunlardan her biri, "O kâfirler zaman zaman, temenni edecekler ki" ifâdesini başka bir manaya hamletmişler. En doğrusu, Zeccâc'ın söylediğidir. Çünkü o, şöyle der; "Kâfir, ne zaman, azâb hallerinden bir hal ve müslümanın durumlarından bir durum görse, "keşke müslüman olsaymışım" diye temenni eder." İşte en doğru izah budur. Bu Temenninin Ne Zaman Olacağı? İlk müfessirler, bu hususta birçok izahlar yapmışlardır. Dahhâk: "Bundan maksat ölüm esnasındaki temennidir Çünkü kâfir, ikâb alâmetlerini müşahade ettiği zaman, keşke müslüman olsaymışım diye temenni eder" demiştir. Bu halin, yüzler karardığı zaman meydana geldiği de söylenmiştir. Yine: "Aksine bu, kâfirler cehenneme girip de başlarına azâb çöktüğü zaman olur. Çünkü onlar, "Ey Rabbimiz, bizi yakın bir müddete kadar geciktir de, senin davetine icabet edelim. Peygamberlere tâbi olalım" (ibrahim, 44) diyeceklerdir" denilmiştir. Ebu Musa, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Kıyamet günü olup, cehennemlikler cehennemde toplandığı ve beraberlerinde de kıble ehlinden olan kimseler bulununca, kâfirler onlara "siz müslüman değil miydiniz?" derler. Onlar, "Evet!" cevabını verince, kâfirler, "Müslümanlığınız size fayda vermedi de, bizimle beraber cehenneme girdiniz, öyle mi?" derler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak rahmeti ve lûtfu ile, o müslümanlara ikramda bulunur ve cehennemde, ehl-i kıbleden kim varsa onların çıkarılmasını emreder. Böylece o müslümanlar, oradan çıkarılırlar, işte o zaman, kâfirler, "keşke müslüman olaymışız!" diye temenni ederler" Kenz'ul-Ummal, 14/39555. Hazret-i Peygamber bundan sonra da, bu ayeti okur. Müfessirlerin ekserisinin görüşü, buna göredir. Mücahid, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Allahü teâlâ, mü'minlere merhamet etmeye devam eder ve onları cehennemden çıkarıp, peygamberler ve meleklerin şefaatiyle cennete sokar. Hatta işin sonunda, "Müslümanlardan kim varsa, hepsi cennete sokulsun!" der. İşte o zaman, kâfirler, "keşke müslüman olsaymışız!" diye arzu ederler. Kâdî şöyle demiştir: "Bu rivayetler, Cenâb-ı Hakk'ın., büyük günah sahiplerini cehennemden çıkarması ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şefaatinin ikâbı düşürme hususunda makbul olacağı görüşüne mebnîdir, dayanmaktadır." Halbuki, Kâdi'ye göre bu iki husus, kabul edilemez. Bundan dolayı o, bu rivayeti, sözüne uygun, mezhebine muvafık bir biçimde manalandırır. O mana da şudur: "Allahü teâlâ, mü'minlerden bir grubun cennete sokulmasını, o kâfirlerin, Allah'ın o mü'minleri cennete sokmayacağını zannedecekleri bir biçimde geciktirir. Sonra da onları cennete sokar ve böylece kâfirlerin gamı ve nedametleri artar. İşte bu noktada, "keşke müslüman olsaymışız" diye temenni ederler." Kâdî, Bu rivayetler, işte bu izah ile doğru olur" demiştir. Allah, en iyisini bilendir. Ahirette Temenni Etme Meselesi Buna göre eğer, "İnsanlar Kıyamette, bu hailen temenni edebildiklerine göre, sevabı az olan mü'minin de, sevabı çok olan mü'minin derecesini temenni edebilmesi gerekir.. Ve temenni eden kimse, temenni ettiği şeyi elde edemeyince, bir sıkıntı ve elem, üzüntü içinde kalır. Bu ise, mü'minlerin ekserisinin bir keder ve üzüntü içinde olmasını gerektirir" denilirse biz deriz ki: Ahretteki insanların halleri, dünyadakilerin hallerine kıyaslanmaz. Allahü teâlâ, her birini, kendisine verdiğiyle hoşnut kılar ve Cenab-ı Hakk'ın, "Göğüslerinde kin adına ne varsa söküp atacağız" (A'raf, 43) ayetinde de buyurduğu gibi, daha fazlasını isteme arzusunu kalbferinden söküp alır. Allah en iyisini bilendir. "Bırak Kâfirleri!" Demenin Manası Cenâb-ı Hakk'ın "Bırak onlan, yesinler, faydalansınlar. Onları, emel oyalayadursun. Onlar sonra bilip anlayacaklar" ayetine gelince, bununla ilgili birkaç mesele vardır: Bu, "Kâfirleri bırak. Dünyadan nasiblerini alsınlar. Onların ahlâkı budur. Onların ahirette ise, hiç nasipleri yoktur, Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesine gelince, Arapça'da "Bir şeyden yüz çevirmek" denilir. Nitekim hadiste varid olduğuna göre İbnu'z-Zübeyr (radıyallahü anh), yıldırımın sesini duyduğu zaman, konuşmaktan geri durmuştur. Kisaî ve Esmâi de, "Bırakıp terkettiğin şey için, ifâdesini kullanırsın" demişlerdir. Ve şu şiir inşad olunmuştur: "Zeyneb, -sevme, bırak şunu- bütün iplerini kopardı. Ama sen, ah senin gönlünü bir alsa diye, onu uzun uzun kınayıp durdun!" Buradaki deyimi "onu bırak, ondan yüz çevir" manasındadır. Müfessirler şöyle demişlerdir: "Kâfirleri, dünyadan paylarını almaları esnasındaki tûl-i emel ve arzuları, imandan ve taâtten alıkoymuş ve onları oyalamıştır. Ama onlar, ilerde görecekler, anlayacaklar.." Ehl-i sünnet âlimlerimiz, bu ayeti, Allahü teâlâ'nın, insanları imandan alı koyabileceğine ve mükellefe onun için dinen zararlı görülen şeyi yapabileceğine defil getirmişlerdir. Bunun delil oluşu şöyledir: Allahü teâlâ Peygamberine," "Bırak onlan, yesinler, faydalansınlar.. Onları, emel oyalayadursun " demiş ve o kâfirlerin, faydalanmaya yönelmeleri ve tûl-i emele dalmalarının, onları İmandan ve tâatten alıkoymasına "okmetmiştir. Sonra Allah onlara bu hususta izin vermiştir. İşte bu, bizim söylediğimiz şeye delâlet etmektedir. Mutezile ise,"Bu bir izin ve müsaade etmek değildir. Aksine, bir tehdit ve vaîd ifâde etmektedir" demiştir. Biz de deriz ki: "Bırak onları" ifâdesinin zahiri, bir izindir. Bu hususta söylenecek en son söz şudur: Allahü teâlâ onların bu amellere yönelmelerinin, enlerinde onlara zarar verdiğine işaret etmiştir. Bu, bizim söylemiş olduğumuz, "Allah i nen onlar için zarar olduğunu açıkça beyân etmekle beraber, o şey hususunda onlara izin vermiştir" şeklindeki sözümüzle aynı anlamdadır. Tûl-i Emelin Zararı Ayet-i kerime, dünyadan lezzet alıp ondan yararlanmayı ve bunlara götürecek şeyleri tercih etmenin, tûl-i emel olduğuna ve mü'minlerin ahlâkından olmadığına delalet etmektedir. Bazılarından ise, "Dünyaya dalıp ondan faydalanmak, helak olacakların ahlâkıdır" şeklinde nakledilmiştir. Tûl-i emelin kınanmasıyla ilgili haberler pek çoktur. Hazret-i Peygamber'den rivayet edilen şu hadis bunlardan birisidir: "Ademoğlu ihtiyarlarken, onda iki şey gençleşir (kuvvetlenir): Mal tutkusu ve tûl-i emel." Müslim. Zekât, 115 (2/724); Tirmizi, Zûhd, 28. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, onun yere üç nokta çizip, daha sonra şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu, ademoğhdur; bu, emel ve arzular, bu da ecel. Emelin önünde doksandokuz ideal ve arzu bulunur... Onlardan birisini elde etse bile, ancak ne var ki ihtiyarlık hemen onun arkasındadır. " Buhari, Rikak, 4-5. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin de şöyle dediği rivayet edilmiştir: Sizin için iki şeyden korkuyorum: Tûl-i emelden ve nevanıza uymanızdan.. Çünkü tül-i emel, ahireti unutturur; hevâya uymak ise, insanı haktan çevirir." Allah en iyisini bilendir. 4Âyetin tefsiri için bak:5 5"Biz hiçbir memleketi, onun malûm bir yazgısı olmaksızın helak etmedik. Hiçbir ümmet ne ecelinin önüne geçebilir, ne de onlar, (bunu) geciktirebilirler" Ayette ilgili birkaç mesele vardır: Bil ki Allahü teâlâ, "Bırak onlar, yesinler, faydalansınlar. Onlan, emel oyalayadursun. Onlar sonra bilip anlayacaklardır' (Hicr, 3) diyerek, Hazret-i Muhammed'i yalanlayanları daha önce tehdit edince, bunun peşisıra, bu tehdidi te'kid eden ifâdeyi getirerek, "Biz, hiçbir memleketi, onun helak ve azâb hususunda malûm bir yazgısı olmaksızın helak etmedik" buyurdu. Bu hususta ancak, takdim ve tehir olabilir. Eceli öne alınmış olanlara gelince, onların bu yazgıya göre helak olma zamanlan, acilen, hemen olmuş olur. Sona kalmış olanların, yazgıya göre helak olma zamanlan ise, geciktirilmiş olur. Bu ise, sakındırma ve tehdidin son noktasıdır. Bazıları da, bu ayette bahsedilen helak ile, Cenâb-ı Hakk'ın, Nûh, Hûd, ve diğer peygamberlerin kavimleriyle İlgili olarak da beyân buyurduğu gibi, yalanlayan ve inatçılık yapan, diretenler için indirmiş olduğu köklerini kazıma azabının murad edildiğini söylemişlerdir. Diğer bazıları da, bu helak ile, ölümlerinin kastedildiğini söylemişlerdir. Kâdî daha fazla tehdidi ifâde etmesinden dolayı, birincisinin doğruya daha yakın olduğunu söylemiştir. Böylece Allahü teâlâ, bir mühlet vermeye, aklı başında olan kimselerin aldanmamaları gerektiğini, çünkü azabın ertelenebileceğini; her ümmet için de, azabın inişinde öne geçmeyen, sona da kalmayan muayyen bir vaktin bulunduğunu beyân buyurmuştur. Diğer bir üçüncü grup da, ayette bahsedilen bu helak ile hem kökten imha azabının, hem de ölümlerinin birlikte kastedildiğini söylemişlerdir. Çünkü bunlardan her biri, helak olma bakımından birbirine ortaktırlar. Binâenaleyh lafzı, bu iki kısmın birden dahil olabileceği ortak bir manaya hamletmek gerekir. Ferrâ şöyle demiştir: ifâdesinde vâv getirilmemiş olsaydı da, doğru olurdu. Bu, nitekim bir başka ayette, yani "Biz hiçbir memleketi, ona öğüt vermek üzere inzâr ediciler olmadıkça helak etmedik" (Şuarâ, 208) ayetinde de böyledir. Bu senin tıpkı, "Gördüğüm herkes üzerinde bir elbise vardır" demen gibidir. Sen istersen, da diyebilirsin." Cenab-ı Hakk'ın "Hiçbir ümmet, ne ecelinin önüne geçebilir, ne de onlar (bunu) geciktirebilirler" ifâdesine gelince, bununla ilgili birkaç mesele vardır: Vahidî şöyle demektedir: "Ayetteki ümmet kelimesinin başında bulunan ma te'kid için getirilmiş, min-i zâide'dir. Bu senin tıpkı, "Bana, hiç kimse gelmedi" aemen gibidir." Başkaları ise, "Hayır, bu zâid değildir. Zira bu, ba'ziyyet ifâde eder. vani "bu hüküm, bu hakikatin kısımlarından bazısında tahakkuk etmesi" demektir" demişlerdir. Böylece bu, nefyin umumîliğini ifâde etme hususunda kuvvetli olmuş riur. Sahibu'n-Nazm şöyle demektedir: "Eğer fiili bir şahıs hakkında kullanılıyorsa (yani mef'ûlü şahıs ise), bunun manası, "onu geçti, onu geride bıraktı" şeklindedir. Bu -eselâ senin tıpkı, "Zeyd, Amr'ı geçti" demen gibidir. Yani, "o onu geçti, arkasında oraktı" demektir ki, bu da, "Amr, ona yetişemedi, ona ulaşamadı" demektir. Ama bir fiilin mef'ûlü zaman olursa, o zaman mana bunun tersi olur. Bu da meselâ senin, demen gibidir ki bu, "Falanca, şu zaman gelmeden önce çekip gitti. O, o zamana yetişemedi" demektir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, (......) buyruğunun manası, "Bu ecel ne o zamandan önce, ne de ondan sonra tahakkuk etmez. Tam aksine, tam zamanında tahakkuk eder" demektir. Bunun sebebi şudur: Herhangi bir hadisenin ondan önce veya sonraki bir zamana değil de, kendi muayyen zamanına tahsis edilmiş olması, herhangi bir müreccih ve herhangi bir muhassis olmadan, tesadüfi bir yolla olmuş değildir. Çünkü, mümkün olan varlığın iki tarafından birisinin diğerine herhangi bir müreccih olmadan baskın çıkması imkânsızdır. Onun meydana gelmesi o belirli zamana tahsis edildi. Çünkü âlemin ilahı onu o belirli zamana tahsis etmiştir. Durum böyle olunca ilah'ın kudret ve iradesi, bu tahsisi gerektirmiş, ilim ve hikmeti, bu tahsisin o belirli zamanda imasına taalluk etmiştir. Allah'ın kudret, irâde, ilim ve hikmet sıfatlarının değişmesi imkânsız olduğuna göre, bu tahsisin de değişmesi imkansız olur. Bunu iyice anladığında biz diyoruz ki: Bu delil, aynen kulların fiilleri hususunda da söz konusudur. Ben bu sözümle, meselâ Zeyd'den sâdır olan iman ve taat ile, Amr'dan sâdır olan küfür ve günahı kastediyorum. Binâenaleyh bu işlerde değişikliğin olması da imkansızdır. Eğer onlar, "Bu, Zeyd ve Amr'den o iman ve küfrün meydana gelmesini gerektiren şey, şayet Allah'ın kudreti ve meşîeti olursa, ancak o zaman söz konusu olur. Ama biz bunu gerektiren şeyin, Zeyd ve Amr'in kudreti ve meşîeti (iradeleri) olduğunu söylersek, bu delil düşer" derlerse, biz deriz ki: Zeyd ve Amr'in kudret ve iradeleri, eğer o belli fiili gerektirmiş ise, o fiili gerektiren o kudret ve iradenin yaratıcısı, bizzat o fiili yaratmaya da kadirdir. Binâenaleyh Mutezile'yi ilzam eden aynı şey, yine söz konusudur. Yok eğer Zeyd ve Amr'in kudret ve meşietleri (iradeleri) o fiili gerektirmemiş, aksine onların kudret ve iradeleri, hem o fiile, hem de onun zıddına elverişli ise, bu iki taraftan birinin diğerine baskın çıkması, bir müreccihten ötürü olmuş olmaz. Böylece de iş, bu tahsis işinin, herhangi bir tahsis edici olmaksızın meydana gelmesi neticesine varır ki, bu yanlıştır. Yok eğer bu bir tahsis edenden ötürü meydana gelmiş ise ve o tahsis eden de kul ise, mesele aynen geri döner ve böylece teselsül gerekir. Yok eğer o tahsis edici, Allahü teâlâ ise, o zaman konu, kulun fiilinin ancak Allah'ın tahsisi ile belirlendiği neticesine varır ki, işte ancak böyle olursa ilzam söz konusu olmaz. Ayet, ölen veya öldürülen herkesin ancak eceliyle öldüğüne delâlet eder. Öldürülen kimsenin eceli gelmeden öldürülmüş olduğunu söyleyenler hatadadırlar. Eğer onlar, "Bu istidlal, ancak biz ayetteki, "helak etmedik" ifâdesini, ölüm manasına alırsak tam olur. Fakat biz bunu, "kökü kazıma azabı verdik" manasına alırsak, bu istidlal nasıl olabilir?" derlerse, biz deriz ki: Bu helak ifadesinin altına, ölüm ya dahildir, ya değildir. Eğer dâhil ise, bu istidlal açıktır ve gereklidir; yok değil ise, deriz ki: Kökü kazıma azabında gerekli olan, o belli vaktinden önceye veya sonraya geçmeme işi, ölümde de söz konusudur. Binâenaleyh ölüm için de aynı şeyi söylemek gerekir. Allah en iyi bilendir. 6Âyetin tefsiri için bak:8 7Âyetin tefsiri için bak:8 8"Dediler ki: "Ey kendisine zikr (kitap) indirilen, sen kesinlikte mecnunsun. Eğer doğru söyleyenlerden isen, bize melekleri getirseydin ya." Biz o melekleri hak olmaksızın indirmeyiz, O zaman da kendilerine mühlet verilmez". Bil ki Allahü teâlâ, kâfirleri iyice tehdit edince, bunun peşi sıra, Hazret-i Peygamber'in nübüvvetini inkâr hususundaki şüphelerini zikretti: Hazret-i Peygamberin Mecnun Olduğu İddiası Birinci şüpheleri şudur: Onlar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mecnûn olduğuna hükmediyorlardı. Bunda birkaç ihtimal bulunmaktadır. 1) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in üzerinde, vahyin indiği esnada baygınlığa benzer bir hal görülüyordu. Bundan dolayı onlar da, O'nun mecnun olduğunu zannettiler. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "ve o, muhakkak ki bir mecnundur" der. O ancak. alemler için şereften başka bir şey değildir" (Kalem, 51-52) ve "onlar hiç düşünmediler mi ki kendilerinin sahibinde delilikten hiç bir (eser) yoktur" (A'raf, 184) ayetleridir. 2) O kâfirler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Allah katından gelen hak bir peygamber olmasını akıldan uzak görüyorlardı. Binâenaleyh, biri bir başkasından ihtimal vermediği bir söz işittiğinde, onun söylediği şeyin, aklın yoluna uzak olmasından dolayı bazan ona "Bu delilik!.. Sen mecnûnsun" der. Ayetteki, "Sen kesinlikle mecnunsun" ifâdesi, bu iki manaya da gelebilir. Ayetteki "Ey kendisine zikr (kitab) indirilen, sen kesinlikle mecnûsun" ifadesiyle ilgili iki izah bulunmaktadır: 1) Onlar bu sözü, Firavun'un, "Muhakkak ki size gönderilen peygamberiniz, bir mecnûndur" (Şuârâ. 27) demesi, Şuayb (aleyhisselâm)'in kavminin "Çünkü sen, muhakkak ki sen, yumuşak huylu ve aklı başında (bir adam)sın" (Hûd. 87) demelerinde ve Cenâb-ı Allah'ın, azâbla müjdelemek imkânsız olduğu halde, "Onları, elîm bir azâbla müjdele"(Al-i İmran, 21) buyurmasında olduğu gibi, istihza üslubuyla söylemişlerdir. 2) Bu, "Ey, iddiasına ve inancına göre; ashabının ve kendisine uyanların zannına göre, kendisine zikir, kitap indirilen kimse" manasındadır. Peygamberin Meleklerden Olması Gerektiği İddiaları Allahü teâlâ sonra, o kâfirlerin şüphelerini izah etmek için şöyle dediklerini nakleder: "Eğer doğru söyleyenlerden isen, bize melekleri getirseydin ya..." Bu ifâdeyle ilgili iki mesele vardır: Bundan maksat şudur: "Eğer sen peygamberlik iddianda doğru ve sadık isen, bize, iddia ettiğin risalet hususunda senin doğruluğuna şehâdet edecek melekler getir. Çünkü, hakîm bir peygamber, bir şeyi elde etmeye yöneldiğinde, bir tarafta onu kesin olarak bu maksadı elde etmeye ulaştıracak bir yol, diğer tarafta da, bazan ulaştıracak bazan da ulaştırmayacak başka bir yol olduğunda ve yol da şek ve şüpheler ortasında bulunduğunda, eğer o hakîm zât o maksadını elde etmek isterse, hiç şüphesiz onu ikinci yotla değit de birinci yolla elde etmeye yönelir. Onu tasdik edecek ve onun sözünü doğrulayacak melekleri indirmek, bu maksadı kati olarak gerçekleştirmeye götüren yoldur. Onun peygamberliğinin doğruluğunu ortaya koyan yol ise, şek ve şüpheler ortasında, mahallinde bulunan bir yoldur. Binâenaleyh, eğer sen nübüvvet iddianda doğru isen, Allah'ın hikmetine göre, senin doğruluğunu ve sıdkını açıkça söyleyen melekler indirilmesi gerekir. Sen bunu yapmadığına göre, sende peygamberlikten hiçbir şey olmadığını anlıyoruz." İşte, bu şüphenin izahı budur. Bunun bir benzeri de, En'am süresindeki, "Ona, bir melek gönderilmeli değil miydi? dediler. Eğer biz bir melek gönderseydik, elbette iş bitirilmiş olurdu" (En'âm, 8) ifadedir. Burada, şöyle başka bir ihtimal daha var: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), eğer buna inanmazlarsa, onları, başlarına azabın gelmesiyle korkutuyordu. Onlar da, azabın inmesini istiyor ve ona, "Senin ve bizim başımıza vaadolunan o azabı indirecek olan melekler getirsen ya bize!" diyorlardı. İşte Cenâb-ı Hakk'ın, "Senden azabı çarçabuk (getirmeni) isterler. Eğer tayin edilmiş bir vakit olmasaydı o, elbette onlara gelip çatmıştı" (Ankebût, 53) buyurmakla kasdetmiş olduğu mana budur. Sonra Cenab-ı Allah onların bu şüphelerine, "Biz o melekleri hak olmaksızın indirmeyiz. O zaman da kendilerine mühlet verilmez" diyerek cevap vermiştir. Biz deriz ki: "Bize melekleri getirseydin ya" ifâdesinden maksat birinci mana ise, bu cevâbın izahı şu şekilde olur: "Meleklerin indirilmesi, ancak hak ile ve bir fayda hasıl olacağ: zaman olur. Allahü teâlâ, bu kâfirlerin halinden, onlara melekler indirse bile, onların küfür üzerinde ısrar edeceklerini bilmiştir." Bu izaha göre, meleklerin indirilmesi boşuna ve abes olmuş olur; doğru ve isabetli, hak bir iş olmaz. İşte bundan dolayı Cenab-ı Hak, melekler indirmemiştir. Bazı müfessirler, "Buradaki "hak"dan murad, ölümdür" demişlerdir. Buna göre ayetin manası "O melekler, ancak ölüm ve kökten imha azabını getirirler. Onların inmesinden sonra, ne bir mühlet ne de süre tanıma söz konusudur!. Biz ise, bu ümmetin başına, köklerini kazıyacak olan bir azabın gelmesini dilemiyoruz. İşte bundan dolayı da melekleri indirmedik" şeklinde olur. Ama, "bize melekleri getirseydin ya" ifâdesinden maksad, kâfirlerin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onları tehdit edip durduğu azâbın hemen üzerlerine inmesini istemeleri manası olursa, bu cevâbın izahı o zaman şöyle olur: "Melekler ancak, kökten imha azabını getirirler. Biz ise, ümmet-i Muhammed'e bunu vermemeye ve onların bir kısmıyla geriye evlâdlarının iman edeceğini bildiğimiz için, onlara bir mühlet tanımaya hükmettik. Ferrâ ve Zeccâc " manasında olan iki ayrı kullanıştır. Haber ve istifham cümlelerinde kullanılır. Haber cümlesinde kullanılışı senin, "Sen olmasaydın, ben şöyle şöyle yapacaktım" demen gibidir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Siz olmasaydınız, muhakkak ki biz mü'minlerden olmuştuk" (Sebe. 31) ayeti de böyledir. İstifham cümlesinin başına gelmesi, "Ona bir melek gönderilmeli değil miydi?" (En'âm. 8) ayetiyle, tefsir ettiğimiz bu ayette olduğu gibidir" demişlerdir. Ferrâ, Lev mâdaki mim, Lev ladaki lama bedeldir. Bunun bir benzeri de aynı manada olan, "istila etti" filleridir" demiştir. Esmaî, "Onunla arkadaş ve dost oldum"manasında "arkadaşım" manasında da denildiğini nakletmiştir. Ayetteki (......) cümlesindeki fiili Hamza, Kisaî ve Asım'ın ravisi Hafs, nun, zâlin kesresi ve şedde ile nunezzilu şeklinde, melaike kelimesini de, mef'ûlün bih sarih olduğu için, mansub olarak el-melaikete şeklinde okumuşlardır. Melekleri indiren ise, Allahü teâlâ'dır. Asım'ın ravisi Ebu Bekr ise, fiili, meçhul sîğa ile yunezzelu; el-metaiketu kelimesini de merfû olarak okumuştur. Diğer kıraat imamları da, inme işini meleklere isnâd ederek tenzilu şeklinde okumuşlardır. Allah en iyisini bilendir. Cenab-ı Hakk'ın, "kendilerine mühlet verilmez" ifâdesinin manası, "Eğer melekler indirilirse, onlara zaman yani mühlet tanınmaz. Çünkü, meleklerin inmesi ile, mükellefiyet sona erer" şeklindedir. en-Nazm adlı eserin sahibi şöyle demiştir: (......) kelimesi, iki kelimeden meydana gelir: Birincisi, (......) edatıdır. Bu, (zaman) ifade eden bir kelimedir. Baksana sen, "Sen bana geldiğinde ben de sana geldim... dersin. Sonra, buna (......) edatı ilâve edilmiş ve (......) olmuştur. Sonra Araplar, hemzeyi ağır bularak hazfetmişler, böylece de kelime (......) olmuştur. (......) lafzının gelmesi, kendisinden sonra, mahzuf bir fiilin olduğuna delildir. Binâenaleyh ayetin takdiri, "Onların istedikleri şey olduğu zaman, onlara mühlet tanınmaz" şeklindedir." Bu güzel bir izahtır. 9"Kur'ân'ı biz indirdik biz.. Onun koruyucuları da, şüphesiz biziz". Ayetle ilgili birkaç mesele vardır. Allah Hakkında Cemî Sigasınin Kullanılması Müşrikler, Hazret-i Peygamberi, "Allahü teâlâ bana zikri, Kur'an'ı indirdi" derken duydukları için, "Ey kendisine zikr (kitap) indirilen"(Hicr, 7) demişlerdir. Daha sonra Cenâb-ı Hak sözünü bu ayette geliştirerek, "Kur'an'ı biz indirdik biz. Onun koruyucuları da, şüphesiz biziz" buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın "Kur'an'ı biz indirdik, biz" ifâdesine gelince, bunun sîgası her ne kadar cemî ise de, bu tazîm ve ululuğu izhar etme esnasında, hükümdarların söylemiş olduğu söz kabilindedir. Çünkü, onlardan birisi bir iş yapsa veya bir söz söylese, "Biz şöyle yaptık; biz şöyle söyledik" derler. Burada da böyledir. (......) kelimesindeki zamir neye râcidir? Bu hususta iki görüş bulunmaktadır: Birinci Görüş: Bu, yukarıda geçen "zikr"e râcidir. Yani, "Biz bu zikri, Kur'an'ı tahriften, ziyâde ve noksandan muhafaza edeceğiz" demektir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, Kur'an-ı Kerim'den bahsederken buyurmuş olduğu, "-ki ne önünden, ne ardından ona hiçbir bâtıl gelemez" (Fussilet, 42) ayetiyle, "Eğer o, Allah'dan başkası tarafından olsaydı, elbette içinde birbirini tutmayan birçok şey bulurlardı" (Nisa, 82) ayetidir. Koruma Garantisine Rağmen Mushaf Niçin Cem Edildi? Buna göre eğer, "öyleyse niçin, sahabe Kur'an'ı Mushaf'ta toplamakla meşgul olmuştur? Halbuki Allahü teâlâ onu muhafaza edeceğini vaadetmiştü... Allah'ın muhafaza edeceği şey hususunda, endişe etmeye de gerek yoktur" denilirse, buna şöyle cevap verilir: Besmelenin Sûrelerden Ayet Olup Olmadığı Onların Kur'an'ı cem etmeleri, Allah'ın onu muhafaza sebeplerinden birisidir. Çünkü Allahü teâlâ, onu muhafaza ettiğinde, sahabeyi buna sevketmiştir. Alimlerimiz (Şâfiîler) "Bu ayet-i kerimede, her sûrenin başındaki besmelenin, Kur'an'dan bir ayet olduğuna dair kuvvetli bir delil vardır. Çünkü Allah Kur'an'ı muhafaza edeceğini vaadötmiştir. Muhafaza etmenin manası ise, onun ziyâde ve noksanlıklardan korunmuş olarak kalmasıdır. Binâenaleyh, eğer besmeleler Kur'an'dan olmasaydı, Kur'an değişikliklerden korunmuş, ziyâdelerden muhafaza edilmiş olmazdı. Eğer sahabenin ziyâde ve ilâve yaptığını zannetmek caiz olsaydı, aynı şekilde noksanlaştırdıklarını düşünmek de caiz olurdu. Bu ise, Kur'an'ın bir hüccet olmamasına yol açardı" demişlerdir. Zamirin Hazret-i Peygambere Raci Olması ikinci Görüş: daki zamir, Hazret-i Muhammed'e râcidir. Ayetin manası da, "Biz, mutlaka, Muhammed'i koruyacağız" şeklindedir. Bu Ferrâ'nın görüşüdür. İbnu'l-Enbarî, bu görüşü şöyle diyerek takviye etmiştir: "Allahü teâlâ, inzâl'dan, vahiy'den bahsettiğine ve indirilen şey de, kendisine vahiy indirilen kimseye delâlet ettiğine göre, bu zamirin ondan kinaye, ona raci olması güzel olur. Çünkü o, malûm bir şey olmuştur. Nitekim, Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakkak biz onu, Kadir gecesinde inzal ettik" (Kadr, 1) ifâdesi de böyledir. Çünkü buradaki huve zamiri, daha önce bahsedilmemiş olmasına rağmen, Kur'ân'a râcidir. Onun, malûm ve meşhur olması sebebiyle, ondan zamirle bahsetmek güzel olmuştur. Burada da böyledir." Fakat birinci görüş, bu iki görüşün en çok tercihe şayanı olup, ayetin zahirine de en uygun olanıdır. Allah en iyisini bilendir. Kur'anın Muhafaza Edilme Şekilleri Biz buradaki zamirin Kur'an'a raci olduğunu söylersek, alimler, Allahü teâlâ'nın, Kur'an'ı nasıl muhafaza etmiş olduğu hususunda İhtilâf ederler. Bazıları: "Allahü teâlâ onu, bir mucize, insanların sözünden farklı bir söz kılmak suretiyle muhafaza etmiştir. Böylece insanlar, ona bir ilâvede bulunmaktan veya ondan bazı şeyleri eksiltmekten aciz kalmışlardır. Çünkü, eğer ona bir şey ilâve etseler, ya da ondan bir şeyi eksiltseler, o zaman Kur'an'ın nazmı bozulur, böylece ner akıllı insan bunun Kur'an'dan olmadığını açıkça görüp anlar.Binâenaleyh, onun mucize oluşu bir şehrin surlarla çevrilmesi gibi olmuştur. Çünkü bu, onu korumakta ve muhafaza etmektedir. Bazıları da: "Allahü teâlâ, insanlardan herhangi birinin ona muâraza etmeye (benzerini söylemeye) kadir olmasından onu korumuş, muhafaza etmiştir" demişlerdir. Diğer bazıları ise: "Allah bir cemaati (topluluğu), onu muhafazaya, tedrise (öğrenip-öğretmeye) ve mükellefiyet zamanının sonuna kadar, insanlar arasında meşhur etmeye sevkederek, insanları, onu iptal ve ifsâd etmekten âciz bırakmıştır" demişlerdir. Başkaları ise şöyle demişlerdir: "Bu muhafaza ve korumadan murad şudur: Eğer bir kimse onun bir harfini, yahut bir noktasını değiştirmeye kalksa, bütün dünya "Bu yalandır ve Allah'ın kelamını bozmadır" der. Hatta eğer heybetli bir alimin, Allah'ın kitabında bir tökezlemesine ve bir kıraat (okuyuş) hatasına rastlansa, ona bütün çocuklar bile "Hoca efendi" yanlış okudun, doğrusu şöyle şöyledir" derler. İşte, "Onun koruyucuları da, şüphesiz biziz" " ayeti ile bu kastedilmiştir." Bil ki hiçbir kitabtn böylesine muhafaza edilip, korunduğuna rastlanmaz. Çünkü mutlaka her kitaba az-çok, tashîf (yanlış yazma veya okuma), değiştirme ve tahrif girmiştir. Dinsizlerin, yahûdilerin ve hristiyanların. Kur'ân'ı bozmak ve iptal etmek için onca gayretlerine rağmen, her türlü tahriften korunmuş olarak kalması, en büyük mucizelerdedir. Hem sonra Allahü teâlâ, onun tağyir ve tahriften korunmuş olarak olacağını haber vermiştir. Şu âna kadar, yaklaşık 600 sene (Râzi'nin dönemi itibari ile) geçmiştir. Binâenaleyh bu bir gaybtan haber verme olur ki, bu da kesin bir mûcizedir. Ayetle Yapılan Zayıf Bir İstidlal Kadi, "Kur'an'ı biz indirdik biz. Onun koruyucuları da, şüphesiz biziz" ayetini, İmâmiyye'den (Şia'dan) bazılarının, "Kur'an'a tağyir (değiştirme) arız olmuş, fazlalık ve noksanlık girmiştir" şeklindeki sözlerinin yanlışlığına delil getirerek, "Eğer bu böyle olsaydı, Kur'an korunmuş olarak kalmış olmazdı" demiştir. Kâdî'nin bu istidlali zayıftır. Çünkü bu, birşeyi yine kendisi ile isbat etmek demektir. Kur'an'a değişikliğin, fazlalığın ve noksanlığın girdiğini söyleyen Imâmiyye belki de, "Bu ayet, Kur'an'a katılan fazlalıklar cümlesindendir" demek istemişlerdir. Böylece bu ayet ile, bu gayeyi isbat etmenin, birşeyi yine kendisi ile isbat etme gibi olduğu ve bu isbat yolunun yanlış olduğu sabit olmuş olur. Allah en iyi bilendir. Resullerin Maruz Kaldığı Muamele 10Âyetin tefsiri için bak:13 11Âyetin tefsiri için bak:13 12Âyetin tefsiri için bak:13 13"Andolsun, senden önceki ümmetler içinde de, (peygamberler) gönderdik. Onlara ne zaman bir peygamber gelse, mutlaka onunla istihza ederlerdi. Biz böylece onu, günahkârların kalblerine sokarız. Onlar iman etmezler. Nitekim bu ilahî kanun, daha önceki inkarcılar hakkında da böylece cari olmuştur". Bil ki o müşrikler edebsizlik edip, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e akılsızca hitab ederek: "sen, hiç şüphesiz mecnunsun" dediklerinde, Cenâb-ı Allah, câhillerin, bütün peygamberlere tutumlarının böyle olduğunu zikretmiş ve adetâ Hazret-i Peygamber'e: "Senin için kavimlerinin akılsız ve câhillerine karşı gösterdikleri sabır hususunda, o peygamberlerden alacağın örnekler vardır" demiştir ki, işte ayetin, geçen ayetlerle ilgi ve münasebeti budur. Bu ayet ile ilgili birkaç mesele vardır: Ayette bir hazif vardır ve takdiri şöyledir: "Biz senden önce nice peygamberler gönderdik." Bu "Peygamberler" tabirine irsal (gönderme) fiili delalet ettiği için, hazfedilmiş (zikredilmemiştir). Cenâb-ı Hak, buyurmuştur ki bu, "önceki ümmetler ve onların peşisıra gelen nesiller içinde" demektir. Ferrâ şöyle der: (......) kelimesi, taraftarlar demek olup, müfredi, şî'a lafzıdır. "Adamın taraftarları" manasında, "şî'atür'r-racül" denilir. Şî'a, "ümmet" manasına da gelir. Ümmete, birbirlerine tâbi olup, birbirlerine benzedikleri için, bu ad verilmiştir." Bu kelime ile ilgili gerekli açıklamayı (En'am.65) ayetinin tefsirinde yaptık. Ferrâ sözüne devamla şöyle der. "Bu tabir, tıpkı hakka'l-yakin ve "cânibi'l-garbi" ve "dinü'l-kayyime" ifâdelerinde olduğu gibi, sıfatın mevsûfuna izafeti kabilindendir." Resullerle Alay Etmelerinin Sebepleri Cenâb-ı Allah "Onlara ne zaman bir peygamber gelse, mutlaka onunla istihza ederlerdi" buyurmuştur. Bu, "Tıpkı bunların sana yaptığı gibi, böyle câhillerin her peygamber ve nebiye karşı tutumları, onlarla istihza ve alay etmektir" manasınadır. Allahü teâlâ bu sözü, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i teselli etmek için getirmiştir. Bil ki o câhilleri böyle çirkin şeylere sevkeden sebebler şunlar olabilir: 1) Onlar taat ve ibadet olan şeyleri üstlenip, leziz ve hoş buldukları şeylerden de geri durmayı ağır buluyorlardı. 2) Peygamber onları, alışmış oldukları o çirkin yollarından ve yanlış inançlarından vazgeçmeye çağırıyordu. Böyle bir şey, karakterlere zor gelen bir şeydir. 3) Peygamber, tâbi olunan ve hizmet edilmesi gereken, kavimlerinin kendilerine itaat etmeleri, boyun eğmeleri gereken kimsedir. Bu itaat ve boyun eğme de, son derece güç bir şeydir. 4) Peygamber bazan fakir olur, yardımcısı ve taraftan olmayan kimselerden olur, malı makamı bulunmaz. Binâenaleyh her türiü nimet içerisinde olan, kavminin reisi (ileri gelenleri) durumunda bulunan kimselere, böyle bir İnsana boyun eğip, hizmet etmek ağır gelir. 5) Allahü teâlâ'nın, o kâfirlerden yardımını kesip, küfür ve cehalet sebebi olan şeyleri onların kalblerine atması.. Asıl sebeb aslında budur. İşte bütün bu ve benzeri sebeblerden dolayı, câhil ve sapık kimseler, o yüce peygamberlere karşı böyle çirkin ve kötü fiillere düşmüşlerdir. Kâfirlerin Kalblerinde İnkârın Yaratılması Cenâb-ı 'Hak "Biz böylece, onu, günahkârların kalblerine sokarız buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili iki mesele vardır: "Silk", ipliğin, iğnenin deliğine; mızrağın, mızraklananın karnına girmesi gibi bir şeyin bir şeye girmesi demektir. (Müddessir, 42) ayetinde "sizi, cehenneme sokan, girdiren nedir?" manasınadır" denilmiştir. Hem Ebu Ubeyde, hem de Ebu Ubeyd, seleke ve esleke fiillerinin aynı manaya olduğunu söylemişlerdir. Alimlerimiz, bu ayeti Allahü teâlâ'nın, kâfirlerin kalbinde bâtılı yaratan olduğuna delil getirerek şöyle demişlerdir: "Biz böylece kalblerine sokarız" ayeti, "Biz bâtılı ve dalâleti, mücrimlerin kalblerine işte böyle sokarız" manasınadır. Mutezile de şöyle demektedir: "Bu cümleden önce, dalâlet ve bâtıldan bahsedilmemiştir. Binâenaleyh "onu" zamirini, küfür ve dalâlete râci kılmak mümkün değildir. Allahü teâlâ'nın, bir önceki ifâdedeki, 'istihza ederlerdi" sözü, "istihza" işine delâlet eder. Dolayısı ile bu zamir, ona râcidir. Peygamberlerle istihza küfür ve dalâlettir. Binâenaleyh bizim, "Biz böylece onu, günahkârların kalblerine sokarız" ayeti ile, "Biz böylece, küfrü, dalâleti ve peygamberlerle istihza fikrini, mücrimlerin kalblerine sokarız" manasının kastedildiği sabit olur" denilemez. Çünkü biz (Mutezile) diyoruz ki: Eğer ayetteki "onu" zamiri, istihza işine râci olacak olsa, o zaman, "Onlar buna iman etmez" ifâdesindeki "buna" zamiri de, "istihza"ya râcidir. Çünkü bunlar ard arda ve peşpeşe gelen iki zamirdir. Dolayısı ile aynı şeye râci olmaları gerekir. Bu izaha göre, onların bu istihza işine iman etmemelerini gerektirir ki bu bir tenakuzdur. Çünkü kâfirin, küfrüne imân etmesi gerekir. Böyle olmayan ise, küfrün bâtıl olduğunu bilen bir müslüman olur ve o küfrü tasdik etmez. Hem sonra eğer kâfirlerin kalbine küfrü sokan ve orada onu yaratan Allahü teâlâ olmuş olsaydı, mazeret ileri sürmesi kâfirler kadar mümkün olan kimse bulunmazdı ve bu durumda da Allah'ın, onları dünyada zemmetmesi, âhirette de bundan ötürü cezalandırması imkansız olurdu. Böylece ayetin, bu manaya alınmasının mümkün olmadığı sabit olmuş olur. Binâenaleyh biz diyoruz ki, en doğru tevil ifâdesindeki hüve zamirinin, "Kur'an" olan "zikr"e râci olmasıdır. Çünkü, Allahü teâlâ, bu ayetten önce, "Kuran) biz indirdik, biz"(Hicr. 9); bundan sonra da, "Biz böylece onu... sokarız" buyurmuştur. Yani, "işte böylece biz, o Kur'an'ı mücrimlerin kalbine sokarız" demektir ki, bu da, "Allahü teâlâ'nın bu Kur'an'ı onlara duyurması, onların kalblerinde Kur'an'ın ezberlenmesi ve manalarını bilip anlamayı yaratması" anlamındadır. Cenab-ı Hak bu hallere rağmen, onların câhil olmaları ve ısrarları sebebiyle, o Kur'an'a,o zikr'e inâdları ve cehaletleri yüzünden inanmadıklarını beyân buyurmuştur ki, işte onların alabildiğince zemmedilmelerini gerektiren bu olmuştur. Bu tevilin doğruluğuna, şu iki husus da delâlet eder: 1) "Ona iman etmezler" ifâdesindeki "ona" zamiri ittifakla Kur'an'a râcidir. Binâenaleyh, "onu sokarız" ifâdesindeki "onu" zamirinin de Kur'an'a raci olması gerekir. Çünkü bunlar, birbirini izleyen iki zamirdir. Binâenaleyh, aynı şeye raci olmaları gerekir. 2) Ayetteki kezalike tabirinin manası, "Biz şunu şunu yaptığımız gibi, bu sokma işini de yapıyoruz" demektir. Böylece bu, o sokma işini, Allahü teâlâ'nın bu ayetten önce kendisine ait olup da bahsetmiş olduğu işlerinden bir başka ise teşbih etmek olur. Halbuki, bu ayetten önce Allah'ın işi olarak, sadece, "Kur'an'ı biz indirdik, biz" ayetinin anlattığı husus geçmiştir. Binâenaleyh, bunun da ona atfedilmesi ve ona benzetilmesi gerekir. Durum böyle olunca da, "onu sokarız" ifâdesindeki "onu" zamirinin "zikr"e, Kur'an'a râci olması gerekir." İşte.Mutezile'ningörüşünün izahının tamamı bundan ibarettir. Zamirin, Kur'an'a Ait Olduğunu İddia Eden Mutezileye Red Cevap: "Onu sokarız" ifâdesindeki zamirin, "zikr"e, Kur'ân'arâci olması caiz değildir. Bunun böyle olduğuna, şu vecihler delâiet eder: Birinci Vecih: Bu fiil nûn harfiyle şeklinde ifâde edilmiştir. Bunun bu şekilde ifâde edilmesinin maksadı, nihayetsiz celâl ve azameti izhâr edip ortaya koymaktır. Bu gibi tazimlerin zikredilmesi ise ancak Allah'ın, o fiiline karşı koyacak kimsenin mağlub ve makhur, zelil olacağı bir biçimde, kendisi için tam bir kudret ve tesirin zuhur edeceği bir iş yaptığı zaman güzel olur. Ama, o bir iş yapıp da, yaptığı o işin kesinlikle bir tesiri ortaya çıkmazsa, o zaman ona karşı koyan ve o fiili yapmasına engel olmaya çalışan taraf, galib ve üstün gelmiş olur. Çünkü sonsuz azamet ve celâli ortaya koyan lafzın zikredilmesi, böylesi durumlarda çirkin olur. Burada da durum böyledir. Çünkü Allahü teâlâ,. kendisine iman etsin diye, "Kur'an'ı dinlemeyi, onu ezberlemeyi ve onun manasını bilmeyi o kâfirin kalbine sokmuş, sonra da o kâfir buna iltifat etmeyip iman etmemiştir. Böylece Allahü teâlâ'nın fiili, adeta zayi olmuş ve heder edilmiş gibi; kâfir ve şeytan da galib ve üstün çıkmış kimse gibi olmuş olur. Durum böyle olunca da, neslukuhu kelimesindeki azamet ve celâli iş'âr eden, anlatan nûn'un getirilmesi, bu makama uygun düşmez. Böylece, onların yapmış olduğu o tevilin fasit olduğu sabit olmuş olur. İkinci Vecih: Kastedilen şayet, onların ileri sürdükleri şey olmuş olsaydı, o zaman ayetin ifâdesinin "Onların imanlarını gerçekleştirme uğrundaki bunca gayrete rağmen, onlar o zikr'e Kur'an'a iman etmezler" şeklinde olması gerekirdi. Ama vav getirilmediğine göre, o zaman biz Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesinin, ifâdesinin adeta bir tefsiri ve beyâniyyesi olduğunu anlamış olduk. Bu mana ise ancak "Biz böylece, onu, günahkârların kalblerine sokarız" ifâdesinin manasının "Biz, küfrü ve sapıklığı, o günahkârların kalblerine işte öylece sokarız" şeklinde olması durumunda doğru olur. Üçüncü Vecih: Cenâb-ı Hakk'ın, "Kur'anı biz indirdik biz"(Hicr,9) ifâdesi uzaktır, yani daha önceden geçmiştir. Halbuki, "onunla istihza ederlerdi" ifâdesi ise, daha sakındır. Zamirin, bahsedilenlerden en yakına gönderilmesi ise, vacibtir. Mutezile'nin, "Şayet "bizonu...sokarız" ifâdesindeki "onu"zamiri istihzaya râci olacak olsaydı, o zaman "onlar buna iman etmezler" cümlesindeki "bihî" zamirinin de ona râci olması gerekirdi. Bu durumda da, çelişki ve tenakuz söz konusu olurdu" seklindeki görüşüne gelince, biz deriz ki: Buna da şu cihetlerden cevap veririz: 1) Zamirin, daha önce bahsedilenlerden en yakınına râci olmasını gerektiren delil daha öncesine râci olmasına bir engel bulunmadığında söz konusudur. Halbuki, ikinci zamirde, daha öncesine raci olmasına bir mâni bulunur. İşte bu sebeple, biz de pek yerinde olarak "Birinci zamir istihzaya, ikinci zamir de zikr'e râcidir" dedik. Muhtelif şeylere göre ard arda gelen zamirlerin farklı farklı şeylere râci olması, Kur'an'da az olan bir şey değildir.. Cübbaî, Kadî ve Ka'bî, Cenâb-ı Hakk'ın (A'raf. 189-190) ayetleri hakkında şöyle dememişler midir: "Ayetin başından (......) ifâdesine kadar olan zamirler, Hazret-i Adem'le Havva'ya racidir. Ama ifâdesinden ayetin sonuna kadar olan zamirler ise, başkalarına râcidir." İşte bu, onların tefsirlerinde ittifakla kabul ettikleri bir husustur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, birbirini izleyen zamirlerin, ayrı şeye râci olmalarının gerekmediği, aksine bu husustaki durumun, delile bağlı olduğu ortaya çıkmış olur. İşte burada da böyledir. Allah en iyisini bilendir. 2) Bazı ediblerimiz, "Onlar buna iman etmezler" ifâdesinin, (......) kelimesindeki "onu" zamirinin bir telafisi ve beyânı olduğunu, kelâmın takdirinin ise, "işte böylece, günahkârların kalblerine ona iman etmemeyi sokarız" şeklinde olduğunu söylemişlerdir ki bu, "Biz onların kalblerinde, ona iman etmemeyi yaratıyoruz" demektir. 3) Biz, iman ve küfrün, kul tarafından meydana getirilemiyeceği hususunu kesin aklî ve apaçık delillerle beyân ettik. Bu böyledir, zira herkes doğruluğu, imanı, ilmi ve hakkı ister. Halbuki hiç kimse, küfrü, cehaleti ve yalanı elde etmeyi gaye edinmez. Binâenaleyh herkes ancak, imanı ve hakkı elde etmeyi gaye edinip, sonra da bazıları bunu elde edemeyip, aksine küfre ve bâtıla ulaşınca, biz, o küfrün tahakkukunun kul tarafından olmadığını anlamış oluruz. Buna göre şayet onlar, "O, o küfrü, imanın ta kendisi zannettiği için elde etmiştir" derlerse, biz deriz ki-. Bu durumda, onun bu cehalete ulaşmasının sebebi, daha önceki bir cehalettir. Böyle olunca, sözümüz, önceki cehalet için geçerli olur. (Bu cehalet nedir?..) Şayet bu, başka bir cehaletten dolayı ise, teselsül gerekir ki, teselsül imkânsızdır. Aksi halde, bütün cehaletlerin, o kimsenin kalbinde kendisi tarafından değil de, tam aksine Allah'ın yaratmasıyla bir ilk cehalete varıp dayanması gerekir ki, işte bizim "Biz böylece, onu günahkârların kalblerine sokarız....onlar buna iman etmezler' ifâdesinde kastedilmiş olduğunu söylediğimiz şey de budur. Buna göre mana, "Biz onların kalblerinde, o Kur'an'a iman etmemeyi yaratırız" şeklinde olur. Bu demektir ki, Allahü teâlâ onların kalblerinde küfrü ve dalâleti yaratmıştır. Hem, ibn Abbas ve onun talebeleri gibi, müfessirlerin önderleri şahıslar da bu ayetin tafsilinin, "Allah onların kalblerinde küfür ve dalaleti yaratmıştır" şeklinde olduğunda mutabıktırlar. Halbuki, Mutezile'nin yapmış olduğu tefsir, mütekaddimin müfessirlerden hiç kimsenin söylemediği bir tefsirdir. Binâenaleyh bu tefsir ve tevil nerdûd olmuş olur. Kadî, İkrime'nin, "Bundan maksat" "işte böylece kasvet ve katılığı o mücrimlerin kalblerine sokarız" şeklinde olduğunu söylediğini rivayet etmiş, daha sonra da Kadî sözüne devamla "O kasvet, küfrüne devam ve inat etmesi sebebiyle ancak kâfir kimse tarafından meydana getirilmiştir. Binâenaleyh bunun, Allah'a izafe edilmesi doğru olmaz" demiştir. Bu durumda Kadî'ye şöyle denilebilir: "Bu adetâ bir büyüklerime ve işi yokuşa sürme, inatlaşma gibidir. Çünkü kâfir kimse, kendisinde, peygamberin sözünü kabul etme hususunda aşırı bir nefret ve büyük bir uzaklık duyan kimsedir. Öyle ki her ne zaman o onu görürse, rengi değişir, yüzü sararır, çoğu kez uzuvları titremeye başlar; ona ve onun sözüne iltifat edip de kulak veremez hale gelir. Binâenaleyh bu gibi hallerin o kâfirin kalbinde meydana gelmesi, kendisinden asla savuşturamayacağt zorunlu ve adetâ mecburi bir iştir. O halde o fiillerin, kâfirin kendi fiili ve ihtiyarı ile meydana geldikleri nasıl söylenebilir?" İmdi, şayet onlar, "Onun, bu gibi halleri bırakıp inkiyad ve kabule, ikrara dönmesi mümkündür" derlerse, biz deriz ki: Bu, sırf bu yanılmadan ibarettir. Çünkü sen, onun Kalbinde bu denli nefret ve bu denli uzaklaşma duygusu mevcutken, onun inkıyâd, kabul, tâat ve rızâya dönebileceğini kastediyorsan, bu bir mükabere ve inatlaşmadır. (Hakkı teslim etmemedir.) Yok eğer, bu gibi ruhi hallerin zeval bulduğunda, onun kabul ve inkiyad haline döneceğini söylüyorsan, bu doğrudur; ancak ne var ki, bu gibi sebep ve engelleri, onun kalbinden izâle etmek mümkün değildir. Çünkü bunların faili şayet o insan ise, bu gibi yapmaya sevkedici ve yapmaktan alıkoyucu halleri elde etmede, kendisinden önce bulunmuş olan bu mahiyetteki başka sebep ve manialara muhtaç olur. Böylece de, sonsuza gitmek gerekir ki, bu imkânsızdır. Yok, eğer onların faili Allah ise, bu durumda o yapmaya sevkeden ve yapmaktan alıkoyan esbabı onların kalblerine sokanın Allah olması, doğru ve yerinde olmuş olur ki, işte bu da bizim bahsettiğimiz şeyin ta kendisidir. Allah en iyi bilendir. Cenâb-ı Hakk'ın, Nitekim bu ilahi kanun daha önceki inkarcılar hakkında da böyle câri olmuştur" ifadesine gelince, bu hususta iki görüş bulunmaktadır: a) Bu, Mekke kâfirleri için bir tehdittir. Buna göre "Allah'ın sünneti ve yasası, geçmiş ümmetler içinde peygamberleri yalanlayanları helak etmesi suretinde tecelli etmiştir" denilmek istenmiştir. b) Bu Zeccâc'ın görüşü olup, buna göre ayetin manası, "Allah'ın öncekiler hakkındaki kanun ve muamelesi o mücrimlerin kalblerine küfür ve dalâleti sokmak biçiminde tezahür etmiştir" şeklindedir. Bu, lafzın zahirine daha uygundur. Peygamberin Melek Olmamasının Hikmeti 14Âyetin tefsiri için bak:15 15"Onlara, gökten bir kapı açsak da, oradan yukarı çıksalar (dahi), muhakkak ki, "Gözlerimiz döndürülmüştür. Belki de biz, büyülenmişler zümresiyiz" diyeceklerdir". Bil ki bu söz, Cenâb-ı Hakk'ın En'âm süresindeki, "Eğer sana kağıt içinde bir kitap göndermiş olsaydık da, kendileri de elleriyle onu tutmuş bulunsalardı, o inkarcılar yine behemahâl, "Bu apaçık bir büyüden başkası değildir" derlerdi" (Enam.7)ayetinde bahsedilen şeyin aynısıdır. Netice olarak diyebiliriz ki, müşrikler, Hazret-i Muhammed'in Allah katından gönderilmiş bir elçi olduğu hususunda onu, açıkça tasdik eden melekler indirmesini istediklerinde, Allah bu ayette, böyle olması halinde, o kâfirlerin, "Bu, ancak bir sihir nevi'ndendir" diyeceklerini, bu kâfirlerin de "Biz onları görüyor sanıyoruz ama, aslında biz onları görmüyoruz" diyeceklerini beyan buyurmuştur. Netice olarak diyebiliriz ki Allahü teâlâ, meleklerin indirilmesinde fayda olmadığı için, onları indirmemiştir. Bir Grubun Gördüğü Şey İnkâr Edilebilir mi? İmdi eğer, "Büyük bir cemaatin, güpegündüz sağlam ve sağlıklı bir göz ile, müşahede ettikleri şeyin varlığı hususunda şüphe etmeleri nasıl caiz olabilir? Şayet bu hususta şüphe edilebilseydi, o zaman safsata, (hiçbir şeyin hakikatte olmaması) gerekirdi ki, bu durumda da hisse, maddeye ve müşahadeye itimât diye bir şey kalmazdı" denilirse, Kâdî buna şu şekilde cevap vermiştir: "Allahü teâlâ onları, gördükleri şeyde şüphe etmekle vasfetmemiş, aksine onları bu sözü söylemekle vasfetmiştir. Halbuki insanın, inâd ederek ve işi yokuşa sürerek yalana yeltenmesi caizdir." Sonra Kadi, kendi kendine bir soru sorarak, "Büyük bir kalabalığın, elle tutulur, gözle görülür şeyler hususunda şüpheler izhâr etmeleri doğru mudur?" demiş ve bu soruyu yine kendisi, "Bu, onları, bir delili savuşturmak veya hasmı yenmek için bir araya gelmek gibi muteber ve gerçek bir gaye ile bir araya toplayıp birleştirdiğinde doğru olabilir. Hem bu söz Hazret-i Peygamberden melek ndirmesini isteyen muayyen bir toplumdan sâdır olmuş olan bir sözdür. Böyle bir stek, ancak o kavmin liderleri tarafından öne sürülür ki, liderlerin sayısı azdır. Az kimseler de, inatlaşmak ve işi yokuşa sürmek gibi olan şeylere yönelebilir. Kâfirlerin Mucizeyi Sihir Saymaları Cenâb-ı Hakk'ın, "oradan yukarı çıksalar (dahi)" buyurmuştur. Arapça'da bir kimse bir işi gündüzün yaptığında, "Falanca gündüzünü şöyle yaparak geçirdi" denilir. Araplar, ancak gündüzün yapılan her iş hakkında tabirini kullanırlar. Bu tıpkı onların, ancak gece yapılan işler hakkında (......) demeleri gibidir. Bunun masdarı, (......)dir. Cenâb-ı Hak, (......), buyurmuştur. Arapça'da yani urûc, yükselmek" denilir. Kişinin üzerine basarak yukarıya çıkmış olduğu merdivene denilmesi bundandır. Müfessirlerin, bu ayetle ilgili şu iki açıklaması : Sunmaktadır: 1) Cenâb-ı Hakk'ın, "oradan yukarı çıksalar (dahi)" ifâdesi, müşriklerin sıfatlarındandır. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Şayet o müşrikler, merdivenler üzerinde yükselip Allah'ın melekûtuna, kudretine, saltanatına ve Allah'a olan haşyetlerinden dolayı tirtir titreyen o meleklerin ibâdetlerini müşahade etselerdi, onlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ayın yarılması, cin ve insanların bir benzerini getiremiyeceği : Peygambere has Kur'an gibi bir mucizeyi inkâr etmeleri gibi, o görmeleri hususunda şüpheye düşer, küfür ve cehaletlerinde ısrarlarını sürdürürlerdi. 2) Bu yükselme, meleklere aittir. Buna göre mana, "Allahü teâlâ şayet o kâfirleri, semânın, meleklerin inip çıktığı, açılmış kapılarını görebilecekleri bir durumda var eşeydi, o zaman bunu, yine olduğunun tersine çevirir ve: "Büyücüler bizi büyülediler ve Dizi, asla hakikatleri bulunmayan o batıl şeyleri müşahede eder bir biçime soktular" derlerdi. Cenâb-ı Hak "Gözlerimiz döndürülmüştür" diyeceklerdir" buyurmuştur. Bununla ilgili iki mesele bulunmaktadır: İbn Kesir, şeddesiz olarak, sukiret şeklinde okurken, diğer kıraat imamları, kafin şeddesiyle sukkiret şeklinde okumuşlardır. Vahidî şöyle der: (......)'nin anlamı, Büyü ile gözlerimiz perdelendi ve engellendi, kapandı" şeklindedir. Bu dilcilerin görüşüdür. Onlar şöyle demişlerdir: Bunun aslı, su fışkırmasın diye yarığı ve çatlağı tıkamak manasına gelen "es-sekru" kelimesinden gelmektedir. Böylece sanki o gözler, tıpkı, şeddin suyun akışına mani olması gibi, bakıştan men edilmiş olurlar. Bu fiili, şeddeli okumak ise, aynı mananın daha fazlasını iktizâ etmektedir." Ebû Amr İbn el-Alâ ise, şöyle demektedir: "Bu kelime, içkinin vermiş olduğu sarhoşluğu ifâde eden es-sekru kelimesinden alınmıştır. Yani, "O gözler tıpkı, sarhoş bir adamın başına gelen durum gibi, aklının karışması gibi, kızmış ve o kızgınlık sebebiyle de onların görmesi ve bakışı bozulmuş" demektir. Şeddesiz okuyuşun manası bu olduğuna göre, şeddelisi ile bu işin tekrar tekrar meydana geldiği kastedilmiştir." Ebu Ubeyde de şöyle demiştir: ifâdesi, "gözlerimiz kapandı, perdelendi; binâenaleyh onların durması ve vazife yapamaz hale gelmesi gerekir" demektir. Bu görüşe göre bu kelimenin aslı, "sükûn" manasına varıp dayanmış olur. Nitekim, Arapça'da rüzgâr dindiğinde denilir. Yine, sıcaklık sona erdiğinde, sükûne erdiğinde denilir. Rüzgârın esmediği gece manasında denilir. Nitekim şair Evs de şöyle demiştir: "Uykusuz geçirdiğim bir gece yüzünden, gözlerim kızardı, bakamaz oldum!. Bir gece ki, ne sakin idi ne de pırıl pırıl." Yine, şaşıp bakamaz hale geldiğinde, "sekeret aynuhû sekren" (Gözü şaşırdı, bakamaz hale geldi) denilir. Buna göre ifâdesinin manası, "Gözlerimiz bakamaz hale geldi" şeklinde olur. Bu görüş Zeccâc'ın tercih ettiği görüştür. Ebu Ali el-Farisi ise şöyle demiştir: Bu tabirin manası, "O gözlerimizin nuru nüfuz etmez ve eşyayı nasıl iseler öylece algılayamaz hale geldiler" şeklindedir. Buna göre ayetteki "sekr" kelimesinin manası, "Bir şeyi, devamlı olan adet ve alışkanlığından çıkarıp, düzenini bozmak olur. Suyu, eski akmış olduğu arkdan çevirmek manasına gelen"Teskîru'l-mâ'i"deyimi de bu anlamdadır. İçkideki sarhoşluk, yani "sekr" de, kişinin uyanık iken, içmeden önceki zihnî keskinliğinin sona erip onun düşünce ve zihninin, içmeden önceki gibi nüfuz sahibi olmaması demektir. ifadesiyle ilgili olan bu dört görüş gerçekte mana cihetiyle birbirine yakındırlar. Allah en iyisini bilendir. Cübbai şöyle der: "Sihirbazların, insanların gözlerini büyüteyebileceklerini, böylece de onların, insanlara, bir şeyi olduğundan başka bir biçimde gösterebileceklerini caiz görenlerin, nebî ve peygamberlere olan imanları sadık, doğru olmaz. Bu böyledir, zira onlar bunu tecviz ettiğinde, bu durumda belki de, Muhammed ibn Abdullah diye gördüğü bu kimse, o Muhammed değil, aksine şeytan; müşahede ettiğimiz o mucizelerin de aslında hakikatları yoktur; aslında bunlar, o sihirbazların bâtıl fikirleri nev'inden şeyler olmuş olur. Bu kapı açıldığında da, her şey bâtıl olur." Allah, en iyi bilendir. Vahdaniyetin Gökteki Delilleri 16Âyetin tefsiri için bak:18 17Âyetin tefsiri için bak:18 18"Celâlim hakkı için, biz gökte burçlar yaptık, onları, temâşâ edenler için süsledik. Biz onları taşlanan her şeytandan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı eden (şeytanın) ardına, apaçık bir ateş parçası düşmektedir". Bil ki Allahü teâlâ, nübüvveti inkâr edenlerin şüphelerini cevaplayıp, nübüvvete dâir hüküm de, tevhidle ilgili hükme dayandığı için, bunun peşisıra tevhidin delillerini getirmiştir. Tevhîdin delilleri de, semavî ve arzı (gökteki ve yerdeki) diye iki kısma ayrılınca, önce semavî delilleri zikrederek, "Celâlim hakkı için, biz gökte burçlar yaptık, onları temâşâ edenler için süsledik" buyurmuştur. Leys şöyle der: "Burç, feleğin burçlarından biridir. "Burûc" lafzı cemi olup, bunların sayısı onikidir. Bunun bir benzeri de, "Gökte burçlar yaratan Allah'ın şânı ne yücedir" (Furkân, 61) ayeti ile, "Andolsun burçlara sâhib olan göğe" (Burûc 1) ayetidir. Bu ayetin, hür ve irade sahibi bir yaratıcının varlığına delâlet edişi şöyledir: Bu burçların karakterleri, hüküm erbabı arasında ittifak edildiği üzere, farklı farklıdır. Durum böyle olunca, felekler, mahiyetleri itibari ile farklı farklı parçalar ile gerçekte birbirinden değişik parçalardan mürekkebtir. Her mürekkeb için, mutlaka ihtiyarı ve hikmeti ile, o cüzleri ve parçaları biraraya getirecek bir terkib edicinin (bir araya getiricinin) bulunması gerekir. Böylece, göğün burçlardan meydana gelmiş olmasının, hür ve irade sahibi bir fâil-i muhtarın varlığına delâlet etmiş olduğu sabit olur ki, işte elde edilmek istenen netice de budur. Cenâb-ı Allah'ın ayetleri ile ilgili geniş izahımızı, Mülk sûresinde (Mülk. 5) ayetinin tefsirinde yaptık. Dolayısıyla burada, söylenmesi gereken miktarı ile o izahları tekrar edeceğiz. Cenâb-ı Allah buyurmuştur ki, bu, "Biz o gökleri, yaratıcının varlığına ve birliğine istidlal edip, ibret alacaklar için, güneş, ay ve yıldızlarla süsledik" demektir. Göğü Şeytanlardan Korumanın Manası Allahü teâlâ, "Onları, taşlanan her şeytandan koruduk" buyurmuştur. Buna göre eğer, "şeytanın gökleri yıkmaya kudreti olmadığı halde, göklerin ondan korunması ne demektir ve göklerin onlardan korunmaya ne ihtiyacı var?" denilirse, biz deriz ki: "Cenâb-ı Hak, şeytanı göklere yaklaşmaktan men edince, gökleri şeytanın yaklaşmasından korumuş olur. Binâenaleyh Allah'ın gökleri onlardan koruması, tıpkı, evlerimizi ve yerlerimizi zararından korkutan bir casustan koruması gibidir." Sonra biz diyoruz ki: Arapça'da "recm", taş atmak manasınadır. Öldürme işine de, taşlayarak recme (öldürmeye) benzetilerek, "recm" denilmiştir. Recm, sövmek - saymak manasına da gelir. Çünkü bu çirkin söz söylemek manasını da ifade eder. Nitekim (Meryem, 46) ayetinde bu mânada kullanılmıştır. Recm, atılan şeye denir. "Bunları, şeytanlara atılan şeyler yaptık" (Mülk, 5) yani, "onlara atılan birer mermi kıldık" ayeti de bu manadadır. Recm, zanna dayanarak söz söylemek, bir şey ortaya atmak manasını da ifade eder. "Gaybı taşlayarak (karanlığa kurşun sıkarak)" (Kehf, 22) ayeti de bu manadadır. Çünkü o insan bunu, zannına göre atıp tutuyor. Recm, lanet etmek ve kovmak manasına da gelir. Ayetteki, "Her racîm şeytan" ifâdesini, müfessirler bütün bu manalarla izah etmişlerdir. Bu cümleden olarak İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Şeytanlar, önceleri göğe çıkmaktan menedilmemişlerdi. Bundan dolayı göklerde dolaşıyor, meleklerden gaybın haberlerini duyuyor ve o haberleri kâhinlere ulaştırıyorlardı. Ama Hazret-i İsâ (aleyhisselâm) doğunca, onlar üç kat gökten menedildiler. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) doğunca da, bütün göklerden menedildiler. Dolayısıyla onlardan her biri, kulak hırsızlığı yapmak (laf çalmak) istediklerinde, ateş parçaları ile taşlanır, uzaklaştırılırlar." Hak teâlâ'nın "Ancak kulak hırsızlığı eden (şeytan)" ifâdesindeki İlla edatını, istisna (müstesna) manasına hamletmek mümkün değildir. Bunun delili şudur: Onların kulak hırsızlığı yapmaya yönelmeleri, "gökleri onlardan korunmuş olma" özelliğinden çıkarmaz. Fakat onlar oraya girmekten menedilmişlerdir ve oraya yaklaşma çabası içindedirler. Binâenaleyh bu edatın, gerçek manada bir istisna olması doğru olmaz. Dolayısı ile bunun, "lâkin" manasında olması gerekir. Zeccâc şöyle demiştir: ifâdesindeki men ism-i mevsûlü, bu izaha göre mahallen mansubtur. Bunun, Fakat kulak hırsızlığı yapanlardan herbirinin" takdirinde olmak üzere cer mahallinde olması da caizdir (mümkündür.) İbn Abbas (radıyallahü anh) "Cenâb-ı Hak, "Kulak hırsızlığı" ifâdesi ile, çalabildikleri, kapıp kaçtıkları önemsiz haberleri kastetmiştir. Çünkü şeytanlardan, mütemerrid olanlar, göğe doğru çıkarlar, ama ateşten mermilerle taşlanırlar. O ateşler onları yakar, ama öldürmez. O şeytanlardan bazıları hilekârlık yapıp, sanki bu işi yapabiliyorlarmış gibi göstererek, insanları saptıran birer cin olurlar. Şeytanların Şihablarla Kovulması Ayetteki "ardına düşer" ifâdesinin manasını, A'râf süresindeki Belâm b. Baura kıssası ile ilgili (A'râf. 175) ayetinin tefsirinde zikretmiştik. Bu, "Onun peşine düşer, onu kovalar" demektir. Şihâb ise, parlayan bir ateş parçası demektir. Sonra yıldızlar ve süngüler, kendilerindeki parıltıdan ötürü, ateşe benzedikleri için "şihab" diye isimlendirilmişlerdir. Bil ki bu konuda, Mülk ve Cin surelerinde ele aldığımız bazı ince bahisler vardır. Bunlardan, sadece şu problemi ele alacağız: Bir insan şöyle diyebilir: "Siz az da olsa şeytanların göklere çıkabildiğini, meleklerin içine karıştığını, onlar birbiri ile gayb haberlerini konuşurken, onlardan bu haberleri duyabildiklerini, sonra oradan inip kâhinlerine bunları biidirebildiklerini söylerseniz, o zaman gaybtan haber verme işinin, mucize olmaktan çıkması gerekir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in haber verdiği her gayb ile ilgili, olarak, bu ihtimal söz konusu olmuş olur. Bu durumda da bu gayblar, onun peygamberliğinin doğruluğuna delâlet eden bir mucize olmaktan çıkar. Allahü teâlâ'nın, şeytanların Hazret-i Peyagmber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğumundan sonra artık bunu yapamadıklarını haber vermiş olduğu da söylenemez. Çünkü biz diyoruz ki, onların bundan aciz olduğunu söylemek, ancak Hazret-i Muhammed'in peygamber, Kur'an'ın hak kitap olduğunu kesin olarak söyledikten sonra mümkündür. Bunları kesin olarak söylemek de, ancak mucizeler vasıtasıyla mümkündür.Gaybdan haber vermenin mucize olması ise, ancak bu ihtimal çürütüldükten sonra söz konusudur. Bu durumda bir devr-i fasit olması gerekir ki, devr-ı fasit bâtıl ve imkansızdır." Buna şu şekilde cevap verilebilir: Biz, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber oluşunu, diğer mucizelerle isbat ederiz. O'nun peygamberliğini bilip öğrendikten sonra da, Allahü teâlâ'nın şeytanları, işte bu yolla gayb bilgisi almaktan âciz bıraktığını kesin olarak söylüyoruz. Bu durumda, gaybtan haber vermek bir mucizedir ve bu şekilde ortaya çıkan devr-i fasit savuşturulmuş olur. Allah en iyi bilendir. Tevhidin Yeryüzündeki Delilleri 19Âyetin tefsiri için bak:20 20"Yeryüzünü de yaydık. Onda sabit dağlar yerleştirdik. Oralarda, ölçülmüş her şeyden nebatlar bitirdik. Orada hem sizin için, hem rızıklarını temin edemeyeceğiniz kimseler için birçok geçim vesileleri yarattık". Bil ki, Allahü teâlâ, tevhidin semavî delillerini İzah edince, peşisıra, tevhidin yeryüzündeki delillerini getirmiştir. Bunlar birkaç çeşittir. Birinci Çeşit Delil "Yeryüzünü de yaydık" ayetinin ifâde ettiği husustur. İbn Abbas (radıyallahü anh): "Bu, "Biz onu, suyun yüzüne döşeyip yaydık" manasındadır" demiştir. Bu hususta, başka bir ihtimal daha vardır. Çünkü yeryüzü bir cisimdir. Cisim ise üç boyuta, yani uzunluk, genişlik ve derinliğe doğru uzayan (üç boyutu olan) şeydir. Durum böyle olunca, yeryüzünün maddesinin, bu üç boyutta uzaması, (yer alması) belli bir sınırla sınırlandırılmıştır. Çünkü her cismin sonlu, sınırlı olması gerektiği sabittir. Durum böyle olunca, bu sınırların (ölçülerin) daha fazlasının veya daha noksanının düşünülebilmesine rağmen, yeryüzünün boyutları belli bir sınırla sınırlandırılmıştır. Durum böyle olunca, bu ölçülerin daha fazla veya daha az olması mümkin bir şey olduğu halde, bu uzama (boyut), o belli miktar (ölçü) ile sınırlandırıldığına göre, bunun bir tahsis edenin (sınırlandıranın) tahsisi, (sınırlandırması) ve bir takdir edenin (miktarını belirleyenin) takdiri ile olmuş olması gerekir. O takdir eden de Allah Subhânehû ve Teâlâ'dır. Eğer, "yeryüzünü de yaydık" ayeti yeryüzünün düz olduğunu göstermez mi?" denirse, biz deriz ki: Evet çünkü yeryüzü her nekadar küre şeklinde ise de, son derece büyük bir küredir. Büyük bir kürenin yüzeyinin küçük parçalarına bakıldığında, sanki düz bir yüzey gibi görülür. Durum böyle olunca, ileri sürülen bu problem (soru) ortadan kalkar. Bunun böyle oluşunun delili, "Biz, dağlan birer kazık yapmadık m;?" (Nebe, 7) ayetidir. Allah, bu dağlan, üzerinde koskoca ve dümdüz yaylalar bulunduğu halde, "kazıklar" diye adlandırmıştır. Burada da böyledir. Yere Dağların Kazık Gibi Çakılması İkinci Çeşit Delil, "Onda sabit dağlar yerleştirdik" ayetinin ifade ettiği husustur. "Revâsi", sabit dağlar demek olup, müfredi dür. Bunun cemisi, "râsiyetün"; cem'ül-cem'i (cemisinin cemisi) ise "revâsî"dir. "(Allah) yere, sizi sallamasın diye ağır baskılar (dağlar) koydu"(Lokman, 10) ayetinde olduğu gibi. Bu ifadenin tefsiri hususunda iki izah yapılmıştır: Birinci izah: İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Allahü teâlâ, yeryüzünü suyun üzerine döşeyip yaydığında, yeryüzü, üzerindekileri tıpkı bir gemi gibi neredeyse devirecekti. Derken üzerindekileri böyle sallamasın diye, Allah yeryüzüne ağır dağlarla adetâ demir attırdı." Eğer, "Siz Allahü teâlâ'nın yeryüzünü dağlar olmaksızın yaratıp da, onun, üzerinde bulunanları sallaması neticesi, orada dağlar: yarattığını mı söylüyorsunuz, yoksa Allahü teâlâ'nın yeri ve dağları birlikte yarattığını mı söylüyrsunuz?" denilirse, biz deriz ki, her iki durum da ihtimal dahilindedir. İkinci İzah: Bu ifade ile, Allahü teâlâ'nın o dağları, yeryüzünün yollarına, kenar ve bucaklarına, insanları götüren işaretler olması için yaratmış olması kastedilmiştir. Çünkü o dağlar adetâ birer ipucudur. Bunlar sayesinde insanlar dosdoğru yollarından şaşmazlar ve yanılgıya düşmezler. Bu izah, ihtimali kuvvetli olandır. Bitkilerin Ölçü İle Yaratılması Üçüncü Çeşit Delil, "Oralarda ölçülmüş her şeyden nebatlar bitirdik" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ifade ile ilgili iki bahis vardır: Birinci Bahis: Buradaki fîha (oralarda) ifâdesindeki zamirin, hem "'yeryüzü"ne râcî olması, hem de "sabit dağlar"a râcî olması ihtimal dahilindedir.'Fakat bu zamirin "yeryüzü"ne râcî olması daha evlâdır. Çünkü istifâde edilen her türlü bitki çeşidi, ancak yeryüzünün her yerinde biter. Dağdaki (yabani) meyvelerin faydaları azdır. Bazıları bu zamirin "sabit dağlara" râcî olmasının daha evlâ olacağını sölemişlerdir. Çünkü madenler de, ancak dağlarda oluşur. Örfte ve âdette ölçülmüş (kıymetli) şeyler, bitkiler değil, madenlerdir. İkinci Bahis: Alimler ayetteki "mevzun" (ölçülmüş) kelimesi ile ne kastedildiği konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır: Bitkilerin Geçim Vesilesi Olma Keyfiyeti 1) Bununla, o şeylerin, ihtiyaca göre ayarlanmış olmaları kastedilmiştir. Kadı şöyle der: "Bu izah, doğruya daha yakındır. Çünkü Hak teâlâ, insanların ihtiyacı olan ve istifâde edecekleri miktarı bilir ve yeryüzünde o kadarını bitirir. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, bunun peşinden, "Orada sizin için birçok geçim vesileleri yarattık" buyurmuştur. Çünkü bitkilerle meydana çıkan o rızık, insanlar için iki açıdan geçim olur: a) Yeme ve bizzat istifâde etme. b) Onların ticaretini yaparak..." Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: "Vezin (tartı), ancak miktarı belirlemek için kullanılır. Binâenaleyh miktarını belirleme manasında "vezin" lafzının zikredilmesi, sebebin isminin müsebbebe (neticeye) verilmesi kabilinden olmuş olur. Hem sonra bu mana, "O'nun nezdinde herşey ölçü iledir" (Ra'd, 8) ayeti ve "Hiçbirşey hâriç olmamak üzere, (hepsinin) hazineleri bizim nezdimizdedir. Biz onlan malûm bir miktar dışında indirmeyiz" (Hicr, 21) ayeti ile kuvvet kazanır. 2) Bu âlem, sebebler alemidir. Allahü teâlâ, madenleri, bitkileri ve canlıları, ancak bu âlemin unsurlarının (elementlerinin) terkibi ile meydana getirmiştir. Binâenaleyh mutlaka hem topraktan, hem de su ve havadan, hem de sıcaklık ve soğukluk bakımından güneş ve yıldızların tesirinden belli bir miktarın bulunması gerekir. Dolayısı ile biz, o belli miktardan fazlasını veya noksanını takdir edecek (düşünecek) olsak,madenler, bitkiler ve canlılar oluşmaz. O halde, Allahü teâlâ bütün bunları, kudreti, ilmi ve hikmeti ile belli bir tarz üzere takdir etmiştir. Böylece sanki de onları hikmet terazisi ile tartmış ve neticede bunlar meydana gelmiştir. 3) Örfü bilenler: "Falancanın hareketleri mevzun (ölçülû)dür" derler. Bu "onun hareketleri, hikmete uygun, münasib ve güzeldir" demektir. "Şu söz ölçülü bir sözdür" denilir. Bu ifâde, o, boş olmayan, tutarsızlıktan uzak, güzel ve münasib olduğunda söylenir. Binâenaleyh bu tabir ile, o sözün hikmet ve akıl terazisi ile tartılmış olduğu manası kastedilmiştir. Velhasıl örfe itibar edenler, "mevzun" (ölçülü) kelimesini, güzel ve uygun manasına kullanmışlardır. Buna göre, ayetteki "Oralarda, ölçülmüş herşeyden nebatlar bitirdik" tabiri "Her şeyden, münasip, uygun, akl-ı selimce güzel, hoş, maslahata (insanların menfaatine) uygun görünenleri yarattık" demektir. 4) Yeryüzünde biten şeyler iki çeşittir: a) Madenler, b) Bitkiler... Madenlerin hepsi de ölçülüdür. Bunlar, yedi madde (el-ecsâdu's-seb'a) taşlar, tuzlar "zâcât" ve diğer madenlerdir. Bitkiler ise, sonunda ölçülebilen hale gelir. Meyvelerin çoğunda da durum böyledir. Allah en iyi bilendir. Cenâb-ı Hak, "Orada, sizin için birçok geçim vesileleri yarattık" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili iki mesele vardır: "Me'âyiş" kelimesinin manasını A'râf süresinde incelemiştik. Ayetteki "Hem de azıklarını temin edemeyeceğiniz kimseler için " ifadesi ile ilgili olarak da iki görüş vardır: Birinci Görüş: Bu cümle (......) kelimesinin mahalline ma'tuf olup, manası, "Hem sizin için, hem de ıraklarını temin edemeyeceğiniz kimseler için geçim vesileleri verdik" şeklindedir. İkinci Görüş: Bu ifâde, "me'âyiş" (geçimler) lafzı üzerine atfedilmiş olup manası "Biz sizin için birçok geçim vesileleri ve rızıklarını temin edemeyeceğiniz kimseler verdik" şeklindedir. Bu görüşe göre, şu üç ihtimal söz konusudur: Herkesi Rızıklandıran Allah'dır Birinci İhtimal: Men (kimseler) kelimesi, akıllılar (insanlar) hakkında kullanılır. Binâenaleyh bu ifâde ile, akıl sahibi olanların kastedilmiş olması gerekir ki, bunlar da insanın çoluk-çocuğu, köleleri, hizmetçileridir. Buna göre ayetteki ifadenin izahı şöyledir: İnsanlar genel olarak ailelerini, kölelerini ve hizmetçilerini rızıklandırdıklarını, onları beslediklerini sanırlar. Halbuki bu yanlıştır. Çünkü hizmet edeni de, edileni de; mâlik olanı da, olunanı da rızıklandıran Allahü teâlâ'dır. Çünkü eğer Allahü teâlâ yiyecek ve içecekleri yaratmasaydı, hem gıdalanma, hem de hazmetme kuvveti vermeseydi, hiç kimse için rızıklanma söz konusu olmazdı. İkinci İhtimal: Bu Kelbi'nin görüşü olup, o, "Bu ifadeyle, yabanî hayvanlar ve kuşlar kastedilmiştir" demiştir. İmdi eğer, "men edatı, akıllı kimseler için kullanılabildiği halde, bu izah nasıl doğru olabilir?" denilirse, biz deriz ki: Buna şu iki şekilde cevap verilir; a) Bu edat, akıllı olmayan varlıklar için de kullanılabilir. Bunun delili, "Allah her hayvanı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi kamı üstünde yürüyor, kimi iki ayağı üstünde yürüyor, kimi de dört ayağı üstünde" (Nur, 45) ayetidir. b) Allahü teâlâ, bütün canlıların rızkının, kendisine âit olduğunu belirtmiştir. Çünkü, O, "Yerde yürüyen hiçbir canlı hâriç olmamak üzere, rızıklan Allah'ın üstünedir" (Hûd, 6) buyurmuştur. Böylece, her canlı ihtiyaç hissettiğinde, sanki Yaratanından rızkını istiyor ve bu bakımdan da aklı olanlara benzemiş oluyor. Dolayısıyla aklı olan varlıklar için kullanılan edatın, onlar hakkında kullanılması akıldan uzak sayılmaz. Baksana Allahü teâlâ, "Ey karıncalar, yuvamza girin" (Neml 18) buyurmuş ve onları akıllılar (insanlar) için kullanılan cemi sigası ile zikretmiştir. Yine Allah putlar hakkında, "işte onlar benim düşmanımdır" (Şuâra, 77) ve 'Hepsi de (ay ve güneş) birer felekte yüzerler" (Yasin, 40) buyurmuştur. İşte bu ayette de, onlar bu bakımdan akıllı varlıklara benzedikleri için, akıllılar için kullanılan bu lafzın, yabani hayvanlar ve kuşlar için kullanılması uzak bir ihtimal sayılmaz. Bir hikâyede şöyle görmüştüm: Vadilerde ve dağlarda sular azalmış, bir yıl susuzluk doruk noktaya ulaşmış ve insanlar, bazı vahşi hayvanların susuzluğu artınca, başlarını göğe diktiklerini görmüşler. Bunu gören kimseler şöyle demişler: "Bunun üzerine, bulutların toplandığını ve vadiler dolusu yağmur yağdırdığını gördük." Üçüncü İhtimal: Biz bu ifâdeyi, "cariyeler, köleler, yabani hayvanlar ve kuşlar" hakkında kullanılmış kabul ediyoruz. İşte bundan dolayı, akıllılar tarafı, akıllı olmayanlara tağlib edilerek (onlar esas alınarak), bunlar için men edatı kullanılmıştır. (......) cümlesinin mecrûr olan lekûm'deki zâm'r üzerine atfedilmesi caiz değildir. Çünkü mecrûr, zamir üzerine atfedilemez ve mesela denilemez. Bu ifâde ancak "Zeyd" kelimesinin başına da min harf-i cerri getirilirse doğru olur. Bu mesela "Hani peygamberlerden senden ve Nûh'dan misak almıştık"(Ahzab. 7) ayetinde de böyledir. Bil ki bu (Nisa, 1) ayetindeki "erhâm" lafzını mecrûr okuyanlara göre caizdir. Biz bu meseleyi o ayette ele almıştık. Allah en iyi bilendir. Her Şeyin Hazinesi (Kaynağı) Allah İndindedir 21Âyetin tefsiri için bak:22 22"Hiçbirşey hâriç olmamak üzere, her şeyin hazineleri bizim nezdimizdedir. Biz, onları malûm bir miktar dışında indirmeyiz. Biz, aşılayıcı rüzgârlar gönderdik. Gökten de su indirip, onunla sizleri suvardık. Bunların, hazinedarları siz değilsiniz". Bil ki Allahü teâlâ yeryüzünde, herşeyi ölçülü olarak bitirip, orada birçok geçim vesileleri yarattığını beyân buyurunca, bunun peşinden, adetâ bunun sebebi gibi olan şeyi zikrederek, "Hiçbirşey hâriç olmamak üzere hepsinin hazineleri bizim nezdimizdedir" buyurmuştur. İşte bu, bu sûrede zikredilen tevhid delillerinden dördüncüsüdür. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Vahidî (r.h) şöyle der: "Hazâin kelimesi, "hizâne"nin cemisidir. Hizâne ise, içinde birşey biriktirilip, korunan yer demektir. "Hizâne" aynı zamanda, "biriktirip korumak" (hazinelemek) manasında bir masdardır. Nitekim, birisi, bir şeyi hazinesinde (kasasında v.b. yerinde) koruduğunda, topladığında, denilir." Bütün müfessirler, ayetteki bu tabir ile yağmurların kastedildiği görüşündediler. Çünkü yağmur, insanların, kuşların ve yabani hayvanların geçimlerinin ve rızıkların sebebidir. Binâenaleyh Allahü teâlâ onlara geçim vesilelerini verdiğinden bahsedince, geçimlerin sebebi olan o yağmurların hazinelerinin de, kendisi katında, yani emri, hükmü ve idaresi altında olduğunu beyan buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, "Biz onları malum bir miktar dışında indirmeyiz" buyurmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh) Cenâb-ı Hakk'ın bu ifâde ile, "yetecek miktarı" manasını kastettiğini söylerken, Hakem şöyle demiştir: "Hiçbir yılın yağmuru, bir başka yılınkinden dana çok değildir. Fakat bir yıl bir yöre insanları daha çok yağmur alırken, bir başka yöre mahrum edilir, Yani Allahü teâlâ, yağmuru her yıl belli miktarda yağdırır. Fakat onu, istediği yere, istediği kadar, istediği kimselere yöneltir. Birisi şöyle diyebilir: "Ayetin lafzı, bu manaya delâlet etmiyor, çünkü "Biz onları malum bir miktar dışında indirmeyiz" ayeti, Allahü teâlâ'nın yağmuru bütün yıllar aynı oranda indirdiği manasına gelmez. Binâenaleyh ayeti bu manaya hamletmek, delilsiz bir zorlama olur. Hem sonra derim ki: Hak teâlâ'nın, "Hiçbirşey hâriç olmamak üzere, hepsinin hazineleri bizim nezdimizdedir" buyruğunu da sadece yağmur manasına almak da, sırf bir tahakküm (delilsiz zorlama)dır. Çünkü buradaki "hiçbirşey" ifâdesi, deliller ile müstesna olan hariç, kendisine "şey" denilen, her şeyi içine alır. Deliller ile müstesna olan da, zâtı gereği vâcibu'l-vücûd ve kadîm olan Allahü teâlâ'dır. O halde O'hun, "Hiçbirşey hâriç olmamak üzere, hepsinin hazineleri bizim nezdimizdedir" ifadesi, bütün o şeylerin, Allah'ın takdir edip, yarattığı şeyler olduğuna bir işarettir: Bu hususta sözün özü şudur: Bununla, bütün mümkin varlıkların, Allah'ın takdir edip yarattığı ve kendilerini istediği biçimde yokluktan varlığa çıkardığı mülkleri olduğu manası kastedilmiştir. Fakat Allahü teâlâ'nın gücünün yettiği şeyler sonsuz ise de, Allah'ın bu şeylerden, var ettiklerinin sınırlı, (belli sayıda ve ölçüde) olması gerekir. Çünkü sınırsız şeylerin varlık âlemine girmeleri imkansızdır. O halde, Hak teâlâ'nın "Hiçbirşey hâriç olmamak üzere her şeyin hazineleri bizim nezdimizdedir" tabiri Allah'ın makdûrâtının (güç yetireceği şeylerin) sonsuz olduğuna; "Biz onları malum bir miktar dışında İndirmeyiz" ifâdesi de, o sonsuz şeylerden varlık alemine girenlerin (var edilenlerin), sınırlı olduğuna bir işarettir. Onlardan var edilmeyenler sonsuz olunca, hiç şüphesiz var olan şeylerin, o vakitten önce veya sonra başka bir zamanda meydana gelmesi mümkün olduğu halde, mukadder bir vakitte meydana gelir. Yine, başka mekanlarda meydana gelmesi mümkün olduğu halde, belli bir mekânda ve aklen kendi sıfatları yerine başka sıfatların meydana gelmesi mümkün olduğu halde, belli ve muayyen sıfatlarla meydana gelir. Bu böyle olunca, bu sonsuz şeylerin o belli vakit, belli mekân ve zıdları yerine o belli sıfatlara tahsis edilmesi, mutlaka bir Muhassis (tahsis eden)in tahsis etmesi ve de takdir edenin takdiriyle olması gerekir. İşte, Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz, onları malûm bir miktar dışında indirmeyiz" beyanından murad budur. Bu, "Bu caiz ve mümkün durmları. sıfatları bu eşyaya has kılan kadir ve muhtar olan birisi, Allah olmasaydı, bu mümkün sıfatların onlara tahsis edilmesi imkânsız olurdu" manasındadır. Bu ayet-i kerimedeki "inzal", "indirmek"ten makat Cenâb-ı Hakk'ın, "Sizin için davarlardan sekiz çift indirdi" (Zümer, 6) ve "Bir de... demiri indirdik" (Hadid, 25) ayetinde olduğu gibi, "ihdas" (meydana getirmek), "inşâ" (inşa etmek) ve "ibda" etmek anlamındadır. Allah en iyisini bilendir. Madum (Olmayan) Hakkında "Şey" Denir mi? Mevcut olmayan, "ma'dûm" olana da "şey" denileceği hususunda, bazı Mutezile bilginleri bu ayete tutunarak şöyle demişlerdir: "Çünkü, Allahü teâlâ'nın, "Hiçbirşey hariç olmamak üzere, hepsinin hazineleri bizin nezdimizdedir" ifâdesi, her şeyin "hazineler" kapsamında olmasını ve bu hazinelerin de Allah katında bulunmasını gerektirir. Allah katında mevcut olan bu hazinelerden muradın ise, mevcut olması itibariyle var olan şu şeyler olması caiz değildir. Çünkü biz, Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz, onları malûm bir miktar dışında indirmeyiz" ifâdesindeki, "indirmek" (inzal)den muradın, ihdas (var etmek), İnşâ (meydana getirmek), tekvîn (varlık vermek) ve ibda (yaratmak, ortaya çıkarmak) olduğunu beyân etmiştik. Bu, o hazinelerin Allah katında bulunuşunun, varlık alemine girip, var olmalarından daha önce olmasın; gerektirir. Bu bâtıl olunca, bundan muradın, "bu zâtlar hakikatler ve mahiyetler, Allah katında tekarrur etmişti, yani onlar, hakikatler ve mahiyetler olarak sabit idiler. Sonra Allah onlardan bazısını indirdi; yani, yokluktan varlığa çıkardı" manasında olması gerekir." Bir kimse buna şöyle diyerek cevap verebilir: "Şüphe yok ki, "hazineler" lafzı, burada temsil ve tahyîl, yani tasvir üslûbunda zikredilmiştir. Binâenaleyh bundan muradın, Allahü teâlâ'nın bu şeyleri var etmeye, meydana getirmeye ve yokluktan varlığa çıkarmaya kadir olduğunu bildirmek manasını anlamak niçin caiz olmasın? Bu takdire göre, Mûtezile'nin istidlali düşer. Bununla beraber bazı ince konular varlıklarını sürdürürler. Allah en iyisini bilendir." Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz, aşılayan rüzgârlar gönderdik" ifâdesine gelince, bil ki bu, tevhid delillerinin beşinci nev'idir. Bununla ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: Rüzgârların aşılayıcı olarak vasfedilmeleri hakkında birkaç görüş bulunmaktadır: 1) İbn Abbas şöyle demiştir: "Rüzgâr, ağaçları ve bulutları aşılamaktadır." Bu, (aynı zamanda) Hasan el-Basri, Dahhâk ve Katâde'nin de görüşüdür. Bunun aslı, Arapların erkek deve dişi deveye (erlik) suyunu bırakıp da, dişi deve hamile kaldığında söylemiş oldukları, tabirinden alınmıştır. Bunun gibi, rüzgârlar da, bulutlan aşılayan erkek (deve) yerine geçmektedir." Bu ayetin tefsiriyle ilgili olarak İbn Mesûd ise şunu söylemiştir; "Allah, bulutları aşılayıp da, onların su yüklenmesi ve suyu (yağmuru) bulutun içine bırakması için rüzgârları gönderir. Sonra o bulut sıkışır ve sütü bol devenin sağılması gibi, onu şarıl şarıl akıtır." Bu, rüzgârların bulutu aşılamasının tefsir edilişidir; ağaçları aşılamasına gelince, onu zikretmemişlerdir. Buna göre eğer, "Rüzgârlar aşılayıcı oldukları halde, niçin "aşılanmış yüklenmiş" manasında olan (......) kelimesi kullanılmıştır" denilirse, buna şöyle cevap verilir: Ebu Ubeyde'nin benimsediği görüşe göre, levakıh kelime burada, mulkıha kelimesinin çoğulu olan mülkıhât (aşılayıcılar, aşılayanlar) anlamındadır. Nitekim o, kardeşine bir ağıt yakan Süheyl'in şu beytini okumuştur: "Musibet ve belâların başına getirdiklerinden ümitsiz, zayıf ve saçı-başı dağınık olan Yezîd'e (oturulup) ağlansın!" Buradaki "tavâih" kelimesi, "mutavvihât" (uzaklaştıranlar, zayi edenler) anlamındadır. Ibnü'l Enbari de bunu anlattıktan sonra şöyle demiştir: "Araplar mubkıl yerine bakıl kelimesini kullanıp (nebat boy gösterdi), böylece o bakıl yani (mubkıl) oldu diyerek bazen müf'il vezni yerine fail veznini kullanırlar. Bu da, "Lâkıhûn" kelimesinin "mulkıkun" manasında varid olmasının caiz olduğuna delâlet etmektedir." Buna ikinci bir şekilde de şöyle cevâp verilir: "Başkasını ilkah etmiş yani, aşılamış olsa da, rüzgârlara "levâkihu" ismi verilir. Çünkü bunun manası, aradaki nisbeti ifâde etmektedir. Tıpkı, "zû veznin" (tartılı) anlamında, dirhemün vâzinûn (Tartılı dirhem) ve mızraklı ve kılıçtı anlamında da, "Râmihun ve sâifun" denilmesi gibi." Vahidî de şöyle demiştir: "Bu cevap yeterli değildir. Çünkü. "Zâtü'l-likâh- aşılayıcı güce sahip" anlamında olmak üzere, "el-lâkihu" kelimesin sahih olması gerekirdi." Bu geçerli bir izah değildir. Çünkü lak ıh demek "lukha (aşı) işine mensup, lukha ile ilgil olan" demektir. Başkasına lukha yapan kimsenin de lukha ile ilgisi vardır. Dolayısıyla bu izah geçerlidir. Allah en doğrusunu bilir. Rîh, yani rüzgâr bizatihi aşılıdır.. Bu iki şekilde anlatılabilir: a) Rüzgar, bulut hasıl eder. Bunun delili de, Cenâb-ı Hakk'ın, "O, rahmetinin önünde rüzgârları bir müjde(ci) olarak günderendir. Nihayet bunlar ağır ağır bulutlan kaldırıp yüklendiği zaman" (A'raf. 57) ayetidir. Yani, "taşıdığı, onları yüklendiği zaman" demektir. Bu manaya göre ise rüzgâr, bulutları ve suyu taşıyan, onlara hâmile olan anlamında da, lâkih'dir, yani aşılıdır, yüklüdür. b) Zeccac şöyle demiştir "Hayırlar getirdi" manasında rüzgâr hakkında "lakahat" denilmesi caizdir. Nitekim, hayırlar getirmediği zaman ise, rüzgâra "Akîm" denilmektir. Nitekim Araplar, onun taşıdığı şer ve kötülükleri, devenin karnında taşıdığı şeylere benzeterek, yani, "Harb, çok hayırsız bir netice, oğul doğurdu" diyerek "yüklenmek" manasına kullanırlar. Allah en iyisini bilendir. "Rîh" kelimesi, hareket eden hava demektir. Hareketsiz iken havanın hareket etmesinin ise, mutlaka bir sebebinin bulunması gerekir. O sebep ise, havanın bizzat kendisinin hava olması ve onun zatının gerekli özelliklerinden birşey olması olamaz. Aksi halde, havanın hereketi, onun zâtının devam etmesiyle devam etmiş olur ki, bu imkânsızdır. Geriye ancak, "O hava, hür ve irâde sahibi bir fail-i muhtarın hareket ettirmesiyle hareket ediyor" denilmesi kalmaktadır. Felsefecilerin, rüzgâr ortaya çıktığı zaman havanın hareket etmesi hakkında zikretmiş oldukları halleri ve açıklamaları ise, biz bu kitapta defalarca anlattık, akabinde onları çürüttük ve onlardan herhangi birşeyin, rüzgârların ortaya çıkmasına sebep olmasının mümkün olamayacağını beyân ettik. Geriye ise, o rüzgarları hareket ettirenin, Allah (c.c) olduğu hakikati kalmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın "Gökten de su indirip, onunla sizleri suvardık. Bunların hazinedarları siz değilsiniz" ifâdesine gelince, bununla ilgili birkaç bahis bulunmaktadır: 1) Yağmur suyu, gökten mi, yoksa bulutun suyundan mı iner? Onun buluttan indiğinin söylenilmesi halinde, Allah niçin bulut hakkında,-"semâ" kelimesini kullanmıştır? 2) Yağmurun meydana gelmesinin sebebi felsefecilerin ileri sürdüğü şey olmayıp, aksine bunun sebebi, hür ve irâde sahibi bir Fâil'in o yağmuru, kullarına lütfetmek maksadıyla, bulutlardan yeryüzüne indirmesidir. Nitekim, Cenâb-ı Hak bu ayette, "Biz sizi onunla suladik" buyurmuştur. Ezherî şöyle demiştir: "Araplar, davarların karnındaki süt, gökten inen yağmur ve yahut da akan yağmurun suyu hakkında derler, Yani, "Ben onu ona bir içecek ve onu ona kaynak, içilecek yer kıldım" demektir. Su vermek, onu sulamak için olunca, Araplar, "ona su kaynağı gösterdi" manasında olan tabirini kullanmadılar da, bunun yerine (O, ona su verdi) fiilini kullandılar. Bu açıklamayı, kurrânın "Karınlarının içinde bulunanlardan size içiririz" (Mû'minûn, 21) ayetindeki fiili değişik şekilde okumaları da destekler. Onlar bu fiili, her iki şekilde de okumuşlardır. Ama onlar, Cenâb-ı Hakk'ın, "Rableri de onlara gayet temiz bir şarab içirmiştir" (İnsan. 21) ve "Bana yediren ve bana içiren O'dur. "(Şuara. 79) ayetlerinde ise ihtilâf etmemişlerdir. Ebu Ali şöyle demektedir: "Bu fiilin sülasisi, "onu suladım, o da böylece suya kandı" manasında "Sekaytuhû" şeklinde kullanılırken, rubaisi, (dört harfli olan sığası) ise, meselâ, "o nehri ona, içecek bir yer kıldım" manasında, "Eskaytuhu nehren" şeklinde kullanılır. O halde Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesinin manası, "Biz o bulutu, sizin için bir su kaynağı, sulanma aracı, yeri kıldık" anlamında olur. Araplar bazan, "eskâ" manasında olmak üzere "seka" fiilini de kullanırlar. Meselâ, bir bulutu vasfeden Lebîd'in şu beyitleri gibi: "O, benden uzak bir cihette iken diyorum ki: Lütuf ve atiyye, dağların tepelerinden iner yağar. Kavmim, Necdoğullarını sulamış, Nümeyr ve Hilâl (oğullarından) kimi kabileleri sulaması için de duâ etmiştir." O halde Lebid, deyimi ile, kavminin susuzluğunu gideren suyu kastetmemiş, o ancak beldelerine rızık olarak verilip de, kendisiyle bolluk içinde yaşayacakları sulamayı, su kaynağını kastetmiştir. Çünkü onun, kavmi için, susuzluklarını giderecek şeyi isteyip, başkaları için de, sayesinde bolluk ve refaha kavuşacakları şeyi istemesi imkânsızdır. Ama susamış olan kimseye su vermek hakkında ise "eskâhu" ifadesi kullanılmaz. Zür'-rumme'nin. beytindeki tabirinin manası ise, "ben onun sulanması, suya kavuşturulması için duâ eder ve ben "Allah ona su versin derim" şeklindedir. Cenâb-ı Hak, "Bunların hazinedarları siz değilsiniz" buyurmuştur. Yani, Cenâb-ı Hak bu beyanıyla "gökten indirilen o suyu, sizler muhafaza edici değilsiniz" demektedir. Tevhid Delillerinden Altıncısı 23Âyetin tefsiri için bak:25 24Âyetin tefsiri için bak:25 25"Gerçekten biz, mutlak, biz, hem diriltiriz hem öldürürüz. Biz, hepsinin varisleriyizdir. Andolsun, sizden önce geçenleri de, geri kalanları da, biz bilmiştedir.. Şüphe yok ki Rabbin, O, onlan toplayacaktır. Hakikaten O, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir". Bil ki, bu tevhid delillerinin altıncı çeşidi olup, bu da, bu canlıları öldürüp diriltme ile, hür ve irâde sahibi kadir bir ilâhın varlığına istidlalde bulunmadır. Canlıları Dirilten de Öldüren Allah'dır Cenab-ı Hakk'ın, "Gerçekten biz, mutlak, biz hem diriltiriz, hem öldürürüz" buyruğuna gelince, bu hususta iki görüş vardır: Bazıları bunun, hem bitkileri, hem de hayvanları diriltme manasında müşterek bir manaya hamlederlerken, bazıları da şöyle demiştir: "Bitkileri dirilitme ile vasfetmek, (diriltmeyi bitkiler için kullanmak) mecazi bir ifadedir. Binâenaleyh, ayetin bu ifâdesini, canlıları, hayvanları diriltmek manasına tahsîs etmek gerekir. Canlıları yaratmaya, Allah'dan başka hiçbir şeyin kadir olamayacağı sabit olunca, canlılardaki hayatiyyetin bulunması, hür ve irâde sahibi kadir bir ilâhın varlığına kesin bir delil olmuş olur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Gerçekten biz, mutlak biz, hem diriltiriz" buyruğu hasr ifâde etmektedir. Yani, "Bizden başka öldürme ve deriltmeye kadir oîan hiç kimse yoktur" demektir.. Cenâb-ı Hak, "Biz, hepsinin varisleriyiz" buyurmuştur. Bu, "Bütün mahlûkat ölünce, her şeyin ölümü esnasında mülkü elinden çıkar. Bütün mülklerin mâliki, sadece bakî ve hakk olan ulu Allah olur. İşte böylece Allah, bu yönüyle varis olanlara benzemiş olur da, işte bu açıdan vâris olur" demektir. Mustakdimîn ve Müste'hirîn Kelimeleri Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun, sizden önce geçenleri de geri kalanları da, biz bilmişizdir" buyruğuna gelince, bu hususta da şu izahlar yapılmıştır: 1) Atâ'nın rivayetine göre İbn Abbar (radıyallahü anh) şöyle der:"Allah, "mustakdimîn" tabiriyle kendisine itaat edenleri; "müste'hirîn" tabiriyle de, itaat etmeyenleri kastetmiştir. 2) Cenâb-ı Allah, "mustakdimîn" ifadesiyle, birinci safta namaz kılanları; müste'hirîn ile de, son safta namaz kılanları kastetmiştir. Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), namazda birinci safta durmaya teşvik etmişti. Bunun üzerine herkes birinci safa yönelince, izdiham meydana geldi. Bunun üzerine de bu ayet-i kerime nazil oldu. Buna göre ayetin manası, "Biz onlar:, niyetleri miktarınca mükafaatlandırırız" şeklindedir. 3) Oahhâk ve Mukatii: "Cenâb-ı Allah bununla, savaş saflarında önde ve arkada olanları kastetmiştir" demişlerdir. 4) İbn Abbas, Ebu'l-Cevzâ'nın rivayetine göre şöyle demiştir: "Çok güzel bir kadın, Hazret-i Peygamber'in arkasında namaz kılıyordu. Bir kısım müslümanlar onu görmemek için birinci safa giderken, diğer bazıları da onu görmek için geride kalarak arkada namaz kılıyorlardı. Rükûya vardıkları zaman ise koltuklarının altından ona bakmak için, kollarını yana açarlardı. İşte bunun üzerine, Allahü teâlâ bu ayet-i kerimeyi indirdi. 5) Müstakdimîn'in ölüler; müste'hirin'in ise dirilerjyine diğer bir görüşe göre müstakdimîn'in geçmiş ümmetler; müste'hirîn'in de ümmet-i Muhammed olduğu söylenmiştir. İkrime de, "Müstakdimîn yaratılmış olan; mûste'hirîn ise, yaratılmamış olanlardır" demiştir. Bil ki Allahü teâlâ, "Gerçekten biz, mutlak biz, hem diriltiriz" buyurunca, bunun peşinden, "Andolsun, sizden önce gelenleri de, geri kalanları da biz bilmişizdir" buyurmuş ve böylece kendisine, onların hiçbir halinin gizli kaiamıyacağını tenbih etmiştir. Buna Allahü teâlâ'nın, var olma ve meydana gelmede, onların önce ve sonra meydana gelmelerini bitmesiyle, tâat ve hayır nevilerinde önde veya sonda olmalarını bilmesi de dahildir. Ayet-i kerimeyi, herhangi bir duruma tahsis etmek gerekmez. Cenâb-ı Hakk'ın "Şüphe yok ki Rabbin, O, onları toplayacaktır" buyruğundan maksad, haşr, neşr, ba's ve Kıyametin hak ve vâcib birşey olduğuna dikkat çekmektir. O'nun, "Hakikaten o tam bir hüküm ve hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir" beyanının manası da Yunus sûresinin başında birçok delillerle de açıkladığımız gibi, hikmetin, haşr ve neşr olunma, diriltilmenin gerekli olduğunu bildirmektir. Tevhid Delillerinden Yedincisi 26Âyetin tefsiri için bak:27 27"Andolsun, biz insanı kuru bir çamurdan, suretlenmiş bir balçıktan yarattık. Cânnı da, daha önce çok zehirleyici ateşten yarattık". Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Bil ki bu, tevhidin delillerinin yedincisidir. Allahü teâlâ, geçen ayette, tevhidin doğruluğuna, canlıları yaratmasını delil getirince, bunun peşinden de, aynı şeye, insanı yaratmasını delil getirmiştir. Kesin delillerle, başlangıcı olmayan hadiseler olduğunu söylemenin imkânsız olduğu sabit olmuştur. Bu sabit olunca, bütün hadiselerin, onların ilki, başlangıcı olan bir başlangıç hadisesine varıp dayanması gerektiği ortaya çıkar. Durum böyle olunca, insanların da, kendilerinin ilki olan bir insana dayanması gerekir. Bu böyle olunca, o ilk insan, bir ana-babadan yaratılmamış; aksine, hiç şüphesiz, Allah'ın kudretiyle var olmuş olur. İşte, "Andolsun, biz insanı... yarattık" buyruğu o ilk insana işarettir. Müfesirler, bundan maksadın Hazret-i Adem (aleyhisselâm) olduğu hususunda icmâ etmişlerdir. Hazret-i Âdem'den Önce Âdemler Bulundu mu? Şia'nın kitaplarında Muhammed İbn Ali el-Bakır (radıyallahü anh)'ın şöyle dediği nakledilmiştir: "Babamız olan Adem'den önce, bir milyon, veya daha çok Adem bulunuyordu." Ben derim ki: "Bu, âlemin hadis olmasını zedelemez. Aksine, nasıl olursa olsun, mutlaka, insanların ilki olan bir insana varılıp dayanılması gerekir. Ama, bu insanın, atamız Adem olmasına gelince, bunu isbât etmenin yolu, ancak rivayettir. Bil ki, cisim muhdestir (sonradan meydana gelmedir). Binâenaleyh, Adem (aleyhisselâm)'in ve diğer cisimlerin, sırf yokluktan yaratılmış olduklarını kesin olarak söylemek gerekir. Yine, Cenâb-ı Allah'ın, "Muhakkak ki İsa'nın hali de, Allah katında, Adem'in hali gibidir" (al-i imrân, 59) ayeti de, Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'in topraktan; "Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım" (Sad, 71) ayeti de, onun çamurdan yaratıldığına delâlet etmektedir. Bu ayette ise, Hazret-i Adem'in katı bir çamurdan, suretlenmiş bir balçıktan yaratılmış olduğundan bahsedilmektedir. Bunun doğruya en yakın izahı şudur: Allah onu önce topraktan, sonra çamurdan, sonra suretlenmiş balçıktan, sonra da çömlek gibi çınlayan kupkuru bir balçıktan yarattı. Şüphe yok ki, Cenâb-ı Hak onu, hangisi olursa olsun, herhangi bir cisimden yaratmaya kadirdir. Hatta onu, doğrudan doğruya, herhangi bir maddeden olmaksızın yaratmaya da kadirdir. Ama onu, ya sırf meşîetinden dolayı yahut da onda meleklere yönelik olan delâletten, onların maslahatlarından ve cinlerin menfaatlarından dolayı bu şekilde yaratmıştır. Çünkü insanın, bu şeylerden yaratılması, bir şeyin kendi şeklinden ve cinsinden olan bir şeyden yaratılmasından daha hayranlık uyandırır. Ayetteki salsal kelimesi hakkında iki görüş bulunmaktadır: 1) "Salsâl" kelimesinin, ses veren kuru çamur olduğu söylenmiştir.. Bu çamur, pişmemiştir; piştiği zaman ise, buna fehhâr (çömlek gibi, takır takır ses veren) denilir. Alimler şöyle demişlerdir: O kuru çamura vurulduğunda, duyduğun ses uzun olursa, buna "salîl" ismi verilir; ama bu seste, bir dalgalanma ve çınlama bulunursa, buna da "salsala" ismi verilir. Mûfessirler şöyle demişlerdir: "Allah, Adem (aleyhisselâm)'i çamurdan yaratmış, ona şekil vermiş ve onu kırk sene güneşin altında bırakmıştır. Böylece o, tuğla gibi olan, çın çın öten bir hale gelmiştir. (Meleklerden) hiçbiri, bununla ne olacağını bilememiş, ona rûh üfürülünceye kadar da, ona benzeyen hiçbir şekil ve biçim görmemişlerdir." Sözün gerçeği ise şudur: Allah, Hazret-i Adem'i insan suretinde çamurdan yarattı ve o çamur heykel kurudu. "Öyle ki, ona rügzâr vurduğunda, ondan bir "salsala" bir çınlama sesi duyuluyordu. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ onu "salsal" diye isimlendirdi. 2) "Salsal" kelimesi, "kokan, bozulmuş olan" anlamındadır. Bu, Arapların et bozulup koktuğu zaman söyledikleri deyimlerinden alınmadır. Bu görüş bence zayıftır. Çünkü Allahü teâlâ "kuru bir çamurdan, suretlenmiş bir balçıktan' buyurmuştur. Bunun, "hame-i mesnûn, suretlenmiş bir balçık" oluşu, zaten bir kokuşmaya ve bozulmaya delâlet etmektedir. Ayetin zahiri de, bu salsal'ın kuru çamurun, o hame-i mesnûn'dan hasıl olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh onun kurumuş çamur oluşunun, suretlenmiş bir balçık oluşundan farklı bir şey olması gerekir. Eğer onun "salsal" oluşu, bozulma ve kokuşma anlamından ibaret olsaydı, salsal oluşu ile hame-i mesnûn oluşu arasında bir fark bulunmamış olurdu. el- Hame'u kelimesine gelince,Leys (......) kelimesi, fa'letun vezninde olup, çoğulu el-Hameu' dür. Ve bu kelime, siyah, kokuşmuş çamur anlamındadır" demiştir. Ebu Ubeyde ve ekseri alimler: "Ham'e" kelimesi, mantar anlamına gelen el-kemetu" veznindedir demişlerdir. Mesnûn kelimesiyle ilgili birkaç görüş bulunmaktadır: 1) İbnu's-Sikkît "Ebu Amr'ın, "mesnûn" kelimesinin değişen, tegayyür eden şey" manasında olduğunu söylediğini işittim" demiştir. Ebu'l-Heysem, "Su değişti ile bozuldu" manasında, "Senne'l-mâu fehüve mesnûnun" denilir. Bunun delili Cenâb-ı Hakk'ın, "Bozulmadı" (Bakara. 259) ayetidir. 2) "Mesnûn" kelimesi "kazanılmış, hakedilmiş" anlamındadır. Bu, "Taşın üzerine sürttüm manasına gelen "Senentu'l-hacere" ifâdesinden alınmadır. Sürtülen şeyle o taş arasından çıkan şeye de, "es- senenü" denilir. Bileği taşına da üzerinde demir bileğilendiği, sürtüldüğü için, "el-mi'sennü" denilir. 3) Zeccâç: "Bu lafız. "Yolun eskimesi (sünenü't-tarîk) anlamında vazolunmuş olan kelimeden alınmıştır. Çünkü o, ne zaman böyle olursa, değişir, tegâyyur eder" demiştir. 4) Ebu Ubeyde şöyle demiştir: "el-Mesnûn", "akıtılmış" anlamındadır. es-Sennü ve es-Sabbu kelimeleri aynı manadadır. Arapça'da "yüzüne su akıttı, döktü" manasında, "Senne'l-mâe alâ vechihî sennen" denilir. 5) Sîbeveyh şöyle demiştir: "Mesnûn, yüzün şekli ve sureti manasında olan "Sünnetu'l-vech" ifâdesinden olmak üzere, "bir suret ve şekil üzere süratlenmiş, şekillendirilmiş" anlamındadır. 6) İbn Abbas'ın, "Mesnûn, yaş çamurdur" dediği rivayet edilmiştir ki, bu Ebu Ubeyde'nin görüşüne dönmüş olur. Çünkü o yaş olunca, yerin üzerinde akar ve yayılır. Böylece de, "akıtılmış, dökülmüş" anlamında "mesnûn" olmuş olur. Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunda geçen cânnın kim olduğu hususunda müfessirler ihtilâf etmişlerdir. Atâ, İbn Abbas'dan rivayet ederek, "Allah bununla iblisi kastetmiştir" der. Hasan el-Basrî, Mukâtil ve Katâde'nin görüşü de budur. İbn Abbas, başka bir rivayette: "Cânn, cinlerin babasıdır, atâsıdır" demiştir ki, bu aynı zamanda, ekseri müfessirlerin görüşüdür. Ona, gözlere görünmediği için "cânn, gizlenmiş" denilmektedir. Nitekim cenine de, bundan dolayı cenin denilmiştir. Çünkü o, anasının karnında gizli ve örtülüdür. "Cânn" lügatte "gizleyen" anlamındadır. Ve "Cenne'ş-şey'e (bir şeyi gizledi) tabirinden alınmadır. Burada zikredilen "cânn'ın, kendisini insanların gözlerinden gizlediği için, bu ismi almış olması muhtemeldir. Yahut bu kelimemin, kendisiyle ism-i mef'ûl manası murad edilen ism-i fail vezninde bir kelime olması da caizdir. Nitekim ismi mef'ûl manasında, "sütlü, sağılan" manasında, "Lâbin"; "hurmalı, hurması bol" masında "Tamir"; "fışkırtılmış su" manasında ve "hoşnut olunmuş yaşantı, hayat" anlamında denilir. Alimler, cinler hakkında ihtilâf etmişler, onlardan bazıları, "cinler, şeytanların dışında olan başka bir cinstir" demişlerdir. En doğru görüşe göre, şeytanlar, cinlerin bir bölümüdür. Binâenaleyh, cinlerden her mümin olan, şeytan diye isimlendirilemez. "Şeytan", onlardan kâfir olan her bir cinne isim olarak verilir. Bunun doğruluğunun delili şudur: Cin lafzı, gizlenme manasına gelen kelimeden türemiştir. Binâenaleyh, böyle olan her şey, cinlerden olmuş olur. Cinlerin İnsanlardan Önce Yaratılması Cenâb-ı Hak, "daha önce de.. onu yarattı" buyurmuştur. İbn Abbas, "Allahü teâlâ, bununla, "Adem'in yaratılmasından önce" manasını murad etmiştir. Ayetteki "çok zehirleyici ateşten" deyimindeki "semûm kelimesi Arapça'da, çoğu zaman gündüz, ama bazan da gece olan yakıcı rüzgâr anlamındadır. Buna göre, bu sıcak rüzgârda ateş hararetiyle yüzü yalama ve duman bulunmaktadır. Nitekim, hadiste varid olduğuna göre bu, cehennemin alevleriyle insanı yalamasıdır. Bunun, çok ince ve şeffâf, lâtif olduğu için bedendeki gözeneklere, mesamata girmesi sebebiyle "semûm" diye isimlendirildiği de söylenilmiştir. Mesamat, insanın cildinde bulunan ve kendisinde ter ve karındaki nemin çıkmış olduğu görünmeyen gözeneklerdir. İbn Mesûd: "Bu semûm, Allahü teâlâ'nın, kendisiyle 'cânn"ı yaratmış olduğu semûmun yetmiş cüz'ûnden birisidir" demiş ve bu ayeti okumuştur. Eğer, "cânn'ın ateşten yaratılmış olması nasıl düşünülebilir?" denilirse, deriz ki: Bu bizim mezhebimize göre, açıktır ve zahirdir. Çünkü bize göre, bir hayatın olabilmesi için bir bünyenin, maddi bir vücudun olması şart değildir. Çünkü Allah "cevher-i ferdde" de, hayat ve ilmi yaratmaya muktedirdir. Aynı şekilde, sıcak bir cisimde hayat ve aklı yaratmaya kadirdir. Bazıları, yıldızlarda hayatın meydana gelmesinin imkânsız olduğuna dair istidlalde bulunmuşlar ve şöyle demişlerdir: "Çünkü güneş, son derece sıcaktır. Böyle olan bir şeyde ise, hayatın meydana gelmesi imkânsızdır." Biz onların bu görüşünü "Cannı da daha önce çok zehirleyici ateşten yarattık" ayetiyle çürütüyoruz. Aksine yıldızlarda hayatın bulunmadığı hususunda kendisine itimad edilecek şey, icmâdır. 28Âyetin tefsiri için bak:35 29Âyetin tefsiri için bak:35 30Âyetin tefsiri için bak:35 31Âyetin tefsiri için bak:35 32Âyetin tefsiri için bak:35 33Âyetin tefsiri için bak:35 34Âyetin tefsiri için bak:35 35"Hani bir zaman Rabbin meleklere şöyle demişti: "Ben, kuru bir çamurdan, suretlenmiş bir balçıktan bir beşer yaratacağım. Onun yaratılışını bitirdiğim, ona ruhumdan üflediğim zaman, derhal onun için secdeye kapanın." Bunun üzerine meleklerin hepsi, toptan secde etti. Ancak iblis, bu secde edenlerle beraber olmaktan kaçındı. (Cenab-ı Hak:) "Ey iblis, sen niçin secde edenlerle beraber olmadın?" dedi. (iblis), "Ben, kuru bir çamurdan, suretlenmiş bir balçıktan yarattığın bir beşere secde edeyim diye var olmadım" dedi. (Allahü teâlâ) şöyle buyurdu: "O halde, çık buradan! Çünkü sen, artık kovuldun. Hiç şüphesiz dîn gününe kadar lanet, senin tependedir". Bil ki Allahü teâlâ, ilk insanın yaratılışını zikredip, bunu zikretmek suretiyle de, muhtar ve kadir ilâhın (kendisinin) varlığına istidlalde bulununca, bundan sonra o insanın kıssasını (serüvenini) anlatmıştır. Bu da şöyledir: Allahü teâlâ, meleklere Hazret-i Âdem'e secde etmelerini emretmiş ve onlar bu emre itaat etmişlerdi. Fakat iblis, bundan kaçınmış ve inâd edip secde etmemiştir. Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır: Bu Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'in bir beşer oluşunun izahı hakkındadır. Bundan murad, onun, kendisine dokunulan ve kendisi ile yüz yüze gelinilebilen kesif bir cisim olmasıdır. Melekler ve cinlerin cisimleri ise, beşerin cisminden ve maddesinden daha fâtif ve şeffaf olduğu için, onlara dokunulamaz. Her canlının dış cildine de "beşere" denilir. Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'in kuru bir çamurdan suretlenmiş bir balçık oluşu ile ilgili açıklama daha önce geçmişti. Ayetteki, "Onun yaratılışını bitirdiğim zaman" ifâdesi ile ilgili iki görüş vardır: 1) Bu, "Onun şeklini, insan suretinde ve beşer hilkatinde (yaratılışında) yapıp, düzelttiğim zaman" demektir. 2) Bu, "Onun bedeninin cüzlerini, yaratılışının tam, mutedil ve düzgün olması, unsurlarının da tam tenasüb ve uyum içinde bulunması ile düzelttiğim, düzenlediğim zaman" demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, gerçekten, "Biz insanı, birbiriyle karışık bir damla sudan yarattık" (insan, 2) buyurmuştur. Ayetteki "ve ona ruhumdan üflediğim zaman " tabiri ile ilgili birkaç bahis vardır: 1) Nefh yani üfleme, havayı, bir cismin boşluğuna kaydırmak, akıtmaktır. Bu lafzın zahiri, bize, ruhun hava ve rüzgâr gibi birşey olduğunu ihsas ettirir. Yoksa burada onun üflendiğini söylemek doğru olmazdı. Fakat ruhun hakikatine dâir tam izah, ayetinin tefsirinde gelecektir. 2) Burada Cenâb-ı Hak, onu şereflendirmek ve kıymetini göstermek için, Hazret-i Âdem'in ruhunu "ruhumdan" diyerek zat-ı ilâhiyesine nisbet etmiştir. Ayetteki "Derhal onun için secdeye kapanın" emri ile ilgili olarak da birkaç bahis vardır: 1) Bu secde, aslında Hazret-i Âdem içindir, ya da Âdem (aleyhisselâm), bu secdenin kıblesi idi. Bu konu da Bakara sûresinde geçmişti. 2) Burada Âdem (aleyhisselâm)'e secde etmeleri emredilenler, gök meleklerinin tamamı, yahut bir kısmı, yahut da yeryüzü melekleridir. Alimlerden bazıları, "Meleklerin büyükleri, Âdem (aleyhisselâm)'e secde etmekle emrolunmuşlardı" denilmesini caiz görmemektedirler. Bunun delili, A'râf sûresinin sonunda meleklerden bahsederken söylediği "Şüphe yok ki Rabbin'in katındakiler O'na kulluk etmekten asîâ kibirlenmezler, O'nu tesbih eder ve yalnız O'na secde ederler "(A'râf 206) ayetidir. Buradaki "Yalnız O'na secde ederler" ifâdesi hasr manasını anlatır ve bu onların yalnız Allah'a secde ettiklerine delâlet eder. Dolayısı ile onların, Âdem (aleyhisselâm)'e yahut Allah'dan başkasına secde etmelerine aykırıdır. Bu hususta söylenebilecek son söz şudur: Cenâb-ı Allah'ın, "Derhal onun için secdeye kapanın" ayeti, umûmî bir tabirdir. Fakat hâs olan ifâde, umûmî olandan önce nazar-ı itibara alınır. 3) Ayetin zahiri Hak teâlâ'nın, Hazret-i Adem'e ruhundan üfürdüğü için, meleklerin ona secde etmeleri gerektiğine delâlet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Onun yaratılışını bitirdiğim" "Ona ruhumdan üflediğim zaman" ve "Derhal onun için secdeye kapanın" cümleleri, fâ-i takıbiyye ile birbirine bağlanmıştır. Bu edat ise, bu üç işin "terâhisine" manidir (yani bunlar hemen, peş peşe olmuşlardır). Cenâb-ı Hakk'ın "Bunun üzerine meleklerin hepsi toptan secde etti" beyanına gelince, Halil ve Sibeveyh "hepsi" ve "toptan" kelimelerinin, ard arda gelen iki te'kid olduğunu söylemişlerdir. Müberred'e bu ayet sorulunca o, şöyle demiştir: "Eğer Allahü teâlâ burada, melekter secde etti" demiş olsaydı, bundan, onların bir kısmının secde etmiş oldukları manası çıkarılabilirdi. Ama küllühüm buyurunca, bu ihtimal ortadan kalkmış ve onların hepsinin secde ettikleri anlaşılmıştı. Sonra geriye şöyle bir başka ihtimal kalmıştır: "O melekler hep birden, aynı anda mı secde ettiler, yoksa başka başka zamanlarda mı secde ettiler? İşte Cenâb-ı Hak, "toptan" buyurunca, hepsinin birlikte, aynı anda secde ettikleri anlaşılmıştır." Zeccâc, Müberred'in bu görüşünü nakletmiş ve, "Halil ile Sibeveyh'ingörüşü daha güzeldir. Çünkü "ecmâ'ün" (toptan) kelimesi, mârife bir kelime olup "hal" olamaz" demiştir. Ayetteki "Ancak iblis (müstesna)" ifâdesine gelince, âlimler İblis'in de Âdem'e secde etmekle emrolunduğu hususunda ittifak etmişler, ama onun meleklerden olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu mesele, Bakara sûresinde detaylıca geçmişti. Ayetteki "O, secde edenlerle beraber olmaktan kaçındı" ifâdesi, bir müste'nef cümledir ve takdiri şöyledir: Sanki birisi, "O secde etti mi?" diye sormuş da bunun üzerine, "Hayır, bundan kaçındı ve secde etmeye karşı büyüklük tasladı" denilmiştir. "Allah'ın İblis'e Hitabı" Meselesi Cenâb-ı Hak, "(Allah), "Ey iblis, sen niçin secde edenlerle beraber olmadm?" dedi" buyurmuştur. Bil ki âlimler, "Ey iblis" hitabı ile, "Allah ona "Ey iblis" dedi" manası kastedildiği hususunda icmâ etmişlerdir. Bu, Allahü teâlâ'nın iblis ile konuşmuş olmasını gerektirir. İşte bundan ötürü bazı kelamcılar şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ bu hitabı (sözü), iblise, bazı elçilerinin lisanı (dili) ile ulaştırdı." Fakat bu görüş zayıftır. Çünkü iblis cevap olarak, "Ben kuru bir çamurdan... yarattığın beşere secde edeyim diye var olmadım" demiştir ki, buradaki "yarattığın" ifâdesi, gaibe söylenecek bir söz değil, karşıda hazır bulunan birisine yapılan bir hitabtır. Sözün zahiri, Allahü teâlâ'nın iblis ile, iblis'in de Allahü teâlâ ile vasıtasız olarak konuşmuş olduğunu göstermektedir. Allahü teâlâ'nın vasıtasız olarak konuşması, makamların en büyüğü ve mertebelerin en yücesi olduğu halde, bu nasıl düşünülebilir, yine böyle bir şeyin kâfirlerin başı ve reisi olan İblis için olması nasıl söz konusu olabilir?" denilirse, buna şöyle cevap verilebilir: "Allahü teâlâ'nın konuşması, eğer teşrif ve ikram üslûbunda olursa, ancak o durumda konuşulan için yüce bir mertebe olur. Ama bu, tahkîr ve zelil kılma üslubunda olursa hayır." Ayetteki "Ben, kuru bir çamurdan, sûretlenmiş bir balçıktan yarattığın bir beşere secde edeyim diye var olmadım" sözü ile ilgili iki bahis vardır: Birinci Bahis: Kelamın başındaki lâm, olumsuzluğu te'kid içindir ve manası, "Benim bir beşere secde etmem doğru olmaz" şeklindedir. İkinci Bahis: Bu sözün manası şudur: "Âdem'in beşer oluşunun, kesif (katı) bir cisim olduğunu gösterir. Halbuki iblis, ruhanî ve latif bir varlıktır. O halde, şu anda bile, bu bakımdan ikisi arasında fark vardır." Buna göre sanki şeytan, "Beşer, kesif bir varlıktır ve derisi (beşeresi) vardır. Ben ise rûhânî ve latif bir varlığım. Kesif ve maddi olan, rûhânî ve latif olanlardan daha düşüktürler. Daha düşük olana, daha yüce olan nasıl secde edebilir? Hem sonra Âdem, kuru bir çamurdan, suretlenmiş bir balçıktan yaratılmıştır. Bu asıl madde ise, son derece değersizdir. İbtis'in asıl maddesi ise ateştir. Ateş ise, dört asıl elementin en kıymetlisidir. İblis'in aslı, Âdem'in aslından daha kıymetlidir. Binâenaleyh İblis'in Âdem'den daha kıymetli ve şerefli olması gerekir. Şerefliye daha aşağı durumda olana secde etmesini emretmek çirkin olur. Binâenaleyh birinci söz, beşerî veya ruhanî olmak bakımından söz konusu olan farka -ki bu şu anda da mevcuttur-; ikinci söz ise, meydana geldikleri asıl maddeler bakımından bulunan farka işarettir. İblis'in şüphesinin tamamı bundan ibarettir. Hak teâlâ'nın, "(Allah şöyle buyurdu): "O halde çık buradan! Çünkü sen artık kovuldun" ifâdesi, İblis'in ileri sürdüğü bu şüpheye açık bir cevap olmayıp, dolaylı bir cevaptır. Bunun böyle oluşu şöyle izah edilir: "Cenâb-ı Hakk'ın söylediği nass (kesin söz)dür. İblis'in söylediği şey ise, bir kıyastır. Kim nassa, bir kıyas ile muâraza eder (karşılık verirse), racîm ve merun (koğulmuş ve lanetlenmiş) olur. Bu hususta geniş izahı, A'râf sûresinde verdik. Hak teâlâ'nın, "çık buradan" emri ile, "Adn cennetinden çık"; yahut "göklerden" yahut da "meleklerin içinden çık" gibi manaların kastedildiği söylenmiştir. Bu sözün geniş izahı, "racîm" lafzının izahı ile birlikte A'râf sûresinde geçmişti. Şeytana Lanetin Kıyamete Kadar Olması . Cenâb-ı Hak "Hiç şüphesiz din gününe kadar lanet senin tependedir" buyurmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh), ayetteki "din günü" tabiri ile, Kıyamet gününün kastedildiğini, çünkü kullara, o gün yaptıklarının karşılıkları verileceğini ve bunun "Mâliki yevmi'd-dîn" (Fatiha, 3) ayetinin manası gibi olduğunu söylemiştir. Buna göre eğer, (ilâ) edatı, mesafenin sonunu gösterir. Binâenaleyh ayet, bu lanetin Kıyamete kadar olacağını ve Kıyamet kopunca sona ereceği hissini verir?" denilirse, âlimler buna birkaç şekilde cevap verirler: 1) Bu ifâde ile, o lanetin devamlı olacağı manası kastedilmiştir. Burada Kıyametin zikredilmesi, insanların onu en son mesafe kabul etmelerinden ötürüdür. Bu, ebedilik manasım ifâde etmek bakımından, tıpkı insanların bu manada, "Gökler ve yer devam ettiği müddetçe" demeleri gibidir. 2) Bu, "sen, din gününe kadar, azab edilme söz konusu olmaksızın, göklerde ve yerde herkes tarafından kınanan ve lanetlenen kimse olacaksın. Ama o gün geldiğinde, laneti unutturan bir azabla azablanacaksın. Binâenaleyh o zaman lanet, bu azabın şiddetinden dolayı, sanki kaybolmuş ve gitmiş gibi olur" demektir. 36Âyetin tefsiri için bak:41 37Âyetin tefsiri için bak:41 38Âyetin tefsiri için bak:41 39Âyetin tefsiri için bak:41 40Âyetin tefsiri için bak:41 41"O dedi ki: "Ya Rabbi, öyle ise bana insanların kabirlerinden kaldırılacakları güne kadar mühlet ver." Allah da buyurdu ki: "O halde sen, ma'lum o zamanın gününe kadar, mühlet verilenlerdensin." Şeytan, "Ya Rabbi, beni azdırmana mukabil, yemin olsun ki, ben de yeryüzünde, onların mâsiyetlerini, mutlaka onlara süslü göstereceğim. Onların hepsini mutlaka azdıracağım. Ancak onlardan, muhlis kulların müstesna" dedi. (Allah da) buyurdu ki: "işte bu, bana göre dosdoğru olan bir yoldur". Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardir: Ayetteki, "Bana mühlet ver" sözü, kendinden önceki ifâdelerle alakalı olup, takdiri: "Sen beni Kıyamete kadar, mel'ûn ve racîm (kovulmuş) kıldığına göre, bana mühlet ver" şeklindedir. Böylece İblis, ahiretten ümidini tamamen kesince, Allah'dan, kendisini Kıyamete kadar bâki bırakmasını istemiştir. Çünkü ayetteki, "kabirlerinden kaldırılacakları güne kadar" ifadesi ile, öldükten sonraki haşr ve neşr (yani diriliş) günü kastedilmiştir. O gün ise, Kıyamet günüdür. Cenâb-ı Hak, "O halde sen, malûm o zamanın gününe kadar, mühlet verilenlerdensin" buyurmuştur. Bil ki iblis, kendisine Kıyamet ve diriliş gününe kadar mühlet istemiştir. Bundan maksadı hiç ölmemektir. Çünkü Kıyametten önce ölmeyince, Kıyametten sonra artık hiç kimsenin ölmeyeceği açıktır. Dolayısıyla da, kendisinin böylece hiç ölmemesi gerekecektir. Fakat Cenâb-ı Hak, ona bu isteğini vermeyerek, "Sen, ma'lûm o zamanın gününe kadar mühlet verilenlerdensin" buyurmuştur. Alimler, o ma'lum vakit ile neyin murad edildiği hususunda şu değişik görüşleri söylemişlerdir: 1) Ma'lum o zamanın gününden murad, bütün canlıların öleceği, sûra ilk üfleniş zamanıdır. Buna "ma'lum o zaman' denilmiştir. Çünkü bütün canlıların o günde öleceği malumdur. Cenâb-ı Hakk'ın o günü, böyle ifâde etmesinin sebebinin şu olduğu söylenmiştir: Çünkü o vakti ancak Allah bilir. Nitekim Hak teâlâ, "De ki: "Onun (vaktinin) ilmi, ancak Rabbimin nezdindedir. Onun vaktini O'ndan başkası açıklayamaz" (A'raf, 187) ve "O kıyametin ilmi, şüphesiz ki Allah'ın nezdindedir" (Lokman, 34) buyurmuştur. 2) O ma'lum vakitten maksad, İblis'in istediği ve söylediği, "insanların kabirlerinden kaldırılacakları gün"dür. Allahü teâlâ bu güne, "ma'lum o zamanın günü" dedi, çünkü İblis, bunu (mühlet günü) olarak tayin edip belirleyince, sanki ma'lum (belli) bir gün gibi oldu. İmdi, eğer "Cenâb-ı Hak, şeytanın o isteğine icabet edince, şeytanın hem Kıyamete kadar, hem de Kıyametten sonra ölmemesi gerekir. Böylece de ondan ölümün tamamen uzaklaştırılmış olması gerekir?" denilirse, biz deriz ki: Ayetteki, "Kabirlerinden kaldırılacakları güne kadar" tabiri, "diriltilecekleri o güne yakın bir zamana kadar" manasına hamledilir. Bütün mükelleflerin öleceği vakit ise, diriltilecekleri güne yakındır. Bu izaha göre, bu sözün neticesi de birinci izaha varıp dayanır. 3) "Malum o zamanın günü" tabiri ile, ancak vaktini Allah'ın bildiği bir gün kastedilmiştir, Kıyamet günü kastedilmemiştir. Buna göre eğer, "mükellefin, kendisinin ne zaman öleceğini bilmesi caiz değildir. Çünkü bunda onu isyana-suça teşvik vardır. Allah'ın böyle yapması ise caiz olmaz" denilirse, buna şöyle cevap verilir: "Bu ilzam (susturma), ancak Kıyamet gününün vakti, mükellefçe bilindiği zaman söz konusu olur. Fakat mükellef, Allahü teâlâ'nın kendisine Kıyamete kadar mühlet verdiğini bilip, Kıyametin ne zaman kopacağını kendisine bildirmediğini anlayınca, bundan onu suça teşvik manası çıkmaz. Bu cevaba karşılık da şöyle denilmiştir: Mükellef Kıyametin ne zaman kopacağını kesin ve net olarak bilmese bile, bir nebze de olsa, Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'in yaratıldığı vakitten, Kıyamete kadar geçecek vaktin uzun bir süre olduğunu bilmektedir. Böylece o, bu uzun müddet içerisinde ölmeyeceğini sanki anlamış olur." Şeytan İnsanları Azdırmaya Ahdediyor Ayetteki '"Şeytan, "Ya Rabbi beni azdırmana mukabil, yemin olsun ki ben de yeryüzünde, onların mâsiyetlerini, Tiutlaka onlara süslü göstereceğim, onların hepsini mutlaka azdıracağım" dedi " sözü ile ilgili iki bahis vardır: Birinci Bahis: ifâdesindeki bâ harfi, kasem (yemin) bâ'sı; mâ ise, ma-i masdariyye olup, bu kasemin cevabı, "mutlaka süslü göstereceğim" ifadesidir. Buna göre mana "senin beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki, onların masiyetlerini mutlaka onlara süslü göstereceğim" şeklindedir. Bunun bir benzeri de, "izzetine yemin olsun ki, onların hepsini mutlaka azdıracağım"(sad, 82) ayetidir. Fakat şeytan bu ifâdede, Allah'ın izzetine yemin etmiştir ve "izzet" Allah'ın zâti sıfatlarındandır. Bu ayettle ise, Allah'ın azdırmasına yemin etmiştir ve azdırma İşi, Allah'ın fiilî sıfatlarındandir. Fakihler "Allah'ın zatî sıfatlarına yemin etmek caizdir" demişler, ama Allah'ın fiilî sıfatlarına yemin etme hususunda ihtilaf etmişlerdir. Vahidî, başkalarının şöyle dediklerini nakletmiştir: "Buradaki bâ, sebebiyyet ifâde etmektedir. Buna göre ayet, "Benim azgın birisi olmam sebebi ile, mutlaka onlara (günahlarını) süslü göstereceğim" manasına olur. Bu tıpkı birisinin, "Falanca âsî ve günahkâr olması sebebi ile, cehenneme gireceğine; falanca da itaatkâr olması sebebiyle cennete gireceğine yemin etti " demesi gibidir. İkinci Bahis: Bil ki alimlerimiz, Cenâb-ı Hakk'ın bazan kâfirde küfrü yaratmayı, onu dinden alıkoymayı ve haktan saptırmayı istediğine (irade ettiğine), bu ayeti birkaç yönden delil getirmişlerdir: 1) İblis, insanları yoldan çıkarmak ve saptırmak gayesiyle, istediğini açıkça ifâde ederek, Cenâb-ı Hak'tan bu mühleti istemiştir. Allah da, ona bu mühleti vermiş ve onun bu gayesine icabet etmiştir. Eğer Allahü teâlâ dînî hususlarda insanların hep faydasına olan şeyleri gözetmiş olsaydı, ona bu kadar mühlet vermez, iğvâ etme, saptırma ve vesvese verme imkanı tanımazdı. 2) Peygamberlerin ve velilerin büyükleri, halkı hak dine irşada gayret etmiş ve çalışmışlardır. İblis ve avenesi ise, saptırmaya ve azdırmaya çalışıp gayret etmişlerdir. Eğer Allahü teâlâ'nın muradı, sadece insanlara hidayet etmek ve doğruya iletmek olsaydı, doğruya irşâd edenleri ve muhakkikleri, âlimleri bakî kılıp, saptıran ve azdıranları helak etmesi gerekirdi. Bunun zıddını yaptığına göre, anlıyoruz ki, Allah onların küfrünü ve hızlânım dilemiştir. 3) Allahü teâlâ, İblis'e, küfrü üzere öleceğini ve Kıyamete kadar mel'ûn olduğunu bildirince, bu onu küfre ve çirkin fiillere tahrik etme olmuştur. Çünkü o, Allah'ın mağfiretinden ve cenneti elde etmekten tamamen ümidini kesince, her türlü günaha ve küfre karşı cür'et kazanmıştır. 4) İblis, Allahü teâlâ'dan, Allah'ın, İblisin bu uzun ömürden ancak küfrünü ve günahını artırmak suretiyle istifâde edeceğini ve bu artırma sebebi ile de her türlü şiddetli azaba müstehak oluşunun artacağını bildiği halde bu uzun ömrü isteyince, bu mühlet verme işi, onun azabının artması için bir sebeb olmuş olur. Bu ise, Allahü teâlâ'nın, İblis'in azabının ve cezasının artmasını irade ettiğine delâlet eder 5) İblis, "Ya Rabbi, beni azdırmana mukabil" diyerek, kendisini Allah'ın iğvâ etmiş olduğunu açıkça ifâde etmiştir. Bu, Allah'ın onu iğvâ ettiğini açıkça gösterir. "Bu, iblisin sözüdür ve hüccet olamaz, hem sonra, "İzzetine yemin olsun ki, onların hepsini mutlaka azdıracağım" (Sad. 82) şeklindeki sözüne de terstir. Çünkü bu sözünde İblis, azdırma işini, kendisine nisbet etmektedir" denemez. Çünkü biz diyoruz ki, birinciye şöyle cevap verilir: "İblis, bu sözü söylediği zaman, Allahü teâlâ onun bu sözünü yadırgamadı. Bu durum, onun, söylediği söz hususunda doğru olduğuna delâlet eder. İkinci hususa da şöyle cevap verilir: "O, bu ayette, "Ya Rabbi, beni azdırmana mukabil, yemin olsun ki.... onlara süslü göstereceğim " demiştir. Buradaki, "onlara süslü göstereceğim" sözünden maksad, diğer ayetteki ". ..onların hepsini mutlaka azdıracağım"(sad, 82) ifadesidir. Fakat o, bu ayette, bundan önce kendisini azdırmış olduğu için, Allah'ın, ona insanların batıllarını onlara süslü gösterme imkânı verdiğini beyan etmiştir. Bu durumda, tenakuz ortadan kalkar ve bu, Allahü teâlâ'nın Kasas sûresinde, şeytanlardan naklettiği, "Ey Rabbimiz, işte bunlar bizim azdırdığımız kimselerdir. Kendimiz nasıl azmışsak onları da öylece azdırdık" (Kasas, 63) ifadesi de bunu kuvvetlendirir. 6) Şeytan "Ya Rabbi, beni azdırmana mukabil..." demiştir. Bu, Allah'ın onu azdırdığı hususunda bir itiraftır. Binâenaleyh biz deriz ki: "Ya, "o, Allah'ın kendisini azdırdığını biliyordu veyahut bunu bilmiyordu.. Eğer o, Allah'ın kendisini azdırdığını biliyor idiyse, onun azmış olması imkânsızdır. Çünkü o, Allahü teâlâ'nın kendisini azdırdığını bilmektedir. O, üzerinde bulunduğu halin, cahillik ve batıl olduğunu bildiğinde ise, bunu bilen kimsenin, o cehalet ve dalalet üzerinde kalması imkânsız olur. Ama biz, şeytanın, kendisini Allah'ın azdırdığını bilmediğini söylememiz halinde, onun, "Ya Rabbi, beni azdırmana mukabil" demesi nasıl mümkün olur? İşte bu ayetle ilgili olarak ortaya çıkan meselelerin tamamı bunlardır. Bunlardan birinci meseleyle ilgili olarak, Mutezile'nin iki izah şekli bulunur: Şeytana Vesvese İmkânı Neden Verildi? Birinci İzah, Cübbai'nin şu şekildeki izahıdır: Allah İblis'e, bu uzun mühleti tanımıştır. Çünkü Allahü teâlâ, onun vesvesesi sebebiyle, insanların durumunun değişmeyeceğini biliyordu. İblis ve vesvesesinin bulunmaması takdirinde de, o kâfir ve asi olanlar, yine o küfrü ve isyanı işleyeceklerdi. Durum böyle olunca, hiç şüphesiz ona bu mühleti tanıdı. İkinci İzah: Bu Ebu Haşim'in izahıdır. O şöyle denilmesini tuhaf görmez: "Allah bazı kavimlerin, şeytanın vesvesesi sebebiyle, küfre ve masiyete düşeceklerini, ama onun vesvesesinin bu küfür ve masiyeti icab ettiren bir şey olmadığını, aksine kâfir ve asinin, bu küfrü ve o masiyeti seçen irâdeleri sebebiyle böyle olacaklarını biliyordu. Bu hususta söylenebilecek en son söz şudur: Vesvesenin bulunmadığı bir durumda çirkin şeylerden sakınmak, vesvesenin bulunduğu durumda sakınmaktan daha kolaydır. Ancak ne var ki, bu durumda onun vesvesesi, tâatları eda hususunda meşakkatin artmasına bir sebep teşkil eder. Bu hakim olanı, fiilinden men etmez. Nitekim, meşakkatların ve müteşabihatın indirilmesi de, şüphelerin artması için bir sebep olmuştur. Fakat bununla beraber, bunları yapmak imkânsız olmamıştır. Burada da böyledir. Bu izah şekli aynen, ikinci meselenin de cevâbıdır. Şeytanı Günaha Teşvik Caiz midir? İkinci meseleye gelince ki, bu şu husustur: "Allahü teâlâ'nın, şeytana, küfrü üzere öleceğini bildirmesi, onu, günaha ve daha çok günah işlemeye cür'et etmeye sevkeder." Bunun cevabı şöyledir: Bu, ancak İblis'in küfür üzere öteceğini bilmesi, onu daha çok günah işlemeye sevkettiği zaman gerekebilir, söylenebilir. Ama, Allah onun halinden, bunun kesinlikle bir farklılık meydana getirmeyeceğini bildiği zaman ise, böyle bir soru zail olur. Bu cevap aynen, üçüncü meselenin de cevabıdır. İblis'in, Allah'ın kendisini azdırdığını ve dinden saptırdığını açıkça beyân etmiş olduğu şeklindeki dördüncü meseleye gelince, Mutezile buna şöyle cevap vermiştir: Bundan murad, sizin kastettiğiniz mana değildir. Aksine bundan maksat şu şekilde bazı manalardır; 1) Bu, "Beni, rahmetinden mahrum bırakmana karşılık, ben de insanları, günaha çağırmak suretiyle, senin rahmetinden mahrum bırakacağım" demektir. 2) Bu, "Beni cennetin yolundan uzaklaştırdığın gibi, ben de aynen, günaha çağırmak suretiyle, insanları oradan şaşırtacağım" demektir. 3) Buradaki birinci iğvâdan murad, "haybet-i emel", ikinci iğvâ'dan maksad ise, saptırmak (idlâl) olabilir. 4) Allah'ın şeytanı iğva etmesinden murad, Hazret-i Âdem'e secde etmesini emrederek, bunun onun azmasına sebebiyet vermiş olmasıdır. Yani, bu azgınlık, İblis'in kendi irâde ve ihtiyariyle, o emrin peşisıra meydana gelmiştir. Bu emrin, bizzat o azgınlığın meydana gelmesine mûcib olan, onu gerektiren sebep haline geldiğini söylemeye gelince, malûmdur ki, durum böyle değildir. İşte, Mu'tezile'nin bu konudaki sözleri bundan ibaret olup hepsi de zayıftır. Onların, "İblis'in vesvesesi sebebiyle insanların hali değişmez" şeklindeki sözlerine mukabil biz deriz ki: "Bu batıldır; buna, hem Kur'an, hem de akli deliller delâlet eder. Bunun Kur'an'dan delili "Derken şeytan, o ikisinin ayağını kaydırdı" (Bakara, 36) ayetidir. Allahü teâlâ burada kaydırma işini şeytana izafe etmiştir. Yine Cenâb-ı Hak, "Bundan dolayı sakın sizi cennetten kovmasın o" (Ta-ha, 117) buyurmuş ve cennetten çıkarma işini, şeytana isnad etmiştir. Yine Musa (aleyhisselâm). "Bu, "şeytanın işidir"(Kasas. 15) demiştir. Bütün bunlar, bu fiillerde şeytanın fiilinin bir tesiri olduğuna delâlet eder. Aklî delillere gelince, bu böyledir; çünkü, aklın temel prensipleri de şuna şahittir ki, kendisini sürekli fiillere teşvik edip, onu hayırlardan nefret ettiren bir şahısla oturmak suretiyle denenen kimsenin hali, bunun zıddı durumda olan kimsenin hali gibi değildir. Bu ikisinin birbirinden farklı olduğu zaruri olarak bilinir. Mutezile'nin, "İblis'in varlığı, tâatlardaki meşakkatin artmasına bir sebeptir" şeklindeki sözlerine karşı da deriz ki: Meşakkatin artmasının tesiri ancak, birinci durumda sevabın artmasındandır; ikinci durumda ise, şiddetli bir azaba duçar kılınma hususundadır. Ki bu ikincisi, daha çok görülen ve daha umumi olan bir durumdur. Maslahatlara riâyet eden herkesin, ikincisini nazar-ı itibara alması, ona göre, birincisini nazar-ı itibara almaktan daha önceliklidir. Çünkü, büyük bir zararı defetmek, bulunmasına kesinlikle ihtiyaç olmayan fazla faydayı elde etmeye gayret etmekten daha evlâdır. Bu soruyla ilgili bu iki cevap ortadan kalkınca, (ehl-i sünnetin) zikrettiği diğer izahlar kuvvetlenmiş olur. Mutezile'nin, "Ayetteki, "Ya Rabbi, beni azdırmana mukabil" ifâdesinden murad, "Beni rahmetinden uzaklaştırmana mukabil" veya, "cennet yolunda şaşırtmana mukabil" manasıdır" şeklindeki sözlerine karşılık biz deriz ki: Bütün bu manalar uzak ihtimallerdir. Çünkü şeytanı Allah'ın rahmetinden uzaklaştıran, şeytanın kendisidir. Cennet yolundan şaşırtan da kendisidir. Çünkü, kendi irade ve ihtiyariyle küfre yönelince, kendisini rahmetten uzaklaştırmış ve cennet yolundan saptırmıştır. Binâenaleyh, bunların Allah'a izafe edilmesi nasıl yerinde olur? Böylece, bu müşkillerin ortada olduğu, bunlara karşı Mu'tezile'nin verdiği cevapların da zayıf olduğu sabit olmuştur. Allah en iyisini bilendir. Vesvese Halislere Zarar Vermez Ayetteki, "Ancak onlardan muhlis kulların müstesna" ifâdesiyle ilgili birkaç mesele vardır: Bil ki İblis, muhlis kimseleri istisna etmiştir. Çünkü hile ve tuzağının, onlara tesir etmeyeceğini ve onların onu kabul etmeyeceğini biliyordu.. Bir va'z u nasihatimda şöyle dedim: İbtis'i bu istisnâyr yapmaya sevkeden şey, iddiasında yalancı duruma düşmemektir. İblis bile, yalandan sakındığına göre, yalanın son derece hasis, âdi bir iş olduğunu anlıyoruz. İbn Kesir, İbnu Âmir ve Ebu Amr, son kelimeyi Kur'an'ın her yerinde lamın kesresiyle "muhlisin" şeklinde; diğer kıraat imamları ise, lamın fethasıyla "muhlasîn" şeklinde okumuşlardır. Birinci kıraatin vechi ve izahı şudur: "Onlar, dinlerini ve ibadetlerini imana ve tevhide ters olan bütün şaibelerden kurtarmış ve halis hale getirmiş olan kimselerdir. Yani, muhlislerdir." Lamı fethalı okuyana göreyse, bu kelimenin manası şöyledir: Onları, Allah hidayet, iman, tevfik ve ismet, koruma ile, muhlis kimseler yapmıştır. Bu kıraat, ihlâs ve imanın, ancak Allah'dan olduğuna delâlet eder. "İhlâs" kelimesi, bir şeyi başka bir şeyin karışımından korumak ve halis, saf hale getirmektir. Binâenaleyh derizki: Bir amel işleyen, onu, ya sırf Allah için yapmıştır. Yahut Allah'dan başkası için yapmıştır. Veyahut da, her ikisi için yapmıştır. Bu üçüncü takdire göre, Allah'ın rızası, ya üstün (râcih), ya mercûh veyahut da başkasına müsavî tutulmuştur. Dördüncü bir ihtimal ise, insanın o şeyi, herhangi bir gayesi olmaksızın yapmasıdır ki, bu imkânsızdır. Çünkü, bir sebep olmaksızın bir şeyi yapmak imkânsızdır. Birincisi, Allah için ihlâslı olmaktır. Çünkü, insanı o işi yapmaya sevkeden, Allah'ın rızasını talep etmektir. Ve insan, bu sebebi, başka bir sebep ile de karıştırmamış, aksine onu, başka şeylerin karışmasından korumuş ve halis kılmıştır. İşte ihlâs, budur. İkincisi, Allah'dan başkası için ihlaslı olmadır. Bunun, Allah için ihlâs olmayacağı, açıktır. Üçüncüsü, o işin iki şeyi de ihtiva etmesi, fakat Allah rızası tarafının râcih olmasıdır. Bunun da, muhlislerden olması umulur. Çünkü, bir şeye misliyle mukabele edilir. Böylece, fazla olan kısım, şaibelerden arınmış olarak kalmış olur. Dördüncüsü ve beşincisine pelince, o kimsenin, Allah için muhlislerden olmadığı açıktır. Netice olarak diyebiliriz ki, birinci kısım, kesinlikle Allah için bir ihlastır; ikinci kısmı da, Allah, lütuf ve insanıyla, ihlâs kısmına katabilir. Diğer kısımlara gelince, bunlar kesinlikle ihlâs değildir. Allah en iyi bilendir. Cenâb-ı Hakk'ın, "(Allah da) buyurdu ki: "işte bu, bana göre dostoğru olan bir yoldur" buyruğuna gelince, bu hususta şu izahlar yapılmıştır: 1) İblis, "ancak onlardan muhlis kulların müstesna" deyince, "muhlis" kelimesi, ihlâsa delâlet eder. O halde, "işte bu" işaret zamiri ihlâsa râcidir. Buna göre mana, "İhlâs, hem benim üzerimde, hem de bana doğru olan bir yoldur" şeklinde olur. Yani "Bu, benim ikramıma ve mükafaatıma sevkeden bir yoldur" demektir. Hasan el-Basri, buradaki (......) edatının (......) manasına geldiğini söyleyerek, kelamın takdirinin, "Bu, bana doğru olan dosdoğru bir yoldur" şeklinde olduğunu belirtmiştir. Başkaları da bu ifâdenin, "Bu, ona uğrayanların yoludur" şeklinde mana vermişlerdir ki, bu sanki, "Bana, benim rızama, benim ikramıma uğrayan, tesadüf eden" demektir. Bu, tıpkı, "senin yolun, bunadır" denilmesi gibidir. 2) İhlâs, kulluk yoludur. Buna göre, bu ifâdenin manası, "kulluktaki bu yol, bana ulaşan dosdoğru bir yoldur" şeklinde olur. 3) Bazıları da şöyle demişlerdir: İblis, Allah'ın tevfikıyla koruyup muhafaza ettikleri hariç, insanoğlunu azdıracağını belirtince, bu söz bütün işlerin Allah'a ve O'nun irâdesine havale edilmesini içermiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak, demiştir ki, yani, "Bütün işlerin benim irâdem ve meşîetime havale edilmesi, bana ait dosdoğru bir yoldur" demektir. 4) Bunun manası, "Bu, izahı ve tekidi bana ait olan bir yoldur. O, dosdoğrudur, haktır ve mahzâ sıdktır, doğruluktur" şeklindedir. Ya'kûb, (......) kelimesini, (......) kelimesinin sıfatı olarak, merfu ve tenvinle (......) şeklinde okumuştur ki, "Bu yol, yücedir; yüksektir; dosdoğrudur, eğrisi ve pürüzü yoktur" manasındadır. Vahidî şöyle der: Bu ifâdenin manası, "Bütün işleri Allah'a havale etme ve O'nun kaza ve kaderine iman etme yolu, dosdoğru, yüce bir yoldur" şeklindedir. Şeytan'ın İnsan Üzerinde Nüfuzu Yoktur 42Âyetin tefsiri için bak:44 43Âyetin tefsiri için bak:44 44"Benim kullarımın üzerinde, senin hiçbir nüfuzun yoktur. Azıp sapanlardan sana tâbi olanlar müstesna.. Seksiz şüphesiz, onların topuna vaadolunan yer, cehennemdir. Onun yedi kapısı, onlardan her kapının da ayrılmış birer payı bulunmaktadır". Bil ki İblis, "yemin olsun ki ben de yeryüzünde, onların masiyetlerini mutlaka onlara süslü göstereceğim. Onların hepsini mutlaka azdıracağım. Ancak onlardan, muhlis kulların müstesna" (Hicr, 39-40) deyince, bu söz, o İblis'in, Allah'ın ihlaslı olan kulları üzerinde de bir sultası olduğu zannını uyandırmıştır. Bunun üzerine Allahü teâlâ bu ayette, ister ihlaslı, isterse ihlassız olsunlar, onun Allah'ın herhangi bir kulu üzerinde bir sultasının bulunmadığını, aksine o kullardan, İblis'e sadece kendi irâde ve ihtiyariyle tabi olanların tâbi olacaklarını, ancak ne var ki, bu tâbi olmanın da İblis'in tâbi olmaya zorlaması ve icbâriyle olmadığını beyan etmiştir. Netice olarak diyebiliriz ki: İblis, kendisinin, Allah'ın kullarından bazısı üzerinde bir sultası olduğu zannını vermeye çalışmış, Allahü teâlâ ise, onun bu hususta yalan söylediğini, kullarından, hiçbiri üzerinde asla bir sultası ve hükümranlığı olmadığını beyan buyurmuştur. Bunun bir benzeri de, Hak teâlâ'nın, İblis'in söylediğini naklettiği, "zaten benim sizin üzerinizde hiç bir hükmüm ve nüfuzum da yoktu. Yalnız ben sizi çağırdım, siz de bana hemen icabet ettiniz" (ibrahim, 22) ifadesidir. Cenâb-ı Hak, bir başka ayetinde de, "Hakikat şudur ki iman edenler ve Rablerine tevekkül edenler üzerinde o (şeytanın) hiçbir hâkimiyeti yoktur. Onun gücü ancak, onu yâr edinmekte olanlara ve onu kendisine (Allah'a) eş koşanlaradır" (Nahl, 99-100) buyurmuştur. Cübbâi şöyle demektedir: "Bu ayet, avamın dediği gibi, şeytanların ve cinlerin, insanları çarpıp akıllarını alabildikleri şeklindeki inancın yanlış olduğuna delâlet eder. Onlar bu İşi çoğu kez, büyücülere İsnat ederler Ama bu, Allah'ın hakkında nass gönderdiği şeyin hilâfinadır." Ayetle İlgili bir başka görüş de şudur: İblis, "Ancak onlardan muhlis kulların müstesna" (Hicr. 40) deyip, kendisinin muhlis insanları azdıramayacağım belirtince, Cenâb-ı Hak onun bu sözünü doğrulayarak, "Benim kullarımın üzerinde, senin hiçbir nüfuzun yoktur. Ancak azıp sapanlardan sana tâbî olanlar müstesna " buyurmuştur. İşte bundan ötürü Kelbî, bu son ifadede bahsedilen "kutlardın, İblis'in müstesna tuttuğu kimseler olduğunu söylemiştir. Bil ki birinci görüşe göre "sana tabî olanlar hariç" ifâdesini, müstesna kabul etmek mümkündür. Çünkü ayetin manası, "Azıp sapanlardan sana tabî olanlar müstesna, benim kullarım üzerinde hiçbir sultan ve hükümranlığın yoktur. Çünkü, emrettiğin ve nehyettiğin şeylerde sana uydukları için, ancak azıp sapanlar üzerinde sultan ve tahakkümün söz konusudur" şeklindedir. İkinci görüşe göre ise, bunun istisna olması imkansız olup, buradaki İlla, lakin-fakat manasınadır. Cenâb-ı Hak, "Seksiz şüphesiz onların topuna vaadolunan yer cehennemdir" buyurmuştur. İbn Abbas şöyle demiştir: Allahü teâlâ böyle buyurarak İblis'i, onun taraftarlarını ve azıp sapıp ona tabî olanları kastetmiştir. Daha sonra O, "Onun yedi kapısı bulunmaktadır" buyurmuştur. Bu tabirle ilgili iki görüş vardır: 1) Cehennem, üst üste yedi tabakadır. Her bir tabakaya "dereke" denir. Bunun böyle olduğuna, "Hiç şüphesiz münafıklar, cehennemin en alt derekesindedirler" (Nisa, 145) ayeti de delildir. 2) Cehennemin karargahı yedi kısma ayrılmıştır ve her kısmın bir kapısı vardır. İbn Cüreyc'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bunların ilki cehennemdir, sonra "Lezâ", sonra "Hutame", sonra "Sa'ir", sonra "Sakar", sonra "Cahîm" sonra, "Hâviye" gelir." Dahhâk şöyle demiştir: "İlk tabakada (derekede), mü'minler, günahları nisbetinde azab olunur ve sonra oradan çıkarılırlar. İkincisi, yahudilere; üçüncüsü, hristiyanlara; dördüncüsü sâbiîlere; beşincisi, mecûsilere; altıncısı, müşriklere; yedincisi de münafıklara aittir. Cenab-ı Hak, "Onlardan her kapının da ayrılmış birer payı bulunmaktadır" buyurmuştur. Bununla ilgili iki mesele vardır: Asım, Ebu Bekrin rivayetine göre, bunu (......) şeklinde okurken; diğer mütevatir kıraat imamları, şeddesiz ve zâ ile, (......) diye okumuşlardır. Zührî ise, şeddeli olarak (......) şeklinde okumuştur. Anlaşılan, o hemzeyi hazfedip, (......) kelimesinin (......) haline gelmesi gibi, hemzenin harekesini ze harfine verip sonra da şeddeleyerek, ze üzerinde vakfetmiştir. Cüz,' birşeyin parçası manasına olup, cem'i "ecza" lafzıdır. Nitekim "onu parçalara ayırdım" manasında, dersin. Buna göre ayet "Allah, onları kısım kısım ayırdı" manasında, "İblise tabî olanlarını kısımlara ayırdı, ve her birini, cehennemin bir bölümüne soktu" demektir. Bunun sebebi şudur: Küfrün mertebeleri ve dereceleri, ağırlık ve hafiflik bakımından farklı farklı olunca, azab ve ikâbın da dereceleri, ağırlığına ve hafifliğine göre farklı farklı olmuştur. Allah en iyi bilendir. 45Âyetin tefsiri için bak:48 46Âyetin tefsiri için bak:48 47Âyetin tefsiri için bak:48 48"Muttakiler, muhakkak cennetlerde, pınar başlarındadırlar. "Selâmetle, korkusuz korkusuz girin oraya" (denilir onlara). Biz, onların göğüslerindeki kini söküp attık. Kardeşler halinde, karşı karşıya tahtlar üzerinde (otururlar). Orada, onlara hiçbir yorgunluk ve zahmet değmez. Oradan, onlar çıkarılacak da değildirler". Bil ki Allahü teâlâ, cezaya müstehak olanların çeşitli hallerini anlatınca, bunun peşisıra mükâfaat ehlinin durumlarını anlatmıştır. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Ayetteki ifâdesi ile ilgili iki görüş vardır: Birinci görüş: Cübbâi, ve "va'id" görüşünde olan birçok Mu'tezilî alim şöyle demişlerdir: "Buradaki "muttaki" ifâdesi ile, hertürlü isyan ve günahtan ittikâ edenler kastedilmiştir. Çünkü bu, bir övgü ismidir. Dolayısı ile ancak böyle olanları içine alır." İkinci Görüş: Bu, sahabe ve tabiîlerin ekserisinin görüşü olup, İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan nakledilen görüştür. Buna göre, buradaki "müttakiler" ile, Allah'a şirk koşmaktan ve O'nu inkâr etmekten ittika eden, sakınan kimseler kastedilmiştir. Ben derim ki: Doğru olan görüş de budur. Bunun böyle olduğuna, şu delâlet etmektedir: "Muttaki, bir defa da olsa, takva (sakınma) işini yerine getiren kimsedir. Bu tıpkı, bir defa vurana "dârib" (vuran), bir defa öldürene "katil" denmesi gibidir. Nasıl o insanın, "vuran" ve "katil" diye nitelenmesi, her türlü vurma ve öldürmeyi yapması şartına bağlı değilse, bütün takva çeşitlerini yerine getirmesi, insanın muttaki diye nitelenmesinin şartı değildir. Bü hususu şu da destekler: Takvanın bir çeşidini yapan, takvayı yapmış (yani muttaki olmuş) olur. Çünkü birşeyin mahiyetinin fertlerinden (cinsin ferdlerinden) her bir ferdin, o mâhiyeti ihtiva etmesi gerekir. Binâenaleyh bir tek takva yapanın da müttakî olması gerekir. Böylece, takva çeşitlerinden bir tek şeyi yapana da "muttaki" denilebileceği sabit olmuş olur. İşte bu incelemeden ötürü, müfessirler, emrin zahirinin, tekrarı (tekrar tekrar yapmayı) ifâde etmeyeceği hususunda ittifak etmişlerdir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki: Hak teâlâhın, "Müttakiler, muhakkak cennetlerde, pınar başlarındadır" beyanı cennetlerin ve pınarların, bir tek şeyden ittikâ eden kimse için de söz konusu olacağını gösterir. Fakat şu kadar var ki: Ümmet-i Muhammed, küfürden ittikâ etmenin, bu hükmün meydana gelmesi için şart olduğu hususunda icmâ etmişlerdir. Bir de bu ayet, İblis'in, "Ancak onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların müstesna" (Hicr, 40) sözü ile, Allahü teâlâ'nın, "Benim kullarımın üzerinde senin hiç bir nüfuzun yok" (Hicr, 42) sözünün sonrasında gelmiştir. İşte bu delillerden ötürü, bu hükmün tahakkuk edebilmesi için imanı esas aldık. Binâenaleyh bu hususta başka bir kayd ve şartın ilave edilmemesi gerekir. Çünkü (umumi) olan ayetin tahsis edilmesi, zahirin hilafına olunca, her ne zaman tahsis ne kadar az olursa, aslın ve zahirin iktizâ ettiğine o nisbette uygun olur. Böylece ayetteki, "Müttakiler, muhakkak cennetlerde, pınar başlarındadır" buyruğunun ister taat ehli olsun, ister günahkâr olsunlar, söz ve inanç olarak, "Lâilâhe illallah Muhammedurresûlullah" diyen herkesi içine alır, İşte bu açık bir izah, net bir sözdür. "Cennetlerde, pınar başlarındadır, (uyûndadır) lar" beyanına gelince, cennetler, "Rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimseleri için iki cennet vardır" (Rahman, 46) ayeti ve "O (iki cennet)'ten başka iki cennet daha vardır" (Rahman, 62) ayetinden ötürü, dörttür. Buna göre cennetlerin toplamı dört eder. Hak teâlâ'nın, "Rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimseler için iki cennet vardır" (Rahman 46) buyruğu da bizim söylediğimizi te'kid eder. Çünkü Allah'a iman eden herkesin kalbi, Allah korkusundan uzak değildir. Böyle bir korkunun, kalbte bir kere bile bulunması, Hak teâlâ'nın bu ifâdesinin doğrulanması için yeter. Ayetteki "uyun" kelimesi ile, "Muttakilere vaad olunan cennetin sıfatı (şudur): içinden, rengi,kokusu, hiçbir vasfı bozulmayan sudan ırmaklar, tadına halel gelmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şarabtan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır" (Muhammed. 15) ayetinde bahsedilen ırmakların olması muhtemel olduğu gibi, bu nehirlerden başka su kaynaklarının kasdedilmiş olması da muhtemeldir. İmdi eğer, "siz, o muttakilerden her birine birkaç su kaynağının ve pınarın verileceğini mi, yoksa o pınarların bir kısmından bir kısmına aktığını mı söylüyorsunuz?" denilirse, biz deriz ki: Her iki ihtimal de olabilir. Binâenaleyh cennetliklerden her birine ayrı bir pınarın verilmiş ve ondan onun hurileri ve hizmetçilerinin istifâde edecek olmaları, bunun onların ihtiyaçlarına ve arzularına göre olması mümkün olduğu gibi; bu pınarların birinden diğerine akan su kaynakları olmaları da muhtemeldir. Çünkü ehl-i cennet, kin ve hasedden arınmış kimselerdir. Cenâb-ı Hak "Selâmetle, korkusuz korkusuz girin oraya" (denilir onlara) "buyurmuştur. Bu söz, Allahü teâlâ'ya ait olabileceği gibi, melekler tarafından söylenmiş olması da muhtemeldir. Bu ifâde ile ilgili şöyle bir soru sorulabilir "Allahü teâlâ, bundan önce onların cennette ve pınar başlarında olduklarını söylediğine göre, bundan sonra artık nasıl olur da onlara "oraya girin" denebilir?"Buna şu iki şekilde cevap verilir: 1) Belki bununla, onlar oraya girmezden önce bunun söylendiği manası kastedilmiştir. 2) Belki de bununla şu mana murad edilmiştir: Onlar pekçok cennete sahib olup, birinden diğerine geçmek istediklerinde, onlara böyle söylenmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın bu buyruğu ile, "Cennetlere şimdi, hertürlü belâlardan korunmuş ve bu korunmuşluğun devam edeceğini kesin bilerek, zail olmasından emin olarak giriniz" manası kastedilmiştir. Sonra Allahü teâlâ, "Biz, onların göğüslerindeki kini söküp attık" buyurmuştur. "Gıll", kalbte saklı olan kin demektir. Bu, Arapların, O, kalbinde kin ve hased taşıyor" şeklindeki sözlerinden alınmışın Buna göre ayet, "Onlardan herbirinin dünyada iken, diğerine karşı eğer kin ve hasedi var ise, Allahü teâlâ bunu onların kalblerinden ve gönüllerinden çıkarır" demektir. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin, "Ben kendimin Osman'ın, Talha'nın ve Zübeyr'in bu kimselerden olmamızı ümid ederim" dediği rivayet edilmiştir. Hars ve A'ver'den şu nakledilmiştir: O, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin yanında oturuyordu. Derken Zekeriya b. Talha, yanına gelince Hazret-i Ali ona, "Ey kardeşimoğlu, merhaba. Fakat vallahi ben, kendimin ve babanın, haklarında Allah'ın, "Biz, onların göğüslerindeki kini söküp attık" buyurduğu kimselerden olmamızı ümit ederim" dedi. Bunun üzerine Hars: "Hayır, Allah seni ve Talha'yı aynı yerde kılmaktan âdildir, yani kılmaz" deyince, Hazret-i Ali: "Ey şaşı, anasız adam, öyle ise bu ayet kimler içindir?" dedi. Mü'minlerin, cennet kapılarında durdurulacakları, birbirlerinden haklarının alınacağı, sonra cennete, Allah kalblerini kin ve hasedden temizlemiş olarak, girmelerinin emredileceği rivayet edilmiştir. Cennetliklerin Birbiri İle Sohbetleri Cenâb-ı Hak, "Kardeşler halinde, karşı karşıya tahtlar üzerinde (otururlar)" buyurmuştur. Buradaki "Ihvânen" kelimesi, hal olarak mansubtur. Bununla, neseb kardeşliği değil, sevgi ve ihlas bakımından olan (din) kardeşliği kastedilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Takva sahiplen hâriç, dostlar o gün birbirine düşmandır" (Zuhruf, 67) buyurmuştur. Ayetteki "serir"in ne manaya geldiği malumdur. Bunun cem'i, esirre ve sürür" gelir. Ebu Ubeyde, hem râ'nın zammesi ile, hem de'fethası ile bunun "sürür" ve "sürer" şeklinde geldiğini söylemiştir. Fail vezninde olan her muzaaf kelimenin cem'i füal ve fuul şeklinde gelir. Mesela, sürür, sürer ve cüdüd, cüded (yeniler) gibi. Mufaddal şöyle der: "Temim ve Kelb kabilelerinin bir kısmı, böyle kelimeleri fethalı kullanırlar. Çünkü onlar, aynı cinsten ardarda gelen iki harfte ötüreyi ağır bulurlar. Bazı meânî âlimleri şöyle demişlerdir: "Şerir, surûr ve sevinç için hazırlanmış, kıymetli ve yüksek bir oturma yeridir. Bu, oturma yeri sevinç meclisi olduğu için, böyle isimlendirilmiştir." Leys şöyle der: "Araplar, kendisinde sevinçli ve huzurlu olarak itminan buldukları, huzura erdikleri yer için, "Serîrü'l-Iyş" tabirini kullanırlar." İbn Abbas (radıyallahü anh) da şöyle demiştir: "Cenab-ı Hak bu tabir ile, zeberced, inci ve yakut kakmalı (süslemeli), altın tahtları kastetmiştir. Şerir, mesela San'a şehrinde Câbiye'ye kadar olan bir mesafeyi kaplar." Ayetteki mütekâbili kelimesinin masdarı olan, "tekabül", yüz yüze, karşılıklı oturma olup, "tedâbür"ün (sırt sırta durmanın) zıddıdır. Oturmanın en kıymetli ve güzel şeklinin, yüz yüze oturma şekli olduğunda şüphe yoktur. Cennette Yorulma ve Keder Yoktur Cenâb-ı Hak "Orada onlara hiçbir yorgunluk ve zahmet değmez. Oradan, onlar çıkarılacak da değillerdir" buyurmuştur. Buradaki "Nasab" yorgunluk, bitkinlik, bıkkınlıktır. Yani, onlara cennette yorgunluk dokunmaz. Onların oradan hiç çıkarılmamaları ile, sonsuz bir zaman kalma, yok olmayarak bakî olma, noksansız olarak kemâlde olma ve umduklarını, hiçbir mahrumiyet olmaksızın elde etme kastedilmiştir. Bil ki mükâafatın dört şartı vardır. Bu şartlar, mükâfaatın, saygı ile içice olması, bir menfaat olması, zarar şaibesinden arınmış ve devamlı olmasıdır. Birinci şarta, yani onun bir menfaat olmasına, ayetteki, "Muttakiler, muhakkak cennetlerde, pınar başlarındadırlar" buyruğu ile işaret edilmiştir. İkinci şarta, yani onun saygı ile içice olmasına, "Selametle, korkusuz korkusuz girin oraya" emri ile işaret edilmiştir. Çünkü Allah Subhanehü ve Teâlâ kuluna böyle söyleyince, bu söz sonsuz tazîm ve yüceltmeyi ve kıymet vermeyi ifâde eder. Üçüncü şart, o menfaatin zarar şaibesinden arı ve duru olmasıdır. Bil ki zararlar ya manevi, ya maddidir. Manevi zararlar, kin, hased, buğz ve öfkedir. Maddi zararlara gelince, bunlar da, yorgun ve argın olma gibi şeylerdir. Binâenaleyh ayetteki, "Biz onların göğüslerindeki kini söküp attık. Kardeşler halinde karşı karşıya tahtlar üzerinde (otururlar)" kaydı, ruhani (manevi) zararların orada olmadığına; "Onlara, orada hiçbir yorgunluk ve zahmet değmez" kaydı da, maddi zararların olmadığına bir işarettir. Dördüncü şarta,yani o menfaatların devamlı olmaları ve zail olmaktan uzak ve beri olmalarına da, "Oradan onlar çıkarılacak değillerdir" kaydı ile işaret edilmiştir. İşte bu, mükâfaatın mahiyeti hususunda nazar-ı dikkate alınan dört şarta göre getirilmiş, akli ve güzel bir tertibtir (sıralamadır). İslam hükemâsının, feylesoflarının, bu ayet hakkında şöyle bir izahları vardır: Ayetteki, "Biz onların göğüslerindeki kini söküp attık" kaydı ile kutsi ve nâtık ruhların, şehevi ve gazabi kuvvetlerin tesirinden kurtulup, vehm ve hayallerden beri olmalarına bir işarettir. Ayetteki, "Kardeşler halinde, karşı karşıya tahtlar üzerinde (otururlar)" ifâdesinin manası ise şudur: O nefisler (ruhlar), maddî âlemin bulanıklıklarından ve hayal ve vehm çekişmelerinden kurtulup, saflaşıp temiz hale gelip, üzerlerine celâl aleminin nurları vurup da, o ruhlar o ilahi nurlarla parıldayıp, kendilerinde samediyyet ışıklan çaktığında, onların herbinnde feyezan eden, taşan her bir nûr, tıpkı karşılıklı aynaların birbirine yansıtması gibi, bir ruhtan diğerine yansır. İşte bu ruhlar, böylesi sıfatları taşıyınca, "Kardeşler halinde, karşı karşıya tahtlar üzerinde (otururlar)" ayeti ile anlatılmışlardır. Allah en iyi bilendir. 49Âyetin tefsiri için bak:50 50"Kullanma haber ver ki, hakikaten ben gafur ve rahîmim. Bununla beraber benim azabım da, azab-ı elimdir". Bu ayette ilgili İki mesele vardır: (......) ifâdesinde, yazıda, sakin hemze gösterilmiştir. Fakat kelimelerinde ise hazfedilmiştir. Çünkü bu ikisinde, hemzeden önceki harf sakindir. Dolayısıyla çoğu kez bu hemzeler hazfedilip, harekesi kendinden önceki sakin (harekesiz) harfe verilmiştir. (......) kelimesi ise hemze ile yazılmıştır ve kendisinden önce sakin bir harf yoktur. Bundan dolayı, kıraat imamları, bunu, asıl kaideye göre okumuşlardır. Allah Günahkârları da Kulluğuna Kabul Eder Bil ki Allah'ın kulları ikiye ayrılır: a) Muttaki olanlar. b) Böyle olmayanlar. Binâenaleyh Allahü teâlâ önceki ayette muttakilerin hallerinden bahsedince, bu ayette de muttakî olmayanların hallerinden bahsederek "Kullanma haber ver ki" buyurmuştur. Bil ki usûl-i fıkıhta şöyle bir kaide vardır: Bir hükmün, kendisine uygun bir vasfın (sıfatın) peşinde getirilmesi, o vasfın, o hükmün illeti (ve sebebi) olduğunu ihsas ettirir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak onları burada, "kendisinin kullan" olarak tavsif etmiş, sonra bunun peşisıra, gafur ve rahim olduğunu bildirmiştir. Bu, "Kulluğu kabul eden herkes için, Allah'ın mağfiret ve rahmetinin söz konusu olacağına; bunu inkâr eden için ise, O'nun elîm cezasının gerekli olacağına" delâlet eder. Ayetle ilgili, şöyle birtakım incelikler vardır: 1) Allahü teâlâ, "kullarım" diyerek, kulları kendisine izafe etmiştir ki, bu, büyük bir şereflendirmedir. Baksana, Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i: Miraç gecesi şereflendirmek isteyince, sadece "Kulunu, bir gece Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya kadar götüren (Allah) münezzehtir" (İsra, 1) demiştir. 2) Cenâb-ı Hak, rahmet ve mağfiretinden bahsederken, bunu şu üç lafızla iyice te'kid etmiştir: a) "Hakikaten ben", b) "ben"(im), c) Gafur ve rahîm kelimelerinin başındaki elif-lâmlar... Fakat o azabından bahsedince, "benim, ben, azab eden" dememiş ve kendisini açıkça böyle tavsif etmemiş, aksine "benim azabım da, azab-ı elîmdir" buyurmuştur. 3) Peygamberine, bunları kullarına söyleyip bildirmesini emredince, sanki peygamberini, mağfiret ve rahmeti üstlenmede kendisine şâhid tutmuştur. 4) Cenâb-ı Hak, "Kullanma haber ver"deyince, bu "Bana kulluk etmeyi kabul eden herkese haber ver" demek olur. Dolayısı ile buna, itaatkâr mü'min girdiği gibi, günahkâr mü'min de girer ki, bütün bunlar, Allahü teâlâ'nın rahmet ve mağfiret tarafının daha ağır bastığına delâlet eder. Katâde'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bize ulaştığına göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Eğer kul, Allah'ın affının miktarını bilseydi, (ona güvenerek hiçbir haramdan sakınmazdı. Yine kul, Allah'ın cezasının miktarını bilseydi, kendi kendisini helak ederdi' Müslim,Tevbe, 23 (4/2109 buyurmuştur. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabından gülüşmekte olan bir gruba uğradığında, "Cehennem, önünüzde dururken, gülüyor musunuz? Kenzu'l-Ummal, 14/39 784. dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk'ın, "Kullanma haber ver ki, ben gafur ve rahimim" ayeti indi. Allah en iyi bilendir. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in Misafirleri 51Âyetin tefsiri için bak:56 52Âyetin tefsiri için bak:56 53Âyetin tefsiri için bak:56 54Âyetin tefsiri için bak:56 55Âyetin tefsiri için bak:56 56"Onlara İbrahim'in misafirlerini de haber ver. Hani onlar, onun yanına girip, "selâm (size)" demişlerdi. O da, "Biz, sizden endişe ediyoruz " demişti. Onlar dediler ki: "Korkma, gerçekte biz sana, çok bilgin bir oğul müjdeliyoruz". O, "Bana, ihtiyarlık çökmüş iken (nasıl olup da) müjde verdiniz? Bu müjdeyi neye binâen veriyorsunuz?" dedi. Onlar dediler ki: "Seni hak olarak müjdeliyoruz. O halde ümidini kesenlerden olma." (İbrahim): "Rabbinin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümidini keser?" (dedi)". Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Bil ki Allahü teâlâ nübüvvet meselesini iyice izah edip, bunun peşinden hem tevhidin delillerini, hem de kıyametin halleriyle cennetlik (saîd) ve cehennemlik (şakî) kimselerin vasıflarını zikredince, bunu dinlemek, peygamberlerin derecelerine nail olmaya vesile olan tâata bir teşvik ve şakilerin derekelerine düşmeye sebebiyet veren masiyyetlerden de bir sakındırma olsun diye de, peygamberlerle ilgili kıssaları getirmiş ve bu işe de, önce Hazret-i İbrahim kıssasıyla başlamıştır. Cenâb-ı Hakk'ın,"Onlara haber ver" emrindeki "onlara" zamiri, ayetteki "kullarım" ifâdesine raci olup, bunun takdiri, "kullarıma İbrahim'in misafirlerinden bahset" şeklinde olur. Nitekim Arapça'da, bir kimseye bir şeyi haber verdiğinde, denilmektedir. Allahü teâlâ bu ayette, Hazret-i İbrahim'ir misafirlerinin, yaşlılığına rağmen, çocuğunun olacağı; Lût'un kavminden olan mü'minlerede, azâb-ı ilahîden kurtulacakları müjdesini verdiklerini, Allahü teâlâ'nın, Lût'un inanmayan kavmine, köklerini kazıma azabı ile azâb edeceğini haber verdiklerini belirtmiştir ki, bütün bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın, müminler için Gafur ve Rahîm olduğuna; O'nun azabının ise, kâfirler hakkında çok elîm bir azâb olduğuna dair bahsetmiş olduğu açıklamaları destekler. Dayf kelimesi, aslında, bir kimse, bir kimseye misafir olmak için geldiğinde kullanılan fiilinin masdarıdır.Daha sonra ise, masdar olan bu kelime, misafire verilen isim olmuştur. Bundan dolayı, Hazret-i İbrahim'e gelen misafirler çok olduğu halde, kelime, cins manasında olmak üzere, müfred olarak getirilmiştir. Buna göre şayet, "Cenâb-ı Hak, o misafirler (melekler) yeyip içmedikleri halde, onları nasıl bu ad ile isimlendirmiştir?" denilirse, biz deriz ki:Hazret-i İbrahim, onların, kendisine, ziyafet ve misafirlik için geldiklerini sanınca, onların bu şekilde isimlendirilmesi uygun olmuştur. Hem, bir insanın evine girip de ona sığınan kimse, yemese dahi, bu isimle isimlendirilebilir, Cenâb-ı Hak, "Hani onlar, onun yanına girip, "selâm (size)" demişlerdi" buyurmuştur. Buradaki selamen sözü "Biz sana selâm veriyoruz "veya "sana bir selâm verdik" takdirindedir. Bunun üzerine Hazret-i İbrahim ise, "Biz, sizden endişe ediyoruz" demiştir. Yani, "Endişeleniyoruz, korkuyoruz" demektir ki, bu endişe, onların yememelerinden kaynaklanmaktadır. Bu korkunun onların, Hazret-i İbrahim'in yanına izinsiz ve zamansız girmesinden ötürü olduğu da söylenmiştir. Ayetteki kısmını Hasan el-Basri, birisi bir kimseyi korkuttuğunda söylenilen ve if'âl babından olan tanın dammesiyle olmak üzere (......) şeklinde okumuştur. Bu kelime ve, "O, onu korkuttu" manasında kullanılan ve "mufâale" babından olmak üzere şeklinde de okunmuştur. Bu kıssa, detaylı bir biçimde Hûd sûresinde geçmişti. Meleklerin Onu Teskin Edip, Bir Oğul Müjdelemeleri Meleklerin "Korkma, gerçekte biz sana, çok bilgin bir oğul müjdeliyoruz" şeklindeki sözleriyle ilgili birkaç bahis bulunmaktadır: Birinci Bahis: Hamza, nünün fethası ve şeddesiz ile, (......) şeklinde okurken, diğer kıraat imamları şîn'in şeddesiyle (......) şeklinde okumuşlardır. İkinci Bahis: Cenâb-ı Hakk'ın, "biz sana müjdeliyoruz" ifâdesi, korkmadan nehyetmenin illeti manasında olmak üzere, "müste'nef" bir kelâm olup, manası "Sen, emin olan ve müjdelenilen bir kimse gibisin... Binâenaleyh, korkma!" şeklindedir. Üçüncü Bahis: "biz sana, çok bilgin bir oğul müjdeliyoruz" demişler, böylece Hazret-i İbrahim'i şu iki hususla müjdelemişlerdir: a) Çocuğun erkek olması. b) Onun bilgin olması. Alimler, buradaki "âlim" tabirinin ne manaya geldiği hususunda ihtilaf etmişlerdir Bu cümleden olarak, "Meleklerin Hazret-i İbrahim'e, onun erkek olmasının yanında, onun peygamber olacağı müjdesini de verdikleri ileri sürülürken, ona, "Onun dinî hususlarda bir bilgin olacağı müjdesini verdikleri" de söylenmiştir. Daha sonra, Cenâb-ı Hak Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, "O, "Bana, ihtiyarlık çökmüş iken, (nasıl olup da) müjde verdiniz; bu müjdeyi neye binâen veriyorsunuz?" dediğini nakletmiştir. Buradaki alâ edatının manası, "yaşlı olmama rağmen mi?" şeklindedir. İbrahim (aleyhisselâm)'in "Bu müjdeyi neye binâen yapıyorsunuz?" ifâdesi hakkında da iki mesele vardır: Buradaki ma lafzı, teaccüb manasında bir istifham (soru edatı) olup, buna göre o sanki, "Beni, hangi ilginç şeyle müjdeliyorsunuz?" demek istemiştir. Buna göre şayet, "Bu durumda, ayette şu iki sual ortaya çıkar: 1) O, ihtiyar İken, kendisinden bir oğulun meydana getirilmesini Allah'ın kudretinden nasıl olup da uzak görebilmiştir? Halbuki, bu gibi hususlarda Allah'ın kudretini kabul etmemek, yadırgamak bir küfürdür). 2) O, onların kendisini neyle müjdelediklerini ayan beyan bildiği halde, artık nasıl olup da "Beni neyle müjdeliyorsunuz?" demiştir. Binâenaleyh, buradaki bu sorunun varid olmasının faydası nedir? Kâdî şöyle der: "Buna cevaben ileri sürülen görüşlerin en güzeli şudur: Hazret-i İbrahim, Allahü teâlâ'nın, kendisine bu oğulu, onun ihtiyarlık sıfatı üzere devam ettirdiği halde mi vereceğini, yoksa onu gençleştirip de sonra mı ona o çocuğu vereceğini öğrenmek istemiştir. Binâenaleyh, bu sorunun varid olmasının sebebi, örfe göre çocuğun, tam ihtiyarlık haline gelmiş bir kimseden olmaması, aksine onun ancak, gençlik çağında iken meydana gelmiş olmasıdır. Buna göre şayet, "Bu sözün manası, sizin ileri sürdüğünüz o şey olduğuna göre, daha nasıl melekler "Seni hak olarak müjdeliyoruz. O halde, ümidini kesenlerden olma" demişlerdir?" denilirse, biz deriz ki-. Onlar, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i İbrahim'i ihtiyarlık vasfı üzere bıraktığı halde, ona o çocuğu vereceği müjdesini açıklamışlardır. Binâenaleyh meleklerin, "o halde, ümidini kesenlerden olma" şeklindeki ifâdeleri, onun böyle olduğuna delâlet etmez. Onun ümitsiz olmadığına, Hazret-i İbrahim'in meleklere verdiği cevaptan, kendisinin ümitsiz olmadığını gösteren şeyi açıkça ifâde ederek, "Rabbinin rahmetinden sapıklardan başka kim ümidini kesebilir?" demiş olması da delâlet eder. Bu husustaki başka bir cevap da şudur: İnsan, herhangi bir şeye aşırı istek duyup, zann-ı gâlib ile muradının, o vakitte tahakkuk etmediğine vakıf olup, daha sonra da ona, istediği o şeyin o vakitte meydana gelmiş olduğu müjdesi verilince,onun sevinci ve sürürü çok fazla olur ve bu fazla sevinç, onu adeta dehşete düşürmüş, anlama ve zekâ kuvvetini izâle etmiş olur. Böylece de o kimse, o vakitte, bu aşırı sevinçten dolayı birtakım tutarsız şeyler söylemeye başlar. Bunun şöyle olabileceği de ileri sürülmüştür: O müjdeden hoşlanan kimse, çoğu kez o müjdeyi defalarca duymak için, o isteği tekrarlattırır ve o müjdeyi dinlemekten lezzet duymak ve güven ve itminanı da iyice attırmak için bu soruyu çokça tekrarlar. Bu Hazret-i İbrahim'in "Fakat kalbimin yatışması için"(Bakara,260) buyruğu gibidir. Hazret-i İbrahim'in, o meleklerin bu müjdeyi Allah'ın emriyle mi yoksa kendi görüşleri olmak üzere mi verdiklerini öğrenmek için sorduğu da söylenmiştir. Nâfi, Kur'an'ın tamamında şeddesiz ve kesreli bir nün ile, tubşirun diye okurken, İbn Kesir, nûn'un kesresi ve şeddeli olarak tübeşşirunî; diğer kıraat imamları ise şeddesiz ve fethalı nün ile tübeşşirûne okumuşlardır. Bu harfi, kesreli ve şeddeli okumaya gelince, o zaman bu ifâdenin takdiri, olup, cemi nûn'ununizafet nûnuna idgâm edilmesi biçimindedir. Bu kelimeyi kesreli ve şeddesiz nûn ile okuma da, hem aynı harflerin meydana gelmesinin ağır ve kullanışsız görülmesinden, hem de hafiflik olsun arzusuyla, cemi, çoğul nûnunun hazfedilmesi sebebiyledir. Ebu Hatim şöyle demiştir: "Nâfi, nûn ile beraber ya'yı hazfetmiştir ama, iki harfi düşürmek caiz değildir." Ebu Hatime şu şekilde cevap verilebilir: O, sadece bir harfi, yani ref alâmeti olan nûnu düşürmüştür. İki harfi hazfetse bile, bu caizdir. Nitekim, Cenâb-ı Hakk, bir yerde (......) (Hud 109) buyururken, başka bir yerde (......) (Hicr, 55) buyurmuştur. Nûnu fethalı okumaya gelince, bu, kelimenin muzâf kılınmamasına ve nûnun da ref alâmeti olmasına göredir. Bu nûn daima meftun olur. "Melekler, "Seni hak olarak müjdeliyoruz" demişlerdir. İbn Abbas, Cenâb-ı Hakk'ın bu ifadesiyle, kendisinin hükmettiği, takdir ettiği şeyleri murad ettiğini, buna göre mananın şöyle olduğunu söylemiştir: "Allahü teâlâ, Hazret-i İbrahim'in sulbünden İshâk (aleyhisselâm)'ı; İshâk'ın sulbünden de Adem (aleyhisselâm)'in sulbünden çıkardığı şeyleri gibisini çıkaracağı hükmünü vermiştir. Çünkü Allah, peygamberlerin ekserisini Hazret-i İshâk'ın sulbünden çıkaracağını müjdelemiştir. O halde, Cenâb-ı Hakk'in "hak olarak" buyruğu bu manaya; "o halde ümidini kesenlerden olma" emri de Hazret-i İbrahim'i ümitsizlikten nehyetmeye bir işaret olmuş olur. Halbuki biz defalarca, insanı herhangi bir şeyden yasaklamanın, nehyedilen o kimsenin, yasaklanan o şeyi yapmış olduğuna delâlet etmeyeceğini belirtmiştik. Bu meselâ, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey Peygamber.... kâfirlere ve münafıklara itaat etme" (Ahzâb, 1) ifâdesinde de böyledir. Rahmetten Sadece Sapıklar Ümit Keser Daha sonra Cenâb-ı Hakk Hazret-i İbrahim'in "Rabbinin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümidini keser?" dediğini nakletmiştir ki, bununla ilgili iki mesele vardır: Bu söz, doğrudur. Çünkü Allah'ın rahmetinden ümit kesmek, ancak şunları bilmemeden dolayır olur: a) Allahü teâlâ'nın, o şeye kadir olacağını bilememe. b) Allah Tealâ'nın, kulunun ihtiyaç duyduğu şeyleri bildiğini bilememe. c) Allahü teâlâ'nın, cimrilikten, muhtaç olmaktan ve cehaletten münezzeh ve berî olduğunu bilememe... İşte bütün bunlar, sapmanın sebepleridir. İşte bundan dolayı Hazret-i İbrahim, "Rabbinin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümidini keser?" demiştir. Ebu Amr ve Kisaî, hem buradakini, hem de Zümer, 53 ayetindeki fiili, nûnun kesresiyle yaknıt (Hicr, 56) ve la taknitû (Zümer, 53) okurlarken, diğre kıraat imamları, nûnun fethasıyla yaknat ve la taknatû okumuşlardır ki, bu, her ikisi de iki ayrı kullanıştır. Kanata yaknıtu kullanışı, daraba-yadrıbu fiilleri gibidir. Kanıta-yaknatu kullanılışı ise alime, yalemu fiilleri gibidir. Ebu Ubeyde, bu fiilin, nûnun dammesiyle "kanute-yaknutu şeklinde de kullanıldığını söylerken, Ebu Ali El-Farisi, bu fiilin, mazide nûnun fethası; muzaride de kesresiyle "kanete-yaknitu" şeklinde kullanılmasının, en iyi kullanış olduğunu ve bunun en iyi kullanılış olduğuna da, kıraat imamlarının "O (insanlar), ümitlerini kestikten ... sonra" (şûra, 26) şeklinde okumada ittifak etmiş olmalarının da delâlet ettiğini, Ebu Ubeyde'nin yaptığı naklin de, mazide bu fiilin, nûnun fethasıyla kullanılışının daha çok olduğunu gösterdiğini; çünkü fe'âle (yaptı)'nin muzarisinin, tıpkı fesaka-yefsuku ve yefsiku (fasık oldu, farklılık yapıyor) misalinde de olduğu gibi, "yef'ıılü ve yef'ilü" şeklinde geldiğini, ama, "yef'alü" şeklinde gelmediğini söylemiştir. Allah en iyisini bilendir. 57Âyetin tefsiri için bak:60 58Âyetin tefsiri için bak:60 59Âyetin tefsiri için bak:60 60"Ey gönderilenler, daha işiniz ne?" dedi. "Muhakkak ki biz, günahkârlar güruhuna gönderildik. Şu kadar var ki, Lût ailesi bunun dışında Biz onları hepsini mutlaka kurtaracağız. Karısı müstesna; biz onun, mutlaka geride kalan kimselerden kalmasını takdir ettik" dediler". Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Mâ hatbukum deyimi, Allah'ın o melekleri, neden ötürü göndermiş olduğula alâklı bir sorudur. Hatb, şe'n, emr kelimeleri aynı manaya gelirler, ama hatb kelimesi, durumun daha vahim olduğuna işaret eder. Meleklerin Asıl Maksatlarını Sonra Söylemeleri Eğer, "Melekler Hazret-i İbrahim'e bilgin bir erkek çocuk müjdesini verdiğine göre artık nasıl olup da, bundan sonra kalkıp onlara, "Ey gönderilenler, daha işiniz ne?" diyebilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta şu izahlar yapılabilir: a) el-Esamm, şöyle demiştir: "Bunun manası, "sizin, bu müjdenin dışında, başka geliş sebebiniz var mı, bu nedir?" şeklindedir." b) Kâdî şöyle demiştir: "Hazret-i İbrahim, en mükemmel maksadın, "müjdenin kendisine verilmesi" olsaydı,o zaman.tek bir meleğin kâfi geleceğini biliyordu. Ama o, karşısında bir grup melek görünce, onların, bu müjdeyi vermenin dışında başka gayeleri olduğunu da anlamış, işte bundan dolayı da, "Ey gönderilenler, daha işiniz ne.?" demiştir. c) Onların Hazret-i İbrahim'in endişesini ve korkusunu giderme sadedinde, "biz sana çok bilgin bir oğul müjdeliyoruz" demiş olmalarının söylenmesi de mümkündür. Baksana, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) endişelenince, onlar ona, "Korkma, gerçekte biz sana, çok bilgin bir oğul müjdeliyoruz" demişlerdir. Şayet onların geliş maksatlarının tamamı, sadece o müjdeyi vermek olsaydı, onlar daha onun yanına girer girmez o müjdeyi verirlerdi. Durum böyle olmadığına göre, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) işte bundan dolayı onların, sırf bu müjdeyi vermek için gelmediklerini, aksine başka bir maksatlarının da bulunduğunu anlamış, bu maksatlarını sorarak, "Ey gönderilenler, daha işiniz ne?" demiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, meleklerin, "Muhakkak ki biz, günahkârlar güruhuna gönderildik" dediklerini nakletmiştir. Melekler, bu kadar söz söylemekle yetinmişlerdir. Çünkü İbrahim (aleyhisselâm), melekler günahkâr kimselere gönderildiklerinde, bunun onları helak etmek ve köklerini kazımak için olduğunu anlamıştı. Hem, o meleklerin, "Şu kadar var ki, Lût ailesi bunun dışında. Biz onları, hepsini mutlaka, kurtaracağız" ifadesi de, bu gönderilme ile, o topluluğun imhasının kastedildiğini gösterir. Hazret-i Lût'un Ailesinin Azaptan Korunması Ayetteki "Lûtailesi, bunun dışında" ifâdesi ile onun dininde olan ve ona inanmış olan kimseler kastedilmiştir. Şayet "Lût ailesi, bunun dışında" ifâdesi, istisnâ-i munkatîmıdır, yoksa istisnâ-i muttasıl mıdır?" diye sorulursa, biz deriz ki: Bu hususta Keşsâf sahibi şöyle der: "Eğer bu istisna ifâdesindeki "kavm" kelimesinden yapılmış bir istisna ise, munkatî olur. Çünkü, o kavim günahkâr olmakla tavsif edilmiştir. Halbuki, Lût ailesi ise, günahkâr ve mücrim değildir. Bu demektir ki, cinsler farklı olmuştur. Bu sebeple, istisnanın munkatt olması gerekir. Yok, eğer bu istisna, (......) kelimesinin tahtında bulunan zamirden yapılmış bir istisna ise, o zaman muttasıl bir istisna olur. Buna göre sanki, "Biz, sırf Lût ailesi müstesna, hepsi günahkâr ve mücrim olan bir kavme gönderildik" denilmiş olur. Bu tıpkı,"Fakat orada, müslümanlardan bir ev (halkın)-dan başkasını da bulamadık" (Zariyat, 36) ayeti gibidir." O, sözüne devamla şöyle der: "Yapılan, farklı bu iki izaha göre, mana da farklı olur. Çünkü, istisnâ-i munkatîda, Lût ailesi, gönderilmenin hükmünün dışında tutulmuştur. Çünkü bu takdire göre melekler sadece, mücrim olan o kavme gönderilmiş olup, Lût ailesine ise, asla gönderilmemiş olur. Ama, istisnâ-i muttasıl'da ise, melekler, hepsine gönderilmiş olur; böylece de, onlar mücrimleri helak etmiş, ama Lût ailesini ise kurtarmış olurlar." Ayetteki "Biz onları, hepsini mutlaka kurtarıcılarız" ifâdesine gelince, bil ki, Hamza ve Kisâî, şeddesiz olarak müncûhum diye okurlarken, diğer kıraat imamları şeddeli olarak müneccûhum okumuşlardır ki, bunlar iki kullanıştırlar. Ayetteki, "Karısı müstesna" ifâdesine gelince, Keşsâf sahibi şöyle demiştir: "Bu, ifâdesindeki mecrûrolan hüm zamirinden istisnadır. Bu, istisnadan yapılan bir istisna nev'inden değildir. Çünkü, istisnadan yapılan istisnadan, ancak hüküm birliği olan yerlerde olur. Bu meselâ şayet, "Biz, Lût ailesi hariç, onları helak ettik. Lût ailesinden de, hanımı hariç" denilmiş olsaydı, istisnadan, istisna babından olurdu. Bu meselâ, hanımını boşayan kimsenin, "Sen üç talâkla boşsun; ikisi hariç; biri hariç" demesi gibidir. Ve yine bu, bir kimseye olan borcunu kabul eden kimsenin, "Falancaya on dirhem borcum var. Ancak, üç dirhemi hariç. Bir dirhemi hariç.." demesi gibidir. Ama bu ayette, iki hüküm de farklı farklıdır. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın, "Lût ailesi, bunun dışında"ifâdesi, ya ürsilna (gönderildik)" yahut ta mücrimin (günahkârlar)" ifadesiyle alâkalıdır; "karısı müstesna" ifâdesi ise, her durumda müncûhum (hepsini mutlaka kurtaracağız)" ifadesiyle alâkalıdır. Binâenaleyh artık nasıl olur da bu; istisnadan yapılmış bir istisna sayılabilir? Hazret-i Lût'un Karısının Helak Olanlardan Olması Ayetteki "biz onun, mutlaka geride kalan kimselerden kalmasını takdir ettik" buyruğuna gelince, bu hususta birkaç mesele vardır: Bil ki, "takdir" kelimesi Arapça'da, bir şeyi başka bir şeyin miktarı ve ölçüsüne göre yapmak, kılmak, meydana getirmek demektir. Nitekim "Bunu, o şeyin miktar ve ölçüsüne göre yap, meydana getir; takdir et!" manasına, (......) denilir. Yine "Kâfi miktarda kıldı, yaptı, takdir etti' manasında "Allah, rızıkları takdir etti" denilir. Daha sonraysa takdir, kaza ve hükmetmek manasıyla da tefsir edilmiştir. Nitekim, "Allah ona bunu hükmetti" denilmektedir. Yine, "Onu, hayır ve şer hususunda, kafi gelecek bir miktara göre meydana getirdi" manasında olmak üzere, denilir. Yine, bu tabirin manasının, "yazdık, hükmettik" şeklinde olduğu da ileri sürülmüştür. Zeccâc, bunun "tedbir ettik" manasına geldiğini söylemiştir ki, bütün bu manalar birbirine yakın şeylerdir. Asım'ın ravisi Ebu Bekr, hem burada, hem de Neml sûresinde (Ayet, 57) şeddesiz olarak kadernâ okurken, diğer kıraat imamları her iki yerde de şeddeli olarak kaddernâ okumuşlardır. Vahidî şöyle der: "Arapçada, hem "Kadertu'ş-şey'e" hem de "Kaddertu'ş-şey'e" ifâdesi kullanılmaktadır. İbn Kesir'in "Biz takdir ettik" (Vakıa, 60) ayetini şeddesiz olarak Kadernâ okuması; Kisai'nin de (Ala, 3) ayetini kadere şeklinde okuması böyledir." O, sözüne devamla şöyle der: "Ama, bu manada şeddeli okumak, daha fazla kullanılmaktadır. Çünkü, Cenâb-ı Hak, "Onda gıdalar takdir etti" (Fussilet, 10) ve "O, her şeyi yaratıp ona bir nizam vermiş, onun mukadderatım tayin etmiştir",(Furkan, 2) buyurmuştur. Allah'ın Fiilinin Meleklere İzafesi Birisi şöyle diyebilir: "Bu iş Allah'a ait olduğu halde melekler, nasıl olup da kendilerine izafe etmiş "Allah takdir etmiştir" dememişlerdir?" Cevap: Onlar, bu sözü, Allah'a olan yakınlıkları ve O'nun has kulları olmalarından dolayı söylemişlerdir. Bu, tıpkı hükümdara yakın olan kimselerin, "Biz planladık, biz şunu emrettik" demeleri gibidir ki, aslında takdir eden ve emreden, onlar değil hükümdardır. Onlar, bu sözleriyle, o krala ne denli yakın olduklarını ifâde etmek istemişlerdir. İşte burada da böyledir. Allah en iyi bilendir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakak ki o, geride kalan kimselerdendir" buyruğu fiilinin mef'ûlü durumundadır. Buna göre mana, "Biz o kadının, onların helak olduğu gibi helak olması ve Lût'un ailesiyle birlikte kalıp da, kurtuluşa nail olanlardan olmaması için. onun ayrılıp da geride kalanlarla beraber kalmasını hükmettik" şeklindedir. Allah, en iyi bilendir. Hazret-i Lût'un Tanımadığı Ziyaretçilerden Kuşkulanması 61Âyetin tefsiri için bak:64 62Âyetin tefsiri için bak:64 63Âyetin tefsiri için bak:64 64"Vaktâ ki, elçiler Lût'un ailesine geldi. (Lût) dedi ki: "Herhalde siz, tanınmamış bir zümresiniz." Onlar da: "Hayır dediler, biz sana onların, hakkında şekk etmekte oldukları şeyi getirdik Sana hak ile geldik. Biz, şüphesiz doğru söyleyenleriz". Bil ki melekler, Hazret-i İbrahim'e, çocuğunun olacağı müjdesini verip, ona, kendilerinin, mücrim bir güruha azâb etmek için gönderildiklerini haber verince, bundan sona Lût ve ailesinin yanına gittiler. Halbuki Lût ve onun kavmi, onların Allah'ın melekleri olduğunu kestirememişlerdi. İşte bundan dolayı, Lût (aleyhisselâm) onlara,"Herhalde siz, tanınmamış bir zümresiniz" demişti. Bu ifâdenin tefsiriyle ilgili şu izahlar yapılmıştır: 1) Lût (aleyhisselâm) onları, tanınmamakla nitelemiştir. Çünkü, Lût (aleyhisselâm) onları tanıyamamıştı. Zira, onlar onun yanına birden girince, o bunu yadırgadı ve onların, kendisine bir kötülük yapmak için yanına girmiş olabileceklerinden endişelendi de, bu sözü söyledi. 2) O melekler, yüzleri güzel ve tüysüz, parlak delikanlılardı. Dolayısıyla Lût (aleyhisselâm), kavminin böylesi kimselerin peşine düşmesi sebebiyle, kavminin bunlara hücum edeceği endişesini duyduğu için bu sözü söyledi. 3) Nekire marifeliğin zıddıdır. O halde, Hazret-i Lût'un, ifâdesinin manası, "Ben sizi tanımıyorum, sizin hangi topluluktan olduğunuzu da bilmiyorum. Ne maksatla yanıma geldiğinizi de kestiremedim" şeklindedir. İşte Lût (aleyhisselâm) böyle deyince melekler, "Hayır dediler, biz sana onların,hakkında şekk etmekte oldukları şeyi getirdik" demişlerdir. Yani, "onların gelmesi hususunda şüphe ettikleri o azabı getirdik" demektir. Daha sonra da o melekler, bu ileri sürdükleri şeyi, "Sana hak ile geldik" ifadesiyle tekid etmişlerdir. Kelbi, buradaki "hak" sözüne, "hakkı, yani .azabı getirdik" anlamını verirken, bunun, "kendisinde şüphe edilmeyen kati, yakın, gerçek iş" anlamında olduğu da söylenmiştir ki bu iş, o topluluklara gelecek olan azâbtır. Daha sonra melekler, bu tekidli sözü de, "Biz, şüphesiz doğru söyleyenleriz" sözüyle tekid etmişlerdir. Melekler Ailesini Erkenden Götürmesini İstiyor 65Âyetin tefsiri için bak:66 66"O halde gecenin bir kısmında, aileni yürüt. Sen de arkalarından git. Sizden hiçkimse arkasına bakmasın. Emrolunacağmız yere geçip gidini." Ona şu (kat'i) emri vahyettik: "Sabaha çıktıkları zaman, onların arkası mutlaka kesilmiş olacaktır". (......) ifadesi, hem hemze-i kat' ile, hem de vasi hemzesiyle, "Esra" ve "sera" bablarından olmak üzere, "Fe esri" ve "fesri" şeklinde okunmuştur. Keşşaf sahibi, Iklîd sahibinden fe sir kıraatini de rivayet eder ki, "yürümek" manasındaki seyr masdarından gelir.kelimesi, gecenin sonu manasınadır. Nitekim şair şöyle demiştir: "Aç kapıyı ve yıldızlara bak (ey sevgili), üzerimizden, nice zifiri karanlık gece sonlan (geceler) geçmiştir" demiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, emrinin manası, "Kızlarının ve ailenin peşine düş, onları takip et" şeklindedir. O'nun "Sizden hiç kimse arkasına bakmasın" buyruğunun şu faydaları vardır: a) Bu, "Sizden, hiç kimse geride kalmasın; yoksa, kendisine azab isabet eder" anlamındadır. b) Bu, "Onların başına inen belanın ne denli olduğunu görmemesi için" demektir. c) Bu, "Koşmak ve arkada kalan şeylerle ilgilenmemek" anlamındadır. Bu, senin tıpkı, "işine çek git, başka bir şeye bakma" demen gibidir. d) "Şayet orada, herhangi bir eşya veya meta kalacak olsa, o eşya sebebiyle kesinlikle dönmesin" demektir. Cenâb-ı Hak, "Emrolunacağmız yere, çekip gidin" buyurmuştur. İbn Abbas bu emirden, Şam'ın kasdedildiğini söylerken, Mufadrial, bunun, "Cebrail'in size söylediği yere" anlamına geldiğini söylemiştir. Çünkü Cebrail (aleyhisselâm) onlara, halkı, Lût (aleyhisselâm)'un kavminin yaptığı şeyleri yapmayan belirli bir bölgeye çekip gitmelerini söylemiştir. Allahü teâlâ "Ona şu (kat'î) emri vahyettik" buyurmuştur. Buradaki "kadâ" fiili, ilâ harfi cerri ile müteaddî olmuştur. Zira, burada, "variyettik" anlamındadır. Buna göre sanki, "Biz ona, onu kesinkes vahyetmiştik" denilmek istenmiştir. Bunun bir benzeri de "İsrailoğullarına şunu vahyettik" ayetiyle, "Sonra hükmünüzü bana infaz edin" (Yunus. 71) ayetidir. Daha sonra Cenab-ı Hak, bu kesin hükmünü, "Onların arkası, mutlaka kesilmiş olacaktır" buyruğu ile açıklamıştır. Bunun, önce mübhem bırakılıp sonra da peşinden açıklanması, o işin büyüklüğünü ve önemini göstermek içindir. A'meş, bu ifadenin başındaki (......) edatını müste'nef bir cümle olarak, kesre ile (......) şeklinde okumuştur. Buna göre sanki birisi, "O işi bize bildir, anlat" demiş de, bunun üzerine o da "Doğrusu, onların nesli kesildi" diyerek söze başlamıştır. İbn Mes'ûd'un kıraatine göre, bu ifâdenin başında, bir "dedik" takdir edilerek, kesre ile (......) şeklinde okunmuştur. Onların "arkası", "sonları"dır. Yani, "onların kökü, nesli kesilecek; geride onlardan hiç kimse kalmayacak" demektir. Ayetteki musbihîn kelimesine gelince, bu, "Sabah zuhur ettiği zaman..." demektir. Şehir Halkının Başına Gelenler 67Âyetin tefsiri için bak:77 68Âyetin tefsiri için bak:77 69Âyetin tefsiri için bak:77 70Âyetin tefsiri için bak:77 71Âyetin tefsiri için bak:77 72Âyetin tefsiri için bak:77 73Âyetin tefsiri için bak:77 74Âyetin tefsiri için bak:77 75Âyetin tefsiri için bak:77 76Âyetin tefsiri için bak:77 77"Şehir halkı sevine sevine geldi. Lût dedi ki: "Hakikat şu ki, bunlar benim misafirlerimdir. Binâenaleyh, beni rüsvây etmeyin. Allah'dan korkun. Beni tasalandırmayın." "Biz seni, elâlemin işine karışmaktan men etmedik mi?" dediler. Lût şöyle dedi: "Eğer, dediğinizi yapacaksanız, işte bunlar, kızlarım." Senin ebedî yâd-ı cemîlirie yemin ederim ki, onlar sarhoşlukları içinde, muhakkak ki serseri bir halde idiler. Derken onları, işrâk vaktine girdikleri sırada, o korkunç ses yakalayıverdi. Hemen oranın üstünü altına getirdik. Tepelerine de, balçıktan pişirilmiş bir taş yağdırdık. Elbette bunda, fikri ve firaseti olanlar için ibretler vardır. Muhakkak o (şehrin harabeleri), bir yol üstünde (hâlâ) durmaktadır. Bunda iman edenler için, muhakkak ibret vardır". Bil ki, şehir halkıyla kastedilenler, Lût'un kavmidir. Ayet-i kerimede, onların gelmiş olduğu yere delâlet eden bir şey bulunmamaktadır. Ancak ne var ki kıssa, onların Lût'un evine geldiklerine delâlet eder. Denildiğine göre, melekler çok güzel idiler; güzellikleri hemen yayıldı ve Lût'un kavmine kadar ulaştı. Yine, bunun onlara, Lût'un karısının haber verdiği de söylenmiştir. Kısaca, Lût'un kavmi, Lût'un yanına tüysüz üç oğlan geldi. Onlardan daha güzel yüzlü ve güzel biçimli olanını hiç görmedik" der ve bu güzel yüzlü kimseleri istemek üzere, Lût'un evine giderler. "İstibşâr" sevinç ve sürür izhâr etmektir. Onlar, misafirlerini kastedip, arzuladıklarında Lût onlara iki şey söyler; Birinci Söz: Lût onlara, "Hakikat şu ki, bunlar benim misafirlerimdir. Binâenaleyh, beni rüsvay etmeyin " demiştir. Arapça'da, bir kimse birisine, kendisi sebebiyle ona utanç ve rüsvaylığın ârız olacağı, onu utandıracak bir şey yaptığı zaman, "Fedahahü-yefdahuhû-fedhan-fedîhaten" denilmektedir. Buna göre ifâdenin manası şöyle olur: "Misafirlere ikramda bulunmak gerekir Ama siz onlar için kötülük dileyince, bu beni küçültür, beni utandırır." Sonra, o sözünü, "Allah'dan korkun ve beni rüsvay etmeyin" ifadesiyle teîkîd etmiştir. Onlar ise Lût (aleyhisselâm)'a "Siz seni, elâlemin işine karışmaktan men etmedik mi?" diyerek cevap vermişlerdir. Buna göre mana şu şekilde olur: "Biz seni daha önce, onunla fuhuş yapmayı murad ettiğimizde, herhangi bir kimse hakkında bizimle konuşmaktan nehyetmemiş miydik?" Hazret-i Lût (aleyhisselâm)'un söylediği ikinci söz "Eğer dediğinizi yapacaksanız, işte bunlar kızlarım" demesidir. Bundan muradın, onun kendi kızlarının olduğu söylendiği gibi, yine bundan muradın kavminin bütün kadınları olduğu da söylenmiştir. Çünkü bir ümmetin peygamberi, onların babası gibidir. Bu, tıpkı, "O peygamber, müminlere öz nefislerinden evlâdır. Onun zevceleri de (mü'minlerin) anneleridir" (Ahzab, 6) ayetinde olduğu gibidir. Ubeyy b. Ka'b'ın kıraatinde, bu ayette, "O da onların babasıdır" ilavesi bulunmaktadır. Bu konularda geniş izah, daha önce Hûd sûresinde geçmişti. Allah'ın, Peygamberin Ömrüne Kasem Etmesi Ayetteki "Senin ebedî yâd-i cemîline yemin ederim ki, onlar sarhoşlukları içinde, muhakkak ki serseri bir halde idiler" ifadesi ile ilgili birkaç mesele vardır: (......) ve (......) (ömür) kelimeleri aynı manadadırlar. Uzun ömürlü olması ümid edilerek, adama da "Amr" denilmiştir. Şâir İbn Ahmer'in şu sözü de bu manadadır: "Gençlik (elden) gitti ve ömür eskidi (bitti)." Arapça'da, "Adam çok yaşadı, uzun ömürlü oldu" anlamında, 'Amara er- racülü-ya'muru-'umrân ve 'amran" denilir. Araplar, bu kelimeye yemin ettikleri zaman, sadece ayn harfini feth al ayarak, "le-'amruke" ve " 'amruke" derler. Zeccâc, "Çünkü fetha, Araplara daha kolay geliyordu. Onlar yemin ederlerken, daha çok, "le-'amri" ve "le-'amruke" diyorlar, böylece de en hafif kullanılışı tercih ediyorlardı" demiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Senin ebedî yad-ı cemiline yemin ederim ki, onlar sarhoşlukları içinde, muhakkak ki serseri bir halde idiler" ifadesi hakkında iki görüş vardır: 1) Bundan murad şudur: "Melekler, Lût (aleyhisselâm)'a, "Yâd-ı cemîline yemin ederiz ki onlar sarhoşlukları içinde, yani azgınlıkları içinde, serseri ve şaşkın bir şekilde dolaşmaktalar. Daha nasıl senin sözünü kabul eder ve nasihatini dinlerler?" demişlerdir." 2) Buradaki hitab, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e olup, Cenâb-ı Hak, başka hiç kimsenin hayatına yemin etmemişken, Onun hayatına yemin etmiştir. Bu da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Allah katında mahlûkatın en şereflisi olduğuna delalet eder. Nahivciler, mübteda olduğu için, "le-amruke" kelimesinin merfû olup, haberinin mahzûf olduğunu söylemişlerdir ki bu, "senin ömrün, benim yemin ettiğim şeydir" takdirindedir ve haber hazfedilmiştir. Çünkü sözden, bu haber anlaşılmaktadır. Öte yandan, kasem ifadelerinde, fiil düşmektedir. Mesela "Allah'a (yemin ederim) ki mutlaka yapacağım" cümlesi gibi. Bu aslında "Allah'a yemin ederim ki" takdirindedir. Muhatab "billahi" lafzından, senin yemin ettiğini anladığı için, bu fiil düşmüştür. Daha sonra Cenab-ı Hak, "Derken onları... o korkunç ses yakalayıverdi" buyurmuştur. Yani onları Cebrail (aleyhisselâm)'in sayhası (sesi) yakalayıverdi" demektir. Dil alimleri (meânî alimleri) şöyle demişlerdir: "Ayette o sayhanın, Cebrail'e ait olduğunu gösteren açık birşey yok. Eğer bu, kuvvetli bir delil ile sabit olursa, kabul edilir. Aksi halde, ayette, onların başına büyük ve helak edici bir sayhanın gelmiş olmasından başka bir mana yoktur. Ayetteki müşrikin "işrâk vaktine erdikleri sırada" kelimesine gelince: Arapça'da doğu yönünden doğan ve gelen herşey için,deyimi kullanılır. Yine Arapların "Biri doğdu" manasındaki şeklindeki deyimleri de bu kabildendir. Buna göre, müşrikin ifadesi, "sabah vaktine girdikleri zaman" anlamına gelir. Arapça'da bir kimse, güneşin doğduğu zamana ulaştığı vakit, "i deyimi kullanılır. Bil ki ayet-i kerime, Allahü teâlâ'nın onları üç çeşit azabla cezalandırdığına delalet etmektedir: 1) Görülmemiş korkunç bir sayha. 2) O beldenin altının üstüne getirilmesi. 3) Üzerlerine balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırılması... İşte bütün bunların tefsiri Hûd sûresinde geçmişti. Allahü teâlâ daha sonra, "Elbette bunda fikri ve feraseti olanlar için, ibretler vardır" buyurmuştur. Arapça'da, "Onda bir hayır işareti gördüm, onda bir hayır sezdim" manasında olmak üzere, denilir. Alimlerin ayetteki "mütevessimin" ile ilgili farklı tefsirleri vardır: Bunun, "Feraset sahibi olanlar", yahut "tahkîkî bir bakışla bakanlar", yahut "tefekkür edip, inceden inceye düşünenler", yahut "ibret alanlar", veyahut "basiret sahibi olanlar" manasına olduğu söylenmiştir. Zeccac ise: "Bu kelimenin Arapça'daki hakiki manası, "bakış ve incelemelerinde son derece ciddi ve sebatlı olup, eşyanın (herşeyin) alametini, vasfını ve özelliğini bilen kimselerdir" der. "Mütevessim" kelimesi, eşyanın hakikatına delalet eden, hususiyeti araştıran kimse anlamındadır. Nitekim "Onun hakikatini öğrendim ve gerçek hususiyetini anladım" manasında, dersin. Allah Teâelâ daha sonra "Muhakkak o, bir yol üstünde (hâlâ) durmaktadır" buyurmuştur. Buradaki "o" zamiri, Lût kavminin beldesine râcîdir. Bu belde ise, daha önce (Hıcr. 67) ayetinde geçmişti. "Bir yol üstünde durmaktadır" ifadesi, "Bu beldeler ve bu beldelerdeki Allah'ın kudret ve gazabının tezahür eden eserleri (izleri), halâ ayakta duran, gidilip gelinmekle (işlek olan) bir yol üzerinde olup, silinmemiş ve kaybolmamıştır. Hicaz'dan Şam'a giden kimseler bu kalıntı ve eserleri görürler" manasındadır. Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Bunda, iman edenler için muhakkak ki ibret vardır" buyurmuştur. Bu, "Allah'a iman edip, nebî ve resullerini tasdik eden heckes, bunun ancak Allahü teâlâ'nın, bu câhillerden nebilerinin intikamını almış olmasından dolayı olduğunu bilir. Allah'a iman etmeyenler ise bunu, âlemin hâdiseleri ve vakıalarına, yıldızların karşılıklı olarak birbirine yaklaşıp, felekî bağlantılarından doğan tesirlerine hamletmektedirler" demektir. Allah en iyi bilendir. 78Âyetin tefsiri için bak:79 79"Ashab-ı Eyke de cidden zâlim kimselerdi. Onun için onlardan da intikam aldık. İkisi de apaçık bir yol üzerindedir". Bil ki bu, Hicr sûresinde zikredilen üçüncü kıssadır: Birincisi, Hazret-i Adem ile İblis kıssası; ikincisi, Hazret-i İbrahim ve Hazret-i Lût kıssası ve üçüncüsü de bu kıssadır. Eyke Ashabı, Şuayb (aleyhisselâm)'in kavmi olup, yeşillik, ağaçlı ve bol çayırlı bir beldenin ahalisi idiler. Şuayb (aleyhisselâm)'ı yalanladılar da, bunun üzerine Allahü teâlâ onları, gölgeli (bulutlu) bir günün azabı ile helak etti. Cenâb-ı Hak, bunların kıssasını Şuarâ sûresinde anlattı "Eyke" kelimesi, dalları birbirine girmiş, sık dallı ağaç demektir. Tıpkı "Şecerün" ve "şeceretün" gibi, aynı manada olmak üzere, "eykün" ve "eyketün" denilir. İbn Abbas (radıyallahü anh): "Eykü, sedir ağacıdır" demiştir. Kelbî ise, "Bu, su kıyısında, sık ağaçlıklı yer anlamındadır" der. Zeccâc: "Onlar, bol ağaçlı bir yerde oturan kimselerdi" demiştir. Vahidî: "Ayetteki "in" ve "lâm" edatları, te'kid manasında olup, bu İn şeddeli "inne"den muhaffeftir" demiştir. Cenâb-ı Hak, "Onun için onlardan da intikam aldık" buyurmuştur. Müfessirler bu ifade hakkında şöyle demişlerdir: "Onların tepelerinde gün be gün iyice şiddetlendi. Sonra yeryüzü adeta onlar üzerine ateş olup tutuştu. Böylece son fertlerine kadar helak oldular." Ayetteki, "innehumâ" (ikisi) kelimesi hakkında iki görüş vardır: 1) O ikisinden murad, Lût (aleyhisselâm) kavminin ve Ashab-ı Eyke'nin beldeleridir. 2) Bu, Ashab-ı Eyke ve Medyen'e râcîdir. Çünkü Şuayb (aleyhisselâm), bu iki beldeye peygamber gönderilmiştir. Allahü teâlâ, Ashab-ı Eyke'yi zikredince, bununla Medyen'e de işaret etmiş oldu. Bundan ötürü zamiri, her ikisine râcî olarak getirdi. Ayetteki tabiri, "apaçık yol kıyısındadır" demektir. "İmâm", kendisine tabî olunulan şeydir. Nitekim Ferra ve Zeccâc: "Allahü teâlâ yola "imâm" demiştir. "Çünkü yola da uyulur ve tabî olunur" demişlerdir. İbn Kuteybe ise: "Çünkü misafir, varmayı arzu ettiği yere varıncaya kadar o yolu tutar ve ona tabî olur" demiştir. Mübin" kelimesi, hem "aslında açık, apaçık" manasında, hem de, "başkaları için açıklayıcı, iletici" manasında olabilir. Çünkü yol, maksada ulaştırır" açıklayıcı olur. 80Âyetin tefsiri için bak:84 81Âyetin tefsiri için bak:84 82Âyetin tefsiri için bak:84 83Âyetin tefsiri için bak:84 84"Andolsun ki Ashab-ı Hicr de peygamberlerini yalanlamışlardı. Biz onlara ayetlerimizi vermiştik, ama onlar bunlardan yüz çevirdiler. Onlar, dağlardan emin emin evler yontup oyarlardı. Derken onları dahi sabaha girdikleri bir sırada, o korkunç ses yakalayıverdi. Kazandıkları o şeyler de, kendilerine hiçbir fayda vermedi" Bu, sûredeki dördüncü kıssadır ve Salih (aleyhisselâm)'in kıssasıdır. Müfessirler şöyle demişlerdir: "Hicr" Semüd Kavmi'nin oturduğu vadinin adidir. "Mürselîn" (peygamberler)den murad, sadece Hazret-i Salih (aleyhisselâm)'dir. Muhtemeldir ki o kavim, Brahman idiler ve peygamberleri toptan inkâr ediyorlardı. "Biz onlara ayetlerimizi vermiştik" ifâdesindeki ayetlerden murad, o dişi devedir. Çünkü o dişi devede, bir kayadan çıkması, son derece büyük oluşu, kayadan çıktığında hamile olduğunun açıkça belli oluşu ve sütünün çok bol oluşu gibi, birçok mucizeler bulunmakta idi. Bu dişi deve Salih (aleyhisselâm)'in bir mucizesi ise de, onlara (o kavme) nisbet edilmiştir. Çünkü bu, onların peygamberlerinin mucizesidir, (dolayısı ile onlarındır). Ayetteki "Onlar, bunlardan yüz çevirdiler" ifadesi, araştırma ve istidlalde bulunmanın vâcib; taklidin ise ayıp olduğuna delalet eder. Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar, dağlardan... evler yontup oyarlardı" ifadesine gelince, bu yontma işinin nasıl olduğunu, A'râf sûresi (74. ayette) zikretmiştik. Ayetteki, "emin emin" tabiri, "Allah'ın azabından kendilerini emin hissederek" demektir. Ferra: "Bu, tavanlarının tepelerine uçmasından kendilerini emin hissettiler" demektir" demiştir. Ayetteki, "Kazandıkları o şeyler de kendilerine, hiçbir fayda vermedi" ifadesi, "Bu, dağlan yontup ev yapmaları ve mal toplamaları, onlardan bu zarar ve belayı giderememiştir" demektir. Allah en iy ibilendir. 85Âyetin tefsiri için bak:86 86"Gökleri, yeri ve aralarındaki şeyleri biz hak olmayarak yaratmadık. Elbette o saat gelecektir. Şimdilik sen aldırış etme, güzel (ve tatlı muamelede) bulun. Şüphesiz ki senin Rabbin, hakkıyla yaratan, kemaliyle bilendir". Bil ki Allahü teâlâ kâfirleri helak ettiğini anlatınca, sanki, "Helak ve azab, Kerim ve Rahim Allah'ın şânına nasıl yakışır!" denilmiş de, buna "Ben mahlûkatı, ibadet etsinler ve taatta bulunsunlar diye yarattım. Dolayısı ile bunlar, o taat ve ibadeti bırakıp, yüz çevirince, hikmetim gereği onları helak etmek ve yeryüzünü onlardan temizlemek gerekti" diye cevap vermiştir. Bu ilgi son derece güzeldir, fakat bu izah Mu'tezile'nin görüşüne göre doğru olur. Cübbâî şöyle der: "Bu ayet, Allahü teâlâ'nın gökleri, yeri ve bu ikisi arasındaki herşeyi ancak hak olarak yarattığına delalet eder. Hak olduğu için de batıl ve boş olmaz. Çünkü batıl olarak yapılan ve batıl olsun diye yapılan hiçbirşey hak olamaz ve hak olarak yaratılmış olmaz. Bunun böyle olmasından, Allahü teâlâ'nın gökler ve yer arasında yaratmış olduğu küfür ve isyanların pek çoğunun batıl olduğunu iddia eden Cebriyye (ehl-i sünnet?) mezhebinin batıl olduğu anlaşılır." Bil ki ehl-i sünnet alimlerimiz şöyle demişlerdir: "Bu ayet, kulların fiillerinin yaratıcısının da Allahü teâlâ olduğuna delalet eder, çünkü bu ayet gökleri, yeri ve bunlar arasındaki herşeyi Allah'ın yarattığını göstermektedir. Kulların fiillerinin, göklerle yer arasında olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh kulların fiillerinin yaratıcısının da Hak Sübhanehû ve Teâlâ olması gerekir." Ayetin daha önceki kısımla münasebet ve ilgisi hususunda bir başka izah da şudur: Bu kıssaların Kur'ân'da zikredilmelerinin gayesi, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, kavminin hakkı tanımamalarına karşı sabra teşviktir. Çünkü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), geçmiş ümmetlerin de, Allah'ın peygamberlerine böyle yanlış ye ters muamelelerde bulunduklarını dinlediğinde, kavminin hakkı tammayışına ve taşkınlığına sabretmesi kolaylaşır. Sonra Allahü teâlâ, geçmiş ümmetlere de azablar indirdiğini beyan buyurunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Elbette o saat gelecektir" buyurmuştur. Bu, "Allah senin için, Kıyamette düşmanlarından intikam alacak, senin hasenatına ve onların günahlarına karşılık verecektir. Çünkü O, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları ancak hak, adalet ve insaf için yaratmıştır. Binâenaleyh senin işini ihmal etmesi, O'nun hikmetine nasıl uygun düşer?" demektir. Hak teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i kavminin eziyetlerine karşı sabra davet edince, bunun peşinden de, onların günah ve kusurlarına aldırmamasını emrederek, "Şimdilik sen aldırış etme" buyurmuştur. Bu, "Onlardan vazgec ve onlardan sana gelen şeylere sabır ve müsamaha ile karşılık vererek ve görmemezlikten gelerek güzel bir biçimde yüz çevir" demektir. Müsamaha Ayetleri Mensuh Değildir Bu ifadenin, seyf (cihad) ayetleri ile mensûh olduğu söylenmiştir, ama bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu ayetin maksadı, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, güzel huyunu, affını ve müsamahasını göstermesini istemektir. Binâenaleyh daha nasıl bu mensûh sayılabilir? Sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki senin Rabbin, hakkıyla yaratan, kemâliyle bilendir" buyurmuştur. Bu, "Allah mahlûkatı, böyle olacaklarını bilmesine rağmen farklı karakter ve huylarda yaratmıştır. Binâenaleyh durum böyle olunca, O, onları bu farklılığı bile bile böyle yaratmıştır" demektir. Ehl-i sünnetin görüşüne göre, Allahü teâlâ sırf böyle dilediği için ve meşî'etinden dolayı böyle yapmıştır; Mu 'tezile'ye göre ise, sırf maslahat ve hikmetinden ötürü böyle yaratmıştır. Allah en iyi bilendir. Allah'ın Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Üzerindeki Nimetleri 87Âyetin tefsiri için bak:88 88"Andolsun ki biz sana Seb'ül-Mesanfyi (tekrarlanan yediyi) ve şu Kur'ân-ı Azim'i verdik. Sakın, birtakımlarını faydalandırdığımız şeylere gözlerini dikip uzatma. Onların karşısında tasalanma. Mü'minler için de tevazu kanadını indir" Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, kavminin eziyyetine karşı sabra davet edip, ona, güzel ve tatlı muamelede bulunmasını emredince, bunun peşisıra, Hazret-i Muhammed'e verdiği büyük nimetleri zikretmiştir. Çünkü insan, üzerindeki nimetlerin çokluğunu hatırlayınca, affetmesi ve müsamahalı olması kolaylaşır. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Bil ki ayetteki "sana... yediyi... verdik" ifadesinin, "Yedi ayet, yedi sûre ve yedi fayda" manalarına gelmesi muhtemeldir. Ayetin lafzında, bunlardan birine belirli olarak delalet eden birşey yoktur. Ayetteki "mesânî" kelimesi cemidir ve müfredi, lafzıdır. "Mesnât", ikilenen şey demektir, yani ikili kılınan, tekrarlanan her şey demektir. Bu, bir şeyi eğip, ona bir ikincisini kattığında söylediğin, (o şeyi ikiledim) sözünden alınmıştır. Hayvanın diz kapaklarına ve dirseklerine, "mesânî" denmesi de bundan ötürüdür. Çünkü bunlar, pazu ve uyluklarla, ikilenmiş, katlanmıştır. Vadinin büküntülerine ve dönemeçlerine de "mesânî" denir. Bunu iyice kavradığında biz deriz ki, tabiri, "ikilenen şeyler cinsinden olan yedi şey" demektir. Bu kadarcık ifadenin mücmel olduğunda, ve bununla kastedilen mananın belirgin hale getirilmesi yolunun, bir başka delile dayanması gerektiğinde şüphe yoktur. Alimlerin bu hususta çeşitli görüşleri vardır: es-Seb'ul Mesânî Fatiha Süresidir Birinci Görüş: Bu, ekseri müfessirlerin görüşüdür: Buna göre, bu tabirle Fatiha sûresi kastedilmiştir. Bu, Hazret-i Ömer, Hazret-i Ali, İbn Mes'ûd, Ebu Hureyre (radıyallahü anhnhüm); Hasan el-Basrî, Ebu'l-Âliye, Mücâhid, Dahhak, Sa'îd b. Cübeyr ve Katâde'nin görüşüdür. Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Fatiha'yı okumuş ve "es-Seb'ul-Mesânî budur" demiştir. Bunu, Ebû Hureyre (radıyallahü anh) rivayet etmiştir. Fatiha'ya böyle denmesinin sebebi, yedi ayet oluşudur. Ona "Mesânî" (tekrarlanan) denilmesinin sebebine gelince, bu hususta pek çok izah yapılmıştır: a) "O, her rek'atta okunur" manasında, her namazda tekrarlanır. b) Zeccâc şöyle demiştir: "Fatiha'ya bu ad verilmiştir. Çünkü Fatiha kendisi ile birlikte okunan (zamm-ı sûre) ile katlanmıştır. c) Fatiha'nın ayetleri "Mesânî" adını almıştır. Çünkü o, ikiye ayrılmıştır. Bunun delili, Hazret-i Peygamber'den rivayet edilen şu hadis-i kudsîdir: "Allahü teâlâ buyurmuştur ki: "Namazı (yani Fatiha'yi), kendim ile kulum arasında iki kısma ayırdım." Bu meşhur bir hadistir. d) Fatiha'ya bu ad verilmiştir. Çünkü Fatiha, bir kısmı medh-ü sena, bir kısmı da duâ olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Çünkü Fatiha'nın ilk yarısı, Rubûbiyyet hakkıdır ki, bu övgüdür: ikinci yarısı da kulluğun hakkıdır ki, bu da duadır. e) Fatiha'ya, bu ad verilmiştir. Çünkü o, bir kere Kur'an'ın nüzulünün başlangıcında Mekke'de, bir kere de Medine'de olmak üzere iki kere nazil olmuştur. f) Fatiha'ya bu ad verilmiştir. Çünkü onun ifâdeleri tekrarlanmıştır. Rahman ile Rahim, İyyake na'büdü ile iyyâke nesta'în, sırata'l-müstakîm ile sırata'llezine ifadeleri Hazret-i Ömer'in kıraatine göre,"Gayri'l-mağdûbi aleyhim" ile "Gayrid-dâllîn" ifadeleri. ğ) Zeccâc şöyle der: "Fatiha'ya, Allah'ı medh-ü senâ'yı içine aldığı için "Mesânî" ismi verilmiştir. Bu medh-ü sena da. Allah'a hamd, O'nun tevhidi, O'nun melik ve mâlik oluşudur. Bu Tabirin Fatiha Sayılması Halinde Çıkan Hükümler Bil ki biz, ayetteki ifadesini Fatiha sûresi manasına aldığımızda, ortaya birçok hüküm çıkar: Birinci Hüküm: Kâdî, Ebu Bekir el-Esamm'ın şöyle dediğini nakletmiştir: "İbn Mes'ûd (radıyallahü anh), Fatiha'yı, Kur'ân'dan değildir fikri ile, özel mushafına yazmamıştır." Ben derim ki: Belki de İbn Mes'ûd'un bu husustaki delili şu idi: "Seb'û'l-Mesânî" ile Fatiha'nın kastedildiği sabit olup, Cenâb-ı Hak bu ayette, bu tabiri "Kur'ân-ı Azim" kelimesi üzerine atfedip ma'tûf ve ma'tûfun aleyh birbirinden başka şeyler olunca, Seb'ul-Mesânî'nin, Kur'ân'dan başka birşey olması gerekir. Fakat bu, "Hatırla o zamanı ki biz, peygamberlerden misâklarını almıştık. Senden de, Nûh'dan da (Ahzâb, 7) ayeti ile müşkillik arzeder. "Kim Allah'a, meleklerine, Cebrail'e ve Mikâil'e düşman olursa" (Bakara, 98) ayeti de böyledir. Hasmın bunu şöyle cevaplaması mümkündür: "Bu ayetlerde önce küll (bütün) zikredilmiş, sonra onun kısımlarının en şereflisi olan bazı parçaları, ona atfedilmiştir. Fakat birşey zikredilip, sonra ona ("ve" diye) başka birşey atfedildiğinde, önce zikredilen, ikinci olarak zikredilenden başta olmuş olur. Bu adette de Cenab-ı Hak, önce "Seb'an mine'l-mesani"yi zikretmiş, sonra ona Kur'ân-ı Azîm'i atfetmiştir. Binâenaleyh, bu ikisi arasında "başkalığın" bulunması (yani bunların iki ayrı şey olması) gerekir." Buna verilecek doğru cevap şudur: Birşeyin parçası, onun bütününden başkadır. Binâenaleyh bu kadarcık bir başkalık, atfın yerinde olabilmesi için niçin yeterli olmasın? Allah en iyi bilendir. İkinci Hüküm: Ayetteki, "Seb'an mine'l-mesânî" ifadesinden kastedilen Fatiha sûresi olunca, bu, Fatiha sûresinin şu iki açıdan Kur'ân sûrelerinin en faziletlisi olduğuna delâlet eder: 1) Kur'ân'ın bir parçası olmasına rağmen, bunun Kur'ân'la beraber ayrıca ve özellikle zikredilmesi, onda bulunan bir şeref ve faziletten ötürü olması gerekir. 2) Allahü teâlâ bu sûreyi iki kere indirdiğine göre, bu, Fatiha'nın daha faziletli ve kıymetli olduğuna delalet eder. Bunu böyle olduğu sabit olunca biz diyoruz ki: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, Ömrü boyunca bütün namazlarında bu sûreyi okumaya devam edip, hiçbir namazında, bunun yerine başka bir sûreyi okumadığını bildiğimize göre, bu durum, mükellefin, namazlarında Fatiha'yı okumasının, diğer Kuran ayetlerini bunun yerine koymamasının ve böyle bir değiştirmekten sakınmasının gerekli ve farz olup, değiştirmesinin büyük bir hata olacağına delalet eder. Allah en iyi bilendir. İkinci Görüş: "Sebû'l-Mesânî' ile, yedi uzun sûre kastedilmiştir. Bu, İbn Ömer (radıyallahü anh) ile bir rivayete göre de Sa'îd b. Cübeyr ve Mücâhid'in görüşüdür. O yedi uzun sûre, Bakara, Al-i İmran, Nisa, Malde, Enam, Araf ve Tevbe ile birlikte Enfal sûreleridir. Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: "Bu surelere "Mesânî" ismi verilmiştir. Çünkü farzlar, cezalar, darb-ı meseller ve ibret alınacak (kıssalar) bu surelerde tekrar tekrar gelmiştir." Rebî, bu görüşü benimsemez ve şöyle der: "Bu ayet Mekkî'dir, halbuki bu yedi sûrenin çoğu Medenî'dir. Onlardan hiçbirşey Mekke'de nazil olmamıştır. Binâenaleyh bu ayeti bu manaya almak nasıl mümkün olabilir?" Bazıları bu müşkile şöyle cevap vermişlerdir: Allah, Kur'ân'ın tamamını önce birinci semaya indirmiş, sonra onu oradan, parça parça Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirmiştir. Binâenaleyh Allah onu birinci (bize en yakın) semaya indirip, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indireceğine hükmedince, henüz ona birşey inmemiş olsa bile, inmiş gibi olur. Birisi çıkıp şöyle diyebilir: Allahü teâlâ "Andolsun ki biz sana Seb'u'l-Mesânfyi verdik" buyurmuştur. Bu, ancak onlar Hazret-i Peygamberin eline geçtiğinde söylenebilecek bir sözdür. Ama Allah'ın Kur'ân'ı toptan birinci semaya indirip, henüz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ulaşmamış olunca, bu hususta bu sözün söylenmiş olması doğru olmaz. Ama "Allahü teâlâ, onu Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indireceğine hükmedince, bu, onun üzerine inmiş gibi olur" şeklindeki söze gelince, bu izah zayıftır. Çünkü henüz indirilmemiş bir şeyin, indirilmiş gibi kabul edilmesi zahire muhaliftir. Orta Uzunluktaki Sûreler Sayanlar Üçüncü Görüş: "Seb'ûl-Mesânî" ile seb-i tıval ile ayet sayısı yüz civarında olan sûrelere göre, ayet sayısı daha az olan, ama mufassal sûrelere göre de ayet sayısı daha çok olan sûreler kastedilmiştir. Bu görüşü, bazı âlimler tercih etmiş ve buna Sevbân'ın rivayet ettiği şu hadisi deli) getirmişlerdir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Allahü teâlâ bana, Tevrat'a karşılık yedi uzun sûreyi, incil'e karşılık mfûnu (yüz ve civarında ayet sayısına sahip sureleri), Zebur'a karşılık Mesânfyi verdi ve Rabbim beni, mufassal sûreleri vererek üstün kıldı, (onlardan fazlasını verdi Benzeri bir hadis: Mrimî, Fezâilü'l-Kur'ân, 17 (Z/463). buyurmuştur. Vahidî: "Bu sûreleri, "Mesânî" diye adlandırmak, tıpkı uzun sûreleri "Mesânî" diye adlandırmak gibidir" demiştir. Ben derim ki: Bu açıklamanın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından yapıldığı doğru ise, buna diyecek yok. Fakat bu rivayet sahih değil ise, bu görüş müşkillik arzeder. Çünkü "Seb'u'l-Mesânı" denen şeyin, diğer surelerden faziletli olması gerektiğini açıklamıştık. Halbuki âlimler, bu görüştekilerin "Mesânî" diye adlandırdıkları sûrelerin, başka sûrelerden daha faziletli olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Binâenaleyh "Mesânî"yi bu manaya almak imkânsızdır. es-Seb'ul-Mesânî, Kur'ân Demektir Dördüncü Görüş: "Seb'ui-Mesânı "ile bütün Kur'ân kastedilmiştir. Bu, ondan gelen bir rivayete göre, İbn Abbas'tan nakledilmiş olup, aynı zamanda Tâvus'un görüşüdür. Bu görüşün delili, "Allah kelâmının en güzelini müteşâbih ve mesânî olarak indirmiştir" (Zümer, 23) ayetidir. Allahü teâlâ, bu ayette bütün Kur'ân'ı "Mesânî" olarak nitelemiştir. Bu görüşde olanlar, ayetteki "yedi" ve "Mesânî" sözü ile ne kastedildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Buradaki "yedi" hakkında şu izahları yapmışlardır: 1) Kur'ân, yedi bölümdür. 2) Kur'ân, yedi çeşit ilmi ihtiva etmektedir. Tevhîd, nübüvvet, maâd, kazâ-kader, âlemin ahvâli, kıssalar ve teklifler. 3) Kur'ân, emir, yasak, haber (verme), istihbar (haber sorma), nida, kasem ve meseller gibi şeyleri kapsamaktadır. Kur'ân'ın tamamını "Mesânî" diye vasfetmeye gelince, Kur'ân'da tevhîd, nübüvvet ve mükellefiyetin delillerinin teki arlanmasından dolayıdır. Bu görüş de zayıftır. Zfra, şayet bu ifâdeyle, Kur'ân'ın tamamı kastedilmiş olsaydı, o zaman, Cenâb-ı Hakk'ın aynı ayetteki, "ve şu Kur'ân-ı Azim 'i verdik" buyruğunun, bir şeyin yine kendisine atfedilmiş olması gerekirdi ki, bu caiz değildir. Buna, şu şekilde de cevap verilmiştir: Bu kelimenin başına, lafızlar farklı olduğu için, atıf harfinin getirilmesi, güzel ve yerinde olmuştur. Nitekim şair de: "Muazzam, yiğit oğlu yiğit, en sıkışık ve tehlikeli yerde, alayın aslanı olan krala..." demiştir. Bil Ki bu, bu beyitte geldiği için, her ne kadar caiz ise de, ancak ne var ki ulemâ, asıl olanın böyle olmadığı, bunun aksi olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Beşinci Görüş: Ayetteki, "yedi" sözüyle, Fatiha sûresinin murad edilmiş olması caizdir. Çünkü Fatiha'nın ayet sayrsı yedidir. "Mesânr" sözüyle de, bütün Kur'ân'ın kastedilmiş olması caizdir. Buna göre ifadenin takdiri, "Andolsun ki biz sana yedi ayet verdik ki, bu Fatiha'dır; Fatiha da, Kur'ân demek olan, "Mesânî" cümlesindendir" şeklinde olur. Bu görüş, birincinin aynısı olup, aralarında pek az fark bulunmaktadır. Allah en İyi bilendir. Bu, ayetteki tabirindeki "min" lafzıyla alakalıdır. Zeccâc şöyle der: "Bu hususta şu iki izah yapılmıştır: a) Bunun, teb'îz ifade etmesi. Buna göre kelamın takdiri, "Biz, sana andolsun ki, kendisiyle, Allah'a övgü ve senada bulunulan ayetler nevînden olan yedi ayeti verdik ve sana, Kur'ân-ı Azim'i de verdik" şeklindedir. b) Bu edatın zâid olması da mümkündür. Buna göre mana, "Şana, "Mesânî" olan "yedi'yi verdik" şeklinde olur. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "O halde murdar olan putlardan kaçının"(Hacc,30) ayeti gibidir. Bu ayetin manası, "Pullardan kaçınınız" şeklinde olup, yoksa, "onların sadece bir kısmı pistir" manasında değildir. Allah en iyi bilendir. Cenâb-ı Hak, "Sakın, birtakımlarını faydalandırdığımız şeylere gözlerini dikip uzatma " buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ, peygamberine, dinî konulardaki nimetinin büyük olduğunu, ki bu ona, "Mesanî"den "yedi" ile Kur'ân-ı Azim'i vermiş olmasıdır, bildirince-, O'nu, dünyaya arzu duymaktan nehyetmiş ve ona arzu duyarak, iki gözünü ona doğru dikmekten sakındırmıştır. Gözü dikmenin ne demek olduğu hususunda birkaç görüş vardır: Birinci Görüş: Buna göre, Hazret-i Peygamber'e sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Sana, Kur'ân-ı Azim verildi. Binâenaleyh, senin gönlün ve zihnin dünyaya yönelmekle meşgul olmasın." "Kur'an'ı teganni ile okumayan, (Kur'ân'ı dilinden düşürmeyen) bizden değildir' Buhâri, Tevhid. 44. hadisi de bu manadadır. Ebu Bekr şöyle demiştir: "Kime Kur'ân verilir de, o da, başkasına verilmiş olan dünyafiğı kendisine verilmiş olan Kur'ân'dan daha üstün görürse, büyük olanı küçültmüş; küçük olanı da gözünde büyütmüş olur." Denildiğine göre, beldelerin birinde, Kurayza ve Nadîr yahudîlerine, kendilerinde çeşitli elbise, koku, mücevherat ve diğer eşyaların bulunduğu yedi kervan çıkagelir. Bunun üzerine müslümanlar: "Şayet bu mallar bizim olsaydı, biz bununla güç ve kuvvet kazanır, bunları Allah yolunda infâk ederdik" dediler. Bunun üzerine Allahü teâlâ onlara sanki, "Andolsun ki ben size yedi ayet verdim. Bunlar, bu yedi kafileden muhakkak ve muhakkak daha hayırlıdırlar" demiştir. İkinci Görüş: İbn Abbas, bu ifâdenin manasının, "Kendisiyle, herhangi bir kimseyi üstün kıldığımız dünya metâını temenni etme!" şeklinde olduğunu söylemiştir. Vahidî de bu manayı izah ederek şöyle der: "Bir kimse, bakışını ve diğer hasselerini iyice devam ettirip diktiğinde, ancak iki gözünü o şeye uzatmış ve dikmiş olur. Bir şeye, gözünü dikip ona alabildiğince bakmak ise, o kimsenin onu arzuladığına ve beğendiğine, temenni ettiğine delâlet eder. Halbuki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), dünya metâından hoşuna gidebilecek şeylere, bu şekilde bakmıyordu. Rivayet olunduğuna göre o, Benî Müstalık'ın idrarları ve kığılan üzerine bulaşarak kurumuş olan davarlarına bakmış, bunun üzerine, elbisesini hemen yüzüne ve başına çekerek, bu ayeti okumuştur." O deve, sığır ve koyunların, idrar ve dışkılarının uylukları ve budları üzerinde kuruması ise, onların bahar mevsiminde besiye alınıp, böylece de et ve yağların fazlalaşması maksadının güdülmesinden dolayıdır ki, bu, en güzel besi biçimidir. Üçüncü Görüş: Bazıları da, bu ifadenin manasının, "Kendisine dünyalık verilmiş olan hiç kimseye haset etme!" şeklinde olduğunu söylemiştir. Kadî, bu mananın uzak olduğunu, zira, herkesin haset etmesinin çirkin ve kötü olduğunu; hasedin, başkasının nimetinin yok olmasını istemek olduğunu; bunun ise, Allah'a itiraz etmek ve O'nun hüküm ve kazasını beğenmemek gibi bir şey olacağını; dolayısıyla bunu, herkesin yapmasının çirkin olacağını; bunun, sadece Hazret-i Peygamber'e. tahsis edilmesinin güzel olmayacağını söylemiştir. Ayetteki "ezvâcen minhüm" ifadesine gelince, İbn Kuteybe bu kelimeye "Çeşitli kâfirler"manasını vermiştir, ez-Zevç kelimesi, Arapça'da kısım, çeşit anlamına gelir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "îman etmezlerse, onlar için tasalanma" buyurmuştur. Bu, "eğer onlar iman etselerdi, İslâm onlar sayesinde güçlenir ve onlar sayesinde mü'minler toparlanarak kalkınırdı" diye düşünme" demektir. Netice olarak diyebiliriz ki: Cenâb-ı Hak, "Sakın birtakımlarını faydalandırdığımız şeylere gözlerini dikip uzatma" ifadesiyle, Hazret-i Peygamber'i, onların malına; "onlara tasalanma" ifadesiyle de, onların kendilerine iltifat etmekten ve kalbinde, onlara karşı herhangi bir saygı ve kıymet duygusu taşımaktan nehyetmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Mü'minler için de tevazu kanadım indir" buyurmuştur. "Hatada" fiilinin Arapça'daki manası, kaldırmanın, yükseltmenin zıddıdır. Cenâb-ı Hakk'ın, Kıyameti vasfederken söylediği "Alçaltan yükselten" (Vakıa,3) ayeti de bu manadadır. Yani o Kıyamet, günahkârları alçaltın mutî kulları ise yükseltir, demektir. O halde, "hafd" kelimesinin manası, "düşürmek, alçaltmak" demektir. İnsanın kanadıysa, kollarıdır. Nitekim Leys, 'İnsanın kolları, onun kanatlarıdır" demiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Korkudan kanadını (ellerini) kendine kavuştur" (Kasas, 32) ayeti de bu manadadır. Kanattan alçaltmak, yumuşaklık, şefkat ve tevazudan bir kinayedir ki, bundan maksat ise, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Peygamber'i, kâfirlerin o zenginlerine iltifat edip onlara değer vermekten nehyedip, O'na müslüman fakirlere tevazu göstermesini emretmektir. Bunun bir benzeri de, "mü'minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı, onurlu ve zorlu" (Maide, 54) ayetiyle, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabını vasfederken buyurduğu, "kâfirlere karşı çetin, sert, kendi aralarında merhametlidirler"(Fetih,29) ayetidir. 89Âyetin tefsiri için bak:91 90Âyetin tefsiri için bak:91 91'Ve de ki: "Şüphesiz ben, (evet) ben, açıkça uyaranım." Nitekim iş bölümü yapanlara, Kur'ân'ı parça parça yapanlara da (öyle azab) indirmiştik". Bil ki Allahü teâlâ, peygamberine, dünyada zühdü ve mü'minlere kanat germeyi emredince, o kavme (müşriklere), "şüphesiz ben, (evet) ben, açıkça uyaranım" demesini de emretmiştir ki, bu ifadenin muhtevasına, O'nun hem nezir, uyarıcı olması; hem de, bütün teklifleri tebliğ etmesi dahildir. Zira, vacibin yapamamasından, haramın da yapılmasından dolayı ikâb, ceza terettüp eder. Binâenaleyh böylesi bir cezanın vaki olacağını bildirmek, "nezîr" (uyarıcı, sakındırıcı) sözünün muhtevasına girer. Yine onun muhtevasına, Hazret-i Peygamber'in, mükâfaat, cezâ, cennet ve cehennem mertebelerini beyan etmesi de dahildir. Cenâb-ı Hak, "nezîr" kelimesinin peşinden "mübîn" sözünü getirmiştir ki bu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bütün bu hususlarda, yeterli ve tam bir açıklamada, beyanatta bulunduğunu; onun, eksiksiz deliller getirmiş olduğunu ifade eder. Daha sonra Allahü teâlâ "Nitekim iş bölümü yapanlara... indirmiştik" buyurmuştur ki, bu ifadeyle ilgili iki bahis bulunmaktadır: Muktesimtn Kelimesinin Tefsiri Birinci Bahis: Alimler, muktesimîn'in kim olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu hususta da şu görüşler ileri sürülmüştür: Bunlar İslâm Yolunu Kesmek İçin Çalışanlardır Birinci Görüş: İbn Abbas şöyle demiştir: "Bunlar, insanları, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman etmekten alıkoymak için, Mekke yollarını bölüşerek oraları kesen kimselerdir ki, bunların sayıları kırk civarındaydı." Mukâtil İbn Süleyman, bunların hacc mevsiminde, Velîd İbn el-Muğîre'nin göndermiş olduğu kimseler olduğunu ve onların, 'Mekke'ye girmek isteyen kimselere, "Taşradan gelenleri aldatmayın, nübüvvet iddiasında bulunan (o Muhammed) mecnûndur!" diyerek, Mekke'nin sokak ve yollarını paylaşan kimseler olduğunu, onların, insanları Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, "O bir sihirbazdır, kâhindir, bir şairdir" diyerek uzaklaştırdıklarını; İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hakk'ın, bu kimselere, rezil ve rüsvaylığını indirdiğini, böylece de onların İaşeler gibi geberdiklerini, söylemiştir ki, bu izaha göre ayetin manası, "Ben sizi, "muktesimîn"in başına gelenin bir mislinin de sizin başınıza gelmesinden sakındırıyorum" şeklinde olur. İkinci Görüş: Bu, İbn Abbas'ın görüşü olup, ondan gelen rivayetlerin birisinde o, "Muktesimîn, yahudî ve hristiyanlardır" demiştir. Alimler, Allahü teâlâ'nın, yahudî ve hristiyanları, neden dolayı bu şekilde adlandırdığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak şöyle demişlerdir: Çünkü onlar Kur'ân'ı paramparça ederek, (ellerindeki) Tevrat'a uyana iman etmişler, uymayanı ise, kabul etmeyip inkâr etmişlerdir. Ikrime şöyle demektedir: "Zira onlar, Kur'ân'la alay etmek için Kur'ân'ı parçalamışlar; içlerinden bir kısmı, "Bu sûre benim içindir (benim hakkımdadır)";bir kısmı da, "şu sure de benim hakkımdadır" diyerek alay ediyorlardı." Mukatil İbn Hibban da: "Onlar Kur'ân'ı, kısımlara ayırarak, bazıları onun sihir, bazıları onun şiir, bazıları yalan ve uydurma, bazdan da onun, evvelkilerin efsaneleri olduğunu söylemiştir" demiştir. Üçüncü Görüş: İbn Zeyd şöyle demiştir: "Bunlar, Salih (aleyhisselâm)'in kavmidir. Çünkü onlar, andlaşarak, "Ona ve ehline, muhakkak ki bir gece baskın yapalım" demişlerdi. Derken, melekler onları taşlamış, böylece de onları helak etmişlerdi. Buna göre "el-Muktesimîn" kelimesi "taksimat" kökünden değil, kasem, yemin kökünden olur ki, bu İbn Kuteybe'nin tercihidir. İkinci Bahis: Cenâb-ı Hakk'ın, "kemâ enzelna" 'indirdiğimiz gibi" ifadesi, herhangi bir şeyin bu şeye teşbih edilmesini gerektirmektedir. O halde, o şey nedir? Buna, şu iki şekilde cevap verilmiştir: 1) Kelamın takdiri, "inâdları ve cehaletleri yüzünden, Kur'ân'ın bir kısmının, Tevrat ve İncil'e uyduğu için, hakk olduğunu; bir kısmının da, onlara uymadığı için, batıl olduğunu söyleyip de, böylece Kur'ân'ı hak ve batıl diye iki kısma ayırmak suretiyle, onu paramparça eden Ehl-i Kitâb'a (azab) indirdiğimiz gibi, andolsun ki buna karşılık sana da, tekrarlanan yedi ayeti, "Mesani"yi ve Kur'ân-ı Azîm'i verdik" şeklindedir. Buna göre şayet, "Böyle olması halinde, "müşebbeh" (benzetilen) ile "müşebbehun bih" (kendisine benzetilen) arasına daha nasıl, "Sakın birtakımlarını faydalandırdığımız şeylere gözlerini dikip uzatma"(Hicr. 88) ifadeleri girebilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, kavminin kendisini yalanlayıp ona düşmanlık yapmasına mukabil bir tesellî olunca, bu iki şeyin arasına, onu, onların dünyalarına ve dünyalıklarına iltifat etmekten ve onların küfürleri sebebiyle üzülmekten nehyetme gibi, teselliye medar ve dayanak olan şeyler, ifadeler girmiştir. 2) Bu sözün, Cenâb-ı Hakk'ın, "ve de ki: "Şüphesiz ben, (evet) ben, açıkça uyaranım" ifadesiyle ilgili olmasıdır. Bil ki bu izah, ancak şu iki şeyden birisiyle tam ve kâmil olur: a) Herhangi bir takdirin yapılabileceğini kabul etmek; b) Ayette bir hazfin bulunduğunu söylemek. "İzmâr"a gelince, bu, kelamın takdirinin, "Ben sizi, Kur'ân'ı paramparça edenlere indirdiğimiz o azab gibi olan bir azabtan, apaçık bir biçimde inzâr edenim" şeklinde olmasıdır. Bu izaha göre, "müşebbeh" durumunda olan ve kendisine "müşebbehun bih" in delalet ettiği meful hazfedilmiş olur. Bu, senin tıpkı, "Güzellikte, ay gibi olanı gördüm" demen gibi olur ki bu, "Güzellikte ay gibi olan bir insan gördüm" demektir. Hazfe gelince, bu da, kâfin zâid olduğunun söylenmesidir. Buna göre kelamın takdiri, "8en, Kur'ân'ı paramparça edenlerin başına indirdiğimiz şeyden, sizi apaçık uyaranım" şeklinde olur. Kâfin ziyade olmasının, Kur'ân'da benzerleri bulunmaktadır. Bu da "Onun benzeri gibisi yoktur" (Şûra. 11) ayetidir ki, bunun takdiri, "Onun misli yoktur" şeklindedir. Bazıları da, ne böyle bir izmâr'a, ne de böyle bir hazfe ihtiyaç bulunmadığını; buna göre kelamın takdirinin, "Ben, apaçık bir uyarıcıyım. Yani, Kureyş'i, Kur'ân'ı paramparça edenlere indirdiğimiz azâb gibisinden sakındırıyor ve uyarıyorum" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Kur'ân'ı parça parça yapanlara da (öyle azab) indirmiştik" buyruğuna gelince, bununla ilgili iki bahis bulunmaktadır: Birinci Bahis: Bu lafızla ilgili iki görüş bulunmaktadır: a) Bu kelime, muktesimîn kelimesinin sıfatıdır. b) Bu kelime mübtedâ, haberi ise, "...onlara muhakkak soracağız" (Hicr, 92) ifadesidir. Bu görüş, İbn Zeyd'e aittir. İkinci Bahis: Dil alimleri (......) kelimesinin müfredi hakkında, şu iki görüşü ileri sürmüşlerdir: Birinci Görüş: Bunun müfredi, tıpkı ve kelimeleri gibi şeklinde olup, aslı ('ıdvetun)'dür. Bu, bir şeyi paramparça ettiğin zaman söylediğin " 'Adaytu'ş-şey'e" deyiminden alınmıştır. O halde, o şeyin her bir parçasına, " 'ıdatun" denilir. Bu kelime, kendisinden, fitlin lâmu'l-fiili olan vâv'ın noksanlaşmış olduğu, (hazfedildiği) cinsten bir kelimedir. "Ta'dıye" cüzlere bölmek, parçalara ayırmak demektir. Nitekim parçalara, kısımlara ayırdığında, " 'Addaytu'l-cezûre ve'ş-şâte ta'dıyeten" "Deveyi ve koyunu kesip parçalara ayırdım, parçalara ayırmak" dersin. Hadis-i şerifte de, "Mirasta, ancak taksimatı kabul eden şeylerde parçalama, bölme olur" Beyhaki, es-Sünehü'i-Kübra, 10/133. buyurulmuştur. Yani, Kıymetli taş ve kılıç gibi, parçalanamayan şeylerde parçalama yoktur. O halde, Cenâb-ı Hakk "Kur'ân'ı parça parça yaptılar" ifadesiyle, onların, o Kur'ân'ı parçalayıp da, "Bu bir sihirdir; bu bir şiirdir; bu, öncekilerin efsaneleridir; bu, uydurulmuş şeydir" demelerini kastetmiştir. İkinci Görüş: Bunun müfredi, " ıdatun" (Âlat) olup, aslı, " Adhatun dür. Araplar, iki hânın, bir arada bulunmasını ağır buldukları için, " 'ıdatun" demişlerdir. Nitekim onlar, "Şefetun" derler ki, bunun aslı, "Şefhetun" dür. Bunun delili, onların "Şâfehtu-Müşâfeten", "Ağız ağıza konuştun-Ağız ağıza konuşmak" demeleridir. Bazı görüşlere göre, "sene" (sene, yıl) kelimesinin aslı da, "senhe"dir. Bu kelime, "yalan" manasına gelen " 'Adh" (......) kelimesinden alınmıştır. "Yalandan kaçının ve sakının" Kenzu'l-Ummal, 3/4348. hadisi de bunun gibidir. İbnu Sikkît şöyle demiştir: "el-Adhu kelimesinin manası, bir kimsenin bir kimseye iftirada bulunarak, onda bulunmayan bir şeyi, onun hakkında söylemesidir." Bu, Leys'in rivayetine göre, Halil İbn Ahmed'in görüşüdür. Buna göre ayetinin manası, "Onlar, o "Kur'ân'ın uydurulmuş olduğunu kabul ettiler ve söylediler" şeklinde olur." "Idatun" kelimesi, kendisinden hazfedilen harften dolayı, cenvi müzekker salim vezninde cemilenmiş, böylece de, kendisinden hazfedilen şeye mukabil olsun diye vâv ve nûn ile çoğul yapılmıştır. 92Âyetin tefsiri için bak:96 93Âyetin tefsiri için bak:96 94Âyetin tefsiri için bak:96 95Âyetin tefsiri için bak:96 96"İşte Rabbine andolsun ki onlara, topuna, yapmakta oldukları şeyleri elbette soracağız. Şimdi sen ne ile emrolunuyorsan, apaçık bildir. Müşriklere aldırış etme. Allah'la beraber diğer bir tanrı daha tanıyan o alaycılara muhakkak ki biz yeteriz. Onlar, yakında bileceklerdir". Bu ayetlerle ilgili birkaç husus vardır: Cenâb-ı Hakk'ın, "İşte Rabbine andolsun ki onlara, topuna... elbette soracağız" ifadesinin, Kur'ân'ı paramparça eden o "muktesimîn" ile ilgili olması muhtemeldir. Çünkü, zamirin en yakına râci olması daha uygundur. Buna göre kelamın takdiri, "Allahü teâlâ, onların Kur'ân'ı kısımlara ayırmalarından ve diğer günahlarından dolayı, o "muktesimîn"e hesap soracağına dair, zâtına, kendisine yemin etmiştir" şeklinde olur. Bu ifadenin, bütün mükelleflerle ilgili olması da muhtemeldir. Çünkü onlardan da, daha önce geçen, "Ve de ki: "Şüphesiz ben, (evet) ben, açıkça haber verenim" (Hıcr, 69) ayetinde bahsedilmişti. Bu, "Bütün insanlar için gönderilmiş, apaçık bir uyarıcıyım" demektir. Bu demektir ki bu ifade, hem mü'minleri, hem de kâfirleri içine almaktadır. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, "İşte Rabbine andolsun ki onlara, topuna... elbette soracağız" buyruğunun, bütün herkesle alâkalı bir söz olması gerekir. O halde, bu "soru sorma ve hesaba çekme ya insanların küfründen veya imanlarından olacaktır" diyen kimsenin sözünün manası yoktur. Bilakis hesaba çekme, her ikisinden ve bütün amellerden olacaktır. Çünkü lafız, genel (âmm) olup, hepsini içine almaktadır. Sorguya ve Sorulmamaya Dair Ayetlerin Bağdaştırılması Buna göre şayet, "onlara topuna.,. soracağız" ifadesiyle, 'işte o gün ne insana, ne cinne günahı sorulmayacak"(Rahman, 39) ayetleri nasıl telif edilebilir?" denilirse, alimler buna birkaç şekilde cevap vermişlerdir: 1) İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Onlara, istifham yoluyla soru sorulmayacaktır. Çünkü Cenâb-ı Hak, onların bütün amellerini bilir. Onlara ancak, kınama ve azarlama üslûbunda soru sorulacak ve, "Şunu niçin yaptınız?" denilecektir. Bir kimse, "Bu cevap zayıftır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "İşte o gün ne insana, ne cinne günahı sorulmayacaktır" (Rahman, 39) buyruğundan murad, istifham üslubunda soru sormak olsaydı, bu olumsuzluğun "işte o gün" ifadesiyle tahsis edilmesinde bir mana olmazdı. Zira, böylesi bir soru ve istifham, Cenâb-ı Hak hakkında, bütün zamanlarda imkânsızdır. 2) Bu olumsuzluğun, sormamanın bazı zamanlara; olumluluğun, sormanın ise, başka bir vakte hasredilmesi. Çünkü Kıyamet günü, çok uzun bir gündür. Bir kimse şöyle diyebilir: Cenab-ı Hakk'ın, 'İşte o gün ne insana, ne cinne günahı sorulmayacaktır" ifadesi, o günde sualin vaki olmayacağını açıkça bildirmektedir. Binâenaleyh, o günün bölümlerinden herhangi birisinde sual vaki olmuş olsaydı, o zaman tenakuz ve çelişki hasıl olurdu. 3) Bizim şöyle dememizdir: Cenâb-ı Hakk'ın, "İşte o gün ne insana, ne cinne günahı sorulmayacaktır" ifadesi, nefyin umumîliğini; "işte Rabbine andolsun ki onlara, topuna yapmakta oldukları şeyleri elbette soracağız" ifadesi de, "muktesimîn"e ait ve râci olup, has, hususî bir ifadedir. Hususi ifadenin, genel (umumî) olan ifadeden önce geldiğinde şüphe yoktur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Şimdi sen ne ile emrolunuyorsan, apaçık bildir" buyruğuna gelince, bil ki, sad kelimesi Arapça'da yarmak ve ayırmak anlamındadır. Nitekim, İbnu's-Sikkît, Cerîr'in şu beytini okumuştur: "Bu halife var ya, sizin için hükmettiğine razı olun. Ancak hakla hükmeder ve meseleleri fasleder. Sözünde, zulüm ve haksızlık yoktur." Buradaki "yasda'u" kelimesi "fasleder, ayırır" anlamındadır. Nitekim, topluluk dağıldığı zaman da, "Tasadda'a'l-kavmu" denilir. Cenâb-ı Hakk'ın, "o gün (butun insanlar) bölük bölük ayrılacaklardır" (Rum. 43) ayeti de böyledir. Ferrâ, bunun (Rûm. 43) manasının, "dağılırlar, kısım kısım ayrılırlar" şeklinde olduğunu söylemiştir. "Sad' " kelimesi cam hakkında kullanıldığında, ayırmak, koparmak, kırmak anlamına gelir. Ben de derim ki: "Kafatası kemikleri bu sırada, adeta parçalanıyor gibi olduğu içindir ki, başağrısına muhtemelen bu isim, suda' ismi verilmiştir. el-Ezheri de şöyle demiştir: "Sabaha, "el-felak" denildiği gibi, Sadî' de denilir. Nitekim Arapça'da, fecr çatladı, yarıldı; sabah ortaya çıktı, sabah oldu manalarında, "İnsada'a, infeleka'l-fecru; infetara's-subhu" denilmektedir. Bunu iyice anladığın zaman bil ki, ayetinin manası, "Hak ile batılın arasını ayır" şeklinde olur. Zeccâc ise: "Bunun manası, "Emrolunduğun şeyi açıkla, znâr et" şeklindedir. Çünkü Arapça'da, bir kimse açık bir biçimde delilini ortaya koyup konuştuğunda, senin tıpkı, "Onun, sarîh sarîh söyledi; apaçık ortaya koydu" sözünde de olduğu gibi, "Sada'a bi'l-hucceti" denilir" demiştir. Bu açıklama da gerçekte, yarmak ve ayırmak manasına gelir. Ona râci olur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen ne ile emrolunuyorsan" buyruğu hususunda id görüş bulunmaktadır: 1) Buradaki "mâ'"nın, "ellezî" anlamında olması. Yani, "Emrolunmakta olduğun şeriatları ve yasaları" (Bimâ tu'meru bihi mine'ş-şerâi') demektir. Ancak buradaki harficer (..bihî..) düşmüştür. Bu, şâirin tıpkı şu sözünde olduğu gibidir "Sana hayrı emrettim; binâenaleyh sen, emrettiğimi yap!" 2) Buradaki "mâ"nın masdariyye olmasıdır. Yani, "Sen, kendi işini (emrini) ve 3-rumunu, onlara apaçık olarak anlat" demektir. Alimlerin ifadesine göre, bu ayet razi oluncaya kadar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) nübüvvetini gizliyordu. Cenâb-ı Hak, daha sonra, "Müşriklere aldırış etme" buyurmuştur. Yani, "onlara aldırma; onların, nübüvvet davetini izhâr etmen sebebiyle seni kınamalarına hiç iltifat etme, aldırış etme" demektir. Bazı alimler, bu hükmün, savaş ayetiyle mensûh olduğunu söylemiştir ki, bu zayıftır. Çünkü buradaki yüz çevirmenin anlamı, onlara aldırış etmemedir ki, binâenaleyh bu hüküm, mensûh olmaz. Cenâb-ı Hakk, "O alaycılara muhakkak ki biz yeteriz" buyurmuştur. Denildiğine göre bunlar, müşriklerden şu beş kişiydiler: Velîd İbnu'l-Muğîre, Âs İbn Vâil, Adiyy İbn Kays, el-Esved İbnu'l-Muttalib ve el-Esved İbn Abdi Yegûs. Cebrail (aleyhisselâm), Hazret-i Peygamber'e, "Ben, onların hakkından gelmekle emrolundum" dedi ve, Velid'in topuğuna işaret etti. Derken Velîd, ok yığınlarının yanından geçerken, elbisesine bir ok takıldı. Kibirinden dolayı ise Velîd, onu almaya eğilmedi. Bunun üzerine ok, topuğundaki bir damara isabet etti; okun damarı kesmesi üzerine, Velîd öldü. Sonra, Âs İbn Vâil'in ayak ayasına işaret etti. Derken oraya, bir diken girmişti. Bunun üzerine İbn Vâil, "ayağıma bir şeyler battı, ayağımı yılan soktu!" dedi. Şişen ayağı değirmen taşı gibi oldu ve öldü. Cebrail, derken el-Esved İbnu'l-Muttalib'in gözlerine işaret etti. O, birden kör oldu. Adiyy İbn Kays'ın burnuna işaret etti; o, burnundan irin sümkürdü ve öldü. Derken Cebrail, bir ağacın dibinde oturmakta olan el-Esved İbn Abdi Yeğûs'a işaret etti. O da ölünceye kadar, başını ağaca, yüzünü dikenlere vurdurup durdu. Bil ki müfessirler, bu alaycıların sayısı, onların isimleri ve istihza yollan hakkında ihtilaf etmişlerdir ki, onların bilinmesine ihtiyaç yoktur. Bilinen miktar şudur ki, onlar muayyen bir kesim olup, güç, kuvvet ve riyaset sahibi İdiler. Çünkü, kadri yüce ve makamı ulu olan Hazret-i Peygamber gibi bir kimseye karşı bu türlü hafitiik ve bayağılıkları, ancak böyleleri izhâr edebilirdi. Kur'ân-ı Kerim, Cenâb-ı Hakk'ın, onları yok edip kahrettiğine, tuzaklarını başlarına geçirdiğine delâlet etmektedir. Allah en iyisini bilendir. 97Âyetin tefsiri için bak:99 98Âyetin tefsiri için bak:99 99"Andolsun biliyoruz ki onların söyleyip durduklarından, göğsün cidden daralıyor. Sen hemen Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol. Sana "yakîn" gelinceye kadar da Rabbine ibadet et". Bil ki, Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kavmini, hele bilhassa o muktesimîn'in ve o alaycıların ona karşı bayağılıklar yaptığını zikredince, Hazret-i Peygambere, "Andolsun biliyoruz ki onların söyleyip durduklarından, göğsün cidden daralıyor" demiştir. Çünkü insanın yaratılışı ve mizacı, böylesi durumlarda bunu gerektirir. İşte Cenâb-ı Hak, "Sen hemen Rabbine hamd ile tesbih et" demiş ve böylece ona şu dört şeyi emretmiştir: Tesbih, hamd, secde ve ibadet. Alimler, bu taatları yapmanın, göğsün daralmasını ve hüznü gidermeye nasıl vesile olduğu hususunda değişik izahlar yapmışlardır. Bu cümleden olmak üzere, hakkın peşinde olan arifler (sûfîler) şöyle demişlerdir: "İnsan bu çeşit ibadetlerle meşgul olduğu zaman, ona rubûbiyyet aleminin nurlar inkişaf eder. Bu inkişaf tahakkuk ettiği zaman, dünya bütünüyle onun gözünde değersizlesin Dünya onun nazarında böyle önemsiz hale gelince de, ne dünyayı elde etmek, ne de elden kaçırmak onun için birşey ifade etmez. Dolayısı ile o, dünyayı kaybetmekten ötürü vahşete ve dehşete düşmez, dünyayı elde ettim diye de şımarmaz. İşte bu noktada, hüzün ve keder diye birşey kalmaz." Mutezile şöyle der: "Allah'ın kötülüklerden münezzeh olduğuna inanan kimsenin, zorluklara katlanması kolay olur. Çünkü o, Allah'ın son derece âdil olduğunu, kendisine sebepsiz ve faydasız yere eziyet vermekten münezzeh olduğunu bilince, kalbi yatışır." Ehl-i sünnet ise şöyle der: "İnsanın başına, istemediği (hoşlanmadığı) şeyler gelince, yine Allah'a itaata koşar. Böylece sanki: "Ey Allahım, ster bana hayırlar ver, ister belâlara düşür, her halükârda sana ibadet etmem gerekir" demiş olur. Cenâb-ı Hak, "Sana "yakın " gelinceye kadar da Rabbine ibadet et" buyurmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh), Cenâb-ı Allah'ın buradaki "yakın" İle "ölüm"ü kastettiğini, ölümün, kesin birşey olduğu için "yakîn" adını aldığını söylemiştir. Buna göre şayet, "Herkes, öldüğü zaman, üzerinden ibadet etme mes'ûliyyetinin artık düştüğünü bildiğine göre, sadetlere böyle sınır çizmenin hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki: "Bundan murad şu manadır: "Hayatın boyunca Rabbine ibadet et, hayatının hiç bir safhasında bu badetten uzak ve berî olma." Allah en iyi bilendir. Bu sûrenin tefsiri de, tamamlandı. Alemlerin Rabbi Allah'a hamd-ü senalar ve Efendimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ile âl-i ashabına salât-ü selâmlar olsun. |
﴾ 0 ﴿