NAHL SÛRESİ

(128 ayet olup, Mekke'de nazil olmuştur.)

Nahl Sûresi'nin Mekki Olması Meselesi

Nahl Sûresi, son üç ayeti hariç, tamamen Mekkî'dir (Mekke'de nazil olmuştur), Essamm, bazı kimseleri, Nahl sûresinin bütün ayetlerinin Medenî olduğunu söylediğini nakletmiştir. Bazıları da bu sûrenin başından (Nahl, 40) ifadesine kadar Medenî, bundan sonrasının Mekkî olduğunu söylemişlerdir. Katâde'den ise, bu son görüşün tam aksi rivayet edilmiştir. Bil ki bu, "Ne'am Sûresi" adını da almıştır. Sûre, yüzyirmisekiz ayet olup (bence) hepsi Mekkî'dir.

Vaadedilen Cezanın Gecikmesinin Kafirler Üzerinde Etkisi

1

Âyetin tefsiri için bak:2

2

"Allah'ın emri geldi. Artık onu vaktinden evvel istemeyin. O, onların eş tutmakta oldukları şeylerden münezzehtir, yücedir. O, kendi emri ile kullarından kimi dilerse ona vahy ile, melekleri indirir, "Benden başka hiçbir tanrı olmadığını inzâr edin, benden ittikâ edin" diye" (Nah), 1-2).

Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele:

Bil ki bu ayetlerin tefsirini bilmek şu üç soruya dayanır:

Birinci Soru: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bazan onları dünya azabı ile tehdid etmiştir. Bu tehdid, Bedir'de gerçekleştiği gibi, onların öldürülmeleri ve kendilerine hükümran olunmasıdır. Cenâb-ı Peygamber, bazan da Kıyamet azabı ile tehdid etmiştir. Bu azab, Kıyamet kopunca tahakkuk edecektir. Sonra o müşrikler bu ikinci çeşit tehdide dair hiçbirşey görüp müşahade etmedikleri için, Hazret-i Peygamberi tekzib etme hususunda bunu delil getirmişler, ondan bunu istemişler ve "Bunu getir" demişlerdir. Rivayet olunduğuna göre, "Saat (Kıyamet) yaklaştı. Ay (ikiye) ayrıldı" (Kamer, 1) ayeti nazil olunca, kâfirler kendi aralarında: "O, Kıyametin yaklaştığını iddia ediyor. Dolayısı ile yapmakta olduğunuz bazı (kötü) işleri artık bırakın. Olup bitecekleri hep birlikte görelim" dediler. Fakat Kıyamet hemen kopmayınca, "Bizi tehdid ettiğin şeyden, birşey görmedik" dediler. Bunun üzerine, "insanların hesap (günü) yaklaştı" (Enbiya, 1) ayeti nazil oldu. Kâfirler bundan dolayı tır tir titreyip, korkarak o günlerin gelmesini beklemeye başladılar. Ama o günlerin gelmesi uzayıp gelmeyince, "Ey Muhammed, bizi tehdit ettiğin şeyden hiçbir iz göremedik" dediler. Bunun üzerine işte, "Allah'ın emri geldi" ayeti nazil oldu. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) diz üstü çöktü ve insanlar başlarını kaldırınca, ayetteki "Artık onu vaktinden evvel istemeyin" ifadesi nazil oldu. Velhasıl Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), o kâfirleri gerek dünya, gerek ahiret azabı ile çokça tehdit edip, onlar da bu tehditlere dair birşey görmeyince, onu yalanladılar da, Allahü teâlâ bu şüphelerine "Allah'ın emiri geldi. Artık onu vaktinden evvel istemeyin" buyurarak cevap verdi. Bu cevabı, şu iki şekilde izah ederiz:

Mazinin, Muzari Anlamına Gelmesi

Birinci İzah: O azap, her ne kadar henüz gelmedi ise de, muhakkak gelecektir. Birşey bu durumda olduğunda, daha sonra olacak şeyi, sanki olmuş gibi sayarak, normal sözde, "Geldi, oldu, bitti" denilir. Bu tıpkı, yardım talebinde bulunup, istediği yardımın gelmesi yaklaşmış olan kimseye, "Sana yardım geldi. Artık bağırıp çağırmayı bırak" denilmesi gibidir.

İkinci İzah: Şöyle denilebilir: Allahü teâlâ'nın bu husustaki emri ve hükmü, oldu, bitti, meydana geldi. Ama olmasına hükmedilen şey henüz olmadı. Çünkü Hak teâlâ, onun belli bir zamanda meydana gelmesine hükmetmiştir. Dolayısıyla, o vakit gelmezden önce, o şey tahakkuk etmoz- var olmaz. Velhasıl şöyle denilmek istenmektedir: Azabın ineceğine dair Allah'ın emri ve hükmü ezelden ebede kadar olan zaman içinde oldu, bitti, meydana geldi. Bu izaha göre, "Allah'ın emri geldi" ifadesi doğru olur. Fakat olmasına hükmedilen ve olması emredilen iş, henüz tahakkuk etmemiştir. Çünkü Allahü teâlâ, onun belli bir zamanda olmasını takdir etmiştir. Binâenaleyh acele etmeyin ve onu vaktinden evvel istemeyin.

İkinci Soru: Kâfirler: "Ey Muhammed, farzet ki, Allah'ın dünyada veya ahirette bize azap indireceğine dair söylediğin sözün doğru olduğunu kabul edelim. Fakat biz, bu putlara da tapıyoruz. Çünkü onlar, bize Allah yanında şefaat edeceklerdir. Dolayısıyla, onlar bize Allah katında şefaatçi olurlar ve biz de bu sayede, aleyhimizdeki bu ilahi azap hükmünden kurtuluruz" dediler de, Cenâb-ı Hak, onların bu kuruntularını ve boş ümitlerini "O, onların eş tutmakta oldukları şeylerden münezzehtir" diyerek cevaplamış, kendisinin ortaklardan, zıdlardan, benzerlerden münezzeh olduğunu beyan etmiş ve katında, izni olmadan hiçbir kimse ve varlığın şefaatçi olamayacağını bildirmiştir. Ayetteki, ifadesindeki "mâ" edatının, mâ-i masdariyye olması muhtemeldir. Buna göre mana, "Allah, onların eş tutmalarından, ortak koşmalarından münezzehtir" şeklinde olur. Bu edatın "ellezî" manasına olması da caizdir. Buna göre mana, "Allah, onların eş tuttukları o putlardan münezzehtir. Çünkü onlar değersiz ve cansız varlıklardır. Binâenaleyh onların, yerin ve göklerin müdebbiri olan Allahü teâlâ'ya, ortak olduklarını söylemek şöyle dursun, onlarla en düşük varlıklar arasında bile, herhangi bir münasebeti ve kıyası söz konusu değildir" şeklindedir.

Üçüncü Soru: Farzet ki Allahü teâlâ, bazı kullarına sevinç, bazılarına da sıkıntı vermeye hükmetmiş, takdir etmiştir. Fakat sadece kendisinin bilebileceği bu sırları senin öğrenmen nasıl mümkün olur ve sen nasıl, Allah'ın mülkündeki ve meîekûtundaki sırlarını öğrenebilirsin? Cenâb-ı Hak bu soruya da "O, kendi emri ile kullarından kim; dilerse ona vahiy ile melekleri indirir: "Benden başka hiçbir tanrı olmadığını inzâr edin, benden ittika edin" diye" ifadesi ile cevap vermiştir. Bu cevap şöyle zan edilir Allahü teâlâ, İstediği kuluna o meleği indirir ve o kuluna, diğer insanlara, alemin bir tek ilahı bulunduğunu, bu ilahın onları tevhid ve ibadetle mükellef tuttuğunu, bunu yerine getirmeleri halinde dünya ve âhireîin en hayırlısını elde edeceklerini, karşı çıkıp kabul etmemeleri halinde ise, dünya ve ahiretin en kötü belaianna düşeceklerini beyan buyurduğunu bildirmesini emretmiştir. İşte bu yol ile, bu bilgiler, diğer insanlara değil de, Allah'ın dilediği o kimseye tahsis edilmiş olur. Özetle sunduğumuz bu tertibten, bu ayetlerin en güzel bir biçimde sıralanmış ve birbirleriyle münasebet arzettikleri ortaya çıkmış oldu. Allah en iyi bilendir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Nâfî, Âsim, Hamza ve Kisâî fiili, yâ ile, zâ harfinin kesresi ile ve şeddeli olarak "yünezzilu", ikinci kelimeyi nasb ile "el-melâlkete" (melekleri indirir) şeklinde okurlarken; İbn Kesir ve Ebu Amr, fiili, yâ'nın zammesi, zâ'nın kesresi ve şeddesiz olarak, "yünzilü" şeklinde okumuşlardır ki, birinci kıraate göre fiil, tef'îl babından, ikincisine göre, if'âl babından olur. Bunlar, aynı manaya gelen iki kullanılıştır. Atâ, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:

Ferd Hakkında Cemi (Çoğul) Sigası Kullanmak

"Cenâb-ı Hak, bu ayetteki "melâlke" sözü ile, sadece Cebrail (aleyhisselâm)'i kastetmiştir." Vahidî şöyle der: "Müfredi (tek olanı), cemî bir kelime ile isimlendirmek, eğer o müfred reis ve lider durumunda olursa caizdir. Bu tıpkı, "Biz Nuh'u da kavmine (peygamber olarak) gönderdik" (Nuh, 1); "Biz o Kurân'ı Kadir gecesinde indirdik"(Kadr, 1) ve "Zikri (Kurân'ı) biz indirdik"(Hicr, 9) ayetlerinde olduğu gibidir. Bu insanlar hakkında da, "insanlar kendilerine şöyle dedi"(Al-i imran, 173) ayetinde kullanıldığı gibidir. Bu hususta, izahı daha sonra yapılacak başka bir görüş daha vardır.

Rûh'un Tefsiri Hakkında

Cenâb-ı Hak, "Kendi emri ile.. rûh ile" buyurmuştur. Bu hususta iki görüş vardır:

Birinci Görüş: Bu "rûh"dan maksad vahiydir ve vahiy, Allah'ın kelâmı demektir. Bunun bir benzeri de, "işte biz sana da böylece, emrimizden bir rûh vahyettik" (Şûra, 52) ile "O, kullarından dilediğine, emrinden bir rûh vahyeder" (Gâfir, 15) ayetleridir.

Muhakkikler (sofiler) şöyle demişlerdir: "Cesed, harabtır, kesiftir, karanlıktır. Ama ona rûh girdiğinde, canlı olur, iatîf olur ve nuranî olur. Böylece o nurun tesiri beş duyuda da görülür, Rûh da karanlık (zulmet) ve câhildir. Kendisine akıl verildiğinde, aydınlanır ve nurlanır. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Allah analarınızın karınlarından sizi hiçbir şey bilmez bir halde çıkardı. Size, şükredesiniz diye, kulaklar, gözler, gönüller verdi" Ham, buyurmuştur. Akıl da aslında, tam nûrânî, arınmış, saf ve aydın değildi. Derken o, Allah'ın zâtını, sıfatlarını ve fiillerini, ruhlar ve maddeler âlemini, dünya ve âhiret alemini tanıyınca mükemmelleşti. Sonra bu ilahî ve kıymetti bilgiler, vahiy ile ve Kur'ân nuru ile mükemmelleşmiş ve saflaşmıştır.

Bunu iyice anladığın zaman deriz ki: Marifetuliah ve Rabbânî mükâşefeler, Kur'ân ve vahiy ile kemâle erer, tam olur. Akıl da, bu marifetuliah ile aydınlanır, saflaşır ve kemale erer (olgunlaşır). Rûh cevheri ise, bu akıl ile tamam olur, kemâle erer. Bedenin durumu da, bü rûh ile mükemmel olur. İşte bu noktada, hakikî, gerçek rûhur. vahiy ve Kur'ân olduğu ortaya çıkar. Çünkü bunlar sayesinde, cehalet ve gaflet uykusundan uyanılabilir. Böylece de, behîmîlik (hayvanlık) toprağından, melekliğin evine geçmek mümkün olur. Binâenaleyh "rûh" kelimesini, vahiy manasında kullanmak son derece münasib ve uygundur. Bunu kuvvetlendiren hususlardan birisi de, Cenâb-ı Allah'ın "O (Kur'ân'ı) emin rûh senin kalbine indirdi" (Şuârâ, 193) ayetinde Cebrail (aleyhisselâm)'e, "Rûhullah" tabirinde de Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'ya "rûh" demiş olmasıdır. Bunun bu manada kullanılışı güzel ve yerindedir. Çünkü bu ikisnin varlıkları sebebi ile kalbin hayatı demek olan hidayet ve marifetullah meydana gelmiştir. "Rûh" kelimesinin bu ikisi için, bu manada kullanılması güzel olunca, vahiy ve tenzil (Kur'ân) manasında "rûh" denilmesi daha uygun olur.

İkinci Görüş: Bu, Ebu Ubeyde'nin görüşüdür. Ona göre, bu ayetteki "rûh", Cebrail (aleyhisselâm)'dir. Bunun başındaki bâ harf-i cerri de, (beraber) manasınadır. Meselâ Araplar, "Falanca elbisesi ile beraber çıktı" manasında, "Emîr, silahı ile baraber bindi" manasında, derler. Buna göre ayetin manası," "Melekleri Rûh yani Cebrail (aleyhisselâm) ile birlikte indirir" şeklinde olur.

Cebrail ile Birlikte Meleklerin İnmesi

Birinci görüş, doğruya daha yakındır. Bu hususun izahı şöyledir: Allah Sübhânehü ve Teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Cebrail'i tek başına indirmedi. Aksine ekseri durumlarda, Cebrail (aleyhisselâm) ile birlikte fevc fevc melekler de inerlerdi. Baksana Bedir Günü ve Hazret-i Peygamber'in savaşlarının çoğunda, Cebrail (aleyhisselâm) ile birlikte, melek cemaatleri inerdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bazan dağlar meleği, bazan denizler meleği, bazan Rıdvan, bazan da başka melekler gelirdi.

Ayetteki, ifadesi, "Bu indirme ve inme, ancak Allah'ın emri ile olur" demektir. Bunun bir benzeri de, "Biz (melekler) senin Rabbinin emri olmadıkça inmeyiz "(Meryem, 64); "(Melekler) O'nun emriyle hareket ederler" (Enbiyâ,27); "Bunlar, O'nun korkusundan titreyenlerdir' (Enbiya. 28); "Kendilerine her surette kahir ve Akim olan Rablerinden korkarak, ne emrolunurlarsa onu yaparlar" (Nahl, 50) ve "Onlar, Allah'ın kendilerine emrettiği şeylere asla isyan etmezler, neye de me'mûr ise yaparlar"(Tahrim. 6) ayetleridir. Bütün bu ayetler, meleklerin, Allah'ın emri ve izni olmaksızın herhangi bir işe yönelmediklerini göstermektedir.

Ayetteki, "Kullarından kimi dilerse ona" ifadesi ile, Teâlâ'nın kendilerine peygamberlik vermiş olduğu enbiya kasdedilmektedir, "inzar edin diye" tabiri hakkında Zeccâc şöyle demiştir: "Bu, "en" edatı, "rûh" kelimesinden bedel olup, manası, "Melekleri, inzâr edesiniz diye indirir" şeklindedir. Yani, "Yaratıklara, benden başka ilah olmadığını bildirin, ilan edin" demektir. Zira "inzâr" korkutarak bildirmektir. Ayette birkaç fayda bulunmaktadır:

Vahiy Vasıtası Meleklerdir.

Birinci Fayda: Vahyin, peygamberlere ulaşması, ancak melekler vasıtasıyla olur. Bunu teyid eden şeylerden birisi de, Cenâb-ı Hakk'in Bakara sûresinin sonunda, "Mü'minler de (iman etti). Her biri Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine inandı"(Bakara. 285) buyurmuş olmasıdır. Böylece Cenâb-ı Hak, kendi ismi ile başlamış ve bunun peşisıra melekleri zikretmiştir. Çünkü Allahü teâlâ'dan vasıtasız olarak, doğrudan doğruya vahyi alanlar meleklerdir. Bu vahiy ise, kitapların tâ kendisidir. Sonra melekler, bu vahyi peygamberlere ulaştırırlar. Bundan ötürü de, şüphesiz ki doğru olan sıranın, önce Allah'ın zikredilip, sonra meleklerin, sonra kitapların, sonra da peygamberlerin zikredilmesidir.

Bunu iyice anladığında biz diyoruz ki: Allahü teâlâ, meleğe vahyettiği zaman, melek bu vahyin zarurî veya istidlale dayanan bir ilim ile, Allah'ın vahyi olduğunu bilir. Bunu istidlale dayanan bir ilim olduğunu farzedersek, bu nasıl elde edilir? Yine melek bu vahyi peygambere tebliğ ettiği zaman, peygamber bunu getirenin, şeytan-ı racîm olmayıp da, sâdık melek olduğunu zaruri veya istidlalî bir şekilde bilir. Eğer bu bilme istidlal yolu ile ise, bu istidlal nasıl elde edilir? İşte bunlar, son derece ince ve hassas konulardır. Bunları bilmek, ancak meleğin hakikatini, Allah'ın ona olan vahyinin ve meleğin bu vahyi peygambere tebliğ etmesinin keyfiyetini araştırmakla mümkün olur. Eğer biz bu meseleleri, alışılmış kelimelerle anlatmaya kalkarsak, maksadı anlatmak zorlaşır ve düzen-intizam bozulur. Çünkü Kur'ân'ın ayetleri bu vahyin ve bunu indirmenin ancak, melekler vasıtası ile olduğunu bildirmektedir. Şöyle de diyebiliriz: Farzedelim ki buna Kur'ân ayetleri delalet etmiyor. Fakat durumun böyle olması ihtimali, aklın bedaheti ile de anlaşılır.

Bunun iyice anladığında diyoruz ki: Biz, Cebrail (aleyhisselâm)'in sadık ve yalan ile telbisten (karıştırmaktan) masum olduğunu ancak nakli delillerle (rivayetlerle) bilmekteyiz. Nakli delillerin doğruluğu ise, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğruluğuna dayanır. Onun doğruluğu da. bu Kur'ân'ın habis şeytan tarafından değil de, Allahü teâlâ tarafından gönderilen muciz bir kelam olmasına dayanır. Bunu anlamak ise, Cebrail (aleyhisselâm)'in doğru, hakkı söyleyen, karıştırmaktan ve şeytani fiillerden uzak olduğunu bilmemize dayanır. O zaman ise bir devr-i fasid gerekir. İşte bu, zor bir noktadır. Fakat, biz nübüvvetin ve vahyin hakikatini iyice öğrendiğimiz zaman, bütün bu şüpheler ortadan kalkar.

İnsanın Ruhani Kemali

Bu ayet, "O, kendi emri ile... rûh ile melekleri indirir" ifa- desi ile kendisine işaret olunan ruhun ancak, "Benden başka hiçbir tanrı yoktur. Benden ittikâ edin" ifadesi olduğuna delalet eder. Bu, doğru bir sözdür. Çünkü beşeri mutlulukların dört mertebesi vardır:

a) Nefsânî-rûhî mutluluklar,

b) Bedenî mutluluklar,

c) Zorunlu ve gerekli (tazime) olmayan bedenî sıfatlar,

d) Bedenden ayrı haller ve durumlar...

Birinci Mertebe: Bu, nefsanî-rûhî kemallerdir. Bil ki nefsin iki kuvveti vardır:

1) Gayb âleminden gelen mevcudatın şekillerini ve biçimlerini kabul etme, onları algılama istidadı... Bu, kuvve-i nazariyye (tefekkür kuvveti) diye isimlendirilen kuvvettir. Bu kuvvetin mutluluğunun temelinde marifet (bilgiler) elde etmede yatar. Marifetlerin en şereflisi ve en yücesi ise, Allah'tan başka ilah olmadığını bilmektir. Cenâb-ı Hakk'ın, 'Benden başka hiçbir tanrı yoktur diye uyarın " buyruğu ile, buna işaret edilmektedir.

2) Bu ikinci kuvvet, nefsin bu âlemin maddeleri üzerinde tasarrufta bulunma kabiliyetidir. Bu kuvvet, kuvve-i ameliyye diye isimlendirilen kuvvettir. Bu kuvvetin mutluluğu ise, sâlih ameller yapmaktadır. Salih amellerin en yücesi ve en şereflisi ise, Allah'a ubûdiyyet ve kulluktur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Benden ittikâ edin" sözü ile de, buna işaret edilmektedir. Kuvve-i nazariyye, kuvve-i ameliyyeden daha önemli ve şerefli oldğu için, Hak teâlâ; "Benden başka hiçbir tanrı olmadığım..." ifadesinin tşaret ettiği, kuvve-i nazariyyenin mükemmelliklerini ve kemâlâtım, "Benden ittikâ edin" ifâdesinin işaret ettiği, kuvve-i ameliyyenin kemâlatından ve mükemmelliklerinden önce zikretmiştir.

İkinci Mertebe: Bedenî mutluluklar demek olan bu mertebe de, iki kısımdır: Bedenî sıhhatin ve hayat kuvvetinin mükemmellikleri ki, ben bununla, bedene ait onyedi kuvveyi kastediyorum.

Üçüncü Mertebe: Bu, bedenî arızî (sonradan olma) sıfatlar ile ilgili olan mutluluklardır. Bu da iki kısma ayrılır: Asılların, köklerin mutluluğu ve furü'un, dalların mutluluğu ki bununla gerek babaların, ataların halinin mükemmelliğini, gerek çocukların, geriden gelen nesillerin mükemmelliğini kastediyorum.

Dördüncü Mertebe: Bu, en düşük mertebedir. Bu mertebe, insanın dışındaki sebepler ile meydana gelen mutluluklardır. Bunlar da, mal ve makamdır. Böylece, mutlulukların en kıymetli mertebesinin nefsanî-ruhanî haller olduğu sabit olur. Bu haller de, nazarî ve ametî kuvvelerin mükemmel oluşuna dayanır. İşte bundan ötürü, Cenâb-ı Hak bu ayette, bu iki kuvvenin en üstün halini zikrederek "Benden başka hiçbir tanrı yoktur" diye uyarın. Benden ittikâ edin" buyurmuştur.

Kâinat Gerçek Bir Gaye İle Yaratılmıştır

3

"O, gökleri ve yeri hak olarak yarattı. O, eş tutmakta oldukları şeylerden yücedir".

Bil ki Allahü teâlâ, geçen ayette, zatından dolayı hakkı tanımayı, "Benden başka hiçbir tanrı yoktur" diye beyan edip, kendi ile amel edilsin diye, "Benden itüka edin" ifadesi ile hayrı tanımayı beyan edince, ki bu ruhların ruhu (herşeyin özü), mutlulukların, hayırların ve şereflerin kaynağıdır, bunun peşinden yaratıcı ilahın varlığına, kudret ve hikmetinin mükemmelliğini anlatan delilleri getirmiştir.

Kur'ân'ın Ulûhiyyet Delilleri

Bil ki biz, ulûhiyyetle ilgili delillerin ya zât ve sıfatlardaki, "imkân" deliline, yahut "hudûs" deliline, yahut da "imkân ve hudûs" delillerinin ikisine birden tutunma şeklinde olduğunu beyan etmiştik. Bunların tamamı altı şekildir. Allahü teâlâ'nın münzel kitaplarında bahsedilen yol (şekil) ise, sıfatların hudûsuna (sonradan oluşuna) ve hallerin değişmesine tutunmak, bunları delil getirmektir. Bu yol da iki kısımdır:

a) Gizliden daha gizliye geçerek, açıktan daha açığa tutunmaktır. Bu yol, Bakara sûresinin baş taraflarında kullanılan metoddur: Allahü teâlâ orada, "Sizi yaratan Rabbinize ibadet ediniz (birleyiniz)"(Bakara, 21) buyurmuş ve böylece, her bir canın (insanın) hallerinin değişmesini, bir yaratıcıya muhtaç olmaya delil kılmıştır. Daha sonra bunun peşinden, insanın babalarının ve annelerinin hallerini delil getirmiştir. Buna, 'Ve sizden öncekileri yaratan "(Bakara, 21) cümlesi ile işaret etmiştir. Bunun peşinden de yeryüzünün hallerini delil getirmiştir. Bu da, "O (Rab) ki yeryüzünü sizin için bir döşek kıldı" (Bakara, 22) ifadesidir. Çünkü yeryüzü, bize gökten daha yakındır. Bunun peşinden, dördüncü mertebede, "Göğü bir bina yaptı"; beşinci mertebede, göğün yer ile birleşmesinden meydana gelen hallerden bahsederek, "O gökten su indirip onunla türlü türlü semereleri sizin için rızık çıkardı" (Bakara, 22) buyurmuştur.

Kur'ânî delillerden ikinci yol da, Cenâb-ı Hakk'ın, düşük olandan daha düşük olana inerek, kıymetli olandan daha kıymetli olan ile istidlal etmesidir. Bu yol da, bu surede kullanılmıştır. Bu böyledir. Çünkü Allahü teâlâ hür ve irade sahibi bir ilahın varlığına istidlal etme hususunda, önce yüce olan feleklerin kütlelerini zikrederek başlamış, sonra ikinci olarak insanın çeşitli halleri ile, üçüncü olarak hayvanların halleri ile, dördüncü olarak bitkilerin halleri ile, beşinci olarak da anâsir-ı erba'anın (dört ana elementin) halleri ile istidlal etmiştir. İşte bu tertip son derece güzeldir.

Bu mukaddimeyi iyice anladığında biz deriz ki: Hakim bir ilahın varlığına getirilen zelillerin birinci çeşidi, buna göklerin ve yerin halleri ile istidlal etmektir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak burada, "O, gökleri ve yeri hak olarak yarattı. O, eş tutmakta oldukları şeylerden yücedir" buyurmuştur. Biz, "Hamd olsun, o gökleri ve yeri yaratan... Allah'a (En'am. 1) ayetinin tefsirinde, "halk" (yaratma) işinin, kaç yönden hakîm bir yaratıcıya muhtaç olduğuna delâlet ettiğini anlatmıştık. Burada o vecihleri tekrar etmemizde bir sakınca yoktur. Binâenaleyh biz diyoruz ki: "Halk, belli bir miktar ile takdir etmek, ölçmek biçmek" demektir. Bu mana, birçok bakımdan göklerde vardır:

1) Her cisim sonlu ve sınırlıdır. O halde, gökyüzü de sınırlıdır. Hacim ve miktar rakımından sınıflı olan herşeyin, daha fazla veya daha noksan olmayıp, o belli miktarı te sınırlandırılmış olması, mümkin ve caiz bir iştir. Her caiz ve mümkin şeyin, mutlaka oir takdir edeni ve bir tahsis edeni (sınırlayanı) vardır. Başkasına muhtaç olan her şey ise, muhdestir.

2) Hareketin ezelî olması imkansızdır. Çünkü hareket, kendisinden önce oaşkasının geçmesini gerektirir. Halbuki ezelî oluş, buna aykırıdır. O halde, hareketle, ezeli oluşun arasını uzlaştırmak imkânsızdır.

Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki: Ya, kütlelerin ve maddelerin ezelde mevcut olmadıklarını, sonradan meydana geldiklerini söyleriz; yahut da, biz deriz ki, onlar her ne kadar ezelde mevcut ve var idiyseler de, ancak ne var ki onlar, sakın, hareketsiz halde idiler de, sonradan müteharrik oldular. Bu iki takdire göre de, o Kütle ve maddelerin hareketlerinin bir evveli vardır. İşte, önce veya sonra değil de, o başlangıçtan itibaren hareketin meydana gelişi, yaratma ve takdir etmedir. Binâenaleyh onun, kendisini takdir eden, yaratan ve tahsis eden bir takdir edene, yaratana ve tahsis edene muhtaç olması gerekir.

3) Feleklerin maddeleri, bir kısmı o feleğin kütlesinin içinde, bir kısmı da yüzeyinde bulunan birtakım cüzlerden ve kısımlardan meydana gelmiştir. O kütlenin içinde bulunan kısmının yüzeyinde bulunması, yüzeyinde bulunanın da içinde bulunması, aklen caiz olan bir husustur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, o kütleyi meydana getiren her bir parçanın, kendi o muayyen yerine tahsis edilmesi, caiz ve mümkün olan bir iştir. Binâenaleyh, bu caiz olan hususun, bir takdir ve tahsis edene muhtaç olması gerekir. Geriye kalan diğer izahlar ise, En'âm sûresinin başında ele alınmıştı.

Bil ki, Allah Sübhanehû ve Teâlâ, göklerin ve yerin hadis olduğuna dair, yaratıp takdir etme ile hüccet getirince, bunun hemen peşinden, "O, eş tutmakta oldukları şeylerden yücedir" buyurmuştur. Bununla şu kastedilmiştir: Göklerin ve yerin kadîm olduğunu söyleyenler, sanki de, Allah'ın ezelî ve kadîm olma vasfında müşterek olan bir şeriki, Allah'a ortak koşmuşlardır. Bu sebeple, Cenâb-ı Hak kendisini bundan tenzih etmiş ve kendisinden başka "kadîm" bulunmadığını beyan buyurmuştur. Bu izahımızla, sûrenin başındaki, "O, onların eş tutmakta oldukları şeylerden münezzehtir" (Nahl, 1) ifadesinden elde edilmek istenen mânanın, burada bu kelimenin zikredilmesinden elde edilmek istenen mânadan başka olduğu ortaya çıkmış olur. Çünkü, bu ifâdenin burada zikredilmesinin maksadı, "Putların, azabı kendilerinden defetme hususunda, o kâfirlere şefaatçi olabileceğini" söyleyen kimselerin görüşünü iptal etmektir. Yine bundan maksat, maddelerin kadîm, göklerin ve yerin ezelî olduğunu söyleyenlerin görüşünü İptal etmektir. Böylece Allahü teâlâ, ezeliyyet ve kadîm oluşta, başkasını kendisine ortak koşmaktan, kendisini tenzih etmiştir. Allah en iyisini bilendir.

Bir Damladan Yaratılan İnsan

4

"insanı bir damla sudan yarattı O. (Böyle iken) bakarsın ki o, apaçık bir hasım (kesilmiş) tir!".

Bil ki, felekler ve yıldızlardan sonra, maddelerin en kıymetlisi insandır. Binâenaleyh Allahü teâlâ, hakîm bir ilahın varlığına, feleklerin kütlelerini delil getirince, bunun peşinden aynı şeye, insanın yaratılışını da delil olarak zikretmiştir.

Bil ki insan, beden ve ruhtan meydana gelmiştir. O halde Allah'ın "İnsanı bir damla sudan yarattı O" buyruğu, hakîm bir yaratıcının varlığına, insanın bedeniyle; "(Böyle iken) bakarsın ki o, apaçık bir hasım kesilmiştir" ifadesi de, böyle bir yaratıcının varlığına insanın halleriyle istidlalde bulunmaya bir işarettir.

Birincisine gelince, bunu şu şekilde izah edebiliriz: Nutfenin, gerek maddî, gerekse müşahedeye göre parçaları birbirine benzeyen bir madde olduğunda şüphe yoktur. Ancak ne var ki bazı tabibler, onun parçalarının gerçekte farklı olduğunu söylemektedirler. Bu böyledir, zira, "nutfe", dördüncü nazımın neticesinden meydana gelmektedir. Çünkü gıdanın, midede bulunması ilk hazım; ciğerde bulunması ikinci -azım; damarlara geçmesi üçüncü hazım, diğer organlara geçmesi ise dördüncü ".azimdir. İşte bu noktada, bir kısım gıdalar, kemiklere geçer ve o kemikte, eşsiz bir tabiat harikası meydana gelir. Et, sinir, damar ve diğerleri hakkındaki sözümüz de aynıdır. Şehvet tahrik olunduğunda, bedeni istilâ eden o hareket esnasında, bütün uzuvlardan bir sıvı çıkar gelir ki, işte nutfe budur. Böyle olması halinde nutfe, parçaları e cüzleri farklı farklı olan bir madde olmuş olur.

Sen bunu iyi anladığında biz diyoruz ki: haddizatında nutfe, ya karakter ve mahiyet itibariyle parçaları birbirine benzeyen bir maddedir, yahut da, parçalan birbirinden farklı olan bir maddedir.

Eğer, doğru olan birincisi olursa, o zaman, o bedenin o nutfeden meydana gelmesini gerektiren şeyin, nutfenin ve hayız kanının cevherinde bulunan karakter ve tabiat olması caiz olmaz. Çünkü, tabiatın tesiri, tedbir ve irade ile değil, zatı icabı ve gerekli kılma iledir. Tabii kuvvet, parçaları birbirine benzeyen bir maddeye tesir ettiğinde, o fiilin küre biçiminde olması gerekir. "Basit nesnelerin tabii şekillerinin küre şekünde olması gerekir" diyen kimseler, işte bu söze dayanmışlardır. Binâenaleyh, canlının nutfeden meydana gelmesini gerektiren şey onun tabiatı oteaydı, onun şeklinin küre biçiminde olması gerekirdi. Durum böyle olmadığına göre, canlıların bedenlerinin meydana gelmesini gerektiren şeyin, onun karakteri değil, tam aksine hür ve irade sahibi bir fail olduğunu ve hikmeti, tedbiri ve iradesiyle -arattığını anlamış oluruz.

Eğer ikincisi olursa ki bu da, nutfelerin, karakter ve mahiyet bakımından farklı farklı olan parçalardan meydana gelmiş bir madde olduğunun ileri sürülmesidir. Biz diyoruz ki: Böyle olması halinde, bedenin o nutfeden meydana gelmesinin, hakîm, hür ve irade sahibi bir failin tedbiriyle olması gerekir. Bunu birkaç yönden izah edebiliriz:

Birinci İzah: Nutfe, çok çabuk kaybolan, rutubetli, (yapışkan ve ıslak) bir şeydir. Durum böyle olunca, onda mevcut olan parçalar, o hali ve nisbeti, durumu muhafaza edemez. O halde, dimağın maddesi demek olan o cüz'ün, en aşağıda bulunması mümkün olur. Kalbin maddesi olan parça da, bazan üstte bulunur. Durum böyle olunca, canlıların uzuvlarının, ne devamlı, ne de umumiyetle bu muayyen tertip üzere bulunmaması gerekir. Durum böyle olunca da, o uzuvların, muayyen ve hususî bir tertip üzere meydana gelişlerinin, hakîm, hür ve irade sahibi bir failin tedbiriyle olmuş olduğunu anlamış oluruz.

İkinci İzah: Nutfenin, karakterleri farklı farklı parçalardan meydana gelmiş bir madde olduğunu farzedelim. Ancak ne var ki, onun terkibinin analizinin, haddizatında her biri basit bir cisim, nesne olan birtakım cüz ve unsurlara varıp dayanması gerekir; durum böyle olunca da şayet, o nutfeyi tedbir eden, tabii kuvvet olsaydı, o zaman o basit cisimlerden her birinin şeklinin küre olması ve canlının da, birbirine yapışmış birtakım küreler şekli üzere olması gerekirdi. Durum böyle olmadığına göre, canlıların bedenlerini tedbir edenin ne onların tabiatları, ne yıldız, ne feleklerin tesirleri olmadığını anlamış bulunuyoruz. Çünkü, tesirler birbirine benzerler. Böylece, canlıların bedenlerini idare edenin, hakîm, hür ve irade sahibi bir fail olduğunu anlarız ki, elde edilmek istenen netice de budur. Bütün bunlar, hür ve irâde sahibi bir ilâhın varlığına, canlıların bedenleriyle istidlalde bulunmaktır ki, Cenâb-ı Hakk'ın, 'insanı bir damla sudan yarattı O" buyruğundan kastedilen işte budur.

Ruhî Hallerin Yaratıcıyı Tanıtması

İnsanların ruhlarının halleriyle, hakîm, hür ve irâde sahibi bir yaratıcının varlığına istidlalde bulunmaya gelince, ki bu, "(Böyle iken) bakarsın ki o, apaçık bir hasım (kesilmiş)tir" buyruğudur. Bu hususta da birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu mesele, bu istidlalin izahı ve anlatımı hakkındadır: İnsanın ruhu, ilk yaratılışta, diğer canlıların ruhlarından zekâ, anlayış ve kabiliyet bakımından daha düşüktür. Baksana, tavuğun yavrusu civciv, daha yumurtanın kabuğundan çıkar çıkmaz, düşmanıyla dostunu birbirinden ayırır; meselâ kediden kaçar, annesine sığınır. Yine o, kendisine uygun olan ve olmayan gıdaları da birbirinden ayırır. Ama insanın yavrusuna gelince, o, annesinden ayrıldığı anda, kesinlikle, dostuyla düşmanını, zararlı olanla faydalı olanı birbirinden ayırdedemez. Böylece, insanın ilk meydana geldiği anda, diğer canlılardan, durum, zekâ ve anlayış bakımlarından, daha aşağı seviyede olduğu ortaya çıkmış olur. Daha sonra insan büyüdükçe, aklı gelişir, anlayışı kemâle erer. Böylece de gökler ve yer alanına hükümran olacak bir duruma gelir. O, böylece, Allah'ın zât ve sıfatlarını, ruhlar, maddeler, felekiyyât ve unsurlar gibi çeşitli şeyleri tanımaya ehil hale gelir. Ve yine o, Allah'ın dini hususunda kuvvetli şüpheler irâd etmeye ve bütün gaye ve istekler hususunda şiddetli düşmanlık yapmaya da muktedir bir hale gelir. O halde, insan ruhunun, o aşırı bilgisizlikten bu çok üstün anlayış ve zekâ durumuna geçişinin, hikmet ve irâde gereği, ruhları o noksanlıklarından kemâl mertebelerine; cahilliklerinden, bilgi mertebelerine intikal ettiren, hakîm, hür ve irade sahibi bir ilahın tedbiri ile olması gerekir. İşte 'İnsanı bir damla sudan yarattı O. (Böyle iken) bakarsın kî o, apaçık bir hasım (kesilmiş)tir" ayetinden maksad da budur. Bunu iyice anladığın zaman, senin pekçok şeye dikkat edip farketmen mümkün olacaktır.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hak, İnsanı, Kur'ân'ı Kerim'de zikredilmiş olan değişik safhalar neticesinde, "nutfe"den yaratmıştır.

Bunlardan bir tanesi de, "Andolsun, biz insanı çamurdan (süzülmüş) bir hülâsadan yarattık. Sonra onu, sağlam ve metin bir karargâhta bir nutfe yaptık" (Mü'minun. 12-13) ayetleridir. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hak, ayrıntıları başka ayetlerde zikredildiğinden, burada (Nahl. 4) kısa bir anlatım ile beyan buyurmuştur.

Nankör İnsanın Hasımlığı

Cenâb-ı Hakk'ın, "(Böyle iken) bakarsın ki o, apaçık bir hasım (kesilmiştir)" buyruğu hakkında iki bahis bulunmaktadır:

Birinci Bahis: Vahidî şunu demiştir: "Hasîm" kelimesi, "muhâsım" (muhasım:düşman) anlamındadır. Dilciler ise, "hasîm" kelimesi, sana husûmet gösteren, düşmanlık yapan kimse anlamındadır" demişlerdir. "Fail" veznin "mufâil" manasına gelmesi, bilinen bir şeydir. Meselâ, "münâsib" manasında "nesîb", "muâşir" (yakın dost, arkadaş, akraba) manasında "aşîr" ve, yiyen ve içen anlamlarına gelen "ekli" ve "şerîb" kelimesi gibi, "hasîm" kelimesinin, "hasım oldu, münakaşa etti" anlamında olmak üzere, "Hasama-yahsimu" fiilinden ism-i fail (Hâsım) manasında olması da caizdir. Hamza'nın (Yasin.49) şeklindeki kıraati de, bu siğadandır.

İkinci Bahis: Cenâb-ı Hakk'ın, "(Böyle iken) bakarsın ki o, apaçık bir hasım (kesilmiş)tir" beyanı hakkında iki vecih bulunmaktadır:

1) Bunun manası şudur: "Bir de bakarsın ki o, kendi nefsine uymuş ve onu müdafaa ediyor. Tiksinilecek bir nutfe, hiçbir hissi ve hareketi olmayan bir nutfe olduktan sonra şimdi, hasımlık yaparak çekişiyor." Bundan maksat ise, bu değersiz durumdan bu yüce ve âlî makama geçmenin, ancak hakîm ve alîm olan bir müdebbirin tedbîr ve idaresiyle olduğunu beyan etmektir.

2) "Bir de bakarsın ki o, Rabbine karşı amansız bir hasım ve yaratıcısını inkâr eden olmuştur; "Bu çürümüş kemiklere kim can verecekmiş?" (Yasin. 78) der.." manası kastedilmiştir. Bundan gaye ise, insanın ne kadar cahil ve utanmaz olduğunu; küfrân-ı nimet ve nankörlükte devamlı ve ısrarlı olduğunu göstermektir.

Birinci izah sekli daha uygundur. Çünkü bu ayet-i kerimeler, hakîm olan yaratıcının varlığına istidlalde bulunmak gayesiyle zikredilmektedirler; yoksa, insanın utanmazlığını, küfür ve nankörlükteki ısrarını ortaya koymak için değil...

5

Âyetin tefsiri için bak:7

6

Âyetin tefsiri için bak:7

7

"Davarları da sizin için O yaratmıştır ki, bunlarda sizin için ısıtıcı ve koruyucu maddeler ve nice menfaatler vardır. Onlardan yersiniz de. Akşamleyin getirirken, sabahleyin salıverirken onlarda sizin için güzel bir zinet vardır Onlar sizin ağırlıklarınızı yüklenir, yarı canınız tükenmeden varamıyacağınız bir memlekete götürür. Şüphesiz ki Rabbiniz çok şefkatli, çok merhamet edicidir"'.

Bu ayet-i kerimelerle ilgili birkaç mesele vardır.

Hayvanların Önemi

Bil ki, İnsandan sonra yeryüzünde mevcut maddelerin en, kıymetlisi, kendilerine kıymetli kuvveler tahsis edildiği için. hayvanlardır. Bu kıymetli kuvveler de zahiri ve batını hislerle, şehvet ve gadabtır. Sonra bu hayvanlar da ikiye ayrılır:

a) İnsanların istifâde ettiği canlılar.

b) Böyle olmayanlar...

Birincisi, ikincisinden daha kıymetlidir. Çünkü canlıların en kıymetlisi insan olunca, insanın kendisinden daha çok ve daha fazla istifâde ettiği canlının, hayvanın da başkasından daha kıymetli olması gerekir.

Sonra biz diyoruz ki, insanın kendisinden yararlandığı o hayvandan, ya insan, yeme, giyme gibi zaruri geçim vesileleri için yararlanır veyahut da böyle olmayıp o ondan ancak, zinet vb. gibi zaruri olmayan şeyler hususunda istifâde eder. Birincisi ikincisinden daha kıymetlidir ki, işte bu kısım, Cenâb-ı Hakk'ın "en'am-davarlar" diye bahsettiği hayvanlardır. İşte bundan dolayı bu ayette önce onlardan bahsedilerek "Davarları da sizin için o yaratmıştır" buyurulmuştur.

En'âm Tabirinin İzahı

Bil ki en'âm şu sekiz çift hayvana denilir. Bunlar da koyun, deve, keçi ve sığırdır. Bazan da, "en'âm" şu üç şeye, yani deve, sığır ve davara denilmektedir. Keşşaf sahibi "Bu lafız, genel olarak deve hakkında kullanılır" demiştir. Ayetteki (......) kelimesi mansûb olup, bunu nasbeden fiil ise helaka fiilinin tefsir ettiği muzmer bir (halaka) fiilidir. Bu tıpkı "Ay'a (gelince) biz ona da birtakım menziller (duraklar) tayin ettik"(Yasin, 39) ayetinde olduğu gibidir. Bu ifâdenin daha tince geçen, "el-insan" (Nahl, 4) kelimesine atfedilmiş olması ve kelamın takdirinin, "Allah, insanı ve en'âmı yarattı" şeklinde olması mümkündür.

Vahidî şöyle der: "Söz, "Davarları da sizin için O yaratmıştır" ifadesinde tamamlanmıştır. Daha sonra, söz yeniden başlayarak, ""Bunlarda sizin için ısıtıcı ve koruyucu nice maddeler vardır" buyurulmuştur. Bu sözün lekûm "(sizin için)" kelimesinde tamamlanmış olması, daha sonra da (Bunlarda sizin için, ısıtıcı koruyucu nice maddeler) diye yeniden başlaması mümkündür. Nazm kitabının Müellifi şöyle demiştir: "Bu iki izahtan en güzel olanı, kelamın "Davarları da sizin O yaratmıştır" ifâdesi üzerinde bittiğini söyleyendir. Bunun delili bu ifâdeye, darda sizin için güzel bir zinet vardır" ifâdesinin atfedilmiş olmasıdır ki, buna göre hatamın takdiri "bunlarda sizin için ısıtıcı ve koruyucu maddeler ve sizin için güzel bir zinet vardır" şeklindedir.

Hayvanların Sağladığı Faydalar

Allahü teâlâ, el-en'âm'ı mükellefler için yarattığını bildirince, bunun peşinden onlardaki menfaatlerin neler olduğunu sayıp dökmüştür. Bil ki, "en'âm"ın faydalarının birkısmı zarurî bir kısmı ise zaruri değildir. Allahü teâlâ, önce zaruri olanları ele almıştır.

Birinci Fayda: Hak teâlâ'nın "Bunlarda sizin için ısıtıcı ve koruyucu nice maddeler vardır" cümlesinin ifâde ettiği husustur. Cenâb-ı Hak, bu hususu başka bir ayette de zikrederek, "... yünlerinden, yağlarından, kıllarından...." (Nahl, 80) Buyurmuştur. Dil alimlerine göre "dif" kelimesi, kendisiyle ısınılan elbise anlamındadır. el-Esmaî şöyle der: "Dif", ısı, sıcaklık demektir. Nitekim Arapça'da, "Şu duvarın difinde, sıcağında otur" denilir; yani, o duvarın dibinde, (rüzgârdan korunmuş güneş alan kısmında)... Bu kelime hemze hazfedilip de harekesi fa'ya "dif'un" şeklinde de okunmuştur.

İkinci Fayda: Ayet-i kerimedeki menafiu kelimesinin belirttiği husustur. Alimler, Cenâb-ı Hakk'ın bu ifâdeyle, o hayvanların neslini ve sütünü kastettiğini söyleyerek şöyle demişlerdir: Bu lafız, genel ve umumî bir duruma delalet ettiği halde, Allah bu lafızla onların neslini ve sütünü kastetmiştir. Çünkü, nesil ve süt ile, bazan yeme içmede, bazan para mukabili satmada, bazan da elbise vs. gibi zaruri şeylerle değiştirmek suretiyle istifâde edilir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bütün bunları kapsasın diye bu kısımları, "Nice menfaatler" sözüyle belirtmiştir.

Üçüncü Fayda, ayetteki "Onlardan yersiniz" cümlesinin ifâde ettiği husustur.

Buna göre şayet, "Onlardan yersiniz" ifâdesi hasr ifâde eder. Halbuki durum böyle değildir. Çünkü bazan başkasından da yenilir. Hem, yeme menfaati, giyim menfaatinden önce gelir; daha niçin Cenâb-ı Hak yeme faydasını sonra zikretmiştir?" denilirse, biz deriz ki:

Birincisine şöyle cevap veririz: Yemek, insanların yaşamaları için dayandıkları temel unsurdur: Tavuk, kaz, kara ve deniz avları gibi, başka hayvanlardan yeme işine gelince, bu, mutad olmayan kısma dahil olup, bu adeta zarurî olmayan bir meyve yeme yerine geçmiş olur. Şöyle denilmesi de muhtemeldir: "Yani "Sizin yiyeceklerinizin çoğu, en'âm'dandır. Çünkü sizler, sığırlarla eker ve biçersiniz. O halde hububat ve sizin yediğiniz mahsûller de, en'âm vasıtasıyla olmuş olur. Hem yine sizler, develeri (ve diğerlerini) kiralamak suretiyle de fayda temin edersiniz. Yine sizler, en'âm'ın sütünden, yavrusundan ve derisinden de yararlanırsınız ve bütün yiyeceklerinizi bunları vererek karşılarsınız."

İkincisine de şöyle cevap verilir: Giyim, yeme işinden daha uzun sürelidir. İşte bundan dolayı giyimi, yemeden önce zikretmiştir.

Bil ki, bu üç fayda, en'âm'dan, zarurî olarak elde edilen faydadır. En'âm'dan elde edilip de zarurî olmayan faydalar ise şunlardır:

Birinci Fayda: Cenâb-ı Hakk'ın"Akşamleyin getirirken, sabahleyin salıverirken onlarda sizin için güzel bir zinet vardır" ayetinin ifâde ettiği husustur. İrahe, deveyi, akşamleyin ağılına getirmek anlamına gelir. Çünkü deve, geceleyin ağılına sığınır. Yine Arapça'da insanlar develeri mer'âlara götürdüklerinde, denilir. Dilciler şöyle demişlerdir: "Akşamleyin deveyi ağıla alma işi, yağmurlar yağıp otlar çoğalıp Araplar merada davar otlatmak için çıktıkları bahar günlerinde çek olur. Hayvanlar bilhassa bu günlerde çok güzel olurlar."

Bil ki onların güzelliklerinden istifâde şekli şöyledir: Çoban, o hayvanları akşamleyin ağıla getirip, sabahleyin de ağıldan mer'âya salıverin, işte o hayvanlar, bu getirilip, sonra da mer'âlara salınma sırasında bir güzellik aîzederler. Ve o meralar, o koyun ve develerin sesleriyle yankılanır. İşte bu esnada, onların sahipleri sevinir; onlara mâlik olmalarından dolayı, onların insanlar katındaki etkisi ve değeri çoğalır.

Şayet, "Cenâb-ı Hak niçin hayvanları ağıla getirmeyi, onları salıvermeden önce zikretmiştir?" denilirse biz deriz ki:

Davarı ağıla getirmedeki güzellik daha çoktur. Çünkü o hayvanlar, karınları doymuş ve memeleri sütle dopdolu olarak gelirler. Sonra da ağılda, sahiplerini, toplu bir biçimde beklerler. Ama, ağıldan mer'âya göndermek böyle değildir. Çünkü, o hayvanlar mer'âya, aç ve sütsüz olarak çıkarlar; sonra da, dağılıp yayılmaya başlarlar.

Böylece, hayvanların ağıla alınmasındaki güzelliğin, onların mer'âya salınmasındaki güzellikten daha fazla olduğu ortaya çıkar.

Hayvanların Yük Taşımaları

İkinci Fayda: "Onlaı sizin ağırlıklarınızı yüklenir, yan canınız tükenmeden varamayacağınız bir memlekete götürür. Şüphesiz ki Rabbiniz, çok merhametli, çok şefkatlidir" buyruğu rakkında iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Eşkal "sıkl" kelimesinin çoğulu olup "sıkl" yolcunun eşyasına verilen isimdir. İbn Abbas, "... yarı canınız tükenmeden varamıyacağmız bir memlekete" ifadesiyle Mekke'den Medine'ye yahut Yemen'e yahut Şam'a veyahut da Mısır'a gidip ulaşmayı kastettiğini söylemiştir.

Vahidî şöyle der: "Bu, onun görüşüdür. Halbuki bununla, "Devesiz olarak ulaşmayı tekeffül etmeniz halinde size zor gelecek olan her belde" manası kastedilmiştir." İbn Abbas, manayı bu beldelere tahsis etmiştir. Çünkü, Mekkelilerin ticâretleri genellikle bu beldelerle oluyordu. Bu ifâde, Şın'ın fethası ve kesresiyle olmak üzere hem şıkka, hem de şakk şeklinde okunmuştur. Kurra'nın ekserisi bu ifâdeyi sının kesresiyte şıkk şeklinde okumuşlardır.

Sının kesresiyle şıkk, meşakkat ve güçlük; fethasıyla şakk, bir şeyin yarısı manasına gelmektedir. Burada, lafzı bu iki manaya hamletmek de caizdir. Binâenaleyh, biz bu kelimeyi meşakkat ve güçlük anlamına hamledersek, mana, ...sizlerin ancak güçlük ve meşakkatle ulaşabileceğiniz" şeklinde olur. Yok, eğer bunu, "bir şeyin yarısı" manasına alırsak, o zaman ayetin manası, "kuvvetinizin veya canınızın yarısı tükenmeden varamıyacağmız yer" şeklinde olur. İyice incelendiğinde bunun, meşakkat ve güçlük manasında olduğu ortaya çıkar. Bazıları, "Davarları da (...) O yaratmıştır" buyruğu ile, sadece develeri kastettiğini; bunun delilinin ise, Allah'ın, o develeri ayetin sonunda, "yarı canınız tükenmeden, meşakkat çekmeksizin varamıyacağmız bir memlekete götürür" ifadesiyle vasfetmiş olması olduğunu; bu vasfın ise ancak develere uygun olduğunu söylemişlerdir.

Biz deriz ki: Bu ayetlerin maksadı, en'âmın faydalarını sayıp dile getirmektir. Binâenaleyh, o faydaların bir kısmı, o hayvanların hepsinde; bir kısmı da, bir kısmında bulunabilir. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "... onlarda sizin için güzel bir zinet vardır" buyruğunun manasının, devede olduğu gibi, sığır ve davarda da mevcut olmasıdır. Allah en iyisini bilendir.

İkinci Mesele

Velîlerin kerametini inkâr edenler, bu ayete tutunarak şöyle demişlerdir: "Bu ayet, insanın, bir beldeden başka bir beldeye geçmesinin ancak yarı can olma ve yükleri develere yüklemekle mümkün olabileceğine delâlet etmektedir." Halbuki kerameti kabul edenlerse şöyle demişlerdir: "Veliler bir gecede, herhangi bir yorulma olmaksızın ve herhangi bir güçlüğe de katlanmaksızın, bir beldeden uzak olan başka bir beldeye geçebilirler (tayy-ı mekân)." Böylece bu husus, bu ayetin ifâde ettiğinin aksine olan bir husus olmuş olur ki, böylece bu iddia batıl olmuş olur. Bu misâl ile, kerameti ileri sürenlerin görüşleri batıl olunca, diğer yerlerdeki görüşleri de batıl olmuş olur. Çünkü, bunlar arasında herhangi bir fark bulunduğunu söyleyen kimse yoktur.

Biz buna, "Biz bu ayetin umûmî oluşunu, kerametin bulunduğuna delâlet eden delillerle tahsis ediyoruz" diye cevap veririz. Allah en iyisini bilendir.

8

"Hem binmeniz maksadıyla, hem de zinet için atları, katırları, merkepleri yarattı. Sizin bilmeyeceğiniz daha neler yaratıyor O...".

Bil ki, Allahü teâlâ, insanın zarurî menfaatleri ve asli ihtiyaçları hususunda istifâde ettiği hayvanların faydalarından bahsedince, bundan sonra, insanın zarurî olmayan ihtiyaçları hususunda, kendilerinden istifâde ettiği hayvanların yararlarını dile getirerek "Hem onlara binmeniz için, hem de zinet için atları, katırları ve merkepleri yarattı" buyurmuştu. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Cenâb-ı Hak, bu ifâdeleri, önce geçmiş olan el-en'âme lafzı üzerine atfederek, "Allah, en'âmı, şu ve şu şeyler için; bunları ise, binilmeleri için yaratmıştır" buyurmuş olur. Cenâb-ı Hak, "hem zinet için" buyurmuştur ki, yani, "Allah onları zinet olsunlar diye yarattı" demektir. Bunun bir benzeri de, "Andolsun ki biz, yere en yakın olan göğü bir zinetle, yıldızlarla süsledik. Her mütemerrid şeytandan koruduk" (Saffât, 6-7) ayetidir. Buna göre mana, "Biz o göğü, iyice koruduk" şeklinde olur. Zeccâc, bu ifâdenin, mef'ûlün leh olup, manasının ise, "Allah onları zinet için yarattı" şeklinde olduğunu söylemiştir.

At Etinin Haramlığı

At etinin haram olduğunu ileri sürenler, bu ayetle istidlal ederek; şöyle demişlerdir: "Yeme menfaati, binme menfaatinden önde gelir. Binâenaleyh, şayet atın etini yemek caiz olsaydı, bu yeme işinin ifâde edilmesi daha evlâ otordu. Allah, onun etinin yenileceğinden bahsetmediğine göre, biz onun yenilmesinin -aram olduğunu anlamış olduk. Bu istidlali, başka bir açıdan takviye etmek de mümkündür. Bu cümleden olarak şöyle denilir: "Allahü teâlâ, en'âm hakkında, "Ve onlardan yersiniz" buyurmuştur. Bu cümle, hasr ifâde eder. Şu halde bu, en'âm'dan başkasından yemenin caiz olmamasını gerektirir. Binâenaleyh, bu hasrın muktezâsına göre, at etinin yenilmesinin haram olması gerekir.

Cenâb-ı Hak, bu ifâdeden sonra at, katır, eşek gibi şeylerden bahsetmiş ve bunların, binmek için yaratıldıklarını bildirmiştir ki, bu da, yeme işinin en'âma tahsis edildiğini ve at, katır, eşek gibi hayvanlarda bulunmadığım iktizâ eder.

Bu ayetle, şu şekilde olmak üzere, üçüncü bir cihetten de istidlal edilebilir: Cenâb-ı Hakk'ın "Hem onlara binmeniz için" ifâdesi, bu üç şeyin yaratılmasından maksadın -.amamının, "binmek" ve "zinet" olmasını iktizâ eder. Binâenaleyh, eğer bunları yemek helâl olmuş olsaydı, o zaman bunların yaratılış maksatlarının tamamı "binmek" : "iaz, aksine, onların etlerinin yenilmesinin helâl olduğu da kastedilmiş olurdu. Bu durumda da, "onlara binme" işi,maksadın tamamı olmaktan çıkar, aksine, maksadın tamamı değil, bir kısmı olmuş olurdu.

Vahidî, buna son derece güzel bir cevap vererek şöyle demiştir: "Şayet ayet,u hayvanların yenilmesinin haram olduğuna delâlet etmiş olsaydı, bu sûrenin Mekkî ; rrası sebebiyle, bunları yemenin haram olması, Mekke'de bilinmiş olurdu. Şayet durum da böyle olsaydı, o zaman, "ehlî eşeklerin etleri Hayber senesinde haram kılınmıştı" şeklindeki, bütün müfessir ve muhaddislorin görüşleri batıl olmuş olurdu. Çünkü haram kılma işi, bu günden daha önce mevcut olunca, bu tahrimi, bu şüpheyle tefsir etmenin bir manası kalmazdı." Bu, güzel ve kuvvetli olan bir cevaptır.

Üçüncü Mesele

Allah'ın fiillerinin kulların maslahat ve faydalarına bağlı olduğunu ileri sürenler, bu ayetin zahiriyle istidlal ederek, şöyle demişlerdir: Çünkü bu, bu hayvanların, falanca varlıkların, insanların menfaati için yaratılmış olmaların iktizâ eder. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'în "Bu bir kitabtır ki, (bütün) insanları Rabblerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarman için sana indirdik" ayetiyle, "Ben cinleri de, insanları da ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" (Zariyat, 56) ayetidir. Fakat bu husustaki sözümüz malumdur.

Dördüncü Mesele

Bir kimse şöyle diyebilir: Bu ayetin manası, "Allah atı, katırı ve eşeği, siz onlara binesiniz diye ve zinet olmaları için yaratmıştır" şeklindedir. O halde bu ibare niçin terkedilmiştir?

Cevap: Cenâb-ı Hak, bu sözü bu ifadeyle getirince, o zaman zinet, onların yaratılış maksatlarından biri olurdu ki, bu caiz değildir. Çünkü bir şeyle zinetienmek, kendini beğenmeyi, böbürlenmeyi ve kibri doğurur ki, bunlar kötü, kınanmış huylardır. Allahü teâlâ ise bütün bunları yasaklamıştır. O halde daha nasıl O, "Bütün bunları elde edesiniz diye, bu hayvanları yarattım" der? Aksine O, "Sizler onlara binesiniz ve onlar sayesinde yorulma ve meşakkat gibi zararları kendinizden savuşturasınız diye, onları yarattım" demek istemiştir. Onlarla zinetlenmek, zaten işin kendisinde mevcuttur. Fakat bu bizzat maksûd değildir. İşte bu ibarenin seçilmesindeki hikmet budur.

Bil ki Allahü teâlâ insanların kendilerinden zarurî olarak (kesin surette) istifade ettikleri hayvanların hallerini ilk önce zikredip, ikinci olarak da, hiçbir zaruret olmaksızın istifade etttikleri hayvanların hallerini zikredince, hayvanlardan geriye üçüncü kısım kalmış olur ki bu da, insanların genelde istifâde etmedikleridir ki, Allahü teâlâ, bunları kısaca beyan ederek "O, sizin bilmediğiniz daha neler yaratır" buyurmuştur. Bu böyledir. Çünkü bu kısmın, tür, çeşit ve bölümlerini sayı aitına almak, tek tek saymak mümkün değildir. Eğer insan bu kısmın, enteresan hallerini izah etmeye kalkışsa cilt cilt kitaplar yazdıktan sonra, bu ciltlerde yazılmış olanlar yapılamayanların yanında, denize nisbetle bir damla mesabesinde olurdu. Binâenaleyh en güzel olanı, Hak teâlâ'nın da bu ayette yaptığı gibi, bu kısmın toptan (kısaca) zikredilmesidir. Atâ, Mukâtil ve Dan hâk, İbn Abbas (radıyallahü anh)'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Arş'ın sağında yedi kat gök, yedi kat yer ve yedi deniz kadar. nurdan bir nehir yer almaktadır. Cebrail (aleyhisselâm) her seherde, oraya girer ve yıkanır. Böylece de nuruna nur, güzelliğine güzellik katar. Sonra çıkar silkelenir ve Allahü teâlâ, O'nun tüylerinden sıçrayan her damlanın düştüğü yerde, bin melek yaratır. Onlardan her gün yetmişbin melek Beyt-i Ma'mur'u ve Kâ'be'yi ziyaret ederler ve tekrar onlara Kıyamete kadar bir daha sıra gelmez."

Doğru Yolu Göstermek Allah'a Aittir

9

"Doğru yolu bildirmek Allah'a aittir. Onlardan bazısı ise eğridir. (Allah) dileseydi muhakkak hepinizi toptan hidayete erdirirdi".

Bil ki Allahü teâlâ, tevhidin delillerini izah edince, "Doğru yolu bildirmek Allah'a aittir.." buyurmuştur. Bu, "Ben her türlü mazeret ve sebebi ortadan kaldırmak için ve helak olacak kişi apaçık bir delilden sonra helak olsun, diri kalacak (iman edecek) kişi de, yine apaçık delili görerek diri kalsın diye, bu delilleri gösterdim ve izah ettim" demektir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Vahidî şöyle demiştir: "Kasd, yolun dümdüz olmasıdır. Arapçada, "seni matlubuna, gayene ulaştıracak olan yol" manasında, denilir." Bunu anladığın zaman, bil ki ayette, takdiri, "Doğru yolu açıklamak Allah üzerinedir" şeklinde bir hazif vardır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ondan bazısı ise eğridir" buyurmuştur. Bu "meyleden, sapan yollar vardır" demektir. Arapça'da "cevr" haktan sapmak, meyletmek demektir. Minha (ondan) kelimesindeki zamir, "yol"a râcîdir. Yol (sebil) kelimesi, Hicazlılara göre müennestir. Bu, "Bazı yollar, haktan sapmıştır, hakka doğru değildir" demektir. O yollar da, küfrün ve dalâletin çeşitli yollarıdır. Allah en iyi bilendir.

İkinci Mesele

Mu'tezile şöyle demektedir: "Ayet insanları dine ve hakikata iletip, hertürlü (küfür) mazeret ve engellerini ortadan kaldırmanın Allahü teâlâ'ya vâcib (gerekli) olduğuna delâlet eder. Çünkü O, "Doğru yolu bildirmek Allah üzerinedir" buyurmuştur. Buradaki alâ edatı, vâcib oluşu ifade eder. Nitekim Cenâb-ı Hak bu manada "Beytullah'a Allah için haccetmek, insanlar üzerine borçtur" (Âl-i İmran, 97) buyurmuştur. Hem sonra ayet Allahü teâlâ'nın, hiç kimseyi azdırmadığına, saptırmadığına ve hak yoldan çevirmediğine de delalet eder. Çünkü eğer Allahü teâlâ, saptıran olsaydı, "Doğru yolu bildirmek ve ondan saptırmak Allah'a aittir" buyururdu. O böyle demeyip aksine, sadece doğru yola iletmenin kendine âit olduğunu bildirip, eğri yol için kendine âit olduğunu söylemeyip, "Onlardan bazısı ise eğridir" buyurunca, bu Hak teâlâ'nın hiç kimseyi dinden saptırmadığına delâlet etmiş olur."

Alimlerimiz buna şöyle cevap vermişlerdir: "Ayetteki "Allah üzerinedir, Allah'a aittir" ifâdesi ile, "Allah'ın fazlı ve keremi ile, hak yolu ve hak dini beyân etmesi, Allah'a aittir" manası kastedilmiştir. Allah'ın dalâlete sevketme ve saptırmasının nasıl olduğunu beyan etmesi ise gerekmez. İşte bu ifadeden kastedilen bu manadır. Allah en iyi bilendir.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın "Eğer dileseydi, muhakkak hepinizi toptan hidayete erdirirdi" cümlesi, Allahü teâlâ'nın kâfirleri hidayete erdirmeyi dilemediğine ve onların iman etmelerini istemediğine delâlet eder. Çünkü lev (eğer) edatı, bir şeyin olmamasından ötürü, diğer bir şeyin de olmayacağını ifade eder. Binâenaleyh bu ayetin manası, "Eğer O size hidayet etmek isteseydi, hidayet ederdi" şeklinde olur ki bu, Allahü teâlâ'nın kâfirlerin hidayetini dilemediğini ve bu sebeple onlara hidayet etmediğini gösterir. İşte bu da biz (ehl-i sünnetin) söylemek istediğine delalet eder.

Esamm buna şu şekilde cevap vermiştir: "Bununla, "Eğer Allah sizi imân etmeye mecbur tutmayı dileseydi, sizi (öylece) hidayete erdirirdi" manası kastedilmiştir ki, bu da, Allah'ın onları imana mecbur tutmak istemediğini gösterir."

Cübbâî ise şu şekilde cevap vermiştir: "Bu, "Eğer Allah dileseydi, sizi cennet yoluna yahut mükâfaat elde etme yoluna iletirdi. Ama o bunu ancak, hakeden kimseler için diler" demektir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, bu ayetteki "hidayet" ile, imana hidayet etme, sevketme" manasını kastetmemiştir. Çünkü iman bütün mükelleflerin gücü dahilinde olan şeydir."

Bazıları da şöyle cevap vermişlerdir: "Bununla, "Eğer Allah istese idi, sizi doğrudan doğruya, lütfü gereği cennetine hidayet eder, iletirdi. Ama O, size getirdiği ve izah ettiği deliller ile o büyük makamı tanıtmış ve anlatmıştır. Dolayısıyla kim o delillere tutunursa o makamı elde eder. Kim de onlardan yüz çevirirse o delilleri elden çıkarmış ve azaba düşmüş olur" manası kastedilmiştir." Allah en iyi bilendir. Bii ki bu görüşleri, cevaplan ile birlikte, daha önce defalarca ele aldık. Artık o cevaplan tekrar etmenin faydası ve gereği yoktur.

Bitkiler Alemindeki Tevhid Delilleri

10

Âyetin tefsiri için bak:11

11

"O, sizin için gökten su indirendir, içilecekler bundandır ve içinde hayvanlarınızı otlattığınız otlar da bundandır. (Allah) onunla, sizin için ekin, zeytin, hurma ağaçları, üzümler ve her türlü meyve bitiriyor. Bunların herbirinde tefekkür edecek kimseler için elbette birer ayet vardır".

Bil ki yeryüzündeki maddelerin hayvanlardan sonra en kıymetlisi bitkiler olup, Allahü teâlâ da hakîm bir yaratıcının varlığına daha önce hayvanların dikkate değer railerini anlatarak delil getirince, bu ayette de, o hakîm yaratıcının varlığına, bitkilerin enteresan halleri ile delil getirmiştir.

Yağmurun Mahiyeti

Bil ki "gökten inen su"dan murad, yağmurdur. Yağmurun buluttan mı, gökten mi yağdığı meselesini, bu kitapta defalarca anlattık. Binâenaleyh yağmur iki kısımdır: Allahü teâlâ'nın hem bizim için, hem de bütün canlılar için içecek su kıldığı ki bu, ayette minhu şerâb "İçilecekler bundandır" ifadesi ile anlatılmıştır. Cenâb-ı Hak bir başka ayetinde, bunun çok kıymetli bir nimet olduğunu bildirerek, "Her diri şeyi sudan yarattık" (Enbiya, 30) buyurmuştur.

Eğer, "Siz mahlûkatın içeceği suyun ancak yağmurdan olduğunu mu, yoksa bu çeceğin bazan yağmurdan, bazan başka şeyden, yani yerin derinliklerinden mevcut olan su kaynaklarından olduğunu mu kabul ediyorsunuz?" denilirse, Kâdî buna şöyle cevap verir: "Allahü teâlâ, yağmurun bizim içeceğimiz olduğunu beyân buyurmuştur; yağmurun dışındaki şeylerden içmemizi nehyetmemeştir." Birisi şöyle diyebilir: "Ayetin zahiri, hasr (sadece) manasına delalet eder. Çünkü ayetteki uslûbu hasr ifade eder. Çünkü bu, "Ondan, başkasından değil" demektir."

Bunun böyle olduğu sabit olunca biz diyoruz ki: Yerin altında biriken o tatlı su oynaklarının, orada biriken ve toplanan yağmur sularından olması imkansız değildir. Bunun delili, "Gökten de yetecek kadar su indirdik ve onu yerin (altında) yerleştirdik" (Mü'min, 18) ayetidir. Bunun, tatlı suların dışındaki sular hakkında olması da imkansız değildir. Buna göre denizin suyu da, yağmur suları cinsinden olur.

Şecer Kelimesinin Manası

Gökten inen ve Allah'ın kendisi ile bitkileri bitirdiği ikinci kısım suya, ayette 'İçinde (hayvanlarınızı) otlattığınız otar da bundandır" ouyruğu ile işaret edilmiştir. Bu cümle ile ilgili birkaç bahis vardır:

Birinci Bahis: Ayetin zahiri, "Şeceri" otlatmanın mümkün olduğu manasına gelir. Bu, ancak ayetteki "şecer" sözü ile, kuru ve yaş ot manası kastedildiği zaman mümkün olur. Bu hususta iki görüş vardır:

Birinci Görüş: Zeccâc şöyle der: "Yeryüzünde biten herşeye "şecer" denir. Nitekim şâir, 'Bitki kıt olduğunda o, onlara et yedirir" demiştir. Yani, "Onlar, yeryüzünde kıtlık olduğunda, bitki bulunmadığında, atlarına süt içirirler" demektir. İbn Kuteybe, "Ayetteki "Şecer" ile "ot" manası kastedilmiştir. Nitekim Ikrime'den gelen bir hadiste, "Şecer bedeli para alıp yemeyin. Çünkü bu haramdır" yani buyurulmuştur Buradaki "şecer"ot manasınadır.

Birisi şöyle diyebilir: "Allahü teâlâ, " "Necm" ve "şecer" (Allah'a) secde ederler" (Rahman, 6) buyurmuştur. Buradaki "necm" ile, gövdesi, kütüğü olmayan, yeryüzü üzerinde gözüken ve parlayan bitkiler; "Şecer" ile de, gövdesi olan bitkiler (yani ağaçlar) kastedilmiştir. Müfessirler böyle demektedirler. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, bu ayette "Şecer"i, "necm" üzerine atfettiğine göre bu, bu ikisinin birbirinden başka olduğuna delalet etmiştir!'

Buna şu şekilde cevap verilebilir: Cinsin, türe; türün de cinse atfedilmesi, yaygın ve meşhur bir üslûbtur. Hem sonra "Şecer" lafzı, bir karışma, birbirine girme manasını ihsas ettirir. Nitekim insanların sesleri birbirine karıştığında, "Millet münakaşaya tutuştu; mızraklar birbirine girip karıştığında, denilir. Hak teâlâ da, "Aralarında ortaya çıkan davalarında, senin hükmüne başvurmadıkça"(Nisa.65) buyurmuştur. Bu karışma, birbirine girme manası kuru ve yaş otlarda da vardır. Şu halde "şecer" lafzının, bu manaya da gelmesi gerekir.

İkinci Görüş; Develer, büyük ve yüksek ağaçların yapraklarından otlanabilirler. Dolayısıyla birinci görüşte zikrettiğimiz izahlara hacet kalmaz. (O zaman buradaki "Şecer" kelimesi ağaç manasına olmuş olur.)

İkinci Bahis: Cenâb-ı Hak yani "O, o seçerlerde (otlarda ve ağaçlarda) hayvanlarınızı otlatırsınız" buyurmuştur. Arapça'da, hayvanlarını otlatmak için salıverdiğinde dersin. Yine hayvanlar istediği gibi otlayip, gezip tozduğunda da,denilir. Zeccâc şöyle der: "Bu kelime, damga ve alamet manasına gelen, "Süme" kelimesinden alınmıştır. Bunun izahı şöyledir. O hayvanlar otladıkları yerlerde bazı izler, alametler bırakırlar." Başkaları da şu izahı yapmışlardır: "O hayvanlar, otlağa salıverilmek için damgalanırlar." Bu kelime ile ilgili geniş izahı, (al-i imran, 14) ayetinin tefsirinde yapmıştık.

Cenâb-ı Allah "(Allah) onunla, sizin için ekin, zeytin, hurma ağaçları, üzümler bitiriyor" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç bahis vardır:

Birinci Bahis: Cenâb-ı Hakk'ın yağmur suyu vasıtası ile bitirdiği bitkiler ikiye ayrılır:

1) Hayvanların otlaması ve diğer canlıların otlaması için olan bitkiler. Bu, ayetteki "içinde (hayvanlarınızı) otlattığınız" cümlesi ile anlatılmıştır.

2) İnsanın yemesi için yaratılmış olanlar... Bu da, " (Allah) onunla, sizin için ekin, zeytin..." ifâdesi ile anlatılmıştır.

Buna göre eğer, "Allahü teâlâ bu ayette önce hayvanlar için olan bitkileri zikretmiş, bunun peşinden de insanlar için gıda olacak olanları zikretmiştir. Bir başka ayetinde ise, bu sırayı değiştirmiş, önce insanların yiyeceğinden, sonra hayvanların otlayacağı şeylerden bahsederek, "Hem siz yeyin, hem davarlarınıza yedirin" (Tâha. 54) buyurmuştur. Bunun hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bu ayette bahsedilen sıra ile, bir güzel ahlaka dikkat çekmek istemiştir. O güzel ahlak da, insanın, eli altındakilere, kendinden daha çok ve daha fazla ihtimam göstermesi, dikkat etmesidir.

İkinci ayet ile ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Önce kendinden başla, sonra geçimini üzerine aldığın kimselere bak' Müslim, Zekât, 41. 106 (2/693, 721). hadis-i şerifinde anlatılan -ıana kastedilmiştir.

İkinci Bahis: Ebu Bekir'in rivayetine göre. Âsim, bunu nûn ile, azamet ifâde etsin diye, nünbitu "Biz... bitiriyoruz" şeklinde okurken, diğerleri, yâ ile yünbitü "(Allah) bitiriyor" şeklinde okumuşlardır. Vahidî, bunu yâ ile okumanın, önceki ifâde ve fillere daha uygun düştüğünü söylemiştir.

Hayvan? Ve Nebatî Gıdalar

Üçüncü Bahis: Bil ki insan, gıdaya muhtaç olarak yaratılmıştır. Gıdalar, ya hayvansal, ya bitkisel olur. Hayvansal gıdalar, bitkisel gıdalardan daha kıymetli (ve kuvvetli)dir. Çünkü, hayvansal gıdaları yediğinde insanın uzuvlarının gelişip büyümesi, etkisel gıdaları yediğinde gelişip büyümesinden daha hızlı ve kolay olur. Çünkü insanla hayvan arasındaki müşabehet (benzerlik-yakınlık) daha ileridir. Hayvansal gıdalar, ancak hayvanların otlaması ile elde edilir. Bu gıdayı artırma çabası da, otlatma sayesinde olur. İşte Cenâb-ı Hakk'ın bahsettiği otlatma da bundan dolayıdır. Bitkisel gıdalar ikiye ayrılır: Tahıllar ve meyveler... Tahıllar: Bunlara ayette "Zer" (ekin) kelimesi ile işaret edilmiştir. Meyvelere gelince, bunların en kıymetlisi zeytin, hurma ve üzümdür. Zeytin, bir açıdan meyve, bir açıdan gıda (esas yiyecektir). Çünkü zeytinde çok yağ vardır. Yağların yemede, yağlamada ve kandilin yanmasında kullanımı çoktur. Hurma ve üzümün, diğer meyvelerden farklı ve üstün oluşu, açık ve malumdur.

Allahü teâlâ, insanların istifade ettiği hayvanları tafsilattı olarak zikredip, sonra diğer hayvanlar hakkında, "Sizin bilmeyeceğiniz daha neler yaratıyor O" (Nahl, 8) buyurduğu gibi, bu ayette de insanların istifâde ettikleri bitkileri ayrıntılı bir şekilde sıralamış, diğer bitkilerin cinsleri, türleri, özellikleri ve faydalan ile ilgili mufassal açıklamanın ciltlere sığmayacağına dikkat çekmek ve bu hususta uygun olanın öz bir ifade ile yetinmek olduğunu belirtmek için 'Ve her türlü meyveden bitiriyor" buyurmuştur!

Cenâb-ı Hak, daha sonra "Bunların her birinde tefekkür edecek kimseler için elbette birer ayet vardır" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili iki bahis vardır:

Tohumdan Bitkinin Çıkması

Birinci Bahis: Bu bahis, bütün bu sayılan şeylerin, Allah'ın varlığına delil olan ayetler oluşunu izah hakkındadır. Buna göre biz diyoruz ki: '"Tek bir tane,toprağa düşer. Bu halde bir müddet zaman geçince, onun içine, yerin (toprağın) rutubet ve neminden bir miktar geçer. Böylece o şişer ve bunun peşisıra üst tarafından ve alt tarafından çatlar. Derken onun üst tarafından, toprağın içinden yukarı, göğe doğru yükselen bir fidan, alt tarafından da yerin derinliklerine dalan bir başka fidan çıkar. Yerin derinliklerine doğru dalan kısım, o ağacın kökleri adını alır. Derken onun yukarı çıkan fidanı büyüyüp, gelişip, güçlenir. Böyece ondan yapraklar, çiçekler,tomurcuklar ve meyveler çıkar. Sonra o meyveler, mesela üzüm gibi, farklı farklı niteliklerde olan maddeler ihtiva ederler. Çünkü meselâ üzümün kabuğu ve çekirdeği soğuk, sert ve katıdır. Fakat eti sıcak, nemli ve latifdir. Bunu iyice kavradığında biz diyoruz ki: Hem toprağın özelliği, hem de feleklerin ve yıldızların hareket ve tesirleri, bütün bu maddelere aynıdır. Bu şeylerin tesir ve alâkalarının aynı olmasına rağmen, o meyvelerin karakter, tad, renk, koku ve sıfat bakımından farklı farklı olduklarını görürsün. Binâenaleyh akıl, açıkça bütün bunların ancak, hakim, rahîm ve kadir bir fâil-i muhtardan (Allah'dan) ötürü olduğuna delâlet eder. İşte bu delilin izahı bundan ibarettir.

İkinci Bahis: Allahü teâlâ bu ayeti, "Tefekkür edecek kimseler için" diye bitirmiştir. Bunun sebebi Allahü teâlâ'nın, bundan önce gökten su indirip, onunla ekin, zeytin, hurma ve üzüm bitirdiğinden bahsetmiş olmasıdır. Birisi şöyle diyebilir: "Biz, onları bitirenin Allah olduğunu kabul etmiyoruz. Bütün bu şeylerin ancak dört mevsimin birbirini takip etmesi ve güneş, ay ve yıldızların tesiri ile meydana gelmiş olduklarını söylemek niçin mümkün olmasın?" Sen bu soruyu iyice anladığında, bu ihtimalin yanlışlığına dâir bir delil bulunmadığı müddetçe, ayetteki delil (izah), bu neticeyi tam ve mükemmel bir şekilde ifâde etmiş olmaz, aksine bu hususta tefekkür ve teemmül işi devam etmiş olur. İşte bu sebebten ötürü Cenâb-ı Hak bu ayeti, 'Tefekkür edecek kimseler için" diye bitirmiştir.

Bütün Kâinatın İnsana Hizmeti

12

Âyetin tefsiri için bak:13

13

" (Allah), geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin emrinize musahhar kıldı. Yıldızlar da O'nun enirine boyun eğmişlerdir. Bunların herbirinde aklını kullanacak kimseler için elbette ayetler vardır. Sizin için yerde çeşitli renklerle yarattığı neler varsa (onları da size musahhar kılmıştır). Bunların herbirinde, öğüt alacak kimseler için elbette birer ayet vardır".

Ayetle ilgili bir kaç mesele vardır:

Hareketi Başlatan İlk Prensip Allah'dır

Bil ki Allahü teâlâ, bu ayette, "bahsettiğimiz o soruya" şu iki bakımdan cevap vermiştir:

Birinci Cevab: Bu süflî âlemde (yeryüzünde) meydana gelen hadiseler, bazı feleklerle ve yıldızlarla ilgili birtakım teşkilât ve münasebetlere izafe edilmişlerdir. Ama o feleklerin ve yıldızların hareket ve münasebetleri için birtakım sebebler gerekir. O hareketlerin sebebleri ise, ya yıldızların ve feleklerin kendileridir, yahut da kendileri dışında bazı şeylerdir. Birincisi şu iki bakımdan batıldır:

a) Cisimler, birbirine benzerdir. Binâenaleyh eğer "cisim olma", sıfatın (meselâ hareketin) illeti olsaydı, o zaman her cismin mutlaka o sıfatla mevsûf olması gerekirdi ki bu imkansızdır.

b) Eğer cismin kendisi, mesela o hareket sıfatının meydana gelmesinin illeti : saydı, o zaman o cismin kendisi devam ettiği, bulunduğu sürece o hareketin de devam etmesi gerekirdi. Eğer böyle olsaydı, o zaman cismin, hiçbir değişikliğe uğramadan aynı hal üzere kalması gerekirdi. Bu ise, cismin hep hareketsiz olmasını gerektirir, hareketli olmasına manî olurdu. Binâenaleyh maddenin (cismin) zatı gereği (madde oluşundan dolayı) hareket ettiğini ileri sürmenin, o maddenin, zâtı gereği sakin (hareketsiz) olmasını gerektireceği sabit olmuş olur. Varlığı yokluğuna götüren şey ise batıldır. Böylece cismin, cisim olduğu için, hareketli olmasının imkansız olduğu sabit olur. Geriye, onun başka bir sebebten ötürü hareketli olması ihtimali kalır. O başka sebeb de, ya onun içine sirayet eden, yahut da ondan ayrı bir şey olur. Birinci ihtimal olamaz. Çünkü bahsedilen konu, başka cisimlere değil de o cisme, mesela o kuvvetin verilmesi ile ilgilidir.

Böylece felek ve yıldızların maddelerini hareket ettirenin, onlardan ayrı ve başka birşey olduğu kesinleşir. Onlardan ayrı ve başka olan o şey, eğer cisim yahut cisimle ilgili birşey olursa, ilk taksim (ihtimaller) yine karşımıza çıkar. Yok eğer o şey, cisim yahut cisimle ilgili birşey olmaz ise, bu durumda, ya mûcib-i bizzat (mecbur) olur. Yahut da hür ve irâde sahibi bir fail olur. Birinci ihtimal batıldır. Çünkü mûcib-i bizzat olan şeyin, bütün cisimlerle alâka ve irtibatı aynıdır. Binâenaleyh bu takdirde bazı cisimlerin, o belli bazı tesirleri kabul etmesi, diğer bazılarından daha evla olamaz. Bu ihtimal batıl olunca, felekleri ve yıldızları hareket ettirenin, cisim olmaktan ve cisimle alâkalı bir şey olmaktan münezzeh, hür ve irade sahibi; herşeye kadir bir fail olduğu sabit olur. Böyle olan ise Allahü teâlâ'dır.

Velhasıl diyebiliriz ki: Eğer biz, bu süflî alemdeki (yeryüzündeki) hadiselerin, (tabiî olayların), bazı felekî ve kevkebî (yıldızlarla ilgili) hareketlere varıp dayandığını, onlardan dolayı olduğunu söylesek bile, o felekî ve kevkebî hareketlerin başka felek ve yıldızlara nisbet edilmesi mümkin değildir. Aksi halde teselsül gerekir. Teselsül ise imkânsızdır. Öyleyse bu hareketleri yaratanın ve idare edenin Allahü teâlâ olması gerekir. Yeryüzündeki hadise ve hareketler, feleki hareketlere varıp dayandığında, fele ki hareketlerin de Allah'ın yaratması, takdiri ve var etmesi ile olduğu sabit olunca, bu, bütün herşeyin Allah'dan olduğunu, O'nun yaratması ve var etmesi ile olduğunu itiraf etmek olur. İşte Cenâb-ı Hakk'ın, "O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin emrinize musahhar kıldı" ayetinden kastedilen budur. Bu, "Eğer yeryüzündeki (tabiî) olaylar, gece ve gündüzün birbirini takib etmesi, güneş ve ayın hareketlerinden dolayı ise, teselsülü sona erdirmek (teselsüle düşmemek) için mutlaka bütün bu şeylerin meydana gelişlerinin, Allah'ın yaratması ve musahhar kılması ile olmuş olması gerekir" demektir.

Bu nokta, bu delil tamamlanınca, Cenâb-ı Hak bu ayeti "Bunların herbirinde aklını kullanacak bir zümre için elbette ayetler vardır" buyurarak hitâma erdirmiştir. Bu, "Aklı olan herkes, teselsülün bâtıl olduğunu, işin sonunda mutlaka, herşeye kadir, nûr ve irade sahibi bir faile varıp dayandığını anlar" demektir. İşte iki cevaptan birinin izahı böyledir.

Tabiat Fikrini İptal

İkinci Cevap: Şöyle deriz: Biz tabiatın, feleklerin ve yıldızların tesirinden ötürü, bitki ve hayvanların meydana gelmelerinin caiz (mümkin) olmayacağına delit giriyoruz. Bu böyledir. Çünkü tabiatın, feleklerin, yıldızların, güneşin ve ayın tesiri, bütün cisimler için aynıdır. Fakat buna rağmen görüyoruz ki, üzümün cismi üzüm olduğunda kabuğu ayrı bir karakter, çekirdeği ayrı bir karakter, etli kısmı üçüncü bir karakter, suyu ise dördüncü bir karakterdedir. Hatta biz, meselâ gülde tek bir yaprağın münden bir yüzünün son derece sarı, öteki yüzünün ise son derece kırmızı olduğunu görüyoruz. Halbuki o yaprak ince ve şeffaftır. Yine biz, o yıldız ve feleklerin, bu ince ve şeffaf yaprağın her iki görünümüne nisbet ve tesirinin aynı olduğunu zarurî olarak biliyoruz. Bir tek maddedeki bir tabiat (özellik), ancak bir fiil, bir tesir icra edebilir. Baksana onlar şöyle demişlerdir: Basit şekil küredir. Çünkü aynı maddede, aynı tabiatın tesirinin birbirine benzer olması gerekir. Bütün tarafları birbirine benzeyen şekil ise küredir. Hem biz, bir mum yakıp diktiğimizde, eğer o mum, her tarafından beş arşınlık bir mesafeyi aydınlatır ise, bu tesirin, her tarafta aynı olması gerekir. Çünkü tesir eden aydınlatma karakterinin (özelliğinin), her yöne nisbet ve tesirinin aynı olması gerekir.

Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, biz deriz ki: Bellidir ki güneşin, ayın, yıldızın, feleğin ve tabiatın o şeffaf ve ince yaprağın her iki yüzündeki etkisi aynı brandadır. Yine bellidir ki, tek bir tesirli özelliğin nisbeti, tek olduğu zaman, onun mam ve neticesi de tek ve aynıdır. Halbuki gül yaprağı misalindeki netice aynı olmamıştır. Çünkü o yaprağın bir yüzü son derece sarı, öbür yüzü ise son derece tamimdir. Binâenaleyh bu, o sıfat, renk ve hallerin meydana gelişinde tesirli olanın, o tabiat olmayıp, aksine, hakîm, hür ve irade sahibi bir fail olduğuna kesinkes hükmetmeyi gerektirir. O fâil-i muhtar da Allah Subhânehû ve Teâlâ olup, "Sizin için yerde çeşitli renklerle yarattığı neler varsa (onları da size müsahhar kılmıştır)" ayetinden kastedilen mana budur.

Bil ki, bu hüccetin dayanağı, mûcib-i bizzat (zatı ve tabiatı icabı müessir) olanın şeye nisbetinin aynı olması gerektiği hususu olunca; duyu organlarımız da bu maddelerin farklı sıfatlar ve birbirinden farklı durumlarda bulunduğuna delâlet edince, bunlarda müessir olanın, zâtı gereği mûcib bir şey olmayıp, tam aksine hür sahibi bir fâil-i muhtar olduğu ortaya çıkmış olur ki, bu delilin izahının tamamı cur. Böylece de, birinci ayeti, "tefekkür edecek kimseler için"; ikinci ayeti, kullanacak kimseler için" ve üçüncü ayeti de, "öğüt alacak kimseler için" ifadesiyle bitirenin, bu nefis hikmetlere ve apaçık delillere dikkat çeken zât olduğu olmuş olur. Gerek dinî gerekse dünyevî hususlardaki lütfundan dolayı hamd, Allah'a mahsustur.

İkinci Mesele

İbn Amir, (......) kelimelerini mübtedâ, müsahharâtun kelimesini de, haber olarak merfû okurken, Asım'ın ravisi Hafs, sadece Ve'n-nücûmu kelimesini lâ, müsahharâtun kelimesini de haber olarak merfu okunmuştur. Bu kıraati,sevkeden husus, "teshir" lafzını tekrar etmemektir. Çünkü Araplar, "Sehhartu hâzâ'ş-şey'e müsahharen" demezler. Buna şu şekilde cevap verilir: "Bunun manası şudur: "Allahü teâlâ, bütün bunları, kendi kudret ve irâdesi altında müsahhar olarak bütün bunları bize müsahhar ve amade kılmıştır..." İşte, doğru olan söz de budur. Buna göre ifâdenin takdiri, "Bütün bunlar, Allah'ın kudret, emir ve müsaadesi altında müsahhar olarak, onları insanlar için amade kılmış ve onların fayda ve maslahatlarına muvafık kılmıştır" şeklindedir. Böyle olması halinde, faydadan halî olan bir tekrar gerekmemiş olur. Allah en iyisini bilendir. Geriye ayetle ilgili birkaç soru kalmıştır.

Teshirin Mânası

Birinci Soru: "Teshir" "hükmetmek ve zorlamak" demektir. Bu ise ancak, hükmedilmesi mümkün olan kadir zata yaraşır (yani âkiller hakkında geçerlidir). Amma gece, gündüz, cansızlar, güneş ve ay hakkında bu hakimiyyet nasıl geçerli olur?

Buna şu iki şekilde cevap verilebilir:

a) Allahü teâlâ bütün bu şeyleri, kulların maslahatlarına uygun olarak ayni tarz üzere idare edince, bunlar inkıyâd eden ve boyun eğen bir köleye benzetilmiş olurlar. İşte bu manadan dolayı, bu tür tedbir hakkında teshir lafzı kullanılmıştır.

b) Bu, ancak hey'et âlimlerinin, gök bilimcilerin metot ve görüşlerine göre doğru olur. Çünkü onlar şöyle derler: Güneşin ve ayın tabiî hareketi, batıdan doğuya doğru olan bir harekettir. Halbuki Allahü teâlâ, bu yıldızları, en büyük feleğin hareketi vasıtasıyla doğudan batıya doğru takdir etmiş olur. İşte böylece bu hareket mecburî olmuş olur. Bu sebepten dolayı da, bunlar hakkında "teshir" kelimesi kullanılmıştır.

İkinci Soru: Gece ve gündüzün meydana gelişleri ancak, güneşin hareketleri sebebiyle olunca, gece ve gündüzün zikredilmiş olması, güneşin zikredilmesine ihtiyaç bırakmaz.

Cevap: Gece ve gündüzün meydana gelmesi, güneşin hareketi sebebiyle olmayıp, aksine onların meydana gelişleri, hareketinin, ancak Allahü teâlâ'nın hareket ettirmesiyle olduğuna işarette bulunduğumuz en büyük feleğin hareketi sebebiyledir. Ama güneşin hareketi ise, günün meydana gelmesinin değil, gecenin meydana gelmesinin illetidir.

Üçüncü Soru: Cenâb-ı Hakk'ın, biemrih "O'nun emrine..." ifâdesi ne anlama gelir? Halbuki, "teshir"de müessir olan, emiri değil, kudretidir.

Cevap: Bu ayet, felekler ve yıldızların cansız olup olmadıklarına (göre manalandırılabilen) bir ayettir. Müslümanların ekserisi, onların cansız oldukları kanaatindedirler. Binâenaleyh, hiç şüphesiz ki bu ayette geçen "emr" kelimesini, "yaratıp takdir etmek" manasına hamletmişlerdir. "Emr" lafzı'nin şan,iş ve durum manasında kullanılması, oldukça çoktur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Bir şeyi(n olmasını) dilediğimiz zaman sözümüz ancak ona "Ol" dememizden ibarettir. O da derhal oluverir..." (Nahl. 40) buyurmuştur. Bazıları da, bunların cansız olmadıkları kanaatindedirler. Binâenaleyh işte bu durumda, ayetteki "emr" kelimesinin, Allah'ın izni ve müsaadesi, mükellef kılması manasına hamledilmesi uygun düşer. Allah en iyisini bilendir.

Denizin Âmâde Kılınması

14

"O, denizi -oradan taze bir et yemeniz, oradan giyeceğiniz zineti çıkarmanız için- râm edendir. Gemilerin orada sulan yararak gittiklerini görüyorsun ki, bu sırf Allah'ın lütf-u kereminden nasip aramanız ve O'na şükretmeniz içindir".

Bil ki Cenâb-ı Hak, ilk mertebede, uluhiyyetin isbâtı hususunda, göklerin kütlelerini; ikinci mertebede, insanın bedeni ve ruhunu; üçüncü mertebede, hayvanların yaratılışlarının ilginçliğini, dördüncü mertebede de bitkilerin karakterlerinin ilginçliğini delil olarak zikredince, beşinci mertebede de unsurların ilginç hallerini yaratıcının varlığına delii getirip bunlardan da ilk önce, su unsuruna yer vermiştir.

Bil ki gök bilimciler şöyle demişlerdir: Yer kürenin dörtte üçü su altındadır. Bu, okyanus olup, su unsurunun da tamamıdır. Meskûn olan bu dörtte birde de yedi deniz meydana gelmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak bundan sonra, "deniz de, arkasından yedi deniz daha kendisinden yardım ederek (mürekkeb) olsa..." (Lokman, 27) buyurmuştur. Allahü teâlâ'nın insanlara "musahhar" kılmış olduğu deniz de, işte bu denizlerdir. Allah'ın bu denizleri mahlûkata musahhar kılmasının manası, O'nun, gerek üzerinde gemiler yüzdürmek, gerekse, içlerine dalmak suretiyle, onları, insanların kendilerinden yaranabileceği bir durumda var etmiş olmasıdır.

Denizlerdeki Faydalar

Bil ki, denizlerin faydalan pekçoktur. Allahü teâlâ bu ayette, bu faydalardan şu üç çeşidi zikretmiştir:

Birinci Fayda: Cenâb-ı Hakk'ın, "Oradan taze bir et yemeniz için..." ayetin;" ifâde ettiği husustur. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

İbnu'l-A'rabî, bu kelimenin, hemzesiz olarak "Lahmun tariyyun" şeklinde kullanıldığını; Arabların (Taze ve hoş olmak) dediklerini söylerken, Ferrâ, bu fiili şeklinde kullanıldığını söylemiştir ki bu tıpkı (Bedbaht oldu-bedbaht olmak) denilmesi gibidir.

Bil ki tarıyyen kelimesinin ayrıca zikredilmesinin önemli bir faydası bulunmaktadır. Çünkü balığın tamamı tuzlu olsaydı, taze olmasıyla bilinecek olan Allah'ın kudreti, o zaman bu derece bilinemezdi. Bil ki, son derece acı ve tuzlu bir denizden, eti alabildiğince leziz ve tatlı olan bir canlı çıkınca, bunun tabiat gereği değil, tam aksine, zıddı zıddından çıkarıp meydana getirdiği için, Allah'ın kudret ve hikmetiyle olduğu anlaşılmış olur.

Balığın Et Sayılmaması

Ebu Hanîfe (r.h.) şöyle der: Bir kimse, et yemeyeceğine dair yemin etse de, balık eti yese, yeminini bozmuş olmaz. Çünkü, balığın etine, (mutad anlamda) et denilmez. Diğerleri de şöyle demişlerdir: "O, yeminini bozmuş olur. Çünkü Allah bu ayette, onun et olduğunu açıkça belirtmiştir. Halbuki, Allah'ın izahının üstünde bir izah yoktur." Rivayet olunduğuna göre Ebu Hanîfe (r.h.) bu şekilde hüküm verip, Sevrî de bu hükmü duyduğunda, bunu kabul etmeyip, Ebu Hanîfe'nin hükmünün aleyhine bu ayeti delil getirince, Ebu Hanîfe, Süfyân-ı Sevrî'ye birisini yollayarak, bisatı (sergisi) üzerinde namaz kılmamaya yemin eden, ama yeryüzünde namaz kılan kimsenin yeminini bozup bozmadığını sordurtunca, Süfyân "yemini bozmuş olmaz" deyince de, Süfyân'a soruyu soran o adam, "Peki Allah, "Allah yeri sizin için bir bisat (sergi) yapmıştır" (Nûh, 19) buyurmamış mıdır?" deyince de Süfyân es-Sevrî bunun Ebu Hanîfe'nin telkini ile olduğunu anlar.

Bir kimse şöyle diyebilir: Bu söz kuvvetli değildir. Çünkü bu konuda söylenebilecek en son söz, "Biz aleyhine delil bulunduğu için, "bisât" kelimesi hakkında Kur'an (ayetinin) zahiriyle amel etmedik. Binâenaleyh, bundan, bir başka ayette Kur'an'ın zahiriyle amel etmeyi terketmemiz gerekmez. Bu iki misal arasındaki fark, şu iki yöndendir:

1) O kimse, seccadesi üzerinde namaz kılmayacağına dair yemin ettiğine göre, biz, şayet "el-ardu" (yeryüzü) kelimesini "bisât" lafzının anlamı içine sokacak olsak, o zaman bizim, o kimseyi namaz kılmaktan da men etmemiz gerekir. Çünkü o kimse, seccadeyle örtülmüş olan yerde namaz kıldığında, hiç şüphesiz ki yeminini bozmuş olur. Binâenaleyh, "yeryüzü" tabirinin "bisât" (sergi) lafzının manası içinde mütalâa edilmesi halinde, o kimse, seccade serilmemiş olan bir yer üzerinde namaz kılması halinde de yeminini bozmuş olur ki, bu da onun, namazdan men edilmesini gerektirir. Halbuki, böyle bir hüküm vermemiz mümkün değildir. Ama "balık etini", "lahm-et" lafzının manası içine sokmamız böyle değildir. Çünkü o kimsenin, mutlak olarak et yemekten men edilmesinde bir mahzur yoktur. Binâenaleyh fark, ortadadır.

2) Biz, dili (Arapça'yı) bilen herkesin, "bisat" kelimesinin, halis katıksız yer anlamında kullanılışının bir mecaz olduğunu bileceğini, ama "et" lafzının "balık eti" için kullanılmasının mecaz olduğunu bilemeyeceğini zarûreten bilmekteyiz. Binâenaleyh, fark ortadadır. Allah en iyi bilendir.

Ebu Hanîfe (r.h.)'nin delili ise şudur: "Yeminler, örfe dayanır. Halbuki insanların örfü, mutlak olarak et zikredildiğinde, bundan balık etinin anlaşılmadığı şeklindedir. Bunun delili ise şudur: Bir kimse çocuğuna, "Şu parayla et al" dese de, o da balık alıp gelse, bu, yadırganmaya değer bir şeydir."

Cevap: Biz, Kibâbu'l-Eymân (Yeminler Kitabı)'da, sizin bazen lafızlara, bazen de örfe itibar ettiğinizi görmekteyiz ve sizin, bu ikisi arasında, belli bir kaide ve düstur zikrettiğinizi görmedik. Bunun delili de şudur: Meselâ bir kimse, çocuğuna "şu parayla et al gel" dese, o da, "Serçe eti" getirse, bu da yadırganması gereken bir şey olur. Ama siz, o kimsenin, serçe etini yemekle yemini bozacağını söylüyorsunuz. Böylece örfün, tutarsız olduğu; Kur'ân'ın nassına müracaat etmenin ise şart ve kesin bir şey (muteayyin) olduğu sabit olur. Allah en iyisini bilendir.

Denizin Faydalarından ikincisi Cenâb-ı Hakk'ın, "Ondan Takacağınız zineti çıkarmanız için " ayetinin ifâde ettiği husustur. Ayetteki "hilye-süs, zinet" ile, inci ve mercan kastedilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O iki denizden inci ve mercan çıkar" (Rahman. 22) buyurmuştur. Erkeklerin o hilyeyi giymeleriyle, onların hanımlarının giymeleri kastedilmiştir. Çünkü, o kadınlar da onlardandır. Bir de, o kadınların o birtakım zinetlerle süslenmeye yönelmeleri, kocalarından ötürüdür. O halde, sanki onlar, o erkeklerin zinetleri ve giysileri gibi olmuş olur. Alimlerimizden bazılarının, mubah olan süs eşyalarında zekâtın farz olmadığı meselesi hususunda Urve'nin Hazret-i Peygamberden rivayet ettiği, yi "Süs eşyalarında zekât yoktur. Zekât olmaz" hadisine tutunduklarını görmekteyim. Ben derim ki, bu hadis daifu'r-rivâye" (rivayeti zayıf)'dır. Doğru olması halindeyse şöyle denilebilir: Hadisteki "el-huliyyu" lafzı, başında elif-lâm bulunan bir lafızdır. Biz, usûl-ü fıkıhta, böylesi lafızların daha önce geçmiş olan belli bir şeye hamledilmeleri gerektiğini beyan etmiştik. Daha önce geçmiş olan o muayyen "zinet eşyaları" ise, Allahü teâlâ'nın Kitâb-ı Kerim'inde bahsetmiş olduğu şey yani hilye (takı)dır. Böylece bu haberin sahih olması durumunda hadisteki zinet eşyasından "inci"nin kasdedildiği, dolayısıyla incinin zekâtının farz olmadığı anlaşılır. Bu durumda da bu hadiste istidlal etmek sakıt olur. Allah en iyisini bilendir.

Mevahir Kelimesi

Üçüncü Fayda: Cenâb-ı Hakk'ın, "Gemilerin suları yararak gittiklerini görüyorsun ki, (bu, sırf Allah'ın) lütf-u kereminden nasip aramanız içindir" ayetinin ifâde ettiği husustur. Dil âlimleri "Mahru's-sefinetl" tabirinin manasının, geminin önüyle suyu ikiye yarması anlamında olduğunu söylerken, Ferrâ'dan bunun manasının, geminin rüzgarla hareket etmesinden dolayı çıkarmış olduğu ses olduğu rivayet edilmiştir.

Bunun böyle olduğunu bilince, İbn Abbas'ın, mevâhir kelimesine "Akıp gidenler" manasını vermesinin, ancak o gemi suyu yarmadan sadece akıp gittiğinde uygun ve yerinde olduğu anlaşılır. Cenâb-ı Hak, "sırf Allah'ın lütf-u kereminden nasib aramanız içindir" buyurmuştur; yani, "Ticaret maksadıyla ona binmeniz ve böylece de Allah'ın fadlu kereminden kazanç talep etmeniz için;Allah'ın fadl ve ihsanını elde ettiğinizde de, muhakkak ki sizler O'na şükretmeye yönelir ve O'na şükredersiniz" demektir. Allah en iyisini bilendir.

Dağların Yere Çakılması

15

Âyetin tefsiri için bak:16

16

"O, sizi sallayıp çalkalar diye, yeryüzüne sabit ve muhkem dağlar, ırmaklar, yollar koydu. Ta ki, maksatlarınıza ulaşasınız. Daha nice alâmetler. Yıldızla da, onlar yollarını bulurlar".

Bil ki bu ayetin maksadı, Allahü teâlâ'nın yeryüzünde yarattığı bazı nimetleri dile getirmektir.

Birinci Nimet: "O, sizi sallayıp çalkalar diye, yeryüzüne sabit ve muhkem dağlar... koydu" ayetinin ifâde ettiği husustur. Bu ayetle ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetteki (......) ifâdesinin takdiri Kûfefilere göre "sizi, sallayıp çalkalamasın diye"; Basralılara göre ise "sizi sallayıp çalkalamasını istemediği için" şeklindedir. Biz bu hususu, (Nisa, 176) ayetini tefsir ederken açıklamıştık. Meyd kelimesi hareket etmek, sağa sola yalpalamak anlamına gelir. Arapça'da bu manada, "Mâde-yemîdu-meyden" denilmektedir.

İkinci Mesele

Bu ayetin tefsiri hususunda cumhurdan gelen en meşhur görüş şudur: Gemi, suyun üzerine bırakıldığında, bir taraftan diğer tarafa meyleder ve yalpalar. Fakat o geminin içine, ağır bazı şeyler, eşya konulduğunda, gemi suyun yüzünde istikrar bulur ve dengelenir. İşte, tıpkı bunun gibi Allah da yeri suyun üzerinde yaratınca, bir tarafa meyletti ve yalpalamaya başladı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak yeryüzünde bu ağır dağları yarattı da, böylece, yer de, o dağların ağırlıkları sebebiyle suyun yüzünde karar kılmış oldu.

Bir kimse şöyle diyebilir: Bu, birkaç bakımdan problem arzeder:

Birinci Soru: Bu açıklama, ya yerin ve suyun, tabiatı gereği ağır olduklarını kabul etmekle yahut bu temel düsturu kabul etmeyip de, aksine bu maddelerin hareketlerinin tabiat ve karakterleri gereği olduğunu söylemekle, veyahut da bunların hareketlerinin tabiatları gereği olmayıp, tam aksine hür ve irâde sahibi- bir failin yaratmasıyla olduğunu kabul etmekle yapılabilir. Birinci takdirde, bu izah müşkildir. Çünkü bu temel kaideye göre, yerin sudan daha ağır olduğunda bir şüphe yoktur. Sudan daha ağır olan ise, suya batar, onun üzerinde kalmaz. O suyun yüzünde yüzmeyince de, onun, sağa sola meylettiği, yalpaladığı söylenemez. Ama gemi böyle değildir. Çünkü gemi, ağaçtan yapılmaktadır. Ağacın içinde ise, hava ile dolu boşluklar bulunmaktadır. İşte bundan dolayı o ağaç, suyun üzerinde kalır, bu durumda da suyun üzerinde sağa sola meyleder ve yalpalar. Fakat içine ağır cisimler konulduğunda ise, yalpalaması durur ve karar kılar. Böylece, bu ikisi arasındaki fark anlaşılmış olur.

İkinci durum ise şöyle denilmesidir: Yerin ve suyun ağırlığı veya batması gibi bir tabiatı yoktur. Amma yerin alta inmesinin sebebi, Allah'ın, âdetini böyle icra etmesidir. Keza suyun yeryüzünü kuşatması da, sadece âdetullahın böyle icra edilmesindendir. Yoksa ne yerin, ne de suyun, bu özellikleri gerektiren bir tabiatı söz konusu değildir." İşte bu durumda biz diyoruz ki: Yeryüzünün sakin olmasının sebebi, Allahü teâlâ'nın onda sükûneti; onun sağa sola hareket edip yalpalamasının sebebi de, yine Cenâb-ı Hakk'ın onda hareketi yaratmış olmasından ötürüdür. Böyle olması halinde, "yeryüzü sağa sola yalpalıyordu da, yalpalamasın, yerinde dursun diye, Allahü teâlâ dağları yarattı ve o dağları yere perçinledi" şeklindeki görüş yanlış olur. Çünkü bu görüş ancak, yerin karakterinin, sağa sola yalpalamayı; dağın karakterinin ise, sağlamlaştırma ve sabit kalmayı gerektirdiğinde doğru olur. Halbuki biz şu anda, tütün bunları gerektiren bir karakterlerinin bulunmadığını farzederek konuşmaktayız. Binâenaleyh, böyle bir açıklamanın (talîl), bütün takdirlere göre müşkil olduğu sabit olmuş olur.

İkinci Soru: Yerin dağlarla perçinlenmesi ancak yerin, su üzerinde bir taraftan diğer tarafa meyletmeksizin durması için düşünülebilir. Bu da ancak, su, yerin üzerinde duracak bir biçimde olduğunda düşünülebilir. Buna göre biz diyoruz ki: O suyun, kendi belli bölgesinde, alanında durmasını ve sükûnet halinde olmasını gerektiren nedir? Şayet sen, "Onun, o muayyen bölge ve alanda durmasını gerektiren şeyin, "onun hususî karakteri onun o belli bölgede durmasını gerektirmiştir" dersen, aynısını yer için niye söylemiyorsun? Ki bu da, yerin kendi hususî karakterinin, o belli bölgede durmasını gerektirdiğinin söylenmesidir. Bu da, "Yer, ancak Allahü teâlâ'nın o yeri dağlarla perçinlemesi sebebiyle durmuştur" demeyi ifâde eder. Şayet sen, suyun o belli alanda durmasını gerektiren şey, "Allah'ın kendi kudretiyle o suyu bulunduğu mekânda durdurmasıdır" dersen; "O halde, arzın yerleşmesi hakkında niçin aynı şeyi söylemiyorsun?" denilebilir. Bu durumda bu açıklama da fasit, yanlış olur.

Üçüncü Soru: Yerin tamamı, büyük bir kütledir. Onun tamamı okyanus gibi bir su üzerinde, sağa sola meyledip yalpalasa bile bu durum insanlar tarafından sezilemez... Şayet denilirse ki: Zelzele sırasında, yeri, içinde toplanmış olan buharlar, gazlar hareket ettirmiyor mu? Halbuki bu hareket insanlar tarafından seziliyor. O halde, daha ne diye, "Şayet dağlar olmasaydı, yeryüzü sağa sola hareket eder, yalpalardı. Ne var ki, Allahü teâlâ'nın yeryüzünü ağır dağlarla perçinlemekle rüzgarların onu sağa sola hareket ettirmesini önlemiştir" diyenlerin görüşünü kabul etmiyorsun?" denilirse, biz deriz ki: O buharlar ancak, yeryüzünün küçük bir kısmında toplanmışlardır. Binâenaleyh, o küçük bölgede hareket meydana gelince, o hareket insanlar tarafından sezilmektedir. Bu görüşü belirtenler ise, şöyle demektedir: "O yeryüzünün o muayyen mıntıkasında hareketin meydana gelmesi, tıpkı insanın, belli bir uzvunda meydana gelen depreşme gibidir." Ama, yerin tamamı hareket ederse, o hareket insanlar tarafından sezilemez. Baksana, gemide oturanlar, geminin hareketinin tamamını, o çok süratli hareket etse bile sezemezler. İşte burada da böyledir. İşte bu mevzûdaki ince ve derin meseleler bunlardır.

Bana göre bu müşkil mesele hakkında şöyle denilebilir: Yerin, küre şeklinde olduğu kesin ve yakînî delillerle sabittir; dağların da, o kürenin yüzeyinde, onun üzerinde bulunan birtakım çıkıntılar mesabesinde olduğu da sabittir. Bunun böyle olduğu sabit olunca da, biz diyoruz ki: Biz, o çıkıntıların mevcut olmadığını, aksine yerin, bu çıkıntılardan ve dişlerden uzak, pürüzsüz, tam ve hakîki bir küre olduğunu farzedersek, o zaman yer, en ufacık bir sebeple dahi, dairesel olarak hareket ederd!. Çünkü, basit ve yuvarlak bir kütlenin, dairesel olarak hareket etmesi, ya kendiliğinden dolayı olur, yahut da aklen bu bunu gerektirmese bile, ancak ne var ki o, en ufak bir sebepten dolayı bu şekilde böyle hareket eder. Ama, yerkürenin dış yüzeyinde bu dağlar meydana gelip, ve bunlar, kürenin yüzeyinde meydana gelmiş olan çıkıntılar gibi olunca, bu dağlardan herbiri, kendi karakteri sebebiyle dünyanın merkezine doğru yönelmiştir. Dağların, o büyük ağırlıkları ve alabildiğince de kuvvetleri sebebiyle, dünyanın merkezine doğru yönelmeleri, tıpkı, yerkürenin dairesel olarak dönmesine mani olan kazıklar gibi olurlar. Böylece, dağların yeryüzünde yaratılması, o yerküreye batırılmış ve onun dairesel dönmesini engelleyen kazıklar gibi olmuş olur. Böylece de bunlar, yerin dairesel hareketine mani olmaları manasında, yerin sağa sola meyledip yalpalamasına mani olmuş olurlar. Bu konuda benim araştırmamın ulaştığı netice budur. Allah, ne murad ettiğini en iyi bilendir.

Nehirlerdeki Nimet

Allahü teâlâ'nın yeryüzünde izhar ettiği nimetlerin ikincisi de, O'nun, yeryüzünde nehirler akıtmasıdır. Bil ki, burada da şöyle iki bahis bulunmaktadır:

Birinci Bahis: Ayetteki "enhâren" (nehirler) kelimesi revâsiye kelimesine atfedilmiş olup, ifâdenin takdiri, "Sabit, muhkem dağlar ve ırmaklar koydu" şeklinde olur. "Nehirlerin yaratılması"nın "ilkâ-atmak" kelimesiyle ifâde edilmesinde tuhaflık yoktur. Buna göre, tıpkı, "Allah, yeryüzüne sabit ve muhkem dağlar attı" dediği gibi, yine, "Allah yeryüzüne nehirler attı"da denilir, O halde "likanın manası, yaratmak, kılmak, var etmek demektir. Baksana, Cenâb-ı Hak bir başka ayetinde de, " (Allah) arzın üstünden perçinler yaptı" (Fussilet, 10) buyurmuştur. "İlkâ", yaklaşık manada "indirmek" demektir. Çünkü, "İlkâ", bir şeyin yukardan aşağıya sıklığı hissini ve manasını verir. Ancak ne var ki, buradaki "İlkâ"dan maksat, "kılmak ve yaratmak" manasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sana karşı kendimden bir sevgi bırakmıştım " (Tâha, 39) buyurmuştur.

İkinci Bahis: Akli ilimlerde, çayların ve nehirlerin ekserisinin dağlardan fışkırıp kaynadığı hususu yer almaktadır. İşte bu sebepten dolayı, Allahü teâlâ da dağlardan bahsedince, bunun peşinden nehirlerin ve gözelerin fışkırması, akıtılması meselesini zikretmiştir.

Üçüncü Nimet: Ayetteki (......) buyruğunun ifade ettiği husustur. Bu da, revâsiye kelimesine affedilmiş olup, (......) ifâdenin takdiri, "Allah yeryüzüne yollar attı" şeklindedir ve mânası, "Allahü teâlâ, sayelerinde, seferlerinizde yollarınızı bulasınız diye, onları ortaya koydu ve apaçık belirtti" şeklindedir. Bunun bir benzeri "Orada sizin için yollar açtı" (Tâha, 53) ayetidir. Cenâb-ı Hak'ın (......) ifâdesi, "yollarınızı bulmanız için" manasındadır.

Bil ki, Allahü teâlâ, yerde muayyen yollar var ettiğini zikredince, sayelerinde mükellefler istidlal edebilsinler, ve onlar vasıtasıyla maksatlarına ulaşsınlar diye o yeryüzünde hususî birtakım alâmetler de var ettiğini beyan ederek, "Daha nice alametler" buyurumuştur ki bu da, revâsiye kelimesine atfedilmiş olup, ifadenin takdiri, "Allah yeryüzüne sabit muhkem dağlar attı. Allah yeryüzüne nehirler yollar attı. Allah yeryüzüne alâmetler attı" şeklinde olur. "Alâmetler" ifâdesinden maksat, yol işaretleri olup, bunlar da sayesinde yolların bulunduğu şeylerdir. Bu alametler de, dağlar ve rüzgarlardır. Ben, birtakım kimselerin toprağı kokladıklarını ve bu koklama sayesinde yollarını bulduklarını gördüm.

Kılavuz Yıldızlar

Ahfeş, cümlenin "alâmât" kelimesinde tamamlandığını ve, "Yıldızlarla da onlar yollarım bulurlar" cümlesinin ise, daha önceki ifadelerden ayrı, yeni bir cümle olduğunu, buradaki "necm" (yıldız) kelimesinin başındaki elif-lam'ın "cins" manasını ifade ettiğini, bunun tıpkı, "İnsanların ellerinde dirhem (para) çok" sözündeki "dirhem" gibi olduğunu söylemiştir. Süddî "Ayetteki "necm"den maksad Süreyya yıldızı, "Ferkedân, Benât-ı Na'ş" ve Oğlak burcudur" demiştir. Hasan el-Basrî bu kelimeyi, iki zamme ile nücum ve bir zamme bir sukün ile nücm şeklinde okumuştur ki, bu "necm" kelimesinin çoğuludur. Meselâ "Rehn" "ruhun" ve "rühn" (rehinler) kelimelerinde olduğu gibi... Sükunlu okunuş, kolaylık içindir. "Necm" kelimesinin cemisindeki "nucûm"un vavının hazfedilip, "nücum" şeklinde oluşunun da, kolaylık sebebiyle olduğu ileri sürülmüştür.

Buna göre şayet "Ayetteki, Sizi sallayıp çalkalar diye" ifadesi muhataplara (mevcut) olanlara); "Yıldızlarla da, onlar yollarını bulurlar" ifâdesi ise, gaiblere (mevcut olmayanlara) bir hitabtır. Binâenaleyh bunun sebebi nedir?" denilirse biz deriz ki: Kureyşliler genelde, para kazanmak için sefere çıkardı. Çokça yolculuğa çıkan kimselerin, yıldızlardan istifade ederek yol bulamadaki faydaları bilmeleri daha çok ve daha fazla olur. Binâenaleyh ayetteki, "Yıldızlarla da, onlar yollarını bulurlar" cümlesi, bahsettiğimiz bu sebebten ötürü, Kureyşlilere işaret etmektedir. Allah en iyi bilendir.

Müfessirler, yıldızlarla yol bulma konusunda ihtilaf ederek, bazıları bunun deniz yolculuğuna mahsus olduğunu, çünkü Allahü teâlâ'nın denizden ve denizin faydalarından bahsettiğinde, onda yolculuk edenlerin, yollarını yıldızlara bakarak bulduklarını beyân ettiğini söylemişlerdir. Bazıları da: "Hayır, bu, hem kara, hem de deniz yolculuğunun dahil olduğu mutlak (genel) bir ifadedir" demişlerdir ki bu görüş daha isabetlidir. Çünkü bu, nimet olma bakımından daha geneldir. Bir de, yıldızlara bakıp yol bulma işi, her iki tür yolculuk esnasında da söz konusudur. Bazı fakihler bunu, bir yolcunun kıbleyi şaşırdığında, yıldızlara ve yerdeki dağlar ve rüzgarlar gibi alametlere bakarak, istidlal etmesi, (kıbleyi tayine çalışması gerektiği)ne delil getirmişlerdir ki, bu doğrudur. Çünkü yolları bulma hususunda bu alâmetlere bakıp bilmek mümkün olduğu gibi, kıbbleyi bulma hususunda da bunlardan istifade edilebilir.

Bil ki kıbleyi karıştırmak, ya apaçık alâmetler mevcud olmasına rağmen olur. Yahut da alametler olmadığı için olur. Eğer alâmetler mevcud olur ise, insanın içtihâd etmesi ve zann-ı galibine göre kıble olduğuna kânî olduğu yöne doğru yönetip namazını kılması gerekir. Eğer daha sonra hata ettiğini anlarsa, bu namazını iade etmesi gerekir. Çünkü o, yapması gereken görev hususunda kusurlu davranmıştır. Yok eğer ortada kıbleyi gösterecek hiçbir alamet ve ipucu yoksa, bu durumda şu iki yol takib edilebilir.

Birinci Yol: O insan, namazını, istediği herhangi bir yöne doğru kılmakta serbesttir. Çünkü bütün yönler eşit olup, tercih etme imkânı olmayınca, geriye ancak muhayyerlik (istediğini seçme) kalır.

İkinci Yol: O insanın, bütün (dört) yöne doğru ayrı ayrı namaz kılmasıdır. Bu durumda, o kimse namaz borcunu yerine getirdiğine kesinkes kânî olur. Bu tıpkı, fakihlerin, bir vakit namaz kılmayı unutmuş, ama onun hangi vakit olduğunu bilemeyen kimse hakkında, "O kimsenin üzerine farz olan namazı kaza ettiğini yakinen bilebilmesi için, beş vakit namazı kaza etmesi gerekir" demeleri gibidir. Bazıları, "Ona, bu beş vakitten sadece birisini kaza etmesi gerekir" demişlerdir, ama bu görüş yanlıştır. Çünkü o şahsa küll'ü (bütünü) yapmak gerekince, bütünü de farz hale gelir, isterse bütün namazların farz olmasının sebebi bir tek vakti kaçırması olsun. Allah en iyi bilendir.

Yaratmayan Tanrı Olamaz

17

Âyetin tefsiri için bak:21

18

Âyetin tefsiri için bak:21

19

Âyetin tefsiri için bak:21

20

Âyetin tefsiri için bak:21

21

"Yaratan, yaratmayan gibi midir? Artık iyice düşünmeyecek misiniz? Allah'ın nimetlerini saymak isterseniz onlan sayamazsınız. Doğrusu Allah gafur ve rahimdir. Allah, gizlediğiniz ve açıkladığınız şeyi bilir. Müşriklerin Allah'dan başka duâ ettikleri şeyler ise, hiçbirşey yaratamazlar. Onların kendileri zaten yaratılıyorlar. Onlar, diriler değil ölülerdir. Ne zaman dirileceklerini de bilemezler".

Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır.

Birinci Mesele

Bil ki Allahü teâlâ, en mükemmel ve en güzel bir biçimde, hakim ve kadir olan bir varlığın var olduğunu gösteren delilleri zikredip, o deliller de birer delil olmalarının yanı sıra, Allah'ın çeşitli nimet ve ihsanlarının birer açıklaması olduğu için, bunun peşinden, Allah'dan başkasına ibadet etmenin yanlışlığını belirtmiştir. Bundan maksadı şudur: Kadir ve hakîm olan bir ilahın varlığına çok net deliller ile kesin belgeler delalet edip, bütün nimetlerin sahibinin ve her türiü hayrı verenin O olduğu sabit olunca; O'ndan başkasına ibadet etmek nasıl olur da makul olabilir? Hele hele, ibadet edilen o varlık, hiçbirşey anlamayan ve hiçbir şeye kadir olamayan bir cansız olursa... İşte bu sebebten ötürü, Cenâb-ı Hak, o delillerden sonra, "Yaratan, yaratmayan gibi midir? Artık iyice düşünmeyecek misiniz?" buyurmuştur. Buna göre mana şöyle olur: "Bütün bu bahsettiğimiz şeyleri yaratan zat, yaratmak şöyle dursun, kesinlikle hiçbir iş yapamayan gibi olur mu? Artık aklınızı başınıza almayacak mısınız? Çünkü bu kadarcık bir şeyi anlamak için çok düşünmeye ve tefekkür etmeye gerek yoktur. Bu hususta, aklen ibadetin ancak, nimet veren en büyüğe karşı yapılmasının uygun düşeceğini anlamanız yeter. Halbuki sizler, bu görünür alemde, büyük nimetler veren akıllı ve anlayışlı bir insan görseniz, buna rağmen ona bile İbadet edilmesinin çirkin olacağını bilirsiniz. Halbuki bu putlar, tamamen cansız şeylerdir. Bunların asla anlama, kudret ve irâdeleri yoktur. Öyle ise siz nasıl oluyor da bunlara ibadet ediyor, onlara hizmet ve taatla uğraşmayı uygun görebiliyorsunuz?

İkinci Mesele

Ayetteki "yaratmayan" kelimesi ile putlar kastedilmiştir. Putlar ise akılsız ve cansız varlıklardır. Dolayısı ile bunlar hakkında men kelimesinin kullanılması uygun düşmez. Çünkü men (işaret zamiri), akıl sahibi olan varlıklar için kullanılır. Buna birkaç yönden cevap verilebilir:

1) Kâfirler, onlara "ilah" (tanrı) deyip, onlara tapınca, sanki onları akıllı varlıklar saymışlardır. Hak teâlâ'nın bu ifadenin peşinden getirdiği, "Allah'ı bırakıp da duâ ettikleri şeyler ise, hiçbirşey yaratamazlar. Onların kendileri zaten yaratılıyorlar" ayetine bakmaz mısınız?

2) Bu kelimenin müşakete üslûbu ile kullanıldığı düşünülebilir. Zira yaratan hakkında men kullanılınca, onunla beraber geçen (yaratmayan) için de kullanılmıştır.

3) Akıllı varlıklarda bile, yaratmayan yaratana müsavi olmaz. Artık hiç aklı ve ilmi olmayan bir cansız, nasıl yaratana müsavi olabilir? Bu tıpkı "O putların yüreyecek ayaklan mı var?" (A'raf, 195) ayetinde olduğu gibidir". Yani, "ilah diye ibadet ettiğiniz o putların durumu, eli, ayağı, kulağı ve kalbi olanlardan daha aşağı ve düşüktür. Çünkü bunlar diri, o putlar ise ölüdürler. Hal böyle iken onların putlara ibadet etmeleri nasıl doğru olabilir?" manasına gelir. Yoksa bundan: "Eğer onların uzuvları olsaydı, onlara ibadet etmek doğru olurdu" manası kastedilmemiştir.

Buna göre şayet, "Ayetteki, "Yaratan, yaratmayan gibi midir?" ifadesi ile, putperestleri ilzam etmek, susturmak kastedilmiştir. Çünkü putperestler putlara "ilah" (tanrı) demek ve putlara ibadet etmek suretiyle, yaratmayanı sanki yaratan gibi kabul etmişlerdir. Binâenaleyh onları ilzam etmek için, "Yaratmayan, yaratan gibi midir?" denilmeliydi..." denilirse, şöyle cevap verilir: "Bununla, "Büyük büyük şeyleri yaratan o yüce ve kıymetli faydaları veren zât ile, "ilah" diye isimlendirmede, kendilerine ibadet edilmede ve sonsuz ta'zim gösterilmede, bu âdî değersiz ve cansız putlar nasıl denk tutulabilir?" manası kastedilmiştir. Binâenaleyh işte bu mana, "Yaratan yaratmayan gibi midir?" ifâdesi ile anlatılmıştır.

Üçüncü Mesele

Bazı alimlerimiz, bu ayeti, kulun, fiillerinin yaratıcısı olmadığına delil getirerek şöyle demişlerdir: Allahü teâlâ, kendisini, onların taptıkları o şeylerden yaratıcılık sıfatı ile ayırmıştır. Çünkü ayetteki, "Yaratan, yaratmayan gibi midir?" ifadesinden maksadı, kendisinin, o putlardan (bilhassa) yaratıcılık vasfı ile ayrıldığını, ulûhiyyete ve ma'bûdiyyete ancak yaratıcı olması sebebi ile müstehak olduğunu anlatmaktadır. Binâenaleyh bu, kulun, bazı şeylerin yaratıcısı olması halinde, ibadet edilebilecek bir ilah olması gerektiği neticesine götürür. Bu söz konusu olmadığına göre, kulun (insanın) yaratma ve var etmeye kadir olamayacağını anlarız.

Kulların Fiillerinin Yaratılması

Mu'tezile buna birkaç izah ile cevap vermiştir:

Birinci İzah: "Yaratan, yaratmayan gibi midir?" ifadesi ile, "gökleri, yeri, insanı, Hayvanı, bitkiyi, denizi, yıldızı ve dağı yaratanın hiçbirşey yaratmaya kesinlikle kadir olmayan gibi olmayacağı" manası kastedilmiştir ki, bu da, bütün bunları yaratanın ancak ilah olabileceğini gösterir. Bundan fiillerini yaratan insanın ilah olması neticesi çıkmaz.

İkinci İzah: Ayetin manası şöyledir: "Yaratan, yaratmayandan efdal ve üstündür. Binâenaleyh ilah ve ma'bûd olma bakımından, bu iki şeyin denk olduğunu söylemek imkânsızdır." Böyle bir söz, yaratan herkesin ilah olması gerektiğine delâlet etmez. Bunun delili, "O (putların), yürüyecekleri ayakları mı var" (Araf, 195) ayetidir. Bu ayetin manası, "Kendisi ile yürüyeceği ayağı bulunan, ayağı olup da onunla yürüyemeyen kimseden daha efdaldir" şeklindedir. Bu da, insanın putlardan daha üstün olmasını ve üstün olanın da, kendinden daha düşük olana ibadet etmesinin uygun olmamasını gerektirir. İşte ayetin anlatmak istediği budur. Amma bu ayet, kendisi ile yürüyebileceği ayağı bulunan kimsenin ilah olması gerektiği manasına gelmez. Binâenaleyh (tefsir edilmekte olan) bu ayetten maksad da, yaratanın, yaratamayandan üstün olduğunu beyân etmektir. Dolayısıyla ilah ve ma'bûd olma bakımından, bu iki şeyin eşit olduğunu söylemek mümkün olmaz. Binâenaleyh bundan, sırf yaratıcılık sıfatının bulunması sebebi ile, ilah olma neticesi de çıkmaz.

Üçüncü İzah: Mutezile'nin çoğu, insan için, "yaratıcı" kelimesini kullanmazlar. Ka'bî, tefsirinde şöyle der: "Biz, "Fiillerimizi yaratıyoruz" demiyoruz. Kim bunu böyle mutlak (genel) olarak söylerse, hata etmiş olur. Fakat biz bu kelimeyi, Allah Telâ'nın kullandığı yerlerde kullanıyoruz. Mesela, "Hani benim iznimle, çamurdan bir kuş yaratıyordun (ey Isâ)" (Maide, 110); ve "Yaratıcıların en güzeli olan Allah'ın şânı (bak,) ne yücedir" (Mü'minun, 14) ayetlerinde olduğu gibi...

Bil ki Ebu Hâşim'in taraftarları, "Hâlık" (yaratıcı) sözünü, insan için kullanırlar. Hatta Ebu Abdullah el-Basir, daha da ileri gidip, bu kelimenin kul hakkında hakiki manası ile, Allah hakkında da mecazi manası ile kullanıldığını, çünkü "halk" kelimesinin "takdir etmek" manasına olduğunu, "takdir"in ise, ölçüp-biçmek, tahmin etmek.düşünüp karar vermek demek olduğunu; bu manaların kul için söz konusu olduğunu, Allah hakkında düşünülemeyeceğini söylemiştir.

Bil ki bu cevaplar, güçlü cevaplardır. Bu ayetle, biz (ehl-i sünnetin) görüşünün doğruluğuna istidlal etmek güçlü değildir. Allah en iyi bilendir.

Nimetler Sayılamaz

Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'ın nimetlerini saymak isterseniz onlan saysanız, toptan bile sayamazsınız" buyruğuna gelince, bununla ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki Allahü teâlâ, önceki ifade ile, kendisinden başkasına ibadet etmenin batıl ve yanlış olduğunu beyan edince, bu ayet ile de kulunun, Allah'a ibadet etmesinin, O'nun nimetlerinin şükrünü edâ etmesinin ve O'nun kereminin haklarını yerine getirmesinin, en mükemmel bir biçimde ve tastamam yapmasının mümkün olmadığını, aksine kulunun, taat ve ibadette, kendisini yorsa, yıpratsa ve nimetlerine bütün gücüyle şükretse bile, yine de noksanı olacağını beyân etmiştir. Bu böyledir. Çünkü nimetlere şükür, nimetleri ayrıntılı bir şekilde bilmeye bağlıdır. Çünkü düşünülemeyen, anlaşılamayan ve bilinemeyen şeylere şükretmek imkânsızdır. Fakat kulun da Allah'ın nimetlerini tafsilatlı tarzda bilmesi mümkün değildir. Çünkü Allah'ın nimetleri çok, çeşit ve kısımları geniştir. İnsanın aklı bunların sonlarını-sınırlarım bilmesi şöyle dursun, başlangıçlarını bilmekten bile âcizdir. Çünkü bunlar tafsilatlı olarak bilinemezler. Böyle olan şeyin ise, o nimetlere uygun bir şükrü yerine getirmesi imkansızdır. İşte Hak teâlâ'nın, "Allah'ın nimetlerini saymak isterseniz onları sayamazsınız" buyruğundan maksad budur. Bu, "sizler, o nimetleri tastamam ve mükemmel bir biçimde bilemezsiniz. Onları bilemediğiniz için de, onların şükrünü tam ve mükemmel olarak yerine getirmeniz imkânsızdır" demektir. Bu da, mahlûkatın, Allah'ın nimetlerine karşı tam şükretmekten, Hakk'ın rubûbiyyetine tam manasıyla ıtaattan ve Hakk'ın celâli ile künhünü anlamaktan âciz olduklarına delâlet ede Şu da, insanların akıllarının, Allah'ın nimetlerinin bütün kısımlarını bilmekten âciz olduklarına kesinkes delâlet eder: İnsan bedeninin herhangi bir yerinde en ufacık bir arıza meydana geldiğinde, hayat çekilmez olur ve o insan, bu arızadan kurtulabilmek için, bütün dünyayı vermeye hazırdır. Allahü teâlâ insanın bedeninin herşeyini en mükemmel ve en uygun bir biçimde yönetir. Fakat insanın, bedenindeki birçok parçanın varlığından, faydalarından ve ona ârız olacak zararların nasıl giderileceğinden haberi yoktur. Bu örnek aklında dursun.

Sonra, Allahü teâlâ'nın bu âlemde yarattığı madenler, bitkiler ve hayvanların tamamını, onları senin faydan için hazırlayıp yarattığını bir düşün. Böylece insanların akıllarının, Cenâb-ı Allah'ın diğer fazl ve ihsanlarını bilmesi şöyle dursun, insanı yaratmasındaki hikmetini tam anlamaya bile yetmeyeceğini anlar.

Şükretmenin Çaresi

Buna göre şayet, "Siz, şükrü hakkıyla yerine getirmenin nimetlerin çeşitlerini Dilmeye bağlı olduğunu izah ettiniz ve Allah'ın nimetlerinin bütün çeşitlerini bilmenin imkansız olduğuna, yahut bunun hiç vâkî olmadığına işaret ettiniz. O halde, Allahü teâlâ niçin, mahlukata (insanlara), nimetlere hakkıyla şükretmelerini emretmiştir?" oenilirse, biz deriz ki: Bunun yolu, insanın, Allah'ın bütün nimetlerine -gerek mücmel gerekse mufassal olarak- toptan şükretmesidir. İşte kulun şükür borcundan kurtulabilmesinin yolu budur. Allah en İyi bilendir.

İkinci Mesele

Bazıları, "Allah'ın kâfirler üzerinde herhangibir nimeti yoktur" demişlerdir. Ekserî âlimler ise: "Allah'ın hem kâfirler, hem mü'minler üzerinde sayısız nimetleri vardır. Bunun delili şudur: "Allah gökleri ve yeri yaratmakla in'âmda bulunmuştur. Allah, insanı nutfeden yaratmakla lütfetmiştir. Allah, davarları, sığırları, develeri, atları, atırtarı, eşekleri, ekin, zeytin, hurma ve üzüm gibi çeşit çeşit nimetleri yaratmakla ve insanın taze et yemesi, onlardan takınacağı süs eşyaları çıkarması için, ona denizi -usahhar kılmakla lütufta bulunmuştur. Bütün bu lütuf ve nimetlerde kâfir ve mü'min müşterektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak bu hususu, "Allah'ın nimetlerini saymak isterseniz, onları sayamazsınız" buyurarak te'kid etmiştir ki, bu da bütün bunların, Allah tarafından herkese verilmiş birer nimet olduğuna delâlet eder. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın - metlerinin kâfirlere de ulaştığını gösterir" demişlerdir.

Cenâb-ı Hak, "Doğrusu Allah gafur ve rahimdir" buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ, İbrahim sûresinde, "Eğer Allah'ın nimetini birer birer saymak isterseniz, siz (onlan) icmal suretiyle (toptan) bile sayamazsınız. Hakikat insan çok zulümkâr, çok nankördür" (ibrahim. 34) buyurmuştur. Burada ise, benzeri ayetin sonunu, "Doğrusu Allah gafur ve rahimdir" diye tamamlamıştır. Allah insanın şükrü tafsilatlı bir şekilde edâ edemeyeceğini bildirince, "Doğrusu Allah gafur ve rahimdir" buyurmuştur ki bu, "Ben nimetlerime şükrü yerine getirme hususunda sizden sudur eden noksanlıklarınızı bağışlar, noksanlığınız sebebi ile size olan nimetlerimi sona erdirmeyerek size rahmet ederim" demektir.

Allah'a Hiçbirşey Gizli Kalmaz

Allahü teâlâ "Allah, gizlediğiniz ve açıkladığınız şeyi bilir" buyurmuştur. Bu hususta şu iki izah yapılmıştır:

1) Kâfirler, Allah'ın dışındaki şeylere ibadet etmelerinin yanısıra, Hazret-i Peygambere tuzak kurmak için bir tür küfürlerini de içlerinde gizliyorlardı. Binâenaleyh onları, bu küfürden alıkoyucu olmuş olur.

2) Allahü teâlâ ûnceta ayette, yaratmaya ve nimet vermeye kadir olmadıkları gerekçesiyle putlara ibadet etmeyi; bu ayette de, ilah olanın gizliyi de açığı da bilmesi gerektiğini ileri sürerek, yine o putlara ibadet etme işini çürütmüş ve putların, hiçbirşey bitip anlamayan cansız varlıklar olduğunu, dolayısıyla onlara ibadetin yerinde olmayacağını bildirmiştir.

Cenâb-ı Allah'ın "Müşriklerin Allah'tan başka duâ ettikleri şeyler ise, hiçbirşey yaratamazlar. Onların kendileri zaten yaratılıyorlar" ayetine gelince, bil ki Allahü teâlâ bu putları pek çok sıfatla tavsif etmiştir:

Birinci Sıfat, Onların hiçbirşey yaratamamaları ve kendilerinin yaratılmış olmalarıdır. Âsim'in ravîsi Hafs, ayetteki üç fiili de, yâ ile gâib sığası ile yed'ûn yu'linûn,yüsirrûn şeklinde okumuştur. Âsım'ın râvisi Ebu Bekr, sadece yed'ûn, fiilini böyle yâ ile ve gâib sigasıyla, diğer iki fiili ise tâ ile ve muhatab sigası ile tu'linûn, tûsirrûne (gizliyorsunuz-açıklıyorsunuz) şeklinde okurken, diğer kıraat imamları, üç fiili de, mâkabline (öncelerine) atıf düşünerek, tâ ile ve muhatab sigasıyla okumuşlardır.

Buna göre şayet "Allah'ın, "Yaratan, yaratmayan gibi midir?" buyruğunda, bu putların hiçbirşey yaratamayacaklarına delâlet yok mudur? Binâenaleyh bu ayetteki, "(Onlar) hiçbirşey yaratamazlar:.." ifadesi de aynı manaya delâlet eder. Dolayısıyla bu faydasız bir tekrar olmuş olmaz mı?" denilirse, buna şöyle cevap verilebilir: Önceki ifadede o putların hiçbirşey yaratamayacaklarından bahsedilmiştir. Burada ise, hiçbirşey yaratamayacaklarından bahsetmenin yanısıra, onların kendilerinin de başkası tarafından yaratılmış olduklarından bahsedilmiştir. Binâenaleyh bu, mana bakımından bir ilave, bir farklılık olmuş olur. Böylece Allahü teâlâ sanki de, onların kendilerindeki ve sıfatlarındaki noksanlıkları saymaya başlamış; ilkönce, onların hiçbirşey yaratamayacağını beyan buyurmuş; ikinci olarak da, onların hiçbirşey yaratamıyacakları gibi, kendilerinin de başkasının mahlûku olduklarını bildirmiştir.

Tanrı Olan Ölmez

İkinci Sıfat, ayette "Onlar diriler değil, ölülerdir" ifadesinin anlattığı husustur. Bu, "Onlar gerçekten ilah olsalardı, ölmeyen, hep diri olan varlıklar olurlardı. Yani başta ölümsüz olan Hak teâlâ gibi, onlar hakkında da ölüm sözkonusu olmazdı. Ama onların durumu bunun tam tersidir" demektir. Buna göre şayet, "Cenâb-ı Hak, onlar için "ölülerdir" buyurunca, zaten diri olmadıkları anlaşılıyor. Binâenaleyh ayrıca, "diriler değil" demesinin hikmeti nedir?" denilirse, buna şu iki bakımdan cevap verilir:

a) İlah, hayatının (diriliğinin) peşisıra ölüm söz konusu olmayan, hayy (diri) olan zattır. Bu putlar ise, ölümlerinin peşisıra bile hayat söz konusu olmayan ölülerdir, cansız varlıklardır.

b) Bu söz, putperest kâfirlere karşı söylenmiş bir sözdür. Onlar son derece câhil ve sapnk idiler. Binâenaleyh kendini beğenmiş, câhil, ahmak ve aptal kimselere hitab eden kimsenin, bir hususu, pek çok bakımdan anlatması yerinde olur ki, bundan gayesi, muhatabının son derece ahmak olduğunu, bu sözleri dinleyenin son derece câhil olmasından ve maksadı bir tek sözle anlayamayacağından ötürü tekrar ettiğini göstermek ve bildirmektir.

Üçüncü Sıfat, ayetteki "Ne zaman dirileceklerini de bilemezler" cümlesinin anlattığı husus... (bilemezler) ifadesindeki "vâv" (onlar) zamiri putlara râcîdir. Yüb'asûn fiilindeki vâv (onlar) zamiri hususunda iki açıklama yapılmıştır:

a) Bu, putperestlere râcîdir. Buna göre ifâde, "O putlar, kendilerine ibadet edenlerin' ne zaman dirileceklerini de bilmezler" demek olur. Buna göre bu ifâdede, müşrikler için bir istihza (alay) vardır. Yani, "O putlar, kendilerine ibadet edenlerin ne zaman dirileceklerini de bilemezler, Binâenaleyh bu putların, putperestleri mükâfaatlandıracakları bir vakit yoktur" demektir.

b) Bu zamir de putlara râcidir. Yani, "O putlar, Cenâb-ı Hakk'ın kendilerini ne zaman dirilteceğini bilemezler" demektir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Allahü teâlâ o putları (Kıyamet günü) diriltecek ve onlara ruhlar verecek ve beraberlerinde şeytanları olduğu halde, cehenneme girmeleri emrolunacak."

Buna göre eğer, "putlar cansızdırlar. Cansızlar için "Ölüler" denilmez. Yine onlar için "Şunu şunu anlamazlar"da denilemez" denilirse, buna birkaç yönden şöylece cevap verilebilir:

1) Cansız da bazan "ölü" diye nitelenir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O (Allah), ölüden diriyi çıkarır" (Al-i imran, 27) buyurmuştur.

2) Müşriker, o putları ilah ve ma'bud olarak niteleyince, müşriklere, "Durum, sizin söylediğiniz gibi değil, aksine onlar ölülerdir, hiçbir şey bilemezler" denilmiştir. Binâenaleyh ayetteki bu ifâde, onların inançlarına göre söylenmiştir.

3) "Allah'ı bırakıp duâ ettikleri şeyler "ifadesi ile meleklerin kastedilmiş olması mümkündür. Çünkü kâfirlerden bir kısmı meleklere tapardı. Bundan dolayı Allah "Onlar ölülerdir", yani "Onlar için ölüm mutlaka söz konusudur "Diriler değillerdir" yani onların dirilikleri (hayatları) devam etmeyecektir. "(Onlar) ne zaman dirileceklerini de bilmezler" yani, "Onların, ne zaman dirileceklerine dâir bir bilgileri de yoktur" buyurmuştur. Allah en iyi bilendir.

Kâfirlerdeki Kibir

22

Âyetin tefsiri için bak:23

23

"Sizin tanrınız, bir tek tanrıdır. Ahirete inanmayanların kalbleri bunu inkâr edicidir. Onlar, bü'yüklenen kimselerdir. Şüphe yok ki Allah, onların gizledikleri şeyleri de açıkladıkları şeyleri de bilir. Gerçekten O mağrurları sevmez ".

Bil ki Allahü teâlâ, daha önce putlara ve heykellere tapanların yollarını ve inançlarını çürütüp gittikleri yolların yanlışlığını kesin delillerle ortaya koyunca, "sizin tanrınız, bir tek tanrıdır" buyurmuştur. Daha sonra da, kâfirlerin niçin şirke düşüp, tevhidden uzaklaştıklarını anlatarak, "Ahirete inanmayanların kalbleri, (bunu) inkâr edicidir. Onlar, mağrur kimselerdir" buyurmuştur ki bu, "Ahirete inanıp, ebedî mükâfaatı elde etmeyi arzulayan ve ebedî azaba düşmekten korkan kimseler, delilleri, teşvikleri ve sakındırmaları duyup dinlediklerinde, azaba düşmekten endişe duyarlar da, duydukları şeyler üzerinde inceden inceye düşünür, tefekkür ederler ve böylece delilleri duymaktan istifade ederek, batıldan hakk'a dönerler, Ama âhirete inanmayan, onu kabul etmeyen kimseler, mükafaat elde etme arzusu duymaz ve cezaya uğramaktan endişe etmezler, böylece de, kendi görüş ve inançlarına uymayan her sözü reddeder, başkalarının sözüne kulak verme hususunda kibir gösterir, cehalet ve dalâlette ısrar edip, saplanır kalırlar.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphe yok ki Allah, onların gizledikleri şeyleri de açıkladıkları şeyleri de bilir" buyurmuştur. Buna göre mana, "Allahü teâlâ onların, o bozuk ve yanlış yollarında tasavvur ettikleri herhangi bir şüpheden veyahut da hayal ettikleri bir müşkilden ötürü ısrar etmediklerini, tam aksine bu ısrarın taklîdden, hakka müracaat etmeden nefret etmekten ve atalarının inançlarını destekleme tutkularından, tekebbür ve kibirlerinden'dolayı olduğunu bilir" şeklinde olur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "'Gerçekten O, kibirlileri sevmez" buyurmuştur ki, bu tehdit bütün tekebbür edenleri içine alır.

Kuran Aleyhinde İddialara Cevaplar

24

Âyetin tefsiri için bak:25

25

"Onlara, "Size Rabbiniz ne indirdi?" denildiği zaman, "evvelkilerin masallarını" dediler. Çünkü onlar Kıyamet gününde kendilerinin günah yüklerini kamilen taşıdıktan başka, saptırdıkları bilgisiz kimselerin veballerinden bir kısmını da yükleneceklerdir. Dikkat et ki, onların sırtlayacakları bu yükler ne kötüdür!".

Bil ki Allahü teâlâ, tevhîdin delillerini iyice izah edip putperestlerin inançlarını iptal etme hususunda kesin deliller getirince, bundan sonra, nübüvveti kabul etmeyen kimselerin şüphelerini, cevaplarıyla beraber zikretmiştir.

Bilinci Şüphe: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kendisinin peygamberliğinin doğruluğuna, Kur'ân'ın mucize olmasıyla istidlalde bulununca, onlar Kur'ân'ı tenkit etmeye başlayarak, "Bu, evvelkilerin masallarıdır. Mucizeler neslinden bir şey değildir" dediler. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Alimler, bu soruyu soranın kim olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden, olarak, "Bu, birbirlerine karşı söylemiş oldukları sözdür"; "Bu, müslümanların onlara sormasıdır" ve "Bu, hacıların temsilcileri, onlara Allah'ın Resulüne ne indiği hususunda soru sorduklarında, Hazret-i Peygamberden onları nefret ettirmek için: "Mekke'nin giriş ve çıkışlarını aralarında bölüşen o "muktesimîn"in sözüdür" denilmiştir.

İkinci Mesele

Bir kimse şöyle diyebilir: "Rablerinin indirdiği, nasıl, evvelkilerin masalları olabilir?"

Buna birkaç yönden cevap verilebilir:

1) Bu, alay ve istihza üslûbunda söylenmiş bir sözdür. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın onlardan tıpkı, "Herhalde size gönderilen peygamberiniz, dedi, mutlak delidir" (Şuarâ.27); "Ey kendisine kitap indirilen, mutlak ve mutlak sen bir mecnunsun" (Hicr, 6) ve "Ey sihir yapan, bizim için Rabbine, sana olan vaadi vech ile, duâ et..." (Zuhruf, 49) ayetlerinde bahsetmesi gibidir.

2) Takdirin, "Sizin Rabbiniz katından indirildiğini söylediğiniz bu şey, evvelkilerin düzmecesidir" şeklinde olmasıdır."

3) Bundan muradın, "Bu Kur'ân, Allah katından nazil olduğu farzedilse bile, ancak ne var ki bu, evvelkilerin masatlarıdır, kendisinde ilim, fesahat, incelik ve hakikat namına bir şey bulunmamaktadır" şeklinde olması da muhtemeldir.

Bil ki Allahü teâlâ, onların şüphelerini nakledince, buyurmuştur. Bu ifâdenin başındaki lâm, "lâmu'l-âkibe"dir. Çünkü onlar, kendi günah yüklerini yüklenmek için, Kur'ân-ı Kerîm'i öncekilerin masalları olmakla vasfetmemişlerdir. Ancak ne var ki, onların akibeti bu olunca, bu lamın getirilmesi güzel olmuştur. Bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "İşin sonunda kendilerine bir düşman ve dert olsun diye firavundun adamları onu yitik olarak aldılar" (Kasas. 8) buyurması gibidir. Ayette kâmileten buyurulmuştur ki, bunun manası, "Allahü teâlâ, onların cezalarından herhangibir şeyi eksiltmez, aksine onların o cezalarının tamamını onlara ulaştırır" şeklindedir. Ben derim ki: Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, müminlerden cezalarının bir kısmını düşüreceğine delâlet eder. Eğer bu mana herkes için söz konusu olsaydı, o zaman kamileten kelimesinin o kâfirler hakkında kullanılmasının bir manası kalmazdı.

Cenâb-ı Hakk "Saptırdıkları kimselerin veballerinden bir kısmını da yüklenecekler" buyurmuştur. Bu, "O reisler için de, tâbi olanların günahlarının misli tahakkuk eder" demektir. Bunun sebebi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet edilen şu hadistir:"Herhangi bir kimse, hidâyete (hakikate) çağırır da böylece de kendisine uyulursa, kendisine uyanların ecirlerinden herhangi bir şey eksilmeksizin, onların ücretlerinin bir misli de o kimseye verilir. Herhangi bir kimse de bir sapıklığa davet eder de, böylece de sözü dinlenir, kendisine uyulursa, kendisine uyulanm günahlarından herhangi bir şey eksilmeksizin, onların günahlarının bir misli de onun üzerine olur. Müslim, İlim, 15 (4/2060)

Bil ki, bundan murad, Allahü teâlâ'nın, tâbi olanların hak ettiği o cezayı, o başkan ve liderlere vermesi değildir. Çünkü bu Allah'ın adaletine yakışmaz. Bunun delili Cenâb-ı Hakk'ın, "Hakikaten insan için, kendi çalıştığından başkası yoktur" (Necm, 39) ve "Hiçbir günahkâr başkasının günah yükünü yüklenmez"(isra, 15) ayetleridir. Aksine bunun manası, "Önderler, çirkin bir yol ve çığır açtıkları zaman, cezaları büyük olur. Öyle ki bu ceza, onlara uyan her bir ferdin haketmiş olduğu cezanın tamamına denktir" şeklindedir.

Vahidî şöyle demiştir: "Ayetteki, min evzâri" kelimesindeki min "teb'îz" için değildir. Çünkü bu kelime bu manada olsaydı o zaman, tâbi olanların günahlarının bîr kısmı hafifletilirdi ki, bu caiz değildir. Zira Hazret-i Peygamber, "Onların günahlarından herhangi bir şey eksilmeksizin" buyurmuştur. Aksine, bu ifadenin başındaki min, cins ifâde etmektedir. Yani "Onlar, kendilerine uyanların günahlarının cinsinden olan günahları taşımak için" demektir.

Ayet-i kerimede bi gayr-i ilm "bilgisizce" buyurulmuştur. Yani, "O önderler, bu sapıklığı, kendisi sebebiyle hakedecekleri o şiddetli azabı bilmeksizin yapmışlardır" demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, ayetini "Dikkat et ki onların sırtlayacakları bu yükler ne kötüdür!" buyurarak bitirmiştir ki, bundan maksadı, günahlardan iyice men ve nehyetmektir.

Buna göre şayet, "Allahü teâlâ, müşriklerin ileri sürdüğü bu şüpheyi nakletmiş, onu cevaplamamış, tam aksine sırf tehdit ve vaîd ile yetinmiştir. O halde bunun hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bunun sebebi şudur: Allah, Kur'ân'ın mucize olduğunu i yolla beyân etmiştir:

a) Hazret-i Peygamber, o müşriklere, bazan, Kur'ân'ın tamamı, bazan on sûre, bazan tek bir sure, bazan da tek bir söz getirmelerini söylemek suretiyle meydan okumuş, onlar ise bu her defasında muaraza etmekten yani teklif edileni yapmaktan aciz kalmışlardır ki, bu da, Kur'ân'ın mu'cize olduğuna delâlet eder.

b) Allah bu şüphenin bizzat aynısını, "(şöyle) dediler: "Bu ayetler onun başkasına yazdırıp da kendisine sabah akşam okunmakta olan, evvelkilere ait masallardır" (Furkan.5) ayetinde zikretmiş, ve bu şüpheyi, "De ki: "Onu göklerde ve yerdeki gaybı bilen (Allah) indirdi" (Furkan, 6) ayetiyle çürütmüştür ki, bu, "Kur'ân, gaybî haberleri ihtiva etmektedir. Bu ise ancak, göklerin ve yerin sırlarını bilenden sudur eder" demektir. Bu iki yolla Kur'ân'ın mu'cize olduğu sabit olur. Bu iki yolun açıklaması da defalarca geçmiş olunca, pek yerinde olarak, Cenâb-ı Hak bu ayette, sadece vaîdini belirtmekle yetinmiş, bu şüphenin cevâbı olacak açıklamayı getirmemiştir. Allah en iyisini bilendir.

Dine Karşı Çıkanların Sonu

"Kendilerinden öncekiler de, birtakım tuzaklar kurmuşlardı ayet Allah, onların binalarını, tâ temellerinden yıkmayı diledi de, üstlerindeki tavan tepelerine çöktü. Hem bu azâb onlara bilemeyecekleri bir taraftan gelmiştir.

26

Âyetin tefsiri için bak:29

27

Âyetin tefsiri için bak:29

28

Âyetin tefsiri için bak:29

29

Sonra Kıyamet gününde de, onları rezil ve rüsvay edecek ve diyecek ki: "Hani, sizin uğurlarında düşman kesildiğiniz ortaklarım nerede(!)" Kendilerine ilim verilenler, "Bugün, hakikaten rüsvaylık, zillet ve azâb, kâfirleredir" dediler. Melekler, kendilerine zulmedenlerin, canlarını alacakları zaman onlar "biz hiç fenalık yapmazdık" diye diye teslim oldular. Hayır, Allah sizin neler yapmakta olduğunuzu muhakkak ki çok iyi bilendir" ..

Bil ki bu ayetin maksadı, o kâfirlerin muhatap olduğu tehdidi, cezalarını iyice vasfetmektir."Kendilerinden öncekiler de bir takım, tuzaklar kurmuşlardı" ifadesiyle kimlerin kasdedildiği hususunda iki görüş ileri sürülmüştür:

Birinci Görüş: Bu, ekseri müfessirlerin kabul ettiği görüş olup, buna göre bununla, Nemrud İbn Ken'an kasdedilmistir ki o, Babil'de uzunluğu -5000- (beşbin) zira olan büyük bir köşk inşâ etmişti. Bunun uzunluğunun iki fersah olduğu da ileri sürülmüştür. O bununla, göktekiferle savaşmak için göğe tırmanma gayesini gütmüştür. Bu ayetteki mekr sözüyle de, onun, göktekilerle savaşmak için bu sarayı yapması kastedilmiştir.

İkinci Görüş: Bu, en doğru görüştür. Buna göre bu. hak yolunda olanlara her türlü tuzağı kurma çabasında olan bütün "batıl ehli" hakkında umumî bir ifâdedir.

Cenâb-ı Hak, "Nihayet Allah, onların binalarını, tâ temellerinden yıkmayı diledi de..." buyurmuştur. Bu hususta iki mesele vardır;

Birinci Mesele

Gelmek, hareket etmek kavramları, Allah hakkında imkânsız şeylerdendir. O halde, bununla, "Onlar inkâr edince, Allah onlara, binalarını temellerinden ve direklerinden söküp çıkaran bir zelzeleyi getirdi" manası kastedilmiştir.

Ayetteki bu ifâdeyle ilgili iki görüş bulunmaktadır:

Birinci Görüş: Bu, sadece bir benzetmedir, temsildir. Buna göre mana, "Onlar, Allah'ın peygamberlerine tuzak kurmak için birtakım kuleler ve köşkler kurup yaptılar da, Allah onların o kulelerin içindeki durumlarını, tıpk'ı, şu kimselere benzetti: Bir bina yapıp ve o binayı sütunlarla muhkemteştirmeye çalıştılar. Fakat, sütunlar zayıf geldi, bina yıkıldı. Derken tavan üzerlerine çöktü, kaydı" şeklindedir. Bu benzetmenin bir benzeri de, Arapların, "Kim kardeşi için bir kuyu kazarsa, Allah onu o kuyuya düşürür" şeklindeki sözleridir.

İkinci Görüş: Bu ifadeyle, ayetin zahirinin delâlet ettiği mana kastedilmiştir ki, bu da Cenâb-ı Hakk'ın, onların üzerine, yaptıkları binanın tavanlarını göçürmek suretiyle öldürmesidir Birinci görüş, manaya daha yakındır.

Ayet-i kerimedeki cümlesi ile ilgili şöyle bir soru sorulabilir: Tavan, zaten üstten çöker. Binâenaleyh, daha "üstlerindeki' demenin hikmeti nedir?

Buna şu iki açıdan cevap verilebilir:

1) Bununla, tekîd kastedilmiştir.

2) Çoğu kez tavan çöker de, altında kimse bulunmaz. Bundan ötürü Cenâb-ı Hakk, "üstlerindeki tavan tepelerine çöktü" buyurmakla, onların, onun altında olduklarını göstermiştir. Bu durumda bu cümle onların binalarının yıkıldığına ve onların o binanın altında ölüp gittiklerine delâlet eder.

Ayetteki "Hem bu azâb onlara, bilemeyecekleri bir taraftan gelmiştir" buyruğunu bir temsil manasına alırsak, o zaman durum açıktır. Buna göre mana: "Onlar kulelerine, o yüksek yüksek binalarına güvendiler de, sonra da belâ bizzat o binaların kendisinden fışkırıverdi" şeklinde olur. Yok eğer bunu zahirî manaya harnledersek, buna göre mana, "O tavan onların üzerine ansızın çöktü" şeklinde olur. Çünkü ifade bu manaya alınınca, bu, onlar gibi olanlar ve onların yoluna uyanlar için daha ileri derecede bu caydırma ifâde eder.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların azâblarının bu kadarla kalmayacağını, aksine Kıyamet gününde onları rezîl ve rüsvây edeceğini de beyan buyurmuştur. Hızy, horluk ve hakîrlikle beraber olan bir azâbtır. Allahü teâlâ bu hor ve hakîr olmayı, onlara, "Hani, sizin uğurlarında düşman kesildiğiniz ortaklarım..." diyerek tefsir etmiştir. Bununla ilgili birkaç bahis vardır:

Birinci Bahis: Zeccâc şöyle demiştir: ifadesi, "Sizin batıl iddianıza ve inancınıza göre benim ortaklarım olan tanrılarınız nerede?" : manasındadır. Bunun bir benzeri de, Cenab-ı Hakk'ın "Nerde boş yere davasını güttüğünüz ortaklarınız?" (En'am, 22) ve "Ortaklan öyle dedi (diyecek): "Siz, bize tapmıyordunuz"(yunus, 28) ayetleridir. Bu izafet, bu nisbet güzel ve yerindedir. Çünkü nisbetjn güzel olabilmesi için, en ufacık sebep dahi yeterli olabilir. Bu, tıpkı bir tomruk taşıyan kimseye, "Sen, kendi tarafını; ben de benim tarafımı tutayım" denilmesi gibidir. İşte burada "taraf", o kimseye nisbet edilmiştir.

İkinci Bahis: Cenâb-ı Hak, (......) buyurmuştur. Yani, "Sizler, "Sizler, haklarında, mü'minlerle mücadele edip düşmanlık yaptığınız ortaklarınız..." demektir. İki hasımdan birisinin bir tarafta diğerinin de öteki tarafta, şıkta olması sebebiyle (......) denildiği de söylenmiştir.

Üçüncü Bahis: Nâfî bu fiili, izafetle ve nûn'un da kesresiyle tuşâkkûni okurken, diğer kıraat imamları nûn'un fethası ile ve cemi siğasında tüşâkkûne şeklinde okumuşlardır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Kendilerine ilim verilenler, "Bugün, hakikaten rüsvaylık, zillet ve azâb kâfirleredir" dediler" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili iki bahis vardır:

Birinci Bahis: İbn Abbas, "Kendilerine ilim verilenler"den meleklerin kasdedildiğini söylerken, diğerleri, bunların mü'minler olduğunu ileri sürerek şöyle demişlerdir: "Mü'minler, Kıyamet gününde kâfirlerin rüsvaylıklarını gördüklerinde, "Bugün, hakikaten rüsvaylık, zillet ve azâb kâfirleredir" derler. Bunun faydası şudur; Kâfirler, dünyada iken mü'minleri yadırgıyorlardı. Binâenaleyh mü'minler, Kıyamet gününde kâfirleri hor ve hakir kılma sadedinde bu sözü söylediklerinde, bu söz Kâfirlerin içine oturur, onlara iyice eziyyet verir ve böylece de, düşmanın başına gelen zillet ve rüsvaylık ile de daha fazla sevinilmiş olur.

İkinci Bahis: Mürcie, azabın kâfirlere mahsus olduğuna dair, bu ayetle istidlal ederek şöyle der: "Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bugün, hakikaten rüsvaylık, zillet ve azâb kâfirleredir" ifadesi, Kıyamet gününde rüsvaylık ve azabın mahiyetinin kâfirlere mahsus olduğuna delâlet eder ki, bu da bu mahiyetin başkası hakkında tahakkuk etmesine aykırıdır. Bu husus, Hazret-i Musa'nın, "Bize şu hakikat vahyolundu ki, şüphesiz azâb, tekzîb edenlerin ve yüz çevirenlerin tepesindedir" (Tahâ. 48) ifadesiyle de kuvvet kazanır."

Daha sonra Cenâb-ı Hak o kâfirlerin azabını bir başka açıdan vasfederek, "Melekler, kendilerine zulmedenlerin canlarını alacakları zaman..." buyurmuştur. Hamza kıraatinde yetevaffâhum şeklindedir. Zira melâike hakkında müzekker fiil kullanılır. Diğer kıraatlerde ise "melâiketu" Kelimesinin lafzan müennes olmasından ötürü tâ ile, tetevetfâhüm şeklindedir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların "Biz hiç fenalık yapmadık" diye diye teslim oldular" sözlerini nakletmiştir. Bu hususta şu iki görüş ileri sürülmüştür:

1) Allahü teâlâ, onların ölümlerine yakın bir zamanda teslim olduklarını nakletmiştir.

2) İbn Abbas bu tabire "Onlar, ölürken müslüman oldular ve Allah'ın kulu olduklarını kabul ve ikrar ettiler" manasını vermiştir. ifadesiyle de, onların, "Biz hiç fenalık yapmadık" dediklerini söylemiştir kî, buradaki "fenalık" sözünden maksat, şirktir. Bunun üzerine melekler, onların sözünü kabul etmeyerek ve onları tekzib ederek "Hayır, hayır! Allah sizin yalanlamanızı ve şirk koştuğunuzu hakkıyla bilendir..." demişlerdir. Bu ifadedeki belâ, o müşriklerin, "Biz bir fenalık yapmadık" sözlerini reddetmek için getirilmiştir. Bu hususta da iki görüş vardır:

Birinci Görüş: Allahü teâlâ onların, ölümleri yaklaştığında, teslim olduklarını nakletmiştir.

Ahirette Yalan Mümkün müdür?

İkinci görüş: Söz kısmında tamamlanmıştır Daha sonra da, söze, o müşriklerin Kıyametteki sözlerini nakletmekle başlanılmıştır ki, buna göre mana, "Onlar Kıyamet gününde hakkı teslim ettiler ve "Biz dünyada herhangi bir fenalık yapmadık" dediler. İşte bu noktada ulemâ ihtilaf etmiştir. Bu cümleden olarak, Kıyamettekilerin yalan söyleyebilecekleri fikrini savunanlar, "Bu söz, onlardan bir yalan olarak sudur etmiştir. Çünkü onlar bu yalana ancak, son derece korktukları için yeltenmişlerdir" derlerken; Kıyamettekilerin yalan söyleyemeyeceklerini ileri sürenler de, "Ayetin manası, "Biz, kendi inancımıza göre bir fenalık yapmadık!" şeklindedir" demişlerdir. Kıyamette, yalan söyleyip söyleyemeyeceklerini biz, En'am Sûresi'nde (Enam, 23) ayetinin tefsirinde anlatmıştık.

Bil ki Allahü teâlâ o müşriklerin, "Biz herhangi bir fenalık yapmadık" dediklerini nakledince, "Hayır hayır, Allah sizin yaptıklarınızı bihakkın bilir" buyurmuştur. Bu sözü söyleyenin Allah olması, veyahut da, onlara reddiye olsun diye ve onları yalanlamak için, bu sözün melekler tarafından söylenmiş olması; belâ kelimesinin manasının da, onların, "Biz hiç fenalık yapmadık" sözlerini reddetmek için getirilmiş olması mümkündür.

Ayetteki di "Allah, sizin neler yapmakta olduğunuzu, muhakkak ki çok iyi bilendir" cümlesi, "Allah, sizin dünyada iken yaptıklarınızı bilir; binâenaleyh, bu yalanınız size fayda temin etmez; çünkü O, sizden sudur ettiğini bildiği o küfrünüze karşılık sizi cezalandıracaktır..." demektir.

Daha sonra, Cenâb-ı Hak bu cezayı açıkça zikrederek "O halde içinde ebedi kalıcı olarak, girin cehennemin kapılarından..." (Nahl, 29) buyurmuştur. Bu, onların cezalarının farklı farklı olacağına, böylece de bazısının cezasının bazısınmkinden daha büyük olacağına delâlet eder. Cenâb-ı Allah, kederleri ve hüzünlerinin daha büyük olması için bu ifadesinde, "hulûd" (uzun bir süre) kelimesini açıkça zikretmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Tevhidi ve peygamberlerin getirdiği diğer şeyleri kabul etmeyi gururlarına yediremeyenlerin yerleri ne kötüdür" buyurmuştur. "Tekebbür"ün ne demek olduğu, bu eserde defalarca geçmiştir. Allah en iyisini bilendir.

Müttakilerin Mükâafatı

30

Âyetin tefsiri için bak:32

31

Âyetin tefsiri için bak:32

32

"Müttakîlere "Rabbiniz ne indirdi?" denildi. Onlar da, "sırf hayır" dediler. Bu dünyada iyi hareket edenlere güzel bir mükâfaat vardır. Ahiret yurdu ise, elbette daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu, gerçekten ne güzeldir! Adn cennetleridir ki, altlarından ırmaklar akan bu cennetlere gireceklerdir onlar. Orada, ne dilerlerse onların, işte Allah, takvaya girenleri böyle mükâfaatlandırır. Bunlar meleklerin, pâk ve asude olarak canlarını alacakları elerdir. "Selâm size. işlemekte olduğunuz (iyi hareketlerin) karşılığı olmak üzere, girin cennete" derler..

Bil ki Allahü teâlâ, kendilerine "Rabbiniz ne indirdi?" denildiğinde, "Evvelkilerin düzmeleri" diyen kavimlerin hallerini beyân edip, onların, hem kendi günahlarını, nem de kendilerine uyanların günahlarını yüklendiklerini belirtip, meleklerin, bu kendilerine zulmeden kimselerin canlarını aldıklarını belirtip, ahirette onların hakkı teslim ettiklerini zikredip ve onlara, "Cehennem kapılarından girin içeriye..." dediğini ifade edince, bunun peşinden, kendilerine, "Rabbiniz ne indirdi?" denildiğinde, "Mahzâ hayır!" diyen mü'minlerin vasfını getirmiş; bunların vaadinin o kimselerin vaîd ve cezasıyla birlikte zikredilip görülmesi için, o müttakîler lehine dünyada ve ahirette hazırlamış olduğu hayır ve saadetlerin derece ve makamlarını zikretmiştir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Ayette İlgili Bazı Meseleler

Kadî şöyle der; "Takva sözünün muhtevasına, bütün muharrematı terkedip bütün vâcibleri işleyen kimseler girer. Kim bu iki hususu bir arada yaparsa o, imanı kâmil bir mü'min olur." Alimlerimiz de şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Hak, bu ifâdeyle, şirkten korunan ve Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Hazret-i Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna kesinkes inananları kastetmiştir."

Ben derim ki, bu görüş, Kadî'ninkinden daha evlâdır. Çünkü biz: "Falanca katildir, falanca döver" diyen kimsenin sözünün doğru olabilmesi için, onun, tek bir defa öldürmesinin ve tek bir defa dövmesinin yeterli olduğunu; bu sözün doğruluğunun o kimsenin, her türlü öldürmeyi ve her türlü darb ve dövmeyi yapmasına bağlı olmadığını beyan etmiştik. Buna göre, Cenâb-ı Hakk'ın, "korkan ve korunanlara" ifadesi, her türlü takva çeşidinden sadece birini yapan herkesi içine alır. Ancak ne var ki biz, bu kimsenin, mutlaka ve mutlaka küfür ve şirkten korunup uzak kalması gerektiği hususunda ittifak etmişizdir. Binâenaleyh, bu kayda, başkasının ilave edilmemesi gerekir. Çünkü, mutlak olan bir ifâdeyi kayıtlamak, "asi" olan hususun hilafına olunca, mukayyet olanı yeniden kayıtlamak, "asl"a daha fazla muhalefet etmek olur. Hem Allah, bu kimseleri, o kâfir olup müşrik olanların mukabilinde zikretmiştir. Binâenaleyh bundan maksadın, o küfür ve o şirkten korunan kimseler olması gerekir. Allah, en İyisini bilendir.

İkinci Mesele

Birisi şöyle diyebilir: "Önceki ayette, geçerken, bu ayette de, (......) geçti. Binâenaleyh niçin birinci ifadeyi merfû, ikincisini de mansûb olarak zikretti?"

Keşşaf sahibi şöyle diyerek buna cevap vermiştir: "Bundan maksat, hakkı kabul edenin verdiği cevap ile, hakkı inkâr edenin cevabının arasını ayırmaktır. Yani, "Bunlara bu soru sorulunca, hiç duraklamadan, cevabı soruya mutabık getirip çok net ve açık biçimde cevap vermişler ve (hayır, hayrı...) diyerek, bu kelimeyi, "indirdi..." fiilinin mef'ûlü yapmışlardır. Yani, "Hayrı indirdi" demişlerdir. Halbuki ötekiler ise, cevabı suâlden ayırarak, "Bu, evvelkilerin düzmesidir" demişlerdir. Binâenaleyh bu ifadede enzele fiili âmil kabul edilmemiş, (mahzûf mübtedânın haberi kabul edilmiştir).

Üçüncü Mesele

Müfessirler şöyle demişlerdir: "Bu, hac mevsiminde oldu. Meselâ birisi Mekke'ye geliyor, müşriklere Hazret-i Muhammed ve onun işinden suâl ediyor, bunun üzerine o müşrikler de: "O, sihirbazdır; kâfirdir; kezzâb (çok yalancı)dır" diyorlardı. Derken, mü'minlerin yanına geliyor, onlara, Hazret-i Muhammed'den ve Allah'ın o Muhammed'e indirdiğinden suâl ediyordu da, onlarda: "Hayrı" yani "Hayır indirdi" diyorlardı. Onların vermiş olduğu bu cevaptan kastedilenin, İndirilen o şeyin "hayır" diye vasfedilmiş olması da muhtemeldir. O halde onların, "O, hayırdır" demeleri, onun hak ve doğru olmasını; bir de onların, onun doğruluğunu ve lüzumunu itiraf edip kabul ettiklerini içine alan bir sözdür. O halde bu, yalanlamak suretiyle, "bu, öncekilerin düzmeleridir" diyerek ahirete inanmayan kimselerin sözlerinin zıddına olan bir sözdür.

Dördüncü Mesele

Ayetteki (......) ve ondan sonra gelen kısım, hayran kelimesinden bedel olup, bu, ittikâ eden kimselerin sözünü bir nakletmedir. Yani, "Bu sözü, ittikâ edenler söyledi" demektir. Bu ifâdenin, Allah'ın vermiş olduğu bir haber olması da mümkündür. Buna göre kelamın takdiri, "Müttakîlere "Rabbiniz ne indirdi?" denildiğinde, onlar cevaben, "Hayrı" dediler" şeklinde olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak müttakilerin bu görüşünü tekîd ederek, "Bu dünyada iyi hareket edenlere güzel bir mükâfâat vardır" buyurmuştur. ifadesiyle neyin murad edildiği hususunda iki görüş bulunmaktadır: "Lâ ilâhe illallah diyenler, cehennemden çıkarılırlar" diyenlere gelince, onlar bu sözü, tam ve kesin bir inançla, "Allah'tan başka ilâh yoktur!" manasına hamletmişlerdir. "Ehl-i salâhın fâsıkları cehennemden çıkarılmaz" diyen Mu'tezile ise, "ahsenu" sözünü, "iman edip, bütün farzları yerine getirerek bütün haramlardan sakınanlar" manasına hamletmişlerdir.

Ayet-i kerimedeki kısmı hakkında iki görüş bulunmaktadır:

Birinci Görüş: Bu kısım, "ahsenu" ifadesine taalluk edip, buna göre kelamın takdiri, "Bu dünyada, güzel ameller yaparak ittikâ eden kimseler için, ahirette hasene iyilikler vardır" şeklindedir. Bu "hasene, ise, büyük bir mükâfaattır. Bu "hasene'nin, onun mükâfaatının ona, yediyüze ve sonsuzca katlanması olduğu da söylenmiştir.

Hasene'nin İzahı

İkinci Görüş: Bu ifade, "hasene" kelimesine taalluk edip, buna göre kelamın takdiri, "iyi hareket edenlere, bu dünyada da "hasene" tahakkuk eder" şeklinde olur. Bu görüş daha evlâdır. Çünkü Cenâb-ı Hak bundan sonra, "Ahiret yurdu ise, elbet daha hayırlıdır" buyurmuştur. Böyle olması halinde, bu dünyada tahakkuk edecek olan "hasene"nin ne demek olduğu hususunda şu izahlar yapılmıştır:

1) Bundan maksad, onun hak etmiş olduğu övgü, saygı duyulma, medholunma ve yüceltilmedir. Bütün bunlar, onun yaptığı şeylerin karşılığıdır.

2) Bununla, Bedir ve Mekke'nin fethinde olduğu gibi, onların, din düşmanlarına karşı delil ile, maddî kuvvetle galip gelmeleri; onların mallarını ganimet olarak almaları ve memleketlerini fethetmeleri kastedilmiştir. Böylece onlar onları, o memleketlerinden sürüp, hicrete, vatanlarını terketmeye, çoluk çocuklarından ayrılmaya zorlamışlardır ki, bütün bunlar ise, tesiri büyük olan şeylerdir.

3) Bununla şunun kasdedilmiş olması da muhtemeldir: Onlar iyilikte bulununca, yani onlar taatları işleyip bihakkın yerine getirince, Allah onlara mükâşefe, müşahede ve lütuf kapılarını açmıştır. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Hidayeti kabul edenlere gelince, (Allah) onların muvaffakiyetini arttırmıştır" (Muhammed, 17) ayetinde olduğu gibidir.

Cenâb-ı Hakk'ın "Ahiret yurdu ise elbet daha hayırlıdır" ifadesini, biz En'am Sûresi'ndeki, (En'am, 32) ayetinin tefsirinde açıklamış ve bu hayrın gerçekleşeceğini aklî ve kesin delillerle izah etmiştik.

Hak teâlâ daha sonra "Takva sahiplerinin yurdu gerçekten ne güzeldir" buyurmuştur. Bu, "Muttakilerin yurdu, ahiret yurdu ne güzeldir!" demektir. "Ahiret yurdu", bir önceki cümlede geçtiği için hazfedilmiştir. Ayeti daha sonraki ifadelerle ilgili kılmadığın zaman verilen mana budur. Eğer bu ayeti, sonraki kısımla ilgili kabul edersen, "Muttakilerin yurdu, Adn cennetleri ne güzeldir!" demiş olursun. Bu durumda, bundan sonra gelen "cennât" kelimesi, "ni'me" fiili için bir isim (mahsus) olarak merfû kılınmış olur. Bu tıpkı, "Zeyd'in konakladığı ev, ne güzel evdir" demende olduğu gibidir. Ayetteki "Cennâtu adn" ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki bu, eğer daha önceki ifade ile ilgili olursa, bu durumda neden merfû olmuş olacağını biraz önce açıklamıştık. Yok eğer bu, kendinden öncesine bağlı sayılmaz ise, buna göre Zeccâc şöyle der: "Bu, mukadder bir "hiye" (O) zamiri ile merfûdur. Buna göre sanki sen, "Takva sahiplerinin yurdu gerçekten ne güzeldir!" dediğinde, sanki "övülen bu yurt, hangi yurttur?"sdenilmiş de, "O, Adn Cennetleridir" cevabını vermişsin." İstersen sen bu ifadenin, mübtedâ olarak merfû; "Bu cennetlere gireceklerdir onlar" ifadesinin ise bunun haberi olduğunu söyleyebilirsin. İstersen "Takva sahiplerinin yurdu gerçekten ne güzel!" ifadesinin, "Adn cennetlerinin "haberi" olduğunu ve takdirin, "Adn cennetleri, takva sahiplerinin ne güzel yurdudur" şeklinde olduğunu söyleyebilirsin.

İkinci Mesele

Ayetteki "Cennât" kelimesi, birtakım köşklerin ve bahçelerin bulunduğuna, "Adn" kelimesi ise bunların devamlı (bakî) olduğuna, ve "ahlarından ırmaklar akan" cümlesi ise, o cennetlerde, cennetliklerin üzerlerine oturdukları ve altlarından nehirlerin tatlı tatlı aktığı binaların bulunduğuna delalet eder.

Bütün Özlemler Cennettedir

Allahü teâlâ daha sonra "Orada ne dilerlerse onlarındır" buyurmuştur. Bu ifade ile İlgili iki bahis vardır:

Birinci Bahis: Bu ifade, orada bütün hayır ve mutlulukların mevcud olduğuna delalet eder. Bu ifade, Hak teâlâ'nın, "Canlarınızın isteyeceği, gözlerinizin hoşlanacağı ne varsa oradadır"'(Zuhruf, 70) ifadesinden daha beliğdir. Çünkü "Orada ne dilerlerse onlarındır" ifadesinin içinde hem bu iki şey (yani canın istediği, gözün hoşlandığı) şeyler ve bunlarla beraber başka kısımlar (nimetler) vardır.

İkinci Bahis: "Orada ne dilerlerse onlarındır" ifadesi, "Bu hal ancak cennettle söz konusudur" demektir. Çünkü bu ifade, hasr (sadece) manasınadır ki, bu da, insanın bu dünyada, her dilediğini elde edemeyeceğini gösterir.

Allahü teâlâ "İşte Allah takvaya erenleri böyle mükâfaatlandırır" buyurmuştur. Bu, "Takvanın mukafaatı işte böyle olur" demektir.

Hak teâlâ daha sonra sözü, muttakilerin sıfatlarına getirerek "Bunlar, meleklerin pâk ve âsûde olarak canlarını alacakları kimselerdir" buyurmuştur. Bu ifâde, "Melekler, kendilerine zulmedenlerin canlarını alacakları zaman..." (Nahl, 28) ifadesinin mukabili (karşılığı) olarak getirilmiştir. Binâenaleyh bu müttakilere ait bir özelliktir. Gerek, "işte Allah takvaya erenleri böyle mükâfatlandırır" ifadesi, gerekse, "Meleklerin pâk ve âsûde olarak canlarını alacakları kimseler" ifadesi pek çok manaları içinde toplayan özlü ifadelerdir. Çünkü bu ifadelerin içine, muttakilerin emrolundukları herşeyi yaptıkları, nehyolundukları herşeyden kaçtıkları, üstün huy ve meziyetlere sahip oldukları, kötü huylardan ve cismanî alakaların esiri olmaktan uzak olduktan, tertemiz kutsî varlığın huzuruna yöneldikleri ve ruhlarının (canlarının) kolayca ve güzelce alındığı, bu esnada cennetle müjdelendikleri, böylece onların bütün cennetleri ve hallerini müşahede ettikleri hususları girer. Durumu böyle olan bir kimse, Ölümden acı duymaz. Hasan el-Basrî ayette bahsedilen ölümün, "haşr" zamanı olan vefat olduğunu söylemiş ise de, ekseri müfessirler bunun, onların ruhları (canları) alınırken meydana gelen ölüm olduğu görüşündedirler.

Allahü teâlâ daha sonra, bu noktada muttakîlere "... Girin cennete" denileceğini beyan etmiştir. Hasan el-Basrî, işte bu ifadeden dolayı, o ölüm ile, "Haşr vefatının kastedildiğine istidlal ederek şöyle demiştir: "Çünkü dünyada onların canlan altnırken onlara, "işlemekte olduğunuz iyi hareketlerin karşılığı olmak üzere girin cennete" denilmez. Ekseri müfessirlerin tercih ettiği birinci görüştekiler şöyle demişlerdir: "Melekler onları cennetle müjdeleyince, cennetler sanki artık onların yurdu olmuş ve sanki onlar orada imiş gibi olur. Bundan dolayı onlara, "Girin cennete" denilmesi ile, "Bu cennetler size tahsis edilmiştir. Siz artık sanki orada sayılırsınız" manası kastedilmiştir.

Uyarılan Kâfirlerin Akibeti

33

Âyetin tefsiri için bak:34

34

"(Kâfirler) kendilerine o meleklerin gelmesinden yahut Rabbinin emrinin gelip çatmasından başka bir şey mi beklerler? Onlardan evvelkiler de böyle yaptı. Onlara Allah zulmetmedi. Fakat kendi kendilerine zulmettiler onlar. Böylece yaptıklarının cezası onları çarptı ve istihza ettikleri (azap) onları çepeçevre . kuşattı".

Bil ki bu, nübüvveti inkâr edenlerin ileri sürdükleri ikinci şüphedir. Çünkü onlar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, Allahü teâlâ'nın peygamberlik iddiasına şâhidlik edecek melekler indirmesini istemişler ve bunun üzerine Hak teâlâ, "Senin nübüvvetini tasdik etmek için, o kâfirler bu hususta şâhidlik edecek meleklerin gelmesini gözleyip dururlar" buyurmuştur. Şöyle denilebilir: "Müşrikler, Kur'ân hakkında, "Bu evvelki ümmetlerin masal ve efsaneleridir" demek suretiyle Kur'ân'ı tenkit edip, Cenâb-ı Hak da, onlar için her türlü tehdit ve va'îdi yaparak, bunun peşisıra da Kur'ân'ın sırf hayır ve doğruluk olduğunu söyleyerek, Kur'ân'a böyle küfürlerinden vazgeçmezler. Aksine kendilerine tehditlerde bulunan melekler ve Rablerinin emri, yani köklerini kazıyacak azabı gelmedikçe, bu batıl inançlarından vazgeçmeyecekleri" hususunu anlatmaya başlamıştır.

Bil ki her iki izaha göre de, Cenâb-ı Hak, "Onlardan evvelkiler de böyle yapmıştı" buyurmuştur. Yani, "Bunların söz ve fiilleri, kendilerinden önceki kâfirlerin söz ve fiillerine benzer" demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlara Allah zulmetmedi, fakat kendi kendilerine zulmettiler onlar" buyurmuştur. Bunun manası şöyledir: "Onlardan öncekiler de böyle yapmışlardı ve onlara peşin dünyevî helak cezası verilmişti. Allahü teâlâ, böyle cezalandırmak suretiyle onlara zulmetmemiştir. Çünkü Allah, onlara küfürleri sebebiyle hakettikleri cezayı vermiştir. Onlar, kâfir olmaları ve peygamberleri yalanlamakla kendilerine zulmetmiş oldular ve başlarına gelen o cezaya müstehak oldular."

Allahü teâlâ, bunun peşisıra ... yani "Onlara yaptıkları kötülüklerin cezası isabet etti ve onlara, istihza etmelerinin cezası, kendilerini her taraftan sararak geldi" buyurmuştur.

Müşriklerin Bazı Bahaneleri

35

Âyetin tefsiri için bak:37

36

Âyetin tefsiri için bak:37

37

"Müşrikler dediler ki: "Eğer Allah dileseydi, ne biz, ne de atalarımız O'ndan başka hiçbirşeye tapmaz, O'nun hükmü olmaksızın hiçbirşeyi haram kılmazdık." Onlardan evvelkiler de böyle yaptılar. Peygamberlerin üzerinde, açık bir tebliğden başka bir vazife var mıdır? Andolsun ki biz her ümmete, "Allah'a kulluk edin, putlardan kaçının" diye tebliğde bulunması için bir peygamber gönderdik. Sonra Allah, içlerinden kimini hidâyete erdirmiş, kiminin üzerine de dalâlet hak olmuştur. Şimdi yeryüzünde gezinin de, yalanlayanların akıbetinin nice olduğunu görün. (Habibim) sen onların, hidâyet bulmalarına çok ihtiras göstersen bile, Allah dalâlette bırakacağı kimselere hidayeti nasip etmez. Onların bir yardımcıları da olmaz".

Kader İnancını İstismarları

Bil ki bu, nübüvveti inkâr edenlerin ileri sürdüğü üçüncü şüphedir. Bunu şöyle izah ederiz: Kâfirler, peygamberliği tenkit etmek için "cebr" (insanın hiç iradesi olmaması) görüşüne tutunarak şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ eğer iman etmemizi dileseydi, ey Muhammed, sen gelsen de gelmesen de, biz iman ederdik. Ama eğer Allah kâfir olmamızı murad etmiş ise, sen (peygamber olarak) gelsen de, gelmesen de, küfrümüz yine olacaktı. Durum böyle olunca, herşey Allah'tandır. O halde, senin peygamber olarak gönderilmende bir fayda ve hikmet yoktur. Dolayısıyla nübüvvet (peygamberlik) müessesesinin batıl (asılsız) olduğunu söylemek gerekir." Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki bu şüphe, Allahü teâlâ'nın, En'âm sûresi'nde, "Müşrikler diyecekler ki: "Eğer Allah dileseydi, ne biz, ne atalarımız müşrik olmazdı. (Kendi kendimize) hiçbirşeyi haram da kılmazdık" Onlardan evvelkiler de işte böyle tekzîb ettiler" (En'am, 148) ayetinde naklettiği şeyin aynısıdır. Mu'tezile'nin bu ayetle yaptığı istidlal, tıpkı o ayetle yaptığı istidlal gibidir. O halde, bu husustaki istidlal ve karşı istidlal bakımından söylenecek söz, o ayetin tefsirinde söylenmiş olanların aynısıdır. Dolayısı ile onları tekrar etmenin bir faydası yok.

Bununla beraber bir nebze bahsetmemizde de bir sakınca yok. Diyoruz ki: Bu şüpheye karşı verilecek cevap şöyledir: "O kâfirler, "Herşey Allah'tan olduğuna göre, peygamber göndermek abes olur" şeklinde bir fikir ileri sürmüşlerdir. Buna karşı diyoruz ki: Bu söz, Allah'a karşı bir itirazdır. Çünkü kâfirler, "Peygamber göndermede, imanın gerçekleşmesi ve küfrün ortadan kaldırılması konusunda fazla bir tesiri olmayınca, Allah'ın peygamber göndermesi uygun değildir" demişlerdir. Dolayısıyla bu söz, Allah'ın hüküm ve fiillerini mutlaka bir sebebe bağlama manasına gelir ki, bu yanlıştır. Aksine Allah'ın, kendi mülk ve melekûtunda istediği hükmü verebilmesi, ve istediğini yapabilmesi gerekir. Bundan dolayı, Allah'a karşı, "Bunu niçin yaptın veya şunu niçin yapmadın?" denilemez. Bunun, bir inkâr olduğunun delili şudur: Allahü teâlâ, bu ayetin sonunda, bu hususu açıkça belirterek, "Andolsun ki biz her ümmete "Allah'a kulluk edin, putlardan kaçının" diye tebliğde bulunması için bir peygamber gönderdik" buyurmuş ve böylece, kulları hakkındaki sünnetinin (âdetinin), onlara peygamber göndermek, Allah'a ibadet etmelerini emretmek ve tağuta ibadetten nehyetmek şeklinde beyan buyurmuştur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Sonra Allah, içlerinden kimini hidayete erdirmiş, kiminin üzerine de dalalet hak olmuştur" buyurmuştur. Bu, "Allahü teâlâ, her nekadar herkese imanı emretmiş ve herkesi küfürden nehyetmiş ise de, bir kısım insanları hidayete erdirmiş, bir kısmını da saptırmıştır. Binâenaleyh bu, Allah'ın kulları ile ilgili ezelî bir kanunudur" demektir. Bu da Allah'ın herkese imanı emredip, küfrü nehyetmesi, sonra da bazılarında imanı, bazılarında küfrü yaratmasıdır. Allah'ın sünneti, bu manada bütün peygamberler, ümmetler ve milletler hakkında kadîm olup, Allahü teâlâ'nın da kendisinin itiraz edenlerin itirazından, ihtilaf edenlerin isteklerinden uzak ve berî bir ilah olmasına hükmetmesi güzel ve yerinde olunca, o kâfirlerin böylesi bir soruyu ileri sürmeleri cehaletlerini, sapıklıklarını ve Allah'tan uzaklaşmalarını gerektirmiş olur. Böylece Allahü teâlâ'nın, onların rezillik ve lanete müstehak olmalarına hükmetmesinin, onların "Eğer Allah dileseydi, ne biz, ne atalarımız O'ndan başka hiçbirşeye tapmazdık" şeklindeki sözlerinde yalancı olduklarından değil, aksine onların durumunun böyle olmasının, peygamberler gönderilmesine mâni olacağına inanmalarından ötürü olduğu, bu inanca ise yanlış olduğu, işte bundan dolayı onların alabildiğine zemme ve lanete müstehak oldukları sabit olmuş oldu. Bu konuda, güvenilecek doğru cevap budur. Ama bizden önceki kelamcı ve müfessirler, bu hususta başka bir izah yaparak şöyle demişlerdir: "Müşrikler bu sözü istihza için söylemişlerdir. Bu tıpkı, Şuayb (aleyhisselâm)'a kavminin, "çünkü sen, yumuşak huylu, aklı başında bir adamsın"(Hud. 87) demeleri gibidir. Eğer onlar bu sözü inanarak söylemiş olsalardı, mü'min olurlardı. Allah en iyi bilendir.

İkinci Mesele

Bil ki Allahü teâlâ, bu şüpheyi nakledince, "Onlardan evvelkiler de böyle yaptılar" buyurmuştur ki bu, "o" kâfirler, hep bu şüpheye tutunmuşlardır" demektir.

Hak teâlâ daha sonra "Peygamberlerin üzerinde, açık bir tebliğden başka bir vazife var mıdır?" buyurmuştur. Mu'tezile, "Bu, "Allahü teâlâ, hiç kimseyi imandan alıkoymaz ve hiç kimseyi küfre düşürmez. Peygamberlerin görevi ise sadece tebliğ etmektir. Binaenaleyh onlar, mükellefiyetleri tebliğ edip, Allahü teâlâ'nın da hiç kimseyi haktan menetmediği sabit olunca, bu şüphe düşer" demektir" demişlerdir. (Ehl-i sünnet) alimlerimiz de bunun manasının şöyle olduğunu söylemiştir: "Allahü teâlâ, peygamberlerine tebliği emretmiştir. Tebliğ etme işi, onlara farzdır. Ama imanın gerçekleşip gerçekleşmemesi işinin, peygamberle bir ilgisi yoktur. Fakat Allahü teâlâ ihsanı ve lutfu ile hidayete erdirir, dilediklerini de hızlânı ile (ilahî yardımı keserek) dalâlete düşürür.

Üçüncü Mesele

Alimlerimiz, hidayet ve dalaletin, Allah'tan olduğunu anlatmak için, Hak teâlâ'nın, "Andolsun ki biz, her ümmete, "Allah'a kulluk edin, putlardan (tâğuttan) kaçının diye, tebliğde bulunması için bir peygamber gönderdik" buyruğuna tutunarak şöyle demişlerdir: "Bu, Allahü teâlâ'nın, her millet ve ümmet içinde, imanı emreden ve küfürden nehyeden kimselerin olduğunu delalet eder."

Cenâb-ı Hak, daha sonra "Sonra Allah içlerinden kimini hidayete erdirmiş, kiminin üzerine de dalâlet hak olmuştur" buyurur. Bu, "onların içinden, Allah'ın imana, sıdka ve hakka ilettiği kimseler olduğu gibi, haktan saptırıp doğruyu görme hususunda kör kılıp, küfür ve dalâlete düşürdüğü kimseler de var" demektir ki bu, Allahü teâlâ'nın emrinin, her zaman, iradesine muvafık olmadığına, bazan birşeyi emrettiği halde o şeyi irade etmediğine; yine Dirşeyi nehyettiği halde o şeyi irade ettiğine delalet eder ki, bizim mezhebimiz (görüşümüz) de böyledir.

Netice olarak diyebiliriz ki: "Mutezile şöyle der: "Cenâb-ı Hakk'ın emri ve iradesi, devamlı birbirine uygun ve mutabıktır. Ama O'nun ilmi ve iradesi, bazan birbirine mutabık olmayabilir." Halbuki bu ayetin lafzı, açıkça bizim görüşümüze delalet etmektedir. Bu görüş şudur: İman emri herkese şâmil, umûmî bir ifadedir. Ama Allah'ın insanların iman etmesini irade etmesi, insanlardan ancak bazılarına tahsis edilmiş (nasib edilmiş)tir."

Cübbâî, bu ayete: "Onlardan Allah'ın, mükâfaat ve cennetine hidayet ettiği (ilettiği) kimseler bulunduğu gibi, dalâletin yani ilahi cezanın kendisine hak olduğu kimseler de vardır" manasını vererek cevap vermiştir. O şöyle der: "Ayetteki "üzerine ...hak olmuştur" ifadesinde, dalâletin, küfür manasında değil de, ilahî azab manasında olduğuna delalet vardır. Çünkü küfür ve günahın, "hak" diye tavsif edilmeleri caiz değildir. Hem sonra Allahü teâlâ, bu ayetin peşinden, "Şimdi yeryüzünde gezinin de, yalanlayanların akıbetinin nice olduğun u görün" buyurmuştur ki burada bahsedilen akıbet, Cenâb-ı Hakk'ın kendilerine kökünü kazıma azabı vererek helak ettiği geçmiş ümmetlerin helak olduklarına dair izlerdir. Bu da, ayette bahsedilen "dalâlet" ile, "kökünü kazıma azabı" manasının kastedildiğine delâlet eder.

Ka'bî, ehl-i sünnete karşı şöyle cevap verir: "Ayetteki, "Sonra Allah, içlerinden kimini hidayete erdirmiş" ifadesi, "Kim hidayete ererse, Allah'ın hükmünde hidayete ermiş olur" demektir. Hak teâlâ, "Kiminin üzerine de dalâlet hak olmuştur" ifadesi ile de, "Dalâleti açık olanlar vardır" manasını kastetmiştir. Bu, bir zalime, "Senin zulmün hak oldu, yani ortaya çıktı" denilmesi gibidir. Bununla, "Onlar saptıklarında, Allah'ın artık onları saptırması hak olmuştur" manası kastedilmiştir. Bu tıpkı, "Allah, zalimleri dalâlete düşürür" (ibrahim, 27) ayetinde bahsedildiği gibidir.

Bil ki biz, aklî ve kesin deliller ile, hidayet ve dalâletin ancak Allah'tan olduğunu birçok ayetin tefsirinde beyan ettik. Binaenaleyh o izahları tekrarlamanın bir manası yoktur. Mu'tezile'nin bu zoraki izahlarının ve hoş olmayan te'villerinin (yorumlarının) zayıf ve düşük olduklarını da defalarca izah ettik. Dolayısı ile bu izahı da tekrarlamaya hacet yoktur. Allah en iyi bilendir.

Dördüncü Mesele

Tağüt hakkında iki görüş vardır:

a) Bununla, "Allah'ı bırakıp da taptığınız herşeye ibadet etmekten kaçının" manası murad edilmiştir. Buna göre, bu manadaki her şeye "tağût" denilir.

b) Bunun, "Şeytanın sizi, kendisine taatta bulunmaya çağırması hususunda, tağuta yani şeytana tapmaktan kaçınınız" manası da kastedilmiş olabilir.

Beşinci Mesele

Ayetteki, "Kiminin üzerine de dalâlet hak olmuştur" ifadesi, biz ehl-i sünnet'in görüşünün doğruluğuna delalet eder. Çünkü Allahü teâlâ, onlardan bazılarının üzerine dalâletin hak olduğunu haber verince, bu kimselerden dalâletin sâdır olmaması imkansızdır. Aksi halde Allahü teâlâ'nın doğru olan haberi, yalana dönüşmüş olur ki bu imkânsızdır. İmkânsızı gerektiren şey de imkânsızdır. Binâenaleyh bu kimselerin dalâlete düşmemeleri imkânsızdır ve onlardan dalâletin sâdır olması, aklen vacip olmuş olur. Dolayısı ile bu, pek çok bakımdan biz (ehl-i sünnetin) görüşünün doğruluğuna delalet eden bir ayettir. Allah en iyi bilendir. Bu ayetin benzeri olanlar, Kur'an'da pek çoktur. Mesela, "(Allah) bir kısmına hidayet verdi, bir kısmına da dalâlet hak oldu" (A'raf, 30); "Üzerlerine Rabbinin kelimesi (hükmü) hak olmuş olanlar... iman etmezler" (Yunus, 96) ve "Andolsun ki bunların çoğunun üzerine o söz hak olmuştur. Artık bunlar iman etmezler" (Yasin, 7) ayetleri gibi.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şimdi yeryüzünde gezinin de, yalanlayanların akıbetinin nice olduğunu görün" buyurmuştur. Bu, "Yeryüzünde onların başına gelenlerin, sizin de başınıza gelebileceğini aniamak için, ibret almak için gezip dolaşın" demektir.

Daha sonra, Cenâb-ı Hak, üzerine dalâlet hak olmuş kimsenin hidayete eremeyeceğini te'kid ederek, "(Ey Rasûlüm) sen (bütün gayretinle), onların hidayet bulmalarını istesen bile, Allah dalâlette bırakacağı kimselere, hidayeti nasib etmez buyurmuştur. Bununla ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Asım, Hamza ve Kisâî, yâ'nın fethası ve dâl'ın kesresi ile, lâ yehdî diye okurlarken; diğer kıraat imamları, bunu, yâ'nın zammesi ve dal'ın fethası ile la yuhdâ şeklinde okumuşlardır. Bunlardan birinci kıraat için şu iki izah yapılmıştır:

a) "Allah, saptırdığı hiç kimseyi rüşde (hidayete) erdirmez." İşte ayeti, İbn Abbas (radıyallahü anh) bu şekilde manalandırmıştır.

b) Buradaki hidayet, "ihtida" (hidayete erme) manasına gelmiş olabilir. Ferrâ şöyle der: "Araplar, "Adam hidayete erdi" manasında, derler. Buna göre ayetin manası, "Allah bir kimseyi saptırdığında, o kimse hidayete eremez" şeklinde olur. Daha meşhur (yaygın) olan ikinci kıraatla ilgili olarak da şu izah yapılır: "Allah, saptırdığı kimseleri hidayete erdirmez." Ayetteki, ifadesi, takdirindedir. Binaenaleyh ism-i mevsûl'e (yani edatına râcî olarak bulunması gereken "hû" zamiri mahzûftur. Bu, (A'raf, 186) ayeti ile, "Allah'tan sonra yani Allah'ın onu saptırmasından sonra,, ona kim hidayet edecek" (Casiye, 23)ayetlerinde olduğu gibidir.

Daha sonra Allahü teâlâ "Onların bir yardımcıları da yoktur" buyurmuştur. Bu "Onlar için, ne dünyada, ne de ahirette, İstek ve arzuları hususunda kendilerine yardımcı ve destek olacak hiç kimse yoktur" demektir. Ben derim ki: Bu ayetlerin baş tarafı, Mu'tezile'nin görüşünün doğru olduğu zannını verir. Sonu ise, biz (ehl-i sünnetin) görüşüne delalet eden birçok izahı ihtiva etmektedir. Ayetlerin çoğu, bu iki tür özelliği taşımaktadır. Allah en iyi bilendir.

Ölümden Sonra Diriliş

38

Âyetin tefsiri için bak:40

39

Âyetin tefsiri için bak:40

40

"Onlar, "ölecek kimseyi Allah diriltmez" diye, olanca güçleri ile Allah adına yemin ettiler. Hayır, bu O'nun üzerinde, gerçek bir va'addir. Fakat insanların çoğu bilmezler. Onlara hakkında ihtilaf edegeldikleri şeyi açıklasın, kâfirler de kendilerinin ne yalancı kimseler olduklarını bilsin diye, birşeyi dilediğimiz zaman, sözümüz ona ancak, dememizden ibarettir. O da, derhal oluverir".

Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki bu, nübüvveti inkâr hususunda ileri sürülen dördüncü şüphedir. Bunu inkâr edenler şöyle derler: "Öldükten sonra dirilme, haşr ve neşr olduğunu söylemek asılsızdır. Binâenaleyh, peygamberlik diye birşeyin de olmaması gerekir."

Buradaki birinci öncül (mukaddime) şöyle izah edilir: İnsan, şu belli bedenin dışında birşey değildir. Dolayısı ile ölüp, parçalan birbirinden ayrılıp, paramparça olduğunda ve şırdengesi ve yapısı tamamen yok olduğunda, onun aynısının tekrar geri dönmesi (meydana gelmesi) imkânsız olur. Çünkü bu şey, yol: olup bittiğinde ve tükendiğinde, yok olup tükenmesinden sonra, ne bir zatı, ne de bir hakikati kalır. O halde geriye dönecek (meydana gelecek) şeyin, birinciden başka birşey olması gerekir. Bu sebeple bu, onun aynısı olamaz.

İkinci mukaddime, yani "öldükten sonra dirilme asılsız olunca, peygamberlik de asılsız olur" şeklindeki mukaddime de şu iki şekilde izah edilir:

1) Hazret-i Muhammed "me'ad"e (âhirete-öldükten sonra dirilmeye) imana davet etmektedir. Bu iddia asılsız olunca, onun, bâtıl bir şeye davet ettiği sabit olmuş olur. Kim de böyle olursa, doğru bir peygamber olamaz.

2) Hazret-i  Muhammed, kendisinin nübüvvetini, mükâfaata teşvik ve ikâbtan korkutmak için de, Allah'a itaatin vacip olduğunu söylüyor. Bütün bunların bir aslı olmayınca, O'nun peygamberliği de asılsız olmuş olur.

Bunu iyice anladığın zaman biz diyoruz ki, ayetteki "Onlar, "ölecek kimseyi Allah diriltmez" diye, olanca güçleri ile Allah adına yemin ettiler" ifadesi, "Onlar birşeyin yok olup, tamamen fâni ve bitmiş birşey "aline geldiğinde, artık bundan sonra, aynen geri dönemeyeceği (tekrar meydana gelemeyeceği), aksine bu şekilde dönecek olanın, evvelkinden başka birşey olduğu "ususunda kesin bir bilginin olduğuna yemin ediyorlar" demektir. Binaenaleyh ayetteki bu yemin, onların o kimsenin yok olduktan sonra aynen geriye dönmesinin aklın bedahetine göre (açıkça) imkânsız olduğu hususunda zaruri bir bilginin bulunduğunu iddia ettiklerine bir işarettir. Halbuki kalplerinde ve akıllarında, bu zaruri ilmi inkâr ediyorlardı.

"Öldükten sonra dirilme bâtıl olunca, peygamberlik de bâtıl olur" şeklindeki sözlerinin izahını, Allahü teâlâ açıkça yapmamıştır. Çünkü bu, ilk anda akla gelen açık bir manadır. İşte bu sebepten ötürü onlar, sözlerinde bunu açıkça ifade etmemişlerdir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Öldükten sonra dirilmenin mümkün bir iş olduğunu açıklamıştır. Buna şu iki şey delalet eder:

1) Bu, Allah'ın üzerine düşen hak bir vaaddir. Binâenaleyh Allah'ın bunu gerçekleştirmesi gerekir. Cenâb-ı Hak daha sonra, bunun hangi sebepten ötürü, Asrine hak bir vaad olduğunu beyan etmiştir. Bu sebep de, Allahü teâlâ'nın, itaat eden ile isyan edeni, haklı ile haksızı, zalim ile mazlumu birbirinden ayırmasıdır. Bu da, ayet-i kerimedeki "Onlara hakkında ihtilaf edegeldikleri şeyi açıklasın, kâfirler de kendilerinin ne yalancı kimseler olduklarını bilsin diye..." kısmının anlattığı husustur ki biz bu hususu, Yûnus sûresinde, geniş geniş anlatmıştık.

2) Haşr'in ve neşr'in mümkün olduğunu şu sekide izah edebiliriz: Allahü teâlâ'nın, eşyânın mucidi ve onların yaratıcısı olması, daha önce geçmiş olan bir maddeye, bir zamana ve bir alete dayanmaz. Bu böyledir; zira Allah eşyayı, sırf kudreti ve meşîeti ile îcad eder, yaratır. O'nun kudretini geri çevirebilecek hiçbir şey olmadığı gibi, dilemesine ve irâdesine mani olabilecek hiçbir şey de yoktur. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hak, karşı çıkılmaktan uzak ve ben olan bu nüfuzunu, "Bir şeyi dilediğimiz zaman, sözümüz ona ancak "ol" dememizden ibarettir. O da, derhal oluverir" buyurarak açıklamıştır. Durum böyle olup, Allah başlangıçta yaratmaya kadir olunca, onu, ikinci kez yaratmaya (iadeye) de kadir olması gerekir. Böylece, bu iki kesin ile, öldükten sonra dirilmenin, haşrin, neşrin ve Kıyametin hak ve doğru olduğu sabit olmuş olur. İşte müşrikler, bu temel düsturu tenkit edip kabul etmedikleri için, nübüvvet müessesesinin doğruluğunu da tenkit edip kabul etmemişlerdir. Binâenaleyh, onların bu temel düsturu tenkit etmeleri geçersiz ve batıl olunca, nübüvvet müessesesini tenkit etmeleri de bâtıl olur. Allah en iyisini bilendir.

İkinci Mesele

Ayet-i kerimedeki "Onlar, olanca güçleriyle Allah adına yemin ettiler" cümlesi, müşrik olan kimseler adına nakledilmiş bir nakildir. Ayetteki belâ "hayır" ifadesi ise, nefyden sonra gelen ifadeyi isbat etmek içindir. O halde bu, "Elbette, ö onları öldükten sonra da diriltir!" demek olur. Ayetteki "bu O'nun üzerinde, gerçek bir vaaddir" ifadesi de, te'kid için getirilmiş olan mef'ul-ü mutlaktır. Yani, "Allah, öldükten sonra diriltmeyi, kendisinde herhangi bir cayma olmayan hak ve gerçek bir vaad ile vaadetti" demektir. Çünkü O'nun, "O onları diriltir" şeklindeki ifadesi, "O onları diriltmeyi vaadetti" manasına delâlet eder. Ayetteki "Onlara hakkında ihtilaf edegeldikleri şeyi açıklasın... diye" ifadesi, "Onlara, öldükten sonra dirilme gibi, hakkında ihtilaf ettikleri hususları beyan etmek için..." demektir ki, bu da, "Elbette, Allah onları, hem ihtilaf ettikleri şeyleri onlara beyan etmek, hem de kâfirlerin, hakkında yemin ettikleri hususlarda yalancı olduklarını bilip anlamaları için, öldükten sonra diriltecektir..." demektir.

Kün Emrinin İzahı

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Bir şeyi dilediğimiz zaman, sözümüz ona ancak "ol" dememizden ibarettir. O da, derhal oluverir" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bir kimse şöyle diyebilir: Allah'ın "ol" ifadesi, eğer yok (var olmayan) bir şeye hîtâb ise, bu imkânsızdır. Yok, eğer var olmuşa,mevcut olana bir hitap ise, bu da zaten mevcut olanın var olmasını emretmek olur ki, bu da imkânsızdır."

Cevap: Bu, ne bir konuşmanın, ne de bir beraberliğin olmadığının bir temsili, hem de mahlukata akledebilecekleri, anlayabilecekleri bir üslubla hitap olup, "ma'dûm" (var olmayan)a bir hitap değildir. Çünkü, Allahü teâlâ'nın İrade ettiği şsy, her halükârda muhakkak ve dilediği süratte tahakkuk edecektir. Binaenaleyh Cenâb-ı Hak, dünya ve ahireti, bu ikisinde yer alan yerleri ve gökleri bir göz açıp kapama süresi içinde yaratmak isteseydi, O buna kesinkes kadir olurdu, buna gücü yeterdi! Ancak ne var ki kullara, akıllan nisbetinde bu şekilde hitap olunmuştur.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, ayetteki kavtünâ kelimesi mübtedâ, en nekûle kelimesi de, onun haberidir. İfadeleri de, "meydana gelme ve var olma" anlamında, "nakıs" değil, tam bir fiil olan "kâne" fiilindendirler. Buna göre bu, "Biz, bir şeyin meydana gelmesini dileyip istediğimizde, bu, o şeye, "ot, meydana gel" dememizden başka bir şey olmaz. O da, bunun hemen peşinden, arada bir süre söz konusu olmaksızın meydana geliverir, olur!" demektir.

Üçüncü Mesele

İbn Âmir ve Kisâi nûn'un nasbi ile yekûne şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları, ref ile yekûnu şeklinde okumuşlardır. Ferrâ şöyle der: "Bu fiili ref ile okumanın izahı şu şekilde yapılabilir: "Cenâb-ı Hakk'ın, en nekûle lehu ifadesinin, sözün ve manasının tamamlanmış olduğu bir ifade kabul edilerek, daha sonra da bu durumdan, o şeyin olacağı hal ile haber verilir. Bu, tıpkı "İrme Zeyden yekfîhi en âmure fe yef'alu" "Zeyd'e emretmem yeter; o hemen yapar" denilmesi gibidir. Bu cümlede, "Fe yef'alu ' kelimesi, yeni bir cümle (mübtedâ) kabul edilerek, merfû kılınmıştır. Bu ifadeyi mansûb okumanın izahı ise, senin onu, daha önceki en nekûle ifadesine atfetmendir. Buna göre mana, "Bizim ona, "ol" dememiz ve onun da oluvermesidir" şeklinde olur." Bu aynı zamanda, bütün nahivcilerin de görüşüdür. Zeccac, bu ifadenin, kün emrinin cevabı olmak üzere, mansub olabileceğini ileri sürerken, Ebu Ali el-Fârisi de şöyle demiştir: "Kün" lafzı, her ne kadar emir kalıbında bir ifade ise de, aslında bu ifadeyle burada emretmek manası kastedilmeyip, bu, Allah en iyisini bilir ya, o şeyin meydana geleceğini ve olacağını haber vermektir. Durum böyle olunca da, Zeccac'ın "bu kelime, "kün" (ol) emrinin cevabı olarak mansûb kılınmıştır" şeklindeki görüşü bâtıl olmuş olur. Allah en iyisini bilendir.

Dördüncü Mesele

Alimlerimizden bazıları, Kur'ân'ın "kadîm" bir kelâm olduğu hususunda bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir şeyi dilediğimiz zaman, sözümüz ona ancak, "ol" dememizden ibarettir. O da, derhal oluverir" buyruğu O'nun bir şeyi icat etmek, yaratmak istediğinde ona, "ol" dediğine, onun da olduğuna delalet etmektedir. Binâenaleyh, Allah'ın "ol" emri, şayet "hâdis-sonradan olma" olsaydı, o zaman bunu icat etmekte, ona "ol" demeye muhtaç olurdu ki, bu teselsüle sebebiyet verir. Teselsül ise, imkânsızdır. Böylece Allah'ın kelâmının "kadîm" olduğu sabit olmuş olur.

Bil ki bu delii, bence çok kuvvetli bir delil değildir. Bunu birkaç yönden izah edebiliriz:

1) "İzâ" edatı, tekrar manası ifade etmez. Bunun delili şudur: Bir kimse hanımına, "o eve girdiğinde, boşsun" dese de, o kadın da, o eve bir kere girmiş olsa, o kadın bir talâkla boş olur. Binâenaleyh kadın, aynı eve ikinci kez girdiğinde ikinci talâk vaki olmaz. Binâenaleyh "izâ" edatının tekrarı ifade etmediğini anlamış oluyoruz. Durum böyle olunca, Allahü teâlâ'nın yaratıp icat ettiği her şey hususunda, ona, "ol" demesi gerekmez. Dolayısıyla bundan, teselsül neticesi çıkmaz.

2) Eğer bu delil doğru olsaydı, o zaman "kün" lafzının da kadîm olduğuna hükmetmek gerekirdi ki, bu, batıl olduğu zaruri olarak bilinen bir husustur. Çünkü, "kün" lafzı, kâf ve nûn'dan meydana gelmiş bir kelimedir. Kâf varken, nûn yoktu. Nün gelince, kâf ile beraber bulundu. Bu da, "kün" kelimesinin "kadîm" olmasının imkânsız olduğuna delâlet eder. Alimlerimizin iddia ettikleri husus, onun, burada söz konusu olanın "kün" lafzından başka olan "kadîm" bir sıfat olduğudur. O halde, alimlerimiz ayetin kendisine delâlet ettiği şeyi söylememişler; aksine onların söylediği şey ise, ayetin kendisine delalet etmediği husustur. Böylece bu delile tutunmak, sakıt (düşmüş) olur.

3) Bir kimse, "Falanca herhangi bir söz söyleyip herhangi bir iş yaptığında, o, bu hususta Allah'a sığınır" dediğinde, hiç kimse, "Onun Allah'a sığınması, fiillerinden bir fiildir" demez. Böylece bundan, sonsuza kadar, her yardım istemeden önce başka bir yardım istemenin bulunduğu neticesi ortaya çıkar. Çünkü bu söz, örfe göre bâtıldır. İşte, alimlerimizin dedikleri de bunun gibidir.

4) Bu ayet, birkaç bakımdan, sözün hadis olduğunu bildirmektedir.

a) Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir şeyi dilediğimiz zaman, sözümüz ona ancak ..." ifadesi, sözün irade ile meydana gelmesini iktizâ ader. Böyle olan her şey ise, muhdestir.

b) Söz, "izâ" kelimesi ta'lik edilmiş, bağlanmıştır. Halbuki, "izâ" lafzının, gelecek ifade eden bir fiilin başına geldiği hususunda şüphe yoktur.

c) Cenâb-ı Hakk'ın, "en nekûle" ifadesinin, gelecek bir manayı haber verdiğinde ("ona... dememizdir, diyecek olmamızdır") ihtilaf yoktur.

d) Cenâb-ı Hakk'ın "kün feyekûn" olma işinin, "kün" emrinin akabinde olduğuna delalet eder. O halde "ol" emri, bir an bile olsa, olma işinin tahakkuk etmesinden öncedir. Bir an dahi olsa, olacak şeyin önüne geçenin, Önünde bulunanın da, "muhdes" olması gerekir.

e) Bu ifade Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ın emri yerine getirilmiştir" (Abzâb. 37); "Allah'ın emri, behemehal yerini bulan bir kaderdir"(Ahzâb. 38); "Allah, kelâmının en güzelini (...) indirmiştir" (zumer, 23); "Öyleyse onlar da (...) onun gibi bir söz getirsinler" (Tur, 34) ve "Ondan önce de bir rehber ve bir rahmet olmak üzere Musa'nın kitabı..."(hûd, 17) ifadesiyle çelişir.

Buna göre eğer, "Farzedelim ki bu ayet, kelâmullahın kadîm olduğuna delalet etmiyor ve siz de, bunun, kelâmının hadis olduğuna delâlet ettiğini söylediniz. O halde, buna verilecek cevap nedir?" denilirse, biz deriz ki:

Biz, bu delilleri, harflerden ve seslerden meydana gelmiş, hissolunan, duyulan bir kelâm manasına alırız ki, biz de, böyle olan bir kelâmın "muhdes" ve "mahlûk" olduğunu söylüyoruz. Allah, en iyisini bilendir.

Hicret Edenlerin Mükâfaatı

41

Âyetin tefsiri için bak:42

42

"Zulme uğratıldıktan sonra Allah yolunda hicret edenleri biz, dünyada elbette güzel bir biçimde yerleştiririz. Ahiret mükâfaatı ise elbette daha büyüktür (Kâfirler bunu keşke) bilmiş olsalardı! (O muhacirler hak yolunda), sabr ü sebat edenler ve ancak Rablerine güvenip dayanmakta olanlardır".

Bil ki Allahü teâlâ, Kâfirlerin, öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti inkâr etme hususunda olanca güçleriyle yemin ettiklerini nakledince, bu onların, kendi azgınlık, cehalet ve sapıklıktan içinde devam edip kalakaldıklarına delâlet etmiş olur. Bu gibi hallere düşenlerin ise, müslümanlara eziyet edip zarar vermeye ve onları çeşitli azaplara düçâr etmeye yönelmeleri pek tabiidir. Bu durumda da, mü'minlerin. kendi yurtlarından ve yuvalarından hicret etmeleri kaçınılmaz olarak gerekir. Böylece Allahü teâlâ bu ayette, o hicretin hükmünün ne olduğunu ve hicret edip, sabrederek Allah'a güvenmiş olmaları bakımından, o muhacirlere dünyada verdiği hasenat ile, ahirette vereceği mükâfaatı beyan etmiştir ki, bu, başkalarını, Allah'a itaat etme hususunda bir teşvik olmuş olur. İbn Abbas (radıyallahü anh), bu ayetin, Kureyş'in köleleri olan, sahabeden altı kişi, yani Suheyb, Bilâl, Ammar, Habbâb, Abis ve Cübeyr hakkında nazil olmuştur kî, Kureyş, onları İslâmiyet'ten geri çevirmek için, onlara ellerinden gelen her türlü işkenceyi yapmaya başlamışlardı.

Suheyb, Kureyşlilere, "Ben, ihtiyar, yaşlı bir adamım. Sizin lehinize olsam bile, size faydam dokunmaz. Sizin aleyhinize olsam, size zararım dokunamaz" dedi de, onlardan canını, mal karşılığı fidye ile kurtardı. Ebu Bekir, Suheyb'i görünce ona: "Alışverişin kazançtı oldu, ey Suheyb" demiş, Ömer de, "Suheyb, ne güzel adamdır! Allah'tan korkmasaydı bite, yine O'na isyan etmezdi" demiştir ki, bu ona yapılmış büyük bir övgüdür. Hazret-i Ömer bu sözüyle şunu kastetmişti: "Allah, cehennemi yaratmasaydı da, Suheyb yine O'na itaat ederdi." O halde, Allah cehennemi yaratmış iken, onun hakkındaki zannın ya nasıl olur!"

Diğerlerine gelince: Onlar, Mekkelilerin istemiş olduğu, kelime-i küfür ve İslâm'dan dönme gibi bazı şeyleri (zahiren) söylemişler, böylece Kureyş onlara işkence etmeyi bırakmış, daha sonra da onlar hicret etmişlerdir. İşte bundan dolayı bu ayet nazil olmuş, Allahü teâlâ böylece bu ayet ile, hem hicretin hem de muhacirlerin mevki ve makamlarının büyüklüğünü beyan buyurmuştur ki, bu husus izahtan varestedir. Nasıl ki, ensârın onlara olan yardımıyla, muhacirlerin durumu kuvvetlenmiş ise, onların hicret etmeleri sebebiyle de, İslâm'ın kudret ve kuvveti aşikâr olmuştur.

Cenâb-ı Hak, "Allah yolunda hicret edenler..." ifadesiyle, Allah için olmadığı zaman hicretin bir değerinin olmayacağına; bunun, tıpkı bir şehirden başka bir şehre geçmek gibi olacağına işaret etmek istemiştir. Daha sonraki "Zulme uğratıldıktan sonra" buyruğunun manası "Onlar, kâfirlerin elinden zulüm görmüşlerdi. Çünkü kâfirler onlara işkence ediyorlardı" demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "onları biz, dünyada elbette güzel bir biçimde yerleştiririz" buyurmuştur ki, bu hususta da şu izahlar yapılmıştır:

1) Ayetteki "hasene" kelimesi, fiilinin mefûlü mutlak'ı olan bir sıfatı olup, bunun takdiri, "(tebvieten haseneten)" şeklindedir. Hazret-i Ali bu kısmı (ibvâ'eten haseneten) şeklinde okumuştur.

2) Bu, "Biz onları, dünyada güzel bir şekilde konaklattırır, yerleştiririz" demektir ki bu güzel yerleştirmede, onların, kendilerine zulmeden Mekkelilere, bütün Arap yarımadasına ve, doğu ve batıya hükümran olmalarıdır. Hazret-i Ömer'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "O, muhacirlerden birisine bir bağışta bulunduğunda, "Şunu al, Allah bunu sana mübarek kılsın. Bu, Allah'ın bu dünyada sana vaadettiğidir. O'nun, senin için ahirette ayırdığı ise, daha büyüktür" derdi."

3) Bu, "Onları, güzel bir yere yerleştireceğiz, konaklattıracağız" manasındadır. Bu yer de, Medine'dir. Çünkü Medineliler o muhacirleri, bağırlarına basmışlar ve onlara, gerekli olan her yardımı yapmışlardır. Bu, Hasan el-Basri, Şa'bî ve Katâde'nin görüşüdür. Buna göre ifadenin takdiri, "Biz onları, dünyada güzel bir yurda, veya güzel bir beldeye, yani Medine'ye yerleştireceğiz" şeklindedir.

Daha sonra Hak teâlâ "Ahiret mükâfaatına gelince, bu, en büyük, en yüce ve en kıymetli olan ücrettir. Ah bir bilselerdi!" buyurmuştur. Bu ifâdelerdeki vav zamirlerinin kime râci olduğu hususunda iki görüş bulunmaktadır:

1) Bu, kâfirlerle ilgilidir. Yani, "Şayet o kâfirler, Allahü teâlâ'nın, ellerinde bulundurdukları o "mustaz'aflar" (mazlumlar) için, duaya ve ahirette neler hazırlayıp biriktirdiğini ah bir bilebiiselerdi, o kâfirler de o muhacirlerin dinine girmeyi arzularlardı" demektir,

2) Bu, muhacirlerle ilgili bir zamirdir. Yani, "O muhacirler şayet, bunu bir îbilselerdi, onlar daha çok gayret gösterir ve daha çok sabrederlerdi" demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "(O muhacirler hak yolunda), sabr u sebat edenler ve ancak Rablerine güvenip dayanmakta olanlardır" buyurmuştur. Bu ayetin başındaki (......) kelimesinin terkipteki yeri hususunda şu izahlar yapılmıştır:

1) Bu, daha önceki ayetin başındaki ".. .hicret edenler..." ifadesinden bedeldir.

2) Ayetin takdirinin, "Humu'llezîne saberû..." "Onlar sabredenlerdir."

3) Veya, ayetin takdiri, "A'nî ellezine saberû" "sabredenleri kastediyorum" şeklinde olmasıdır ki, bu son iki izahın ikisi de medh ifade eder. Buna göre mana, "Onlar, işkenceye, Allah'ın haram kıldığı vatandan ayrılmaya, Allah yolunda cihad edip mallarını ve canlarını harcama hususunda sabırlıdırlar" şeklinde olur. Netice olarak diyebiliriz ki, bu hususta hem sabretmeleri hem de tevekkülleri zikredilmiştir. etmelerine gelince: Bu onların, nefislerini (benliklerini) ezme ve terbiye etmeye gayret göstermeleri; tevekkül etmelerine gelince: Bu da onların, mahlukatın tamamıyla olan münasebetlerini kesip, tamamıyla Hakk'a yönelmeleridir. O halde birincisi "sülük İlâllah" Allah'a giden yola girme"nin başlangıcı; ikincisi ise, bu yolun sonu ve nihayetidir. Allah en iyi bilendir,

43

Âyetin tefsiri için bak:47

44

Âyetin tefsiri için bak:47

45

Âyetin tefsiri için bak:47

46

Âyetin tefsiri için bak:47

47

"Senden evvel kendilerine vahyeder olduğumuz erkeklerden başkasını, biz peygamber göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun. (O peygamberler) apaçık burhanlarla ve kitaplarla (gönderildiler). Biz sana da, Kûr'ân'ı indirdik. Ta ki insanlara, kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasın ve ta ki onlar da, fikirlerini iyice kullansınlar. Fesat plânları yapanlar, Allah'ın, kendilerini yere batıracağından yahut hissedemeyecekleri cihetlerden kendilerine azabın gelip çatacağından emin mi oldular? Yahut onlar, dönüp dolaşırlarken, Allah'ın kendilerini yakalayıvermesinden bir eman mı aldılar ki? Onlar hiçbir surette Allah'ı aciz bırakıcı değillerdir. Yoksa onlar, Allah'ın, kendilerini tedricen azaltmak suretiyle cezalandırmasından mı emin oldular? Demek ki Rabbin, hakikaten çok şefkatli, çok merhametlidir".

Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır:

İnsan peygamber Olamaz İddiası

Bil Ki bu, nübüvvet müessesesini kabul etmeyenlerin beşinci şüphesidir ki, onlar şöyle demek istemişlerdir: "Allah, beşer olan bir peygamber göndermekten çok çok yüce ve münezzehtir. Aksine O, bize bir peygamber göndermek istemiş olsaydı, bir melek gönderirdi." Biz bu şüphenin izahını En'âm Sûresi'nde yapmıştık (Enam, 9). Binâenaleyh, bu izahı burada tekrarlamayacağız. Bu ayetin bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, o münkirlerin söylediğini naklettiği şu ayetlerdir: "Ona bir melek gönderilmeli değil miydi?" (En'âm, 8); "Bizim gibi, iki beşere iman mı edeceksiniz?" (Mü'minun, 47); "Bu, sizin gibi bir beşerden başkası değildir. Sizin yediklerinizden yiyor, içtiklerinizden içiyor"(Mü'minun,33); "İçlerinden bir adama yaptığımız vahiy insanlar için şaşılacak bir şey mi oldu..." (Yunus, 2) ve "Ona bir melek indirilip de beraberinde bir uyarıcı bulunmalı değil miydi?"(Furkan. 7)

İşte Cenâb-ı Hak bu şüpheye, "Senden evvel kendilerine vahyeder olduğumuz erkeklerden başkasını, biz peygamber göndermedik" ifadesiyle cevap vermiştir ki bu, "Allah'ın, mahlûkatı yaratıp da mükellef tuttuğu ilk zamandan itibaren âdeti ve kanunu sadece beşer olan bir peygamber göndermesi olmuştur. Binâenaleyh, Allah'ın bu sünneti devam edegelmektedir. Bu sebeple o cahillerin bu tür tutarsız ve zayıf sorularla ileri sürdükleri bu tenkitler, eskiden beri hep süregelen tenkitlerdir. Onlara iltifat edilmez" manasındadır.

Kadın Peygamber Olur mu?

Ayet, Allahü teâlâ'nın, hem kadın peygamber göndermediğine, hem de melekleri peygamber olarak göndermediğine delâlet etmektedir. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hakk'ın, "Melekleri...elçiler yapan" (Fatır, 1) ifadesinin zahiri, meleğin, diğer meleklere gönderilen Allah elçileri olduğuna delalet etmektedir. Binaenaleyh, bu ayetin zahiri, Allahü teâlâ'nın, insanlara melek olan bir peygamber göndermediğine bir delil olmuş olur. Kâdi şöyle der: "Ebu Ali el-Cübbaî Allah'ın, peygamberlerine ancak insan suretinde olan melek gönderdiğini iddia etmiştir. Belki de Ebu Ali bu sözüyle, Allah'ın, ümmetleri huzurunda peygamberlerine gönderdiği meleğin insan suretinde olduğunu kastetmiştir. Çünkü böyle olduğu zaman, meleğin mutlaka, insan suretinde olması gerekir. Nitekim rivayet olunduğuna göre Cebrail (aleyhisselâm) de, Hazret-i Peygamber'in yanında Dihyetü'l-Kelbî veya Surâka'nın kılığında bulunurdu. Biz böyle dedik; çünkü meleklerin, Allah'tan aldıkları görevi, O'nun peygamberlerine ulaştırdıklarında, kendi aslî melekî suretlerinde kaldıkları malûmdur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Cebrail (aleyhisselâm)'i, kendi suretinde iki kez gördüğü rivayet edilmiştir ki, ulemâ, Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun ki onu, diğer bir defa da Sidretü'l-Müntehâ'nın yanında gördü"(Necm, 13) ayetini de bu manada anlamışlardır.

Ehlu'z-Zikr Kimlerdir?

Allahü teâlâ, bu şekilde bahsedince bunun peşinden "Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetteki "zikir ehli" ifadesiyle ne kasdedildiği hususunda da şu izahlar yapılmıştır:

a) İbn Abbas (radıyallahü anh), Cenâb-ı Hakk'ın, bu ayette Tevrat'a inananları murat ettiğini; "zikir" sözüyle de Tevrat'ın kastedildiğini, bunun böyle olduğunun delilinin ise, "Andolsun Tevrât'dan sonra Zebur'da da yazmışızdır ki.." (Enbiya, 105) ayeti olduğunu; bu ayetteki "zikir" ile de, aynı şekilde Tevrat'ın kastedildiğini söylemiştir.

b) Zeccâc şöyle demiştir: "Bu ayetin manası, Allah'ın kitaplarının manalarını bilen "Kitap ehli"nden sorun. Çünkü onlar, peygamberlerin tamamının beşer olduğunu bilirler" şeklindedir.

c) Bu ifadeyle, geçmiş ümmetlerin haberlerini bilenler kastedilmiştir. Çünkü bir şeyi bilen, o şeyi hatırlayabilir.

d) Zeccâc, bunun manasının, "ilim ve araştırma ile tezekkürde bulunan, hatırlayan herkese sorun" şeklinde olduğunu söylemiştir.

Ben de derim ki: Görünen odur ki bu şüphe, -ki bu o müşriklerin, "Allah, beşer olan bir peygamber göndermekten yücedir, münezzehtir" şeklindeki sözleridir- işte bu şüpheye Mekke kâfirleri tutunmuşlardı. Öte yandan, onlar, yahudî ve hristiyanların ilim ve kitap erbabı olduğunu kabul ediyorlardı. İşte bu yüzden Cenâb-ı Hak, onlara, kendilerine bu şüphenin zayıf ve sakıt, önemsiz olduğunu beyan etmeleri için, bu meselede yahudî ve hıristiyanlara müracaat etmelerini emretmiştir. Çünkü, yahudi ve hıristiyanların, mutlaka bu şüphenin astı esası olmadığını, yersiz olduğunu ortaya koymaları gerekir.

Müçtehidin Başkasını Taklidi

Alimler, müçtehidin, bir başka müçtehidi taklit edip edemeyeceği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları bunun caiz olduğunu ileri sürmüşler ve bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: "İki müçtehitten birisi bir şeyi bilemediği zaman, Cenab-ı Hakk'ın, "Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun" ayetinden dolayı, onun o şeyi bilen başka bir müçtehide başvurması vacip olur. Binâenaleyh, bu vacip olmasa dahi, en azından caiz olur.

Kıyasın Hüccetliği

Kıyası kabul etmeyenler, bu ayetle istidlal ederek şöyledemişlerdir: Mükellefin başına bir olay geldiğinde, bir şeyle karşılaştığında, eğer o onun hükmünü bilirse, kıyas yapması caiz olmaz. Yok eğer bilmezse, bu ayetin ifade ettiği zahiri manadan dolayı onun bunu bir başkasına sorması ge'ekir. Binâenaleyh, kıyas bir hüccet ve bir delil olmuş olsaydı, onun bu hükmü kıyas yaparak istinbât etmesi mümkün olduğu için, bunu bilen bir kimseye sorması vacip olmazdı. O halde, kıyas ile amel etmeyi caiz görmenin, bu ayetin zahiriyle amel etmemeyi gerektirdiği sabit olmuş olur. Binaenaleyh, kıyasın caiz olmaması gerekir. Allah en iyisini bilendir. Buna şu şekilde cevap verilebilir: Kıyas ile amel etmenin caiz ve mümkün olduğu, sahabenin icmâı ile sabittir. Halbuki icmâ, bu delilden daha kuvvetlidir. Allah en iyi bilendir. Daha sonra Cenâb-ı Hak apaçık burhanlarla ve kitaplarla..." buyurmuştur. Bunda iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Alimler, bu ifadenin başındaki bâ harf-i cerini gerektiren şeyin ne olduğu hususunda şu izahları yapmışlardır:

1) Bu ifadenin takdiri, "senden evvel apaçık burhanlar ve kitaplarla kendilerine vahyeder olduğumuz erkeklerden başkasını, biz peygamber göndermedik.." şeklindedir. Ferrâ bunu yadırgamış ve şöyle demiştir: "İllâ"dan önce bulunan şeyin sılası, illâ'dan sonraya kalamaz. Bunun delili şudur: "Müstesna minh, sılasıyla birlikte illâ'dan önce bulunanların tamamıdır. Binâenaleyh, bu toplam tamamıyla zikredilmediği sürece, istisna edatının müstesnaya dahil olması imkânsız olur."

2) İfadenin takdiri, "Biz senden evvel ancak, kendilerine apaçık burhanlar ve kitaplarla vahyettiğimiz adamlardan başkasını peygamber olarak göndermedik" şeklindedir. Böyle olması halinde, Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifadeleri, müstesnaya taalluk eder.

3) Bu ifadenin başındaki müteallak hazfedilmiş olup, bunun takdiri, "Biz onları, beyyinelerle gönderdik" şeklindedir. Bu, Ferra'nın görüşü olup, şöyle demiştir: "Bu ifadenin bir benzeri de "Zeyd'e, ancak senin kardeşin uğradı" cümlesinde, önce"senin kardeşinden başkası uğramadı" deyip, sonra da, "bi Zeydin" (Zeyd'e) şeklinde ilave etmendir.

4) Buradaki "zikr" kelimesinin, "ilim" manasına alınmasıdır. Buna göre ayetin takdirî manası, "Eğer bilmiyorsanız, apaçık burhanları ve kitapları bilenlere sorunuz" şeklindedir.

5) İfadenin takdiri, "Eğer, apaçık burhanları ve kitapları bilmiyorsanız, ilim ehline sorunuz" şeklindedir.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, "apaçık burhanlarla ve kitaplarla " ifadesi risaletin (peygamberliğin) kendisiyle kemale erdiği her şeyi içine alan kapsayıcı bir ifadedir. Çünkü risalet işi, risalet iddiasında bulunanın doğruluğuna delalet eden mucizelere dayanır ki bu, ayette "beyyinât ' sözüyle ifade edilmiştir; peygamberlerin, Allah'tan aldığı talimattan, O'nun kullarına tebliğ edip ulaştırmasına dayanır ki, bu da ayeti kerimede "zuhur" kelimesiyle ifade edilmiştir.

Kur'ân'ı Hazret-i Peygamber Açıklar

Daha sonra, Cenâb-ı Hak, "Biz sana da, Kur'ân'ı indirdik. Ta ki insanlara, kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasın" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu sözün zahiri, ayette bahsedilen bu "zikr"in, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in izahına muhtaç olduğunu ifade etmektedir. Beyâna muhtaç olan şey ise, "mücmel"dir. O halde bu nassın zahiri, Kur'ân'ın tamamının mücmel olmasını iktizâ eder. İşte bu husustan dolayı bazıları, "Her ne zaman Kur'ân ile hadis arasında bir tearuz bulunursa, hadisin öne alınması (ona uyulması) gerekir. Çünkü Kur'ân, mücmeldir. Bunun delili ise, bu ayettir. Haber, hadis ise, bu ayetin delaletiyle onun mübeyyine, açıklayıcısıdır. Mübeyyen ise, mücmele takdim edilir" demişlerdir.

Buna şu şekilde cevap verilir: Kur'ân'ın bir kısmı muhkem, bir kısmı müteşâbihtir. Muhkem olanın, "mübeyyen" olması gerekir. Böylece, Kur'ân'ın tamamının mücmel : madiği, aksine onda mücmel olan bazı ayetlerin bulunduğu sabit olmuş olur.

O halde, "Ta ki insanlara, kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasın " ifadesi, mücmel olanları..." manasına hamledilir.

İkinci Mesele

Bu ayetin zahiri, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Allahü teâlâ'nın, mükelleflere indirdiği her şeyi beyan edici olmasını gerektirir. İşte bu noktada, kıyası kabul etmeyenler şöyle demişlerdir: "Şayet kıyas hüccet olsaydı, mükellefin, o hükmü kıyas yoluyla da anlayıp beyan etmesi ihtimali bulunduğu için, Hazret-i Peygamber'e, Allahü teâlâ'nın, mükelleflere indirdiği herşeyi beyân etmesi vacip olmazdı. Bu ayet, bütün mükellefiyet ve hükümleri beyan edenin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğuna delalet edince, kıyasın bir hüccet olmadığını anlamış oluyoruz."

Buna şu şekilde cevap verilebilir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kıyasın bir hüccet olduğunu beyan edip, kim de hüküm ve mükellefiyetleri ortaya koyma, izah etme hususunda kıyasa başvurursa, bu, aslında, Hazret-i Peygamber'in beyanına başvurma olmuş olur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Fesat plânları yapanlar (...) emin mi oldular" buyurmuştur. Arapça'da mekr gizlice fesat çıkarma gayretine girmek anlamına gelir. O halde, bu ayette bir muzmar ifadenin bulunduğunu söylemek gerekir. Buna göre kelamın takdiri, "mekerû el-mekerâti's-seyyiâtl" "kötü hileler düzenler.... emin mi oldular?" şeklinde olup, bununla, Mekkelilerle Medine'nin etrafında yer alan kimseler kastedilmiştir. Kelbî, bu ayetteki "el-mekr" kelimesiyle, onların, Allah'tan başkasına ibadetle meşgul olmalarının kastedildiğini söylemiştir ki, doğruya en yakın olanıysa, bununla, onların, hem Hazret-i Peygamber'e, hem de ashabına eziyet etmek için, gizli bir biçimde sarfettikleri çabalarının kastedilmiş olmasıdır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, onları tenkit için şu dört şeyi ileri sürmüştür:

1) Allah'ın, tıpkı Karun'u yere batırması gibi, onları da yere batırması...

2) Onlara, hiç ummadıkları bir cihetten azabın gelip çatması ki bununla, tıpkı Lût kavmine yapmış olduğu gibi, onlara ansızın, hiç beklemedikleri bir sırada gökten bir azabın gelip, onları ansızın, birden helak etmesi murad edilmiştir.

3) Allah'ın onları dönüp dolaşırlarken yakalayıvermesi. Böylece onların da, Allah'ı âciz bırakıcı olamamaları!..

Tekallüb Kelimesinin İzahı

Bu ayette yer alan, tekâilüb (dönüp dolaşma)nın ne demek olduğu hususunda şu izahlar yapılmıştır:

a) Allah'ın, onları, yolculukları esnasında ukubetle yakalayıvermesi. Çünkü Allahü teâlâ, onları mukîm oldukları halde yok etmeye kadir olduğu gibi, yolculukları sırasında da helak etmeye kadirdir. Onlar, uzak beldelere yolculuk etmek suretiyle de, Allah'ı acze düşüremezler. Tam aksine, Allah onlara, nerede olurlarsa olsunlar, yetişir ve ulaşır. "Tekallub" kelimesini bu manaya almak, Cenâb-ı Hakk'ın, "İnkâr edenlerin diyar diyar dönüp dolaşması asla seni aldatmasın!" (Al-i İmran, 196) ayetinden dolayıdır.

b) Bu fafzm, "Allahü teâlâ'nın onları, meşgalelerinde, gidiş gelişlerinde iken, gece ve gündüzün yakalayıvermesi" manasına alınmasıdır. Ki, bunun hakikati de, emsallerinin, kendisinde tasarrufta bulunduğu şeylerde tasarrufta bulundukları esnada yakalaytvermesidir.

c) Mana, "Allah onları, fikirlerinin hükümlerine başvurdukları bir sırada yakalar. Böylece de onlarla, o fikir ve desiselerini tamamlamaları arasına zorla ve kahren girer yani buna imkân vermez" şeklinde olabilir. Bu tıpkı "Eğer dileseydik, onhn gözlerinin üzerinden silme kör yapardık da, yolda koşuşup kalırlardı. Artık nasıl göreceklerdi" (Yasin, 66) ayetinde olduğu gibidir. Ayetteki "tekallüb"ü bu manaya almak, "(Onlar) senin hakkında birtakım işler çevirmişlerdi (kallebû) (Tevbe, 48) ayetinden ötürüdür. Çünkü onlar bu işleri, bu dolapları çevirdiklerinde, bu işin içine iyice dalmış olurlar.

Tehavvüf Tabirinin İzahı

4) Hak teâlâ'nın "Yoksa onlar, Allah'ın kendilerini tedricen azaltmak suretiyle cezalandırmasından mı emin oldular" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ayetteki tehavvüf'ün ne manaya geldiği hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür:

Birinci Görüş: Tehavvüf, "havf" (korku) masdarının, "tefa'ül" veznindeki şeklidir. Nitekim Arapça'da, "o şeyden korktum" denilir. Buna göre ayetin manası, ilk olarak azabla yakalamaz, aksine önce onları korkutur, sonra azab eder" şeklindedir. Bu korkutma da, Allahü teâlâ'nın, önce bir grubu helak etmesi, böylece, onlardan sonra gelen grupların, endişe ve korkuya kap il maşıdır. Binâenaleyh bu, korku ve dehşete düşürme hususunda, onlardan çok zaman evvel yaşamış bir topluluğa bu azabın uğramasının peşisıra, onlara gelmiş bir yakalama olmuş olur.

İkinci Görüş: "Tehavvüf", tedricen derece derece noksanlaştırmak manasınadır. İbnü'l-A'râbî şöyle der: "Arapça'da, birşeyi tedricen noksanlaştirdığında, denilir. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in, minberde şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu ayet hakk'Rda ne dersiniz?" Oradakiler (cemaat) sustu, hıçbirşey söylemeyedi. Bunun üzerine Hüzeyl Kabilesi'nden bir ihtiyar ayağa kalkarak: "Bu bizim lehçemizdendir," "Tehavvüf", derece derece (azar azar) noksanlaştırmak demektir" dedi. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) de: "Bunu, Arapların şiirlerinde kullandıklarına rastladın mı?" dedi. İhtiyar "Evet, bizim şâirimiz şu şiiri söyledi" dedi.

"Yolculuk o deveyi azar azar yeyip bitirdi (onu zayıflattı). Tıpkı, eğenin yayağacını azar azar yemesi gibi..."

Bunun üzerine Hazret-i Ömer: "Ey insanlar, divanlarınıza yapışınız, o zaman şaşmazsınız" deyince, cemaat, "Divanımız da nedir?" dediler. O, "sizin divanınız cahiliyye şiiridir. Onda, kitabınızın tefsiri (kelimelerinin anlamı) vardır" cevabını verdi.

Bunu iyice kavradığında biz diyoruz ki: Ayette bahsedilen, derece derece noksanlaştırmaktan, onların beldelerinin etrafında meydana gelen durumlar kastedilmiştir. Nitekim Cenab-ı Hak, "Şimdi görmüyorlar mı ki o yeryüzüne gelip, onun etrafından (tedricen) eksiltip duruyoruz" (Enbiya, 44) buyurmuştur. Buna göre ayetin manası, "Allahü teâlâ, onlara azab etmede acele etmez. Onların beldelerinin etrafında, onlara komşu köy ve beldelere varıp dayanacak şekilde noksanlaştırır. Derken sıra onlara gelir ve o zaman onları da helak eder" şeklindedir. Bununla, Hak teâlâ'nın, onların mallarını, canlarını (sıhhatlerini) azar azar noksan aştırarak, sonunda hepsini yok etmesi manasının kastedilmiş olması da muhtemeldir. İşte Cenâb-ı Hakk'ın ayette bahsettiği dört hususun izahı budur.

Velhasıl Allahü teâlâ onları, yeryüzünde olan yere batırma, yahut gökten inen bir azab, yahut onların alamet ve emarelerini göremedikleri, bilemedikleri bir sırada, ansızın meydana gelen bir âfât ile, yahut da en son kalana varıp dayanacak bir biçimde, azar azar meydana gelen afet ve belâlarla korkutmuştur. Cenâb-ı Hak bu ayeti "Demek ki Rabbıniz, ra'uf ve rahimdir" yani, "Allah pek çok yaramaz işlerinizde size mühlet vermiş, zaman tanımış ise, bu, O'nun çok esirgeyici, çok bağışlayıcı olmasından ötürüdür. İşte bundan dolayı O, azabta acele etmemiştir" buyurarak sona erdirmiştir.

48

Âyetin tefsiri için bak:50

49

Âyetin tefsiri için bak:50

50

"Onlar, Allah'ın yarattığı hiçbirşeye bakmıyorlar mı ki, o şeylerin gölgeleri bile, Allah'a zelil zelil secde ederek durmadan sağdan sollara dönüyorlar. Göklerde ve yerde olan canlılar ile melekler, kendilerine hiçbir yüksünme gelmeyerek, Allah'a secde ederler. Kendilerine her bakımdan, kahir ve hâkim olan Rablerinden korkarak, emrolundukları şeyleri yaparlar".

Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır:

Her Şey Allah'a Boyun Eğer

Bil ki Allahü teâlâ, müşrikleri geçen ayette zikredilen bu dört çeşit azap ile tehdit edip korkutunca, onlar kudretinin mükemmelliğinden ve nihayetsiz kudrete sahip olmasından ötürü, Allah'ın o kâfirlere bu dört türlü azabı vermekten aciz olmayacağını anlasınlar diye, Cenâb-ı Hak, bu azaplardan bahsettikten sonra, gerek ulvî âlemin (göklerin), gerek süflî alemin (yerin) halleri ile ruhlar ve maddeler âleminin hallerini ve işlerini yönetmedeki, sonsuz kudretini anlatan ayetleri zikretmiştir.

İkinci Mesele

Hamza ve Kisâî, fiili, muhatap sîgası ile, tâ'lı olarak, hem Ankebut Sûresi'nde (19. ayet), hem bu ayette, "Görmüyor musunuz ki" şeklinde okumuşlardır. Diğer kıraat imamları, hem geçen ayetteki, "Fesad planlan yapanlar... emin mi oldular" ifadesi ile ilgili olsun, hem de önceki ayetteki yahsife, ye'tiye, ya'huze gâib fiillerine uygun olsun diye, yâ ile, yerav şeklinde okumuşlardır. Sadece Ebu Amr, buradaki ikinci fiili, ta ile tetefeyyeu okurken, diğerleri yâ ile, yetefeyyeu şeklinde okumuşlardır ki, fiil cemî (çoğul) olan failinden önce geldiği için, iki şekilde de (yani müzekker veya müennes gelmesi) caizdir.

Fey Kelimesinin Manası

Hak teâlâ, "Onlar, Allah'ın yarattığı hiçbir şeye bakmıyorlar mı" buyurmuştur. Bu ayetteki, reâ fiili, "Baktı" manasına geldiği için, İlâ harf-i cerh ile kullanılmıştır. Çünkü bununla, "ibret almak" manası kastedilmiştir. İbret almak ise, birşeye bakma, onun durumları hakkında düşünme olmaksızın, sırf görme ile olmaz.

Cenâb-ı Hak, (......) buyurmuştur. Me'ânî alimleri bu hususta şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Hak, bu ifâde ile, dağ, ağaç, bina ve ayakta duran cisimler gibi, gölgeleri olan varlıkları murat etmiştir. Ayetin lafzı, bu kayıt ve şartı ihsas ettirmektedir. Çünkü ayetteki "Gölgeleri..durmadan sağa sola dönüyor" tabiri, bu şeylerin, gölgesi yeryüzüne düşen katı şeyler olduğunu gösterir. Binâenaleyh bu ifade, "şey" kelimesinin haberidir, sıfatı değildir. Yetefeyyeu fiili, "fey" masdanndan, "tefe'ül" vezninde bir fiildir, Arapça'da, güneşin ışığının gölgeyi yok ettikten sonra tekrar geri gelip döndüğünde, gölge hakkında "Gölge geldi" denilir, "fey" aslında, dönmek, geri gelmek manasınadır. "îlâ" yapan kişinin, hanımına dönmesi manasında "Fey" denilmesi de bu manadadır. Biz bu hususu (Bakara. 226) ayetinin tefsirinde izah etmiştik. Gayr-ı müslimlerin mallarından müslümanların eline geçen şeylere "fey" denilmesi de, o malların müslümanlara dönmesinden dolayıdır. Hak teâlâ'nın "Onlardan, Allah'ın, Resulüne verdiği fey'..." (Haşr. 7) ayetindeki "fey" de bu manadadır. Binâenaleyh bütün bunların esası, "dönme" manasına dayanır.

Bunu iyice kavradığında biz diyoruz ki: Fâe fiili, ya başına bir hemze getirmek, yahut da ayne'l-fiitini şeddelemek sureti ile müteaddi olur. Başına hemze getirilerek, müteaddi yapılışı, (Haşr, 7) ayetinde olduğu gibidir. Ayne'l-fiili'ni şeddelemek suretiyle müteaddi kılınışı ise, mesela "Allah, gölgeyi geri çevirdi, o da geri geldi" demende olduğu gibidir. O halde, "Tefeyye'e" fiilinin, "mutavaat" sîğasıdır. Ezherî, "Gölgenin fey'i", gölgenin gündüzün ortasından sonra, geriye dönmesi (tekrar gelmesi) demektir. O halde, "Gölgenin fey'i", güneş zevalden döndükten sonra, ancak akşama doğru olur. "Zili" ise, sabahleyin olan (gölgeye) denir ki bu da, güneşin zevale ulaşmasından önce olur" demiştir. Nitekim şair: "Ve kuşluk serinliğinin katlanabileceğin gölgesi (zili) vardır; ne de, tadacağın akşam serinliğinin (aşıyy) gölgesi." Sa'leb şöyle demiştir: "Ebu Ubeyde'den rivayetle, Ru'be'nin şöyle dediği bana haber verildi: "Güneşin ışığının, üzerine vurduğu ve geçip gittiği herşey "fey" ", güneşin, üzerine düşmediği şey ise, "zıll"dır." Bazıları, bunu kabul etmemişlerdir. Çünkü, Ebu Zeyd, Nâbiğa el-Ca'di'nin şu beytini nakletmiştir:

"Allah'ın esenlik ve selamı onlara, (sabah erkenden) yönelir. Ağaçların, zeval vaktinden sonraki gölgeleri (bile), iyice gölgelidirler."

Bu şiirde, "fey" lafzı, güneş ışığının silip götüremediği şey hakkında kullanılmıştır. Çünkü cennetteki gölgeler, güneşin ışığı yüzünden kaybolup, güneşin gitmesinden sonra meydana gelen gölgeler değildir. Araplar, "fey"i efyâ' şeklinde cemederler ki bu, "cem-i kıllet" veznidir. Yine "nüfûs" ve "uyun" gibi, tüyü şeklinde de getirirler. Bu ise, '"cem-i kesret" veznidir.

Ayetteki zılâluh kelimesinde ' zılâl" müfred olan "hû" zamirine muzaf kılınmıştır ki, bu aslında, "Onun gölgesi manasında değil, "gölgeli" manasınadır. Bu şekilde muzâf kılış, güzel ve yerinde olmuştur. Çünkü bu zamirin râcî olduğu, "Allah'ın yarattığı herbirşey" tabirindeki mâ edatı, lafzen müfred ise de, mana bakımından çoğuldur. Bunun bir benzeri de, "Onun sırtlarında karar kılasınız (Zuhruf, 13) ayetidir. Bu ayette de, cemî olan "sırlar" (zuhur) lafzı müfred,"hû" rsmirine muzaf kılınmıştır. Çünkü bu zamir de, kendisi ile cemî manası kastedilmiş atan, ifadesindeki mâ edatına râcidir. Bütün bunlar, Vâhidi'ye ait olup güzel izahlardır.

Yemin ve Şemail

Ayet-i kerimedeki "ani'i-yemîn ve'ş-şemâil" ile ilgili iki açıklama vardır:

1) İfadedeki "sağ ve sollar" hakkında şu iki görüş ileri sürülmüştür:

Birinci Görüş: Feleğin sağı, doğusu; solu ise, batışıdır. Bu iki ismin, bu iki tarafa verilmesinin sebebi şudur: İnsanın iki tarafından, en güçlü olanı, sağıdır. Çünkü en güçlü hareketler, sağdan meydana gelir. Binâenaleyh, gök cisimlerinin günlük -ceketleri de, sağdan sola doğru olunca, doğu feleğin sağı, batı da solu olmuştur. Bunu iyice kavradığında biz deriz ki: Güneş doğduğu andan, yörüngesinin ortasına yani zevale) varıncaya kadar geçen zaman içerisinde gölgeler, balı tarafına doğru; Güneş zevalden batıya doğru döndüğünde ise, doğu tarafına doğru olur ki, işte gölgelerin sağdan sola ve soldan sağa durmadan dönmesinden maksat budur. Bu zurumda gölgeler, günün başında feleğin sağından başlar, rub-i garbiye düşer. Sünesin zeval vaktinden itibaren de, gölgeler feleğin sol tarafından başlar, yeryüzünün rub-i şarkîsine düşer.

İkinci Görüş: Enlemleri, meyil miktarlarından daha az olan beldelerde, yazın güneş, sol tarafta bulunur. Bu durumda da gölgeler, cisimlerin sağına düşer. İşte gölgelerin soldan sağa, sağdan sola dönmelerinden murad budur. Bu konuda benim elde ettiğim bilgiler bunlardan ibarettir. Bu hususta müfessirlerin, özetlenemeyecek kadar görüşleri vardır.

Şemail Neden Çoğul?

2) Birisi "Ayette, "yemin" (sağ) lafzının müfred, "şemail" (sollar) lafzının ise cemi olarak getirilmesindeki hikmet nedir?" diyebilir. Buna, birkaç şekilde cevap verilir:

1) "Yemin" (sağ) lafzı müfred getirilmiştir, ama cemî manası murat edilmiştir. Ama ?afız itibarı ile "müfred" getirilerek yetinilmiştir. Bu, "Arka dönerler" (Kamer, 45) ayetinde olduğu gibidir.

2) Ferrâ şöyle der: "Bu kelime müfred getirildiğinde, sanki gölgeli varlıklardan şirinden diğerine geçilmiş gibi olur, cemî kılındığında ise hepsine birden geçme söz Konusu olmuş olur. Çünkü Hak teâlâ'nın, "ma hafekallah" "Allah'ın yarattığı şey" tabirindeki mâ edatı, daha önce de beyan ettiğimiz gibi, lafız itibarı ife müfred, mana itibarı ile cemidir. Binâenaleyh bu, her iki manaya da gelebilir."

3) Araplar, iki cemî sığayı peşpeşe getirmek istediklerinde, birini müfred, ikincisini cemî olarak getirirler. Mesela, "(Allah) zulumâtı ve nuru yarattı" (En'âm, 1) ve "Allah onların kalplerini ve kulağını mühürledi" (Bakara, 7) ayetlerinde olduğu gibi.

4) Biz, "yemin" (sağ) lafzını, "doğu" manasına aldığımızda, güneşin doğusu olan o nokta da, tek olmuş olur. Dolayısı ile "yemin" tek olur. "Şemail" lafzı ise gölgelerde, yeryüzüne düştükten sonra, meydana gelen çeşitli değişiklikleri ifade eder. Bu değişiklikler çoktur. İşte bundan ötürü Allahü teâlâ, bunu cemî sîğası ile getirmiştir. Allah en iyi bilendir..

Secdeden Maksad

Ayetteki ifadesi ile ilgili, pek çok muhtemel manalar vardır:

1) Bundan murad, "Teslim olma, boyun eğme ve inkıyâd etme" manasıdır. Nitekim Arapça'da, binilmesi için deve, başını eğdiğinde, "Deve boyun eğdi"; taşıdığı yükün ağırlığından, meyvelerinin bolluğundan ötürü, hurma ağacı dallarını eğdiğinde, denilir. Şair de:

"Orada tepeleri, atların tırnaklarına secde eder, boyun eğer vaziyette görürsün" demiştir.

Bunu iyice kavradığında, biz diyoruz ki: "Allahü teâlâ. aydınlatıcı gök cisimlerini ve yıldızları, ışıkları yeryüzüne düşecek şekilde, belli birtakım prensipler çerçevesinde düzene koymuştur. Sonra yine biz, bu ışıkların ve gölgelerin, yeryüzüne, ancak Allah'ın tedbir ve takdirine uygun olarak düştüklerini görürüz. Böylece biz, güneşin doğduğunda, o katı cisimlerin, batı tarafa doğru uzanan birtakım gölgelerinin düştüğünü müşahede ederiz. Sonra güneş, doğup yavaş yavaş yükseldikçe, bu gölgelerin de, güneşin zeval vaktine gelmesine kadar, gittikçe çekildiğini ve tamamen kaybolduğunu görürüz. Binaenaleyh güneş, zevalden batıya doğru meylettiğinde, bu sefer gölgelerin doğuya doğru düştüğünü görürüz. Güneşin batıya meyli arttıkça, gölgelerin doğuya doğru uzaması da artar. Bu durumu, bir gün içinde müşahede ettiğimiz gibi, bir sene boyunca, sağ ve sol tarafta gölgelerin farklılıklar arzettiğini de müşahede ederiz. Bütün bunlar, güneşin (doğma-batma) hareketinin, güneyden kuzeye doğru ve kuzeyden güneye doğru değişmesi sebebi ile olur. Binaenaleyh gölgelerin halinin yeryüzünün doğusu ve batısında (güneşin doğduğu ve battığı nokta açısından) meydana gelen günlük değişiklikler sebebi ve bir sene boyunca feleğin (güneşin yörüngesinin) sağında ve solunda meydana gelen farklılıklar sebebiyle, değişiklik arzettiğini müşahede edip, bu gölgelerin belli bir tarz ve sıra ile düştüklerini görünce, bütün bunların, Allah'ın kudretine boyun eğdiklerini, O'nun takdir ve tedbiri karşısında eğildiklerini anlıyoruz. O halde, ayette bahsedilen "secde" bu durumu anlatmaktadır.

İmdi şayet, "Bu gölgelerin değişiminin, Allah'ın takdiri ve tedbirinden ötürü değil de, en büyük aydınlatıcı olan güneşin hareketindeki değişimden dolayı olduğunun söylenmesi niçin caiz olmasın?" denilirse, biz deriz ki: Cismin, zâtı gereği hareket etmeyeceğini söylemiştik. Çünkü eğer onun zatı, bu cüz'i-hususî hareketin sebebi olsaydı, zatı devam ettiği müddetçe, bu cüz'î hareketin de devam etmesi gerekirdi. Bu cüzi hareket de devam edecek olsaydı, o zaman bir diğer cüz'î hareketin tahakkuk etmesi imkansızlaşırdı. Durum böyle olsaydı, bu hareket değil, bir sükûn olmuş olurdu. O halde, maddenin, zatı gereği hareket ettiğini söylemek, Onun zatı gereği sakin (hareketsiz) olmasını söylemeyi gerektirir ki, bu muhaldir. Varlığı, yokluğuna götüren şey ise bâtıldır. Binâenaleyh cismin, zâtı gereği hareket etmesinin imkânsız olduğunu anlamış oluyoruz. Hem biz, maddelerin, mahiyetlerinin tamamı itibarı ile birbirlerine denk olduklarını söylemiştik. Binâenaleyh güneş kütlesine, belli bir kuvvet ve özelliğin verilmesinin, mutlaka hür ve irade sahibi, hakim bir yaratıcının tedbiri ile olması gerekir.

Bu sabit olunca biz diyoruz ki: Farzedelim ki gölgenin hallerinin farklı farklı olması, güneşin hareketlerinden ötürü olmuştur. Fakat biz, güneşi o belli hareket tarzı üzere hareket ettirenin, sadece ve sadece Allahü teâlâ olduğunu delille gösterdiğimize göre bu, gölgelerinin durumlarının farklı farklı olmasının da ancak Hak teâlâ'nın tedbiri ve yaratması ile olduğuna bir delil olur. Böylece bu ayette bahsedilen "secde" ile, inkıyat (boyun eğme) ve tevazu manasının kastedildiği sabit olmuş olur: "Sakı olmayan nebat da, ağaç da (ona) secde ederler" (Rahman, 6) ayeti ile, "(Onların) gölgeleri de, sabah akşam Allah'a secde ederler"(Ra'd, 15) ayetindeki secdeler de bu manadadır. Bunun izahı, daha önce geçmişti.

2) Bu gölgeler, yeryüzüne düşerler ve secde edenin şeklini alırlar. Nitekim Ebu'l-Alâ el-Mearrî, bir vadiyi tavsif ederken,"Uzun uzun secde eden bir uçurum ve kendini iyice ibadete vermiş bir rahip kılığındaki yer" demiştir. Dolayısıyle, gölgelerin şekli, secde edenlerin şekline benzediği için, Cenâb-ı Hak, gölgeler hakkında "secde etme" vasfını kullanmıştır. Hasan el-Basrî. "Senin gölgen, Rabbine secde ediyor ama, sen etmiyorsun. Bu yaptığın ne kötüdür!" demiştir. Mücahid ise, "Kâfirin kendisi namaz kılmaz ama, gölgesi namaz kılar" demiştir. Yine, "İster kendisi secde etsin, ister etmesin, herşeyin gölgesi Allah'a secde eder" denilmiştir.

Bil ki ilk izah, aklî gerçeklere; ikinci izah ise, zahirî durumlara (benzerliklere) daha uygundur.

Beşinci Mesele

Ayetteki, "sücceden" kelimesi, "zılâl"dan "hal"dir. Cenâb-ı Hak, "Zelil olarak", yani, "Kendilerini küçük görerek" buyurmuştur. Arapça'da, denilir ki bu, "Kendisini küçük gördü, önemsemedi" manasinadır. Böyle olan kimse, ister istemez, emrettiğin şeyi yapan kimsedir. Bu böyledir, çünkü bütün bu varlıklar, Allah'ın kudretine ve tedbirine boyun eğmişlerdir. O halde, Hak teâlâ'nın bu ifadesi de, "zılâl" kelimesinden "hardır.

Buna göre şayet, "zılâl" (gölgeler), akıllılar cinsinden değildir. Öyle ise, bunun hâli olan bu kelime, nasıl, vâv-nûn ile (yani cemî müzekkeri salim siğası üzere) cemi olarak gelmiştir" denilirse, biz deriz ki: Çünkü Allahü teâlâ, onları itaat eden, boyun eğen, zelil olan diye vasfedince, sanki akıllı varlıklara benzetilmiş oldular.

Secde Çeşitleri

Cenâb-ı Allah'ın "Göklerde ve yerde olan canlılar ile melekler... Allah'a secde ederler" ifadesi ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Biz, iki çeşit secde olduğunu, birisinin ibadet manasını ifade ettiğini, mesela müslümanların Allah'a secde etmesinde olduğu gibi, diğer çeşidinin ise, Allah'a boyun eğmek, itaat etmek manasında olduğunu beyan etmiştik. O halde bu secdenin tahakkuk etmesi aslında onun varlığının yokluğunun mümkün olması ve bu iki vasfı, yani var olmayı -yok olmayı kabul etmesi ve mümkin bir şeyin iki tarafından birinin diğerine baskın çıkmasının ancak bir müreccihten dolayı olabileceği neticesine varıp dayanır.

Bunu iyice kavradığında biz diyoruz ki, bazı kimseler, bu ayetteki secde ile, ikinci mananın, yani, boyun eğme-inkiyâd etme manasının kastedildiğini, bunun delilinin ise, hayvanlara uygun düşen mananın, ancak bu manada secde olduğunu söylerlerken, bazıları da buradaki secde ile, birinci manadaki secdenin kastedildiğini, çünkü meleklere, bu manadaki secdenin uygun düştüğünü, çünkü ikinci manadaki secdenin, bütün canlılar, cansızlar ve bitkiler için söz konusu olduğunu söylemişlerdir. Bazıları da "secde, bu iki manaya da gelen bir lafızdır. İki manaya gelen (müşterek) bir lafzı, iki manasına birden hamletmek caizdir. O halde, ayetteki secdeyi iki manaya da hamletmek gerekir; hayvanlar için tevazu, boyun eğme manasına; melekler hakkında ise, müslümanların Allah'a secde etmeleri gibi bir manaya hamletmek gerekir" demişlerdir. Bu görüş zayıftır. Çünkü "müşterek" bir kelimenin, aynı anda bütün manalarını ifade etmek üzere kullanılmasının caiz olmayacağı sabittir.

İkinci Mesele

Ayetteki min dâbbe kelimesi hakkında Ahfeş: "Cenâb-ı Hak. bu müfred kelime ile, cemisini yani devâbb manasını kastetmiştir. Ama ayette müfred getirmiştir. Bu, tıpkı, "Bana, onun gibi bir adam gelmedi" ifadenle, "Bana, onun gibi adamlar gelmedi" ifaden gibidir" demiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh) ise: "Cenâb-ı Hakk'ın bu kelime ile, "yeryüzünde hareket eden herşeyi" kastetmiştir" demiştir.

Üçüncü Mesele

Birisi şöyle diyebilir: "Ayette özellikle, hayvanların ve meleklerin zikredilmesinden hikmet nedir?" Bu hususta, bazı izahlar yapılır:

1) Allahü teâlâ, gölgelerden bahsettiği geçen ayette, bütün cansızların, Allah'a boyun eğmiş olduklarını beyan etmiş; bu ayet ile de, bütün canlıların yine Allah'a boyun eğip, inkıyâd ettiklerini bildirmiştir. Çünkü canlıların en değersizi hayvanlar, en değerli ve kıymetlisi ise meleklerdir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, en değersiz ve en kıymetli varlıkların, kendisine inkiyâd içinde olduklarını beyan buyururca, bu, bütün canlıların Allah'a boyun eğdiklerine bir delil olmuş olur,

2) Müslüman hükemâ şöyle demişlerdir: "Dâbbe" kelimesi, debîb kelimesinden iştikak etmiştir. "Debîb" ise, maddî bir hareket demektir. O halde "dâbbe", hareket eden ve kımıldayan her maddî canlıya denir. Binâenaleyh Allahü teâlâ, ayette melekleri, "dabbe"den ayrı olarak zikredince, meleklerin kımıldayıp-hareket eden varlıklardan değil, sırf ruhlar olduğunu anlıyoruz." Buna şöyle cevap verilebilir; "Kuşa ait olan kanat debelenmeye-kımıldamaya da terstir. Bunun delili 'Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş hariç olmamak üzere, hepsi sizin gibi ümmetlerdir" (En'âm, 38) ayetidir. Allah en iyi bilendir.Cenâb-ı Hak, Yüksünmezler, Kendilerine her bakımdan kahir ve hâkim olan Rablerinden korkarak, emrolunduklan şeyi yaparlar" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Meleklerin Sıfatları

Bu ayetten maksat, meleklerin sıfatlarını şerhedip açıklamaktır. O halde bu, meleklerin her türlü günahtan masum olduğuna dair kesin ve ezici bir delildir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar yüksünmezler" ifadesi, onların, Yaratıcılarına ve Haliklarına inkiyâd ettiklerine, O'na hiçbir hususta muhalefet etmediklerine delâlet eder. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz senin Rabbinin emri olmadıkça inmeyiz" (Meryem, 64) ve "Bunlar sözleriyle asla O'nun önüne geçemezler. Bunlar O'nun emriyle hareket ederler" (Enbiya, 27) ayetidir. Cenâb-ı Hakk'ın, "emrolunduklan şeyi yaparlar" buyruğu da, onların, emrolunduklan her şeyi yaptıklarına delalet eder ki, bu da onların, bütün günahlardan masum olduklarını gösterir.

Buna göre şayet onlar, "Farzet ki bu ayet, onların emrolundukları herşeyi yaptıklarına delalet ediyor. O halde daha nasıl bu ayetin, onların, nehyedildikleri herşeyi bıraktıklarına delalet ettiğini de söylüyorsunuz?" derlerse, biz deriz ki:

Bir şeyden nehyolunan herkes, onu terketmekle de emrolunmuş demektir. Binaenaleyh, bu durumda bu da, lafzın muhtevasına girer. Bu ayetle, meleklerin, bütün günahlardan masum oldukları, İblis'in ise, hiçbir günahtan masum olmadığı, aksine kâfir olduğu sabit olunca, İblis'in meleklerden olmadığına kesinkes hükmetmek gerekir.

Allahü teâlâ melekler hakkında, "Onlar yüksünmezler, büyüklenmezler" buyurduğu halde, İblis hakkında, "Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yücelerden mi oldun?"(Sad, 75) demiştir. Ve yine İblis'e, "Öyleyse, hemen in oradan. Artık senin orada kibirlenmen...gerekmez" (Araf, 13) demiştir. Böylece, meleklerin büyüklenmedikleri, İblis'in ise tekebbür edip yüksündüğü sabit olmuştur. Bu sebeple, İblis'in meleklerden olmaması gerekir. Hem bu ayetle, meleklerin masum olmaları gerektiği sabit olunca, bazı kimselerin, Hârut ve Marût hakkında söyledikleri o çirkin olayın da batıl ve asılsız, çirkin bir şey olduğu meydana çıkar. Söz söyleyenlerin en doğru sözlüsü olan Allahü teâlâ, bu ayette, meleklerin masum ve her türlü günahtan berî olduklarına şehadet edince, o kıssanın da yalan, aslı esası olmayan bir şey olduğuna kesinlikle hükmetmek gerekir. Allah en iyisini bilendir.

Meleklerin Endişelerinin Sebebi

Meleklerin masumiyetleri hususunda ileri geri söz edenler, bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, melekleri "korkup endişe etmekle" vasfetmiştir. Binaenaleyh onlar, kendilerinin, büyük ve küçük günahlara düşmelerinin mümkün olmadığını bilselerdi, böylesi bir endişe söz konusu olmazdı."

Buna şu iki şekilde cevap verilir:

1) Allahü teâlâ, onları, ikâbından sakındırmış ve "Bunlardan kim "Tanrı o değil, benim" derse, onu cehennemle cezalandırırız" (Enbiya,29) buyurmuştur. İşte bunlar da, bu endişeden dolayı günahı bırakmışlardır.

2) En doğru olan bu görüşe göre bu korku, Cenâb-ı Hakk'ın celâl ve azametinden, O'nu tazîm edip edememe korkusudur. İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan da bu şekilde nakledilmiştir. Bunun doğruluğunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'dan, kulları içinde, ancak alimler korkar" (Fatır, 28) ayetidir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ı daha iyi ve daha mükemmel tanıyanın, O'ndan daha fazla korkacağına delâlet eder. O halde, meleklerin duyduğu bu endişe, Allah'ın celâl ve kibriyasından olan korkudur. Allah en iyisini bilendir.

Allah Cihetten Münezzehtir

Müşebbihe fırkası şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesi, Allahü teâlâ'nın, zâtı bakımından, bizzat onların üzerinde olduğuna delalet eder."

Bil ki biz, bu şüpheyi Cenâb-ı Hakk'ın, (En'am, 61) ayetinin tefsirinde iyice cevaplandırmıştık. Burada o izaha ilave edeceğimiz husus ise şudur: Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunun manası, "Onlar, Rablerinin, kendilerine, üstlerinden bir azap indirmesinden ötürü O'ndan korkarlar" demektir. Lafız bu manaya muhtemel olunca, onların görüşleri sakıt olur, düşer. Hem, bu "fevkıyyeti" (üstte oluşu), kudret, kuvvet ve hakimiyet bakımından üstün ve hakim olma manasına hamletmek gerekir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, (A'raf. 127) ayetinde de böyledir. Bu izahı şu da kuvvetlendirir: "Allahü teâlâ, "Kendilerine her bakımdan kahir ve hâkim olan Rablerinden korkarak..." buyurunca, bu korkuyu iktizâ eden şeyin, Rablerinin onların, kudret ve kuvvet bakımından üstünde, onlara hakim olmasını gerektirir. Çünkü usul-ü fıkıhta, "Bir vasfa dayandırılan bir hüküm, o hükmün o vasfa bağlı olduğunu bildirir" şeklinde bir kaide bulunmaktadır.

Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki: Bu "ta'tîl" (yani, Cenâb-ı Hakk'ın, fevkiyyet sıfatını zikretme) ancak, "fevkiyyet"le, kudret, kuvvet ve hakimiyet itibariyle bir fevkiyyet, (üstünlük) manası murat edilmesi halinde ancak doğru olur. Çünkü, korkuyu gerektiren, bu mana bir fevkiyyet sıfatıdır. Ama, cihet ve mekân bakımından üstte olmaya gelince bu, böyle bir korkuyu gerektirmez. Bunun delili şudur: Evin bekçisi, o evin sahibinin, mekân ve cihet bakımından üstündedir. Ama ne var ki bu bekçi, o kimsenin hizmetkârlarının en değersizi olabilir. Böylece bu şüphe sakıt olur.

Melekler Mükelleftir

Bu ayet, meleklerin de, Allah tarafından mükellef kılındıklarına, emir ve yasağının da, diğer mükelleflere olduğu gibi, bunlara da tevcih edilmiş olduğuna delalet eder. Durum böyle olunca da, onların da, hayır ve şer işlemeye müsait varlıklar olması gerekir.

Melaikenin Efdaliyyeti

Bazı kimseler, meleklerin, beşerden daha üstün olduğunu beyan etmek için, bu ayete tutunarak şu izahları yapmışlardır:

1) Allahü teâlâ, "Göklerde ve yerde olan canlılar ile melekler, ... Allah'a secde ederler..." buyurmuştur. Biz, bu iki şeyin özellikle zikredilmesinin, ancak, iki taraftan birisi, derece bakımından daha düşük, diğerinin ise, daha kıymetti olması durumunda makul olacağını, böylece de bu iki ucun, aralarında kalan diğer canlılara dikkat çekmiş olacağını söylemiştik. Durum böyle olunca, meleklerin, Allah'ın mahlûkatının en kıymetlisi olmaları gerekir.

2) Cenâb-ı Hakk'ın, "onlar yüksünmezler, böyüklenmezler" buyruğu onların kalplerinde herhangi bir tekebbür ve büyüklük duygusunun bulunmadığına; "emrolundukları şeyleri yaparlar" buyruğu da, onların amellerinin, günah ve masiyetten beri, temiz olduğuna delâlet eder. O halde, bu iki cümlenin ikisi birden, onların iç ve dışlarının kötü huylardan, bâtıl fiil ve işlerden ben olduklarına delalet eder. Beşere gelince, onlar hiç de böyle değillerdir. Bunun böyle olduğuna, Kur'ân ve hadis delâlet etmektedir. Kur'ân'a gelince, bu Cenâb-ı Hakk'ın, "O kahrolası insan, ne nankördür o.'" (Abese, 17; ayetidir. Ki bu hüküm, bütün İnsanlar, herkes için umumi bir hükümdür. Bunun en düşük derecesi ise, insan tabiatının, bu kötü halleri İktiza etmesidir. Hadisten delile gelince; bu da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, 'Yahya îbn Zekeriyya hariç, biz (insanlardan) herkes günah İşlemiş veyahut da günah işlemeyi gönlünden geçirmiştir" Müsned, 1/254.

hadisidir. Günahtan ve onu gönülden geçirmeden uzak ve berî olanın, onu işleyen veya ona yeltenenden daha üstün olduğu, zaruri olarak bilinen bir husustur.

3) Allahü teâlâ'nın melekleri insanlardan çok uzun asırlar ve çok zaman önce yaratmış olduğunda hiç şüphe yoktur. Bununla beraber Allah melekleri, bu uzun süre içinde, kendisine itaat edip boyun eğmekle tavsif etmiştir. Uzun bir ömrün taatle birlikte geçmesi ise, şu iki sebepten dolayı, daha fazla bir meziyyet ve üstünlük gerektirir:

a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Kavmi içinde ihtiyar, ümmeti içinde bulunan bir peygamber gibidir' Keşfu'l-Hafâ, 2/17 buyurmuş, ihtiyarın gençten daha faziletli olduğunu söylemiştir. Bu ise ancak şundan dolayıdır: Onun ömrü uzun olunca, görünen odur ki, onun taatı da çok olur. Binâenaleyh o, daha üstün olur.

b) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem). "Kim, güzel bir çığır açarsa, o yolun ve Kıyamete kadar o yolla amel edenlerin mükâfaatınm (bir misli de), o kimseyedir" Ibn Mace, Mukaddime, 14 (1/74-75), Müsned, 4/362 buyurmuştur. Binâenaleyh, meleklerin taate başlamaları, beşerin taate başlamasından önce olunca, o zaman, o güzel yolu koyanın melekler olduğunun söylenilmesi gerekir. Bu güzel yol da, kadîm ve rahîm olan Yaratıcı'ya itaat etmektir. Beşeriyyet ise, meleklerden sonra var olmuşlar ve onların, (itaat) yollarını benimsemişlerdir. Binâenaleyh bu hadisin muktezâsına göre, beşerin elde edeceği sevabın bir mislinin, melekler için tahakkuk edeceği ve ayrıca melekler için, taatlerinden kaynaklanan fazladan bir mükâfaatın bulunması gerekir. Bu sebeple de, meleklerin kendileri dışında kalanlardan daha üstün olmaları gerekir.

4) Hak teâlâ'nın, "Kendilerine her bakımdan kahir ve hakîm olan Rablerinden korkarlar" buyruğu da bu manaya delalet eder. Biz, bu ayette geçen, "fevkiyyet"in, derece, kıymet, kudret ve hakimiyet bakımından bir fevkiyyet olduğunu delil ile beyan etmiştik. Binâenaleyh, bu ayetin zahiri, Cenâb-ı Hakk'ın dışında, şeref ve derece bakımından o meleklerin üzerinde herhangi bir şeyin olmadığına delâlet eder ki bu da, o meleklerin mahlûkatın en üstünü olduğuna delâlet eder. Allah en iyisini bilendir.

Mecusîliğin Reddedilmesi

51

Âyetin tefsiri için bak:55

52

Âyetin tefsiri için bak:55

53

Âyetin tefsiri için bak:55

54

Âyetin tefsiri için bak:55

55

"Allah: "iki tanrı edinmeyin. O, ancak bir tanrıdır. Onun için benden, yalnız benden korkun" dedi. Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. Tâat de, daima O'na mahsustur. Böyle iken, halâ Allah'tan başkasından mı korkuyorsunuz? Size ulaşan her nimet, Allah'tandır. Sonra size, herhangi bir keder ve musibet dokunduğu zaman, ancak O'na tazarru ve yakanda bulunursunuz. Nihayet O, sizden bu keder ve musibeti açıp giderdiği zaman ise, içinizden bir kısmı, bakarsınız kî, Rablerine eş koşuyorlar. (Bunu), kendilerine verdiğimiz nimetlere karşı nankörlük etmek için yaparlar. Öyle ise, eğlenedurun, yakında bileceksiniz!".

Bil ki, Allahü teâlâ önceki ayette, ister ruhlar aleminden, isterse maddeler aleminden olsun, kendisi dışında kalan herşeyin, kendisinin celâl ve kibriyasına boyun eğip, inkiyât ettiğini beyân edince, bunun peşinden bu ayette şirki yasaklamış, kendisi dışında kalan her şeyin, O'nun mülkü ve milki olup zatının ise herşeyden müstağni olduğunun bilinmesini emretmek üzere şöyle buyurmuştur:, "İki tanrı edinmeyin. O, ancak bir tanrı'dır." Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Birisi şöyle diyebilir: "İlaheyn "iki İlah" lafzından, o ilahların iki tane olduğu, mutlaka, her halükârda anlaşılmıştır. O halde tekrar Isneyn "iki" demesinin hikmeti nedir?"

Buna birkaç bakımdan cevap verilebilir:

1) Nazm adlı eserin sahibi bu ifadede bir takdim ve tehirin bulunduğunu ve kelamın takdirinin de, "İkiyi ilâh edinmeyiniz" şeklinde olduğunu söylemiştir.

2) Bana göre doğruya en yakın olanı şu izah olup, buna göre, bir şey beğenilmeyin, çirkin addedilip de, bir kimse de bundan iyice uzaklaştırmayı istediğinde, ard arda gelen o kelimeler, aklın o şeydeki çirkinliğe iyice vakıf olmasına sebep olsun diye, onu yüksek ifade ve sözlerle belirtir.

Bunu iyice kavradığında, iki ilahın varlığını söylemek, kabul etmek, akıl nezdinde kabîh ve çirkin bir söz olmuş olur. İşte bundan dolayı, hiç kimse "Vâcibu'l-Vücûd" olma, kıdem ve kemâl sıfatlarından birbirine denk, müsavî iki ilahın bulunduğunu söylememiştir. Binâenaleyh, hitabındaki İsneyn tabirinin tekrar edilmesinin gayesi, bu fikirden tamamiyle uzaklaştırmak ve aklın, bundaki çirkinliğe vukûfiyyetini mükemmelleştirmektir.

3) Ayetteki, ilaheyn kelimesi şu iki şeye, yani, ilahın bulunduğuna ve bunların da birden fazla (iki) olduğuna delalet eden tek bir lafızdır. Binâenaleyh, şayet sadece denilmiş olsaydı, bu ifadeden ilahın varlığının mı, onların iki adet oluşlarının mı, yoksa her iki durumun da bir arada olarak kabul edilmesinin mi yasaklandığı anlaşılmazdı.

Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'a, "iki tanrı edinmeyin "La tettehizû İlâheyni Isneyni" buyurunca, onun, "Lâ tettehizû ilâheyni" ifadesinin, sadece ikiliğin kabulünü yasakladığı sabit olur.

4) İkilik, uluhiyyete aykırıdır. Bunu birkaç bakımdan izah edebiliriz:

a) Biz, her biri zâtı gereği vacip olan iki varlık farzetseydik, o zaman bu iki varlıktan herbiri zâtları gereği vacip olmada (vücûb-i zâtî'de) müşterek; taayyün itibariyle ise birbirlerinden farklı olurlardı. Sayesinde müşterekliğin sağlandığı şey, kendisi sebebiyle farklılığın tahakkuk ettiği şeyden başkadır. O halde, bunlardan her biri iki cüz'den mürekkeptir. Her mürekkeb ise, mümkin varlıktır. O halde, birden fazla vâcibu'l-vücud bulunduğu hükmü, her ikisinin vâcibu'l-vücud olması hükmüne aykırı düşer.

b) Biz, (bir an için) iki ilah olduğunu kabul edelim ve bunlardan birisi bir cismi hareket ettirmeye, diğeri de onu durdurmaya çalışsın. Bu durumda, onlardan birisinin o fiili yapmaya diğerinden daha evlâ olması imkânsız olur. Çünkü, tek bir hareket ve tek bir sükûn, bölünmeyi ve farklılığı kesinlikle kabul etmez. Durum böyle olunca, onlardan birisine dair olan kudret ve kuvvetin, ikincisine ait olan kudretten daha mükemmel olması imkânsız olur. Bu sabit olunca, iki kudretten birinin, tesir bakımından ikincisinden daha üstün olması imkânsız olur. Bu sabit olunca, bu durumda ya onlardan herbirinin (ayrı ayrı) maksadı tahakkuk eder ki, bu imkânsızdır; yahut, hiçbirinin maksadı tahakkuk etmez ki, bu da imkânsızdır; veyahut da, bunlardan sadece birinin maksadı tahakkuk etmez. Bu durumda onlardan birisi âciz olmuş olur. Aciz olan ise ilah olamaz. Böylece, ilahların iki olmasının, herbirisinin iah olmasına münâfî (ters) olduğu sabit olmuş olur.

c) Biz, iki ilah olduğunu farzedersek, onlardan biri', ya mülkünü diğerinden korumaya ve gizlemeye kadir olabilir, ya da olamaz. Eğer kadir olursa, aslında ilah olan bu olmuş olur. Diğeri ise güçsüzdür. Eğer kadir olamazsa güçsüz olan budur.

d) Bunlardan biri diğerine ya muhalefet edecek güçtedir, yahut bu güçte değildir. Eğer bu güçte değil ise, zayıftır. Eğer bu o güce sahip olur, beriki de bunu savuşturacak güçte değil ise, o ikincisi zayıftır. Yok eğer buna kadir ise, mağlub olan ömncisi zayıftır. Böylece, ikilik ile uluhiyyetin, birbirine zıt ve birbiriyle bağdaşmayan şeyler olduğu sabit olur. O halde, "iki tanrı edinmeyin " ayetinin maksadı, ulûhiyyet ile ikilik arasında bir çelişkinin, bir zıdlığın ve bir tersliğin bulunduğuna dikkat çekmektir. Allah en iyi bilendir.

Bil ki Allahü teâlâ, bu sözden sonra "O, ancak bir tanrıdır" buyurmuştur ki bu, "Geçen deliller, âlemin mutlaka bir ilahı olduğuna delâlet edip, iki ilahın var olduğunu ileri sürmenin imkânsız olduğu sabit olunca, tek, bir, Hak ve Samed (herşeyden müstağni) ve (herşeyin kendisine muhtaç olduğu) o İlah'tan başka anı olmadığı sabit olur.

Cenâb-ı Hak sonra da "O'nun için benden, yalnız benden korkun" buyurmuştur ki bu, gâibten muhataba geçiş (iltifat) üslubu olup, ifadenin takdiri şöyledir: "İlahın tek olduğu ve bu sözü söyleyenin de ilah olduğu sabit olunca, su durumdan âlemin ilahının, işte bu sözü söyleyen olduğu kesinlik kazanmış olur." Böylece de onun, gaib siğâsından muhataba geçerek, "Onun için benden, yalnız benden korkun" demesi, pek yerinde olmuş olur.

Buradaki bir başka incelik de şudur: Hak teâlâ'nın, "Onun için benden, yalnız benden korkun " cümlesi hasr ifade eder. Bu da, insanların sadece O'ndan korkmaları ve sadece O'nun lütuf ve ihsanına arzu duymalarıdır. Bu böyledir, zira varlıklar ya kadîm, ya muhdestirler. Kadîm olan ilah tekdir; O'nun dışında kalanlar ise, muhdes olup, ancak o kadîm varlığın yaratıp icad etmesiyle meydana gelmişlerdir. Durum böyle olunca, ancak O'na iştiyak duyulur ve ancak O'ndan korkulur. O'nun lütfü ve insanıyla bütün ihtiyaçlar karşılanır ve O'nun yaratıp var etmesiyle bütün zaruretler son bulur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, 'Göklerde ve yerde ne varsa. Onundur" buyurmuştur. Bu, gerçektir. Zira, ilâh tek olup, zâtı gereği vâcibu'l-vücut da tek olunca, O'nun dışında kalan her şey, O'nun yaratması, var edip icad etmesiyle olur. Böylece bu açık delillerle, Cenâb-ı Hakk'ın, "Göklerde ve yerde ne varsa. O'nundur" ayetinin ifade ettiği hususun doğruluğu sabit olmuş olur. Alimlerimiz, kulların fiillerini Allah'ın yaratmasına .bu ayetle istidlal etmişlerdir. Çünkü, kulların fiilleri de göklerde ve yerde mevcut olanlar kabîlindendir. Binâenaleyh, kulların fiillerinin de Allah'a ait (O'nun tarafından yaratılmış) olması gerekir. Bu fiillerin "Allah için olması" sözüyle, onlar Allah için ve O'na itaatta bulunmak maksadıyla yapılmıştır manası kastedilmemiştir. Çünkü bu fiiller içinde mubah şeyler olduğu gibi, herhangi bir tâat maksadı güdülmeksizin, sırf lezzet ve şehvet maksadıyla yapılmış olan şeyler de vardır. O halde bizim, "Bu fiiller Allah içindir" şeklindeki sözümüzle, onların, Allah'ın var edip yaratmasıyla meydana gelmiş olmalarının kastedilmiş olması gerekir, ki, bizim demek istediğimiz de budur.

İtaat Allah'adır

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Taat de, daim O'na mahsustur:' buyurmuştur. Buradaki dîn kelimesiyle "tâat", "vâsıb" kelimesiyle de, devamlı oluş kastedilmiştir. Nitekim Arapça'da, bir şey devamlı olup devam ettiğinde, "Vesabe'ş-şey'u - yasıbu - vusûben" denilir. Cenâb-ı Hak da, "Onlar için ardı arkası kesilmez bir azap vardr"(Saffat, 9) buyurmuştur. Yine Arapça'da bir kimse bir şeye devam ettiğinde denilir- Yine ucsuz bucaksız manasında, "uçsuz bucaksız çöl" denilir. Herhangi bir hastalığın kendisinden hiç ayrılmayıp devam ettiği hastaya da "vâsıb" denilir. İbn Kuteybe şöyle demiştir: "Hak Sübhânehû ve Teâlâ hariç, hiç kimseye, devamlı bir şekilde boyun eğilmez ve itaat edilmez. Çünkü bu, ya o kimse hayatta iken, veyahut da ölümüyle sona erer. Halbuki, Hak teâlâ'ya itaat, vacip olup ebedîdir.

Bil ki ayetteki vâsibâ kelimesi, haldir. Bunun âmili İse zarftaki (yani lehû kelimesindeki) fiil anlamıdır. Ben derim ki, din kelimesiyle bazan inkiyat manası kastedilir. Nitekim Arapça'da, "Yâ men dânet lehu'r-rikâbu" "Ey, boyunların kendisine eğildiği (yani itaat ettiği ) zât!" denilir. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunun manası, "kendisi dışında kalan her şeyin kendisine inkiyâd etmeleri, zâtları gereği mümkin varlık olmaları sebebine bağlıdır. Zatları gereği mümkin olan varlıkların, varlık ve yokluk uçlarında başka bir sebebe Zatları gereği mümkin olan varlıkların, varlık ve yokluk uçlarında başka bir sebebe muhtaç olmaları gerekir. Mâhiyetlerin, zâtı gereği mümkin olmaları gerekir. Mümkin olanların da, zatî bir lüzum (gereklilik) ile bir müessire muhtaç olmaları gerekir. O -aide bu, mâhiyyetlerin, zatî bir lüzumla bir müessire muhtaç olmaları gerektiği neticesini verir. Binâenaleyh bu demektir ki, bu mahiyetler değişmeleri imkânsız olan devamlı, gerekli ve lüzumlu bir şekilde Allah'a inkiyâd etmekle tavsif edilmişlerdir.

Ben derim ki, bu ayette başka bir incelik daha vardır. O da şudur: Bütün insanlar, mümkin varlığın meydana gelişinde, müreccih bir sebebe muhtaç olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Ama alimler, o mümkin varlığın bekası halinde, bir sebebe muhtaç olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Muhakkik ulemâ şöyle demiştir: O, intaçtır, çünkü ihtiyacın illeti (sebebi) mümkin varlık olmaktır. Mümkin olma, mahiyetin ayrılmaz bir vasfıdır. O halde, o, hem meydana geldiğinde hem de varlığını sürdürdüğünde mahiyet sebebiyle vardır. Dolayısıyla bu mahiyet, mümkin varlık hem -meydana gelirken, hem de varlığını sürdürürken ihtiyacın illeti ve sebebi olmuş olur. Bundan ötürü, ihtiyacın, o mümkin varlık meydana gelirken ve varlığını sürdürürken rıevcut olması gerekir.

Allah'ı Saymak

Bunu iyice kavradığında, Cenâb-ı Hakk'ın, (......) buyruğunun manası, "Hak Sübhânehû ve Teâlâ'nın dışında kalan her şey, yokluktan varlığa; varlıktan yokluğa geçerken, bir müreccihe (tercih edene) ve bir muhassısa (tahsis edene) muhtaçtır; ifadesinin manası da, "Bu inkiyâd ve bu ihtiyaç devamlı ve sürekli mevcuttur" şeklinde olur ki bu, "mümkin varlıklar, varlıklarını sürdürürlerken de o müreccih ye o muhassıstan müstağnî, uzak olamazlar" şeklindeki izahımıza bir işarettir. İşte bütün bunlar, vahiy ve nübüvvet âleminden feyezan eden, fışkıran bu lafızlara konulmuş olan ilahî ilimlerin sırlarından sadece bazı inceliklerdir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Böyle iken, halâ Allah'tan başkasından mı korkuyorsunuz!" buyurmuştur. Bu, "sizler, âlemin ilâhının, Rabbinin tek olduğunu ve O'nun dışında kalan her şeyin, hem meydana gelirken, hem de meydana geldikten snra hayatiyetini devam ettirirken, O'na muhtaç olduğunu bildikten ve bu temel düsturu kavradıktan sonra artık insanın nasıl Allah'tan başkasını arzulaması ve Allah'tan başkasından korkması düşünülebilir?" demektir. İşte bu incelikten dolayı, Cenâb-ı Hak "teaccüb üslubuyla" "Böyle iken, halâ Allah'tan başkasından mı korkuyorsunuz!" buyurmuştur.

Nimetler Allah'tandır

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Size ulaşan her nimet, Allah'tandır" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Allah birinci ayet ile, insana gerekli ve farz olanın, Allah'tan başkasından korkmaması olduğunu beyan edince, bu ayette de, insana, Allah'tan başka hiç kimseye şükretmemesi gerektiğini beyan buyurmuştur. Çünkü şükr, ancak nimet mukabilinde yapılır. İnsanın elde ettiği bütün nimetler ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Size ulaşan her nimet Allah'tandır" ayetinden ötürü, Allah'tandır. Böylece bununla insanın, Allah'tan başka hiç kimseden korkup çekinmemesi ve Allah'tan başka hiç kimseye şükretmemesi gerektiği sabit olmuş olur.

İmanı Yaratan Allah'tır

Alimlerimiz, imanın, Allah'ın yaratmasıyla tahakkuk ettiği hususunda, bu ayetle de istidlal ederek şöyle demişlerdir: "İman nimettir. Cenâb-ı Hakk'ın: "Size ulaşan her nimet Allah'tandır" ayetinden dolayı, her nimet Allah'tandır. O halde bu, imanın da Allah'tan olduğu neticesini verir. Biz, imanın bir nimet olduğunu söyledik, çünkü müslümanlar, İman nimetine mukabil Allah'a hamdolsun " demek hususunda ittifak etmişlerdir. Hem nimet, istifâde edilen her şey demektir. Kendisinden en fazla istifâde edilen ise, imandır. O halde, imanın bir nimet olduğu sabittir.

Bunun böyle olduğu sabit olunca biz diyoruz ki: Ayetteki "size ulaşan her nimet Allah'tandır" ifadesinden dolayı, her nimet Allah'tandır. Bu lafız, umûm ifade etmektedir. Ayrıca, her nimetin Allah'tan olduğuna şu husus da delâlet eder: Var olan her şey, ya zâtı gereği vâcibtir; yahut da zâtı gereği mümkindir. Zâtı gereği vâcib olan ise, sadece Allah'dır. Zâtı gereği mümkin varlıklar ise, ancak bir müreccihten dolayı varolabilmişlerdir. O müreccih ise, eğer zâtı gereği vâcib olan bir varlık ise, o mümkin varlığın meydana gelişi, o zâtı gereği vacip olanın (Allah'ın) icadı ile olmuştur. Eğer zâtı gereği mümkin bir varlık ise, o zaman yine ilk taksim söz konusu olur. Dolayısıyla bu teselsüle varmaytp.aksine zâtı gereği vâcibu'l-vücûd olanın îcad etmesine varıp dayanır. Böylece bu izahla, her nimetin Allah'tan olduğu sabit olmuş olur.

Üçüncü Mesele

Nimetler, ya dinî ya da dünyevî olurlar. Dinî nimetler de, ya zâtı gereği Hakk'ı tanımak veyahut da kendisiyle amel edebilmek için hayrı, iyiyi tanımaktır. Dünyevî nimetlere gelince: Bunlar, ya ruhî, ya bedenî, veyahut da bu ikisinin dışında olan şeylerdir. Bu her üçü de, muhtevasında, sayılamayacak derecede türler bulunan bir cinstir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer Allah'ın nimetini birer birer saymak isterseniz, siz icmal suretiyle bile sayamazsınız" (İbrahim. 34) buyurmuştur. O türleri, bu kitapta ayrıntılı bir biçimde anlattık. Binâenaleyh, onları tekrarlamayacağız.

Dördüncü Mesele

(......) ifadesinin başına fâ gelmiştir. Zira, bikum kelimesindeki bâ, mukadder bir fiile taalluk edip, buna göre kelamın takdiri, "Sizde olan, ve size gelen her nimet, Allah'tandır" şeklindedir.

Daha sonra, "Sonra size, herhangi bir keder ve musibet dokunduğu zaman..." buyurulmuştur. İbn Abbas, Cenâb-ı Hakk'ın bu ifadeyle hastalıkları, rahatsızlıkları ve ihtiyaçları kastettiğini söylemiştir. Hak teâlâ "...ancak O'na tazarru ve yakanda bulunursunuz" buyurmuştur ki bu, "yardimını istemek için seslerinizi yükseltir, O'na dua ederek O'na yalvarır yakarırsınız" demektir. Nitekim Arapça'da, denilir ki, bu tıpkı, bir sığırın sesi gibi şiddetli çıkan ses ve böğürtü demektir. Nitekim şair A'şâ bir rahibi vasfederken şöyle demiştir: "Melik ve hükümran olan Allah'a istiğfarda bulunurken, kâh secdeye kapanıyor, kâh bir inleme ve niyazda bulunma tavrı takmıyor!'

Buna göre mana şöyle olur: "Allahü teâlâ, bütün nimetlerin kendisinden olduğunu; sonra da herhangi bir kimseye, o nimetlerden herhangi birinin zeval bulmasını gerektiren bir zarar tesadüf ettiğinde, O'nun Allah'a yalvarıp yakardığını, yüksek sesle niyazda bulunduğunu, yani, o kimse mahlûkatın melceinin ancak O olduğunu bildiği için, kendisinden başka hiç kimseden yardım talep etmediğini beyan buyurmuştur." Buna göre Cenâb-ı Hak, onlara sanki, "Genişlik ve emniyet içinde iken niye bu yolu tutmadınız; neredeydiniz?" demek istemiştir.

Felaketten Kurtulanın Rabbini Unutması

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Nihayet O, sizden bu keder ve musibeti açıp giderdiği zaman ise, içinizden bir kısmı, bakarsınız ki, Rablerine eş koşuyorlar" buyurmuştur. Böylece Allahü teâlâ, sıkıntıları giderilip, durumları düzeltildiğinde, onların gruplara ayrıldıklarını; bir kısmının, şiddet ve sıkıntı esnasında iken sadece Allah'a sığınma halini şimdi de sürdürdüğünü, bir kısmının ise, değişip, Allah'a başkalarını şerik koştuğunu beyan buyurmuştur ki, bu bir cehalet ve dalâlettir. Çünkü onların aslî fıtratları ve tabiî yaratılışları, başlarına bir bela, bir sıkıntı, bir afet ve korkunç bir şey geldiğinde, sadece tek olan Allah'a sığınacaklarına ve sadece, tek olan Allah'tan yardım istemeleri gerektiğine şehadet edince, bu sıkıntı ve belalar kalktığında da, onların aynı inanç üzere kalması gerekir. Ama, kendilerine bir belâ ve musibet geldiğinde, Allah'tan başka hiç bir şeyden yardım istenilmeyeceğini kabul edip de, sonra da o bela ve sıkıntı da kalkınca, Allah'a eş ve ortaklar koşma hususuna gelince bu, büyük bir cehalet ve tam bir dalâlettir. Bu ayetin bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Fakat biz onları selâmetle karaya çıkarınca da hemen Allah'a eş koşanlar onlardır" (Ankebut, 65) ayetidir.

Nankör İnsanlar

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "(Bunu), kendilerine verdiğimiz şeylere karşı nankörlük etmek için yaparlar" buyurmuştur. Bu ifadenin başındaki lâm'ın ne lâm'ı olduğu hususunda şu iki izah yapılmıştır:

a) Bu, key "için" anlamına gelen iâm'dır. Buna göre mana, "Onlar, bu sıkıntıyı kendilerinden kaldırma işinde Allah'a, başkasını ortak koşarak müşrik oldular" şeklinde olur. Onların bu ortak koşmadan maksatları ise, bu nimetlerin, Allah'tan olduğunu kabul etmemeleridir. Baksana, hasta bir kimsenin ağrısı sızısı artınca, o ağrıyı ve sızıyı gidermesi için Allah'a yalvarır, yakanr. O ağrı ve sızı gidince de, bu ağrı ve sızının gidişini,,falanca tedaviye ve falanca ilaca mal eder. İşte, insanların genel durumu budur.

602 Yılındaki Deprem

Bu kitabın müellifi, Muhammed İbn Ömer er-Razî (r.h.) şöyle der: "Bu sayfaları yazdığım gün. ki bu gün, H. 602 senesinin Muharrem ayının ilk günüydü, sabahleyin çok şiddetli bir deprem oldu ve büyük bir korku meydana geldi. O esnada, ben bütün insanların Allah'a yalvarıp yakararak bağırdıklarını, naralar attıklarını gördüm. Deprem sona erip ortalık yatışarak, her taraf güllük gülistanlık olunca da, tam o esnada o zelzeleyi unutuverdiler ve deha önceki cehalet ve sefâhetlerine dörüverdiler. İşte, Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetinde açıklayıp şerhettiği bu durum, insan neîcinin cevherinin ayrılmaz bir sıfatı gibi olmuş olur.

b) Bu lâm, akibet lâm'ıdır. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Bunun üzerine Firavun 'un adamları, onu ileride yetik olarak aldı. Çünkü akıbet kendi başlarına bir düşman ve bir dert olsun diye, onu aldılar" (Kasas, 8) ayetinde olduğu gibidir. Yani, "bu yalvarış ve yakarışlarının neticesi, bu küfür ve nankörlük olmuştur" demektir.

Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın, "kendilerine verdiğimiz şeylere karşı" ifadesi hakkında da iki açıklama yapılmıştır:

a) Bu, o sıkıntı ve o kötülüğü,kaldırmak ve gidermek demektir.

b) Bazıları bununla Kur'ân'ın ve Hazret-i Muhammed'in getirdiği nübüvvet ve şer'î hükümlerin kastedildiğini söylemişlerdir.

Bil ki Allahü teâlâ, bundan sonra onları tehdit etmiş ve "öyleyse, eğlenedurun" buyurmuştur ki, bu, bir emir sîğası olup, kendisiyle tehdit manası kastedilmiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Artık dileyen iman etsin, dileyen kâfir olsun"(Kehf. 29) ve "De ki: "Ona ister iman edin. ister iman etmeyin "Ura, 1071 ayetleri gibidir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak,"yakında bileceksiniz "buyurmuştur. Ki bu, "Siz, işlerinizin ve durumunuzun neticesini; başınıza gelen azabı anlayacaksınız, anlayacak!" anlamındadır. Allah en iyisini bilendir.

Şirkteki Çelişkiler

56

Âyetin tefsiri için bak:60

57

Âyetin tefsiri için bak:60

58

Âyetin tefsiri için bak:60

59

Âyetin tefsiri için bak:60

60

"Kendilerine rızık olarak verdiğimizden onlar, o bilmezler, (o putlar) için hisse ayırırlar. Allah'a andolsun kî düzmekte olduğunuzdan elbette mes'ul olacaksınız. Bir de onlar,Allah'a kızlar isnat ederler. Haşa, O münezzehtir. Kendilerinin candan isteyegeldikleri (oğlan çocuğuna gelince), bu ise onlarındır. Onlardan birine kız müjdesi verilince, kendisi pek öfkeli olarak, yüzü mosmor kesilir. Verilen müjdenin tesiriyle toplumdan gizlenir. Onu hor hakir olarak yanında mı tutacak, yoksa toprağa mı gömecek? Bak, hükmedegeldikleri o şey ne kötüdür! Ahirete iman etmeyenlerin kötü sıfatları vardır. En yüce sıfat ise, Allah'ındır. O, mutlak kadirdir, tam hüküm ve hikmet sahibidir".

Putlara Ayrılan Pay

Bil ki Allahü teâlâ, bu kesin delillerle, müşriklerin ve müşebbihenin görüş ve inançlarının yanlışlığını gösterince, onların görüşlerinin tafsilatını bu ayette açıklamış, fasit ve tutarsız olduğunu beyan etmiştir.

Onların fasit görüşlerinden "birincisi, kendilerine rızık rızık olarak verdiğimizden, o bilmezler (o putlar) için hisse ayırırlar" ayetiyle anlatılan husustur. Bu ifade ile ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

"bilmezler için " ifadesindeki "vâv" (fail zamiri) kime râcidir? Bu hususta iki görüş vardır:

1) Bu, geçen ayetteki, "içinizden bir kısmı..." Rablerine şirk koşuyorlar" (Nahl, 55) ifadesindeki müşriklere râcîdir. Buna göre mana, "O bilmez müşrikler için" şeklinde olur.

2) Bu zamir, putlara râcîdir ve "O putlar, kendilerine tapanların ne yaptıklarını bilmezler" manasındadır.

Bazı kimseler, şu sebeplerden ötürü birinci görüşün daha evlâ olduğunu savunmuşlardır:

a) Canlı bir varlığın ilminin olmadığını söylemek "hakîkat", cansız bir varlığın ilminin olmadığını söylemek ise "mecâz"dır.

b) Buradaki yec'alûn "hisse ayırırlar" fiili müşriklerle ilgilidir. Binâenaleyh, bilmezler ifadesinin de onlarla ilgili olması gerekir.

c) Ayetteki, ya'lemûn fiili, vâv-nûn ile cemilenmiştir. Binaenaleyh bu ifade, cansız putlardan ziyade, akıllı varlıklara uygun düşer.

Bazıları da, şu sebeplerden ötürü, ikinci sebebin daha evla olduğunu savunmuşlardır:

a) Biz, bu zamîrın müşriklere ait olduğunu söylersek, bir takdir yapma ihtiyacı hissederiz. Çünkü bü durumda, ifadenin takdiri, "Onlar, ilah bilmeyen, yahut ilahın fayda ve zarar verici olduğunu bilmeyenler için hissetayırırlar" şeklinde olur. Bu zamirin putlara ait olduğunu söylersek, böyle bir takdire ihtiyaç duymayız. Çünkü ö zaman bu ifade, "Onlar, bilgi ve anlayışları olmayan şeylere hisse ayırırlar" manasında olmuş olur.

b) Buradaki bilmemenin müşriklere nisbet edilmesi halinde, ayetin manası bozulur. Çünkü müşriklerin, kendi rızıklarından, bilmeyenlere hisse ayırmaları imkânsızdır. İşte bu iki görüşten birisinin diğerine tercihi hususunda söylenecek sözler bundan ibarettir.

Bii ki biz, birinci görüşü benimsediğimizde, bir takdir yapmaya mecburuz. Bu takdir, şu şekillerde olabilir:

1) "Onlar, kendisi için payı olduğunu ve kendisine itaat etmede bir faydanın, itaat etmemede de bir zararın olup olmadığını bilmedikleri şeylere pay ayırırlar." Mücahid şöyle der: "Onlar, Allah'ın, kendilerini yaratıp, zarar ve fayda verenin Allah olduğunu biliyorlardı. Buna rağmen, kendilerine fayda ve zarar verip vermediğini bilmedikleri şeylere de bir hisse ayırıyorlardı."

2) "Onlar, ilah olup olmadığını bilmedikleri şeylere pay ayırıyorlardı."

3) "Onlar, ibâdete müstehak oluşlarındaki sebebin ne olduğunu bilmedikleri şeylere pay ayırıyorlardı."

4) Bununla, putların küçük görülmesi manası kastedilmiştir. "Öyle ki putlar değersiz olduğu için bilinmiyorlar" demektir.

İkinci Mesele

Ayette bahsedilen "nasib"in ne demek olduğu hususunda çeşitli manalar verilmiştir:

1) Bununla, o müşriklerin, sayesinde Allah'a yaklaşmak için, ekinlerinden ve hayvanlarından Allah için (sarfetmek üzere) ayırdıkları pay ile, putlara yaklaşmak için, putlar adına ayırdıkları pay kastedilmiştir. Bu hususu, En'am Sûresi'nin sonunda (126. ayette) izah etmiştik.

2) Bunun, Hak teâlâ'nın Mâide Sûresi'nde (103. ayette) bahsettiği, "bahîra", "sâibe", "vasile" ve "hâm" gibi hayvanlar kastedilmiştir. Bu, Hasan el-Basrî'nin görüşüdür.

3) Çoğu kez onlar, bazı şeylerin o putların yardımı ile meydana geldiğine nanırtardı. Bu, tıpkı müneccimlerin, bu âlemdeki varlıkları, yedi yıldıza taksim ederek, mesela, "falan madenler falan bitkiler ve falan hayvanlar Zühal'e aittir. Şunlar şunlar ise Müşteri'ye aittir" demeleri gibidir. Burada da böyledir.

Müşriklerin Sorgulanmaları

Bil ki Allahü teâlâ, müşriklerin bu inançlarını naklettikten sonra, "Allah'a andolsun ki elbette mes'ul olacaksınız (sorguya çekileceksiniz)" buyurmuştur ki bu ifade, o belli topluluk hakkında, "Rabbine andolsun ki onların topuna, yapmakta oldukları şeyi elbette soracağız" (Hıcr, 92-93) ayeti gibidir. Her iki takdire (manaya) göre de, Allahü teâlâ onları sorguya çekeceği hususunda zâtına yemin etmiştir. Bu, son derece şiddetli bir tehdittir. Bununla, Allahü teâlâ'nın onlara, kınama, ayıplama ve tehdit üslûbu ile soru soracağı manası Kastedilmiştir. Bu sorunun ne zaman sorulacağı hususunda iki ihtimal vardır:

1) Bu, o şahsın ölümü iyice yaklaşıp, canı çıkarken azap meleklerini görmesi esnasında olacaktır. Bunun, kabir azabı esnasında olacağı da söylenmiştir.

2) Bu sorgu, âhirette olacaktır. Bu görüş daha uygundur. Çünkü Allahü teâlâ, orada, sorguya çekilme esnasında, çeşitli azarlama ve kınama yerine geçecek şeylerin olacağını haber vermiştir. Binaenaleyh bu, va'îd olmaya daha uygundur.

Kızları Allah'a, Erkekleri Kendilerine Yakıştırmaları

O müşriklerin fasit görüşlerinden ikincisi, "Bir de onlar Allah'a kızlar isnad ederler" ifadesinin anlattığı husustur. Bu tıpkı, "Onlar, O Rahman'ın bizzat kulları olan melekleri de dişiler yaptılar" (Zuhruf, 19) ayeti gibidir. Huza'a ve Kinâne Kabileleri, meleklerin Allah'ın kızları olduğunu söylüyorlardı. Derim ki: Bana öyle geliyor ki, Araplar, melekler hakkında "kızlar" ifadesini şundan ötürü kullanmışlardır: Melekler görülmeyince, onları görülmeme, gizlenme bakımından kadınlara benzetmişler ve onlar hakkında bu lafzı kullanmışlardır. Hem güneşin hâlesi, o net ışığı ve kuvvetli aydınlığı sebebi ile, sanki göze görünmez bir varlık gibidir. İşte bundan ötürü de, güneşe de müenneslik (dişilik) isnâd edilmiştir. İşte müşriklerin bu yanlış inanca düşmelerinin sebebi bu olsa gerektir.

Allahü teâlâ, onların bu inancını haber verdikten sonra, Sübhaneh "Hâşâ! O, münezzehtir" buyurmuştur. Bununla ilgili şu manalar verilmiştir:

1) Cenâb-ı Hak, bu ifade ile, zâtını, kendisine çocuk isnad edilmekten tenzih etmiştir, münezzeh olduğunu bildirmiştir.

2) Hak teâlâ bu ifade ile, insanları, böylesi çirkin bir cahillikten ötürü, şaşıp, hayretlerini ifade etmeye davet etmiştir. Bu çirkin cahillik, meleklerin hem dişi olarak tavsif edilmeleri, hem de onların, Allah'ın çocukları olduğunun söylenmesidir.

3) Bir tefsirde bunun manasının, "Allah'a sığınırım, olacak şey mi?" şeklinde olduğu söylenmiştir. Bu, birinci manaya yakın ve benzerdir.

Daha sonra Allahü teâlâ, "Kendilerinin candan isteyegeldikleri şey de, onlarındır" buyurmuştur. Ferrâ, bu ifadedeki mâ edatının, şu iki şey olabileceğini söylemiştir:

"Bu, "Onlar arzu ettikleri şeyi kendileri için kılarlar, ayırırlar" manasında olmak üze.e, nasb mahallindedir.

b) Bunun, mübteda olarak merfû olması da muhtemeldir. Buna göre sanki, cümle, "sübhânehû" ifâdesinde tamamlanmış ve yeni bir cümleye başlanılarak buyurulmuştur, yani "Arzu ettikleri, oğlanlar da, onlar için" demektir. Bu tıpkı, "Yahut kızlar O'nun, oğullar sizin mi?"(Tûr,38) ayetinde olduğu gibidir. Ferrâ. bu ikincisinin daha tercihe şayan olduğunu belirterek, "Eğer bu "Bunlar, yani oğullar, onların nasibidir" manasında olsaydı, ayet, şeklinde olurdu. Çünkü sen, "Sen, şunu şunu nefsine ayırdın" dersin de, bu manada, demezsin" demiştir. Zeccâc, birinci izahı kabul etmeyerek şöyle der: "Ayette mâ, 'et mahallindedir, başka ihtimali yoktur. Binâenaleyh kelamın takdiri, "Arzu ettikleri şey ise, onlarındır" şeklinde olur. Bu edatın, nasb mahallinde ciması caiz değildir. Çünkü Araplar, arzu ettiğini, kendisine ayırdı" derler de, bu manada, demezler."

Yüzün Mosmor Olması

Allahü teâlâ daha sonra, müşriklerden hiçbirisinin, kendisi için kız çocuğu olmasına razı olmadığına, dolayısı ile, kendisi için hoş görmediği şeyi, nasıl olup da Allah'a isnad ettiğini belirterek, "Onlardan birine kız müjdesi verilince, kendisi pek öfkeli olarak yüzü mosmor kesilir" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

"Tebşir", Arap ıstılahında, sevince sebep olacak haberlere has bir ifadedir. Ama, asıl lügat manası itibarı ile bu kelime, insanın yüzünün derisinin (beşeresinin) renginin değişmesinde tesirli olan haber demektir. Sevincin, yüzün cildinin renginin değişmesine sebep olduğu gibi, üzüntünün de buna sebep olacağı malumdur. Bineaneleyh "tebşir" lafzının, bu iki hususta da, bu manayı, mecaz olarak değil "hakîkat" olarak ifade etmiş olması gerekir. Bu husus, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onları azâb-ı elîm ile tebşir ef"(Al-i İmrân, 21) ayeti ile de kuvvet bulur. Bazıları bu ayetteki "tebşir" ile, "haber verme" manasının kastedildiğini de söylemişlerdir. Birinci görüş, daha kuvvetlidir.

Cenâb-ı Hak, "yüzü mosmor kesilir" ifadesi, "O kimsenin yüzü, gamlı ve kederli bir kimsenin yüzü gibi değişir" demektir. Yine beklemediği ve arzu etmediği bir şeyle, bir haberle yüz yüze gelen bir kimse için, "Gam ve kederden yüzü simsiyah kesildi" denilir. Ben derim ki: "Yüzün mosmor kesilmesi" deyimi insanın gamlanması ve üzülmesi manasında bir kinayedir. Çünkü însan çok kuvvetli bir sevince kavuştuğunda, gönlü ferahlar, kalbinin ruhu, kalbinin içinde genişler ve her yana yayılır. Bilhassa, aralarında çok sıkı bir münasebet olduğu için, bunun tesiri yüzde görülür. Bu tesir, yüze ulaşınca, yüzün derisi İyice aydınlanır, açılır ve ışıldar. Ama insanın kederi çok olunca, ruhu kalbinin içinde büzülür ve bundan dolayı yüzün derisinde, kuvvetli bir tesiri kalmaz. Dolayısıyla da yüzün rengi kaçar, sararır ve morarır. Böylece yüzde, (vücudu meydana getiren dört aslî unsurdan) toprağın ve kesifliğin tesiri daha çok görülür. Böylece yüzün aydınlanmasının ve ışıldamasının sevincin ayrılmaz vasfı; morarmasının, solmasının ve renginin kaçmasının da üzüntünün ayrılmaz bir vasfı olduğu sabit olmuş olur. İşte bu sebepten ötürü, yüzün aklığı, ışıldaması ve aydın oluşu, insanın sevincinden; solması, morarması ve renginin kaçması da, kederinden, hüznünden ve hoşnutsuzluğundan bir kinaye kılınmıştır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, "Kendisi pek öfkeli olarak, yüzü mosmor kesilir" buyurmuştur ki, bu, "O kimse, keder ve üzüntü ile dopdolu olur" demektir.

Utancından Gizlenmesi

Allahü teâlâ daha sonra, "Verilen müjdenin tesiriyle toplumdan gizlenir" yani "verilen müjdenin tesirinden ötürü, köşe bucak kaçar, gizlenir" buyurmuştur. Müfessirler şöyle demişlerdir: "Cahiliyye döneminde erkek, hanımının doğum sancıları başlayınca, doğacak çocuğunun ne cinste olduğunu anlayıncaya kadar, insanlardan uzaklaşır ve saklanırdı. Eğer çocuğu erkek olursa, sevinir, kız olursa üzülür ve o kızı ne yapacağını düşünmek için, günlerce insanların arasına çıkamazdı. İşte "Onu hor hakir olarak (yani bu zillete katlanarak), yanında mı tutacak (yani sağ bırakacak mı), yoksa onu toprağa mı gömecek?" ayetinin ifade ettiği husus budur. Cenâb-ı Allah, "Onu yanında mı tutacak?" ifadesindeki zamiri müzekker getirmiştir. Çünkü bu zamir, bir önceki (verilen müjde) ifadesindeki (mâ)ya râcidir. "Hûn", zillet, horluk, hakirlik manasınadır. Nitekim Nadr b. Şumeyl şöyle der: "Arapça'da, "O, onun üzerine 'ehven'dir, "hûn"dur, "hevân"dır" denilir. Yine "Onu küçük, hakir gördüm" denilir. Biz, En'âm Sûresi'nde, (93. ayette) ifadesinin tefsirinde bu hususu izah etmiştik.

Tefsir edilen bu ayetteki "hûn" (horluk-zelillik) vasfının kime ait olduğu hususunda iki görüş vardır:

1) Bu, doğmuş olan o kız çocuğunun vasfıdır. Buna göre mana, "O adam, bu kız çocuğunu, gözünde o kız çocuğunu hor ve hakir olarak mı, yanında mı tutacak?" şeklindedir.

2) Atâ'nın rivayetine göre, İbn Abbas (radıyallahü anh), bu kelimenin babaya ait bir sıfat olduğunu söylemiştir. Buna göre mana, "O baba, bu kızı, kendisinin zelil ve utanç içinde olmasına rağmen, isteyerek onu tutabilecek mi?" şeklindedir.

Kızları Gömme Adeti

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Yoksa onu toprağa mı gömecek?" buyurmuştur. "Dess", birşeyi birşeyin içine sokarak gizlemektir. Rivayet olunduğuna göre Araplar, kızları olunca, bir çukur eşerler, o kız çocuğunu ölsün diye oraya koyarlardı. Kays b. Asım'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ey Allah'ın Resulü, henüz müslüman olmazdan önce, câhiliyyede sekiz kız çocuğumu sağ sağ gömdüm' dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Her birine karşılık bir köle azad et" buyurunca o, "Ey Allah'ın Resulü, benim (kölelerim yok ama) develerim var" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "O halde herbirine karşılık bir deve kurban et" buyurdu. Yine rivayet olunduğuna göre bir adam şöyle demiştir: "Ey Allah'ın Resulü,- müsfüman olduğumdan beri, İslâm'ın tadını alamadım. Cahiliyye döneminde bir kızım vardı. Hanımıma, onu giydirip kuşatıp bana getirmesini söyledim. Sonra o çocuğu alıp, derin bir uçuruma götürdüm ve oradan aşağı attım. Çocuk bana, 'Babacığım, beni öldürdün!" dedi. Ne zaman, onun bu sözünü hatırlasam, bana hiçbirşey kâr etmiyor. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Câhiliyyede olup bitmiş şeyleri (günahları), İslâm (iman) kökünden kazıyıp yok eder. islâm döneminde olan (günah ve hataları da), tevbe-istiğfar yok eder" Benzeri bir hadis: Müslim, İman, 192 (1/112).buyurmuştur.

Bil ki cahiliyye Arapları kızlarını öldürme hususunda farklı farklı yollar takip ederlerdi. Kimi bir çukur kazar, çocuğunu ölsün diye oraya gömer; kimisi onu yüksek bir yerden aşağı atar; kimisi onu suda boğar, kimisi de boğazlayıp keserek öldürürdü. Onlar bunu bazan, kıskançlık ve taassublarından ötürü (yani o kız büyüyünce, kendilerine bir ar getireceğinden korkarak), bazan da fakirlik, ihtiyaç ve geçim saygısından dolayı yaparlardı.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Bak, hükmedegeldikleri şey ne kötüdür!" buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü onlar, kız çocuğundan hoşlanmama hususunda şöyle doruk noktalara varmışlardı:

1) Onların yüzleri mosmor kesilirdi.

2) Kız çocuğu olmasından çok nefret ettiği için, cemiyetten saklanırdı.

3) Çocuk, tabii olarak sevimlidir. Ama o baba, ondan çok nefret ettiği için, onu öldürmeye cür'et eder. Bu da, onların kız çocuğundan nefretlerinin son dereceye vardığını gösterir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, kendisinden böylesine hoşlanılmayan o şeyi, insanın, bütün mahlukata benzemekten münezzeh olan, alemin yüce ilahına nisbet etmesi nasıl uygun düşer? Bu ayetin bir benzeri de, "Erkek sizin de, dişi O'nun ha! O takdirde bu, insafsızca bir taksim!" (Necm, 21-22) ayetidir.

Mutezilenin Bu İddiası

Kadî, "Bu ayet, Cebriye'nin (ehl-i sünnetin) görüşünün batıl olduğuna delalet eder. Çünkü onlar, Allah'a, her insanın uzak kalmak ve berî olmak için alabildiğine gayret göstermesi gereken zulmü ve kötülüğü Allah'a nisbet ederler (Allah'ın yarattığını söylerler). Binâenaleyh onların bu husustaki inançları, müşriklerin bu hükümleri gibidir, hatta bundan daha ileridjr. Allah'a kızlar nisbet etmek, bir tek kötülük nisbet etmek sayılır. Bu ise, bütün kötülük ve en uygunsuz şeyleri Allah'a nisbet etmekten daha küçüktür" demiştir. Kâdî'ye şöyle cevap verilir: "Allah'ın hanımının ve çocuklarının olduğunun söylenmesinin imkânsız olduğu, delillerle sabit olunca, Cenâb-ı Hak, bunun peşinden, bu "iknâî" izahı yapmıştır. Aksi halde, "Örfümüzde, çirkin ve kabîh olan herşey, Allah için de kabîh (çirkin) sayılır" denemez. Baksana, bir kimse, câriye ve kölelerini süsleyip, onları iyice allayıp pullayıp sonra da, bu cariye ve kölelerde, şehevî hisleri tahrik edip, hepsini birbirine katıp, aradaki engel ve maniaları kaldırdığını düşünelim. Bütün bunlar, Allah açısından güzel, ama insanlar için çirkindir. Böylece, örfe göre olan izahlara dayanmanın, ancak kendisi ile birlikte kat'î ve kesin deliller bulunduğ zaman makul ve yerinde olacağını anlıyoruz. Allah'ın çocuklarının olamayacağı kat'î ve kesin delillerle sabittir. Dolayısıyla o delillerin, bu tür iknâî izahlarla takviye edilmesi makul ve yerinde olmuştur. Kulların fiillerinin (yaratılması meselesine) gelince, bunların Allah tarafından yaratıldığı da, kesin ve yakînî delillerle sabittir. Eğer ileri bir mezhep (Mu'tezile) taassubu olmasaydı, bu iki mesele, birbiriyle nasıl mukayese edilebilirdi? Allah en iyi bilendir.

Allahü teâlâ daha sonra "Ahirete iman etmeyenlerin kötü meselleri vardır. En yüce mesel ise, Allah'ındır" buyurmuştur. "Kötü mesel", kötü sıfattır. Onların kötü sıfatları, o insanların çocuğa olan ihtiyaçları ile fakirlik ve utanç yüzünden kız çocuklarının olmasından hoşlanmamalarıdır. "En yüce mesel" ise, yüce ve kudsî sıfatlar manasınadır. Bu sıfat da, Cenâb-ı Hakk'ın, çocukları olmaktan münezzeh ve berî olmasıdır. Buna göre eğer, "Allah için darb-ı mesel yapmayın"(Nahl. 74) ayetine rağmen, nasıl, "En yüce mesel, Allah'ındır" buyurulmuştur?" denilirse, biz deriz ki: Allahü teâlâ'nın getirdiği darb-ı mesel haktır, doğrudur. Başkalarının (Allah için yapacağı) darb-ı meseller (benzetmeler) ise, batıldır. Allah en iyi bilendir.

Allah Zulümden Münezzehtir

61

Âyetin tefsiri için bak:64

62

Âyetin tefsiri için bak:64

63

Âyetin tefsiri için bak:64

64

"Eğer Allah insanları zulümler yüzünden muaheze edecek olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat O, bunları belirlenmiş bir müddete kadar geciktirir. Ecelleri geldiği zaman ise, onlar ne bir saat geri kalabilir, nede öne geçebilirler. Onlar, Allah'a, kendilerinin bile hoşlanmadıkları şeyleri isnad ederler. Dilleri, yalan yere, en güzelin kendilerine has olduğunu söyler durur. Hiç şüphe yok ki onların hakkı cehennemdir ve onlar (cehennemin) öncüleridir. Allah'a andolsun ki biz senden evvelki ümmetlere de peygamberler göndermiştik de şeytan onların yaptıklarını kendilerine söyleyip hoş göstermişti, işte o bugün onların velisidir, onlar için acı veren bir azap vardır. Bu kitabı sana, ancak hakkında ihtilaf ettikleri şeyde, onlara açıklamada bulunman için ve iman edecek bir kavme,' hidayet ve rahmet olarak indirdik".

Bii ki Allahü teâlâ, müşriklerin en büyük küfürlerini ve en çirkin sözlerini nakledince, fazlını, rahmetini ve keremini göstermek için o kâfirlere mühlet verdiğini, onlara hemen ceza vermeyeceğini beyan buyurmuştur. Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Peygamberlerin ismeti (günahtan masumiyeti) olmadığını söyleyenler, "Eğer Allah insanları zulümleri yüzünden muaheze edecek olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı" ayeti ile, şu iki bakımdan istidlal etmişlerdir:

a) Allahü teâlâ, "Eğer Allah insanları zulümleri yüzünden muaheze edecek olsaydı" buyurarak, zulmü bütün insanlara nisbet etmiştir. Zulmün, günah olduğunda şüphe yoktur. Bu da, her insanın günah istemiş olmasını gerektirir. Peygamberler de insandır. Dolayısıyla onların da günah işlemiş olması gerekir.

b) Allahü teâlâ, "yeryüzünde hiçbir canlı kalmazdı" buyurmuştur ki, bu ifade de, yeryüzünde olan herkesin zulmetmiş ve günah işlemiş olmasını gerektirir. Dolayısı ile, zâlim olan herkesin yok edilmesi gerektiği zaman, bütün insanların yok edilmesi gerekir. Ama biz, "Peygamberlerden zulüm sâdır olmamıştır, dolayısıyla onların yok edilmesi gerekmez" dersek, bu durumda her zâlimin yok edifmesinden, bütün insanların yok edilmesi ve yeryüzünde hiçbir canlı katmaması neticesi çıkmazdı. Bu netice çıktığına göre, peygamber olsun olmasın, bütün insanların zalim olduğunu anlamış oluruz.

Buna şöyle cevap verilir: Her insanın zâlim olmadığı da delil ile sabittir. Çünkü Allahü teâlâ "Sonra biz, o kitabı, seçtiğimiz kullara miras bıraktık, işte onlardan kimi nefsine zulmedendir, bazısı hayırlarda ileri geçenlerdir"(Fatır, 32) buyurmuştur. Bu, "kullarından, kendisine zulmedenler, mu'tedil (âdil) olanlar ve hayırda öncü olanlar vardır" demektir. Eğer mu'tedil olanlar ve hayırda birinci olanlar da zâlim olsalardı, o zaman ayetteki bu üçlü taksim yanlış olurdu. Bineanelayh mu'tedil (âdil) olanlar ile, hayırda öncü olanların zâlim olmadıklarını anlıyoruz. İşte bu delil ile, bütün herkesin zalim olduğunun söylenemeyeceği sabit olmuş olur.

Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz kî: Ayetteki, "Eğer Allah insanları zulümleri yüzünden muaheze edecek olsaydı" ifadesindeki "insanlar" sözü ile, ya ilahî cezayı haketmiş bütün günahkârlar, yahut da geçen ayetlerde bahsedilen müşrikler ve Allah'ın kızları bulunduğunu söyleyen kimseler kastedilmiştir. Bu durumda, yapılan o istidlal düşer. Allah en iyi bilendir.

İkinci Mesele

Bazı kimseler, zararda aslolanın haramlık olduğu hususuna bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Eğer zarar meşru olsaydı, ya bu, onlardan sudur eden bir suçun karşılığı olarak meşru olurdu, yahut bu tarzda (şekilde) olmazdı. Her iki İhtimal de söz konusu olamaz. Binâenaleyh zararın kesinlikle meşru olmaması gerekir.

Birinci ihtimalin yanlış oluşu, "Eğer Allah insanları zulümleri yüzünden muaheze edecek olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı" ayetinden dolayıdır. Bununla şu iki bakımdan istidlal edilebilir:

1) Lev (eğer) edatı, birşeyin bulunmaması sebebiyle diğer şeyin de olmayacağını ifade etmek için kullanılır. O halde "Eğer Allah insanları zulümleri yüzünden muaheze etseydi, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı" ayeti Allahü teâlâ'nın, zulümleri sebebi ile insanları muaheze etmediğini, yeryüzünde canlılar bıraktığını gösterir.

2) Ayet, Allah'ın insanları, zulümleri sebebiyle muaheze etmesinin gerekli olduğuna ve bu muahezenin (sorumlu tutmanın) ela, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmama şeklinde olacağına delâlet edip, biz de yeryüzünde pekçok canlı bulunduğunu görüp müşahede ettiğimize göre, Hak teâlâ'nın, insanları zulümleri sebebi ile (şimdilik) muaheze etmediğine kesinkes hükmetmek gerekir. Böylece bununla, zararların, işlenen suçlara birer ceza olarak meydana gelecek tarzda meşru olmasının caiz olmayacağı sabit olmuş olur.

İkinci ihtimal, yani zararın, daha önce İşlenmiş bir suçtan ötürü olan bir ceza azabında değil de, iptidaen (sebepsiz olarak) meşru olması ihtimali de, icmâen bâtıldır. Böylece, bu ayetin muktezâsına göre, zararın mutlak olarak (kayıtsız-şartsız) haram olduğu sabit olur. Bu husus, diğer bazı ayetlerle de desteklenir. Mesela, Yeryüzünde, yeryüzü iyi bir hale geldikten sonra (düzene girdikten sonra) fesad çıkarmayın "(A'raf, 56), "(Allah) dinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedî" (Hacc, 78) ve 'Allah size kolaylık diler, güçlük murad etmez" (Bakara, 185) ayetleri gibi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de "İslâm'da ne zarar vermek, ne de zarara karşı zararla mukabele etmek yoktur" Müsned, 1/313, "Bir müslümana zarar veren mel'undur" Tirmızi, Birr, 27 (4/332). buyurmuştur. Bu ayet ve hadislerin :amamından, zararlarda ası) olan hükmün haramlık olduğu sabit olmuş olur. Buna göre biz diyoruz ki, her bakımdan zararlı olan bir hadise meydana geldiğinde bakarız, eğer onun meşru olduğunu gösteren belli bir nass bulursak, "hâs olan delilin, âmm (umûmî) olan delilden önce nazar-ı itibara alınacağı" prensibinden ötürü, o nassa göre hükmederiz. Aksi halde, izah ettiğimiz temel düsturdan ötürü, o zararın haram olduğuna hükmederiz.

İhtirasları Gemlemenin Lüzumu

Bazıları, bu kaidenin, insanın istediği her şeyin, kendisi için meşru olması gerektiğine delâlet ettiğini, çünkü onu ondan menetmenin bir zarar olduğunu, zarar vermenin ise, bu temel düstura göre meşru olmadığını; yine insanın hoş görmediği şeyin haram olması gerektiğini, çünkü hoşlanmadığı şeyin meydana gelmesinin, onun için zarar olduğuna, keza zararın meşru olmadığına delâlet etmesi gerektiğini söylemişlerdir. Böylece bu asıl düsturun, Kıyamete kadar bütün muhtemel hadiseleri içine aldığı sabit olmuş olur. Sonra biz diyoruz ki: Hükümlerin isbatı hususunda, kendisine tutunulan kıyas ya bu kaideye uygun olur, ya da olmaz. Birinci ihtimal, oatıldır. Çünkü bu asıl düstur, kıyasa ihtiyaç bırakmaz. İkincisi de batıldır. Çünkü nâss, kıyasdan önce gelir. Allah en iyi bilendir.

Üçüncü Mesele

Mu'tezile şöyle der: "Bu ayet, zulüm ve mâsiyetin, Allah'ın yaratması olmadığına, aksine kulların fiilleri olduğuna delâlet eder. Çünkü Allahü teâlâ, kulların zulmünü kullara izafe etmiş, kendisine nisbet etmemiş ve "Eğer Allah insanları zulümleri yüzünden muaheze edecek olsaydı (...)" buyurmuştur. Hem sonra, eğer bunlar Allah'ın yarattığı şeyler olsaydı, Cenâb-ı Hakk'ın, bunlardan dolayı insanları hesaba çekmesi, Allah tarafından işlenmiş bir zulüm olurdu. Ayette O, kullarını zulümden menettiğine göre, kendisi zulümden haydi haydi uzak ve münezzeh olur. Hem bu ayet, kulların amellerinin, mükâfaatın ve cezanın farz ve gerekli olmasında tesirli olduğunu gösterir. Çünkü ayetteki bi zulmihim "zulümleri yüzünden" ifâdesindeki "bâ" harf-i cerri, "Bu, onların Allah'la mücâdele etmeleri yüzündendir" (Enfal, 13) ayetinde olduğu gibi, sebebiyete delalet eder. Bil ki bu konudaki görüşümüzü defalarca açıkladık. Binâenaleyh onları burada tekrar etmeyeceğiz. Allah en iyi bilendir.

Dördüncü Mesele

Ayetin zahiri, insanların zulme yeltenmesinin, bütün hayvanların helakini gerektirdiğine delalet eder. Halbuki bu caiz değildir. Çünkü hayvanlardan günah sâdır olmaz. Binâenaleyh insanların zulümleri yüzünden, onları helak etmek nasıl uygun düşer? Buna şu iki şekilde cevap verilir:

1) a) Biz, "Yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı" ifadesinin bütün hayvanları içine aldığını kabul etmiyoruz. Ebu Ali el-Cübbâî, bunu şöyle izah etmiştir: "Bu ayet ile, "Eğer Allah insanların işlediği küfür ve masiyetten ötürü insanları hemen hesaba çekseydi, onları imha ederdi ve böylece onların soyu sopu diye birşey kalmazdı. Herkesin atalarında, azaba müstehak kimselerin bulunacağı malumdur. Binâenaleyh eğer onlar helak edilmiş olsalardı, nesilleri de kalmazdı. Böylece de yeryüzünde insan namına birşey kalmaması gerekirdi. İnsanlar tamamen yok olunca da, yeryüzünde hayvanların kalmaması da gerekirdi. Çünkü hayvanlar, insanların faydası ve maslahatı için yaratılmışlardır." Bu çok güzel bir izahtır.

b) Helak zâlimlere geldiğinde, diğer insanlara ve canlılara da şâmil olur. Bu helak o zaman, zalimler için bir azap, diğerleri için bir imtihan olmuş olur. Bu durum, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) zamanında (Tufan'da) meydana gelmiştir.

c) Allahü teâlâ, eğer o insanları hemen muaheze etseydi, (yağmurlar kesilirdi. Yağmurlar- kesilince de, bitkiler bitmez ve böylece de yeryüzünde canlı diye birşey kalmazdı. Ebu Hureyre (radıyallahü anh)'nin, "Zâlim ancak kendisine zarar verir" diyen birisini duyduğunda, "Hayır, vallahi aksine. Deve kuşu, yuvasında, zalimin zulmünden dolayı ölür" dediği rivayet edilmiştir. Ibn Mes'ûd (radıyallahü anh)'dan, "Neredeyse karafatma bile, âdemoğiunun günahı sebebiyle helak olur" dediği rivayet edilmiştir. İşte bu cevaba dair yapılan bu üç izah, "dâbbe" lafzının, bütün canlıları içine almasının kabul e-zümesi itibariyledir.

2) Cenâb-ı Hakk'ın, "yeryüzünde hiçbir canlı kalmazdı" ifadesiyle, "O, yeryüzünde herhangi bir kâfir bırakmazdı" manası kastedilmiştir.. Binâenaleyh, bu zaha göre, ayet-i kerimedeki "canlı-dâbbe" sözüyle, kâfir kastedilmiştir. Bunun böyle olduğunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar, hayvanlar gibidirler. Belki daha daha apıktırlar" (A'raf, 179) ayetidir. Allah en iyi bilendir.

Beşinci Mesele

Aleyhâ kelimesindeki zamir, ard (yeryüzü) kelimesine racidir. Halbuki, bu isim, daha önce geçmemiştir. Ancak ne var ki, bu ayette geçen "dâbbe" kelimesi, ard (yeryüzü) kelimesine delâlet eder. Çünkü "dâbbe" ancak yeryüzünde debelenip hareket edebilir. Çoğu kez, yeryüzü (ard) kelimesi, her ne kadar lafzan geçmese bile, kinaye yoluyla ifade edilir. Çünkü Araplar, yeryüzünü kastederek 'Onun üzerine, falan gibisi yoktur" veya "Orada falancadan daha iyi kimse yoktur" derler ve bu ifadelerde zamirle yetinirler.

Belirlenen Vâde

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Fakat O bunları, öremeleri için belirlenmiş bir müddete kadar geciktirir" buyurmuştur. Bu ayette geçen, 'ecel-(müddet)in ne demek olduğu hususunda stkiki görüş ileri sürülmüştür:

1) Bu, Atâ'nın görüşü olup, Atâ, İbn Abbas'ın "Cenâb-ı Hak bununla Kıyamet gününü kastetmiştir" dediğini nakletmiştir.

2) Bununla, ömrün sonu kastedilmiştir. Birinci görüşün izahı, azabın en büyüğünün, Kıyamet gününde, o insanlara tastamam verilmesinden ötürüdür. İkinci görüşün izahı ise, "müşriklerin, ömürleri sona erip dünyadan ayrıldıklarında hemen cezaya duçar kılınmış olmaları"dır.

İstemedikleri Şeyi Allah'a Atfetmeleri

Kâfirlerin bahsettiği ve Allah'ın da onlardan naklettiği fasit görüşlerden üçüncüsü, Cenâb-ı Hakk'ın, 'Onlar, Allah'a kendilerinim hoşlanmadıkları şeyleri isnâd ederler" ayetinin ifade etliği husustur. Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın yec'alûn (kılarlar, isnâd ederler) ifadesinden, "kendileri için hoş görmedikleri o kızları Allah'a nisbet ederler" anlamı kastedilmiştir. Buna göre "kılarlar, isnâd ederler" tabirinin manas.. Allah'ı bu şekilde tavsif eder ve O'nun hakkında bu hükmü verirler" demektir. Bu, meselâ bir kimsenin,"Ce'altu Zeyden alâ'n-nâsi" (Ben, Zeyd'i insanlar üzerine kıldım, yani tayin ettim) demesi gibidir. Yani, "Ben buna hükmettim; ben bu hükmü verdim" demektir.(Biz, "Ce'ale" kelimesinin ne demek olduğunu, Cenâb-ı Hakk'ın (Maide. 103) ayetini tefsir ederken söylemiştik.

Hüsna'nın Buradaki Anlamı

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Dilleri yalan yere, en güzelin kendilerine has olduğunu söyler durur" buyurmuştur. Ferrâ ve Zeccâc şöyle demişlerdir: "Bu, ifadenin başındaki enne'nin dahil olduğu cümle el-kezib kelimesinden bedeldir. Buna göre kelamın takdiri, "Onların lisanları, en güzelin kendileri için olduğunu söyler" şeklindedir. Buradaki el-hüsnâ kelimesinin ne demek olduğu hususunda da iki görüş bulunmaktadır;

1) Bununla, oğullar kastedilmiştir. Yani, onlar, "Kızlar Allah'ın; oğullar ise bizimdir" demişlerdir.

2) Onlar, kızların Allah'a ait olduğunu söylemelerinin yanısıra, kendilerini, işte bu sözlerinden dolayı, Allah'ın rızasını elde etmek ve hak din ve güzel mezhep üzere olmakla vasfetmişlerdir.

3) Onlar, cennetin kendileri için olduğuna, mükâfaatın da Allah'tan olduğuna hükmetmişlerdir.

Kıyamet İnancı ve Müşrikler

Buna göre eğer, "Onlar, Kıyameti inkâr ettikleri halde, böyle bir kararı nasıl verebilirler?" denilirse, biz deriz ki: Onların hepsi, Kıyameti inkâr etmiyordu. Nitekim şöyle denilmiştir: "Araplar içinde, öldükten sonra dirilmeyi, Kıyameti kabul eden bir topluluk vardı. İşte bundan dolayı onlar, en güzel develeri ölünün kabri başına diker ve bağlar ve o deve ölünceye kadar onu orada bırakır, "Bu ölü dirildiğinde, bineceği de kendisiyle beraber dirilir" derlerdi. Hem, onların Kıyameti kabul etmedikleri farzedilse bile, belki de onlar, "Eğer Muhammed, öldükten sonra dirilme ve haşr hususunda doğru söylüyorsa, üzerinde olduğumuz bu hak din (!) sebebiyle, cennet ve mükâfaat bizim için olacaktır" diyorlardı.

Bazı kimseler şöyle demişlerdir: Evlâ olan, buradaki el-hüsnâ kelimesinin bu manaya alınmasıdır. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, hemen bunun peşinden, "Hiç şüphe yok ki onların hakkı cehennemdir" buyurmuş ve böylece de, onların sözlerini reddederek, yerlerinin cehennem olduğunu belirtmiş olmasıdır. Binâenaleyh bu, onların, cennetin kendilerine ait olduğuna hükmetmiş olduklarını gösterir. Zeccâc şöyle der: "La ceram ifadesinin başındaki lâ, onların görüşlerini reddetmek içindir. Buna göre mana, "Durum, onların vasfettikleri gibi değildir. Aksine onların fiilleri, yani bu sözü söylemeleri, kendilerine ateş kazandırmıştır" şeklinde olur. Buna göre, enne lehüm kelimesinin başındaki enne'nin mahalli, kesebe-"kesbetti, yaptı" manasına gelen ceram'ın mef'ûlü olduğu için, mansûbtur. Kutrub, buradaki ermenin başına geldiği cümlenin mahallen merfû olduğunu, manasının ise, "Onlara ateş, cehennem vacip oldu, hak oldu" şeklinde olduğunu; râbının nasıl olacağının sorulması halinde ise, mânanın, "onlar için ateş ve nâr hak oldu, vâcib oldu ve kesinleşti" şeklinde olacağını söylemiştir.

İfrat'ın Manası

Cenâb-ı Hak, 'Ve onlar (cehennemin) öncüleridir" buyurmuştur. Nâfi ve Kisâî'den rivayetle Kuteybe, bu ifadeyi, râ'nın kesresiyle "Mufritûn" şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları râ'nın fethasıyla "Mufratûn" sekinde okumuşlardır. Nâfi'nin kıraatine gelince Ferrâ şöyle demiştir: "Buna göre mana, "Onlar kendi aleyhlerine olmak üzere, günahta aşırı idiler" şeklinde olur. Mananın, "Onlar, Allah'a iftira etmede ileri gitmişlerdi" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Ebu Ali el-Fârisî isa şöyle demiştir: "Tıpkı "Ecrebe"nin "uyuzlu oldu" manasına gelmesi gibi, "Efrata" fiili de, "aşırı oldu" anlamındadır. Buna göre mana, "Onlar, ateşe doğru en hızlı ve önde koşanlardır" şeklindedir. Buna göre sanki onlar, o cehenneme kendileri için yer hazırlayacak birilerini göndermişlerdir.

Bu kelimeyi râ'nın fethasıyla "mufratûn" şeklinde okumaya gelince, bu hususta da iki görüş bulunmaktadır:

Birinci Görüş: Buna göre mana, "Onlar, ateşte bırakılmışlardır" şeklinde olur. Kisâî, Arapça'da, "Bırakmadım" anlamında, "Mâ efrattu mine'l-kavmi ehaden" (Kavimden hiçkimseyi bırakmadım) denilmektedir demiştir. Ferrâ ise, Arapların, "Onları geride bıraktım, onları unuttum" manasında, "Efrattu minkum nâsen" (onlardan bir topluluğu bıraktım, ihmal ettim) dediklerini söylemiştir.

İkinci Görüş: Bu kelime, "Acele ettirilmiş, ivdirilmişlerdir" anlamındadır. Vahidî (r.h) şöyle demiştir: "Tercih edilen, bu görüştür. Bunun izahı ise, Ebu Zeyd ve başkalarının dediği şu husustur: "Bir kimse, kovaları doldurmak için, arkadaşlarından önce suya vardığında, "Farata'r-recutu ashâbehu yafrutuhum faratan ve furûtan" yine onlardan öne geçtiğinde, "Efrata'l-kavme el-fâritu ve ferratûhu" "Faian kimse, topluluğun önüne geçti", "Farratûhu- Onlar, o kimseyi öne sürdüler" denilir. Bu izaha göre bu ifadenin manası, "Onlar sanki cehenneme doğru koşup, cehennemde onların ncüsü oldular" demektir. Böylece onlar, cehenneme kendilerinden sonra girenleri gende bıraktılar" şeklinde olur.

Mü'minleri Teselli Etme

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Kureyş'ten sâdır olan bu tür hareketler gibi, geçmiş peygamberler hakkında da önceki ümmetlerden benzeri hareketler sâdır olduğunu beyan ederek "Allah'a andolsun ki biz senden evvelki ümmetlere de peygamberler göndermiştik de, şeytan onların yaptıklarını kendilerine süsleyip hoş göstermişti..." buyurmuştur ki, bu, adeta Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, kavminin cahillikleri sebebiyle, kendisine ulaşan gam ve kederlere karşı bir teselli gibi olmuş olur.

Mu'tezile şöyle der: Ayet, Cebriye'nin görüşünün yanlış olduğuna şöylece delâlet eder:

1) O kulların fiillerini yaratan Allah olmuş olsaydı, şeytanın bu tezyininin bir anlamı olmazdı.

2) Bu tezyîn, Allah'ın yaratmasıyla meydana gelmiş olsaydı, şeytanın bundan dolayı zemmedilmiş olması caiz olmazdı.

3) Tezyin, insanı, o fiili işlemeye götüren Allah'ın yaratmasıyla olduğunda, bu işin meydana gelmesi zorunlu olur. Binâenaleyh, tezyin, o fiili yapmaya sebep olamaz.

4) Cebriyye'nin görüşüne göre, bu işi yaratan insanlar için dost olmaya O ise davet edenden daha layıktır.

5) Allahü teâlâ tezyin etme işini, şeytana isnad etmiştir. Binaenaleyh, o tezyin eden Allah olmuş olsaydı, o zaman o tezyin işinin şeytana izafe edilmiş olması doğru olmazdı.

Kâfirlerin Dostu Şeytandır

Buna şöyle cevap verilir: Kâfirlerin gözlerine çirkin olan şeyleri süsleyen şayet şeytan olursa, o vesveseleri o şeytanın gözünde tezyin eden, şayet başka bir şeytan ise, o zaman teselsül gerekir. Yok eğer Allah ise, işte elde edilmek istenen netice de budur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "İşte o, bugün de onların velisidir" buyurmuştur. Bu hususta iki ihtimal vardır;

a) Bundan, Mekke kâfirleri kastedilmiş olup, bu günde onların dostu ve velisi olan ise, şeytandır. Şeytan, senden önceki ümmetlerin kâfirlerine yaptığı gibi, onları iğva etmeyi ve senden çevirmeyi üstüne almıştır. Böylece bu takdire göre bu ifade geçmiş ümmetlerin haberlerini vermekten, Mekke kâfirlerinin haberlerini nakletmeye geçmiş olur.

b) Cenab-ı Hak, bu ifadedeki el-yevm (bugün) sözüyle. Kıyamet gününü kastederek, şöyle demek istemiştir: "İmdi o, amellerini kendilerine süslemiş olduğu o kâfirlerin, Kıyamet gününde dostudur. O gün, çok meşhur olduğu için, Kıyarnet gününe, normal olarak el-yevm (gün) kelimesi ıtlak edilmiştir. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın bu ifadesinin maksadı, "Yani, o günde, onların hiçbir dostu yok demektir" şeklindedir. Bu böyledir, zira onlar, azablarını müşahede edip, o azabın, şeytanın başına geldiği gibi kendilerinin de başına geldiğini görüp; o azabtan kendileri kurtulamayacağı gibi, şeytanın da kurtuluşu olmadığını anladıklarında, o zaman istihza üslubuyla alay etmek için onlara, "Bu gün sizin dostunuz budur, şeytandır!" denilmiş olması mümkündür.

Kur'ân'ın İniş Hikmetlerinden

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu şiddetli tehdidinin yanısıra, delil ikame edip her türlü mazereti ortadan kaldırdığını belirterek, "Bu kitabı sana, ancak hakkında ihtilaf ettikleri şeyde, onlara açıklamada bulunman için indirdik" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu, "Biz, Kur'ân'ı sana, ancak, o Kur'ân'ı açıklamaları vasıtasıyla, onlara hakkında ihtilaf ettikleri şeyleri beyan etmen için indirdik" manasındadır. İhtilaf edenler ise, ehl-i kitab ile, hevâ ve arzularınıza göre hüküm veren kimselerdir. Onların kendisinde ihtilaf ettikleri şey de, tevhid, şirk, cebr, kader, Kıyametin varlığı, yokluğu vb. itikadı meseleler ile, meselâ Banîra, Sâibe gibi helâl olan şeyleri haram klimaları ve leş gibi, haram olan şeyleri de helâl kılmaları kabilinden olan hükümleri kapsayan dindir.

Allah'ın Fiilleri Hikmetle Muallel midir?

Li tübeyyine (açıklamada bulunman için) ifadesindeki lâm, Allah'ın fiillerinin birtakım gaye ve maksatlar şartına bağlı olduğuna delâlet eder. Bunun benzeri olan ayetler pek çoktur. Meselâ Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu bir kitaptır ki, insanları Rablerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa... çıkarman için onu sana indirdik"(İbrahim, 1) ve "Ben cinleri de insanları da, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" (Zâriyat, 56) ayetleri bunlardandır.

Buna şu şekilde cevap verilebilir: Allah'ın fiillerinin, herhangi bir maksat ve gaye şartına bağlı olmasının imkânsız olduğu aklen sabit olunca, bu ayetleri tevil etmek gerekir.

Üçüncü Mesele

Keşşaf sahibi şöyle demiştir: Hûden ve rahme ifadeleri, (......) ifadesinin mahalline matufturlar. Ancak ne var ki bu iki kelime, mef'ûlün leh olarak mansubturlar. Çünkü bu ikisi, kitabı indirenin fiilleridir (işidir). Li tubeyyine fiilinin başına lâm gelmiştir, çünkü bu, indirenin değil, muhatabın işidir. Mef'ûlün leh ancak, o failin işi olduğu zaman mansub kılınır.

Dördüncü Mesele

Kelbî şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hakk'ın, Kur'ân'ı inanan kimseler için bir hidayet ve rahmet olarak vasfetmesi, onun herkes için böyle olmasına aykırı değildir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, Bakara Sûresi'nin başındaki (......) (Bakara, 2) ifadesinin, o Kur'ân'ın bütün insanlar için bir hidâyet rehberi olmasına aykırı olmaması gibidir. Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ın bütün insanlar için hidâyet olduğunu ayrıca, (Bakara. 185) ayetinde de beyan etmiştir. O mü'minlerin, o hidayeti kabul edip de, böylece ondan yararlanmaları bakımından, özellikle mü'minleri zikretmiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen ondan korkacak kimselere ancak o tehlikeyi haber verensin" (Naziat,46) ayetinde olduğu gibidir. Çünkü, o inzâr edenin inzâr ve uyarısından ancak, böylesi bir topluluk istifade eder. Allah en iyisini bilendir.

Allah'ın Kudretinin Delilleri

65

Âyetin tefsiri için bak:67

66

Âyetin tefsiri için bak:67

67

"Allah gökten su indirdi de, onunla yere, ölümünden sonra can verdi. Şüphesiz ki bunda, kulak verecek bir kavim için ayet vardır. Sağmal hayvanlarda da, sizin için elbette bir ibret vardır. Size, onların karınlarındaki fışkı ile kan arasından, içenlerin boğazından kolaylıkla geçen halis bir süt içiriyoruz. Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden de, içki ve güzel bir rızık edinirsiniz. İşte bunda da aklını kullanacak kimseler için, hiç şüphesiz bir delil vardır".

Bil ki biz, Kur'ân'ın en büyük gayesinin ulûhiyyet, nübüvvet, ahiret ve kazâ-kader gibi dört temel unsuru izah etmek, iyice anlatmak, zihinlere yerleştirmek olup, bu dört unsurdan da en büyük gayesinin ulûhiyyeti anlatmak olduğunu söylemiştik. İşte bundan dolayı her ne zaman söz, kâfirlerle ilgili vaîd ve tehditler hakkında uzarsa, Cenâb-ı Hak tekrar ulûhiyyeti izaha başlar. Bu sûrenin başında şöyle demiştik: "Allahü teâlâ ulûhiyyetin delillerini zikretmek istediğinde, söze önce feleklerin kütleleriyle; ikinci olarak insanla; üçüncü olarak hayvanlarla, dördüncü olarak bitkilerle, beşinci olarak da deniz ve karanın çeşitli hallerini zikretmekle başlar. İşte burada, bu ayette de ulûhiyyetin delillerini yeniden izaha başlayınca, söze gök dünyası ile başlayarak "Allah gökten su indirdi de, onunla yere, ölümünden'sonra can verdi" buyurmuştur. Bu, "Allahü teâlâ, semayı, kendisinden yağmur yağacak bir tarzda yaratmış ve o yağmur da yerin can bulmasına sebep olmuştur" demektir. "Yerin dirilmesi"yle kastedilen de ekinler, ağaçlar, çiçekler, meyve vermezken meyve verenler haline gelmiş olan ağaçların, faydalı değilken faydalı hale gelmiş olan bitkilerin durumudur. Biz bu delili defalarca izah ettik.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Şüphesiz bunda, insafla ve düşünerek dinleyen kimseler için delil vardır" buyurmuştur. Çünkü, kalbiyle ve gönlüyle içinden gelerek kulak vermeyen, sanki duymayan bir sağır gibidir.

Hayvana Süt Yaptıran Kudret

Bu ayette bahsedilen delillerin ikincisi de, hayvanların çeşitli halleriyle istidlal etmektir ki, işte bu husus Cenâb-ı Hakk'ın "Sağmal hayvanlarda da, sizin için bir delil vardır. Size, onların karınlarındakinden (...) içiriyoruz" ayetinin ifade ettiğidir. Biz "ibret"in ne demek olduğunu, (Al-i İmrân. 13) ayetinin tefsirinde anlatmıştık. Bununla ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

İbn Kesir, Ebû Amr, Asım'ın ravisi Hafs, Hamza ve Kisâi, nûnun dammesiyle nuskîküm şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları nûn'un fethasıyla neskîkum okumuşlardır. Nûn'un fethasıyla okuyuşun delili açıktır. Çünkü sen, "Ona su verdim, suya kandı" manasında, "Sakaytuhû-eskîhi hattâ reviye" dersin. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Rableri de onlara gayet temiz bir şarap içirmiştir (sekahum)" (Dehr, 21), "Bana yediren, bana içiren O'dur (yeskîn)" (Şuara, 79) ve "...kaynar sudan içirildiler (sükû)" (Muhammed, 15) buyurmuştur. Bu ifadeyi, nûn'un dammesiyle okumaya gelince, bu da senin, "kendisi için içecek yaptı; içecek kıldı..." manasında söylediğin, "Eskâhu" tabirinden alınmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "size tatlı bir su da içirmedik mi?" (Mürselat, 27) ve "... onunla sizleri suladık" (Hicr, 22) buyurmuştur. Bu, burada "Biz onu, çokluğu ve sürekli olması açısından, tıpkı yağmur yüklü bir bulut gibi yaptık" manasındadır. Ebu Ubeyde bu fiili, nûn'un zammesiyle okunmasını tercih ederek, "Çünkü bu, devamlı bir içecektir. Bu gibi yerlerde genel olarak if'âl babı kullanılır" demiştir.

Butûnihâ'daki Zamirin İzahı

Ayette butûnihi kelimesindeki zamir ayetin baş tarafındaki en'âm ismine racidir. Normalde "fi butûnihâ" denilmesi beklenirdi. Nahivciler bu hususta şu izahları yapmışlardır:

1) el-En'âm lafzı, tıpkı, raht (cemaat), kavm (kavim), bakar (sığır), ne'âm (davar) kelimeleri gibi, bir topluluğu, bir grubu ifade etmek için konulmuş olan müfred bir lafızdır. O halde bu, lafız cihetiyle müfred bir lafızdır. Binaenaleyh bunun zamiri de, müfred zamiri olur ki, bu zamir de müzekkerdir; mana bakımındansa, çoğuldur. Binaenaleyh zamiri, çoğul zamiri olur. Çoğul zamiri de müennes zamiridir. İşte bundan dolayı burada butûnihi, Mü'minûn 21 ayetinde de butûnihâ buyurulmuştur.

2) Bu, "Bizim bahsettiğimiz şeylerin karınlarında" manasındadır. Bu, Kisaî'nin bu konuda verdiği cevaptır. Müberred ise şöyle der: "Bu husus, Kur'ân'da yaygındır. Nitekim Cenâb-ı Hak, (En'âm, 78) buyurmuştur ki, bu "Bu doğan şey, benim Rabbimdir" demektir. Yine Cenâb-ı Hak, (Abese, 11-12) buyurmuştur ki "Onunla öğüt almak isteyen herkes onunla öğüt alır" takdirindedir.

Bil ki bu, ancak müennesliği hakîki olmayanlar hakkında böyledir. Hakîki müennes olanlara gelince, bu caiz olmaz. Zira normal olarak, insan hakkında, "Câriyetuke zehebe-Gulâmuke zehebet" denilemez.

3) Burada bir hazf bulunup onun takdiri "Size, onun karnında bulunanların bir kısmından, yani sütten içiririz" şeklindedir. Çünkü, onun karnında bulunanların tamamı süt değildir.

Sütün Oluşması

"Fers" kelimesi, işkembede bulunan gübreye denilir. Kelbî, Ebu Sâlih'den, Ebu Salih de İbn Abbas'tan, onun şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Alaf işkembeye yerleştiğinde, onun en altı kığı, gübre; en üstü kan, ortası da süt olur. Böylece kan damarlara, süt de memeliğe geçer. Gübre de olduğu gibi kalır işte bu, "Onların karınlarındaki fışkı ile kan arasından, kendisine kan ve gübrenin karışmadığı halis bir süt..." ayetinden anlaşılan husustur.

Biraz Anatomi

Birisi şöyle diyebilir: Kan ve süt kesinlikle işkembede oluşmazlar. Bunun delili ise, his ve müşahededir. Çünkü bu hayvanlar mütemadiyen kesilir, fakat hiç kimse onların işkembesinde ne kan ne de süt görmez. Binaenaleyh, şayet kan ve süt işkembede oluşmuş olsaydı, o zaman bunun bazı hallerde müşahede edilmesi gerekirdi. Bizzat müşahedenin, yanlışlığına delalet ettiği iddiası ise benimsenemez. Tam aksine gerçek şudur: Canlı varlık gıdayı aldığında, bu gıda, o canlı eğer insansa onun midesine; yok, hayvan vs. cinsten ise, onun işkembesine gider. O gıda işkembede eritilip ilk hazım tahakkuk ettiğinde, o gıdadan akıcı olanlar, ciğere; katı olanlar ise, bağırsaklara geçer. O gıdadan ciğere geçen kısım, orada eritilir ve kana dönüşür ki, işte ikinci hazım budur. Ve o kan, "safra" (bedenin dörtte birini oluşturan kısım); "sevda" (bedenin dörtte birini oluşturan kısım) ve artık ve (zehirli) bir sıvı ile karışır. "Safra", öd kesesine; "sevda", dalağa; su da böbreklere, oradan da sidik torbasına geçer. Kana gelince, kan da, toplar damarlara geçer ki, bu da, ciğerden çıkan damarlardır. İşte burada üçüncü hazım meydana gelir. Ciğer ile memelik arasında pekçok damar vardır. Dolayısıyla kan o damarlardan memeliğe geçer. Memelik, yumuşak, beyaz etli bir bezedir. Böylece Allahü teâlâ, o etli yumuşak, beyaz bezeye o kan döküldüğünde, onu kan halinden süte dönüştürür ki, işte sütün nasıl oluştuğu hususundaki en doğru görüş budur.

Buna göre şayet, "Bütün bu hususlar erkek hayvan için de söz konusudur. O halde onda niçin süt oluşmuyor?" denilirse, biz deriz ki:

İlahî hikmet, her şeyi, o şeyin maslahatına uygun bir tarzda yönetmeyi gerektirmiştir. Binaenaleyh, her canlının erkeğinin mizacının, sıcak ve kuru; dişisinin mizacının ise, soğuk ve rutubetli olması gerekir. Bundaki hikmet şudur: Yavru, ancak dişinin bedeninin içinde oluşuverir. Dolayısıyla, şu iki sebepten dolayı, daha fazla rutubetin dişiye tahsis edilmesi gerekmiştir:'

a) Yavru ancak rutubetten oluşur. Binaenaleyh, o yavrunun oluşabilmesi için birtakım maddeler meydana gelsin diye, dişinin bedeninde pekçok rutubetlerin bulunması gerekir.

b) Yavru büyüdüğünde, annenin bedeninin, o çocuğun büyüyüp gelişmesi için, uzayıp gelişmeyi kabul edecek bir biçimde olması gerekir. Binaenaleyh, o rutubetler annenin bedeninde çokça bulunduğunda, onun bedeni uzayıp genişler. Böylece de orası, o yavru için müsait hale gelir. İşte böylece, anlattıklarımızla, işte bu hikmetten dolayı Allahü teâlâ'nın, her canlının dişisinin bedenine daha fazla rutubeti tahsis etmiş olduğu sabit olmuş olur. Sonra, annenin rahminde iken, o ceninin bedeninin gelişip büyümesi için oluşmuş olan o rutubetler, cenin, oradan ayrıldığında, o küçük yavrunun gıdasını oluşturmak için, memeliğe ve memeye geçer.

Bunu iyice kavradığında bil ki, kendisi sebebiyle dişide kandan oluşan süt, erkekte mevcut değildir. Böylece, bu iki şey arasındaki fark ortaya çıkmış olur.

Bu açıklamayı da iyice anladığında,biz diyoruz ki: Müfessirler şöyle demişlerdir: Ayetteki ifadesinden kastedilen, bu üç şeyin aynı yerde oluştuğudur. Bu cümleden olarak mesela "fers", işkembenin en alt kısmında; kan, en üst kısmında, süt de ortada olur. Biz, bu görüşün, his ve tecrübenin hilafına bir görüş olduğunu belirtmiştik. Çünkü kan, şayet midenin ve işkembenin en üst tarafında oluşmuş olsaydı, o zaman bir kimsenin gaseyanı halinde (normal olarak) kan kusması gerekirdi ki, bu kesinlikle yanlıştır. Ama biz şöyle diyoruz: Bu ayetle şu kastedilmiştir: Süt ancak, kanın bazı parçalarından meydana gelir. Kan da ancak, "fers" deki latîf parçalardan, cüzlerden meydana gelir. "Fers" de, işkembede bulunan yenilmiş şeyler demektir. O halde süt, ilk önce, "fers" arasında bulunan şeylerden, ikinci olarak da kanda bulunan şeylerden meydana gelir. Böylece, Allahü teâlâ o sütü, o katı ve kesif kısımlardan ayırarak, onda, sayesinde yavrunun bedenine uygun bir süte dönüşebilecek nitelikte yaratmış olur. İşte bizim burada, bu makamda elde edip özetle sunduğumuz şey budur. Allah en iyisini bilendir.

Dördüncü Mesele

Bil ki, memede sütün oluşması ve yavrunun beslenmesine uygun olacak nitelikler kazanması, sarîh aklın, ancak hakîm bir failin ve rahîm bir müdebbirin yönetmesiyle meydana geldiğine şehadet eden, birtakım hayranlık uyandıran hikmetleri ve akıl almaz sırları ihtiva eder. Bunu birkaç yönden izah edebiliriz:

1) Allahü teâlâ, midenin alt tarafında, gıdanın katı kısmının çıkabileceği bir deljk yaratmıştır. Binaenaleyh insan, küçük bîr şey yeyip içtiğinde, onun midede hazmı mükemmelleşinceye ve ondan saf ve temiz olan sıvı şeyler ciğere geçinceye kadar o delik, o yenilen ve içilen şeylerden herhangi bir şey aşağıya inemeyecek bir biçimde kapalı kalır. O zaman ise, o delik açılır ve o katı şeyler oradan aşağıya iner ki bu, ancak hakîm bir failin tedbiriyle olabilecek ilginç şeylerdendir. Çünkü o gıdanın, her ne zaman midede kalmasına ihtiyaç duyulduğunda o delik kapanıyor; o maddenin mideden çıkmasına ihtiyaç hissedildiğinde ise, açılıyor! Binaenaleyh, ihtiyaca ve menfaate göre bazan kapanmanın, bazan da açılmanın tahakkuk etmesi, ancak hakîm bir failin takdiriyle meydana gelebilecek şeylerdendir.

2) Allahü teâlâ ciğerde, o yenilen içilen şeylerde bulunan katı nesneleri değil de, latîf şeyleri; bağırsaklarda da, latîf kısımları değil, o katı şeyleri çekme, cezbetme kuvveti yaratmıştır. Eğer durum bunun tersi olsaydı, bedenin yararına olan şeyler tersyüz olmuş olur ve bu bedenin düzeni bozulmuş olurdu.

3) Allahü teâlâ ciğere, hazmedici ve eritici kuvvet vermiştir. Öyle ki o latîf kısımlar, ciğerde erir ve kana dönüşür. Sonra, Allah öd kesesinde, "safra"yı; dalakta, "sevdâ"yı; böbrekte de, o artık ve zararlıyı çekme kuvvetini yaratmıştır. Böylece geriye, bedenin gıdasına uygun saf kan kalır. Her bir uzva o kuvvet ve özelliği tahsis etmek ise, ancak hakîm ve alîm olanın takdiriyle olur.

4) Cenîn, anne rahminde bulunduğu zaman, o yavrunun uzuvlarının gelişip büyümesi için birtakım maddeler oluşsun diye, o kandan, o yavruya büyük bir pay ayrılır. O yavru rahimden ayrıldığında bu pay, kendisinden o yavruya gıda olan süt meydana gelsin diye meme tarafına geçer. Yavru büyüdüğünde ise, o pay, ne rahme ne de memeye geçmez; aksine, annenin bedeninin yararlanabileceği bir yerde toplanır. Binaenaleyh o kanın, her zaman, maslahat ve hikmete uygun bir değişik uzuva geçmesi, ancak hür, hakîm olan bir failin tedbiriyle oluşur, tahakkuk eder.

5) Memede süt oluştuğunda, Allahü teâlâ memenin ucunda çok küçük delikler ve çok dar geçitler halkeder ve onları, emmeye veya memeyi sağma gibi hadiseler bulunduğunda, o dar gözeneklerden ancak süt çıkabilecek bir biçimde yaratmıştır. Binaenaleyh o gözenekler son derece dar olduğunda, onlardan ancak son derece ince ve akıcı saf sıvı çıkabilir. Ama o kesîf ve katı kısımları ise o dar geçitlerden kesinlikle çıkamaz, böylece de iç kısımda kalıverirler. Memenin ucunun başında o küçük deliklerin ve dar geçitlerin yaratılmasındaki hikmet, onun adeta bir süzgeç gibi olmasıdır. O halde, ince ve saf, latîf olan her şey oradan çıkar; katı ve kesîf olan şeyler de, orada alıkonulur ve oradan dışarı çıkamaz. İşte bu şekilde, o süt, çocuğun bedenine uygun, halis ve içenlerin boğazından kolayca geçen bir süt olmuş olur.

6) Allahü teâlâ o çocuğa, memeyi tutmayı, kavramayı ilham etmiştir. Çünkü anne, her ne zaman memesinin ucunu o çocuğun ağzına koyarsa, o çocuk o anda memeyi tutmaya başlar. Binaenaleyh, şayet hür ve irade sahibi, son derece merhametli bir fait, o küçük çocuğa bu hususi işi ilham etmeseydi, O'nun o memede yarattığı o sütten istifade edilemezdi.

7) Biz, Allah'ın sütü, ancak kanın bir kısmından; kanı da canlının aldığı gıdadan yarattığını beyan etmiştik. Dolayısıyla, meselâ koyun, otu ve suyu aldığında, Cenâb-ı Allah, kanı o parçaların latîf olanlarından, sütü de kanın bazı kısımlarından yaratır. Sonra sütte, birbirine zıt karakterde olan üç ayrı madde bulunur: Sütteki yağ, sıcak ve rutubetli; sütteki su, soğuk ve rutubetli; ondaki peynir de, soğuk ve kurudur. Bu karakterler, koyunun aldığı o otta mevcut değildi. Binaenaleyh, bununla, o maddelerin, bir kısmı bir kısmına uygun olmadığı ve birbirlerine benzemediği halde, devamlı bir şekilde bir sıfattan başka bir sıfata, bir durumdan başka bir duruma geçtikleri ortaya çıkar. Bütün bu durumda ise, bu hallerin ancak alemin durumlarını kulların maslahatlarına uygun olarak yöneten rahîm, hakîm bir failin tedbiriyle meydana geldikleri ortaya çıkıyor. Binaenaleyh, mükemmel bir kuvvet, sonsuz hikmet ve rahmetiyle, gerek yüce alemde, gerekse süflî alemde bulunan zerreleri idare eden zatı noksan sıfatlardan tenzîh ve tesbih ederiz. "Haberin olsun ki yaratmak da, emretmek de O'na mahsustur"(A'raf, 54).

Ayetteki "İçenlerin boğazından kolaylıkla geçen" tabiri 'içenlerin boğazlarından leziz ve afiyetli bir şekilde geçen..." demektir. Arapça'da, "İçecek şey, boğazdan kolaylıkla geçti, sahibi yani içen de onu kolaylıkla geçirdi (yuttu)" denilir. Bir başka ayette geçen "O, neredeyse onu yutamayacaktı" (ibrahim, 17) ayetinde de bu manadadır.

Beşinci Mesele

Sütün Yaratılmasının Haşre Delâleti

Muhakkik âlimler şöyle demişlerdir: "Sütün, memede meydana gelmesi, hür ve irade sahibi bir yaratıcının varlığına delâlet ettiği gibi, hasrın ve neşrin mümkün olduğuna da delalet eder. Çünkü hayvanın yediği o ot, ancak sudan ve topraktan meydana gelmiştir. Böylece, âlemi yaratan bu şekilde tedbir etmiş, o toprağı bitki ve ot haline dönüştürmüş. Daha sonra da o otu bir hayvan yediğinde, bir başka tedbirde bulunup, o otu kan haline getirmiş, bir başka tedbirde bulunup o kanı süte dönüştürmüş ve yine bir diğer işlem ile o sütten yağı ve peyniri meydana getirmiştir. İşte bu, Hak teâlâ'nın, o maddeleri bir özellikten başka bir özelliğe, bir halden başka bir hale çevirmeye kadir olduğuna delâlet eder. Durum böyle olunca, Allah'ın, ölülerin bedenlerinin parçalarını daha evvel olduğu gibi, kendisinde hayat ve akıl sıfatı bulunan bir hale dönüştürmeye de kadir olduğu meydana çıkar. Binaenaleyh işte bu açıdan, bu kıyas, öldükten sonra dirilmenin ve Kıyametin, imkânsız değil mümkin olduğuna delâlet eder. Allah en iyi bilendir.

Hurma ve Üzümden Yapılan İçki

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Hurma ağaçlarının meyvesinden ve üzümlerden de içki ve güzel bir rızık edinirsiniz" buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ, önceki ayetlerde, hayvanlardan elde edilen bazı menfaatlerinden bahsedince, bu ayette de, bitkilerin bazı menfaatlerinden bahsetmiştir. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Eğer, "Ayetteki ifadesindeki min harf-i cerrinin müteallakı nedir?" denilirse, biz deriz ki: "Bu harf-i cerr, takdiri şöyle olan bir mahzûf fiile tealluk eder: "Sizi, hurma ve üzümlerin meyvelerinden sularız"yani, "onların sıkılmasıyla elde edilen suları ile sularız." Daha önce geçmiş olan, nüskîkum fiili, buna delâlet ettiği için, bu ifadede hazfedilmiştir. Ayetteki, "Ondan içki edinirsiniz" tabiri bu sulamanın nasıl olduğunu anlatan bir tabirdir.

İkinci Mesele

Vahidî şöyle def: "A'nâb" kelimesi, "Nahîl" üzerine değil, "semerât" üzerine ma'tûftur. Çünkü bu durumda, yani "nahfl" üzerine atfedilmesi durumunda, ifadenin manası "ve üzüm meyvelerinden" şeklinde olur. Halbuki üzümün kendisi zaten meyvedir. Onun, başka meyvesi olmaz.

Seker'in Manası ve Nimet Oluşunun İzahı

"Seker" kelimesinin manası hususunda şu izahlar yapılmıştır:

a) Seker fiilinden olup, "içki" manasına isim olarak kullanılmıştır. Bu tıpkı, (......) kelimesindeki masdarın isim olarak kullanılması gibidir. Ayetteki "güzel bir rızik", hurma ve üzümden elde edilen sirke, pekmez, kuru hurma, kuru üzüm ve şıra gibi şeylerdir. Buna göre eğer, "İçki haramdır. Öyle ise, Cenâb-ı Hak nasıl onu nimetler sadedinde zikretmiştir?" denilirse, buna şu iki şekilde cevap verilir:

1) Bu sûre, Mekkî'dir. İçkinin haram kılınışı ise, Mâide Sûresi'nde gelmiştir. (O da Medenî'dir). Binâenaleyh bu ayetin nüzulü, henüz içki haram değilken olmuş olur.

2) Burada bir neshin olduğunu söylemeye gerek yoktur. Çünkü Allahü teâlâ, bu şeylerde bulunan faydalı şeylerden bahsetmiş ve müşriklere bunlardan bahsederek hitap etmiştir. İçki ise, onların içtikleri şey cinsindendir. O halde içki, onlar açısından sırf bir faydadır. Hak teâlâ sonra bu ayette onun haram kılınacağına da dikkat çekmiştir. Çünkü burada içki ile güzel bir rızkı ayrı ayrı zikretmiştir. Dolayısıyla içkinin güzel bir rızık olmaması gerekir. İçkinin, şehvet (nefsânî arzu) açısından güzel olduğu ve güzel göründüğünde şüphe yoktur. Binâenaleyh, bu ifade ile, onun şeriat nazarında güzel olmadığının söylenmiş olması gerekir. Bu da ancak, onun haram kılınmış olması halinde mümkündür.

Nebîz'in Hükmü

b) Seker, "nebîz" demektir. Nebîz ise, hurma, üzüm veya kuru üzümün, üçte ikisi kayboluncaya (uçuncaya) kadar kaynatılıp, sonra da ekşimesi için bırakıldığındaki haline denilir. Bu, sarhoşluk verecek bir hale gelinceye kadar, İmam Ebu Hanîfe'ye göre helâldir. Ebu Hanîfe, bu hususta, bu ayeti delil getirerek şöyle der: "Ayet, "seker"in helâl olduğuna delalet eder. Çünkü Allahü teâlâ onu, nimetleri ve lütufları arasında zikretmiştir. Hadis-i şerifler de, içkinin haram olduğuna delâlet eder. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem),"İçki, aynından (zatından) dolayı haramdır" (Yani içki, içki olduğu için haramdır) buyurmuştur. Bu da, ayette bahsedilen "seker"in, hadiste geçen "hamr"dan başka birşey olmasını gerektirir. Bu ikisi arasında böyle bir farklılığın olduğunu söyleyen herkes, "seker"in üzüm, kuru üzüm veya hurma şıralarının üçte ikisi kayboluncaya kadar, kaynatılarak elde edilen "nebiz" olduğunu söyler.

c) "Seker", yiyecek şey demektir. Bu görüşü, Ebu Ubeyde ileri sürmüş ve buna şairin, şu beytini delil getirmiştir:

"Sen, kerim kimselerin haysiyeti ile oynamayı kabul ettin" yani, "Onları zemmi, adetâ kendine yiyecek kabul ettin." Zeccâc şöyle demiştir: "Bu kelime, "yiyecek şey" manasından çok, "içki" manasına daha yakın ve uygundur. Buna göre şiirin manası, "sen, onları tenkid ile sarhoş oldun" şeklindedir. Şair, o kimsenin, insanların gıybeti ile meşgul olmasını ve insanların haysiyet ve şerefleri ile oynamasını, sanki onun İçki içmesi gibi kabul etmiştir."

Bil ki Allahü teâlâ bir açıdan delil, bir başka açıdan da yüce nimetlerini sayma yerine geçen bu izahları yapınca, "işte bunda da, aklım kullanacak bir kavim için, hiç şüphesiz bir delil vardır" buyurmuştur ki bu, "Aklı olan herkes, bütün'bu hallere, ancak Hak Sübhânehû ve Teâlâ'nın kadir olabileceğini açıkça bilir ve böylece, bunların varlığından, hakim ve kadir bir ilahın varlığına istidlal eder" demektir. Allah en iyi bilendir.

Bal Arısına Yapılan İlham

68

Âyetin tefsiri için bak:69

69

"Rabbin bal ansına ilham etti ki: "Dağlardan, ağaçlardan ve onların kurduklan çardaklardan evler edin. Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin kolaylıklar gösterdiği yaylım yollarına git." Onların karınlarından, renk renk içecekler çıkar ki onda, insanlar için şifâ vardır. İşte bunda tefekkür edecek kimseler için, elbette bir delil vardır".

Bil ki Allahü teâlâ, bu âlemin, hür ve irâde sahibi, kadir bir ilahı bulunduğuna, kesin bir delil ve çok net bir hüccet olarak, hayvanlardan süt çıkarmasını, hurma ve üzümden İçecek şeyler ve güzel rızıklar çıkarmasını zikredince, arıdan bal çıkarışı da bu hususun isbatı için son derece parlak bir bürhân ve kesin bir delil olmuştur. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Peteğin Özellikleri

Cenâb-ı Hak, "Rabbin bal arasına ilham ettiki" buyurmuştur. Arapça'da "ilham etmek" manasında, vehâ ve evhâ fiilleri de kullanılır. Allahü teâlâ'nın, bal arısına ilham etmesi ise, arıların içlerinde, bütün insanların akıllarının anlamaktan aciz kaldığı o enteresan (bal üretme) İşini yerleştirmesi demektir. Bunu birkaç şekilde izah edebiliriz:

1) Arılar, tabiatları gereği, altıgen şeklindeki o evlerini (peteklerini), birbirinden farklı olmayacak şekilde, birbirine eşit ve denk olarak yaparlar. Hiçbir insanın, mistar (tesviye, düzeltme aleti) ve pergel gibi edevatı bulunmaksızın, bu peteklerin benzerini yapması mümkün değildir.

2) Mühendislikte, bu peteklerin, altıgen dışında bir şekilde şekillenmeleri halinde, ister istemez o evler arasında birtakım kullanılamayacak boşlukların kalacağı; fakat altıgenli olarak yapılmaları halinde, aralarında boşa gitmiş yerlerin kalmayacağı sabittir. Şu halde bu zayıf ve ufacık hayvanları, böylesine gizli ve ince hikmetlere vakıf etmek, elbette dikkate değer şeylerdendir.

3) Arılar arasında, bey durumunda olan bir tek arı bulunur. O arı diğerlerinden daha yapılı olur ve öbürlerine hükümran olur. Diğerleri ona hizmet ederler ve uçuşma esnasında onu sırtlarında taşırlar. Bu da şayan-ı dikkat şeylerdendir.

4) Arılar, yerlerinden hoşlanmadıkları zaman, topluca başka bir yere çekip giderler. İnsanlar, onları eski yuvalarına döndürmek istediklerinde, tanbur ve benzeri çeşitli sesli musiki aletleri çalarlar. İşte sesler ve musikiler sayesinde, insanlar onları yuvalarına döndürebilirler. Bu da enteresan bir durumdur. Binaenaleyh arıların ileri derecede zekâlarına delâlet eden, bu şaşırtıcı özelliklerle, başka hayvanlardan temayüz edip, bu çeşit akıl ve zekâ da vahye benzer bir durum olan ilham yoluyla tahakkuk edince, Hak teâlâ onlar hakkında, "Rabbin bal ansına vahyetti ki..." buyurmuştur.

Vahyin Çeşitli Manaları

Bil ki vahy, "...vahyetmesi olmadıkça Allah'ın hiçbir beşere konuşması olmamıştır"(Şura, 51) ayetinden ötürü, peygamberler hakkında söz konusudur. Yine, "Hani havarilere vahyetmiştim ki..."(Maide, 111) ayetinden ötürü, veliler hakkında da söz konusudur. Bu kelime, insanlar hakkında, "ilham" manasına kullanılır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Musa'nın annesine vahyettik ki..."(Kasas,7) buyurmuştur. Vahy, diğer canlılar (hayvanlar) hakkında da ilham manasına gelir. Nitekim bu ayette Cenâb-ı Hak, "Rabbin bal ansına vahyettiki..." buyurmuştur. Bütün bu kısımların her birisi için, vahyin belli bir manası vardır. Allah en iyi bilendir

İkinci Mesele

Zeccâc şöyle demiştir: "Anlara, "nahl" denilmiştir. Çünkü Allahü teâlâ, onların karınlarından çıkan o balı insanlara bir nahl, yani bağış kılmıştır." Bazı kimseler "nahl"in, hem müzekker, hem müennes olan bir kelime olduğunu söylemişlerdir. Bu kelime Hicazlılara göre müennestir. İşte bundan ötürü, Allahü teâlâ onu ayette müennes saymıştır. Kendisi ile müfredi arasında durulduğu zaman sadece hâ (yani müdevver te farkı) olan her cemî de böyledir.

Arının Kovan Temini

Allahü teâlâ daha sonra "Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kurdukları çardaklardan evler edin" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Keşşaf sahibi, cümlenin başındaki en edatının, "en-i müfessire" olduğunu; çünkü ayetteki evhâ (vahyetti) fiilinin kale (dedi) manasına olduğunu söylemiştir. "Buyût" kelimesi, bâ harfinin kesresi ile biyûten şeklinde de okunmuştur, "İnsanların yaptıkları çardaklardan" demektir. Bu kelime, tıpkı gibi, râ harfinin zammesi ve kesresi ile "ya'rişûn ve ya'rüşûn" şekillerinde okunmuştur. Bu ikisi de geçerli kullanışlardır.

Arı Çeşitleri

Bil ki iki çeşit arı vardır:

1) Dağlarda, ormanlarda eğleşen ve insanların emri altında olmayan arılar.

2) İnsanların evlerinde yerleşmiş ve insanların mülkiyetinde bulunan arılar. Birincisi, "Dağlardan, ağaçlardan... evler edinin" ifadesi ile, ikincisi de, "... onların kurdukları çardaklardan evler edinin" ifadesi ile anlatılmıştır. Bu çardaklar, arıların petekleridir. Buna göre eğer, "Bu ayetteki min harf-i cerlerinin manası nedir? Bunun yerine fî harf-i ceri kullanılmalı değil miydi?" denilirse, biz deriz ki: "Bununla "ba'ziyyet" (kısmîlik) manası ile, o arıların evlerinin, her dağ ve her ağaçta yapılmaması, aksine menfaatlarına uygun ve kendilerine münasip yerlerde yapılması kastedilmiştir.

Bazı Hayvanlarda Akıl Var mıdır?

Ayetteki, "Dağlardan... evler edin" ifadesi, zahiren bir emirdir. İşte bu yüzden alimler, bu hususta ihtilaf etmişlerdir: Bazıları, arıların akıllarının olmasının, Allah tarafından onlara emir ve nehiyler tevcîh edilmesinin uzak İhtimal olmadığını söylerlerken; bazıları da durumun böyle olmadığını, aksine bundan muradın, Allahü teâlâ'nın onlarda bu halleri gerektiren birtakım karakter ve huyları yaratmış olması olduğunu söylemişlerdir ki, bu mesele ile İlgili geniş izah, (Neml. 18) ayetinin tefsirinde geçmiştir.

Balın Yapılışı

Cenâb-ı Allah, daha sonra, "Sonra meyvelerin her birinden ye" buyurmuştur. Buradaki mın harf-i cerri, ya "teb'iz" (kısmîlik), yahut da "ibtida-i gaye" içindir. Bazı tıp kitaplarında şunu gördüm: Allahü teâlâ, arılar âlemini şu şekilde yönlendirmektedir: Havada geceleyin çok latîf çiğler meydana gelir. Bunlar ağaçların yapraklarına konar. Çiğlerin damlaları bazan ağaçların ve çiçeklerin üzerinde, dağınık çok küçük lekeler halinde bulunuyor; bazan da her birinden belli bir miktar toplanmış şekilde çok oluyorlar. İkinci çeşidi, mesela kudret helvasında olduğu gibidir. Bu helva, havadan inen ve bazı beldelerde ılgın ağacının yapraklarında toplanan çiğlerdir. Bunlar elle tutulabilir.

Birinci kısım ise, Allahü teâlâ'nın arıya ilham ettiği şeydir. Arı, o zerreleri çiçeklerden ve ağaçların yapraklarından, ağızları ile toplar, onları yer ve onlarla beslenir. Doyduğunda, yeniden onlardan biraz ağzıyla toplar ve onu peteklerine getirip Koyarlar. Çünkü onlar kendileri için gıda depolama gayretindedirler. Onların peteklerinde, bu çiğ parçalarından birçok şey birikir. İşte bu baldır.

Bazıları da şöyle derler: Arı, temiz çiçeklerden ve kokulu yapraklardan birşeyler yer. Allahü teâlâ, sonra onun yediği o şeyleri, arının bedeninin içinde bala dönüştürür. Sonra da an onları kusarak, tekrar geri çıkarır ki işte bal budur. Birinci izah akla daha yakın ve araştırıp incelemeye daha uygundur. Çünkü kudret helvasının yapısı, tad ve şekil bakımından bala yakındır. Havada, birtakım çiğ parçacıklarının oluştuğunda ve bunların, ağaçların ve çiçeklerin yapraklarına düştüğünde şüphe yoktur. İşte burada da böyledir. Hem sonra biz, anların bal yiyerek gıdalarını aldıklarını müşahede etmekteyiz. İşte bundan ötürü, petekten balı çıkardığımızda, onunla gıdalansınlar diye, balın bir kısmını anlar için kovanda bırakırız. Böylece anların bal yediklerini ve onların havadan ağaçlara düşen o balımsı çiğ damlaları ile gıdalanıp beslenmek için ağaçlara ve çiçeklere konduklarını biliyoruz.

Bunu iyice kavradığında biz diyoruz ki: ifadesindeki min edatı, bu izaha göre, teb'iz için değil, ibtidâ-i gaye içindir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Rabbinin yollarına git" buyurmuştur. Bu, "sonra arzu ettiğin her meyveden ye. Onlardan yediğinde, bal yapma işinde, Rabbinin sana ilham edip anlattığı yoluna gir" demektir. Yahut da bununla, "O, meyveleri arayıp bulmak için, Rabbinin yoluna gir" manası kastedilmiştir.

Ayetteki zülüla kelimesine gelince, bununla ilgili iki izah yapılmıştır:

a) Bu kelime, "sübül" (yollar) kelimesinden "hal"dir. Çünkü Allahü teâlâ, o yolları arılara münkad kılmış, kolaylaştırmış ve emirlerine vermiştir. Bu tıpkı, "O, yeryüzünü sizin faydanıza, zelil (âmâde) kılandır" (mülk, 15) ayetinde olduğu gibidir.

b) Bu kelime, feslukî "git" fiilindeki "sen" zamirinden haldir. Yani "Ey arı, emrolunduğun şeye inkiyâd ederek, boyun eğerek, diretmeksizin gir" demektir.

Karnından Çıkmanın Manası

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Onların karınlarından çıkar" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili iki bahis vardır:

Birinci Bahis: Bu, muhatab sîgasından gâib sığasına dönülen bir üslûptur. Bunun sebebi şudur: Bunların zikredilmesinin maksadı, mükellef olan insanın, bunlar ile, Allah'ın hikmetine, kudretine ve gerek ulvi, gerekse süfli" alemdeki herşeyi güzel ve yerli yerinde düzenleyip yürüttüğüne istidlal etmesidir. Buna göre sanki Cenâb-ı Hak arıya, önceki ifadeleri ile hitap edince, insana dönerek, "Biz, o arıların karınlarından renk renk içecekler çıkartmak için, arıya bu enteresan şeyleri ilham ettik" buyurmuştur.

İkinci Bahis: Bazı kimselerin "Bal, havada meydana gelen ve ağaçların ve çiçeklerin yapraklarına düşen, arı tarafından yenen şeydir" dediğini söylemiştik. Eğer biz bu izahı benimsersek, ayetteki, "karınlarından çıkar" ifadesi ile, "ağızlarından çıkar" manası kastedilmiş olur. Bedenin içindeki her boşluk, "batn" (karın) adını alır. Baksana insanlar, beyin boşluğunu kastederek "batnu'd-dirnâğ" deyimini kullanırlar. İşte bu ayette de, "butun" kelimesi ile "ağızlar" manası kastedilmiştir. Fakat ehl-i zahire göre, bal, arının yapraklardan ve meyvelerden yeyip kustuğu şeydir. İşte bal budur. Bu söz açıktır.

Balın Bazı özellikleri

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Renkleri çeşitli içecekler... Onda, insanlar için şifa vardır" buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ balı," işte şu üç sıfatla nitelemiştir:

Birinci Sıfat: Onun içecek bir şey olmasıdır. Durum böyledir. Çünkü bazan bizzat o içilir, bazan da (su katılarak) şerbet yapılır.

İkinci Sıfat: Onun renklerinin farklı farklı oluşu. Balın kırmızı, beyaz ve sarı olanı vardır. Bunun bir benzeri de, "Dağlardan, beyaz beyaz, kırmızı kırmızı, renkleri çeşitli ve kuzgunî siyah yollar yaptık" (Fatır, 27) ayetidir. Bundan maksat, "tabiat (yarattı)" görüşünü iptal etmektir. Çünkü bütün bu cisimler, karakterleri açısından aynı oldukları halde, farklı farklı renklerde olunca, bu durum, o renklerin meydana gelmesinin, tabiatın var etmesiyle olmayıp, hür ve irade sahibi bir failin düzenlemesiyle olduğuna detalet eder.

Üçüncü Sıfat: "Onda, insanlar için bir şifa " olmasıdır. Bu hususta da iki görüş vardır:

Baldaki Şifa Mutlak Değildir

Birinci Görüş: Doğru olan bu görüşe göre, bu ifade, bal ile ügildir. Buna göre "Bal, safraya zarar verip öd kesesini depreştirdiği halde, İnsanlar için nasıl i' olabilir?" denilirse, biz deriz ki: Allahü teâlâ, onun bütün insanlar, her hastalık fer durum için şifâ olduğunu söylememiştir. Aksine o, bazı kimseler ve bazı dar için şifâ olunca, "şifa" diye tavsif edilmesi uygun olmuştur. Balın genel "şifa" olduğuna şu da delâlet eder: Her ma'cûnun (ilacın), tam ve mükemmel onun bal ile karılıp katılarak macun edilmesine bağlıdır. Hem balgamlı hastalıklarda, baldan yapılan şerbetlerin çok büyük faydası vardır.

İkinci Görüş: Mücâhid'e ait olan bu görüşe göre, ayetteki bu tabir ile, Kur'ân'ın insarlar için şifa oluşu kastedilmiştir. Buna göre, arının bal yapma hadisesi, "Onların rdânndan renkleri çeşitli içecekler çıkar" ifadesi ile tamamlanmıştır. Daha sonra Cenab-ı Hak, yeni bir cümleye başlayarak, "Onda yani bu Kur'ân'da, mesela arı linde olduğu gibi, insanların küfür ve bid'atları için şifâ olacak şeyler vardır" tayurmuştur. İbn Mes'ûd (radıyallahü anh)'un: "Bal, her hastalığa şifadır. Kur'ân da, göğüste ve akılda) olan her derde devadır" dediği rivayet edilmiştir. Bil ki bu görüş . Bunun zayıf olduğuna şu iki husus delâlet eder:

1) Ayetteki "Onda" zamirinin, en yakınında olana râci olması gerekir. En falan olan ise "Renkleri çeşitli içecekler" ifadesidir. Fakat bunun, dana önce hiç geçmediği halde, "Kur'ân"a râcî olduğunu söylemek münasip değildir.

2) Ebû Sâ'îd el-Hudrî (radıyallahü anh) şunu rivayet etmiştir: Birisi Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: "Kardeşim karnından şikayet ediyor" der. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Ona onu içir" buyurur. O adam gider, daha sonra gelir ve: "Ona bal içirdim, ama faydası olmadı" der. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Git ve ona yine bal içir" buyurur. Adan gider ve yine bal içirir. Derken kardeşi, bağından çözülmüş gibi olur, rahatlar. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Allah doğru söyledi, kardeşinin karnı ise yalan söyledi" buyurur. Buhâri, Tıp 24; Muslin, Selâm 91 (4/1736). Sahabe, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu beyanını Cenâb-ı Hakk'ın, "Onda, insanlar için şifa vardır" ayetine hamletmişlerdir. Bu, ancak bu ifade balın bir sıfatı olursa doğru olur.

Eğer birisi, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu ifadesi ile ne kastedilmiştir?" derse, biz deriz ki: "Öyle anlaşılıyor ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), o balın faydasının sonradan ortaya çıkacağını vahyin nuru ile biliyordu. Halbuki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onun faydasının daha sonra ortaya çıkacağını bilmekte beraber, ilk anda zuhur etmeyince, bu, sanki bir yalan gibi olmuş oldu. İşte bundan dolayı bu ifadeyi kullandı.

Daha sonra Cenâb-ı Hak ayeti "işte bunda tefekkür edecek kimseler için, elbette bir ayet vardır" buyurarak bitirmiştir. Bil ki bu ifadedeki "ayet" sözünü şu hususlarla izah edebiliriz:

1) Bu, daha önce de bahsettiğimiz gibi, anya, altıgen petekler yapma ve benzeri halleri gibi ince ve sırlı bilgilerin verilmesidir.

2) Bu, arının ağaçlardan ve yapraklardan, o balımsı çiğleri bulup yemesidir.

3) Bu, Allahü teâlâ'nın o faydalı zerrecikleri hava boşluğunda yaratıp, sonra onları ağaçların ve yaprakların uçlarına atması ve onları dağıttıktan sonra, arıya onları toplamasını emretmesidir. Bütün bunlar, âlemin ilahının, mahlûkatı terbiye etmeyi, hikmet ve maslahatları gözetmeye bina ettiğine delalet eden dikkate şayan şeylerdir. Allah en iyisini bilendir.

Hayat Merhaleleri

70

"Sizi Allah yarattı. Sizi yine O öldürecek. İçinizden kimi -bildikten sonra birşey bilmesin diye- ömrün en sefil şekline kadar geri götürülür. Allah hakkıyla bilen, kemaliyle kadir olandır".

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Allahü teâlâ, canlıların çeşitli .ilginç durumlarından bahsedince, bundan sonra da insanların çeşitli hallerinin bir kısmını ele almıştır. Meselâ bunlardan birisi, bu ayette e-e alınan husustur ki, bu, insan ömrünün mertebesine bir işarettir. Hükemâ, insan :Trünün şu dört mertebesi bulunduğunu tespit etmiştir:

1) Büyüyüp gelişme çağı.

2) Duraklama çağı, ki bu, gelişme yaşıdır.

3) Yavaş yavaş düşüş, aşağıya inme, gerileme çağı ki bu, "kuhulet-olgunluk" çağıdır.

4) Hızlı bir biçimde düşüş (inhitat) çağı. Ki bu da, ihtiyarlık yaşıdır. Cenâb-ı Hak, onların bu mertebelerin bazısından bazısına intikal etmesiyle intikal ettirenin kendisi a istidlalde bulunmuştur.

Tabiatcılara Reddiye

Tabiatçı doktorlar ise, "Bu geçişi yapan, insanın tabiatıdır" demişlerdir. Ben görüşlerini özet bir biçimde vereceğim; zayıf ve yanlış olduğunu beyan edeceğim. Bu durumda da geriye, onları İntikal ettirenin Allah olduğu gerçeği atacaktır, Ve işte bu noktada, Allahü teâlâ'nın bu ayette bahsettiği şeyin, ciddî delil 'de doğruluğu ortaya çıkacaktır. Tabiatçılar şöyle demişlerdir: İnsanın bedeni, meni hayız kanı (kadının yumurtası)ndan meydana gelmiştir. Meni ile bu kan (yumurta) ve rutubetli iki cevherdirler. Hararet, rutubetli maddede müessir olduğunda, rutubeti azalır ve ona bir tür kuruma durumu sağlar. Bu, görülen ve müşahede malum bir husustur. Bu iki cevherdeki hararet kuvveti, ondaki rutubeti Utmaya devam eder. Derken, uzuvlar sertleşir ve o uzuvlarda bir tür oluşumlar meydana gelir. Kemik, kıkırdak, sinir, boşluklar arasındaki zarlar, dokular ve diğer organlar meydana gelir. Bedenin oluşumu tam ve mükemmel olduğunda cenîn, annenin rahminden ayrılır. Bu durumda da, dünyaya gelen cenînde de rutubet hali u ııdir. Bunun delili, senin, çocuğun annesinden ayrıldıktan sonra da, uzuvlarının yumuşak, ince, kemiklerinin de yapısı gereği kıkırdağa yakın bir yumuşaklık ve esneklikte olduğunu müşahede etmendir. Sonra çocuğun bedenindeki hararet o rutubetlere tesir eder ve onu gitgide azaltır. Beden için üç durum söz konusudur:

Birinci Durum: Bedenin rutubetinin, hararetinden fazla olmasıdır. O zaman uzuvlar, uzamayı, büyümeyi ve gelişmeyi kabul eder ki, bu, gelişip büyüme yaşıdır. Bu yaş, otuz veya otuzbeş yaşına kadar devam eder.

İkinci Durum: Bedenin rutubetinin, olduğundan daha az bir hale gelmesidir. Bu durumda o rutubetler, o aslî tabiî harareti tastamam korur. Ancak ne var ki onlar, bu miktardan daha fazla olmazlar. Bu, duraklama yaşıdır ki, aynı zamanda da tam gençlik çağıdır. Bunun en son noktası, bu çağın son beş yılıdır ki, bu tamamlandığında kişinin yaşı kırk olur.

Üçüncü Durum: Rutubetlerin azalması ve aslî, tabiî harareti tastamam koruyabilecek bir durumda olmaması. İşte bu noktada noksanlık başlar. Sonra bu noksanlık, bir sûre sezilmez bir halde devam eder ki bu, "kuhûlet" (olgunluk) çağıdır ki bunun tamamı, altmışta biter. Bu noktadan sonra, noksanlaşma ve geriye dönüş hızlanarak, gözle görülür bir hal alır ki, bu da ihtiyarlık çağıdır. Bu da, yüzyirmi yaşına kadar devam eder. İşte, doktorların bu konudaki görüşlerinin özeti budur.

Bana göre bu değerlendirme zayıftır. Bunun zayıf olduğuna şu hususlar delalet etmektedir:

1) Biz diyoruz ki, menî'nin menî olma ve kanın (yumurtanın) da kan (yumurta) olduğu başlangıç safhasında rutubet hali galiptir. Tabii hararet ise, etkisiz durumdadır ve bu sebeple de zayıftır. Sonra o zayıf olmasına rağmen, o rutubetlerin pekçoğunu kan ve menî oluş noktasından, kemik, kıkırdak, sinir ve doku olma haline geçirmeyi başarır. Uzuvlar, organlar meydana gelip beden mükemmelleştiğinde de, rutubetler azalır. Böylece, o tabiî hararetin, daha öncekinden pek çok fazla olması icab eder. Bu sebeple de, bedenin oluşup mükemmelleşmesinden sonra, rutubetlerin çözülmesinin, bedenin oluşmasından önceki çözülmesinden daha fazla olması gerekir. Halbuki durumun hiç de böyle olmadığı malumdur. Çünkü beden oluşmadan önce, menî ve kan (yumurta) maddesi, kemik ve sinir olma haline geçmiştir. Ama beden oluştuktan sonra, böylesi bir geçiş tahakkuk etmediği gibi, onun yüzdebiri bile tahakkuk etmemiştir. Binâenaleyh, organların oluşumu şayet hararetin rutubete tesiri sebebiyle olmuş olsaydı, o zaman beden mükemmel leşti kten sonra rutubetlerin dağılıp çözülmesinin, bedenin oluşmasından önceki dağılıp çözülmeden daha fazla olması gerekirdi. Durum böyle olmayınca biz, hem bedenin oluşmasının canlıların bedenlerini maslahatlarına uygun bir biçimde yöneten hakîm ve kadir bir varlığın tedbiriyle olduğunu, hem de bedenin oluşmasının tabiplerin ileri sürdüğü gibi hararetin rutubete tesir etmesiyle olmadığını anlamış bulunuyoruz.

2) Şöyle diyoruz: Tekemmül etmiş bir insanın bedeninde bulunan tabii hararet ya nutte cevherinde bulunan hararetin, aynı olur veyahut da ondan daha fazla bir halde olmuş olur. Birincisi batıldır, çünkü nutfe cevherinde bulunan tabiî hararet, nutfenin kütlesi miktarına göre olur. Nutfenin kütlesinin az ve küçük olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh, bu beden büyüdükten sonra, şayet onda bu kadar tabii bir hararet bulunmuş olsaydı, bu son derece az olur ve bedende de bir tesiri görülmezdi. İkincisine gelince, tabii hararetin, bedenin büyümesi nisbetinde artacağını kabul etmektir. Her an tabii hararet gitgide artıp, onun artmasının da her an daha fazla kuvveti ve sıhhati gerektirdiği, icap ettirdiği sabit olunca, o zaman canlının bedeninin devamlı bir şekilde artıp mükemmelleşmeye doğru hareket etmesi gerekir, Durum böyle olmadığına göre canlının bedeninin durumunun artmasının eksilmesinin tabiatı gereği değil, tam aksine hür ve irade sahibi bir failin yönetmesiyle olduğunu anlamış oluyoruz,

3) Bu bizim, "el-Kebir fî't-Tıb" adlı eserimizde, tabiplere karşı öne sürdüğümüz, şu husustur. Biz diyoruz ki: Farzedelim ki, tabii rutubet tabii hararete denk olsun. O halde daha nasıl siz, "tabii hararetin, olduğundan daha az olması gerektiğini ve -sanın, gençlik yaşından noksanlık yaşına (sinn-i kuhûlet) geçtiğini söylüyorsunuz? Çünkü onlar şöyle diyorlardı: Bunun sebebi şudur: Böyle bir denklik tahakkuk ettiğinde, bu noktadan sonra tabii hararet, tabii rutubetlerin kurumasına tesir eder. Böylece de, o tabii rutubetler gitgide azalır, derken tabii harareti muhafaza edemeyecek bir hale gelir. Bu hal tahakkuk ettiğinde, tabii hararet de zayıflar. Çünkü tabii rutubet, tabii hararetin adeta bir gıdası gibidir. Gıda azaldığında, gıdalanan da zayıflar. Netice olarak diyebiliriz ki: Tabii hararet, tabii rutubetin azalmasını; tabii -.itubetin azalması da, tabii hararetin zayıflamasını gerektirir.

Bu ikisinden birisinin zayıflamasından da, ortada tabii rutubetten hiçbir şey kalmayıncaya kadar diğerinin zayıflaması gerekir. Bu durumda da, tabii hararet söner ve ölüm denen hadise meydana gelir. İşte, tabiplerin bu konuda söyledikleri şeyin neticesi budur ki, bu da zayıftır.

Çünkü biz diyoruz ki, tabii hararet, tabii rutubetin kuruyup azalmasına tesirini nasıl ettiğinde, şöyle denilmesi niçin caiz olmasın: "Gıda veren kuvvetler, bu tabii rutubetin yerini tutan şeyleri temin eder." Bu noktada tabipler ise, "Gıda veren kuvvetler, o tabii rutubetin yerini tutacak şeyleri, tabii hararetin kuvvetli olması halinde temin edebilir. Ama, hararet zayıfladığında ise, bu olmaz" derler. Bu noktada biz de diyoruz ki: Bu durumda, "devr-i fasit" gerekir. Çünkü, tabiî rutubet, gıda veren kuvvetler, onların yerini tutacak şeyleri tastamam yerine getirmediğinde azalır ve noksanlaşır. Gıda veren kuvvetler de, tabii hararet zayıf olduğu zaman, rutubetin yerini tutacak olan şeyleri temin etmekten aciz olur. Tabii hararet de, tabii rutubetin azalması durumunda zayıf olur. Bu azlık, gıda veren kuvvetler, o tabii rutubetin yerini tutacak olan şeyleri temin etmekten aciz olduğu zaman söz konusu olur. Böylece, tabiplerin görüşüne göre "devr-i fâsit"in gerektiği sabit olmuş olur ki, devr-i fasit ise zaten batıldır. Yine böylece, insanın bir yaştan başka bir yaşa geçmesini, o tabiplerin öne sürmüş oldukları tabiat fikrine bağlamanın, onlar aleyhine, bu bahsedilen mkânsızlıklara yoi açtığı sabit olmuş olur. Binaenaleyh, bu fikir batıl olmuş olur. Bu görüş batıl olunca da bu durumları, canlıların bedenlerini onların menfaatlerine uygun bir biçimde tedbir eden merhametli, hakîm, her şeye kadir, hür bir irade sahibi bir ilaha kesinkes isnad etmek gerekir. Zaten, elde edilmek istenen netice budur.

Ben bir gün, Mürselât Sûresi'ni okuyordum. Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz, sizi bayağı bir sudan yaratıp, onu belli bir süreye kadar sağlam bir yere yerleştirmedik mi? işte biz (bunu) kudretimizle yaptık. Demek ne güzel kadirleriz. Yalan sayanların vay o gün haline!" (Mürselât, 20-24) ayetlerine vardığım zaman şunu söyledim: Bu yalanlayıcılardan maksadın, canlıların bedenlerinin oluşmasını, tabiata ve hararetin rutubete tesirine isnad edenler olduğunda şüphe yoktur. Ben, ey izzetli Rabbim, kalbimin derinliklerinden ve onun samimiyeti ile, bu tür tedbirlerin, tabiat tarafından değil, tam aksine ahkemü'l-hâkimîn ve ekreme'l-ekremîn olan, her şeyi bilen bir yaratıcı tarafından olduğuna iman ettim!

Bunu iyice kavradığında, Cenâb-ı Hakk'ın,"Sizi Allah yarattı" ifadesinin doğruluğu aklî delil ile de doğrulanmış olur. Çünkü, insanların ve diğer canlıların bedenlerini yaratanın, tabiat değil, tam aksine Allah (c.c) olduğu kesinlik kazanmış olur.

Cenâb-ı Hak "Sizi yine O öldürecek" buyurmuştur. Biz, o tabiatçıların ölümün meydana gelişinde ileri sürdükleri sebebin fasit ve batıl olduğunu, bu görüşe göre "devr-i fasit"in gerektiğini izah etmiştik. Binaenaleyh, bu batıl olunca, ölüm ve hayatın ancak Allah'ın yaratması ve takdiri ile tahakkuk ettiği sabit olmuş olur.

Ömrün En Sefil Şekli

Cenâb-ı Hak, "İçinizden kimi, ömrün en sefil şekline kadar geri götürülür" buyurmuştur. Biz, daha önce tabiatın, insanın kemal noktadan noksanlığa, kuvvetten zayıflığa geçişinin illeti olamayacağını delil ile beyan etmiştik. Öyleyse, insanın gençlikten ihtiyarlığa, sıhhatten düşkünlüğe ve yaşlılığa, kâmil akıl mertebesinden bunaklığa ve her şeyden habersiz olma haline geçişinin tabiatın gereği değil de, tam aksine bunu yapanın hür ve irâde sahibi bir failin yaptığına katî olarak hükmetmek gerekir. Bizim anlattıklarımız sabit olunca, Kur'ân'ın lafzının delâlet ettiği şeyin sıhhatinin, Kur'ân'ın kesin ifadesiyle sabit olduğu ortaya çıkar.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Allah hakkıyla bilen, kemaliyle kadir olandır" buyurmuştur. Bu, bahsettiğimiz her şeyin üzerine bina edildiği temel bir düsturdur. Bu böyledir, çünkü tabiat, iyi ile kötüyü birbirinden ayırt edemeyen bir cahildir. Binaenaleyh, insandaki bütün bu oluşum ve hareketlerin ona mal edilmesi mümkün değildir. Ama, alemin ilahı onu yaratıp yöneten ise, ilimde ve kudrette kâmil olandır. İlminin kâmil olmasından dolayı, maslahat ve mefsedetlerin miktarını bilir, kudrette kâmil olduğu için de. maslahatları gerçekleştirmeye, mefsedetleri de def etmeye kadir olur. İşte bundan dolayı şüphesiz, canlıları yaratmayı alemin ilahına isnat etmek mümkün olmuştur, ama onu tabiata isnat etmek mümkün değildir. Allah en iyisini bilendir.

Bazı Lafızlar Erzel-i Ömür

Bu mesele, ayetin ihtiva ettiği lafızları tefsirle alâkalıdır. Müfessirler bu ayete şu manayı vermişlerdir: "Allah sizi, hiçbir şey değilken yaratmış, sonra da ömürleriniz sona erdiğinde canınızı almıştır. İçinizden bazıları da, "erzel-i ömr"e düşürülmüştür." "Erzeli'l-Ömr" ömrün en sefil ve en düşkün olanıdır. Nitekim Arapça'da değersizliği ifade için "Rezule'ş-şey'u yerzulu - rezâleten – erzelehû gayruhu" (birisi telanı rezil kıldı) denilir, "...en aşağı tabakalarımızdan başkasının..." (Hûd, 27) ve "Arkana hep bayağı kimseler (erzelûn) düşmüşken..."(şuara, 111) ayetleri de bu manadadır.

Mü'min ve Erzel-i Ümür

Cenâb-ı Hakk'ın, "İçinizden kimi, ömrün en sefil şekline kadar geri götürülür" ifadesi, müslüman kimseyi de içine alır mı, yoksa bu, sadece kâfirlerle ilgili bir ifade midir? Bu hususta iki görüş bulunmaktadır:

Birinci Görüş: Bu, müslüman kimseyi de içine alır. Bu sebeple "erzel-i ümür"ün, uzun bir ömür demek olduğu ileri sürülmüştür. İşte bu izah doğrultusunda Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'den "Erzel-i ümür, yetmiş senedir" dediği rivayet edilmiştir. Katâde bunun, doksan sene olduğunu söylerken, Süddî bunun bunaklık olduğunu belirtmiştir. Birinci kanaat daha uygundur, çünkü bunaklık, aklın zail olup gitmesi demektir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, 'İçinizden kimi -bildikten sonra birşey bilmesin diye- ömrün en sefil şekline kadar geri götürülür" buyruğu, Allahü teâlâ'nın o kimseyi, aklını gidermek için erzel-i umre düşürdüğüne delalet eder. Binaenaleyh, şayet erzel-i ümürden kastedilen, aklın gitmesi olsaydı, o şey kendisinden istenen gayenin bizzat kendisi olurdu ki, bu batıldır.

İkinci Görüş: Bu, müslümanları kapsamaz. Ömrünün uzun olması sebebiyle, müslümanın Allah nezdinde değeri daha da artar. Bu sebeple onun hakkında, "Allah onu erzel-i umre düşürmüştür" denilemez. Bunun delili Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik. Ancak iman edip de güzel güzel amellerde bulunanlar başka"(Tin,5-6) ayetidir. Böylece, Allahü teâlâ iman edip güzel amel işleyenlerin esfel-i sâfiline düşürülmeyeceklerini beyan buyurmuştur. İkrime de: "Kim Kur'ân okursa, erzel-i ümüre düşürülmez" demiştir. Cenâb-ı Hak, "Allah hakkıyla bilen, kemâliyle kadir olandır" buyurmuştur. İbn Abbas bu ifadeye: "Allah, dost ve düşmanın ne yaptığını bilen ve istediği herşeye kadir olandır" manasını vermiştir.

Haşrin İsbatı

Bu ayet, âlim, hür ve irade sahibi fail bir ilahın varlığına delalet ettiği gibi, öldükten sonra dirilme ile Kıyametin varlığına da delalet eder. Bu böyledir, çünkü insan, mahzâ yokluktu. Derken Allah onu yoktan yarattı, sonra da ikinci kez onu yok etti. Binâenaleyh bu, o kimse ilk defa ma'dûm (yok) olup, onun ikinci kez yokluğa dönmesi de mümkün olunca, tıpkı bunun gibi, o mevcut olup sonra da yok olduğunda, onun tekrar varlık alemine dönmesinin mümkün olması gerektiğine delalet eder. Hem o nutfe iken ölüydü, sonra canlı oldu, daha sonra Oluverdi. Şu halde, ilk ölümü caiz olunca, ikinci ölüm de caiz olur. Tıpkı bunun gibi, ilk hayat mümkün olunca hayatın avdet etmesinin mümkün olması da gerekir. Hem insan, çocukluğunun başlangıcında hiçbir şey bilmeyen cehalet içinde bir varlık idi. Sonra da bilen, akleden ve anlayan bir hale geçiverdi. Bu sebeple o, erzel-i ümüre düşünce, çocukluk devresinin ilk zamanlarındaki duruma dönmüş olur ki, bu durum herhangi bir şeyi akledememesi ve anlayamamasıdır. Binaenaleyh, ilk defada aklın ve anlayışın olmaması, insanın, ömrünün sonunda aynen bizzat geriye dönmüş olur. Binaenaleyh, mevcut olup da sonradan zail olan aklın da, ikinci kez geriye dönmesinin caiz olması gerekir. Bu ifadelerin doğruluğu bu şekilde sabit olunca, ölüp de yok olan kimsenin, varlığının, hayatının ve aklının ikinci kez avdet etmesinin caiz olduğu sabit olur. Durum böyle olunca, öldükten sonra dirilmenin, haşir ve neşrin hak ve gerçek olduğu görüşü kesinlik kazanmış olur. Allah en iyisini bilendir.

Geçim Vesilelerinde Farklılık

71

"Allah rızık hususunda kiminizi kiminizden üstün kıldı. O üstün kılınanlar, onda hepsi eşit olmak üzere, azıklarım ellerinin altındakilere vermezler. O halde bunlar Allah'ın nimetini bilerek inkâr mı ediyorlar?".

Rızık Zekâya Göre Değildir

Bil ki bu, insanın bir başka halinin nazar-ı dikkate alınmasıdır. Bu böyledir, zira biz, insanların en zekisinin, en akıllı ve en anlayışlısının, ömrünü azıcık bir dünyalık elde etmek için tükettiğini, ama buna rağmen bunun ona müyesser ve nasip olmadığını; ama, insanların en cahilinin ve en az akıllı ve en az anlayışlı olanına da, dünyanın bütün kapılarının sonuna kadar açıldığını, hatırına gelen ve gönlünden geçirdiği her şeyi o anda elde ettiğini görmekteyiz. Binaenaleyh, şayet bunun sebebi, insanın çabalaması, sa'yi, gayreti, cehdi ve zekası olmuş olsaydı, o zaman en akıllı olanın, işte bu hususlarda en üstün ve en ileri durumda olması gerekirdi. Biz, en zeki olanın, en az payı; en cahil ve en ahmak, en hasîs olanın da en çok hisseyi aldığını gördüğümüzde, bunun, taksim eden (Allah)'ın taksimi sebebiyle olduğunu anlamış bulunuyoruz. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların maişetlerini aralarında biz taksim ederiz"(Zuhruf, 32) buyurmuştur. İmâm Şafii de şöyle demiştir: "Kaza ve kaderin mevcudiyetine delâlet eden delillerden birisi de, akıllı kimse sıkıntı içinde yaşarken, ahmak kimselerin ise, son derece güzel bir yaşayış içinde olmasıdır."

Bil ki bu farklılık, mala tahsis edilmemiştir. Aksine bu, zekilik-ahmaklık, güzellik -çirkinlik, akıllılık-sefihlik (kıt akıllılık), sağlık-hastalık, güzel isim, şan şeref (yâd) -çirkin isim vb. hususlarda da söz konusudur. Bu, sahili olmayan bir ummandır.

Ben yolculuğun birisinde, mal mülk sahibi kimselerden birisiyle beraberdim. O melikin malı çok, makamı muhteşemdi. Onun önünde, pekçok binit güdülür, sürülürdü. Ama o, onlardan herhangi birisine binemezdi (hastaydı). Yine çoğu kez, onun yanında iştah açıcı, gönlün arzu edeceği pekçok yemek ve güzel kokulu meyveler bulunduğu halde, yine o bunlardan hiçbirisini yiyemezdi. Halbuki içimizde öyleleri de vardı ki, kuvvetli bir bünyeye sahip olmasına rağmen, karnını doyuracak bir şey bulamıyordu. Binaenaleyh, bolluk içinde olan o melik, her ne kadar malı açısından o fakirden üstün idiyse de, ancak ne var ki bu fakir de, sıhhat ve kuvvet bakımından o melikten üstün idi. Bu, insanın nazar-ı itibara aldığında, hayretini artıran geniş bir mevzudur.

Ayetteki "O üstün kılınanlar, ...rızıklarını ellerinin altındakilere verici değillerdir..." buyruğu hakkında iki görüş vardır:

Rezzak Yalnız Allah'tır

Birinci Görüş: Bundan önceki cümlede mevzubahis edilen mutluluk ve -mutsuzluğun, ancak Allah tarafından olduğu hususunu iyice izah etmek kastedilmiştir. Buna göre mana şöyle olur: "Efendiler ve kölelerin tamamını biz rızıklandırıyoruz. Onlar, benim rızıklandırmam hususunda eşittirler. Öyleyse efendiler, rızık olarak terhangi bir şeyi kendi yanlarından kölelerine verdiklerini sanmasınlar. Bu, onların vasıtasıyla o kölelere vermiş olduğum benim rızkımdır." Bu sözün neticesi de, rızık verenin Allahü teâlâ olduğunu, mâlikin (köle ve mal sahibi kimselerin) kölelerine kendi katlarından rızık vermediklerini; tam aksine köteyi de efendiyi de rızıklandıranın Allahü teâlâ olduğunu beyan etmektir . Sözün özü şudur: Çoğu kez köle, efendisinden akıl yönünden daha mükemmel, cüsse olarak daha kuvvetli, iyi ve kötü şeylere daha fazla vukuf sahibidir. İşte bu, o köleyi zelîl; o efendiyi de aziz kılan Allah olduğuna delalet eder. Nitekim Cenâb-ı Hak, "... Kimi dilersem onun kadrini yükseltir, kimi dilersem onu alçaltınm"(Âl-i İmran, 26) buyurmuştur.

Şirkin Saçmalığı

İkinci Görüş: Bu ayetle, Allahü teâlâ'ya şirk koşan kimselere reddiyede bulunmak murad edilmiştir. Buna göre bu hususta şu iki izah yapılabilir:

a) Bu, put ve esnâme (heykellere) tapanlara bir reddiyedir. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiş olur: "Allah, efendileri kölelerine üstün kılmış ve köleyi efendisiyte beraber, herhangi bir mütke kadir kılmamış, onu mülk sahibi yapmamıştır. Binaenaleyh, madem ki sizler, mülkiyet hususunda kölelerinizi kendinize eşit ve denk kılmıyorsunuz, o halde daha nasıl ibadet olunma hususunda, bu cansız varlıkları, bana denk ve eş tutuyorsunuz?"

b) İbn Abbas (radıyallahü anh), bu ayetin, Necrân Hristiyanları hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Çünkü onlar, Hazret-i İsa'nın, Allah'ın oğlu olduğunu ileri sürüyorlardı. Buna göre mana, "Sizler, malik- olduğunuz şeylerde, size eşit ve denk olurlar diye, kölelerinizi mal mülk sahibi yapmıyorsunuz. O halde, daha nasıl, benim kutumu benim çocuğum ve ulûhiyyette benim ortağım kılabiliyorsunuz?"

Mülkiyette Eşitlik Olmaz

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onda hepsi eşit olacak tarzda" buyurmuştur. Bu ifadenin başındaki fâ harfi, hattâ manasındadır. Buna göre ayetin manası şöyle olur: "Rızkı bol verilenler, mallarını, kuleleriyle malca eşit olacak derecede, onlara vermezler."

Daha sonra Cenâb-ı Hak "O halde bunlar, Allah'ın nimetini bilerek inkâr mı ediyorlar?" buyurmuştur. Bu hususta iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Asım'ın Ravisi Ebu Bekr'in rivayetine göre Asım, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sizi Allah yarattı" (Nahl, 70) ve, "Allah kiminizi kiminizden üstün kıldı" (Nahl, 71) ifadelerinden dolayı muhatap sîgasıyla olmak üzere tâ ile techadûn şeklinde okurken, diğer kıraat İmamları ayetteki nüm (onlar) zamirinden dolayı yâ ile yechadûne şeklinde okumuşlardır. Ebû Ubeyde ve Ebu Hatim, haberin yakın olmasından dolayı bu ikinci kıraati (mana bakımından) tercih etmiştir. Hem, hitabın zahiri, müslumanlaradır. Halbuki müslümanlar, Allah'ın nimetlerini inkâr etmekte muhatab tutulmazlar.

Şirk Nankörlüktür

Cenâb-ı Hakk'ın, "O halde bunlar, Allah )n nimetini bilerek inkâr mı ediyorlar?" buyruğu ile, Allah'ın, bu delili, aleyhlerine olarak getirmiş olduğu müşriklere karşı bir yadırgama ve inkârın kasdedildiği hususunda şüphe yoktur. Buna göre eğer, "Onlar, putlara ibadet etmeleri sebebiyle Allah'ın kendilerine olan nimetini nasıl inkâr etmiş olurlar?" denilirse biz deriz ki:

Bu hususta, şu iki izah yapılabilir:

1) Her türlü hayrı veren Allahü teâlâ olup, kim de Allah'a ortak koşar ve o hayırların bir kısmını, koştukları o şeriklere nisbet ederse, böylece o kimse o hayırların Allah katından olduğunu inkâr etmiş olur. Hem tabiatçılarla müneccimler, bu nimetlerin pek çoğunu tabiata ve yıldızlara mal ederler ki, bu da onların, o nimetlerin Allah'tan olduğu hususunu inkâr ettiklerini gösterir.

2) Zeccâc şöyle demiştir: "Bununla şu kastedilmiştir: Allah, bu delillerini, her insanın anlayacağı bir biçimde açıklayıp ortaya koyunca, işte bu, insanlara Allah tarafından in'âm edilmiş olan büyük bir lütuf olmuş olur. İşte bu noktada Cenâb-ı Hak, "Bu delillerimi, beyyinelerimi izah edip beyân etmem hususundaki nimetlerimi mi inkâr ediyorlar?" buyurmuştur.

Üçüncü Mesele

Ayet-i kerimedeki efe bi ni'meti tabirinde bulunan bâ harf-i cerrinin, zâid olması mümkündür. Çünkü, "Cahade" fiili, bâ harf-i cerriyle müteaddî olmaz. Bu, tıpkı senin: "Huzi'l-hıtâme, huz bi'l-hitâmi" (yuları tut, al); "Ta'allaktu Zeyden, Ta'allaktu bi Zeydin" (Zeyd'e tütündüm...) demen gibidir. Buradaki "cahade" fiiliyle, küfür manasının kastedilmiş olması, böylece de, "Kefere - (inkâr etti) manasına geldiği için bâ ile taaddî etmiş olması da mümkündür. Allah en iyi bilendir.

Aile Yuvası

72

"Allah sizin için kendilerinizden çiftler yaptı. Size çiftlerinizden oğullar ve torunlar verdi ve sizi güzel güzel nimetlerden rızıklandırdı. Şimdi batıla inanıyorlar da onlar, Allah'ın nimetlerine nankörlük mü ediyorlar".

Bilesin ki bu, kendisiyle hakîm, hür ve irâde sahibi bir ilâhın varlığına istidlal edilmesi ve Allah'ın, kullarına bu denli nimetlerle in'âmda bulunduğuna dikkat çekmek için, insanların hallerinden, Allah'ın bahsettiği bir başka çeşit haldir. İmdi Cenâb-ı Hakk'ın "Allah sizin için kendilerinizden çiftler yaptı" buyruğunun manasının, bazı kimseler şöyle olduğunu söylemiştir: "Bununla, Cenâb-ı Hakk'ın Havva'yı Hazret-i Adem'in kaburgasından yaratması kastedilmiştir." Bu görüş zayıftır. Çünkü Hak teâlâ'nın, "Allahsızın için kendilerinizden çiftler yaptı" ifadesi, herkese bir hitaptır. Binaenaleyh bu ifadeyi, Hazret-i Adem ve Havva ile ilgili saymak delilin- aksinedir. Aksine bu hüküm bütün erkek ve dişiler hakkında genel bir hükümdür Buna göre mana, "Allahü teâlâ, kendileriyle erkekler evlensinler diye kadınları yarattı" şeklinde olur. Ayetteki enfüsiküm ifadesi, tıpkı, "nefislerinizi öldürün "(Bakara, 34) ve "nefsinize selam verin "(Nûr. 61) ayetlerinde olduğu gibidir. Yani "Birbirinizi öldürün, birbirinize selam verin" demektir. Bu ayetin bir benzeri de, "Size nefislerinizden, kendilerine ısınmanız için zevceler yaratmış olması, ...O'nun ayetlerindendir"(Rûm, 21) ayetidir. Doktorlar ve tabiatçılar şöyle derler: "Erkekle dişi arasındaki fark şu bakımdandır: Huy bakımından sıcak olan, erkektir, daha "rutubetli" ve soğuk olan ise kadındır." Bu görüşte olanlar sonra şöyle derler: "Menî erkeğin sağ husyesine dökülüp, sonra oradan kadının rahminin sağ tarafına dökülürse, çocuk tam bir erkek olur. Eğer meni erkeğin sol husyesine dökülür, oradan da kadının rahminin soluna dökülürse, çocuk tam bir dişi olur. Eğer menî, erkeğin sağ husyesine dökülür, oradan da kadının rahminin sol tarafına akarsa, çocuk dişi karakterinde bir erkek olur. Eğer meni erkeğin sol husyesine dökülür (toplanır), oradan da kadının rahminin sağ tarafına akarsa, çocuk, erkek karakterinde bir dişi olur."

Bil ki bu sözlerin neticesi şudur: Erkek olmanın sebebi, hararet (sıcaklık) ve kuruluk; kadın olmanın sebebi ise, soğukluk ve rutubettir. Bu sebep, son derece tutarsızdır. Biz, kadınlar arasında mizaç ve huyu son derece sıcak olan; yine erkekler arasında da mizaç ve huyu son derece soğuk olan kimseler görmekteyiz. Binâenaleyh eğer erkek veya dişi olmanın sebebi bu olsaydı, o zaman böyle kimselerin bulunması imkânsız olurdu. Böylece, erkeği ve dişiyi yaratanın hakîm ve kadîm bir ilah oimuş olduğu sabit olur ve bu delil ile de Hak teâlâ'nın, "Allah sizin için kendilerinizden çiftler yaptı" buyruğunun yerinde olduğu ortaya çıkar.

Torunlar

Cenâb-ı Allah, daha sonra "Size çiftlerinizden oğullar ve torunlar verdi" buyurmuştur. Vahidî, "hafede" kelimesinin aslının, "hizmette ve çalışmada hızlı olmak" manasındaki, "hafdü" masdarından olduğunu; nitekim Arapça'da birisi koştuğunda, birşeyi çabucak yaptığında, Hafede-Yahfidü-Hafden-Hufûd ve Hafedân" denildiğini; Kunut duasında da ve nahfidu "(Rabbim) sadece sana koşar, senin için acele ederiz" denilişinin de bu manada olduğunu söylemiştir. "Hafede" kelimesi, "hâfid" kelimesinin çoğuludur. "Hâfid" ise, sana hizmete koşan ve sana itaat etmede adeta yarışan herkestir. Bunun cem'i tâ'sız olarak, tıpkı "rasadü" (gözcüler) gibi, "hafedü" şeklinde gelir. O halde Arapça'da "hafedetü" kelimesi, yardımcılar ve hizmetçiler demektir. Bu ayette geçen "hafedetü" kelimesi ile, erkeğin, hanımı tarafından olan yardımcılarının kastedilmiş olması gerekir. Çünkü Allahü teâlâ, "Size çiftlerinizden (eşlerinizden), oğullar ve hafede verdi" buyurmuştur. O halde, kadın (eş) tarafından olmayan "hafede", bu ayetin muhtevasına girmezler. Bunu iyice kavradığın zaman biz diyoruz ki: Bunların damadlar, evlilik dolayısı ile hısım olan kimseler ve çocuğun çocuğu (torunlar) olduğu ileri sürülmüştür ki bu hususta evlâ olan görüş, hepsinin bu sözün kapsamına girmiş olmasıdır. Çünkü biz, lafzın, bahsettiğimiz müşterek manasından ötürü hepsine muhtemel olduğunu beyan etmiştik.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Sizi güzel nimetlerden rızıklandırdı" buyurmuştur. Allah, evlilik vasıtasıyla kullarına, lütuflarda bulunduğundan ve evlilikte çeşitli fayda ve maslahatlar olduğundan bahsedince, ister meyve, tahıl ve meşrubat gibi bitkilerden, isterse hayvanlardan olsun, onlara güzel yiyecekler vererek de lütufta bulunduğunu belirtmiştir.

Daha sonra da "Şimdi batıla mı inanıyorlar?" buyurmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh), bu ayetteki "batıl" ile "putların" kastedildiğini söylerken; Mukâtil, bununla "şeytanların" kastedildiğini söylemiştir. Atâ da bu ifadeye, "Onlar, benim bir ortağımın, eşimin ve çocuğumun olduğuna mı inanıyorlar" manasını vermiştir.

Daha sonra da "ve Allah'ın nimetlerine nankörlük mü ediyorlar?" buyurmuştur. Bu, "o nimetleri Allah'a mal etmeyerek ve Allah'tan başkasına nisbet etmek suretiyle nankörlük mü ediyorlar?" demektir. Bu ifade ile ilgili bir başka açıklama da şöyledir: Allahü teâlâ "Sizi güzel güzel nimetlerden rızıklandırdı" buyurunca, bundan sonra da, "Şimdi batıla inanıyorlar da onlar, Allah'ın nimetlerine nankörlük mü ediyorlar!" buyurmuştur. Bununla onların, Allah'ın helâl kıldığı "bahîra", "sâibe" ve "vasîle" gibi (Bkz. Maide, 103) hayvanları kendilerine haram kılmaları ve Allah'ın haram kıldığı, leş, kan, domuz eti ve putlar adına kesilen hayvanlar gibi şeyleri, kendilerine helâl kılmaları kastedilmiştir. Yani, "Onlar, niçin bu bâtıl hükümleri ileri sürmüş ve tayyibatı (güzel ve hoş şeyleri) helâl, çirkin şeyleri haram kılma hususunda, Allah'ın nimetlerini inkâr etmiş ve nankörlük yapmışlardır" demektir. Allah en iyi bilendir.

Putların Güçsüzlüğü

73

Âyetin tefsiri için bak:74

74

"Allah'ı bırakıp da kendileri için ne göklerden, ne yerden hiçbir rızka, hiçbir şeye malik olmayan ve buna güçleri dahi yetmeyen şeylere taparlar. Artık Allah için darb-ı meseller (teşbihler) yapmayın. Çünkü Allah bilir, siz bilmezsiniz".

Bil ki Allahü teâlâ, tevhidin pek çok delilini açıklayıp, bunlar da tevhidin doğruluğunun delilleri olduğu için, aynı şekilde kıymetli ve yüce nimetlerinin çeşitlerini saymaya başlamış ve sonra da bu ayette, putperestlere reddiye olsun diye, "Allah'ı bırakıp da kendileri için ne göklerden, ne yerden hiç bir rızka, hiçbir şeye malik olmayan ve buna güçleri dahi yetmeyen şeylere taparlar" buyurmuştur."Göklerden olan rızık" ile, gök tarafından gelen yağmur; "yerden olan rızık" ile de, yerden biten meyve ve bitkiler kastedilmiştir. O halde, ayetteki "göklerden ve yerden" ifadesi, "nekire" olan "rızık" kelimesinin sıfatıdır. Buna göre sanki "o putlar, kendilerine tapanlara, yağmur ve bitki nâmına herhangi bir rızık verme gücüne sahip değillerdir" denilmektedir. Ahfeş, ayetteki "şey" kelimesinin, "rızık" kelimesinden bedel olduğunu, buna göre mananın, "Onlar rızkın ne azına; ne çoğuna sahip değiller" şeklinde olduğunu söylemiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Buna güçlen dahi yetmez" buyurmuştur. Bu ifadenin söylenmesindeki hikmet şudur: Herhangi bir şeye mâiik olmayan bir kimse, bazan herhangi bir yolla birşey elde edebilmekle tavsif edilebilir. Bundan dolayı Allahü teâlâ, bu putların birşeye mâlik olmaları şöyle dursun, birşeye mâiik olma güçlerinin dahi olmadığını beyan buyurmuştur.

Buna göre şayet, "Allahü teâlâ, "Onlar, Allah'ı bırakıp da...hiçbir şeye malik olmayan...şeylere taparlar" buyurmuş ve bu ifadede putları, cansız varlıklar için kullanılan mâ edatı ile ifade etmiş, sonra da akıl sahipleri için kullanılan bir sîga ile onlar için "Güçleri yetmez" ifadesini kullanmıştır. Dolayısıyla bu iki husus nasıl birleştirilebilir?" denilirse, buna şöyle cevap verilir: "Allahü teâlâ, gerçekte hakikat olan şeyi, asıl durumu, (yani onların cansız oluşunu nazar-ı dikkate alarak) mâ lafzını; putperestlerin, o putlara ilah olarak inanmalarını (onları canlı-güçlü varlık saymalarını) nazar-ı dikkate alarak, (akıllı varlıklar için kullanılan) vav-nûn ile yapılmış (cemi müzekker) sîğâsını kullanmıştır.

Hak teâlâ, sonra "Artık Allah için darb-ı meseller (teşbihler) yapmayın!" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili çeşitli izahlar yapılmıştır:

1) Müfessirler şöyle demiştir: "Bu, "O'nu, mahlûkatına teşbih etmeyin, benzetmeyin" demektir.

2) Zeccâc şöyle demiştir: "Bu, "Allah için eşler, misiller ve denkler kılmayın. Çünkü O eşi, benzeri, misli olmayan tektir" demektir.

3) Ben derim ki: Bununla, putperestlerin şöyle demelerinin kastedilmiş olması muhtemeldir: "Alemin ilahı, bizden birisinin kendisine tapmasından yüce ve münezzehtir. Aksine biz, yıldızlara ve putlara ibadet edebiliriz. Sonra yıldızlar ve putlar da en büyük ilaha (Allah'a) ibadet ederler. Bunun delili, örfümüzdür. Çünkü rütbe ve mevki bakımından aşağıda olan insanfar, ancak padişahın huzurundaki (katındaki) büyük ve şerefli kimselere hizmet edebilirler. O büyük kimseler de padişaha hizmet ederler. İşte burada da böyledir." Binaenaleyh yüce Rabbimiz, bu konuda, o putperestlere, "Putlara ve yıldızlara ibadeti bırakın. İleri sürdüğünüz o benzetmeleri Allah için yapmayın. Kadir ve hakîm ilaha ibadette ihlaslı olunuz, buna şirk karıştırmayınız" buyurmuştur.

Daha sonra, Cenâb-ı Allah, "Çünkü Allah bilir, siz bilmezsiniz" buyurmuştur. Bu buyruk ile ilgili olarak şu iki izah yapılmıştır:

1) "O putlara ibadetiniz sebebi ile, başınıza gelecek o ebedî azabı, siz değil, Allah bilir. Eğer siz o auta bilseydiniz, putlara ibadeti bırakırdınız."

2) "Allahü teâlâ sizin, puta tapmanızı yasaklamıştır. Binâenaleyh hem onlara tapmayın, hem de tutunduğunuz "Kralın kullarına kulluk etmek, krala kulluk etmekten daha fazla saygıyı ifade eder" şeklindeki (saçma) delilinizi bırakın. Çünkü bu bir kıyastır. Nass bulunduğu durumda kıyasın yapılmaması gerekir. İşte bundan ötürü Allahü teâlâ, "Allah bilir, siz bilmezsiniz" buyurmuştur.

Şirki Çürüten Başka Delil

75

"Allah şöyle bir darb-ı meselde (benzetmede) bulundu: Hiçbirşeye gücü yetmeyen, kendisine başkasının sahip olduğu bir köle ile kendisine tarafımızdan güzel bir rızık nasip ettiğimiz ve ondan gizli-aşikar harcayıp duran bir (hür) kişi... Hiç bunlar müsavi olurlar mı? Hamd Allah'ındır. Hayır, onların çoğu bilmezler".

Bil ki Allahü teâlâ, putperestlerin inançlarının batıl oluşunu, bir misal ile de te'kid etmiştir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetteki meselin (benzetmenin) izahı hususunda iki görüş vardır:

1) Bununla, "Biz, kendiliğinden bir şey yapmaya gücü olmayan bir köle ile, gizli-âşikâr, çokça infâk eden, zengin ve cömert olan bir hür insanı düşünelim. Akıl açık ve kesin olarak, saygı duyulma bakımından bu ikisinin birbirine denk olamayacağına şehadet eder. Binaenaleyh yaratılış, şekil ve insan olma bakımından denk olmalarına rağmen, nasıl bu ikisini denk saymak mümkün değilse, rızık vermeye ve lutfetmeye kadir olan Allah ile, hiçbirşeye sahip olmayan ve kesiniikle hiçbirşey yapamayacak olan putları eşit ve denk saymak nasıl uygun olabilir?" manası kastedilmiştir.

2) Ayetteki, "hiçbirşeye gücü yetmeyen, kendisine başkasının sahip olduğu bir köle" ifadesi ile, kâfir kastedilmiştir. Çünkü kâfir, Allah'a kulluktan ve itaatten mahrum olarak kalınca, adetâ, zelil, fakir ve âciz olan bir köle gibi olmuş olur. Ayetteki, "Kendisine tarafımızdan güzel bir rızık nasîb ettiğimiz..." tabiri ile de, Allah'ın emirlerine saygı gösteren ve mahlûkata şefkatli olan mü'min kastedilmiştir. Böylece Allahü teâlâ, makam, şeref, mertebe ve Allah'ın rızasına yakın olma bakımından bu ikisinin denk olmayacağını beyan buyurmuştur. Bil ki birinci görüş doğruya daha yakındır. Çünkü bu ayetin öncesi ve sonrası, Allah'ın birliğini isbat ve müşriklere red konusunda gelmiştir. Binâenaleyh ayeti bu manaya hamletmek daha evladır.

İkinci Mesele

Alimler, ayetteki "Hiçbir şeye gücü yetmeyen, kendisine başkasının sahip olduğu bir köle" ifadesi ile ne kasdedildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir:

1) "Bundan maksat putlardır. Çünkü, "Göklerde ve yerde olan herkes, istisnasız olarak, Rahman'a mutlaka kul olarak gelecektir"(Meryem, 93) ayetinin delalet ettiği gibi, putlar da kul-köledir. Onların hiçbir şeye gücü yetmeyen, kendilerine sahip olunan şey olmalarına gelince, bu açıktır. Ayetteki, "Kendisine tarafımızdan güzel bir rızık nasip ettiğimiz ve ondan gizli aşikâr harcayıp duran" ifadesi ile de putperestler kastedilmiştir. Çünkü Allahü teâlâ onlara mal vermiş, onlar da o maldan hem kendileri için, hem de kendilerine bağlı olanlara gizli-açık harcarlar" denilmiştir.

Bunun böyle olduğu sâbtt olunca biz diyoruz ki: "Bu iki taraf, aklın açıkça gösterdiği gibi eşit olamaz. Aksine akıl, gücü olanın, aciz olandan daha iyi ve üstün olduğuna şehadet eder. İşte böylece akıl, puta tapanların putlardan üstün olduklarına şehadet eder. Öyleyse artık nasıl olur da putun, kulluk edilmede, alemlerin Rabbi Allah'a denk olmasına hükmedilebilir.

2) Bu tabir ile, belli bir köle kastedilmiştir. O kölenin, Hazret-i Osman b. Affan (radıyallahü anh)'ın kölesi olduğu rivayet edilmiştir. Bu görüşte olanlar, "Kendilerine tarafımızdan bir rızık nasip ettiğimiz (kişi)" ifadesinin de, Hazret-i Osman'la alakalı olduğunu söylemişlerdir.

3) "Bu, bu özellikte olan her köle ve her hür kişi hakkında genel bir ifadedir." Bu görüş daha açıktır. Çünkü bu, Allah'ın ayetteki muradına daha uygundur. Allah en iyi bilendir.

Kölenin Durumu

Fakihler, kölenin hiçbir şeye malik ve sahip olamayacağı görüşüne, bu ayetle istidlal etmiştir.

Buna göre şayet, "Ayetin zahiri, herhangibir kölenin herhangibir şeye kadir olamayacağını ifade etmektedir. Öyle ise siz niçin, her kölenin böyle olduğunu söylüyorsunuz?" denilirse, biz deriz ki: Buna şu iki şey delâlet etmektedir:

1) Fıkıh usulünde, "uygun bir sıfatın peşinden gelen hüküm, o sıfatın o hükmün illeti (sebebi) olduğuna delalet eder" şeklinde bir kaide yer alır. Binaenaleyh o kimsenin köle olması, güçsüz ve zelil olduğunu ihsas ettiren bir vasıftır. Ayetteki, "Hiçbirşeye gücü yetmez" ifadesi de, bu vasfın (sıfatın) peşisıra getirilmiş bir hükümdür. Binaenaleyh bu, hiçbir şeye gücü yetmemenin, sahip olamamanın illetinin, onun köle oluşu olmasını gerektirir. İşte bu izah ile de, ayetin genel olduğu sabit olmuş olur.

2) Allahü teâlâ, bu ifadenin hemen peşinden, "Kendisine tarafımızdan güzel bir rızık nasip ettiğimiz..." buyurmuş ve ikinci kısmı birinci kısımdan, yani köleden, bu sıfatla, yani kendisine güzel rızık verilmiş olması vasfı ile ayırmıştır. Binaenaleyh birinci kısımla ikinci kısım arasında bir ayırım olabilmesi için, bu sıfatın kölede bulunmaması gerekir. Dolayısıyla eğer köle de mâlik olabilecek olsaydı, Allahü teâlâ, ona da güzel bir rızık nasip etmiş olurdu. Çünkü helâl mal-mülk, az da olsa, çok da olsa, güzel renktir. Böyfece bu iki izah ile, ayetin zahirinin, kölenin hiçbirşeye sahip ve malik olmamasını gerektirdiği sabit olmuş olur.

Sonra âlimler bu hususta ihtilaf etmişler: İbn Abbas ve başka bazılarından, bu hususta çok şiddetli hükümler rivayet edilmiştir. Mesela İbn Abbas (radıyallahü anh) kölenin talak (boşama) yetkisinin bile olmadığını söylemiştir. Ekseri fakihler (müetehidler) ise, kölenin hanımını boşama yetkisi olduğunu, ancak mala ve mal ile ilgili herhangibir şeye malik olamayacağına hükmetmişlerdir. Yine âlimler, efendisi köleye birşey verip, onu ona sahip ve malik kıldığında, kölenin o mala malik olup olamayacağı hususunda da ihtilaf etmişlerdir ki, ayetin zahiri, ona sahip olmasına münafidir.

Bazı Sorular

Geriye ayetle ilgili birkaç soru kalır:

Birinci Soru: Cenâb-ı Hak, her köle, sahip olunmuş ve tasarrufa kadir olmadığı halde daha niçin, "Hiçbirşeye gücü yetmeyen, kendisine başkasının sahip olduğu bir köle" diye tavsîf etmiştir. Biz deriz ki, "Burada "köle" kelimesinin zikredilmesi, onunla hür olanın farklı olduğunu göstermek içindir. Çünkü hür hakkında da bazan, "O, Allah'ın kulu-kölesidir" denilir. Ayetteki, "Hiçbirşeye gücü yetmeyen "tabiri de, bahsedilen bu köle ile, "mükâteb" ve "me'zun" (tasarrufa izin verilmiş) köle arasındaki farkı göstermek için getirilmiştir. Çünkü bu iki çeşit köle, tasarrufta bulunabilirler.

İkinci Soru: "Ayetteki, "Kendisine... rızık nasip ettiğimiz" ifadesindeki men edatı, nedir?" Biz deriz ki: "Zahire göre bu, "mevsûfe"dir. Sanki köleye denk düşsün diye, "Kendisine rızık nasip ettiğimiz bir hür" denilmiştir. Bunun "mevsûle" olması da imkânsız değildir.

Üçüncü Soru: Cenâb-ı Hak niçin ayette, iki kişi hakkında cemi olarak, "Bunlar müsavî olurlar mı?" buyurmuştur. Deriz ki bu: "Hürler ve köleler, denk midir?" manasındadır.

el-Hamdülillah'ın Buradaki Manası

Daha sonra Cenâb-ı Hak, el-hamdü lillâh "Hamd Allah'ındır" buyurmuştur. Bu hususta da şu izahlar yapılmıştır:

1) İbn Abbas (radıyallahü anh), "Bu, Allah'ın velilerine, dostlarına verdiklerine ve tevhidi nasip etmesine mukabil yapılacak bütün hamdler, Allah'adır" manasınadır" demiştir.

2) Bu, "Bütün hamdler Allah'ındır. Hiçbir hamd putlara âit olamaz. Çünkü putların hiçbir insanda bir nimet ve lütfü yoktur" demektir. Buna göre ayetteki, "Hayır, onların çoğu bilmezler" ifadesi de, "Onlar, bütün hamdlerin Allah'a ait olduğunu, hiçbir hamdin putlar için olamayacağını bilemezler" demektir.

3) Kâdî, tefsirinde şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hak peygamberine, "De ki:"Hamd Allah'ındır" manasında el-hamdülillâh buyurmuştur. Bunun, Allahü teâlâ'nın kendilerine güzel bir rızık verdiği kimselere bir hitap olması ve onların, bu kudret ve rızık hususunda kendilerini o âciz kölelerden üstün kılmasına karşılık Allah'a hamd etmelerinin istenmiş olması da muhtemeldir.

4) Bununla şu mana da kasdedilmiş olabilir: "Allahü teâlâ bu darb-ı meseli zikredip, bu da maksadı en güzel bir biçimde ortaya koyup anlatan bir mesel olunca, bunun peşisıra Allahü teâlâ "elhamdülillah" demiştir ki bu, "Bu hüccetin kuvvetli ve delilin açık olmasından ötürü, Hamd Allah'adır" demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Hayır, onların çoğu bilmezler" buyurmuştur. Bu, "Bunlar son derece açık ve net olmasına rağmen, bu sapıklar bunları anlayamazlar" demektir.

Şirke Bir Darbe Daha

76

"Allah şu iki kişiyi de misal getirdi: Bunlardan birisi dilsiz, hiçbir şeyi beceremeyen ve efendisinin üstünde bir yük olandır. O, bunu nereye gönderse bir şey beceremez (hayır getirmez). Hiç bu kimse, adaletle emreden ve kendisi dosdoğru bir yo) üzerinde bu)unan kişi i)e bir olur mu?".

Bil ki Allahü teâlâ, putlara ye heykellere tapanların inançlarının, bu ikinci darb-ı mesel ile de batıl olduğunu göstermiştir. Bunu şu şekilde izah edebiliriz: Her ikisi de insan olma açısından eşit (aynı) olmalarına rağmen., dilsiz ve aciz olan kimsenin, fazilet ve şeref bakımından, kadir, kâmil, konuşan bir kimseye denk olamayacağı, ilk anda akıl tarafından kabul edildiğine göre, cansız varlıkların, ilah olmada âlemlerin Rabbine denk olamayacağını söylemek haydi haydi evlâdır. Sonra diyoruz ki: Ayetle ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Allahü teâlâ, bu ayette bahsedilen iki kişiden birincisini şöyle birtakım sıfatlarla tavsif etmiştir:

Birinci Sıfat: Ebkem (dilsiz) olma... "Ebkem"in ne demek olduğu hususunda, tamamı, Vahidinin naklettiği şu gibi izahlar vardır:

1) Ebu Zeyd şöyle demiştir: "Arapça'da, "Racülün Ebkemü" denilir ki bu, "konuşmayan ve sözün gelişine uygun düşmeyen fazla kelimeler kullanan" demektir. Bu manada "Bekime - Yebkemü - Bekemen ve Bekâmeten" fiili kullanılır. "Ebkem" güzel konuşamayan, kekeme demektir.

2) Sa'leb, İbnü'l-A'râbî'nin: "Ebkem, akledemeyen, düşünemeyen kimsedir" dediğini nakletmiştir.

3) Zeccâc, "Ebkem, duymayan, görmeyen, baygın kimse demektir" demiştir.

İkinci Sıfat: "Hiçbir şeyi beceremeyen"dir. Bu da, o kimsenin tamamen âciz ve eksik olduğuna bir işarettir.

Üçüncü Sıfat: "efendisinin üstünde bir yük" olmasıdır. Yani, o dilsiz ve âciz kimse, efendisine (sahibine) bir yüktür. Me'ânî âlimleri şöyle demişlerdir: "Keli" kelimesi aslında, "keskin ince ağızlı"nın zıddı olan, "kalın" manasınadır. Nitekim Arapça'da, bıçağın ağzı kalınlaşıp kesmediği zaman, "Kelle's-sikkînu"; yine insanın dili ağzında kalınlaşıp konuşamadığı zaman, "Kelle lisânuhû" ve bir iş birisine zor gelip, o kimse ona gitmediği zaman, "Kelle fulanun 'ani'l-emrl" denilir O halde bu tabirin manası, "O kimse, efendisi üzerinde bir yük ve bir ağırlıktır" şeklindedir.

Dördüncü Sıfat: "O, bunu nereye gönderse bir hayır getirmez" ifadesinin anlattığı husustur. Bu, "Efendisi, onu nereye gönderse..." demektir. "Tevcih", senin arkadaşını, adamını belli bir tarafa (veçhe) göndermendir.

Nitekim Arapça'da, "Veccehtühü ila mevdı' keza fe-teveccehe ileyhi," "Onu, falanca yere yönlendirdim, gönderdim de, o da oraya gitti" denilir. O halde "bir hayır getirmez" ifadesi, "O, işi güzelce yapamayan ve anlayamayan bir âcizdir" demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, yani, "Bu dört sıfatı taşıyan ile, adaleti emreden kimse hiç bir olur mu?" buyurmuştur. Bil ki adaleti emredenin, konuşma kabiliyetinin olması gerekir. Aksi halde emredemez. Yine onun kadir (güç sahibi) olması gerekir. Çünkü onun âmir olması, makamının yüce olduğunu göstermektedir. Amir (emreden) olma da, ancak kadir olma ile mümkün olur. Yine onun, adalet ile zulmü birbirinden ayırdedebilmesi için, âlim olması gerekir. Böylece, bu ikinci şahsın, "adaleti emretme" ile tavsif edilmesinin, kâdir ve âlim olmasını ihtiva ettiği;"emreden" olmasının da, birincinin dilsiz olmasına ters olduğu; ikincisinin kadir olmasının, birincisinin, hiçbirşeye kadir olmama ve efendisine yük olmasına ters olduğu ve yine ikincisinin âlim olmasının, birincisinin hayır getirmez, işe yaramaz oluşuna ters düştüğü sabit olmuş olur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Kendisi dosdoğru bir yol üzerindedir" buyurmuştur. Bu, onun âdil olup zulüm ile abesten (boş işten) beri olması demektir. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz diyoruz ki: Birincisi ile ikincisinin birbirine denk olmayacaklarını akıl açıkça gösterir. İşte Allah ile putlar meselesinde de böyledir. Allah en iyi bilendir.

İkinci Mesele

Bu mesel (benzetme) ile ne kasdedildiği hususunda, tıpkı geçen darb-ı meselde olduğu gibi, şöyle çeşitli görüşler vardır:

Birinci Görüş: Mücâhid: "Bütün bunlar, mahlûkatın ilâhı ile, O'nun dışında ilah olduğu iddia edilen batıl şeylerin meselidir. Mesel dilsiz putun meselidir, durumudur. Çünkü o, kesinlikle konuşamaz; "Hiçbir şeyi becerememe" de, putun meseli ve halidir. Hem sonra putlar, kendilerine tapanlar üzerinde de bir yüktürler. Çünkü onlar, tapanlara birşey vermezler, ama tapanlar onlar uğruna harcamalarda bulunurlar. Hem sonra, onları hangi bir işe sevketsen, hayır getirmezler. Ama "adaleti emreden..." ise, Allahü teâlâ'dır" demiştir.

İkinci Görüş; Ayette geçen "dikiz" ile, Hazret-i Osman'ın kölesi kastedilmiştir. Çünkü o köle ne İslâmiyet'ten hoşlanıyordu, ne de kendisinde bir hayır vardı. Ayetteki, "Efendisi" ifadesi ile de, Hazret-i .Osman (radıyallahü anh) kastedilmiştir. Çünkü o, adaleti emreder ve çok kuvvetli bir din, dosdoğru bir yol üzere idi.

Üçüncü Görüş: "Bununla o kötü sıfatları taşıyan her köle ve kendisinde o güzel tatlar bulunan, her hür kastedilmiştir." Bu görüş, birincisinden daha evlâdır. Çünkü Allahü teâlâ'nın, ayette bahsedilen bu iki şahsı, "iki kişi" diye tavsif etmesi, bunun putlar manasına hamledilmesine manidir. "Dilsiz, yük olan ve hiçbir işe yaramayan" olarak tavsif edilme de böyledir. Yine ikincisinin, sırat-ı müstakim üzere olmakla tavsif edilmesi de, bunun "Allahü teâlâ" olarak tefsir edilmesine manidir. Hem sonra, bu ifadelerin esas maksadı, herhangi bir hususta bir şekli diğer şekle benzetmektir. Bu benzetme de ancak, iki şekilden birisi diğerinden başka olursa, tam olur.

İkinci görüş de zayıftır. Çünkü ayetin maksadı, bahsedilen sıfatları taşıyan iki şahsın arasındaki farkı ortaya koymaktır. Bu ise, belli bir şahısla ilgili olamaz. Aksine ne zaman, bahsedilen sıfatlar hususunda farklılık meydana gelirse, maksad hasıl olur. Allah en iyi bilendir.

İlahi Kudretin Tezahürleri

77

Âyetin tefsiri için bak:79

78

Âyetin tefsiri için bak:79

79

"Göklerin ve yerin gaybını bilmek Allah a mahsustur. Kıyamet saatinin hâli de, ancak bir göz açıp kapama gibidir. Yahut o, daha kısa bir zamandır. Çünkü Allah, herşeye hakkıyla kadirdir. Allah sizi, analarınızın karınlarından. siz hiçbirşey bilmeksizin çıkardı. Size, şükredesiniz diye, kulaklar, gözler ve gönüller verdi. Umulur ki şükredersiniz. Yer ile gök arasında müsahhar olarak uçuşan kuşları görmediler mi? Onları orada, Allah'tan başkası tutmuyor Bunda, iman edecek kimseler için nice deliller vardır".

Bil ki Allahü teâlâ, önceki ayette, kâfirleri, konuşamayan, âciz, dilsiz kimselere, kendisini de adaleti emreden ve sırat-ı müstakim üzere olan kimseye benzetince ve bu ikinci şahsın, adaleti emredip, sırat-ı müstakim üzere oluşu da, ancak onun ilim ve kudret bakımından kâmil ve mükemmel olması halinde mümkün olabileceği malum olunca, bu ayette kendisinin ilim ve kudret bakımından kâmil oluşunu anlatmıştır. O'nun ilminin kâmil oluşunun izahı, "Göklerin ve yerin gaybı Allah'a mahsustur" ayeti ile yapılmıştır. Bu, "Allah, göklerin ve yerin gaybını bilir" demektir. Hem sonra bu ayet, hasr (sadece) manası ifade edip, "Bu gayblan bilmek sadece Allah'a mahsustur" demektir.

O'nun kudretinin mükemmel oluşu da, "Kıyamet hali de, ancak bir göz açıp kapama gibidir. Yahut o, daha kısa bir zamandır" ayeti ile anlatılmıştır. "Sâ'at", kıyametin koptuğu vakit demektir. Kıyamete, insanı ansızın (es'-saat) yakalayacağı ve bütün canlılar tek bir sayha (çığlık-ses) ile öleceği için "sa'at" denilmiştir.

(......) buyruğunda geçen "Lemh", "çabucak bakmak" demektir. Nitekim Arapça'da bu manada, "Lemehahû bi-basarihı-lemehân ve lemehânen" denilir. Buna göre mana, "Kıyametin kopuşu, hızlılık açısından, ancak bir göz açıp-kapama gibidir" şeklinde olur. Bundan murad, Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin çok mükemmel olduğunu anlatmaktır. Ayetteki, "O, daha yakındır" ifadesinin manası ise şudur: "Göz açıp-kapama, cismin görüntüsünün, göz bebeğinin en üstünden en altına geçmesi demektir. Göz bebeğinin, birtakım atomlardan meydana geldiğinde şüphe yok. O halde "lemhu'l-basar" kendisi ile göz bebeğinin yüzeyinin oluştuğu o parçaların tamamına uğramak demektir. O parçaların çok olduğunda şüphe yoktur. Lemh-i basarın gerçekleştiği zaman bölümü de, elbette peşpeşe anlardan ibarettir. Allahü teâlâ ise, Kıyameti, o anların her birinde koparmaya kadirdir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Yahut o, daha kısa bir zamandır" buyrmuştur. Ancak ne var ki, bizim aklımız ve fikrimize göre, hadiselerin ve hallerin en hızlısı, göz açıp kapamak olduğu için, pek yerinde olarak, Cenâb-ı Hak bunu zikretmiş, akabinde de, biraz önce bahsetmiş olduğumuz hususa dikkat çekmek üzere "Yahut o, daha kısa 6ir zamandır" buyurmuştur. Bu ifâdenin başındaki "ev" edatı ile, şüphe (şek) manası kastedilmediğinde, aksine bununla "tam aksine, o daha kıza bir zamandır" manası kastedilmiş olduğunda şüphe yoktur. Zeccâc şöyle demektedir: "Bununla, bu işin, muhataplara müphem (kapalı) bırakılması kastedilmiştir. Çünkü Allahü teâlâ o Kıyameti ya göz açıp kapama miktarında veya ondan daha kısa bir sürede getirir. Kadı şöyle demektedir: "Bu, doğru değildir; çünkü Kıyametin kopma zamanı, teklif (yükümlülük) zamanı değildir ki, "Allahü teâlâ o Kıyameti herhangi bir zamanda getirir" denilebilsin. Aksine, gerekli olan Allahü teâlâ'nın, o kıyameti, tek bir defada bir anda yaratmasıdır. Göklerin ve yerin ilk yaratılması, zikrettiğimiz bu durumdan farklıdır. Zira o hal, teklif halidir, dolayısıyla onları da -melaikenin faydalanması itibariyle- yaratması imkânsız değildir.

Bil ki bu itiraz, ancak Kâdî'nin görüşüne göre doğru olur. Ama bizim, "Allahü teâlâ, istediğini yapar, dilediğine hükmeder" şeklindeki görüşümüze göre, bu açıklamanın bir önemi yoktur. Allah en iyisini bilendir.

İnsanın Bilgisiz Olarak Dünyaya Gelmesi

Daha sonra Cenâb-ı Hak, hür ve irade sahibi bir yaratıcının varlığına delalet eden delillere dönerek "Allah sizi, analarınızın karınlarından, siz hiçbir şey bilmeksizin çıkardı" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Hamza ve Kisaî, hemzenin kesresiyle immehâtikum, imamlar ise hemzenin dammesiyle ümmehâtikum şeklinde okumuşlardır.

İkinci Mesele

Ümmehâtikum kelimesinin aslı, ummâtikum'dur. Ancak, ne var ki, fiiline hâ ilave edilerek, "Ehrâka" denildiği gibi, buna da, hâ ilave edilmiştir. Bunun müfredine, şairin "Handef annem; ye's, ümitsizlik de babamdır" ifadesindeki hâ ilâve edilmesi şazdır.

İnsanın Dünyaya Geldiğinde Cehaleti

İnsan, fıtratı itibariyle, her şeyin bilgisinden uzak ve azade olarak yaratılmıştır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Size, şükredesiniz diye, kulaklar, gözler ve gönüller verdi" buyurmuştur. Bunun manası, "İnsan nefsi yaratılışının başlangıcında marifetullahdan ve ilimlerden yoksun olarak yaratılınca, Cenâb-ı Hak ona, bu ilim ve bilgilerden istifade etmesi için bu hissetme ve algılama kabiliyetini vermiştir. Bu konudaki söz, daha fazla izahı gerektirmektedir. Buna göre biz diyoruz ki: Tasavvurât ve tasdîkat, ya kesbî olur veya bedîhî olur. Kesbî olanlar terkibât-ı bedîhiyye (yani bedihî mukaddimeler) vasıtasıyla elde edilirler. Dolayısıyla, bedîhî olan bilgilerin, daha önce bulunmuş olması gerekir.

Zarurî ve Kesbî Bilgiler

Bu noktada, bir kimse şöyle bir soru sorabilir: Bu bedîhî ilimlerin ya, biz yaratıldığımızdan beri mevcut olduğunun veyahut da böyle olmadığının söylenilmesi gerekir. Birinci durum batıldır, çünkü biz, anamızın karnında bir yavru halinde iken, "Menfî ile müsbet bir arada bulunamaz"; "Bütün, parçasından daha büyüktür" diye bir şey bilmediğimizi, zarurî (kesin) olarak bilmekteyiz. İkincisine gelince, bu, bu bedîhî ilimlerin, daha önce mevcut değilken, bizde meydana gelmiş olmalarını gerektirir. Bu durumda, onlar da kesb ve taleb ile elde edilmiş olurlar. Kesbî olan her şeyden önceyse, başka bilgilerin bulunmuş olması gerekir. O halde bedihî ilimler de kesbîdirler ve sonsuza kadar ondan önce de başka bilgilerin bulunmuş olması gerekir. Halbuki bu ise, imkânsızdır. İşte bu, çok kuvvetli müşkil bir sorudur.

Çocuğun Bilgi Öğrenmesi

Buna şunu diyerek cevap verebiliriz: Gerçek şudur ki, bu bedihî ilimler, bizde mevcut değildi. Daha sonra peyda olup meydana geldiler. Ama soru soranın, "O halde bunların da kesbî olması gerekir" şeklindeki görüşüne gelince, biz deriz ki: Bunun böyle olması imkânsızdır. Aksine biz, bedihî bilgilerin bizde, daha evvel mevcut değilken, duyu organları görme, hissetme vb. gibi hasselerimiz vasıtasıyla meydana gelmişlerdir. Bunu da şu şekilde açabiliriz: İnsan, yaratılışının başlangıcında, bütün nierden uzak idi. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hak onda, duyma ve görme gibi hasseler yarattı. Dolayısıyla çocuk, bir şeyi birkaç kez gördüğünde, o görülen şeyin mahiyeti onun hayaline resmolunur. Yine o bir şeyi defalarca duyduğunda, onun duyma organlarına ve hayaline, o duyulan şeyin mahiyeti işlenir. Diğer hasseler hakkındaki sez de aynıdır. Böylece, hasselerin (duyu organlarının) bulunması, hissedilen şeyin yetinin, kişinin gönlünde ve aklında meydana gelip hazır olmasına, bulunmasına sebep olur. Sonra o mahiyetler de iki kısma ayrılır:

1) Bizzat kendisinin bulunması, zihni, hadiselerin bir kısmını bir kısmına, olumlu ya da olumsuz bir şekilde isnâd etmeye, kesin olarak yönlendirmede ya tam bir sebeptir ki bu meselâ, zihinde, "Bir sayısı nedir?" ve "İkinin yarısı nedir?" şeklinde istifham bulunduğunda, bu iki şeyin zihinde tasavvurunun mevcut olması, zihni, "Bir, kinin yarısıdır" diye kesin olarak hükümde bulunmaya sevketmede tam bir illet seoep) olur. Ki bu, bedihî ilimlerin bizzat kendisidir.

2) Bu kısma gelince, bu böyle olmayandır. Bu, nazarî ilimlerdir. Bu da meselâ zihnimizde, "Cisim nedir? Muhdes nedir?" diye bir şey bulunduğunda sırf bu iki tasavvurun zihnimizde bulunması, zihnimizin "Cisim muhdestir" şeklinde kesinkes hüküm vermesinde yeterli olmaz. Aksine burada, mutlaka ayrı bir delilin ve geçmiş olan bazı bilgilerin bulunması gerekir. Netice olarak diyebiliriz ki, kesbî ilimler, ancak bedihî ilimler vasıtasıyla elde edilirler. Bedihî ilimlerin meydana gelmesi ise, onların ancak "mevzu" ve "mahmûl"lerinin tasavvurları anında olur. Bu tasavvurların -ıeydana,gelmesi ise, duyu organlarımızın, o tasavvurların cüzlerinin meydana gelişine yardımcı olmaları sebebiyle olur. Böylece, aklımızda ve gönlümüzde, bu bocilerin peyda oluşunun ilk sebebinin, Allahü teâlâ'nın, bize vermiş olduğu bu duyu organları olduğu ortaya çıkar. İşte bu sebepten dolayı da, Cenâb-ı Hak, hislerimizin bulunması, nefislerimizin, bahsettiğimiz yolla cehaletten ilme geçebilmesi için, "Allah sizi analarınızın karınlarından, sizi hiçbir şey bilmeksizin çıkardı. Size kulaklar, gözler ve gönüller verdi" buyurmuştur. Bütün bunlar, bu ayetlerde toplanmış ve dercolunmuş, sırf aklî ve kıymetli bahislerdir.

Füâd (Gönül) Kelimesi Hakkında

Müfessirler bu ifadeye, "Allah size, Allah'ın va'z u nasihatlarını duyasınız diye kulak; delillerini göresiniz diye göz; Allah'ın alâmetini akledesiniz, düşünesiniz diye gönül verdi" manasını vermiştir.

Gurâb (karga) kelimesinin çoğulunun ağribe gelmesi gibi, füâd (gönül) kelimesinin çoğuludur. Zeccâc şöyle demektedir: "Fuâd" kelimesi, cem'i kesreyle çoğul yapılmaz. Tıpkı, gurâb'ın çoğulunun ğırbân gelmesi gibi, "Fi'dân" şeklinde kullanılmaz." Ben derim ki, belki de bu kelime, "Kulak ve göz çoktur. Fakat gönül azdır" hususuna dikkat çekmek için "cem-i kıllet" vezninde çoğul yapılmıştır. Çünkü gönül, hakiki bilgiler ve yakınî ilimler için yaratılmıştır. Halbuki insanların pekçoğu böyle değillerdir. Tam aksine onlar, birtakım behimî fiiller ve vahşî hayvanlara mahsus sıfatlarla haşir neşirdirler. Binâenaleyh, böylece, sanki onların gönülleri gönül olmamış olur. Bundan dolayı, bu kelimenin çoğulunda, cem-i kıllet kalıbı getirilmiştir.

Eğer denirse ki "Burada ceale fiili ehracekum fiiline atfedilmiştir. Bu da, duyma ve görme organlarının yaratılmasının, yavrunun annenin karnından çıkarılmasından sonraya bırakılmış olmasını gerektirir. Halbuki bunun böyle olmadığı malumdur" denilirse, buna şöyle cevap verilir:

Vâv harfi, tertîb ifade etmez. Hem biz, ayetteki sem' kelimesini, dinleme; ebsar kelimesini de görme manasına alırsak, bu soru ortadan kalkmış olur. Allah en iyisini bilendir.

Kuşların Uçmasındaki İbret

Cenâb-ı Hak, "Yer ile gök arasında, müsahhar olarak uçuşan kuştan görmediler mi? Onları orada, Allah'tan başkası tutmuyor" buyurmuştur. Bununla ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

İbn Amir, Hamza ve Kisaî, tâ ile "elem terev- görmediniz mi?" şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları, bahsi geçmiş olan kâfirlerle ilgili olsun diye yerev şeklinde okumuşlardır.

İkinci Mesele

Bu Allah'ın kudret ve hikmetinin mükemmel olduğuna dair bir diğer delildir. Çünkü Allahü teâlâ şayet kuşu, uçabileceği bir biçimde; havayı da, kendisinde uçulabilecek bir biçimde yaratmasaydı bu mümkün olmazdı. Zira, Allah kuşa, tıpk. suda yüzen kimsenin yaptığı gibi, bir kez açıp sonra kapatacağı bir kanat vermiş, havayı da, delmenin ve içine nüfuz etmenin kolay olacağı güzel ve ince, latif bir biçimde yaratmıştır. Eğer böyle olmasaydı, uçmak mümkün olmazdı.

Hak teâlâ'nın, "Onları orada, Allah'tan başkası tutmuyor" buyruğuna gelince bu, "Kuşun bedeni, ağırdır. Ağır cismin ise havada, altta bir desteği, üstte de bir bağı olmaksızın muallakta, askıda kalması mümkün değildir. Binâenaleyh onu, o havada tutanın, Allahü teâlâ olması gerekir" demektir. Sonra, bu ifadenin zahirinden, kuşun havada kalması, kendi fiili ve kendi iradesi ile meydana gelmiştir. Böylece, kulun fiilini yaratanın, Allah olduğu kesinlik kazanır. Kadî şöyle der: "Allahü teâlâ, bu ayette, kuşu tutma işini kendisine izafe etmiştir. Çünkü, kendisi sebebiyle uçmanın mümkün olduğu o fiillere dair, alet, edevatı, uzuvları ona veren Allah'tır. Dolayısıyle bunun müsebbibi Allahü teâlâ olunca, Allah'a nisbeti son derece yerinde olmuştur." Cevap: Bu, delil olmaksızın, zahiri terk etmektir. Bu ise, caiz değildir. Çünkü, bilhassa aklî deliller, kulun fiillerini Allah'ın yarattığına delâlet etmektedir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, ayetin sonunda, "Bunda, iman edecek kimseler için nice deliller vardır" buyurmuştur. Her ne kadar bu ayetler (deliller), bütün insanlar için birer delil ise de, Cenâb-ı Hak bu ayetleri mü'minlere has kılmıştır. Çünkü bunlardan netice itibariyle istifade edenler, yalnız onlardır. Allah en iyisini bilendir.

Mesken Nimeti

80

"Allah, evlerinizden size huzur ve sükun (yeri) yaptı. Sizin için, davar derilerinden, gerek göç gününüzde, gerekse konduğunuz günde hafifçe taşıyacağınız evler; yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından, bir zamana kadar giyimlik, döşemelik ve ticaret kumaşları verdi".

Seken'in Manası

Bil ki bu, tevhidin delillerinden, nimet ve lütfün çeşitlerinden, bir başka çeşittir. Seken kelimesi, mesken demektir. Nitekim Ferrâ, şu beyti nakletmiştir: "Kış geldiği halde, hâlâ bir mesken edinemedim. Isınacak bir çukur açmak durumunda kalan elimin vay haline!" "Seken" "Meylettiğin ve içinde sükûnete erdiğin yer" demektir. Keşşaf sahibi şöyle der: "Seken" masdar olup, ism-i mef ûl anlamındadır ki bu, ev gibi, meyledilen, yönelinen veyahut da, ülfet edilen yer demektir.

Mesken Nevileri

Bil ki, insanın içinde oturduğu evler ikiye ayrılır:

1) Ağaçtan, çamurdan ve evleri sıvayıp tavanlamaya yarayan şeylerden yapılan evler ki, işte buna "Allah, evlerinizden size huzur ve sükun (yeri) yaptı" cümlesi ile işaret edilmiştir. Bu tür evlerin nakli mümkün olmayıp, aksine insan oraya girer.

2) Deri, çadır ve kıl çadırlar. Ki buna da, "Sinn için, davar derilerinden, gerek göç gününüzde, gerekse konduğunuz günde hafifçe taşıyacağınız evler verdi" ifadesiyle işaret edilmiştir. Bu kısım evlerin, bir yerden bir yere taşınması mümkündür. Bil ki bununla, üzerinde mahkûmun öldürüldüğü deriler kastedilmiştir. Araplar, deriden evler yapıyorlardı, ki bu deriler, sığır, deve ve davar derileridir. Yani, "seferlerinizde, bunları size taşımak kolay gelir" demektir. Nâfi, İbn Kesir ve Ebu Amr, ayn'ın fethasıyla zaanikum şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları, sakin olan ayn'la za'niküm şeklinde okumuşlardır. Vahidî, bu iki kullanılışın, tıpkı, "nehr - neher" (nehir, akarsu) ve "şa'r - şa'ar" (kıl) kelimelerinde iki kullanılış olduğunu söylemiştir.

Bil ki "za'n", göçebelerin, koyun gütmek veya bir suyun başında konaklamak, yahut da bir otlak bulmak maksadıyla yapmış oldukları (göç) hareketine denilir. Sefere çıkan, yolculuk amacıyla evinden çıkıp tepelere tırmanan ve giden kimseye, "Zâ'in" denilir ki bu, "Hâfıd - alçalan"ın zıddıdır. Cenâb-ı Hak, ayrıca "Gerekse konduğunuz günde" buyurmuştur ki, bu "Bunlar her iki durumda da size ağtr gelmez" demektir.

Cenâb-ı Hak "yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından, bir zamana kadar giyimlik, döşemelik ve ticaret kumaştan verdi" buyurmuştur. Müfessirler ve dilciler, davarınkine "evsâf" (yün), deveninkine "evbâr" (yapağı), keçininkine de "eş'âr" (kıl) denildiğini söylemişlerdir. Ayetteki esâs kelimesinin manası ise, yatak ve giysiler kabilinden, çeşitli ev eşyalarıdır. Ferrâ şöyle der: "Meta" kelimesinin müfredi olmadığı gibi, bu kelimenin de müfredi yoktur. Ama sen, bunu çoğul yapsan, ve cem-i kıltetinde "cem-i kesretinde de desen, bu imkânsız olmaz." Ebu Zeyd de, bu kelimenin müfredinin, "Esasetun" olduğunu söylemiştir. İbn Abbas, Cenâb-ı Hakk'ın bu kelimeyle, yaygıları, kilimleri, elbise ve giysileri kastettiğini söylemiştir. Halîl İbn Ahmed, bu kelimenin aslının, Arapların, "bitki ve saçlar büyüyüp gürleşerek, iyice birbirine girdikleri zaman söylemiş oldukları, "Esse'n-nebâtu ve'ş-şa'aru" şeklindeki ifadelerine dayandığını söylemiştir. Ayetteki meta' kelimesiyle, onların yararlandıkları şeyler murad edilmiştir.

İlâ hîn kelimesi ile onların eskiyecekleri zaman kastedilmiştir. Bunun, "ölünceye kadar"; "belli bir müddete kadar" ve "Kıyamete kadar" gibi manalara da geldiği ileri sürülmüştür.

Buna göre şayet, "metâen kelimesi, esasen kelimesi üzerine atfedilmiştir. Halbuki atıf, başka olmayı gerektirir. O halde, "esâs" kelimesi ile "meta' " arasında ne fark vardır?" denilirse, biz deriz ki:

Doğruya en yakın olan şudur: "Esâs" kelimesi, kişinin giyindiği ve örtünmede, cinsi münasebet esnasında üzerine çektiği şeylerdir. "Meta' " ise, evlere döşenilen ve kendisiyle evlerin tezyin edildiği şeylerdir.

Barınak ve Korunaklar

81

Âyetin tefsiri için bak:83

82

Âyetin tefsiri için bak:83

83

"Allah, yarattıklarından sizin için gölgeler yaydı. Dağlardan size, yuvalar, siperler yaptı. Hararetten sizi koruyacak libaslar, harpte sizi koruyup himaye edecek giyimler yarattı. İşte O, bu suretle üzerinizdeki nimetini tamamlıyor. Ta ki, teslimiyetle itaat edesiniz. Eğer yine yüz çevirirlerse, artık senin üzerine düşen, apaçık bir tebliğdir. Onlar, hem Allah'ın nimetlerini itiraf ederler, hem de yine onu inkâr ederler (nankörlük yaparlar). Çoğu, kâfir kimselerdir onların ".

Bil ki insan, ya mukîm olur ya da yolcu. Yolcu da, ya beraberinde çadır, kıl çadır gibi şeyleri götürmesi mümkün olan bir zengin olur, veyahut da bu mümkün olmaz. Binaenaleyh bu, üç kısmı teşkil eder:

Birinci kısma gelince, Hak teâlâ buna, "Allah, evlerinizden size huzur ve sükun (yeri) yaptı" (Nahl. 80);

İkinci kısma, "Sizin için, davar derilerinden evler yaptı" (Nahl, 80);

Üçüncü kısma da, "Allah, yarattıklarından sizin için gölgeler yaydı" buyurarak işaret etmiştir. Bu böyledir, zira yolcunun, sayesinde gölgeleneceği bir çadırı bulunmadığı zaman, mutlaka duvar ve ağaç gibi başka şeylerle gölgelenmesi gerekir. Bazan da o kimse, Cenâb-ı Hakk'ın da, "Üstünüze bulutu gölge yapmıştık" (Bakara. 57) buyurduğu gibi, bulutlarla gölgelenir.

Daha sonra Allahü teâlâ "Dağlardan size yuvalar, siperler yaptı" buyurmuştur. Eknân kelimesinin müfredi, tıpkı ahmâl kelimesinin müfredinin himl (yük) oluşu gibi, kinn kelimesidir. Ancak ne var ki bu ifadeyle, bir şeyi koruyan, himaye eden herşey kastedilmiştir. Nitekim birisi, bir kovuk ve yuvada, mağarada bulunduğu zaman, "istekenne ve ekenne" denilir. Bil ki Arapların beldeleri çok sıcaktır. Onların gölgeye ve sıcaktan korunmaya olan ihtiyaçları çok fazladır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak bütün bunları, büyük nimetler sadedinde zikretmiştir. Hem iklimi mutedil beldeler, hem de mutedil zamanlar, hemen hemen hiç yok gibidir. Genel olan durum, ya sıcağın, ya da soğuğun fazla olmasıdır. O halde, bütün durumlarda insanın, sığınacağı bir meskeninin bulunması mutlaka gerekir. Dolayısıyla, böyle bir şey vermek, büyük bir nimet olur.

Giyecek Nimeti

Cenâb-ı Hak, mesken durumunu zikredince, bundan sonra da giyim durumundan bahsederek, "Hararetten sizi koruyacak giysiler, harbte sizi koruyup himaye edecek giysiler yarattı" buyurmuştur. Serâbîl "gömlekler" demek olup, tekili, "sirbâl" kelimesidir. Zeccâc şöyle der: "Gömlek, zırh, önlük vs. gibi giydiğin her şeye, "sirbâl" denilir. Bu görüşün doğruluğuna, "Serâbîl"in şu iki kısma ayrılması da delâlet eder:

1) Sıcaktan-soğuktan koruyan "sirbâl."

2) Kendisiyle, zararlardan ve harpteki şeylerden korunulan "sirbâller" ki bu da, zırhtır, önlük vb. şeylerdir. O halde bu, her iki kısmın da, "serâbil" nevinden olduğuna delalet eder."

Yalnız Sıcağın Zikredilmesinin İzahı

Buna göre şayet, "Cenâb-ı Hak, niçin sıcağı zikretti de, soğuktan bahsetmedi?" denilirse, biz deriz ki, ulemâ buna birkaç açıdan cevap vermiştir.

Birinci Vecih: Atâ el-Horasanı, şöyle der: "Bu sözün muhatabı Araplar olup, beldeleri ise, son derece sıcaktır. Binâenaleyh, onların sıcaktan korunmaya olan ihtiyaçları, soğuktan korunmaya olan ihtiyaçlarından daha fazladır. Nitekim Cenâb-ı Hak, diğer elbise çeşitleri daha kıymetli olmasına rağmen, "yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından" (......) buyurmuştur. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hak, onlar bu tür şeyleri giymeye fazla alışkın oldukları için, bunları zikretmiştir. Nitekim, onlar doluyu bildiklerinden ötürü, "Allah gökten dolu indiriyor"(Nur, 43) buyurmuştur. Halbuki, Cenâb-ı Hakk'ın indirdiği kar, daha çok ve muhteşemdir. Ancak ne var ki Araplar bunu bilmedikleri için, (bundan bahsetmemiştir.)

İki Zıddın Birbirini Hatırlatması

İkinci Vecih: Müberred: "İki zıddan birbirinin zikredilmesi, diğerine dikkat çekmek içindir" demiştir. Ben de derim ki: Akil ilimlerde, "İki zıddan birisini bilmek, diğerini bilmeyi de icap ettirir" şeklinde bir kaide bulunmaktadır. Çünkü insanın aklına ve gönlüne, her ne zaman sıcaklık fikri gelirse, aynı zamanda onun gönlüne soğukluk fikri de gelir. Işık-karanlık, siyah-beyaz vb. şeyler hakkında da durum aynıdır. Dolayısıyla onlardan birini hatıra getirmek, peşinden diğerini hissetmeyi, hatırlamayı gerektirince, onlardan birisini zikretmek, diğerini zikretmeye gerek bırakmaz.

Üçüncü Vecih: Zeccâc: "Sıcaktan koruyan, soğuktan da korur. O halde, bunlardan birini zikretmek, diğerini zikretmekten müstağni kılar" demiştir.

Buna göre şayet, "(Ayette) zıddının zikredilmesi daha evla olurdu. Çünkü sıcağı savuşturmada, daha fazla külfete girmeden, gömlek yeterlidir. Ama soğuk, ancak daha fazla giyim ile savuşturulabilir" denilirse, biz deriz ki:

Tek bir gömlek, sıcağı savuşturunca, gömleklerin sayısını çoğaltmak soğuğu da savuşturur. Böylece, bahsettiğimiz hususun doğru olduğu anlaşılmış olur.

Zırhlar

Cenâb-ı Hak, "Harbte sizi koruyup himaye edecek giysiler yarattı" buyurmuştur. Allah bu ifadeyle, demir zırhlan kastetmiştir. Be's kelimesi şiddet manasına olup burada, mızrakla dürtmenin, kılıçla vurmanın ve ok atmanın şiddeti kastedilmiştir.

Bil ki Allahü teâlâ dünya nimetlerinin çeşitlerini sayınca, "İşte O, bu suretle üzerinizdeki nimetini tamamlıyor" buyurmuştur. Bu, "O, sizin için bu tür şeyleri yaratmak ve onları size in'âm etmekle nimetini tamamlar. Çünkü O, size dinî ve dünyevî nimetlerini tamamlayıp kemâle erdirir ki, "Ta ki, teslimiyetle itaat edesiniz."

İbn Abbas bu ifadeye, "Böylece, ey Mekke halkı, sizler, rablığı sırf Allah'a tahsis edesiniz ve bu tür nimetleri vermeye, O'ndan başka hiç kimsenin kadir olamayacağını bilesiniz diye" manasını vermiştir. Yine İbn Abbas'ın bu kelimeyi tâ'nın fethasıyla teslemûn şeklinde okuduğu nakledilmiştir ki, buna göre mana: "Biz size bu gömlekleri, harbin şiddetinden uzak ve saüm olmanız için verdik" şeklinde olur. Yine bu kıraate göre mananın, "Biz size bu nimetleri, üzerlerinde iyice tefekkür edip iman edesiniz ve böylece de Allah'ın azabından salim, korunmuş, uzak kalasınız diye verdik" şeklinde olduğu da ileri sürülmüştür.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer yüz çevirirlerse, artık senin üzerine düşen, apaçık bir tebliğdir" buyurmuştur. Yani, "Ey Muhammed, eğer onlar yüz çevirip döner de, böylece dünya lezzetlerini, atalarına uymayı ve küfürde haddi aşmayı tercih ederlerse, bu suçu muhakkak ki kendi aleyhlerine olarak işlemişlerdir. Sana düşen görev ise, eksiksizim bir tebliğde bulunmaktır!" demektir. Daha sonra Allahü teâlâ onların, Allah'ın nimetlerini bile bile inkâr etmelerini kınamıştır ki, bu "küfrân-ı nimette" son noktadır.

Nimeti İtiraf Vecibesi

Buna göre şayet, "sonra onu inkâr ederler" ifadesindeki summe'nin manası ne demektir?" denilirse, biz deriz ki: Bu, onların, hele bildikten sonra bu nimetlere nankörlük etmelerinin aklın alamayacağı bir şey olduğuna delalet etmek içindir. Çünkü, nimeti görüp, bilip tanıyanın yapması gereken şey, onu inkâr etmek değil, kabul ve (Allah'ın bir nimeti olarak) ikrar etmesidir.

Nimetten Maksat

Bu ayetteki "nimet" ile de neyin murad edildiği hususunda da şu izahlar yapılmıştır:

1) Kadî şöyle der: "Bununla, Allahü teâlâ'nın, geçen ayetlerinde bahsettiği bütün nimetlerinin nevileri kastedilmiştir. Onların o nimetleri inkâr etmelerinin manası ise, onların bu husustaki şükür ve ibadetleri sırf Allah'a tahsis etmemeleri; tam aksine, o nimetler için başkasına teşekkürde bulunmalarıdır. Bir de onların, "Bu nimetler, bu putların şefaati sayesinde meydana gelmiştir" demeleridir."

2) Bununla onların Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğinin hak olduğunu önce anlamaları, sonraysa onu inkâr etmeleri kastedilmiştir. Çünkü onun nübüvveti çok büyük bir nimettir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Biz seni, alemlere ancak rahmet için gönderdik"(Enbiya, 107) buyurmuştur.

3) Bu tabirin manası, "Onlar Allah'ın nimetini bilirler, tanırlar, ama o nimetleri, Allah'ın rızasını talep etme uğrunda sarfetmezler, kullanmazlar" demektir. Daha sonra Allahü teâlâ "Çoğu kâfir kimselerdir onların" buyurmuştur.

"Bütün" Hakkında "Ekser" Tabirinin Kullanılması

Buna göre şayet "Hepsi kâfir olduğu halde, "ekserisi kâfirdir" demenin hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki:

Buna birkaç bakımdan cevap verebiliriz:

1) Allah "onların ekserisi" buyurdu, zira onların içinde, haklarında delil kaim : mayan mükellefiyet yaşına gelmemiş veyahut da aklı noksan, bunak olan kimseler bulunuyordu. Dolayısıyla O, bu ifadeyle, baliğ olanlarla aklı başında olan, bunak olmayan kimseleri kastetmiştir.

2) Buradaki "kâfir" sözüyle "küfr-i inâdî" ile kâfir olanlar kastedilmiştir. Bu durumda biz diyoruz ki: Cenâb-ı Hak böyle buyurmuştur. Zira onların içinde, inatçı olmayan, aksine Hazret-i Peygamber'in doğruluğunu bilemeyen ve Hazret-i Peygamber'in, Allah katından gönderilmiş hak bir peygamber olduğu kendisi tarafından anlaşılamayan kimseler de vardı.

3) Allah burada, "ekser" kelimesini zikredip, bütünün tamamını kastetmiştir. Çünkü bir şeyin ekserisi, o şeyin tamamı yerini tutar. Böylece, "ekser" kelimesinin zikredilmesi, tamamının zikredilmesi gibi olmuş olur. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Hamd, ancak Allah'a mahsustur. Daha doğrusu onlar bunu bilmezler" (Ankebut, 63) ayeti gibidir. Allah en iyisini bilendir.

Pişmanlığın Fayda Vermeyeceği Gün

84

Âyetin tefsiri için bak:85

85

"Bir gün her ümmetten birer şahid göndereceğiz. Sonra o kâfirlere izin de verilmeyecek. Onlardan tarziye de istenmeyecek. O zâlimler azabı görünce, kendilerinden hafifletilemeyeceği gibi, onlara mühlet de verilmeyecektir".

Bil ki Allahü teâlâ, o kavmin durumunun, önce Allah'ın nimetlerini tanıyıp, sonra inkâr etme şeklinde olduğunu ve onların genel hallerinin de ekserisinin kâfir olması şeklinde olduğunu beyan edince, bunun peşinden tehdidini getirerek, Kıyametin hallerinden bahsetmiş ve, "Bir gün her ümmetten birer şahid göndereceğiz" buyurmuştur ki bu, o şahidlerin onların aleyhine olarak bu inkâr ve küfürde bulunduklarına şehadet edeceklerine delalet eder. Ayette bahsedilen şahidlerle, peygamberler kastedilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Her ümmetten birer şahid getirdiğimizde ve seni de onların üzerine bir şahid olarak getirdiğimiz zaman (onların hali) nice olur?" (Nisa, 41) buyurmuştur.

Ayetteki, "Sonra o kâfirlere izin de verilmeyecek" ifadesi ile ilgili olarak da şu izahlar yapılmıştır:

1) "Onların mazeret beyan etmelerine, özür ileri sürmelerine izin verilmeyecek." Nitekim Hak teâlâ, "Onlara izin de verilmeyecek ki özür dilesinler" (Murselât, 36) buyurmuştur.

2) Onların fazla konuşmalarına müsaade edilmeyecek.

3) Onların dünyaya, teklif yurduna yeniden dönmelerine müsaade edilmeyecek.

4) Onlar aleyhine şahidler, şahidlik ederken müsaade edilmeyecek ve şahidler şahidliğini iyi yapsınlar diye hepsi susacaklar.

5) Kendilerinin Allah'ın rahmetinden tamamen ümid kesmeleri gerektiği kendilerince anlaşılsın diye, fazla konuşmalarına müsaade edilmeyecek."

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlardan tarziye de istenmeyecek" buyurmuştur.

İsti'tâb rızalık isteme demektir. Kişi, hoşnutluk istediğinde muarızın rızalık vereceğine iyice inanırsa ondan rızalık ister. Rızalık istememek onun öfkesinin devam ettiğini gösterir.

Daha sonra, Allahü teâlâ bu tehdidini te'kîd ederek "O zalimler azabı görünce, kendilerinden hafifletmeyeceği gibi, onlara mühlet de verilmeyecektir" buyurmuştur. Bu, "Müşrikler Allah'ın azabını görüp, onun içine düştüklerinde, onlardan bu azab hafifletilmeyecek, onlara ne mühlet verilecek, ne de geri bırakılacaklardır. Çünkü orada tevbe söz konusu değildir" demektir. Bu hususta sözün özü, kelamcıların söyledikleri şu husustu: "Azabın menfaat şaibelerinden (kırıntılarından) uzak ve berî olması gerekir." İşte bu ayetteki, "Kendilerinden (o azab) hafifletilmeyecek" ifadesi ile anlatılmaktadır. Azabın devamlı olması gerekir. Bu da ayetteki, "Onlara mühlet de verilmeyecektir" ifadesi ile anlatılmaktadır.

Sahte Tanrıların Fayda Vermeyişleri

86

Âyetin tefsiri için bak:87

87

"Allah'a ortak koşanlar, ortaklarını görünce, "Ey Rabbimiz, bunlar senden başka taptığımız ortaklarım izdir" diyecekler. Bunlar da onlara şu sözü atacaklar: "Siz. hiç şüphe yok ki, kesinlikle yalancılarsınız." O gün Allah'a teslimiyetlerini arzetmişler ve düzmüş oldukları yalana tanrıları ise, onları bırakıp gitmişlerdir".

Bil ki bu da, müşriklere yönelik ilahî va'îdin devamıdır. "Şürekâ" (ortaklar)ın ne demek olduğu hususunda iki görüş vardır:

Şirklerden Maksat

Birinci Görüş: Allahü teâlâ, müşriklerin toplamış oldukları putlara hayat verir. Onlara hayat vermesinin maksadı ise, müşriklerin onların son derece zillet ve hakaret içine düşmüş olduklarını görmeleri, o putların da müşrikleri yalanlamalarıdır. Bütün bunlar, müşriklerin kalblerindeki gam, keder ve pişmanlığın fazlalaşmasına sebep olacak şeylerdir. Allahü teâlâ bu putları, şu iki sebepten ötürü "ortaklar" diye tavsif etmiştir:

1) Kâfirler onlara, Allah'ın ortakları dedikleri için.

2) Kâfirlerin putlara, mallarından pay ayırdıkları, (böylece adeta onları kendilerine ortak edinmiş oldukları) için.

İkinci Görüş; Buradaki "ortaklar" ile, kâfirleri küfre sürükleyen şeytanlar kastedilmiştir. Bu, Hasan el-Basrî'nin görüşüdür. O, şu sebepten ötürü bu görüşü benimsemiştir: "Çünkü Allahü teâlâ ayette, bu ortakların, müşriklere, "Sizler yalancılarsınız" dediklerini bildirmektedir. Putlar ise cansız varlıklardır. Binaenaleyh bu sözü onlar söylemiş olamazlar. Bu sebeple, bu sözün ortaklardan çıkmış olmasının doğru olabilmesi için, bu "ortaklar" ile şeytanların kastedilmiş olması gerekir." Bu, uzak bir görüştür. Çünkü Allahü teâlâ, o putlarda hem hayat, hem akıl, hem de konuşma gücünü yaratmaya kadirdir. Bu durumda onların bu sözü söylemeleri mümkün olur.

Daha sonra Cenâb-ı Allah, müşriklerin o "ortaklan" gördüklerinde, "Ey Rabbimiz, bunlar, senden başka taptığımız ortaklanmızdır" diyeceklerini bildirmiştir. Buna göre şayet, "Onların bu sözü söylemelerinin sebebi nedir?" denilirse, deriz ki: Bu hususla şu iki izah yapılmıştır:

1) Ebu Müslim el-İsfehânî şöyle demiştir: "Müşriklerin maksadı, bu günahı o putlara yüklemektir. Onlar böylece, bunun kendilerini Allah'ın azabından kurtaracağını veya hiç olmazsa azablarının eksiltilmesine vesile olacağını sanmışlardır. İşte bu anda, putlar onları yalanlamışlardır."

Kâdî ise şöyle der: "Bu uzak bir ihtimal. Çünkü kâfirler, âhirette azab-ı İlâhinin başlarına geleceğini, kendileri için hiçbir yardım, fidye ve şefaatin olamayacağını zaten kesin olarak biliyorlardı."

2) Müşrikler bu sözü, putların hiçbir günahı olmadığı halde, orada bulunuşlarına şaşarak ve kendilerinin onlara ibadet etmiş oldukları için hata ettiklerini itiraf etmek için söylemişlerdir.

Daha sonra Allahü teâlâ, putların da onları yalanlayacaklarını bildirerek, "Bunlar da onlara şu sözü atacaklar: "Siz, hiç şüphe yok ki, kesinlikle yalancılarsınız" buyurmuştur. Bu, "Allahü teâlâ, o putlara hayat, akıl ve konuşma kabiliyeti verir, böylece onlar bu sözü söylerler" demektir. Ayetteki, "Siz, hiç şüphe yok ki kesinlikle yalancılarsınız" ifadesi, 'den bedeldir. Buna göre ifadenin takdiri, "Bunlar da onlara, "Siz hiç şüphe yok ki, kesinlikle yalancılarsınız" sözünü atarlar, söylerler" şeklindedir.

Putların Müşrikleri Tekzib Etmeleri

Eğer, "Müşrikler, putlara işaret ettiklerinde, "Bunlar, senden başka taptığımız ortaklardır" derler. Müşrikler bu sözlerinde doğrudurlar. Hal böyle iken daha nasıl putlar onlara, "Siz yalancılarsınız" demişlerdir?" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta bazı izahlar yapılmıştır ve en doğrusu şudur: Onların, "Taptığımız ortaklarımız bunlardır" şeklindeki sözleri ile, "Bunlar ibadette Allah'ın ortakları olduğuna inandığımız kimselerdir" manası kastedilmiştir. Bu durumda putlar onları, bahsettikleri bu ortaklık hususunda yalanlamışlardır. Bu ifade ile, "Siz, bizim ibadete müstehak olduğumuzu söylemeniz bakımından yalancısınız" manasının kastedildiği de ileri sürülmüştür. Buna Hak teâlâ'nın, "Hayır, öyle değil, (ahirette) o (tanrıları) onların kendilerine tapmalarını reddedecekler" (Meryem, 82) ayeti de delalet eder.

Cenâb-ı Hak, sonra da "O gün Allah'a teslimiyetlerini arzederler" buyurur. Kelbî bunun: "O gün, hem tapan (müşrikler) hem tapılan (putlar) Allah'a teslim olur. O'nun Rableri olduğunu, ortaklardan ve benzerlerden berî olduğunu kabul ederler" manasında olduğunu söylemiştir.

Ayetteki, "Düzmüş oldukları yalancı tanrıları İse, onları bırakıp gitmişlerdir" ifadesi ile ilgili şu iki izah yapılmıştır:

a) Bunun, "O gün onlardan, şeytanın kendilerine Allah'ın bir ortağı, eşi ve çocuğu vardır diye yutturduğu şeyler, silinir, yok olur gider" manasında olduğu ileri sürülmüştür:

b) Bu ifadenin, "Onların ilahlarının Allah katında kendilerine yardımcı ve şefaatçi olacağı kuruntusu, boşa çıkar, kaybolur gider" manasında olduğu da söylenmiştir.

Saptıranların Akıbeti

88

"Kâfir olup da Allah'ın yolundan menedenler yok mu, biz, çıkardıkları fesada mukabil, azaplarına azap katacağız".

Bil ki Allahü teâlâ kâfirlerle ilgili va'îdinden bahsedince, bunun peşinden, küfrünün yanısıra başkalarını da Allah'ın yolundan alıkoyma suçunu işleyen kimselere yönelik va'îdini zikretmiştir. Ayetteki, "Allah'ın yolundan menederler" ifadesi ile ilgili şu iki izah yapılmıştır:

a) Bunun manasının, "Mescid-i Haram'dan (Kâ'be'den) menederler" şeklinde olduğu söylenmiştir ki en doğru olan, bu ifadenin, "Allah'a, Resûlullah'a ve bütün şer'i hükümlere iman etmekten alıkoymayı içine almış olmasıdır. Çünkü lafız umûmîdir, bunu sınırlandırmanın gereği yoktur.

Azablarının Kat Kat Olması

Cenâb-ı Hak, "Azablarına azab katacağız" buyurmuştur. Bu, "Onlar, küfürlerine, başkalarını imandan çevirmeyi katınca, gerçekte küfürlerine küfür katmış olurlar. Bundan dolayı da Allahü teâlâ onların azablarını artırır" demektir. Hem sonra onlara tabî olanlar, onlara küfür hususunda tabî olmuşlardır. Binâenaleyh hem Hak teâlâ'nın, "Onlar mutlaka kendi yüklerini de, o yükleriyle beraber daha nice yükleri de yükleneceklerdir" (Ankebût. 13) ayetinden, hem de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Kim kötü bir adet icat ederse, hem kendisinin hem de Kıyamete kadar bu adet ile amel edenlerin günahı ve vebali onun üzerinedir" İbn Mâce Mukaddime, 14 (1/74-75).hadis-i şerifinden dolayı, onlara, tabî olanların cezasının bir mislinin de verilmesi gerekir.

Bazı müfessirler, ayette bahsedilen bu azab artırmanın tafsilatına girerek şöyle demişlerdir: "İbn Abbas (radıyallahü anh), ayette bahsedilen ziyade ile, Arş'ın altından akan ve üçü ile geceleri, ikisi ile de gündüzleri azab olundukları beş ateş nehrinin kastedildiğini söylemiştir." Bazıları da, buna "Biz, onların azabını, çok büyük develer gibi olan yılan ve akreplerle artırırız. Böylece onlar o akrep ve yılanlardan kaçıp, cehenneme sığınırlar" manasını vermişlerdir. Bazıları da şöyle demişlerdir: "O akreplerden herbirinin üzerinde üçyüz çukur ve her çukurda üçyüz testi zehir vardır." Yine bu akreplerin, uzun hurma ağaçları gibi dişleri bulunduğu da ileri sürülmüştür.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Çıkardıkları fesattan ötürü" buyurmuştur. Yani, "Azaba azab katma, ancak onların, başka insanları da imandan alıkoymuş olmaları şartına bağlanmıştır" demektir. Bu da, başkalarını küfre ve sapıklığa davet edenin azabının daha büyük; yine aynı şekilde başkalarını da hakka ve dine davet edenin Allah katındaki kadr-ü kıymetinin daha büyük olduğuna delâlet eder. Allah en iyi bilendir.

Peygamberin Ümmeti Hakkında Şahitliği

89

"O gün, her ümmetin içinden, kendilerinin aleyhine birer şahit göndereceğiz ve seni de onların üzerine bir şahit olarak getireceğiz. Sana bu kitabı, herşey için bir tibyân, bir hidayet, bir rahmet ve müslümanlar için bir müjde olmak üzere, peyderpey indirdik".

Bil ki bu, mükellefleri günahlardan alıkoyacak olan, bir diğer va'îd (tehdid)dir. Yine bil ki "ümmet", topluluk, cemaat ve millet demektir.

Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki: Ayetle ilgili şu iki görüş vardır:

1) Bu ifade ile, her peygamberin (Kıyamette) kendi ümmeti aleyhine şahit olacağı kastedilmiştir.

2) Dünyada mevcut olan her topluluk ve kavmin içinde, mutlaka aleyhlerine şahitlik edecek bir kimse bulunur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in asrında olanlar hakkında şahit ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. Bunun delili, "Böylece insanlara karşı şahitler olasınız ve bu peygamber de sizin üzerinize tam bir şahit olsun diye, sizi vasat (orta-âdil) bir ümmet yaptık" (Bakara, 143) ayetidir.

Peygamberden Sonra Şahitlik

Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in zamanından sonraki bütün zamanlarda mutlaka şahitlerin bulunacağı sabittir. Dolayısıyla anlatılan bu şeylerden, her asrın, insanlarhakkında şahitlik edecek şahitlerden hâtî olmadığı neticesi çıkar, ü şahidin ise, mutlaka hata etmemesi gerekir. Aksi halde o da başka bir şahide muhtaç olur ve bu iş sonsuza uzar (teselsüle girer) ki, bu bâtıldır. Böylece her asırda, mutlaka sözleri hüccet olan bir topluluğun bulunacağı sabit olmuş olur ki bu da, icmâ-ı ümmetin hüccet olmasını gerektirir.

Ebu Bekir el-Esamm şöyle demektedir: "Ayette bahsedilen "şahit" ile, Allahü teâlâ'nın (Kıyamette), insanın şu on uzvunu konuşturması kastedilmiştir. O zaman bu uzuvlar, insanın aleyhine şahitlik ederler. Bunlar, iki kulak, iki göz, ayaklar, eller, deri ve dildir. Bunun delili, Allahü teâlâ'nın ayetteki "şahid"i, "içinden, kendi nefislerinden " diye tavsîf etmiş olmasıdır. Bu uzuvların, kişinin kendisinden olduğunda şüphe yoktur."

Kâdî, Ebu Bekr el-Esamm'a şu şekilde cevap verir:

1) "Allahü teâlâ, "Kendilerinin aleyhine" buyurmuştur ki bu, "O ümmetin aleyhine" demektir. Binâenaleyh şahitlerin, başka olması gerekir.

2) Cenâb-ı Hak, "Her ümmetin içinden" buyurmuştur. Binâenaleyh şahitlerin, ümmetten olması gerekir. Halbuki uzuvlarımızdan herhangi birini "ümmetten" diye nitelememiz doğru olmaz. O şahitlerin, peygamberler olduğunu söylemek de uzak bir ihtimaldir. Çünkü onların, insanlara peygamber olarak gönderilmeleri, zarûrî-kesin olarak bilinen bir husustur. Binâenaleyh ayeti bu manaya hamletmenin bir manası yok."

Her Şeyi Açıklayan Kitap

Allahü teâlâ daha sonra "Sana bu kitabı, herşey için bir tibyan... olmak üzere peyderpey indirdik" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu ifadenin, daha önceki ifade ile irtibat ve münasebeti şudur: Cenâb-ı Hak, "Seni de onların üzerine bir şahit olarak getireceğiz" buyurunca, insanların, mükellef tutuldukları bütün hususlardaki mazeret ve engellerini giderdiğini; dolayısı ile kendilerinin ileri sürebilecek hiçbir hüccet ve mazeretlerinin kalmadığını beyan buyurmuştur.

Kitap Yalnız Dinî Meseleleri Açıklar

Bazıları şöyle demişlerdir: "Kur'ân, herşey için bir "tibyan" (açıklama)dır. Çünkü ilimler, ya dinîdir, ya değildir. Dinî olmayan ilimlerin bu ayetle ilgisi yoktur. Çünkü Allahü teâlâ'nın, Kur'ân-ı Kerim'i, dinî ilimleri ihtiva etmiş olması bakımından medhettiği zarurî olarak bilinmektedir. Dinî olmayan ilimlere iltifat edilmez. Dinî ilimler de ya usûle dâirdir, yâ furû'a dâirdir. Usûl ilminin tamamı Kur'ân'da mevcuttur. Furû ilmine gelince, Kur'ân'da mufassal olarak ele alınanlar hariç, "Asıl olan berâet-i zimmettir." Bu da, Kur'ân'da bulunanlar dışında, Allah'tan taraf bir mükellefiyet yüklenmediğine delâlet eder. Bu böyle olunca, "kıyas"ın olduğunu söylemek bâtıl olur ve Kur'ân bütün hükümlerin izahını tastamam yapmış olur."

Kur'ân'ın Delâlet Yolu İle Herşeyi İhtiva Etmesi

Fakîhter ise şöyle demişlerdir: "Kur'ân, her şey için bir tibyan (açıklama)'dır. Çünkü Kur'ân, icmâ, haber-i vâhid ve kıyasın hüccet olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh bu temel delillerden, herhangi biri ile sabit olan bir hüküm, Kur'ân ile sabit olmuş bir hüküm olmuş olur." Bu konunun izahı, A'râf Sûresi'nde ayrıntılı olarak geçmiştir. Allah en iyi bilendir.

Üçüncü Mesele

Vahidî, senedli olarak, Zeccac'ın şöyle dediğini nakletmiştir: "Tibyan, beyân (açıklama) manasında bir isimdir. "Tilkâ"da "tibyan" gibi (karşılaşma manasına) bir isimdir." Sa'leb, Kûfelilerin; Müberred de, Basralıların şöyle dediklerini rivayet etmişlerdir: "Tibyân" ve "Tilkâ" kelimeleri hâriç, hiçbir masdar, "tif'âl" vezninde gelmez. Bu iki lafzı bir tarafa bıraktığında, senin için kıyas (kaide) normalleşir ve masdar olanlar için, mesela "tesyâr", "tezkâr" ve "tekrar" kelimelerinde olduğu gibi, bütün bu gibi masdarların, tâ'nın fethası ile, "tefâl" vezni üzere geldiğini, 'timsâl" ve "tiksâr" kelimelerinde olduğu gibi, her ismin de, tâ'nın kesresi ile "tif'âl" vezni üzere geldiğini söylersin.

Emir ve Yasakları Toplayan Ayet

90

"Şüphesiz ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya vermeyi emreder, taşkın kötülüğü, münkeri, zulmü ve kendini beğenmeyi nehyeder. Size öğüt verir ki, iyice dinleyip tutasınız".

Bil ki Allahü teâlâ, va'd ve va'idini, tergib (teşvik) ve terhibini (korkutmasını) iyice ortaya koyunca, bunun peşinden, "Şüphesiz ki Allah, adaleti, iyiliği emreder" ayetini getirmiş ve ayette, farz ve nafile olarak, mükellefiyetle ilgili herşeyi, umumî ve hususî olarak, ahlâk ve âdâbla ilgili herşeyi emretmiştir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Osman İbn Maz'ûn (radıyallahü anh)'un Bu Ayetle İmana Gelmesi

Bu mesele, ayetin faziletini izah hususundadır. İbn Abbas (radıyallahü anh), Osman b. Maz'un'un şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ben öncelikle Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den utandığım için müslüman olmuştum. İslâmiyet kalbimde yer etmemişti. Derken bir gün onun yanındaydım. O (sallallahü aleyhi ve sellem) bana bir şeyler anlatıyordu. Birden gözü göğe doğru dikildi. Sonra gözünü sağa doğru çevirdi. Sonra bunu tekrar yaptı. Ona bunu sorduğumda O, "seninle konuşurken, Cebrail sağ tarafıma indi ve "Allah adaleti ve ihsanı emreder. Adalet, Allah'tan başka ilah olmadığına şehadet etmek; ihsan da, farzları yerine getirmek; "Akrabaya verme" de, akrabayı ziyarettir. Yine Allah "fahşâ"yı, yani zinâ'yı, münkeri, yani, şeriat ve sünnette olmayan herşeyi ve "bağy"i yani, başkasının hukukuna tecavüzü, zulmü ve kendini beğenmişliği nehyediyor" dedi" buyurdu. İşte o anda kalbime iman düştü. Bunun üzerine Ebu Talibe geldim ve durumu haber verdim. O: "Ey Kureyş topluluğu, kardeşimin oğluna uyun, kurtulursunuz. Yemin olsun ki ister doğru olsun, ister yalancı olsun, o, size ancak güzel ahlâkı emrediyor" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) amcasındaki bu yumuşaklığı görünce, "Amcacığım, insanlara bana tabî olmalarını tavsiye ediyor da, kendini unutuyor musun?" dedi ve onu imana çekmeye çaba sarfetti, ama o müslüman olmaktan çekindi. İşte bunun üzerine, "Sen, sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin"(Kasas, 58) ayeti nazil oldu."

İbn Mes'ûd (radıyallahü anh)'un şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Kur'ân'da hayır ve serlerin hepsini toptan ifâde eden ayet, bu ayettir." Katâde'den de: "Câhiliyye devrinde yapılan ve hoş kabul edilen bütün güzel huyları, Allah bu ayette emretmiş, bütün kötü şeyleri de bu ayette nehyetmiştir."

Kâdî, Tefsir'inde, İbn Mâce'den, Hazret-i Ali'nin şöyle dediğini nakletmiştir: "Allahü teâlâ, peygamberine peygamberliğini bütün kabilelere açıktan ilan etmesini emretmişti. Ben ve Ebu Bekir, onunla birlikte çıktık. Derken kendini beğenmiş oldukları görünen bir topluluğa uğradık. Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) "Bu topluluk, hangi kabiledendir?" diye sorunca, onlar, "Şeyban b. Sa'lebeoğulları'ndan cevabını verdiler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onları, kelime-i şehâdeti getirmeye (tevhide) ve kendisine destek olmaya davet etti. Çünkü Kureyş onu yalanlamıştı. (Onlardan), Makrûn b. Amr, "Ey Kureyş'in kardeşi, bizi neye davet ediyorsun?" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Şüphesiz ki Allah, adaleti, iyiliği akrabaya vermeyi emreder" ayetini okudu. Makrûn da: "Allah'a yemin olsun ki sen güzel ahlâka ve iyi şeylere davet ediyorsun. Seni yalanlayan ve sana karşı birbirine destek olan, iftira etmiştir" dedi. İkrime demiştir ki: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu ayeti, Velîde okuyunca, Vetîd bunu tekrar okumasını istedi, daha sonra da: "Bu sözde bir tatlılık ve güzellik var" dediği rivayet edilmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın "Allah herşey hususunda ihsanı (iyi yapmayı ve iyi davranmayı) yazdı. Binâenaleyh öldürdüğünüzde, öldürmeyi güzel yapın; kestiğinizde de kesmeyi güzel yapın. Sizden biri (önce bıçağını) bilesin, sonra keseceği hayvana gitsin" Tirmizî, Diyât, 14 (4/23). dediği rivayet edilmiştir.

Adl ve İhsan

Alimler, bu ayetin tefsiri hususunda çok söz söylemişlerdir. Mesela, İbn Abbas'ın rivayetlerinin birinde, "Adalet,Allah'tan başka ilah olmadığına şehâdet etmek; ihsan, farzları yerine getirmektir" demiş; bir başka rivayetinde ise, "Adalet, Allah'ın eşi-ortağı olmadığını söylemen; ihsan, Allah'a sanki görüyormuş gibi ibadet etmen ve kendin için arzuladığın herşeyi insanlar için arzulamandır. Eğer o insan bir mü'min ise, onun imanının artmasını arzu edersin; yek eğer bir kâfir ise, İslâmî açıdan kardeşin olmasını (imana girmesini) arzu edersin" demiştir. Yine ondan gelen bir üçüncü rivayette ise, "Adalet, tevhid; ihsan ise, tevhidde ihlaslı olmadır" demiştir. Başkaları da, "Cenâb-ı Hak buradaki "adalet" ile, işlerdeki ve fiillerdeki adaleti ve iyiliği; ihsan ile de sözlerdeki (adalet) ve iyiliği kastetmiştir. Binâenaleyh yaptığın, hep adalet, söylediğin de hep ihsan olmalıdır" demişlerdir.

Allahü teâlâ, "Akrabaya vermeyi (emreder)" buyurmuştur. Bu ifade ile, mal ile yapılan sıla-i rahmi (yardımı) kastetmiştir. Eğer mal ile mümkün değilse, duâ ile (yani akrabalar için dua ederek) yapılan sıla-i rahmi kastetmiştir. Ebu Müslim, babasından Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Taatların mükâfaatı.en çabuk verileni sıla-ı rahimdir. Bir ev halkı günahkâr olabilir. Ama onlar sıla-i rahim .aptıkları zaman, malları artar, sayıları çoğalır" Kenzu'l-Ummal, 3/6957-6958. buyurduğunu, rivayet etmiştir.

Fahşâ, Münker ve Bağy

Cenâb-ı Hak, "...taşkın kötülükten nehyeder" buyurmuştur. Ayette bahsedilen "fahşâ"nın, zina, cimrilik ve İster büyük ister küçük, ister fille isterse de sözle ilgili olsun, her türlü günah anlamına geldiği ileri sürülmüştür.

Ayette geçen münker'in ise "Allah'ı inkâr etmek" olduğu ileri sürüldüğü gibi, "münker'in, herhangi bir şeriat ve sünnette olmayan şey demek olduğu da ileri sürülmüştür.

Ayet-i kerimedeki bağy hakkında "kibir ve zulümdür" denildiği gibi, bu, "Senin, kardeşine haksızlık ederek zulüm yapmandır" da denilmiştir.

Bil ki, gerek emredilenler, gerekse nehyedilenter pekçoktur. Muayyen bir lafzı, muayyen bir şey için tefsir etmek, o lafızla o mana arasında bir münasebet ve ilgi bulunduğunda ancak güzel olur. Ama. böyle bir durum bulunmadığı zaman, tefsir fasit olur. Binâenaleyh, adaleti, bir şey; ihsanı da başka bir şeyle tefsir ettiğimizde, o zaman bizim, adalet lafzının o manaya, ihsan lafzının da diğer manaya münasib ve uygun olduğunu beyan edip açıklamamız gerekir. Böyle bir şeyi beyan edemediğimizde, yapılan bu tefsir, sırf tahakküm (delilsiz bir iddia) olur, herhangi bir manayı, o lafızların birisinin tefsiri kabul etmek de, onun aksini yapmaktan daha evla olmaz. Böylece, bahsettiğimiz bu izahların, bu ayetin tefsiri hususunda güçlü ve muhtemel olmadıkları sabit olmuş olur.

İtikadda Adalet

Ben derim ki: Ayetin zahiri, Allahü teâlâ'nın şu üç şeyi, yani adaleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emrettiğine; şu üç şeyi de, yani fahşâ, münker ve bağy'i de nehyettiğine delâlet eder. Demek ki, adalet, ihsan ve akrabaya vermek birbirinden farklı üç şeydir; yine fahşâ, münker ve bağy'in, aynı şekilde birbirinden başka üç şey olması gerekir. Çünkü bu kelimelerin birbirine atfedilmesi, başka olmayı gerektirir. Bu sebeple biz diyoruz ki: Adâlet, ifrat ve tefrit arasında, orta olan şey demektir. Bu ise, bütün her şeyde riayet edilmesi gereken bir husustur. Bu hususu mutlaka tafsilatlı olarak izah etmek gerekir. Bu cümleden olarak biz diyoruz ki:

Mükellefiyet konuları ya itikadla ilgili olur, veyahut da uzuvların ameli olur. İtikadı durumlara gelince, adaletin hepsinde gözetilmesi gerekir.

1) İbn Abbas: "Ayette bahsedilen "el-adl"den maksat, kişinin "Allah'tan başka tanrı yoktur" demesidir" demiştir. Bu hususta sözün özü şudur: Kâinatın herhangi bir ilâhının olmadığını söylemek, "ta'tîl"dir, (yani kâinatı başıboş görmektir). Bir ilâhdan daha fazlasını kabul etmek ise, şirk ve teşbîhtir ki, bu iki durum da kınanmıştır. Adl ve adalet ise, tek bir ilâhın varlığını kabul etmektir ki, bu da insanın, "Allah'tan başka tanrı yoktur" demesidir.

2) "İlâh mevcut değildir, ona şey de denilmez" demek, sırf "ta'tîl"dir. "O, cisimdir, cevherdir, uzuvlardan müteşekkildir ve bir mekândadır" demek ise, sırf teşbihtir. "Adl" ise, cismin, cevher olmaktan, uzuvları, parçaları bulunmaktan ve bir mekânda bulunmaktan münezzeh ve berî olmak şartıyla mevcut ve hakîkî bir ilâhın bulunduğunu söylemektir.

3) İlâh, "ilim ve kudret sıfatı olmayan bir varlıktır" demek, mahzâ ta'tîldir. Onun, sonradan meydana gelmiş ve değişen sıfatları haiz olduğunu söylemek ise, katıksız bir teşbihtir. Adl ise, onun, hadis olmayan değişmeyen sıfatları olduğunu kabul etmekle beraber, âlemin ilâhının, âlim, kadir ve hayy (diri) olduğunu söylemektir.

4) Kulun, kudreti ve irâdesi olmadığını söylemek, katıksız cebirdir. Onun, fiilleri konusunda bağımsız ve yetkili olduğunu söylemek ise, mahza kudrettir ki, bu ikisi de kınanmıştır. Adl ise, kulun fiilini, Allahü teâlâ'nın onda yaratmış olduğu kudret ve yaptığı işe sevkeden sebep (dâî) vasıtasıyla yapabileceğini söylemektir.

5) Allahü teâlâ'nın, kulunu, herhangi bir günahtan sorumlu tutmayacağınısöylemek, büyük bit gevşekliktir, umursamazlıktır. O'nun, kendisini itiraf eden kulunu tek bir günah sebebiyle cehennemde ebedî bırakacağını söylemek ise, son derece katı ve sert bir tutumdur. Adl ise, her "Lâ ilahe illallah" deyip de, manasına o şekilde inanan herkesin cehennemden çıkacağını söylemektir. Bütün bunlar, itikad hususundaki adaletin nazar-ı dikkate alınmasıyla ilgili olarak söyleyebildiğimiz misallerdir.

Amellerde Adalet

Uzuvların fiilleriyle ilgili konulardaki adaletin gözetilmesine gelince, biz buna dair şu altı misali zikredeceğiz:

1) "Allah'ın, mükellef tutmadığım" söyleyenler, "kulun, ne taatla alakalı herhangi bir şeyi yapması ne de herhangi bir günahtan kaçınması gerekmez. Allah'ın, kulu -zerinde asta bir mükellefiyeti bulunmaz" dedikleri halde bir grup Hintli ve Maniheist ise şöyle der: "İnsanın, bütün hoş ve leziz şeylerden kaçınması, kendisine alabildiğine eziyet etmesi ve fıtratının meylettiği herşeyden sakınması gerekir!" Öyle ki Maniheistler, kendilerini hadım etmişler, evlenmekten ve hoş-leziz yiyecekleri yemekten sakınmışlardır. Hintliler ise kendilerini yakmışlar ve yine kendilerini dağın tepesinden aşağı atmışlardır. İşte bu iki yol da, mezmûm ve kınanmıştır. Mutedil ve .-asat, âdil olan ise, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bize getirmiş olduğu bu şeriattır, dindir.

2) Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın şeratinda, son derece hakim olan, şiddet; Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın şeriatinde son derece hakim olan ise, müsamahadır. Adalet, ve orta olan ise, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şeriatidir. Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, kasten adam öldürmelerdeki şer'î hükmünün, tam bir kısas; Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın şer'î hükmünün ise, afv olduğu söylenilmiştir. Ama, bizim şeriatımızda ise, kişi isterse tam ve denk bir biçimde kısas yapılmasını; İsterse tam diyeti taleb edebilir. Dilerse de, affedebilir. Hem Hazret-i Musa'nın şeriatı, kişinin, hayızlı olan hanımından atabildiğine sakınmasını gerekli görürken, Hristiyanlık ise, hayızlı kadınla cinsî münasebette bulunmanın helâl olduğunu belirtmiştir. Adl ise, bizim şeriatımızın hükmetmiş olduğu şu husustur: Erkeğin, o pis kana bulaşmaktan sakınması için, hanımıyla cinsi münasebette bulunması haramdır. Onu, evinden de çıkarmaması gerekir.

3) Allahü teâlâ, "Böylece sizi, vasat (orta) bir ümmet yapmışızdır" (Bakara, 143). buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, bu buyruğu ile, bu ümmetin her hususta, ifrat ve tefritten uzak olmaları gerektiğini kastetmiştir. Yine O: "Onlar ki harcadıkları vakit, ne israf, ne de cimrilik yapmazlar" (Furkan, 67) ve "Elini boynuna bağlı olarak asma; onu büsbütün de açıp saçma " (İsra, 29) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ibadetlerinde aşırı davranınca, Cenâb-ı Hak, "Tâ, Hâ; biz Kur'ân'ı sana zahmet çekesin diye... indirmedik" (Taha. 1-2) buyurmuştur. Bir kısım kimse de işi iyice boşlayıp gevşeyince Cenâb-ı Hak bu sefer de: "Yoksa sizi boş yere yarattığımızı... mı sandınız?" (Mü'minûn, 115) buyurmuştur ki, bütün bu ayetlerden kastedilen, ortayı ve adaleti gözetmektir.

4) Bizim şeriatımız, sünnet olmayı emretmektedir. Bunun hikmeti ise şudur: O uzvun başı, alabildiğine hassas bir yapıdadır. İşte bundan dolayı da, cima esnasında duyulan lezzet büyük olur. Bu sebeple şayet o deri parçası o uzvun üzerinde kalsaydı, o uzuv alabildiğine hassas olarak kalırdı. Böylece, duyulan lezzet de aşırı olurdu. Ama o deh kesilince, o uzvun tepesi çıplak kalır. Böylece o, elbise ve diğer maddelerle yüzyüze kalır da, böylece de katılaşır ve sertleşir; derken, aşın hassaslığı zayıflar, duygusu azalır. Böylece de, cinsî münasebetten duyulan lezzet azalır ve o konudaki arzu da, aynı şekilde azalmış olur. Bu şekilde, sanki şeriatımız, o lezzeti azaltmaya gayret ederek, sünnet olmayı emretmiştir. Böylece insanın, cima şehvetini yerine getirme yönündeki arzusu itidal noktasına varmış ve o husustaki arzusu, yaratılış ve tabiatına galip ve baskın gelmemiş olur. Binâenaleyh, Maniheistlerin benimsemiş olduğu hadım etme ve cinsiyet uzvunu kesme işi, mezmûm ve kınanmıştır. Çünkü bu bir ifrattır. O deriyi kesmeyip bırakmak ise, lezzeti alabildiğine arttırmaktır. Adalet ve orta olan ise, sünnet olmadır.

Gök ve Yer Adaletle Kaimdir

Bütün bu misallerle, her şeyde adaletin gözetilmesi gerektiği ortaya çıkmış olur. İnsanların, "Gökler ve yer adaletle kaimdir, ayakta durur" şeklindeki sözleri meşhur cümlelerden olup, bu, şu demektir: Gökleri ve yeri meydana getiren unsurların miktarları, şayet mutedil ve birbirine denk olmayıp, tam aksine, kemmiyet ve keyfiyet bakımından bazısı diğerinden daha fazla olsaydı, fazla olan, olmayana hükümran olur, olmayan zayıflardı. Böylece de, onların yapılarının tamamı gitgide galip olan kütlenin tabiat ve karakterine dönüşmüş olurdu. Şayet, güneşin yere olan uzaklığı şu andakinden daha az olsaydı, bu alemdeki ısı yükselir, burada bulunan her şey yanıp kül olurdu. Şayet, onun uzaklığı şu andakinden daha fazla olsaydı, o zaman da bu aleme soğukluk ve donma hali hakim olurdu. Yıldızların hareketlerinin miktarları, yavaşlılık ve hızlılıklarının dereceleri hakkındaki hüküm de aynıdır. Çünkü, bunlardan birisi şayet, şu andakinden daha fazia veya daha noksan olsaydı, o zaman bu alemin düzeni altüst olurdu. İşte, bahsettiğimiz bu sebepten dolayı onların, "Gökler ve yer, adaletle kaimdir" şeklindeki sözlerinin doğruluğu ortaya çıkmış olur ki, bu da, adalet gerçeğinin izahına kısaca bir işaret olmuş olur.

İhsan

"İhsan"a gelince, bil ki, normal olanı fazlalaştırmak, bazan iyifik, bazan da kötülük olur. Bunun misali şudur: Tâat hususunda normal olan, farzları edâ etmektir. Ama, farzlardan fazlasını yapmak da bir taattir ki bu, "ihsan" nev'indendir. Hülâsa olarak diyebiliriz kî; Gerek kemmiyet, gerekse keyfiyet bakımından tâat olan fiilleri fazlaca yapmak ihsan'dır. Bunun delili şudur: Cebrail (aleyhisselâm), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "ihsan nedir?" diye sorduğunda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "İhsan, senin, O'nu görürcesine Allah'a ibadet etmendir. Her ne kadar sen O'nu göremezsen bile, O seni görür" Buhâri, İman, 47.cevabını vermiştir.

Buna göre onlar şayet, "Böyle olma niçin "ihsan" diye adlandırılmıştır?" derlerse biz deriz ki: O, tâatte ileri gitmesiyle, adeta kendisine iyilikte bulunmuş, böylece kendisine hayrı ve güzel İşleri ulaştırmış, yapmış olur. Netice olarak denilebilir ki "adl", hayırlardan, iyi ve güzel olan şeylerden farz olan miktarı; ihsan ise, gerek kemmiyet gerek keyfiyet, gerekse yapmaya götüren ve yapmaktan alıkoyan sebeplerle, ubûdiyyet ve rubûbiyyet makamlarında bulunmaya gark olma itibariyle, fazla tâatte bulunmak, daha çok taat işlemektir. O halde ihsan, farzdan fazla olan miktarı yapmaktır.

Bil ki yapmış olduğumuz açıklamayla, ihsan mefhumunun içine, Allah'ın emrine saygı duyup, mahlûkata şefkat gösterme hususu da dahildir. Mahlûkata (insanlara) şefkat duymanın birçok kısma ayrıldığı açıktır. Bunların en kıymetlisi ve en yücesi ise, sıla-i rahimdir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak pek yerinde olarak bu hususu ayrıca belirtip,"akrabaya vermeyi..."buyurmuştur. İşte, Allah'ın bu ayette emretmiş olduğu üç şey hakkındaki ayrıntılı açıklama budur.

Yasaklanan Fahşâ, Münker ve Bağy

Allah'ın yasakladığı fahşâ, münker ve bağy gibi üç hususa gelince, biz diyoruz ki: Allahü teâlâ beşerî nefislere şu dört kuvveti vermiştir: Behimî şehvet; yırtıcı, yok edici gazab; şeytanî vehim ve meleklere mahsus akıl! Bu dördüncü kuvveti, yani melekî aklı, insanın terbiye edip bezemesine gerek yoktur. Çünkü bu, melek cevherinden ve kudsî, ulvî ruhların ürünlerindendir. Terbiye edip bezemeye ihtiyaç duyan ise, ilk üç kuvvettir. Şehevî kuvvete gelince, bu, şehevî lezzetleri meydana getirme hususunda arzuludur. Bu tür kuvvet, özellikle "fuhuş" ismiyle belirtilir. Baksana, Cenâb-ı Hak zinayı da fuhuş (fahişe) diye adlandırarak "Şüphe yok ki o, bir hayasızlıktır (Allah'ın) hışmı(na bir vesiledir). O, ne kötü bir yoldur!"(Nisa, 22) buyurmuştur. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın "taşkm kötülükten nehyeder" buyruğundan maksat, şeriatın müsaade ettiğinin dışında kalan şehevî lezzetleri elde etmeyi yasaklamadır. Yırtıcı, yok edici gazab kuvvetine gelince bu, devamlı olarak insanlara şerri.belâyı ve eziyyet etmeyi ulaştırmak için çalışıp çabalamayı gösterir. İnsanların, bu durumu yadırgayıp bundan hoşlanmadıklarında şüphe yoktur. O halde münker, gadabi kuvvetin eserlerinde meydana gelen aşırılıktan ibarettir.

Şeytanî ve vehmî olan kuvvete gelince, bu da, devamlı bir biçimde insanlara hükümran olmaya, onlara tepeden bakmaya, riyasetini ve liderliğini öne sürmeye çaba sarfeder ki, işte "bağy" ife kasdedilen de budur. Çünkü "bağy", insanlara hiç imkân vermemek ve onlara tepeden bakarak zulmetmek demektir. Anlattıklarımızla bu üç lâfzın, bu üç kuvvetin hallerine aynen uyduğu ortaya çıkmış oldu.

Bu mevzuda enteresan olan bir husus da şudur: Feytozoflar (mutasavvıflar) şöyle demişlerdir: Bu üç kuvvetin en değersizi, şehvanî olanı; ortası, gadabî olanı; en üstte olanı vehmî olanıdır. İşte Cenâb-ı Hak, bu sırayı gözeterek önce şehevî kuvvetin neticesi olarak fahşâ'yı; gadabî kuvvetin neticesi olarak münkeri; daha sonra da, vehmî kuvvetin neticesi olan bağy'i zikretmiştir. İşte, bu lafızların tefsiri hususunda, aklımın ve gönlümün ulaşabildiği şeyler bunlardır. Binâenaleyh, bunlar eğer doğruysa, Allah'tan; eğer yanlış ise, benden ve şeytandandır, Allah ve Resulü ise, bundan uzaktırlar. Bize tahsis edip verdiği fadl ve ihsanından dolayı hamd Allah'a mahsustur. Çünkü O, Melik-i Deyyân'dır (çokça mükâfaat ve ceza veren Melık'dir).

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Süv "Size öğüt verir ki, iyice dinleyip tutasıniz" buyurmuştur. "Size öğüt verir" buyruğundan maksad, O'nun bu üç şeyi emretmesi ve diğer üç şeyi de nohyetmesi kastedilmektedir. "iyice dinleyip tutasınız diye..." ifadesine gelince, bununla ilgiliki mesele vardır:

Birinci Mesele

Cenâb-ı Hak, bir önceki ayette, "Sana (bu) kitabı her şeyin apaçık bir beyanı... olmak üzere peyderpey indirdik" (Nahl, 89) buyurup, peşinden de bu üç şeyi emreden diğer o üç şeyi de nehyeden bu ayeti getirince, bu, Kurân'ın her şeyin apaçık bir beyanı elmasından maksadın, işte bu altı mükellefiyet olduğuna bir dikkat çekme olmuş olur ki, bu, gerçekte de böyledir. Çünkü ruh cevheri, melekler zümresinden ve kudsî-yüce ruhların neticelerindendir. Ancak ne var ki bu cevher bu âleme, her türlü münasebet ve ilgiden arî ve uzak olarak dahil olur. Binâenaleyh, Allah'ın emrettiği o üç şey, ruh cevherini ilahî bilgiler ve salih amellerle terakki ettiren şeydir. O ilahî bilgiler ve salih ameller de, cevheri, gayb âlemine, kudsiyyet sûrlarına ve âlemlerin Rabbinin civarına yakınlık kesbetmiş olan meleklere komşu olmaya yükselten şeydir. Allah'ın nehyettiği diğer üç şey ise, ruh cevherini o mutluluklardan alıkoyan ve o hayırları elde etmekten yan şeylerdir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak o üç şeyi emredip bu üç şeyi de yasaklayınca, ahiret yolcusunun, dünya misafirinin, dünya aleminden Kıyamet meydanı başlayıncaya (Kıyamet kopuncaya kadar) ihtiyaç duyduğu her şeye dikkat çekmiş olur.

İkinci Mesele

Ka'bî şöyle der: "Ayet Allahü teâlâ'nın, zulmü ve kötülüğü yaratmadığına delalet eder. Bu birkaç yönden böyledir:

1) Nasıl olur da, Allah, o kullarda halketmiş olduğu şeyden onları nehyeder?! Yine Allahü teâlâ, o kullarından meydana getirmeyi dilediği şeyden nasıl men edebilir?! Eğer durum, onların (ehl-i sünnetin) dediği gibi olsaydı, o zaman I Cenâb-ı Hak, "Allah size, sizde yarattığı şeyin aksini yapmanızı emreder ve sizde yarattığı birtakım fiillerden sizi men eder" demiş olurdu. Bunun, aklın redahetiyle de batıl olduğu malumdur.

2) Allahü teâlâ adaleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emrederek fuhuşu, münkeri ve bağyi yasaklamıştır. Şayet O, bu şeyleri emrettiği halde, onların gereğini kendisi .yapmasaydı, o zaman kendisinin, "Siz, insanlara iyiliği emredersiniz de kendinizi unutur musunuz?" (Bakara. 44) ve "Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz? Yapmayacağınızı söylemeniz, en şiddetli bir buğz olmak bakımından, Allah katında büyüdü..."(Saf, 2-3) ayetlerinin şümulüne girmiş olurdu.

3) Cenâb-ı Hakk'ın, "İyice dinleyip tutasınız diye..." ifadesinden teraccî ve temenni manaları kastedilmemiştir. Çünkü bu, Allah hakkında imkânsızdır. Binâenaleyh bunun manasının, "Allahü teâlâ, kendisine itaati hatırlamanızı istediği için, size öğüt vermektedir" şeklinde olması gerekir ki, bu da, Cenâb-ı Hakk'ın herkesten iman etmeyi istediğine delalet eder.

4) Allahü teâlâ şayet daha açık bir ifade kullansa ve, "Allah adaleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emreder. Ancak ne var ki O, bundan men eder, alıkor... Kulun yapması mümkün değildir" dese... daha sonra da, "O, fuhuşu, münkeri ve bağyi nehyeder. Ancak ne var ki bu üç şey kulda, o ister istesin isterse istemesin, meydana gelecektir. O, ondan bunu ister ve O, kulu bunu terketmekten ve bundan sakınmaktan men eder..." demiş olsaydı, o zaman herkes bu ifadenin rekâketine, nazmının ve terkibinin bozukluğuna hükmederdi. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın kabîh şeyleri yapmaktan münezzeh ve berî olduğuna delalet eder."

Bil ki, bu tür istidlaller pekçok kez yapılmıştır ve bunlara verilen cevaplar da daha önce geçmişti. Bu tür gürültü ve kavgaları savuşturmada dayanılacak şey, "dâî" ve "ilim" meselesidir. Allah en iyi bilendir.

Hatırlama İşi

Gerek ehl-i sünnetin, gerekse Mu'tezile'nin kelamcıları, eşyayı hatırlamanın kulun fiili değil, Allah'ın fiili olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bunun delili şudur: Hatırlama, hatırlananı istemek demektir. Binâenaleyh, talep etme esnasında, kulun o şey hakkında şuuru vardır veya yoktur. Eğer onun, onun hakkında bir şuur ve bilinci varsa, bu hatırlama zaten mevcuttur. Mevcut olan bir şeyin ise, yeniden elde edilmesi talep olunmaz. Eğer onun, onun hakkında şuur ve bilinci yok ise, o daha o hatırlanacak şeyin aynısını nasıl talep edebilir? Çünkü, onun bizzat aynının tasavvur edilemediği bir zamanda, onun aynısını efde etmeye yönelmek imkânsızdır.

Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz diyoruz ki, Cenâb-ı Hakk'ın, 'İyice dinleyip tutasınız diye..." buyruğunun manası, "Bu vaz'u nasihatin maksadı, onların bu hatırlamayı elde etmeye yönelmeleridir." Binaenaleyh, hatırlama Cenâb-ı Hakk'ın yaratmasıyla olmasaydı, ondan bunu elde etmesi nasıl istenirdi? İşte ehl-i sünnet alimlerimizin, Cenâb-ı Hakk'ın, "iyice dinleyip tutasınız diye..." ifadesinin, Allahü teâlâ'nın bunu kuldan istemiş olduğuna delalet etmediğine dair istidlalleri bu şekildedir. Allah en iyisini bilendir.

Verilen Sözde Durmanın Önemi

91

Âyetin tefsiri için bak:92

92

"Karşılıklı muahede yaptığınız vakit, Allah'ın ahdini yerine getirin. Sapasağlam ettiğiniz yeminleri bozmayın. Üzerinize, Allah'ı kefil ımışsınızdır. Şüphe yok ki Allah, ne yapacağınızı bilir, ipliğini sağlamca büktükten sonra, söküp bozan (kadın) gibi olmayın. "Bir ümmet, diğer bir ümmetten daha çoktur" diye, yeminlerinizi aranızda bir hile ve fesat (mevzuu) mu ediniyorsunuz? Mutlaka Allah, bununla sizi imtihan eder. 'Hakkında ihtilafa düşmekte olduğunuz şeyi ise O, Kıyamet gününde elbette size açıklayacaktır".

Bil ki Allahü teâlâ, bir önceki ayette, bütün emir ve yasaklan kısaca bildirince, bu ayetlerde de onların bir kısmını zikretmiş ve işe, ahde vefayı emretmekle başlamıştır. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Allah'ın Ahdi Ne Demektir?

Alimler, "Allah'ın ahdi"nin ne demek olduğu hulusunda şu izahları yapmışlardır:

1) Keşşaf sahibi şöyle der: "Allah'ın ahdi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e müslüman olmak üzere bîat etmektir. Çünkü Cenâb-ı Hak"Gerçek, sana bîat edenler ancak Allah'a bîat etmiş olurlar. Allah'ın eli onların elleri üstündedir. (Feth, 10) buyurmuştur. Yani, "O bîatı pekiştirdikten sonra, bîat yeminlerini bozmayınız. Yani, onu Allah'ın adını anarak sağlama bağladıktan sonra...” demektir.

2) Bununla, insanın kendi ihtiyarı ve seçmesi ife üstlendiği her söz kastedilmiştir. Nitekim İbn Abbas "Söz verme va'ad de bir ahiddir" derken, Meymûn İbn Mihrân da: "Kiminle sözleştimse ister müslüman ister kâfir olsun, o sözünü yerine getirdi. Ahd, ancak Allah'a aittir" demiştir.

3) Ebu Bekr el-Esamm: "Bununla, cihâd ve Allah'ın, mallarda farz kılmış olduğu zekât kastedilmiştir" der.

Yeminin Hükmü

4) Allah'ın ahdi, O'na yemin etmektir. Bu görüşü ileri sürenler şöyle demiştir: "Aksini yapmada bir fayda bulunmadığı zaman, yemini yerine aetirmek gerekir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Kim bir şeye yemin eder ve fakat ona aykırı davranmanın daha hayırlı olduğunu görürse, o, hayırlı olanı yapsm, sonra da keffâret versin" Müslim, Eymân, 11-16 (3/1 271-1273).buyurmuştur.

5) Kadi şöyle der: "Ahd, gereğini yerine getirmenin vâcib olan her şeyi içine alır. Aklî ve nakiî delillerin, yeminini yerine getirmenin vacîb olduğuna delâlet etmeleri sebebiyle, onu yerine getirmenin şart ve gerekli olduğu hususunda daha tekidli deliller bulunduğu malumdur. İşte bundan dolayı, bu iki delilde, değişme doğru olmaz. Bu, ancak yeminde doğru olur. Çoğu kez bu durumda, yeminin aksini yapmak mendub olur."

Bir kimse şöyle diyebilir: "Allahü teâlâ, "Karşılıklı muahede yaptığınız vakit, Allah'ın ahdini yerine getirin..." buyurmuştur. Binâenaleyh bunun, insanın kendi ihtiyarıyla üstlenmiş olduğu ahitlere tahsis edilmiş olması gerekir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Karşılıklı muahede yaptığınız vakit" ifadesi, bu manaya delalet eder. Bu durumda da, Kadî'nin zikretmiş olduğu hususun, nazar-ı dikkate alınmaması gerekir. Bir de Cenâb-ı Hak, bu ayetin sonunda, "Üzerinize, Allah'ı kefil yapmışsınızdır"buyurmuştur. Binâenaleyh bu, ayetin Allah ve Resulüne iman edenler hakkında varid olduğuna delâlet eder. Hem bu andın, yemine hamlolunmaması gerekir. Çünkü, şayet biz bunu bu manaya hamledersek, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın bundan sonraki "Sapasağlam ettiğiniz yeminleri bozmayın" ifadesi, bir tekrar olmuş olur. Çünkü ahdi yerine getirmek, "onu bozmaktan men etmek" birbirine yakın olan iki ifadedir. Çünkü, bir şeyi yapmayı emretmek, o şeyi yapmamayı yasaklamayı gerektirir. Ancak, "Ahde vefa" genel bir ifadedir" denilirse, işte o zaman bu ifadenin muhtevasına yemin de dahil olur. Sonra Allahü teâlâ yemini özellikle, onun, riayet edilmesi gereken ahid nevilerinin en önde geleni olduğuna dikkat çekmek için zikretmiştir. İşte bu durumda biz diyoruz ki: Evlâ olan, buradaki "ahd"i, insanın kendi iradesiyle üstlenmiş olduğu şeylere tahsis etmektir. Bu durumda bu ifadenin muhtevasına, hem Allah'a ve Resulüne iman etmek için biat etmek, hem cihâd ahdi, hem nezr ve adaklardan tekeffüi edilmiş olan şeylere vefa gösterme ahdi, hem de yemin ve kasemlerle pekiştirilmiş olan şeyler girmiş olur.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Sapasağlam ettiğiniz yeminleri bozmayın" ifadesiyle ilgili birkaç bahis vardır:

Birinci Bahis: Zeccâc: "Hem "Vekkedtu" hem de "Ekkeddu" (te'kid ettim, sağlamlaştırdım) ifadeleri iki güzel kullanılış olup, aslolan vav'lı olandır. Hemze ise, vav'ın yerine getirilmiştir" demiştir.

İkinci Bahis: Ebu Hanife (r.h)'nin arkadaşları, "yemin-i lağv"ın, "yemîn-i gamûs" (bile bile yalan yere yemin etmek) olduğunu; bunun delilinin ise, şu olduğunu söylemişlerdir: "Cenâb-ı Hak, "sapasağlam ettiğiniz yeminleri bozmayın" buyurmuş, böylece bu ayette, yeminleri bozmayı yasaklamıştır. Binâenaleyh, her yeminin, bozulmaya ve yerine getirilmeye elverişli olması gerekir. Halbuki "yemin-i gamûs" Dozulmaya ve yerine getirilmeye elverişli değildir. Binâenaleyh, bunun, yeminler nev'inden olmaması gerekir." Vahidî de, "yemîn-i lağv"ını Arapların, "Yok Vallahi", Evet Vallahi" gibi (dil alışkanlığıyla) söyledikleri sözler olduğuna bu ayetle istidlal eoerek şöyle der: "Allahü teâlâ ancak, azm, niyyet ve kararlılıkla yapılan yeminler ie. "yemîn-i lağv"ı birbirinden ayırmak için "sapasağlam ettiğiniz..." buyurmuştur.

Üçüncü Bahis: Ayet-i kerimedeki "Sapasağlam ettiğiniz yeminleri bozmayın" ifadesi tahsîs edilmiş genel bir ifadedir. Çünkü biz, biraz önce bahsettiğimiz hadisin, "yemini bozmanın daha iyi olduğu bir durumda, onu bozmak caizdir" hususuna dalalet ettiğini açıklamıştık.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Üzerinize, Allah'ı kefil yapmışsınızdır" buyurmuştur. Bu ifadenin başındaki vav, hâl vav'ıdır. Bu, "Siz, Allah'ı ahdi yerine getireceğinize dair kefil kıldığınız halde, sakın o yeminlerinizi bozmayın" demektir. Bu böyledir, zira, Allah'a yemin eden herkes, sanki Allah'ı, o yemini sebebiyle, o yeminini yerine getireceğine dair kefil kılmıştır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphe yok ki Allah, ne yapacağınızı bilir" buyurmuştur. Bu ifadede hem bir terğîb, hem de bir terhîb bulunup, bununla, "O, size, yaptığınıza göre karşılık verir. Yaptığınız hayır ise, karşılığı hayır; şer ise, karşılığı şerdir" manası kastedilmiştir.

"Nakadat Gazleha" Tabiri

Daha sonra Cenâb-ı Hak, ahde vefanın vacib olduğunu, onu bozmanın haram olduğunu te'kid ederek,"İpliğini sağlamca büktükten sonra, söküp bozan (kadın) gibi olmayın" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu benzetmedeki, "kendisine benzetilen" (müşebbehun bih)in kim olduğu hususunda iki görüş vardır:

Birinci Görüş: Bu, kendisine Râyıta veya Rayta denilen, Kureyşli bir kadın olup kendisine Ca'râ lakabının verildiği ahmak bir kadındı. Hem kendisi, hem de cariyeleri ip eğiriyorlardı. İpleri eğirip muhkemleştirdiğinde de, o cariyelerine emrediyor, onlar da bunun üzerine eğirdikleri ipi bozuyorlardı.

İkinci Görüş: Bu teşbih ile, muayyen bir şey belirtmeksizin, genel bir vasıf murad edilmiştir. Çünkü, teşbihlerin gayesi, mükellefi, yaptığı iş kötü olduğu zaman ondan vazgeçirmek, güzel olduğu zaman ona teşvik etmektir. Bu da, muayyen bir şey belirtmeksizin, genel bir vasıfla tam olur.

İkinci Mesele

Ayetteki min ba'df kuvve deyiminin manası, "O, ipi eğirip bükerek sağlamlaştırdıktan sonra" demektir.

Üçüncü Mesele

Ayette geçen enkâsa kelimesi hakkında, el-Ezherî şöyle der: "Bu kelimenin müfredi, nekes'dir. Bu kelime, kıldan ve yünden eğirilerek, bükülüp dokumada kullanılan ipin ismidir. Binaenaleyh, o kadın, o ipi güzelce eğirip dokuduğunda onu kesiyor, sağlamlaştırmış İplerini bozuyor; o iplikleri (tersine eğirip) gevşeterek, diğer yünlerin içine katıyor, sonra da ikinci kez onu tekrar eğiriyordu. Nekes kelimesi masdardır. Nitekim Arapça'da tıpkı, yünün iyice eğirilip büküldükten sonra iplik haline getirilip sonra da o ipliğin bozulması gibi, bir kimse de ahdini sağlamlaştırdıktan sonra bozduğunda, "Nekese fulânun ahdehû" denilir.

Dördüncü Mesele

Ayetteki enkâsâ kelimesinin mansûb olması hususunda şu izahlar yapılmıştır:

1) Zeccâc şöyle der: "Bu kelime, mef'ul-i mutlak manasında olduğu için, mansûb bölmüştür. Çünkü, "nekestu", "nakadtu" -nakzettim" "nakadtu" da "nekestu" demektir." Bu yanlıştır, çünkü enkâsâ kelimesi, "nekes" lafzının çoğulu olup, bu kelime ise, masdar olmayıp isimdir. O halde daha nasıl, enkâsa mef ui-ü mutlak manasında olabilir?

2) Vahidî şöyle der: "Bu kelime, ikinci mefûldür. Nitekim sen, "Paramparça etti, parçaladı" manasında, "Keserehû aktâ'an ve ferrakahû eczâen" dersin. İşte burada da bunun gibidir. O halde bu tabirin manası, "O kadın eğirdiği ipi yeniden bozdu" demektir.

3) Enkâsâ kelimesi, hât-i müekkide (te'kîd eden bir hâl) ifadesi olduğu için mansûbtur.

Beşinci Mesele

İbn Kuteybe şöyle der: "Bu tabir, kendinden önceki ifadelerle ilgili olup, takdiri ise, "Ahidleştiğinizde, Allah'ın ahdini yerine getirin; pekiştirip sağlamlaştırdıktan sonra yeminlerinizi bozmayın; çünkü sizler, şayet böyle yaparsanız, ipini eğerek onu sağlamlaştırıp, sonra da onu bozarak paramparça eden o kadın gibi olursunuz" şeklindedir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Yeminlerinizi aranızda bir hile ve fesat (mevzuu) ediniyorsunuz!" buyurmuştur. Vahidî şöyle demiştir: "Dehal" ve değal kelimeleri, aldatma ve hıyanet anlamlarına gelir." Zeccâc ise şöyle demiştir: 'Kendisine kusur arız olmuş olan herşey hakkında, "O, medhûldür, onda bir dahil vardır" denilir." Zeccâc dışındaki diğer âlimler ise, "Dahi kelimesi, fesat çıkacak bir biçimde, birşeye sokulan şeydir" demişlerdir.

Rıbâ'nın Manası

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bir ümmet, diğer bir ümmetten daha çoktur diye" buyurmuştur. "Erbâ" kelimesi, "daha çok, daha fazla" manasındadır. Arapça'da, birşey artıp fazlalaştığı zaman kutlanılan, Rebâ'ş-şey'ü-yerbu" fiilinden alınmadır. Bu fazlalık bazan sayı, bazan kuvvet, bazan da şeref bakımından olur. Mücâhid şöyle demiştir: "Onlar, müttefikleriyle anlaşma yapıp, yemin ediyorlardı. Sonra ise, onlardan daha kuvvetli ve şerefli olanları gördüklerinde, öncekilerle yaptıkları ahdi bozuyorlar ve daha kuvvetli olan o kimselerle anlaşma yapıyorlardı. İşte Cenâb-ı Hak böyle yapmayı onlara yasaklamıştır. Ayetteki, ifadesi, "sizler, bir topluluk, sayı, kuvvet ve şeref itibarı ile diğer bir topluluktan daha güçlü olduğu için, yeminlerinizi aranızda bir fesat ve bozgunculuk vesilesi ediniyorsunuz" manasındadır. O halde, "Yeminlerinizi aranızda bir hile ve fesat (mevzuu) ediniyorsunuz" ifadesi, İnkâr üslûbunda gelmiş olan bir istifham cümlesidir. Dolayısıyla bunun manası "Bir ümmetin, kuvvet ve çokluk itibarıyla, başka bir ümmetten daha üstün olması sebebiyle, sizler yeminlerinizi aranızda bir hile ve fesat vesilesi mi ediniyorsunuz (yani böyle yapmayın)" şeklindedir.

Allahü teâlâ, sonra, "Mutlaka Allah bununla, yani size emrettiği ve nehyettiği şeylerle, sizi imtihan eder" buyurmuştur. Bu, bu manadadır, çünkü emir ve nehiy daha önce zikredilmişti. "Hakkında ihtilafa düşmekte olduğunuz şeyi ise O, Kıyamet gününde elbette size açıklayacak." Böylece sevap ve İkâb derecelerinin ortaya çıkmasıyla, haktan yana olan, batıldan yana olandan ayrılacaktır. Allah en iyisini bilendir.

Allah Dileseydi Tek Ümmet Yaratırdı

93

"Allah dileseydi, sizi bir tek ümmet yapardı. Fakat O, kimi dilerse, onu dalalette bırakır; kimi de dilerse onu hidayete iletir. Yapageldiğiniz işlerden elbette mes'ul olacaksınız".

Bil ki Allahü teâlâ ümmeti, ahde vefa göstermek ve ahdi bozmamakla mükellef tutunca, bunun peşisıra, kendisinin bütün insanları bu vefa've diğer imanî hususlar üzerinde toplamaya kadir olduğunu; ama ilahî hikmetleriyle, dilediğini saptırdığını, dilediğini hidayete erdirdiğini beyan etmiştir. Fakat Mu'tezile, ayetteki hidayet ve dalaleti, "İlcâ" (zorlama) manasına hamletmişlerdir, yani, "Allah eğer onları imana veya küfre zorlamayı dilemiş olsaydı, buna kadir olurdu. Fakat bu, mes'uiiyyeti (sorumlu tutulmayı) ortadan kaldırır. Bundan dolayı, pek yerinde olarak Allahü teâlâ onları buna zorlamamış ve bu mükellefiyetlerle ilgili hususu, onların irade ve ihtiyarına bırakmıştır" manasını vermişlerdir.

Ehl-i sünnet âlimlerimizin bu husustaki görüşü açıktır. Bu husustaki münazara, pekçok kere daha önce geçmişti. Vâhidî'nin rivayetine göre, Üzeyr (aleyhisselâm) şöyle demiştir: "Ey Rabbim, insanları yarattın. Dilediğini saptırıyorsun, dilediğini hidayete erdiriyorsun" der. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak "Ey Üzeyr, bu meseleyi araştırmaktan vazgeç" dedi, ama Üzeyr (aleyhisselâm), bunu ikinci kez tekrarladı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak yine: "Bu meseleyi sormaktan vazgeç" dedi. Hazret-i Üzeyr (aleyhisselâm) bunu üçüncü kez tekrar etti. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu: "Bunu sormaktan vazgeç. Aksi halde peygamberlikten adını silerim." Mu'tezile ise şöyle demiştir: "Ayetteki meşietten (dilemeden) muradın, ilcâ meşîeti (zorlamayı dileme) olduğuna delâlet eden şeylerden birisi, Cenâb-ı Hakk'ın hemen bu ifadeden sonra, "Yapageldiğiniz işlerden elbette mes'ûl olacaksınız" buyurmuş olmasıdır. Binaenaleyh eğer kulların amelleri, Allah'ın yaratmasıyla olmuş olsaydı, o zaman onların bu amellerden sorumlu tutulmaları abes olurdu." Buna karşı verilmiş cevap, daha önce defalarca geçmiştir. Allah en iyisini bilendir.

Dinden Sapanların Kötü Akıbeti

94

Âyetin tefsiri için bak:97

95

Âyetin tefsiri için bak:97

96

Âyetin tefsiri için bak:97

97

"Yeminlerinizi aranızda hile ve fesada âlet edinmeyin. Aksi halde ayak (İslâm'da) sebat etmişken kayar da, bu kayma sonunda insanları Allah .olundan alıkoymanız sebebiyle (dünyada) kötü azabı tadarsınız. Ayrıca sizin için (ahirette de) büyük bir azap var. Allah'ın ahdini az bir bahaya satmayın. Allah indinde olan, sizin için daha hayırlıdır, eğer bilirseniz. Sizin nezdinizdeki tükenir, Allah'ın indindeki ise bakidir. Sabredenlerin mükâfaatım biz, makta olduklarının daha güzeliyle elbette vereceğiz. Gerek erkek, gerek kadın, kim mümin olarak, sâlih amel işlerse, hiç şüphesiz onu, çok güzel bir hayat ile yaşatırız ve mutlaka, yapageldiklerinin daha güzeliyle ecir veririz".

Bil ki Allahü teâlâ ilk ayette, ahidleri ve yeminleri bozmaktan sakındırınca, bu ayette de yine sakındırarak, "Yeminlerinizi aranızda hile ve fesada âlet edinmeyin" buyurmuştur ki bundan murad, mutlak manada, yeminleri bozmaktan sakındırmak Değildir. Aksi halde, aynı konuda, faydasız bir tekrar yapılmış olurdu. Aksine, bununla kastedilen, kendilerine bu hitabın yöneltildiği o kimseleri, yeltendikleri ve yaptıkları hususi (belli) bazı yeminleri bozmaktan nehiydir. İşte bu sebepten ötürü müfessirler şöyle demişlerdir: "Bu ayet ile ahdi bozmama hususunda, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a biat eden (söz veren) kimseler kastedilmiştir. Çünkü Hak teâlâ'nın, "Aksi halde, ayak (islâm'da) sebat etmişken kayar" ifadesi ile anlatılan tehdid, daha önce bulunan bir ahdi bozmaya uygun düşmez. Bu ancak, Allah'a ve O'nun kanunlarına iman hususunda, Resûlullah'a verilen sözü bozma işine uygun düşer. O halde ayetteki, halde ayak (islâm'da) sebat etmişken kayar" ifadesi, iyi halden sonra belaya, metten sonra sıkıntıya düşen herkes için zikredilmiş bir mesel (bir durum)dur. Çünkü müslüman olma hususundaki sözünü bozan, yüksek mertebeden kaymış ve böyle bir sapıklığın içine düşmüş olur. Ayetteki, "Allah'ın yolundan alıkoymanız sebebiyle (dünyada) kötü azabı tadarsınız" cümlesi buna delalet eder.

Cenâb-ı Hak, "Ayrıca sizin için (ahirette) büyük bir azab var" yani, "Tadacağınız o fena azab, büyük bir azab ve çetin bir cezadır" buyurmuştur.

Dünya Menfaati Çok da Olsa Azdır

Daha sonra Cenâb-ı Allah, bu sakındırmayı te'kid ederek, "Allah'ın ahdini az bir bahaya satmayın" buyurmuştur. O, "az bir bahâ" ifadesi ile çokça da olsa dünya meta'ım kastetmiştir. Ancak ne var ki, "Allah indinde olan, sizin için daha hayırlıdır, eğer bilirseniz" yani, "sizler İslâm'a girme hususundaki ahdinizi bozmanıza karşılık, dünya menfaatlerinden bir menfaat bulursanız, ona iltifat etmeyin. Çünkü eğer dünya iyilikleri ile ahiret iyilikleri arasındaki farkı biliyorsanız, takdir edebiliyorsanız, Cenâb-ı Hakk'ın, İslâm ve imanda devam etmenize karşılık hazırladığı o şey, İslâm olma ahdinizi bozmanıza karşılık, dünyada elde edeceğiniz şeyden daha üstün, daha iyi ve daha mükemmeldir.

Tükenmeyen Nimet Allah Katındadır

Daha sonra Cenâb-ı Hak, katında olanın, onların bulup elde ettikleri dünya metâ'ı ve menfaatından daha hayırlı olduğuna kesin delil getirerek, "Sizin nezdinizdeki tükenir, Allah'ın indindeki ise bakidir" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili iki bahis vardır:

Birinci Bahis: Duyularımız da, dünyevî iyilik ve menfaatların sonlu ve fânî olduğuna şahittir. Akıl, âhiret iyilik ve mükâfaatlarının baki ve devamlı olduğunu göstermektedir. Devamlı ve baki olan ise, fani ve sonlu olandan daha hayırlıdır. Bunun delili şudur: Sona eren bu şeyin, ya kıymetli ve şerefli bir hayır ve menfaat; yahut da adi ve değersiz bir hayır olduğu söylenebilir. Biz, bunun kıymetli ve şerefli bir hayır olduğunu kabul edersek, onun sona ereceğini bilmemiz, o daha meydana gelirken, işin başında bu hayrı, içe sindirilemeyen, iyice tadı alınamayan birşey haline getirir. Bu nimet sona erdiğinde, bittiğinde de, üzüntü ve keder çoğalır. Bu kıymetli, yüce ve şerefli nimetin böyle olması, onu tadı iyice alınmaz hale getirir, kıymetini düşürür ve ona duyulan arzuyu azaltır. Ama biz, o sonlu nimetin, değersiz bir hayır olduğunu kabul edersek, o zaman devamlı hayrın, sonlu olan bu hayırdan üstün olması gerektiğini açıkça anlarız. Böylece, Hak teâlâ'nın "Sizin nezdinizdeki tükenir, Allah'ın indindeki ise bakidir" buyruğunun, ahiret hayırlarının dünya hayırlarından daha üstün olduğu hususunda kesin bir delil olduğu bu izah ile sabit olmuş olur.

İkinci Bahis: Ayetteki, "Allah'ın indindeki ise bakidir" cümlesi, cennet ehlinin elde ettiği nimetlerin, devamlı ve sonsuz olduğuna delalet eder. Bu ayet, aleyhine bir delil İken, Cehm b. Safvan, cennetin sonlu olduğunu iddia etmiştir.

Biatin Manası

Bil ki mü'min, Allah'a iman ettiğinde, İslâm'ın ve imanın bütün kanunlarını kabul etmiş olur. Bu durumda ona, şu iki şey gerekir:

a) Bu kabul etmenin getirdiği, yüklediği şeylere sabretmesi, ondan dönmemesi ve İslâm'da sebat ettikten sonra, bu sebatını bozmaması gerekir.

b) İslâm'ın bütün kanunlarını ve gereklerini yerine getirmesi icab eder.

Bunu iyice anladığında deriz ki: Allahü teâlâ mü'minleri birinci kısma, yani üstlendikleri şeyin icab ettirdiği hususlara sabretmeye teşvik ederek yani, "Biz, onların İslâm'ın kanunlarını kabul edip yüklenmelerine karşılık, sabredenleri, yaptıkları (işledikleri) amellerin en güzeli ile, yani en güzel amellerini nazar-ı itibara alarak mükafatlandırırız" buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü mü'min, bazan mubah, bazan mendub, bazan farz olan amelleri yapar. Kişinin mubah olan amellerine karşılık değil de, farz ve mendub olanları yapmasına karşılık mükafaat alacağında şüphe yoktur. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Allah, "Sabredenlerin mükafaatını biz, yapmakta olduklarının daha güzeliyle elbette vereceğiz" buyurmuştur.

Ayetle İlgili Sorular ve Cevapları

Daha sonra Cenab-ı Allah, mü'minleri ikinci hususa, yani İslamın bütün kanunlarını ve gereklerini yerine getirmeye teşvik ederek "Gerek erkek, gerek kadın, kim mü'min olarak, salih amel işlerse, hiç şüphesiz onu, çok güzel bir hayat ile yaşatırız ve mutlaka, yapageldiklerinin daha guzeliyle ecir veririz" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç soru bulunmaktadır:

Birinci Soru: Ayetteki men (kim) kelimesi, umûmî bir mana ifade eder. Binâenaleyh ayrıca "Gerek erkek, gerek kadın" denilmesinin hikmeti nedir?

Cevap: Bu ayet, hayır ve iyilik vaadetmektedir. Vaadi iyice izah etmek ise, te'kîd etmek ve tahsis (sınırlama) vehmini kaldırmak için, kerem ve rahmetin delillerinin en büyüklerindendir.

İkinci Soru: Ayet, imanın amel-i salihten başka olduğuna delâlet eder mi?

Cevap: Evet, çünkü Allahü teâlâ, imanı, salih amelin mükafaat gerektirmesinin şartı kılmıştır. Bir şeyin şartı ise, o şeyden başkadır.

Üçüncü Soru: Ayetin zahiri, sâlih amelin ancak imanın bulunması şartıyla bir netice vereceği manasına gelmektedir. Binâenaleyh Hak teâlâ'nın, "Kim zerre miktan bir hayır işlerse onu(n karşılığını) görür? (Zilzal, 7) ayetinin zahiri ise, iman bulunmasa da, sâfih amelin bir netice vereceğini ifade etmektedir.

Cevap: Sâlih amelin, güzel bir hayati (cennet hayatını) sağlaması, imanın olması şartına bağlıdır. Bunun, bu güzel hayat neticesinin dışında başka birşeyi, yani cezanın hafifletilmesi neticesini vermesi ise, imanın olması şartına bağlı değildir.

Güzel Hayatın Yeri

Dördüncü Soru: Ayette bahsedilen "güzel bir hayat", dünyada mı kabirde mi, yoksa ahirette mi olacak?

Cevap: Bu hususta üç görüş vardır:

Birinci Görüş: Kâdî şöyle demektedir: "Doğruya en yakın olan, bahsedilen bu güzel hayatın, dünyada tahakkuk etmesidir. Bunun böyle olduğunun delili, Hak teâlâ'nın bu cümlenin hemen peşinden, "Mutlaka (onlara), yapageldiklerinin daha güzeliyle ecir veririz" buyurmasıdır. Bu ifade ile bahsedilen ecrin, ahirette verilecek ecir olduğunda şüphe yoktur."

Birisi şöyle diyebilir: "Ayette bahsedilen "güzel hayat" ile kastedilen şeyin, ahirette tahakkuk edecek bir hayat olması uzak bir ihtimal değildir. Yine bunun yanısıra Hak teâlâ'nın mü'minlere, dünyada iken yaptıkları şeylerin en güzeline göre mükafaat vermeyi vaadetmiş olmasında bir imkânsızlık yoktur:1

Güzel Hayatın Mahiyeti

Eğer, bu güzel hayatın, dünyada olacak bir şey olmasının kabul edilmesi halinde, bu güzel hayat nedir?" denilirse, şöyle cevap verilir: Alimler, bu hususta şu izahları yapmışlardır:

a) Bu, güzel ve helal rızık demektir.

b) Bu, helâl yiyip içip, Allah'a ibadet etmektir.

c) Kanaattir.

d) Bu, sadece o günkü rızık ile yetinmektir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), duasında "Bana verdiğin rızka, beni kanaatkar kıl Müstedrek, 1/455. buyurmuştur.

Ebu Hureyre (radıyallahü anh)'den, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın"Allah'ım, Muhammed ailesinin rızkını yetecek kadar kıl" Müslim, Zühd, 19 (4/2281). diye dua ettiği rivayet edilmiştir. Vahidî, "Bununla kanaat murat edilmiştir" diyenlerin görüşü güzel ve tercihe şayan görüştür. Çünkü dünyada kanaatkar kimseden başka hiç kimsenin hayatı güzel oeğildir. Hırslı ve açgözlü kimse ise devamlı bir sıkıntı ve yorgunluk içindedir" demiştir.

Mü'minin Dünya Mutluluğu

Bil ki mü'minin dünyadaki hayatı, şu sebeplerden ötürü kâfirinkinden daha güzeldir:

1) Mü'min rızkının ancak Allahü teâlâ'nın takdir ve tedbiri ile meydana geldiğini ve Allah'ın sadece doğruyu yapan, kerim ve lütufkâr bir ilah olduğunu bilince, o, Allah'ın her türlü kaza ve kaderine razı olur ve menfaatinin, bunun böyle olmasında olduğunu bilir. Cahil ise bu esasları bilmez, dolayısıyla da devamlı bir hüzün, endişe ve bedbahtlık içinde olur.

2) Mü'min aklında devamlı olarak, çeşitli belâ ve musibetlerin olabileceği ihtimalini Du undurur ve bunların bir gün meydana geleceğini gözden uzak tutmaz. Belalar meydana geldiği zaman da, onlara razı olur. Çünkü Allah'ın kaza ve takdirine rıza göstermek vaciptir. Binaenaleyh bunlar tahakkuk ettiğinde, mü'min bunları gözünde büyütmez. Cahil ise böyle değildir. Çünkü o, bu tür bilgi ve inançtan uzaktır. Başına bu belalar geldiğinde, kalbindeki tesirleri büyük olur.

3) Mü'minin kalbi, marifetutlah nuru ile genişlemiş, ferahlamıştır. Kalb böyle marifetullah ile dolduğunda dünyanın çeşitli hallerinden dolayı meydana gelecek keder ve endişelere yer kalmaz. Ama câhilin kalbi, marifetullah'tan boş ve uzaktır. Dolayısıyla onun kalbi, dünyanın çeşitli belalarından kaynaklanan hüzünlerle doludur.

4) Mü'min, maddî-dünyevi hayatın hayır ve menfaatlarının değersiz olduğunu bilen Kimsedir. Binâenaleyh ne bunları elde etmeden dolayı sevinci artar, ne de bunları elde edememeden ötürü kederi. Cahil ise, dünyevî mutluluklardan başka mutlulukların olduğuna inanmaz. Bundan dolayı, dünya hayırlarını elde etmekten dolayı sevinci, bunları kaybetmekten dolayı üzüntüsü büyük olur.

5) Mü'min, dünyevî iyilik ve hayırların, çabuk değişen ve hızlıca elden çıkan şeyler olduğunu bilir. Şayet onlar değişmemiş, bir insandan başka bir insana geçmemiş olsaydı, kendisine de geçmezdi. Bil ki mutlaka değişecek olan şey, bir insana taştığında ne hakikati ne de mahiyeti (yani bu özelliği) değişmez. Çünkü o mal o insana gelip, eline geçtiğinde de, değişmesi gerekli olur. İşte bundan ötürü mü'min ve akıllı kimse, kalbini o mala bağlamaz ve kalbinde ona zerre kadar yer ve değer vermez. Ama cahil böyle değildir. Çünkü o, bu tür bilgilerden mahrumdur. Dolayısıyla kalbini o mala bağlar ve tıpkı aşıkın maşuku ile kucaklaşması gibi, onunla sarmaş dolaş olur. O malın elinden çıkması ve sona ermesi durumunda da, kalbi için için yanar ve derdi çok büyük olur.

Bütün bunlar, mü'min olan ve marifetuliah bilgisi ile mücehhez olan kimsenin yaşantısının, kâfirin yaşantısından daha güzel olduğunu ortaya koymada yeterli izahlardır. Yine bütün bunlar, bu ayette bahsedilen "güzel bir hayat"ın, dünyada tahakkuk edeceğini kabul etmemiz halinde söz konusudur.

İkinci Görüş: Bu görüş Süddî'nindir. Ona göre bu "güzel hayat", kabirde gerçekleşir.

Üçüncü Görüş: Bu, Hasan el-Basrî ve Sa'id b. Cübeyr'in görüşüdür. Bu görüşe göre, "Bu "güzel hayat", âhirette tahakkuk edecektir. Bunun delili, "Ey insan, hakîkaten, sen Rabbine (kavuşuncaya) kadar durmadan didineceksin, nihayet O'na ulaşacaksın"(inşikak, 6) ayetidir. Hak teâlâ bu ayette, bu didinmenin, insanın Rabbine kavuşacağı zamana kadar devam edeceğini beyan etmiştir. Bizim dediğimiz de budur." Bu güzel hayatın cennette oluşunu izaha gelince, bu, o hayatın, ölümsüz bir hayat, fakirlik endişesi olmayan bir zenginlik, hastatıksız bir sıhhat, zevalsiz bir mülk ve bedbahtsız bir saadet olmasından ötürüdür. Böylece ayette bahsedilen o güzel hayatın, işte bu hayat olduğu sabit olmuş olur.

Cenâb-ı Allah bu ayeti, "Mutlaka (onlara), yapageldiklerinin daha güzeliyle ecir veririz" buyurarak sona erdirmiştir ki bu ifadenin izahı daha önce geçmişti. Allah en iyisini bilendir.

98

Âyetin tefsiri için bak:100

99

Âyetin tefsiri için bak:100

100

"Haydi, Kur'ân okuduğun zaman, o şeytan-ı racîmden Allah'a sığın. Hakikat şudur ki iman edenler ve Rablerine güvenip dayananlar üzerinde onun hiçbir hakimiyeti yoktur. Onun hakimiyeti ancak, onu yâr edinmekte olanlar ve onu (Allah'a) eş koşanlar üzerindedir".

Bil ki Allahü teâlâ, bu ayetten önce, "Mutlaka onlara, yapageldiklerinin daha güzeliyle ecir veririz" (Nahl, 97) buyurunca, sayesinde amellerin her çeşit vesveseden uzak ve beri kalacağı bir işe sevkederek "Haydi, Kur'ân okuduğun zaman, o şeytan-ı racîmden Allah'a sığın" buyurmuştur. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Şeytanın Vesvese Vermesi

Şeytan, kalblere, hatta peygamberlerin kalbine bile vesvese vermeye gayret eder. Bunun delili, "Biz, senden evvel hiçbir resul ve nebi göndermedik ki, o (bir şey) arzu ettiği zaman, şeytan onun arzusu hakkında mutlaka bir (fitne) iana atmış olmasın"(Hacc.52) ayetidir. Allah'a sığınmak ise, şeytanın vesvese anasına mani olur. Bunun delili de, "Takvaya erenler (yok mu), onlara şeytandan herhangi bir arıza iliştiği zaman, iyice düşünürler. Bir de bakarsın ki onlar (hakikati) görüp bilmişlerdir bile" (A'râf. 201) ayetidir. İşte bu sebepten ötürü, Allahü teâlâ, peygamberine, Kur'ân okuyuşun vesveseden korunmuş olarak devam edebilmesi için, Kur'ân okurken istiazede bulunmayı (eûzü-besmeleyi) emretmiştir.

Ayetteki Hitap Umumidir

Ayetteki, "Kur'ân okuduğun zaman" ifadesi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bir hitaptır. Ama bununla bütün mü'minler kastedilmiştir. Çünkü Peygamber bile, Kur'ân okurken eûzü-besmele çekmeye muhtaç olunca, onun şındaki kimseler buna haydi haydi muhtaç olur.

İstiaze Hakkında

(......) emrindeki fa, fâ-i ta'kibiyyedir. Binâenaleyh ayet zahiren, istiazenin (yani şeytandan Allah'a sığınmanın) Kur'ân okumanın peşisıra yapılacağı manasına gelir. Bu görüşü, bir grup sahabe ve tabiîn benimsemiştir. Vahidî bunun, Ebu Hureyre, İmam Mâlik ve Dâvud-u Zahirinin görüşü olduğunu söyler. Bu görüşte anlar şöyle demişlerdir: "Bunun faydası şudur: Kur'ân okuyan kimse, bu sayede büyük bir mükâfaata müstehak olur. Binâenaleyh eğer o, bu okuyuşunun peşisıra istiâze etmezse, kalbine vesvese düşer. Bu vesvese de, kıraatin mükâfaatını yok eder.

Ama o, okuyuşunu (kıraatini) müteakip istiaze ederse, vesveseler bertaraf olur ve mükafatı yok olmaktan korunmuş olur ittifak ederek şöyle demişlerdir: "Bu ayet, "Kur'ân okumak istediğinde, Allah'a istiaze et" manasında olup, "Kur'ân okuduktan sonra istiaze et" manasında değildir. Bu tıpkı, "Yemek yediğin zaman besmele çek, yolculuğa çıktığın zaman hazırlık yap" demen gibidir. Bunun bir benzeri de, "Namaza kalktığınız zaman, yüzlerinizi yıkayın" (Mâide,6) ayetidir. Bu ifade, "Namaz kılmak istediğinizde, abdest alın" demektir. Hem sonra, "Biz, senden evvel hiçbir resul ve nebi göndermedik ki o, (birşey) arzu ettiği zaman, şeytan onun arzusu hakkında mutlaka bir (fitne) meydana atmış olmasın" (Hacc. 52) ayetinin delaletiyle, şeytanın, Hazret-i Peygamberin Kur'ân okuduğu sırada vesvese verdiği sabit olunca ve Allahü teâlâ'nın da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, o vesveseyi defetmek için Kur'ân okuduğu zaman istiazede bulunmayı emrettiğine göre, bu maksadın ancak, istiazenin önce yapılması durumunda hasıl olacağı anlaşılır.

Dördüncü Mesele

Atâ'ya göre, Kur'ân okuma, ister namazın içinde olsun, ister dışında olsun, Kur'ân okurken istiazede bulunmak farzdır. Diğer fukaha ise, bunun farz olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü onlara göre, namazda Kur'ân okumazdan önce eûzü çekmeyen kimsenin namazının geçerli olduğu hususunda bir ihtilaf yoktur. Namazın dışında Kur'ân okumada da durum böyledir. Fakat namazda Kur'ân okuma hali daha te'kidlidir.

Beşinci Mesele

Ayetteki şeytan ile, İblis'in kastedildiği ileri sürülmüştür. Ama doğruya en yakın olan, bu kelimenin başındaki elif-lam'ın, "cins" manasını ifade etmesidir. Çünkü vesvesede, bütün şeytan-ı racîmlerin (koğulmuş şeytanların) payı vardır.

Şeytanın Nüfuzu Meselesi

Bil ki Allahü teâlâ, peygamberine, şeytandan istiaze etmesini (Allah'a sığınmasını) emredip, bu da şeytanın insanların bedenlerinde tasarruf edebileceği (tesirde bulunabileceği) vehmini verince, bu vehmi silmiş ve şeytanın kesinlikle insan üzerinde vesveseden başka bir kudretinin ve tesirinin bulunmadığını beyan ederek "Hakikat şudur ki iman edenler ve Rablerine güvenip dayananlar üzerinde onun hiçbir hakimiyeti yoktur" demiştir. Bundan, insanın kalbinde, kendisinin zayıf olup şeytanın vesvesesinden korunmasının da ancak Allah'ın koruması ile mümkün olduğu şuuru yer ettiğinde, istiazenin bir mana ve fayda ifade edeceği neticesi çıkar. İşte bundan ötürü muhakkik alimler, "Allah'ın koruması olmadan, Allah'a karşı günah işlemekten uzaklaşmak; yine Allah'ın tevfiki (muvaffak kılması) olmadan, Allah'a taat etmek için güc-kuvvet sahibi olmak mümkün değildir" demişlerdir. İşte bu tarz üzere tahakkuk edecek, işleri Allah'a havale etme işi, ayette, "ve Rablerine güvenip dayananlar" ifadesi ile anlatılmaktadır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onun hakimiyeti ancak. onu yâr edinmekte olanlar ve onu Allah'a eş koşanlar üzerindedir" buyurmuştur. İbn Abbas, buradaki (......) kelimesine "ona itaat edenlere" manasını vermiştir. Nitekim Arapça'da, "ona itaat ettim" manasında, ondan yüz çevirdim, uzaklaştım" manasında da, denilir.

Allahü teâlâ, sonra da "Ve onu (Allah'a) eş koşanlaradır" buyurmuştur. Buradaki "onu" zamirinin neyi ifade ettiği hususunda iki görüş vardır:

a) Bu, "Rableri" ifadesine râcidir.

b) Bu, "şeytan" ifadesine râcidir. Buna göre bunun manası, "şeytan sebebi ile, eş koşanlar" şeklindedir. Bu, kendisine küfre düşürecek bir söz söyleyen kimseye, Sen bu sözle (bihl) kâfir oldun, yani bundan ötürü kâfir oldun" demen gibidir. İşte ayetteki bu ifâde de böyledir, yani, "O şeytandan ve şeytanın onları, Allah'a şirk koşmaya sevketmesinden ötürü müşrik oldular" demektir.

101

Âyetin tefsiri için bak:53

102

Biz, bir ayeti diğer bir ayetin yerine getirdiğimiz vakit, -halbuki Allah neyi aileceğini çok iyi bilendir- dediler ki: "Sen, ancak bir iftiracısın." Hayır, onların pek çoğu bilmezler. De ki: "İman edenlere tam bir sebat vermek için nüslümanlara bir hidayet ve bir müjde olması için, onu Rabbinden, hak olarak Rûhu'l-Kudüs indirmiştir".

Bil ki Allahü teâlâ, bu ayetten itibaren, Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm)'in nübüvvetini inkâr edenlerin şüphelerini nakletmeye başlamıştır. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Tebdil (Nesh) Hakkında

İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: İçinde şiddet (va'îd) bulunan bir ayet inip, onun peşine daha yumuşak bir ayet inince, Kureyş kâfirleri, "Vallahi Muhammed, taraftarlarıyla alay ediyor. Bugün birşeyî emrediyor, yarın aynı şeyi yasaklıyor. O, bütün bunları kendinden söylüyor" dediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Biz, bir ayeti diğer bir ayetin yerine getirdiğimiz vakit" ayetini indirdi. "Tebdîl", başkasını yerine koymak şartıyla birşeyi yerinden kaldırmak demektir. "Ayetin tebdili" ise, yerine başka bir ayet konulmak suretiyle bir ayetin kaldırılmasıdır. Bu da, onun başka bir ayetle neshedilmesi demektir.

Cenâb-ı Hak, "Halbuki Allah neyi indireceğini çok iyi bilendir" buyurmuştur. Bu ifade, bir cümle-i i'tirâziyye (ara cümle)dir Buna göre mana, "Allah indireceği nâsihi, mensûhu, şiddetli ve yumuşak ifadeyi en iyi bilendir, yani, kullarının maslahatlarını en iyi bilendir" şeklindedir. Bu, kâfirleri "sen, ancak bir iftiracısın" şeklindeki sözlerinden ötürü bir kınamadır. Yani, "Allah indireceği şeyi en iyi bilendir. Binâenaleyh o kâfirlere ne oluyor ki, bu tebdîl ve neshten ötürü, Muhammed'e iftiracı diyorlar" demektir.

Cenâb-ı Allah, "Hayır, onların pek çoğu bilmezler" buyurmuştur. Bu, "Onlar, Kur'ân'ın hakikatini, nesh ve tebdilin faydasını ve bunların, kulların menfaatına olduğunu bilemezler" demektir. Bu, tıpkı bir doktorun, hastasına bir şurup almasını emredip bir müddet sonra da onu yasaklayarak, ona o şurubun zıddı olan bir şeyi almasını emretmesi gibidir.

Cenâb-ı Hak, "De ki, ... onu Rabbinden ... Ruhu'l-Kudüs indirmiştir" buyurmuştur. Rûhü'l-Kudüs ifadesinin tefsiri Bakara Sûresi'nin (Ayet 87) tefsirinde geçmişti. Keşşaf sahibi şöyle der: "Rûhü'l-Kudüs, Cebrail (aleyhisselâm)'dir. Cebrail, kudsiyyete, yani temizliğe nisbet edilmiştir. Bu, tıpkı "Hâtemü'l-Cûd" (çok cömert olan Hatem) ve "Zeydı'l-hayr" (çok hayırlı olan zeyd) denilmesi gibidir ki, bu ifadeyle, "er-Rûhu'l-Mukaddesu", "Hâtemu'l-Cevâdu" ve "Zeydun el-hayyiru" ifadeleri murad edilmiştir. el-Mukaddes kelimesi suyla temizlenen anlamındadır. Min Rabbik ifadesmdeki min Kur'ân ile alâkalıdır. Yani, Cebrail Kur'ân'ı, iman edenleri, imanlarında sabit kadem kılmak için senin Rabbin tarafından indirdi. Yani mü'minleri, "nesh" ile sınadı. Öyle ki onlar, bu nesh hususunda, "Bu, Rabbimiz tarafından gelen hak bir husustur" dediklerinde, dinlerinde sabit kadem olduklarına ve Allah'ın hakim olduğuna, O'nun yaptığının sırf hikmet ve mahza doğru olduğuna yakînen inandıklarına hükmedilir.

Ayetteki (......) ifadeleri, mef'ûlün leh olup, yüsebbite fiilinin mahalline matuftur. Buna göre ifadenin takdiri, "Onları sabit kadem kılmak, irşâd etmek ve müjdelemek için" şeklinde olur. Bu ifadede, bu sıfatların zıddının, mü'minlerin dışındakiler için olduğuna da bir tarîz ve çıtlatma vardır.

Ebu Müslim'in Görüşü

Biz, Ebu Müslim el-İsfehânî'nin, "Hazret-i Muhammed'in şeriatında nesh vaki değildir" görüşünde olduğunu söylemiştik. Binâenaleyh o, burada kastedilen mananın, "Kıble'nin, Beyt-i Makdis'ten Kabe'ye tahvil edilmesi gibi, önceki kitaplarda bulunan bir ayetin yerine başka bir ayet getirdiğimizde, müşrikler, "Sen bu değiştirme hususunda iftira ediyorsun" derler" şeklinde olduğunu söylemiştir. Diğer müfessirlere gelince onlar, neshin bu şeriatte olduğu fikrini benimsemişlerdir. Bu husustaki açıklamalar, ayrıntılı bir biçimde diğer surelerde geçmiştir.

Sünnetin Ayeti Neshi

Şafiî (r.h) Kur'ân'ın sünnet ile neshedilemeyeceğini ileri sürerek, bu görüşünün doğruluğuna, Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz, bir ayeti diğer bir ayetin yerine getirdiğimiz vakit" buyruğu ile istidlalde bulunarak, "Bu ayet, ayetin ancak başka bir ayetle neshedilmesini gerektirir" demiştir. Ama, Şafiî'nin bu görüşü zayıftır. Çünkü bu, Allahü teâlâ'nın, bir ayeti başka bir ayet ile tebdil ettiğine delâlet eder. Bu ifadede, Allahü teâlâ'nın, bir ayeti ancak bir ayet ile değiştirdiğine bir delalet yoktur. Hem, Cebrail (aleyhisselâm) ayeti getirdiği gibi, sünneti de getirmiştir. Hem sünnet, bazan ayetin hükmünü de isbat edip desteklemiştir. Hem bu, kâfirlerin sözünü nakleden bir ayettir. Binâenaleyh, buna tutunmak nasıl doğru olabilir? Allah en iyisini bilendir.

İnkarcıların Bazı İddiaları

103

"Celalim hakkı için onların, "Bunu mutlaka bir beşer öğretiyor" diyeceklerini biliyoruz. Haktan sapmak suretiyle (Kur'ân'ı) kendisine mal edecekleri adamın lisânı a'cemîdir. Bu (Kur'ân) ise, apaçık bir Arapça'dır. Allah'ın ayetlerine iman etmeyenler (yok mu), şüphesiz ki Allah onlara hidayet etmez. Onlar için çok acıklı bir azap vardır. Ancak Allah'ın ayetlerine iman etmeyenlerdir ki, iftira düzerler. İşte, yalancıların ta kendileri de onlardır".

Kur'ân'ı Öğrettiği İddia Edilen Şahıs

Bil ki bu ayetle kastedilen, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetini inkâr edenlerin ileri sürdükleri şüphelerden bir başkasını nakletmektir. Şöyle ki: Onlar "Muhammed, bu kıssaları ve sözleri, bir başka insandan istifade ile ve ondan öğrenerek söylüyor" demişlerdir. Alimler, müşriklerin, Hazret-i Muhammed'in, kendisinden öğrendiğini söyledikleri o beşerin kim olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bunun, kendisine Yaîş denilen Amir İbn Lüeyyoğullarının bir kölesi olduğu ileri sürülmüştür. Bu köle, çeşitli kitaplar okurdu. Yine bunun, Utbe İbn Rebiâ'nın kölesi Addâs olduğu da ileri sürülmüştür. Yine bunun, kitapları bulunan ve ismi Cebrâ olan Hadremîoğullarının bir kölesi olduğu da ileri sürülmüştür. Kureyş, "Haramîoğullarının kölesi, Hatice'ye; Hatice de Muhammed'e öğretiyor!" diyorlardı. Yine bunun, Mekke'de, ismi Belâm olan, Arapça bilmeyen bir hristiyan olduğu da ileri sürülmüştür ki, Ebu Meysere denildiği de olmuştur. O, Rumca konuşuyordu. Bunun, Selmân el-Farisî olduğu da söylenilmiştir. Velhasıl bu isimleri sayıp dökmenin bir faydası yoktur. Netice olarak diyebiliriz ki, o müşrikler, Hazret-i Muhammed'i, bu sözleri başkasından öğrenmek, daha sonra da onları kendiliğinden izhâr etmek ve bu hususta yalan söyleyerek onları vahiy yoluyla öğrendiğini iddia etmekle itham etmişlerdir.

İlhad Ne Demektir?

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bütün bunlara. "Haktan sapmak suretiyle kendisine mal edeceklerinin lisanı, a'cemîdir. Bu (Kur'ân) ise, apaçık bir Arapça'dır" diyerek cevap vermiştir. "İlhâd" kelimesinin Arapça'daki manası, meyletmek demektir. Nitekim bir kimse, kasttan, doğru istikametten sapıp meylettiğinde "Lehade ve elhade" denilir. Haktan sapan ve dönen kimseye "mülhid" denilmesi de bu manadandır. Hamza ve Kisaî yâ'nın ve hâ'nın fethasıyla, yelhadûne şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları, yâ'nın dammesi ve hâ'nın kesresiyle yulhidûn şeklinde okumuşlardır. Vahidî şöyle der: "Evlâ olan, yâ'nın dammesiyle okumaktır; çünkü bu, Kur'ân'ın ifadesidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kim orada zulm ile ilhâda yeltenirse"(Hacc, 25) buyurmuştur. "İlhâd", bazan meylettirmek manasına da kullanılır. Nitekim bu manada olmak üzere, kabirde "lahd" eştiğinde o kimse, "Elhadtu lehû lahden der, yine; "kabrun muihad" (Lahd vurulmuş kabir) ve "Kabrun melhûd" (Lahd vurulmuş kabir) denilir. Bir dini bırakıp da başka bir dine meyletme söz konusu olmaksızın, bütün dinlerden meyledip uzaklaşan kimseye de, bu anlamda müthid denilir. Bu ayetteki "ilhfid" her iki görüşe göre de tefsir edilmiştir. Nitekim Ferra, bunun sülâsîden meyl masdarından olmak üzere "yemîlune" (meylederler) manasına geldiğini söylerlerken, Zeccâc bunun, if'âl babından yumîlûn (meylettirirler) manasına geldiğini söylemiştir. Yani, "sözü meylettirdikleri lisan a'cemîdir (Arapça değildir)" demektir.

A'cem ve İ'câm Kelimesi

Ayetteki a'cemî kelimesine gelince, Ebu'l-Feth el-Mevsılî şöyle demektedir:

A-C-M kelimesi, Arapça'da, mübhem ve gizli bırakmak, beyân etmemek manasına oelâiet etmek üzere vaz' olunmuştur. Nitekim Arapların, fasih konuşamadıklarında, 'Reculun a'cemu" (Fasih konuşamayan adam) ve "İmra'etun acmâu" (Fasih Konuşamayan kadın) demeleri bu manadadır. Görülmediği ve gizli olduğu için, kuyruk sokumuna, "Acmu'z-zenebi" denilir. Yine, içindekini izah edemediği için, hayvanlara da," acmâ' "denilmektedir. Araplar, öğle ve ikindi namazlarına da " 'acmâvân " adını vermişlerdir. Çünkü bu iki namazdaki kıraat cehren değil gizli okunmaktadır. Arapların "A'cemtu'l-kitâbe" sözlerinin manası, "Kitabın kapalılığını giderdim" şeklindedir. Çünkü if'âl babının hemzesi, bazan selb (izâle) manası ifade eder. Bu, Arapların, bir kimsenin şikâyet ve rahatsızlığını giderdiğinde, "Eşkeytu fülânen" demeleri gibidir. İşte bu kelimenin aslı budur. Daha sonra Araplar kendi lisanlarını bilmeyen ve onu konuşamayan kimselere, " 'A'cem", "A'cemî" adını vermişlerdir. Ferrâ ve Ahmed İbn Yahya şöyle demektedir: "A'cem" Arap dahi olsa, lisanında kapalılık bulunan, fasîh olmayan kimseye denilir. A'cemî ve el-'acemi ise, aslı yabancı olan kimse demektir." Ebu Ali el-Farisî ise şöyle demektedir: "A'cem, ister Arap ister yabancı olsun, fasîh olmayan kimse demektir. Baksana Araplar, Arap olmasına rağmen, lisânında rekaket ve ucme bulunduğu için, "Ziyâdu'l-a'cemu" (Fasih konuşamayan Ziyâd) derler." Ayetteki a'rabî kelimesinin manasına ve iştikakına gelince, biz bunu Cenâb-ı Hakk'ın (Tevbe, 97) ayetinin tefsirinde ele almıştık. Ferrâ ve Zeccâc bu ayetin tefsirini yaparken, Arapça'da, " Arube sânuhu-arâbeten-ve 'urûbeten" (Lisanı fasih ve güzel oldu) denildiğini söylemişlerdir. İşte, bu ayetin lafızlarının tefsiri bundan ibarettir.

Cevabın nasıl izah edileceği hususuna gelince: Bil ki bu, biz, "Kur'ân, kendisinde afızlarla ilgili fesahat bulunduğu için bir mu'cizedir" dediğimizde ancak ortaya çıkar. Buna göre Cenâb-ı Hak tarafından sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Farzedin ki Hazret-i Muhammed, mânaları, o a'cemîden öğrenmiştir! Ancak ne var ki Kur'ân, arzlarında bulunan fesahatinden dolayı bir mu'cizedir. Sizin, "Muhammed, bu manaları o adamdan öğrenmiştir" şeklindeki sözünüzde doğru söylediğiniz farzedilse bile, ancak ne var ki bu, maksadımızı zedelemez. Çünkü Kur'ân, fesahatinden dolayı ancak bir mucizedir. Sizin ileri sürdüğünüz şey ise, bu maksadı zedelemez."

Cenab-ı Hak bu cevabı ortaya koyunca, bunun peşinden tehdit ve vaidini getirerek, "Allah'ın ayetlerine iman etmeyenler (yok mu), şüphesiz ki Allah onlara hidayet etmez" buyurmuştur. Ehl-i sünnet alimlerimizin, bu ayeti nasıl tefsir edecekleri açıktır. Kâdî ise şöyle demektedir: "Bu hususta söylenilenlerin en güçlüsü, "O, onları cennet yoluna iletmez" şeklindeki görüştür. İşte bundan dolayı da Cenâb-ı Hak bundan sonra, "Onlar için çok acıklı bir azap vardır" buyurmuştur. Bununla, "Onlar, Allah'a iman etmeyi bırakınca, Allah onları cennete iletmez. Aksine onları cehenneme sevkeder" manası kastedilmiştir."

Daha sonra Cenâb-ı Hak, o müşriklerin bu sözlerinde yalancı olduklarını beyan ederek, "Ancak Allah'ın ayetlerine iman etmeyenlerdir ki iftira düzerler, işte, yalancıların ta kendileri de onlardır" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Münkirlerin Yalancılığı

Bununla şu kastedilmiştir: "Allahü teâlâ, önceki ayette onların söylediklerinin doğru olduğunun farzedilmesi halinde bile, bu sözün maksadı zedelemeyeceğini beyan etmiş, daha sonra da bu ayette, onların söylediklerinin doğru olmayıp, onların bu hususta yalan söylediklerini açıklamıştır. Onların yalancı olmalarının delili şudur:

1) Onlar kâfir iken, Allah'ın ayetlerine iman edemezler. Durum böyle oldukça da, onlar Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e düşman olurlar. Düşmanların sözleri ise, bir tür hezeyan ve saçmalıktır., itham eden kimsenin lehine delil olmaz.

2) Öğrenme işi bir oturumda meydana gelmez ve gizli olarak da tamamianamaz. Tam aksine öğrenme, ancak öğreten kimsenin öğrenen kimseye uzun zaman ve uzun süre gidip gelmesiyle tamamlanır. Eğer durum böyle olsaydı, o zaman halk arasında Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, ilimleri falancadan filancadan öğrenmiş olduğu yaygın ve meşhur hale gelmiş olurdu.

3) Kur'ân'da mevcut olan ilimler pekçoktur. Bunları öğrenmek ise, öğreten kimsenin son derece faziletli ve muhakkik bir kimse olması durumunda mümkün olur. Binaenaleyh, onların içinde, öğretme konusunda ve işleri tahkik etmede bu noktaya ulaşmış bir kimse olmuş olsaydı, o kimse, inceleme ve tahkik hususunda, dünyada parmakla gösterilen kimse olurdu. Binaenaleyh bu yüce ilimleri ve eşsiz konulan, rasigele falanca ve filancadan öğrenmek nasıl mümkün olur?

Bil ki, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini bu gibi çarpık cümlelerle tenkit etmek, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hüccetinin açık ve net olduğunu gösterir. Çünkü muarızlar, bu hususta ta'nda bulunmaktan aciz olup, son derece acziyete düşünce, işte o zaman bu zayıf ve tutarsız sözleri söylerler.

İkinci Mesele

Bu ayette, yalan söylemenin büyük günahlardan ve en çirkin kötülüklerden olduğuna dair kuvvetli bir delalet bulunmaktadır. Bunun delili şudur: Bu ifadenin başındaki innemâ hasr ifade edip, buna göre mana, "Yalana ve iftiraya ancak Allah'ın ayetlerine iman etmeyen ve ancak kâfir olan kimseler yönelir" şeklinde olur.

Şayet: "Ayetteki fiil cümlesi; cümlesi ise, isim cümlesidir. Halbuki, isim cümlesinin fiil cümlesine atfı uygun değildir. Binâenaleyh, bu ayette bu şekilde gelmesinin sebebi nedir?" denilirse biz deriz ki:

İsim ve Fiil Sıgalarının Delâleti

Fiil, bazan devamlı olur, bazan da inkitâya uğrar. Bunun delili; 'Sonra, bütün o delilleri gördüklerinin ardından mutlaka onu bir zamana kadar ma atmalan onlara zahir oldu"(Yusuf, 35) ayetidir. Cenâb-ı Hak, hapsin devamlı olmayacağına dikkat çekmek için, bu ayette buna işareten fiil cümlesi getirmiştir. Firavun da, Hazret-i Musa'ya. "Andolsun dedi, eğer benden başka bir tanrı edinirsen seni muhakkak ve muhakkak zindana grenlerden ederim" (şuara, 29) demiştir. Burada da, bu hapsin devamlı olduğuna dkkat için, bu ifade burada isim olarak getirilmiştir. Alimlerimiz şöyle demişlerdir: Allahü teâlâ "Adem Rabbine karşı geldi de, yolunu şaşırdı" (Taha, 121) buyurmuştur. Bunun, "Adem asîdir, azgındır..." şeklinde ifade edilmesi caiz değildir. Çünkü fiil sîgası devam ifade etmez, amma isim cümlesi ise, devamlılığı İade eder.

Bu mukaddimeyi iyice kavradığında biz diyoruz ki; Cenâb-ı Hak, "Ancak Allah'ın ayetlerine iman etmeyenlerdir ki, iftira düzerler" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak bunu, yaian söylemeye yeltenenin ve söyleyenin, sanki de neredeyse küfre gireceğine dikkat çekmek için zikretmiş, daha sonra da, yalan söylemenin onlarda kök salmış olan cevamtı bir nitelik olduğuna dikkat çekmek için de, "işte, yalancıların ta kendileri de onlardır" buyurmuştur. Bu, senin tıpkı, "Yalan söyledin, yalancısın" demen gibidir. Bu durumda senin "yalancısın!" sözün, onu alabildiğince yalan söylemekle tavsif etmek olur ki bu, "Senin âdetin, işin gücün yalan söylemektir" demektir.

Üçüncü Mesele

Ayetin zahiri, yalan söyleyenin, Allah'ın ayetlerine inanmayan bir müfteri olduğuna delâlet eder. İşte burada da böyledir. Çünkü küfür, ulûhiyyeti ve peygamberlerin nübüvvetini inkâr demektir. Böyle bir inkâr, yalanı ve iftirayı da içine alır. Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Mü'min kimse yalan söyler mi?" denildiğinde o, "Hayır" cevabını verir, sonra da bu ayeti okur. Allah en iyisini bilendir.

İmanın Ehemmiyeti

www

106

Âyetin tefsiri için bak:109

107

Âyetin tefsiri için bak:109

108

Âyetin tefsiri için bak:109

109

"Kalbi iman üzere mutmaîn ve müsterih olarak icbar edilenler müstesna olmak üzere, kim imanından sonra Allah'ı tanımaz, fakat küfre sine açarsa, Allah'ın gazabı onların başındadır. Onlar için en büyük bir azab vardır. Bunun sebebi şudur: Çünkü onlar dünya hayatını ahirete tercih etmişlerdir. Ve bir de Allah, kâfirler güruhuna hidayet etmez. Onlar öyle kimselerdir ki Allah. kalbler'min, kulaklarının ve gözlerinin üstüne mühür basmıştır, İşte gafil olanlar da, onların ta kendileridir. Hiç şüphesiz onlar, ahirette de hüsrana uğrayanların ta kendileridir".

Bil ki Allahü teâlâ, kâfirlerin azabının büyük olduğunu bildirince, bu ayette, kalbiyle değil de lisânen küfredenle, hem kalbi hem lisanıyla küfredenlerin durumunu ayrıntılı olarak zikretmiştir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

İmandan Sonra Kâfirlik

Cenâb-ı Hakk'ın "Kim imanından sonra Allah'ı tanımazsa" ifadesi, haberi zikredilmeyen bir mübtedâdır. İşte bu sebeple müfessirler ihtilaf etmişler ve bu hususta şu izahları yapmışlardır:

1) Ayette kısmı, (Nahl, 105) ifadesinden bedeldir. Buna göre kelamın takdiri, "iman ettikten sonra Allah'ı inkâr eden kimseler ancak, Allah'a iftira ederler" şeklinde olur. Böylece bunlardan "mükreh" (icbar edilen) müstesna tutulmuş olup iftira etme hükmünün muhtevasına girmemiş olur. Böyle olması halinde (Nahl, 105) ifadesi, bedel ile "mübdelun minh" arasına girmiş bir itirazî cümle olur.

2) Bu ifadenin, haber olan el-kâzibûn kelimesinden bedel olması da mümkündür. Buna göre kelamın takdiri "işte onlar, (yani o yalancılar) iman ettikten sonra, illah'ı inkâr eden kimselerdir" şeklindedir.

3) Bu kelimenin, zem üzere mansûb olması da caizdir. Buna göre ifadenin takdiri, "işte onlar yalancıların ta kendisidir. Ben, iman ettikten sonra Allah'ı inkâr edenleri kastediyorum" şeklinde olur. Bana göre bu, yapılan izahların en güzeli ve zorlamadan en uzak ve berî olanıdır.

4) ifadesinin, cevabı hazfedilmiş şart ve mübteda olan bir cümle olmasıdır: Çünkü daha sonra zikredilecek olan şartın cevabı, hazfedilmiş olan bu cevaba delalet eder. Buna göre sanki, "iman ettikten sonra kim Allah'ı inkâr ederse, mükreh olan müstesna, Allah'ın gazabı onların basınadır. Ancak, küfre sinesini açanların başına da, Allah'ın gazabı vardır" denilmek istenmiştir.

Dinden Dönmeye Zorlananın Hükmü

Alimler, insanın kelime-i küfrü söylemesinin gerekmediği hususunda ittifak etmişlerdir. Bunun böyle olduğuna şunlar delalet etmektedir:

1) Bize, Bilâl-i Habeşî'nin o işkenceye sabrettiği ve, "Ahad, Ahad! - (Allah) birdir, birdir!" dediği rivayet edilmiştir. Rivayet olunduğuna göre, Dirkısım Mekke'li fitneye düşerek, İslâm'a girdikten sonra İslâm'dan ayrılıp irtidâd etmişlerdi ve onların içinde "mükreh" olanlar, kalbi imanda ısrar ettiği halde, kelime-i küfrü lisanen söyleyenler vardı. Ammâr, anne-babası Yasir ve Sümeyye, Suheyb-i Rûmî, Bilâl-i Habeşî, Habbâb ve Salim (r. anhüm) bunlardandır ki bunlar, alabildiğine işkence görmüş kimselerdir.

Sümeyye'ye gelince: Denildiğine göre o, iki deve arasına bacaklarından ve oi'arından bağlanılmış ve mızrakla kalbinden vurulmuştu. Ve onlar: "Sen, birtakım elekler için müslüman oldun" demişlerdi. Böylece hem o, hem de Yâsir öldürülmüştü ki bu ikisi, İslâm'ın ilk iki şehididir. Ammâr'a gelince o, onların stediklerini lisanıyla kerhen söylemişti. Bunun üzerine, "Ey Allah'ın Resulü, Ammâr kâfir oldu" denildiğinde, Hazret-i Peygamber, "Hayır, Ammâr tepeden tırnağa imanla boludur. İman onun etine kanma sirayet etmiştir" buyurur. Ammâr, Hazret-i Peygamber'e, ağlayarak gelir. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber onun göz yaşlarını Imeye başlar ve "Senin için bir şey yok. Eğer onlar, aynı şeyi sana bir daha .açarlarsa, sen de onlara o söylediğini tekrarla" der. Müsned, 4/69-90. Hadramî'nin kölesi Cebr de bunlardandır. Efendisi onu zorlamış, o da bunun üzerine (lisânen) küfre girmişti. Daha sonra, hem efendisi hem de kendisi müslüman olmuşlar, hem de öyle güzel olmuşlar ki, hicret dahi etmişlerdir.

Üçüncü Mesele

Ayetteki İlla men ukrihe bir istisna değildir. Çünkü mükreh, kâfir değildir. Binâenaleyh, onun kâfirden İstisna edilmesi doğru olmaz. Ancak ne var ki, mükreh'ten, iman ettikten sonra kâfirden, kendi ihtiyarıyla sudur eden şeyin aynısı (zahiren) ondan çıktığı için, -bu müşakele'den (lafzî benzerlikten) dolayı- bu istisna geçerli olmuştur.

Geçerli İcbar ve Bilal

Burada, kendisi sebebiyle küfür kelimesini telaffuz etmenin ikrah (zorlama) halini beyan etmek gerekir. Bu, o kimsenin, meselâ öldürülmeyle korkutulması, çok şiddetli dövülmesi ve incitilmesi gibi, dayanamayacağı bir işkenceye maruz bırakılmasıdır. Mücahid şöyle der: "Müslüman olduğunu ilk defa (açıkça) söyleyenlerin sayısı, yedidir: Allah'ın Resulü, Ebu Bekir, Habbâb, Süheyb, Bilâl Ammâr ve Sümeyye, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelince, onu, amcası Ebu Talib korudu. Ebu Bekir'e gelince, onu da kabilesi himaye etti. Diğerleri ise yakalanıp, kendilerine demirden zırhlar giydirildi. Sonra da, güneş altına oturtuldular. Böylece, demirin ve güneşin harareti onların takatlerini kesti. Ebu Cehil, onların yanına gelerek, onlara sövüp saydı, onları azarladı, bu arada Sümeyye'ye de söğerek mızrağını, harbesini onun tercine dürttü." Diğer alimler ise şöyle demişlerdir: "Onlar, Bilâl'den başkasına diş geçiremediler. Çünkü onlar, Bilal'e işkence yapıyorlardı. Bilâl ise: "Allah birdir, birdir!" diyordu. Derken, onlar ona işkence etmekten bıkıp usandılar. Bunun üzerine de, onlar onun ellerini arkadan bağlayarak boynuna kendirden bir ip attılar ve onu, kendisiyle oynayıp eğlensinler diye, çocukların ellerine verdiler. Derken, çocuklar da onunia oynamaktan usanarak, onu bıraktılar." Ammâr şöyle demektedir: "Biz, Bilâl hariç, o müşriklerin istedikleri şeyi söylemiştik. Ama, Bilâl canından vazgeçmişti. İşte bunun üzerine, o müşrikler onun yakasını bırakmışlardı." Habbâb da şöyle der: "Benim için, ancak sırtımın yağınm söndürebileceği bir ateş yakmışlardı."

İşkence Edilenin Tutumu

Alimler, kişinin kelime-i küfrü söylemesi durumunda, kalbinin ona rıza göstermekten uzak olması ve birtakım tarizlerle, çıtlatmalarla yetinmesi gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. Bu tarizler o kişinin, "kâfirlere göre" manasını; veyahut da başka bir Muhammed'i kastederek, "Muhammed yalancıdır" demesi gibidir, veyahut da bu ifadeyi, istifham-ı inkârî'ye niyet ederek söylemesidir. (Muhammed yalancıdır?!) Yani, değildir). İşte bu noktada iki bahis ortaya çıkar:

Birinci Bahis: Onu buna zorlayan, onun bu tür niyyetleri kafasında canlandırmasına fırsat vermez, veyahut da o çok büyük bir korku ve endişeye kapıldığı için, bu tür niyyetler onun kalbinden silinip giderse, o zaman bu kimse zahiren kınanır, ama Allah'ın affı da umulur ve beklenir.

İkinci Bahis: Bu işe zorlayan, şayet İşi sıkı tutar da ona bütün tariz çeşitlerini açıklar ve ondan, "Şunu şunu demeni değil, şunu söylemeni bekliyorum" demesini isterse, bu durumda ya yalan söylemenin üstlenilmesi, veyahut da canı ölüme maruz bırakma durumu ortaya çıkar. İşte bu noktada bazı kimseler, onun yalan söylemesinin mubah olacağını ileri sürerlerken, bazıları bunun onun için mubah olmayacağını savunmuşlardır ki, Kadî bu ikinci görüşü tercih ederek, şöyle der: Çünkü yalan, ancak yalan olduğu için kabihtir. Binâenaleyh, her durumda kabih ve çirkin olması gerekir. Şayet bazı faydalar gözetmekten dolayı kabih ve çirkin olmaktan çıkması caiz olsaydı, o zaman bazı menfaatlerden dolayı, Allah'ın da yalanı yapıp işlemesi imkânsız olmazdu. Bu durumda da sadece Allah'ın bilebileceği, bazı maslahatları gözetmesinden ötürü, böylesi bir yalanı işlemesi ihtimali sebebiyle, Allah'ın ne vaadine, ne de vaîdine güven diye bir şey kalmazdı.

İcbar Konusunda Azimet

Alimler, kişinin, kelime-i küfrü söylemesinin gerekmediği hususunda ittifak etmişlerdir. Bunun delilleri şunlardır:

1) Biz, Hazret-i Bilâl'in, o işkenceye sabrettiğini ve, "(Allah) birdir, birdir!" dediğini; Hazret-i Peygamber'in de, "Ne fena yaptın!" demediğini, tam aksine onu bundan dolayı utulayıp saygı duyduğunu nakletmiştik. Böylece bu, kişinin, kelime-i küfrü söylemesi gerekmediğine delalet etmiş olur.

Müseylime'nin İcbar Etmesi

2) Rivayet edildiğine göre Müseylimetu'l-Kezzâb, iki adam yakalar, onlardan birisine, "Muhammed hakkında ne dersin?" dediğinde o, "Allah'ın Resulüdür!" der. Bunun üzerine, "ya, benim hakkımda ne dersin!" dediğinde o, "sen de..." der. Bunun üzerine o, onu salıverir. Diğerine dönerek, "Peki Muhammed hakkında sen ne dersin?" dediğinde o, "Allah'ın Resulüdür" der. Bunun üzerine Müseylime,"Ya benim için ne dersin?" dediğinde de, "Ben sağırım" der. Müseylime, sorusunu üç defa tekrarlar, o da aynı cevabı verir. Bunun üzerine o, onu öldürür. Bu durum Hazret-i Peygamber'e ulaşınca o, şöyle der: "Birincisi, Allah'ın ruhsatına tutunmuştur, ikincisi ise, hakkı, kafalara vururcasma söylemiştir. Onu tebrik ederim" buyurmuştur.

Bu hadis şu iki bakımdan delil getirilir:

a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kelime-i küfrü (inkârı ifade eden sözü) söylemeyi "ruhsat" olarak adlandırmıştır.

b) O, bu sözü söylemeyip de, bundan dolayı öldürülen kimsenin durumunu saygı tle karşılamıştır.

3) Hakkı ikrar etme yolunda canı vermek çok zor birşeydir. Binâenaleyh Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "İbadetlerin en faziletlisi, en zor ve en meşakkatli olanıdır' Keşfu'l-Hafa 1/155 hadisinden ötürü, bunun, en mükâfaatlı bir ibadet olmuş olması gerekir.

4) Kelime-i küfrü söylemeyen, kalbini ve dilini küfürden temizlemiştir. Ama onu diliyle söyleyen kimseye gelince, farzedelim ki onun kalbi küfür kirinden temizdir, ama dili zahiren bu pis kelimeye bulaşmış olur. Binaenaleyh birincisinin durumunun daha faziletti olması gerekir. Allah en iyi bilendir.

İkrahın Çeşitleri

Bil ki "İkrah" (zorlama)nın pek çok çeşiti vardır: Birincisi, yapılması için zorlanılan fiilin, mesela içki içme, domuz eti veya leş yeme gibi bir iş olmasıdır. Bu durumda bakılır, eğer o, diğerini bu işi yapmaya silah zoruyla zorluyorsa, zorlanan kimsenin bunu yapması gerekir. Çünkü canı kurtarmak gerekir. Bu misalde, canı kurtarmanın yolu da, ancak onu yemekten geçer. Bunu yemeden-içmeden dolayı, ne o kimseye bir zarar, ne de Allah'ın hakkına bir ihanet söz konusudur. Dolayısıyla, "Kendinizi tehlikeye atmayın" (Bakara, 195) ayetinden ötürü, bunun yapılması gerekir. İkincisi, zorlanılan fiilin mubah olup, vacip bir iş olmamasıdır. Bunun misali, bir kimsenin, bir kimseyi kelime-i küfrü söylemeye zorlamasıdır. Bu durumda, zorlanan kimsenin bunu söylemesi mubahtır, fakat, daha evvel de izah ettiğimiz gibi, farz ve vacib değildir. Üçüncüsü, o fiilin vacib ve mubah değil, ancak haram olmasıdır. Bu, mesela bir kimsenin bir kimseyi, bir başkasını öldürmeye yahut onun uzuvlarından birisini kesmeye zorlaması gibidir. İşte bu durumda, öldürme işi, asıl hükmü olan haramlık üzere devam eder. Ama mükreh (zorlanan kimse)den kısas düşer mi düşmez mi meselesine gelince, Şafii (r.h), bu husustaki iki görüşünün birinde, "Kısas gerekir" demiştir. Bunun delili şu iki şeydir:

1) O, onu kasden ve düşmanca öldürmüştür. Binâenaleyh Hak teâlâ'nın, "Ey iman edenler, maktuller hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı)" (Bakara, 178) ayetinden ötürü, bu kimseye kısas uygulanması gerekir.

2) Biz, mükrehin, öldürülmesine kastedildiğinde, başkasını öldürmek suretiyle de olsa, canını kurtarabileceğinin helal olduğunda ittifak ettik. Binaenaleyh onun, bu öldürme işine yeltenmesinin düşünülmesi, onun da kanının akıtılmasını gerektireceğine göre, mükrehten gerçekten öldürme işinin sudur etmesi durumunda, onun kanı da akıtılmayı haydi haydi haketmiş olur. Allah en iyi bilendir.

Sekizinci Mesele

Öldürme (katillik) veya kelime-i küfrü söyleme gibi, zorlamayı kabul eden fiiller olduğu gibi, böyle olmayan fiiller de vardır. Mesela, zinanın böyle olduğu söylenmiştir. Çünkü ikrah (zorlama), büyük bir korku doğurur. Bu da, erkeğin cinsi münasebet organının sertleşmesine mani olur. Binâenaleyh eğer zina hadisesi tahakkuk edecek olsa, bunu ikrahdan dolayı değil de, o kimsenin kendi arzu ve ihtiyarı ile yaptığı anlaşılmış olur.

Dokuzuncu Mesele

Şafiî (r.h), mükrehin verdiği talakın (boşanmanın) talak sayılmayacağını söylerken; Ebu Hanife (r.h) ise, bu talakın geçerli olduğunu söylemiştir. Şafii (r.h)'nin delili şudur:

Cenâb-ı Hak, "Dinde zorlama yoktur" buyurmuştur. Bununla, "Dinde ikrah yoktur" manasının kasdedilmiş olması mümkün değildir. Çünkü bu ikrah bizzat vardır. Binaenaleyh ayeti, ikrahın neticelerinin olmaması manasına hamletmek gerekir. Buna göre mana, "Dinde ikrahın tesiri yoktur, o nazar-ı dikkate alınmaz" şeklindedir. Hem Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de "Ümmetimden, hatanın unutmanın ve zorlanıldıklan şeyin vebali (hükmü) kaldırıldı" Keşfu'l-Hafa 1/433; İbn Mâce, Talak, 16 (1/659). buyurmuştur. Yine O (sallallahü aleyhi ve sellem) "İkrah halinde talak geçerli değildir" İbn Mâce,Talak, 16 (1/660). buyurmuştur. Eğer onlar (yani Hanefîler), "O, onu boşamıştır. Dolayısıyla, "Yine erkek, eşini boşarsa, ondan sonra kadın kendisine ... helâl olmaz" (Bakara, 230) ayetinin hükmüne girer" derlerse, buna karşı cevabımız, "Deliller tearuz ettiğinde (birbirine karşı geldiğinde), bizim de görüşümüz üzere, oldukları gibi kalmaları gerekir" şeklinde olur. Allah en iyi bilendir.

Onuncu Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın "Kalbi iman üzere mutmain ve müsterih olarak" ifadesi, imanın yerinin kalb olduğuna delalet eder. Yeri kalb olan şey ise, ya inançtır, yahut kelâm-i nefsî (düşüncedir). Dolayısıyla imanın, ya bilmekten, yahut da kelâm-ı -efsî ile tasdik etmekten ibaret olması gerekir. Allah en iyi bilendir.

Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Fakat kim küfre sine açarsa" yani, "göğsünü (kalbini), küfrü kabul etmek için açar, yayarsa" buyurmuştur. "Sadr" kelimesi, "şereha" fiilinin mef'ûlü olarak mansubtur. Buna göre kelamın takdiri, "Kim göğsünü küfre açarsa" şeklindedir. Burada, sadrehu kelimesindeki zamir hazfedil mistir. Çünkü insan, başkasının göğsünü açmaya, şekillendirmeye muktedir olamaz. Binâenaleyh ayetteki "sadr" kelimesi, kendisiyle marifelik (belirlilik) murad edilen nekire bir kelimedir.

Allahü teâlâ sonra, "Allah'ın gazabı onların başındadır" buyurmuştur. Bu, "Allahü teâlâ, onlara azab etmeye hükmetmiştir" demektir. Cenâb-ı Allah, daha sonra bu azabı niteleyerek, "Onlar için en büyük bir azab vardır" buyurmuştur.

Dünyayı Tercih Edenler

Sonra Cenâb-ı Allah "Bunun sebebi şudur: Çünkü onlar dünya hayatını ahirete tercih etmişlerdir" buyurmuştur. Buna göre mana, "Onların bu küfre ve irtidada yeltenmeleri, Allahü teâlâ'nın onları imana iletmemesi ve onları küfürden korumaması yüzündendir" şeklinde olur. Kadî ise: "Bununla, "Allah onları cennete hidayet etmez, iletmez" manası murad edilmiştir" demiştir. Ona bu görüşünün zayıf olduğu söylenir. Çünkü, "Ve Allah kâfirler güruhuna hidayet etmez" ifadesi, "Bunun sebebi şudur: Çünkü onlar dünya hayatını ahirete tercih etmişlerdir" ifadesi üzerine atfedilmiştir. Binaenaleyh "ve Allah kâfirler güruhuna hidayet etmez" ifadesinin, onların bu irtidâd ve küfre yönelmelerini gerektiren bir sebep olması gerekir. Kıyamette cennete hidayet etmemek, iletmemek ise, bu irtidadın ne bir sebebi, ne bir illeti olabilir, aksine bu irtidadın neticesi ve sonucu olur. Dolayısıyle Kâdî'nin yapmış olduğu bu te'vil batıldır.

Allahü teâlâ, sonra, kendisinin onları iman etmekten alıkoyduğunu iyice beyan ederek "Onlar öyle kimselerdir ki Allah, kalblerinin, kulaklarının ve gözlerinin üstüne mühür basmıştır" buyurmuştur. Kâdî şöyle der: "Mühürleme iman etmeye manî değildir. Şunlar, bunun delilleridir:

1) Allahü teâlâ bu sözü, onları kınamak ve zemmetmek sadedinde zikretmiştir. Binâenaleyh eğer onlar, bu mühürleme sebebi ile imân edememiş olsalardı, bu zemme müstehak olmazlardı.

2) Allahü teâlâ, bu mühürleme hususunda, kulağı, gözü ve kalbi birlikte zikretmiştir. Halbuki kulak ve göz olmadığı zaman, bu ikisiyle ilgili mühürleme bir tarafa, bu kimsenin kalben mü'min olmasının mümkin olacağı malumdur.

3) Allah onları, "gafil" olarak nitelemiştir. Birşeyden yasaklanan, ondan gafil olarak nitelenemez. Böylece, ayetteki tab' (mühürleme) ile muradın, kalbte yarattığı alâmetler ve işaretler olduğu sabit olur.

Biz Bakara Sûresi'nde (Bakara, 7) "tab" ve "hatm" (mühürlemek damgalamak) kelimelerinin tefsirini yapmıştık. Ben derim ki: Bu kelimeler, pekçok açıklamalar ve güçlü cevaplarla birlikte, hem Bakara Sûresi'ndeki o ayette, hem de ilgili diğer ayetlerde ele alınmıştır. Dolayısıyle burada tekrar etmenin faydası yoktur.

Gafillerin Hüsranı

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "işte gafil olanlar da onların indileridir" buyurmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh): "Bu, "onlar, ahirette kendilerine yapılmak istenen şeylerden gafildirler" manasınadır" demiştir. Müteakiben Cenâb-ı Hak, "Hiç şüphesiz onlar ahirette de hüsrana uğrayanların ta kendileridir" buyurmuştur.

Bil ki bu hüsranı gerektiren şey, Allahü teâlâ'nın, geçen ayetlerde, onlarda : ruğunu beyan ettiği şu altı sıfattır:

1) Onlar, Allah'ın gazabını haketmişlerdir.

2) Onlar, azab-ı elîmi haketmişlerdir.

3) Onlar, dünya hayatını ahirete tercih etmişlerdir.

4) Allahü teâlâ onları hidayetinden mahrum etmiştir.

5) Allahü teâlâ, onların kalblerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlemiştir.

6) Allahü teâlâ, onları, Kıyamette, kendilerine verilmek murad edilen o şiddetli azabtan gafil olanlardan kılmıştır. Hal böyle olunca, onlar bu azabı savuşturma hususunda hiç bir şey yapamazlar. Bundan ötürü de, onların hakkında, herbiri çeşitli kayır ve mutlulukları elde etmeye mani en büyük şeylerden olan bu altı sıfatın onlarda tahakkuk ettiği sabit olmuştur. Allahü teâlâ'nın, insanı taatlarıyla, ahiret mutluluklarını satın alan bir tacir gibi olsun diye, dünyaya koyduğu malumdur. Binaenaleyh insanın önünde bu büyük (altı) engel bulununca, bu kimsenin hüsranı (zarar ve ziyanı) büyük olur. Cenâb-ı Allah, işte bu sebepten ötürü, "Hiç şüphesiz onlar, ahirette de hüsrana uğrayanların ta kendileridir" yani, "başkaları değil, onlar" buyurmuştur. Bundan maksat, onların hüsranlarının, zarar ve ziyanlarının pek büyük olacağına dikkat çekmektir. Allah en iyi bilendir.

İmanda Sebatın Mükafatı

110

Âyetin tefsiri için bak:111

111

"Sonra senin Rabbin işkencelere uğratıldıktan sonra hicret edip ardından da sabrederek cihad edenlerin yardımcısıdır. Gerçekten senin Rabbin onların bu amellerinden sonra cidden gafur ve rahimdir. O gün herkes kendisi için çalışıp çabalayacak. Herkes ne yaptı ise, kendisine eksiksiz (onun karşılığı) verilecek. Onlar asla haksızlığa uğratılmayacaklar".

Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Allahü teâlâ, geçen ayette, inandıktan sonra Allah'ı inkâr eden kimsenin durumu ile Allah'ı inkâr etmeye zorlanan, korku sebebi ile kelıme-i küfrü söyleyen veya bunu soylemeyen kimselerin durumunu anlatınca, bunun peşisıra da, fitnelere uğratılıp, işkence edildikten sonra hicret edenlerin durumunu zikrederek, "Senin, Rabbin işkencelere uğratıldıktan sonra hicret edenlerin yardımcısıdır" buyurmuştur. İbn Amir, malum sığasında ve fâ harfinin fethasıyla, buradaki fiili, fetenû (fitneye düşürmelerinden sonra) şeklinde okurken; diğer kıraat imamları meçhul olarak, fâ'nın zammesiyle, fütinû (fitneye düşürülmelerinden sonra) şeklinde okumuşlardır. Birinci kıraatin izahı şu şekillerde yapılabilir:

1) Bununla "Müşriklerin ileri gelenleri, yani fakir müslümanlara eziyet edenler, eğer tevbe eder, hicret eder ve sabrederlerse, Allah onların tevbelerini kabul eder" manası murad edilmiştir.

2) Tıpkı ve (Geçimini üzerine almak, bakmak) kelimelerinin aynı manaya gelmesi gibi, ve (fitneye düşürdü) fiilleri de aynı manaya gelir.

3) O güçsüz ve aciz müslümanlar, canlarını korumak için, küfür (inkâr) sözünü söyleyince, sanki kendilerini fitneye düşürmüş oldular. Bu durum bir fitne kabul edildi.

Çünkü kelime-i küfrü (zorlama esnasında) söyleme müsaadesi henüz o zaman verilmemişti.

Bu fiilin meçhul okunuşuna göre olan kıraatin izahı ise açıktır. Çünkü, "fitneye düşürülenler", müşriklerin ileri gelenlerinin irtidada, imandan dönmeye zorladıkları güçsüz ve aciz mü'minlerdir. Böylece Allahü teâlâ, hicret, cihad ve sabretmeleri raünde bu kimseleri, (icbar halinde) kelime-i küfrü söylemelerini bağışlayacağını beyan buyurmuştur.

İşkenceden Sonra Hicret

Ayetteki "fitneye düşürüldükten sonra" ifadesi ile, ya onların işkence edilmeleri, yahut işkence edileceklerine dair tehdid edilmeleri manası kastedilmiş olabileceği gibi, "onların irtidad etmiş olmaları" manası da kastedilmiş olabilir. Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Hicret eden bu mü'minler, Mekke'de İdiler. Derken başlarına bir fitne (belâ) geldi ve irtidâd ettiler. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında şüpheye düştüler. Sonra tekrar müslüman olup, hicret ettiler. İşte bu ayet onlar hakkında nazil oldu." Bu ayetin, Abdullah b. Said b. Ebî Sarh hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. O, irtidad etmişti. Mekke'nin fethi günü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onun öldürülmesini emretti. Bunun üzerine Osman (radıyallahü anh), onun için aman diledi ve Hazret-i Peygamber de bu amanı verdi. Daha sonra o güzel öir müslüman oldu. Bu rivayet, ancak biz bu sûreyi medenî kabul ettiğimizde, yahut da bu sûredeki bu ayeti medenî saydığımızda geçerli olur. Bununla, takiyye için küfür-inkâr sözünü söyleyen o zayıf ve âciz müslümanların da kastedilmiş olması muhtemeldir. Binâenaleyh ayetteki, "fitneye uğratıldıktan sonra hicret edenler" ifadesi, bu dört izahın herbirine de muhtemeldir. İfadenin lafzında, bunlardan birine muayyen olarak delalet eden birşey yoktur.

Bunu anladığın zaman biz diyoruz ki: Bu ayet, küfrünü açıkça ifade eden, söyleyen kimse hakkında nazil olmuştur. Binâenaleyh ayetten murad, "Bu, kendisinde günah olmayan şeylerdendir. Hicret eder, cihadda bulunur ve sabrederse bu kimsenin hali, icbar edilmeyen kimsenin hali gibidir" manası olur. Eğer bu ayet irtidad eden kimse hakkında ise o zaman bundan maksat, "Tevbe edip dönmesi ve üzerine vacib olan şeyleri yerine getirmesi o kişiden bu ikabı giderir ve onun için Allah'ın mağfireti, -ahmeti meydana goiir" manası olur. Ayetteki ba'dihâ kelimesindeki hâ zamiri, daha önce bahsedilen amallere râcidir. O ameller de, hicret, cihâd ve sabırdır.

İnsanın Kendi Derdine Düşmesi

Cenab-ı Allah'ın "O gün herkes, kendisi için çalışıp çabala ifadesi ile ilgili birkaç bahis var:

Birinci Bahis: Zeccâc: "Ayetteki "yevm" (o gün) kelimesi, iki bakımdan mansubtur:

1) İfadenin manası "Gerçekten senin Rabbin bunların ardından, her nefsin kendisi için çalışıp çabaladığı o günde, cidden gafur ve rahimdir" yani "Hak teâlâ, rahmet ve mağfiretini, insanın rahmet ve mağfirete en çok muhtaç olduğu o günde verir" şeklinde olabilir.

2) Ayetin takdiri, "Onlara, şöyle şöyle olan o günü hatırlat. Çünkü Kur'ân'ın manası (özü) azamet, inzâr ve vaz'u nasihattir" şeklinde olabilir. (Yani yevm kelimesi, her iki durumda da mef'ûl olarak mansub olmuş olur)" demiştir.

İkinci Bahis: Birisi şöyle diyebilir: "Nefsin, diğer bir nefsi yoktur. Binâenaleyh ayetteki, ifadesinin manası nedir?"

Buna şöyle cevap verilir: "Nefis" ile bazan canlının bedeni kastedilir, bazan birşeyin kendisi ve özü murad edilir. Dolayısıyla ilk "nefis" kelimesi, cüsse ve beden; ikincisi ise, onun kendisi ve zatıdfr. Buna göre sanki şöyle denilmiştir: "O gün her insan gelir, kendini savunur. Onu başkasının durumu ilgilendirmez." Nitekim Cenâb-ı Hak, "O gün onlardan herbirinin, kendine yeter bir işi (bir derdi) vardır"(Abese, 37) buyurmuştur. Bazı alimlerden şu rivayet edilmiştir: "Cehennem sesli olarak öylesine nefes verir ki, bütün mukarreb melekfer ve bütün nebiler, resuller, diz üstü çöküp şöyle yakarmaya başlarlar: "Ey Rabbim, nefsimi nefsimi!.." Halilullah olan Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) bile bunu yapar." Ayette bahsedilen "kendisi için çalışıp çabalama", her insanın kendi mazeretini ortaya koymasıdır. Nitekim "Onlar bizi yoldan saptırdılar" (Ahzâb, 67) ve "Rabbimiz Allah'a yemin olsun ki biz müşrik değildik" (Enam, 23) sözlerinde olduğu gibi.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, - "Herkes ne yaptıysa kendisine eksiksiz verilecektir" buyurmuştur. Bu ifadede bir hazif vardır ve manası şöyledir: "Her nefse işlediği şeyin karşılığı eksiksiz ve noksansız olarak verilecektir."

Ayetteki "Onlar asla haksızlığa uğratılmayacaklar" cümlesi hakkında Vahidî şöyle der: "Bu, "onlara eksik verilmez" manasındadır. Kadî ise şöyle demiştir: "Bu ayet, bizim (Mu'tezile'nin) va'id hususundaki görüşümüze delalet eden en kuvvetli delillerdendir. Çünkü bu ayet, Hak Tealâ'nın herkese, hakkını eksiksiz olarak vereceğine delalet eder. Eğer Cenâb-ı Allah, günahkârın cezasını şefaat sebebi ile kaldıracak olsaydı, eksiksiz ulaştırmış olması doğru olmazdı."

Buna şöyle cevap verilebilir: "Umûmî hükümlerin zâhirinin sizin görüşünüze delalet ettiği hususunda bir anlaşmazlık yoktur. Fakat biz (ehl-ı sünnetin) mezhebine ve görüşüne göre: "Umûmî hükümlerin (ifadelerin) zahirlerine tutunmak, katiyyet ifade etmez. Bir de, va'îd ile alakalı ifadelerin zahirleri, vaad ile ilgili ifadelerin zahirlerine muarızdır, Hem sonra biz, (Bakara, 81) ayetinin tefsirinde vaad-i ilâhî cihetinin, birçok yönden va'îd-i ilahî cihetine ağır bastığını beyan etmiştik, Allah en iyi bilendir.

Nankör Beldenin Sonu

112

"O memleketi, size bir ibret örneği olarak darb-ı mesel yaptı. O (belde), korkudan emin ve sakindi. Rızkı da, kendisine her bir yandan bol bol geliyordu. Fakat o, Allah'ın nimetlerine nankörlük etti de, Allah da ona, lekte ısrar ettikleri kötülükler yüzünden, açlık ve korku elbisesini tattırdı".

Ayetle ilgili birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Bil ki Allahü teâlâ, kâfirleri âhiretteki çok şiddetli va'îd ile tehdid edince, bu ayette dünya afetleriyle de tehdîd etmiştir. Bu afetler, ayette de bahsedildiği gibi, açlık ve içine düşmeleridir.

Mesel

"Mesel", ister mevcut olsun ister mevcut olmasın, bazan belli bir sıfata sahip bir şeyle; bazan da mevcut ve belli bir şey ile yapılır. Binâenaleyh Cenâb-ı Allah'ın, darb-ı mesel yaptığı bu memleket, farzediten muhayyel bir memleket eği gibi, belli bir belde de olabilir. İkinci ihtimale göre, bu memleketin Mekke Mekke'den başka bir belde olması muhtemeldir. Ekseri müfessirler bunun olduğu kanaatindedirler. Ama daha doğrusu, onun Mekke'den başka bir belde gerekir. Çünkü bu mesel, Mekke için yapılmıştır. Mekke'nin meseli (benzetileni) Mekke'den başka olur.

Üçüncü Mesele

Allahü teâlâ, bu memleketin bazı sıfatlarını şöylece saymıştır: Birinci Sıfat: Oranın emniyetli ve emin olması, ahalisine baskın yapılamaması. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Çevrelerindeki insanların zorla (yakalanıp) kapılmakta olmasına rağmen, (Mekke'yi) korkusuz (ve emin bir yer) yaptığımızı onlar görmediler mi?"(Ankebût, 67) buyurmuştur. Mekke için durum böyledir. Çünkü Araplar birbirlerine baskın yaparlardı. Ama Mekkeliler, Allah'ın mukaddes beldesinin ahalisi oldukları için, diğer Araplar onlara saygı duyar, izzet ve ikramda bulunurlardı.

Bil ki "karye" (memleket)i, eminfikfe tavsif etmek, her nekadar aslında eminlik onun ahalisine ait ise de, caizdir. Çünkü Mekke emniyetin mahalli ve o ahalinin yeridir. Zaman ve mekanlar ise, kendilerinin içinde bulunanların sıfatları ile tavsif edilebilirler. Mesela, ı:Güzel, sıcak ve soğuk yer" denilir.

Mutmain ve Emin Kelimeleri

İkinci Sıfat, ayetteki "mutmain" kelimesinin ifade ettiği husustur. Vahidî, bunun manasının, "Onlar kararlı ve sakin idiler. Oranın ahalisi, korku ve darlıktan ötürü oradan göçme ihtiyacı hissetmezlerdi!" şeklinde olduğunu söylemiştir. Ben derim ki: "Eğer oranın mutmain olmasından murad, ora ahilisinin, korku sebebi ile oradan göçme ihtiyacı hissetmemeleri olursa, İşte bu orasının "emin" olması demektir. Eğer bununla, onların darlık sebebi ile oradan göçme ihtiyacı duymamaları manası kastedilirse, bu da ayetteki "Rızkı da, kendisine her bir yandan bol bol geliyordu " ifadesinin anlattığı husustur. Her iki takdire göre de, buna bu mana verilirse, bir tekrar olmuş olur." Buna şöyle cevap verilebilir: "Akıllı kimseler, "Üç şeyin, yani emniyetin, sıhhatin ve kifayetin (yeterliliğin) sonu yoktur" demişlerdir. O halde ayetteki "âmineten" kelimesi, emniyete; 'mutmainneten" kelimesi bu beldenin havası onların mizaçlarına uygun düştüğü, orada itminan bulup yerleştikleri için sıhhate ve "Rızkı da, kendisine her bir yandan bol bol gelir" ifadesi de kifayete işarettir." Müfessirler şöyle demişlerdir: "Rızkın her yandan gelişinin sebebi, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i İbrahim'in duasını kabul etmiş olmasıdır. İbrahim (aleyhisselâm)'in duası da, "insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir, kendilerini bazı meyvelerle rızıklandır" (ibrahim. 37) şeklindedir.

Cenâb-ı Allah, o beldeyi bu üç sıfatla tavsif edince, "Fakat o (belde), Allah'ın nimetlerine nankörlük etti" buyurdu. "En'um", tıpkı "şiddet"in, "eşüdd" şeklinde çoğul oluşu gibi, "nimet"in çoğuludur. Ben derim ki: "Burada "En'um (nimetler) kelimesi, cem-i kıllettir (azlık ifade eden çoğuldur). Buna göre mana "O beldenin halkı, az nimet çeşitlerine karşı nankörlük ettiler de, Allah da onları cezalandırdı" şeklinde olur. Binâenaleyh burada uygun olan, "Onlar Allah'ın büyük nimetlerini inkâr ettiler de, böylece azabı hak ettiler" denilmesi idi. Öyleyse bunun cem-i kıllet olarak getirilmesinin sebebi nedir?" diye bir soru sorulabilir. Buna şöyle cevap verilir: Bundan murad, en düşük olan ile en yüce ve büyük olana işaret etmektir, yani, "Azıcık nimetlere bile nankörlük etmek, azabı gerektirdiğine göre, çok ve büyük nimetlere karşı nankörlük haydi haydi azabı gerektirir" demektir. Dolayısıyla bu, Mekkeliler için bir meseldir. Çünkü onlar, emniyet, itminan ve bolluk içinde idiler. Hak teâlâ onlara sonra da en büyük nimet olan Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i lütfetti. Ama onlar bu hususta da nankörlük edip, ona çok eziyetler verdiler. Bundan ötürü Cenâb-ı Hak onlara, belâları musallat kıldı.

Müfessirler şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ onları yedi sene açlıkla azablandırdı. Hatta leş, kemik, kan, deve yünü ve deri (kayış) yediler. Korkuya gelince, o şudur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onlar üzerine seriyyeler gönderiyordu ve bu seriyyeler, onlara baskınlar yapıyordu."

İbnu'r-Ravendî'nin İddiasına Red

İbnü'r-Ravendî'nin, edib olan İbnu'l-A'rabî'ye şöyle dediği rivayet edilir: "Elbise tadılır mı?" İbnü'l-A'rabî de: "Ey maymun, ne öpmek var, ne elbise! Diyelim ki sen, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olduğundan şüphe ediyorsun, ama o da bir Arap değil mi?" İbnü'r-Râvendî'nin maksadı, "elbise tadılmaz, giyilir. Binâenaleyh normali, ya "Allah onlara açlık elbisesini giydirdi" yahut da, "Allah onlara, açlığı taddırdı" denilmesidir" diye ayeti tenkid etmekti. Ben derim ki: Buna birkaç şekilde cevap verilir:

1) Açlık esnasında onlarda görülen haller iki türlü olur:

a) Tadılan şey, yiyecektir. Binâenaleyh onlar, yiyecekleri elde edemeyince, sanki açlığı tadmış gibi olurlar.

b) O açlık, çok ve şiddetli idi. Dolayısıyla açlık sanki onları her taraftan sarıp kuşatmıştı. Bundan ötürü elbiseye benzetilmiş oldu. Velhasıl bu açlıkta, hem tadılana, hem de giyilene benzer bir hal vardı. Binâenaleyh Allahü teâlâ, her ikisini de nazar-ı dikkate atarak, "Allah da ona., açlık ve korku elbisesini taddırdı" buyurmuştur.

2) Bu ifadenin takdiri, "Allah o Mekkelilere, açlık ve korku elbisesini öğretti" şeklindedir. Ama Allahü teâlâ bu öğretmeyi, "taddırma" lafzı ile anlattı. Tatma aslında ağızla olur. Sonra bu kelime mecazî olarak, "bilme-öğrenme" manasında da kullanılmıştır ki bu, denemek-imtihan etmek demektir. Nitekim sen, "Falancayla münazara et, konuş tanış ve ondaki bilgileri tad" dersin. Nitekim şair, "Dünya lezzetlerini tadan bilsin ki, onu ben de taddım. Bize onun, hem tatlılıkları, hem de azabı sunulmuştur" demiştir.

Korku ve açlık elbisesi, o insanlar üzerinde müşahede edilen zayıflık, renk kaçıklığı, yorgunluk, hallerindeki değişme ve kalbilerinin üzgünlüğüdür, "Falancanın üzerinde korku ve açlığın kötü neticelerini gördüm" diyebileceğin gibi, "Falancanın üzerinde açlık ve korku elbisesini taddım (gördüm)" de diyebilirsin.

3) "Giyinme" lafzı, dokunma manasına olabilir. Buna göre ayetin takdiri, "Allah ona açlık ve korkuya dokunmayı taddırdı" şeklinde olur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "işlemekte ısrar ettikleri kötülükler yüzünden..." buyurmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: "Cenâb-ı Allah, bu ifade ile, onların Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i yalanlayıp, Mekke'den çıkarıp, O'nu öldürmeyi kafalarına koyduklarında O'na yaptıkları şeyleri kastetmiştir."

Ferrâ şöyle demektedir: "Ayette (O beldenin yaptığı şey yüzünden...) demedi. Bunun benzeri ifadeler Kur'ân'da pek çoktur. (A'raf.4) ayeti bunlardandır. Cenâb-ı Hak bu ayette, kâilûn yerine, kâiletun dememiştir (yani bunun râcî olduğu zamirin müfred müennes oluşunu nazar-ı itibara almamıştır). Sözün özü şudur: Allahü teâlâ o "karye" (belde)yi "mutmain", "rızkı her yerden bol bol gelen" ve "Allah'ın nimetlerine nankörlük eden" bir belde olarak tavsif etmiştir. Bütün bu sıfatlar her ne kadar, "karye" lafzına göre getirilmiş ise de, gerçekte kastedilen, o karyede (beldede) oturanlardır, İşte büfıdan ötürü pek yerinde olarak, ayetin sonunda, "işlemekte ısrar ettikleri kötülükler yüzünden " buyurmuş (bununla oranın ahalisini kastetmiştir). Allah en iyi bilendir.

Helal Gıda Emri

113

Âyetin tefsiri için bak:114

114

"Celalim hakkı için onlara kendilerinden bir peygamber gelmişti de onlar onu yalanlamışlardı. Derken onlar zulümlerinde berdevam iken, azap onları yakalayıverdi. Artık Allah'ın sizi mıklandırdığı şeylerden helal ve temiz olarak yeyin. Allah'ın nimetlerine şükredin, eğer O'na kulluk edecekseniz...".

Bil ki Allahü teâlâ, "mesel"i zikredince, "mümessel"i (hakkında meset getirilen şeyi) zikrederek, "Celalim hakkı için onlara kendilerinden bir peygamber gelmişti de.." buyurmuştur. Yani, Mekkelilere kendi içlerinden aslını ve nesebini bildikleri bir peygamber gelince, "onlar onu yalanlamışlardı. Derken azap onları yakalayıvermişti." İbn Abbas, bu ifadedeki azâb'a, "Mekke'deki açlık" manasını vermiştir. Bunun, Bedir Günü'ndeki kati ve öldürme olduğu da ileri sürülmüştür. Ben derim ki, İbn Abbas'ın sözü daha uygundur. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu ifadenin hemen peşinden "Artık Allah'ın sizi rızıklandırdığı şeylerden yiyin. Eğer O'na kulluk edecekseniz" buyurmuştur. Yani, "O açlık, sizin küfrünüz sebebiyledir. Binâenaleyh, yeyip-içebilmeniz için, küfrünüzü bırakınız" demektir. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, "Artık Allah'ın sizi rızıklandırdığı şeylerden yeyin" buyurmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh), Cenâb-ı Hakk'ın, bu ifadeyle ganimetleri murad ettiğini söyleyerek, "Ey müslüman cemaati, Allah'ın size vermiş olduğu rızıktardan yeyiniz" manasını vermiştir. Kelbî şöyle demektedir: "Mekke'nin ileri gelenleri, açlıktan takatleri kesildiği zaman, Hazret-i Peygamber'le konuşarak, "Erkeklerimize düşman oldun. Peki, kadınlarımızın ve çocuklarımızın suçu ne?" dediler. Çünkü, Mekkelilere verilen yiyecek ve içecekler, Hazret-i Peygamber'in emriyle kesilmişti. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, onlara yiyecek şevkine müsaade etti de, böylece onlara yiyecek gönderildi. İşte, bu sebeple de Allah, "Artık Allah'ın sizi rızıklandırdığı şeylerden helâl ve temiz olarak yeyin" buyurmuştur. Kabule şayan olan görüş, İbn Abbas'ın söylediğidir. Buna, Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetten sonra, "O, size ancak ölüyü, kanı, domuz etini, bir de Allah'dan başkası için kesilmiş olanı haram kıldı" (Nahl 115) buyurmuş olması da delalet eder. Yani, "Sizler iman edip küfrü terkedince, işte o zaman helâl ve temiz olan o ganimetleri yeyin. Leş ve kan olan o habîs, murdar şeyleri de terkedin" demektir.

Haram Yiyecekler

115

"O, size ancak ölüyü, kanı, domuz etini, bir de Allah'dan başkası için kesilmiş olan hayvanın etini haram kıldı. (Bununla beraber) kim muztar kalırsa, saldırmamak ve haddi geçmemek şartıyla (yiyebilir). Çünkü Allah affeden ve merhametli olandır".

Bil ki bu ayet, sonuna kadar, aynen Bakara Sûresi'nde de (Ayet, 173) zikredilmiş ve orada tefsir edilmişti. Dolayısıyle, bunu tekrarlamanın faydası yoktur. Ancak ben diyorum ki: Cenâb-ı Hak, haram olanları (muharremâtı) bu sûrede bu dört şeye hasretmiştir. Çünkü, bu ayet-i kerimenin başındaki innemâ hasr ifade etmektedir.

Keza Allahü teâlâ En'âm sûresinin (Ayet, 145) ayetinde de haram yiyecekleri bu dört şeye hasretmiştir. Bu iki sure de Mekkî'dir. Cenâb-ı Hak muharremâtı, Bakara Sûresi'ndeki (Ayet, 173) ayette de, bu dört şeyle sınırlamıştır. Çünkü, bu ayet aynı lafızlarla Bakara Sûresi'nde de geçmiştir. Cenâb-ı Allah bunları, Mâide Sûresinde de bu sayıyla sınırlandırmıştır. Çünkü O, bu sûrenin başında, (Ayet. 1) buyurmuş, onlara bildirilecek şeyler hariç, hepsini mubah kılmıştır.

Alimler bu ayetteki (Maide, 1) ifadesiyle kastedilenin, o sûredeki (Maide. 3) ayeti olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Böylece Cenâb-ı Hak, bu dört şeyi, bu üç sûrede zikretmiş, daha sonra da, "...boğulmuş, vurulmuş, yukardan yuvarlanmış, susulmuş, canavar yırtmış olup da ölenler..."(Maide, 3) buyurmuştur ki bunlar, "meyte"nin hükmüne dahildir. Daha sonra da, "... dikili taşlar üzerinde boğazlanan da" buyurmuştur ki bu da, bu ayetteki, "...bir de Allah'tan başkası için kesilmiş olanları" (Nahl, 115) ifadesinin muhtevasına girenlerden birisidir. Böylece bu dört sûrenin, muharrematın bu dört şeyle sınırlandırıldığına delâlet ettiği sabit olmuş olur Bu dört sûrenin İkisi Mekkî, ikisi Medenîdir. Çünkü, Bakara Sûresi ve Maide Sûresi Medenî'dir. Binâenaleyh kim, icmâ ve kesin delillerin tahsis ettiği şeyler hariç, muharrematın bu dört şeye hasredildiğini kabul etmezse, kendisinden endişe edilecek bir mahalde bulunmuş olur. Çünkü bu sûre, muharremâtın bu dört şeye hasredilmesinin, hem Mekke'nin hem de Medine'nin ilk ve son dönemlerinde sabit olan bir şer'î hüküm olduğuna delâlet etmektedir. Allahü teâlâ bu beyanı, her türlü mazeretleri sona erdirmek ve her türlü şüpheleri bertaraf etmek için, bu dört sûrede tekrar tekrar beyan buyurmuştur.

Allah Âdına Yalan Uydurma

116

Âyetin tefsiri için bak:117

117

"Dillerinizin yalan yere vasıflandırageldiği şeyler için: "Şu helaldir, bu haramdır" demeyin. Çünkü, Allah'a karşı yalan düzmüş olursunuz. Allah'a düzenler ise, şüphe yoktur ki, felah bulmazlar. (Bu), az bir menfaatten ibarettir. Halbuki onlara, pek acıklı bir azab vardır".

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki Cenâb-ı Hak, haram olan şeyleri bu dört şeye hasredip sınırlayınca, bu hasrı ve muharrematı bazan bu dörtten fazla yapan, bazan da eksilten kâfirlerin yolunun bozukluğunu belirtmiştir. Çünkü onlar, Bahîra'yı, Şaibe yi, Vasîle'yi ve Hâm'ı haram kılıyorlar ve: "Bu hayvanların karınlarında olan (yavru)lar, sırf erkeklerimiz içindir. Kadınlarımıza ise haramdır" diyorlardı. Böylece, muharrematın sayısını arttırıyorlardı. Yine, helal kılınmış olan şeylerin sayısını da çoğaltıyorlardı. Çünkü onlar meyte'yi, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına boğazlanmış olan şeyleri de helal addetmişlerdi. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, haram olan şeylerin, bu dört eym ta kendisi olduğunu; onların, "Bu helaldir, şu haramdır" dedikleri şeylerin de, yalan ve Allah'a iftira olduğunu beyan etmiştir. Sonra da, bu yalana mukabil olan Adetli vaîd ve tehdidi zikretmiştir. Ben derim ki: Allahü teâlâ bu dört surede bu hasrı eyan edip, bu ayette de, bunları fazlalaştırmanın ya da eksiltmenin bir yalan ve Allah'a iftira olup böyle yapmanın da şiddetli bir tehdidi mucib olduğunu zikredince, biz, bu hasra ilavede bulunulmayacağını anlamış oluruz. Allah en iyisini bilendir.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifadesindeki kezib kelimesinin mansub kılınması hususunda, şu iki izah yapılmıştır:

1) Kisâi ve Zeccâc, limâ'daki ma'nın masdariyye olduğunu söylemişlerdir. Buna göre kelamın takdiri, "Lisanlarınız yalanı vasfederek bu helaldir, bu haramdır demeyiniz" şeklindedir. Bunun bir benzeri de, "Şunun için, şöyle şöyle demeyiniz" denilmesfdir.

Buna göre şayet onlar, "Ayeti bu manaya hamletmek tekrara sebebiyet verir. Çünkü, Allah'ın "Çünkü Allah'a karşı yalan düzmüş olursunuz' ifadesi bunun aynısıdır" derlerse, buna şöyle cevap verilir:

Ayetteki "Dillerinizin yalan yere vasıflandırageldiği şeyler için " ifadesinde, Allah'a karşı yalan uydurulduğu beyan edilmektedir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak bu hususta ilave bir açıklama tahakkuk etsin diye, "Çünkü, Allah'a karşı yalan düzmüş olursunuz" buyurmuştur. Bunun, Kur'ân'daki benzerleri pekçoktur. Bu, Allahü teâlâ'nın, önce bir şeyi ifade edip, sonra da onu ilave bir fayda ile tekrarlamasıdır.

2) Bu ma'nın ism-i mevsûl olmasıdır. Buna göre ifadenin takdiri, "Lisanlarınızın vasfettiği, söylediği yalanlar sebebiyle, "şu haram, şu da helaldir" demeyiniz" şeklindedir. Ma'nın ism-i mevsûl olması durumunda gerekli olan âid zamiri, karine kâim olduğu için hazfedilmiştir.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, "Dillerinizin yalan yere vasıflandırageldiği şeyler için" ifadesi, fasîh ve befîğ bir sözdür. Çünkü, yalanın mahiyeti ve hakikati müphemdir. Halbuki onların yalan söylemeleri, yalanın hakikatini ortaya kor ve onun mahiyetini izah eder. İşte bu, onların sözlerini, alabildiğince yalan olmakla nitelemektir. Bunun bir benzeri de Ebu'l-Ala el-Maarrî'nin şu beytidir:

Buna göre mana, "Bu şimşeğin sirayet edip hareket etmesi, zayıf ve aciz kimseleri vasfeder" şeklindedir, işte burada da böyledir. Allah en iyisini bilendir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Çünkü, Allah'a karşı yalan düzmüş olursunuz" buyurmuştur. Bu, "onlar, bu haram ve helâl kılma işini Allah'a nisbet ediyor ve "O, bunu bize emretti" diyorlardı" demektir. Ben, bu lâm'ın, maksat lâm'ı (lâmu'l-garad) olmadığını zannediyorum. Çünkü bu iftira, onların gaye ve maksatları değildir. Tam aksine bu "Çünkü o akibet kendileri için bir düşman ve bir tasa olacaktı" (Kasas, 8) ifadesinde olduğu gibi, akıbet lâm'ıdır. Vahidî şöyle der: ifadesi, ifadesinden bedeldir. Çünkü, onların yalan vasfetmesi, Allah'a bir iftiradır. Dolayısıyla, onların yalan yere nitelemeleri, Allah'a iftirada bulunmakla tefsir edilmiştir.

Müteakiben Allah, kendisine o iftirada bulunanları tehdid ederek "Çünkü, Allah'a yalan düzenler ise, şüphe yoktur ki, felah bulmazlar" buyurmuştur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların içinde bulundukları nimetin, en yakın zamanda ellerinden çıkacağını beyan buyurarak, metâ'un kalîl "(Bu), az bir menfaatten :barettir" buyurmuştur. Zeccâc, bunun manasının, "Onların metâları, az ve önemsiz bir metâ'dır" şeklinde olduğunu söylerken, İbn Abbas, "tam aksine, dünyanın bütün metâı az bir metâ'dır" demiştir. Sonra onlar, elîm bir azaba sevkedileceklerdir. Bu da, "Halbuki onlara, pek acıklı bir azab vardır" ifadesinden anlaşılan husustur.

Yahudilere Haram Kılınan Yiyecekler

118

"Biz sana anlattığımız şeyleri yahudilere daha evvel haram kılmıştık, (Bununla) biz onlara zulmetmemiştik. Fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı".

Bil ki, Cenâb-ı Hak müslümanlar için neyin helâl, neyin haram olduğunu açıklayınca, bunun peşinden yahudilere tahsis edilen haramları beyan ederek, "Biz sana anlattığımız şeyleri, yahudilere daha evvel haram kılmıştık" buyurmuştur ki, ounun incelenmesi En'âm Suresi'nde (Ayet, 146) geçmişti.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "(Bununla) biz onlara zulmetmemiştik. Fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı" buyurmuştur ki ounun tefsiri, "Yahudilerden (taşan) bir zulüm sebebiyledir ki, (evvelce) kendileri için helal kılınan temiz ve güzel şeyleri, üzerlerine haram etti" (Nisa, 161) ayetinde bahsedilen husustur.

Tevbe Eden Kurtulur

119

"Bundan sonra (şunu bil ki): Senin Rabbin, bir cehalet yüzünden kötülük yapıp da, sonra bunun ardından tevbe ve islâh-i nefs edenlerin, hiç şüphesiy lehindedir. Hakikat, senin Rabbin, bu hallerin arkasından elbette çok affeden, çok merhametli olandır".

Bil ki bu ayetin maksadı, Allah'a iftira etmenin ve O'nun emirlerine karşı çıkmanın, onların tevbe etmelerine ve onlar için mağfiret ve rahmetin tahakkuk etmesine mani olmadığını beyan etmektir. Ayette geçen "kötülük" lafzı, uygun olmayan herşeyi içine alır ki, bunlar da küfür ve isyanlardır. Kötülük yapan herkes, onu bitmediği için yapmıştır. Mesela küfre gelince, hiç kimse onun küfür olduğunu bilerek ona rıza göstermez. Çünkü o, o görüşün hak ve doğru olduğuna inanmadığı sürece, onu tercih etmez ve ona razı olmaz. İsyanlara ve günahlara gelince, onun şehevî arzuları aklına ve ilmine baskın çıkmadığı sürece, ondan o günahlar sudur etmez. Böylece, kötülükte bulunan herkesin, o kötülüğü bilmeyerek, cehaleti sebebiyle yaptığı sabit olur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, sanki şöyle demek istemiştir: "Şehevî arzularına uyarak ve Allah'a karşı yalan söyleyerek helâllan haram, haramları helâl kılan o kâfirlerle ilgili tehdidi, alabildiğince anlattık." İmdi biz diyoruz ki: Senin Rabbin, cehaleti sebebiyle bir kötülükte bulunup da, bundan sonra da, yani o günahtan, o kötülükten veya o cehaletten sonra da tevbe eden; sonra o günahlardan tevbe ettikten sonra ıslâh-ı nefs yapıp, yani iman eden ve Allah'a itaatta bulunan kimselerin lehindedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, te'kid için, "Bundan sonra senin Rabbin" ifadelini tekrarlamış, bunun peşinden de buyurmuştur. Bu, "Senin Rabbin, cehaletleri sebebiyle kendilerinden sudur eden o kötülüğü affeder ve onlara merhamet eder. Hasıl-ı kelâm, insan, her ne kadar zaman zaman bazan nankörlüğe, küfre ve günahlara yeltense bile, o, bunlardan tevbe edip iman ederek salih amel istediğinde, hiç şüphesiz Allah onun hakkında gafur ve rahîm'dir, onun tevbesini kabul eder ve onu, azabından halâs eder" demektir.

Hazret-i İbrahim'in Yolu

120

Âyetin tefsiri için bak:123

121

Âyetin tefsiri için bak:123

122

Âyetin tefsiri için bak:123

123

"Hakikaten ibrahim (başlıbaşına) bir ümmetti. Allah'a itaatkârdı. Muvahhid bir müslümandı. O, müşriklerden de değildi. O, nimetlerine şükredendi. (Allah) onu beğenip seçmiş, kendisini doğru bir yola iletmişti. Biz ona, dünyada bir güzellik vermiştik. Şüphesiz ki o, ahirette de, mutlaka salihlerden olacaktır. Sonra sana, "Muvahhid bir müslüman olarak, İbrahim'in dinine uy, O müşriklerden olmadı" diye vahyettik".

Bil ki Allahü teâlâ, bu sûrede müşriklerin pekçok şey hususundaki inançlarını çürüttü -ki onların Allah'a eşler ve ortaklar koşması; peygamberlerin ve resullerin nübüvvettenni tenkid etmeleri; "şayet Allah, peygamber gönderecek olsaydı, o peygamber mutlaka meleklerden olurdu" demeleri; Allah'ın haram kıldığı birtakım şeyleri helal, mubah kıldığı birtakım şeyleri de haram kılmaları bunlar cümlesindendir- bütün bu görüşlerdeki inançlarını iyice ibtâl edince; Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) de, muvahhidlerin reisi ve kelâmcıların muktedâ bihi olunca -ki İbrahim (aleyhisselâm) insanları tevhide, şirki geçersiz kılmaya ve ilahî kanunlara uymaya davet etmiştir-, müşrikler de, onunla iftihar edip, onun yolunun güzelliğini kabul edip ona uymanın gerekli olduğunu söyleyince, pek yerinde olarak Cenâb-ı Hak bu sûrenin sonunda ondan tateetmiş ve o müşrikleri tevhîdi kabul etmeye ve şirkten dönmeye sevketsin diye, onun, tevhîd hususundaki yolunu ve metodunu zikretmiştir.

Hazret-i İbrahim'in Başlıca Sıfatları

Bil ki, Cenâb-ı Hak Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'i pekçok sıfatla nitelemiştir.

Birinci Sıfat: Onun, başlı başına bir ümmet olması. Bu ümmet olmanın ne demek olduğu hususunda da şu izahlar yapılmıştır:

1) O, hayır sıfatlarında mükemmel birisi olduğu için, başlı başına bir ümmet olmuştur. Bu tıpkı şairin, "Bütün insanların faziletlerini bir insanda toplanabilmesi, Allah hakkında yadırganacak değildir" demesi gibidir.

2) Mücahid: "Sadece o, mü'mindi. Onun zamanındaki bütün insanlar kâfir idiler. İşte bu manadan dolayı o, başlıbaşına bir ümmet olmuştur. Ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, Zeyd İbn Amr İbn Nufeyl hakkında, "Allah onu, başlıbaşına bir ümmet olarak haşredecektir" buyurdu" demiştir.

3) Buradaki "ümmet" kelimesi ism-i mef'ûl manasındadır. Bu tıpkı, meselâ rıhle (göç), buğye (arzulanmış) kelimeleri gibidir. O halde ümmet kelimesi, kendisine uyulan, muktedâ bih edinilen kimse demektir. Bunun delili de Cenâb-ı Hakk'ın, "Seni insanlara imam yapacağım" (Bakara, 124) ayetidir.

4) İbrahim (aleyhisselâm), milletinin, diğer milletlerden tevhid ve hak din ile ayrılmalarının başlıca vesilesidir. O, o ümmetin gerçekleşmesinin bir sebebi gibi olunca, pek yerinde olarak Cenâb-ı Hak onu, müsebbebi sebeb şeklinde zikrederek, ümmet diye adlandırmıştır. Yani sebep olan Hazret-i İbrahim, müsebbeb (netice) olan millet olarak bildirilmiştir. Şehr İbn Havşeb'den "Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in zamanı hariç, yeryüzünde mutlaka kendileri sebebiyle, Allah'ın, çeşitli belaları yeryüzü ehlinden savuşturduğu ondört kişi bulunur. Hazret-i İbrahim ise, kendi zamanında tek idi" dediği rivayet edilmiştir.

İkinci Sıfat: Onun, Allah'a itaatkâr olmasıdır. Kânit kelimesi, Allah'ın emirlerini hakkıyla yerine getiren kimse demektir. Nitekim İbn Abbas (radıyallahü anh) da, bunun manasının, "Allah'a itaat eden" şeklinde olduğunu söylemiştir.

Üçüncü Sıfat: Onun "Hanîf" olması. Hanif, bir daha ondan ayrılmamak üzere, tamamiyle İslâm dinine meyleden, ona giren kimse demektir. Nitekim İbn Abbas (radıyallahü anh): "O, sünnet olanların, haccın menasikini hakkıyla yerine getirenlerin ve kurban kesenlerin ilkidir. İşte "Hanîflik" bu demektir" demiştir.

Dördüncü Sıfat: Müşriklerden olmaması. Bu, "O, küçüklüğünde de, büyüdüğü zaman da muvahhid idi" demektir. Onun böyle olduğunu şu husus da ortaya kor: Onun gayretinin çoğu, usûl (itikâd, kelâm) ilmini izah etmekle geçmiştir. Böylece o, zamanının hükümdarına karşı, bir Yaratıcı'yı isbat etmeye dair delil getirmiştir, "ki bu da onun, "Benim Rabbîm hem diriltir, hem öldürür" (Bakara. 258) ayetinin ifade ettiği husustur. Sonra o, "Ben böyle sönüp batanları sevmem "(En'am, 76) diyerek, putlara ve yıldızlara tapmanın anlamsız olduğunu söylemiş, daha sonra da o putları kırmıştır. Derken iş, onların onu o ateşe atmalarına varıp dayanmıştır. Sonra o, itminan ve güveni artsın diye, Allahü teâlâ'dan, ölüleri nasıl dirilttiğini kendisine göstermesini istemiştir. Kim Kur'ân ilimlerine vakıf olursa, İbrahim (aleyhisselâm)'in tevhîd deryasına daldığını anlar.

Beşinci Sıfat: Allah'ın nimetlerine şükredici olması. Rivayet olunduğuna göre İbrahim (aleyhisselâm), misafirsiz sofraya oturmazdı. O, misafir bulamadığı gün yemeğini tehir ederdi. Bir gün o, insan suretinde melekler topluluğuyla karşılaşır. Derken onları yemek yemeye çağırır. Onlar da, kendilerinde cüzzam hastalığı olduğunu belirtirler. Bunun üzerine o: "İşte o anda sizinle yemek içmek farz oldu. Şayet siz, Allah katında aziz ve kıymetli olmasaydınız, O sizi bu belâya-mübtelâ kılmazdı" der.

İmdi şayet, "en'um lafzı, cem-i kıllet veznindedir. Halbuki Allah'ın, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) üzerindeki nimetleri pek çoktur. O halde, (......) buyurulmasının hikmeti ne olabilir?" denilirse, biz deriz ki:

"Bununla onun, Allah'ın bütün nimetlerine şükredici olduğu manası kastedilmiştir. O nimetler az olduğunda şükrettiğine göre, ya çok olsaydı, kim bilir neler yapar, nasıl şükrederdi?"

Altıncı Sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın, onu, nübüvveti için seçmiş olmasıdır. İctibâ kelimesi, birşeyi tamamiyle almak, (koparıp almak) manasına gelir. Bu, "cebâ" (devşirip topladı, getirdi) fiilinin, "iftial" vezni olup, bunun temeli, "suyun havuzda birikip toplanması" manasına dayanır. Nitekim, "su toplanan havuz" manasında câbiye kelimesi kullanılır.

Yedinci Sıfat: Allah'ın, onu, dosdoğru bir yola iletmiş olmasıdır. Yani, Allah'a davet etmeye, hak dine teşvike ve batıl dinden de nefret ettirmeye iletmiş olması. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yolumdur. Ona uyun"(En'âm. 153) ayetidir.

Sekizinci Sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın ona bu dünyada, bir güzellik vermesidir. Bu hususta Katâde şöyle demektedir: "Allah onu, bütün insanlara sevdirmiştir. Çünkü, her din mensubu, onu kabul etmiştir. Meselâ müslümanlara, yahudi ve hıristiyanlara gelince, bunların onu nasıl kabullendikleri açıktır. Kureyş kâfirleriyle diğer Arapların İse, ondan başka övünç kaynaklan yoktur. Sözün özü şudur: Allahü teâlâ onun, "(Benden) sonrakiler içinde benim için bir yâd-ı cemîl ver" (Şuara. 84) şeklindeki duasına icabet etmiştir." Başkaları da bunun, biz ümmet-i Muhammed'den namaz talanların, "Hazret-i ibrahim'e ve onun âl-i ashabına salât ve selâm et" demesidir, demişlerdir. Yine bunun doğruluk, vefa, İbâdet olduğu da söylenilmiştir.

Dokuzuncu Sıfat: Onun, ahirette salihlerden olması.

Buna göre şayet, "Cenâb-ı Hak niçin "o, ahirette sâlihlerdendir" buyurdu da, "O, ahirette, salihlerin ;rakamlarının en üstündedir" buyurmadı?" denilirse, biz deriz ki:

Çünkü Allahü teâlâ onun, "Rabbim, bana hüküm ihsan et ve beni salihler (zümresine) kat" (Şuara,83) dediğini nakletmiştir. Burada da, kendisinin onun duasına icabet ettiğine dikkat çekerek, "O, ahirette salihlerdendir" buyurdu. Sonra onun salihlerden olması, salihlerin makamlarının en üst makamlarında bulunmasına ters düşmez. Çünkü, Cenâb-ı Hak bu hususu da, "işte bunlar kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz hüccetlerdi. Biz kimi dilersek onu derece derece yükseltiriz" (En'âm, 83) ayetinde beyan buyurmuştur.

Hazret-i İbrahim'e Tabi Olma Emri

Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i İbrahim'i, bu kıymetli ve yüce sıfatlarla tavsif edince, "Sonra sana, "muvahhid bir müslüman olarak, ibrahim'in dinine uy. O, müşriklerden olmadı" diye vahyettik" buyurmuştur. Bununla ilgili birkaç bahis vardır:

Birinci Bahis: Birtakım kimseler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Hazret-i İbrahim'in şeriatı üzere olduğunu, onun müstakil bir şeriati olmadığını, tam aksine onun gönderilişinin maksadının, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in şeriatini yeniden ihya etmek olduğunu, onun yolunu ve inancım isbat ve ihya için de, bu ayete dayandığını söylemişlerdir ki, bu görüş zayıftır. Çünkü, Allah Hazret-i İbrahim'i "o müşriklerden de değildi" diyerek nitelemiştir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, "Hazret-i ibrahim'in dinine uy!" deyince, işte bu, (yani müşriklerden olmama) kastedilmiş olur.

Buna göre şayet, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), katî delillere binâen, şirki reddetmiş, tevhidi de isbat etmiştir. O böyle yapınca, Hazret-i İbrahim'e tabi olmamış olur. Bu sebeple de Cenâb-ı Hakk'ın, "İbrahim'in dinine uy" buyruğunu bu manaya hamletmek imkansız olur. Binâenaleyh bu ayeti, kendisi hakkındaki uyma emrinin tahakkuk edeceği, "Onun şer'î hükümlerine uyma" manasına hamletmek gerekir" denilirse, biz deriz ki:

Bununla, onun tevhide davet etme keyfiyetinde Hazret-i İbrahim'e uymamasının emredilmiş olması muhtemeldir. Bu keyfiyyet de, Hazret-i Peygamber'in tevhide; yumuşaklık ve kolaylıkla, Kur'ân'da da alışıldığı metod üzere, pekçok delil getirmek suretiyle, davet etmesidir.

İkinci Bahis: Keşşaf sahibi şöyle der: buyruğundaki summe Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mevkiinin büyüklüğüne, mertebesinin yüceliğine ve Hazret-i İbrahim Halilullah'ın en büyük şerefinin ve en üstün nimetinin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in önceden İbrahim (aleyhisselâm)'in dinine tabi olması olduğuna yapılmış olan işarettir. Çünkü bu lafız, bu övgünün, Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i İbrahim'in reddettiği diğer övgülerden, derece bakımından daha üstün olduğuna delalet eder.

Allah'a Ait Gün

124

Cumartesi ibadeti ancak onda ihtilafa düşenler (farz) edilmişti. Şüphesiz ki Rabbin onların ihtilaf edegeldikleri şeyler hakkında Kıyamet günü aralarında hükmedecektir".

Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e. Hazret-i İbrahim'e uymasını emredip, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) de, Cuma gününü seçince, bu bağlılık, ancak biz, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in da kendi şeriatında cuma gününü tercih edip seçmiş olduğunu söylediğimizde tahakkuk etmiş olur. Bu durumda da birisi çıkıp "öyleyse nasıl olmuş da Yahudiler cumartesi gününü seçmişlerdir?" diyebilir.

İşte Cenâb-ı Hakk bunu "Cumartesi ibadeti ancak onda ihtilafa düşenlere (farz) edilmişti" cümlesi ile cevaplandırmıştı. Ayetle ilgili iki görüş bulunmaktadır:

Yahudilerin Cuma Yerine Cumartesini İstemeleri

Birinci Görüş: Kelbî, Ebû Salih'in İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Allahü teâlâ, Musa (aleyhisselâm)'ya, cuma günynü emretmiştir. Bunun üzerine Hazret-i Musa, "haftanın yedi gününden tek bir gününü Allah'a ayırın. Bu gün cuma günüdür, O günde herhangi bir iş yapmayınız" deyince, onlar bunu kabul etmeyerek, "Biz ancak, Allah'ın, yaratmayı sona erdirdiği o günü isteriz. Bu gün cumartesi günüdür" dediler de, böylece Allah, yahudilere cumartesini verdi ve onlara o günde çok katı hükümler koydu. Daha sonra, Hazret-i İsa (aleyhisselâm) onlara yine cuma gününü getirdi de, bunun üzerine hıristiyanlar, "Biz, onların bayramının bizim bayramımızdan sonra olmasını istemiyoruz" dediler de bayram günü olarak pazar gününü seçtiler."

Ebu Hureyre (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Allah, bizden öncekilere Cuma gününü emretti. Ama, onlar bu hususta ihtilaf ettiler. Allah bizi bu güne iletti. Binaenaleyh insanlar, bu gün hususunda bize tabi olacaklar (bizim peşimizden ekler). Ertesi gün yahudilerin, yarından sonra ise hıristiyanlarındir" dediğini rivayet etmiştir.

Bunu iyice kavradığında biz diyoruz ki: "Cenâb-ı Hakk'ın buyruğunun manası: "Kendilerine cuma gününü emreden peygamberleri Musa'ya karşı ihtilaf çıkardılar" demektir. Çünkü O, onlara cuma gününü emretmişti de, onlar da cumartesini tercih etmişlerdi." Binâenaleyh onların, cumartesi hususundaki ihtilafları, o gün hususunda peygamberlerine karşı bir muhalefet olmuş olur. Yani, o günden ötürü bir ihtilaf olmuş olur. Yoksa, cümlesinin manası, "Yahudiler, bu hususta ihtilaf ettiler; binâenaleyh, bazıları cumartesini kabul ederken bazıları kabul etmediler" şeklinde değildir. Çünkü yahudiler (cumartesi gününün olması) hususunda müttefik idiler. Şu halde cümlesini bu manada tefsir etmek mümkün değildir. Tam aksine doğru olan, bizim az önce bahsettiğimiz manadır.

Cumanın Efdal Olmasının Sebebi

İmdi, birisi çıkıp da "Aklen, cuma gününün cumartesinden daha üstün olduğuna delalet eden bir izah yapılabilir mi? Çünkü, bütün din mensupları, Allahü teâlâ'nın, alemi altı günde yarattığı; yaratma ve var etme işine pazar gününden başladığı ve bu işin, cuma gününde sona erdiği hususunda müttefiktirler. Binâenaleyh iş yapılmayan gün, cumartesi olur. İşte bu sebepten dolayı yahudiler, "Biz işlerimizi bırakma konusunda Rabbimize muvafakat ediyoruz" demişler ve bu sebeple de cumartesi gününü tercih etmişler; hıristiyanlar da, "Yaratma ve var etme işinin başlangıcı pazar günüdür. Bu sebeple bu günü biz kendimize bayram kılıyoruz" demişlerdir. Binâenaleyh bu İki izah makul olup yerindedir. Bu sebeple, cuma gününün, biz müslümanlar için bayram yapılmasının izahı yapılabilir mi?" derse, biz deriz ki:

Cuma günü, kemal ve tamamlanma günüdür. Tamamlanma ve kemale ermenin tahakkuk etmesi ise, tam bir ferahlığı, büyük bir sevinci gerektirir. İşte bu açıdan cuma gününü bayram kabul etmek evlâ olmuştur. Allah en iyisini bilendir.

İkinci Görüş: Onlar, o gün avlanmayı bazan helal, bazan da haram kılmışlardır. Halbuki onlara gereken şey, onu haram kılma hususunda, tek bir çizgi üzerinde ittifak edip anlaşmaları idi.

Daha sonra Cenâb-ı Hak -"Şüphesiz ki Rabbin onların ihtilaf edegeldikleri şeyler hakkında Kıyamet günü aralarında hükmedecektir" buyurmuştur. Bu, "Allahü teâlâ, Kıyamet gününde hakka isabet edenlere mükâfaatla; etmeyenlere ise, ceza ile hükmedecektir" demektir.

Tebliğin En Güzeli

125

"Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et. Onlarla mücadeleni en güzel şekil hangisi ise, onunla yap. Şüphesiz ki Rabbin, yolundan sapanları da hidayete erenleri de en iyi bilendir".

Bilesin ki Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e tâbi olmasını emredince, Hazret-i Peygamber'e, kendisine tabi olmasını emrettiği şeyi de beyân ederek, "Rabbinin yoluna hikmetle davet et" buyurmuştur.

Bil ki Allah, peygamberine, insanları bu üç yoldan, yani hikmet, güzel öğüt ve en güzel bir biçimde mücadeleden birisiyle davet etmesini emir buyurmuştur. O, bu mücadeleden, başka bir ayette de bahsederek ".. .ehl-i kitâb ile ancak en güzel bir yolla mücadele ediniz" (Ankebut, 46) buyurmuştur. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak bu ayette, bu üç yoldan bahsedip onların bir kısmını da bir kısmına atfedince, bunların birbirinden başka yollar ve metodlar olması gerekir. Ben, müfessirlerin bu hususta mazbût ve özel bir görüşünü tesbit edemedim.

İspat ve İkna Yollan

Bil ki, bir inanca, bir görüşe davet etmenin, mutlaka bir hüccet ve bir beyyineye dayanması gerekir. Bu hüccet ve beyyinenin getiriliş gayesi ise, ya o görüş ve inancı, inleyenlerin kalbine sokup yerleştirmek, yahut da hasmı ilzâm edip susturmaktır.

Birinci kısma gelince, bu da ikiye ayrılır. Çünkü o delil, ya gerçek, yakînî, katî ve bozulma ihtimalinden uzak bir delil olur, veyahut da böyle olmayıp tam aksine, kuvvetli bir zannı ve mükemmel bir iknâyı temin eden bir hüccet olur. Böylece bu taksimatla, delillerin şu üç kısma inhisar ettiği ortaya çıkmış olur:

1) Kesin inancı ifade eden katî delil. Ki, işte bu,ayet-i kerimede, "hikmet" adıyla adlandırılmıştır. Bu, derecelerin en kıymetlisi ve makamların da en yücesidir. İşte bu, Allah'ın "Kime de hikmet verilirse, muhakkak ki ona çok hayır verilmiştir" (Bakara, 269) ayetinde bahsettiği delildir.

2) Zannî ipuçları ve iknaî delillerdir ki, bunlar da ayet-i kerimede "güzel öğüt" olarak belirtilmişlerdir.

3) Getiriliş gayesi, hasmı ilzam edip susturmak olan delillerdir ki, işte bu, cedel olup, ayet-i kerimede, "onlarla mücadeleni en güzel hangisi ise, onunla yap" ifadesiyle beyan edilmiştir. Sonra bu cedel de iki kısma ayrılır:

Cedel Şekilleri

a) Cedel ya cumhur nezdinde meşhur ve makbul olan birtakım önermelerden meydana gelmiş bir delil olur veyahut da bunu ileri süren kimse nezdinde makbul olan birtakım mukaddimelerden meydana gelmiş bir delil olur. İşte, "cedel"in bu çeşidi, en güzel biçimde tahakkuk eden bir cedeldir.

b) Bu, delilin (ta baştan) birtakım bâtıl ve fasit mukaddimelerden meydana gelmiş olmasıdır. Ancak ne var ki bunu ileri süren, hafiflik ederek, gürültü kopararak ve batıl çarelere ve fasit yollara başvurarak dinleyicilere kabul ettirme çabasını gösterir. Bu çeşit cedel, fazilet sahibi kimselere uygun düşmez. Onlara uygun düşen, ancak birinci kısımdaki cedeldir ki, işte bu birinci kısım, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlarla mücadeleni, en güzel şekil hangisi ise, onunla yap" buyruğu ile kastedilendir, Binâenaleyh, anlattıklarımızla, delil ve hüccetlerin, bu ayette bahsedilen bu üç kısma inhisar ettiği sabit olmuş olur.

İlim Ehlinin Nevileri

Bunu iyice kavradığında, biz diyoruz ki: İlim ehli üç gruba ayrılır:

1) Gerçek bilgileri ve yakînî ilimleri araştıran, elde etmek isteyen kâmil kimselerdir. Bunlarla konuşmak, ancak katî ve yakînî deliller ile mümkün olur ki, işte bu katî ve yakînî deliller,, ayet-i kerimede "hikmet" olarak ifade edilmiştir.

2) Karakterlerinde hakiki bilgileri ve yakinî ilimleri araştırıp elde etmek değil de, gürültü koparmak ve sırf muhasame etmek duygusu baskın olan kimselerdir. Bunlara uygun düşen konuşma, ilzamı ve susturmayı ifade eden mücâdeledir. İşte bu iki kısım, iki uçtur. Birincisi mükemmellik ucu, ikincisi ise, noksanlık ucudur.

3) Ortada olan kısımdır: Bunlar kemâl noktasında, muhakkik hükemânın derecesine ulaşamayan; noksanlık ve hafiflik hususunda da gürültü koparanlar ve hasımlarını ilzam etmeye çalışanlar derekesine inmeyen kimselerdir. Tam aksine bunlar, asıl fıtratları ve selim yaratılışları üzere kalan topluluklardır. Ki bunlar, yakînî delilleri ve hikmetli bilgileri anlama derece ve istidadını haiz olmayan kimselerdir. Bunlarla konuşmak, ancak "güzel öğüt"le mümkün olur. Bunun en düşüğü ise, mücadeledir.

İnsanların derecelerinin en üstününü, muhakkik olan hükemâ, hikmet erbabı işgal eder. Ortasını, genel halk teşkil eder ki, bunlar fıtratı bozulmamış olan kimselerdir. Ve, çoğunluğu bunlar oluşturur. En düşük dereceyi ise, münazaa ve münakaşa etme fıtratı üzere yaratılan kimseler işgal eder. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbinin yoluna hikmetle.... davet et" buyruğunun manası, "Kâmil ve güçlü kimseleri, hak dine hikmetle, yani katî ve yakînî delillerle; avam halkı, güzel öğütle, yani yakînî, iknâî (îknâ edici) ve zannî delillerle davet et; gürültü koparanlar ile de en güzel ve en mükemmel olan cedef yoluyla konuş "demektir.

Bu ayetteki inceliklerden birisi, Cenâb-ı Hakk'ın "Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et" buyurup da, hak dine daveti, bu iki kısma hasretmiş olmasıdır. Çünkü hak dine davet, eğer katî delillerle olursa, o zaman bu hikmet olur. Eğer zannî delillerle olursa, bu da güzel öğüt olur. "Cedel"e gelince, bu davet babından olmayıp, aksine bununla, bu davete aykırı olan başka bir maksat kastedilmiştir ki, bu da ilzam ve susturmadır (ifhâm). İşte bu sebepten ötürü Cenâb-ı Hak, "Rabbinin yoluna, hikmet, güzel öğüt ve en güzel cedel (mücadele) ile çağır" buyurmamış, aksine cedelin hak dine daveti gerçekleştiremeyeceğine, cedelden maksadın başka birsey olduğuna dikkat çekmek için, cedeli, hak dine davet etme metodundan ayrı zikretmiştir. Allah en iyi bilendir.

Bil ki bu konular, Allah'ın işte bu ayete, bu yüce ve kıymetli sırları yerleştirdiğine delâlet eder. Fakat insanların pek çoğu bunların farkında değillerdir. Böylece, Kitab-ı Kerim'deki bu sırları ancak basiret sahibi havas (seçkin) kimselerin ulaşabilecekleri ortaya çıkmış olur.

Allahü teâlâ daha sonra, Şüphesiz ki Rabbin, yolundan sapan kimseleri de, hidayete erenleri de en iyi bilendir" buyurmuştur. Bu, "Sen, bu üç yol ile Allah'a davet etmekle mükellefsin. Hidayetin gerçekleşmesi işinin seninle direkt alakası yoktur. Çünkü Allahü teâlâ, sapıtanları ve hidayete erecek olanları en iyi bilendir" demektir.

Bana göre bu konuda söylenebilecek şey şudur: Beşeri nefislerin (insanların) cevherleri, mahiyetleri itibarıyla farklı farklıdır. Bir kısmı aydın, saf, maddî şeylere ilgisi az olup, ruhanî ve manevî aleme karşı ise ilgisi ve arzusu çok olan nefislerdir. Bir kısmı ise, karanlık, bulanık, maddî şeylere alabildiğine ilgi duyan, manevî şeylere iltifat etmeyen nefisferdir. Binâenaleyh bütün bu istidâd ve kabiliyetler, ruh cevherinin ayrılmaz vasıfları olunca, bu kabiliyetlerin başka bir hale dönüşmesi, silinmesi, ruhtan ayrılması, haliyle imkânsız olmuştur. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, sanki de, "(Ey Peygamber) sen davet etmene, tebliğ etmene bak. Bütün insanların hidayete ermesini arzulama. Çünkü ben (Allah), câhil ve sapmış nefislerin sapıklığını; saf ve aydın nefislerin aydınlığını bilirim" demektedir. Binâenaleyh her nefsin, belli bir fıtratı ve belli bir mahiyeti vardır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah'ın, insanları, üzerine yarattığı fitrata (yönel). Allah'ın hilkati değiştirilemez" (Rum, 30) buyurmuştur. Allah en iyi bilendir.

Cezalandırma Şekilleri

126

Âyetin tefsiri için bak:128

127

Âyetin tefsiri için bak:128

128

"Eğer, herhangi bir ceza ile karşılık verecek olursanız, ancak size reva görülen cezanın, misliyle karşılık verin. Sabrederseniz, andolsun ki bu, tahammül edenler için elbette daha hayırlıdır. Sabret. Senin sabrın, ancak Allah iledir. Onlara karşı tasalanma. Onların kurmakta oldukları tuzaklardan dolayı, endişeye de düşme. Çünkü Allah hiç şüphesiz müttakiler ve Muhsinlerle beraberdir".

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Vahidî şöyle der: "Bu ayet hakkında üç görüş vardır: Birinci Görüş: Ekserî âlimlerin kabul ettiği görüşe göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), müşriklerin, amcası Hazret-i Hamza (radıyallahü anh)'ya müsle yapıp, öldükten sonra burnunu, kulaklarını vs. kesmiş olduklarını görünce, "Allah'a yemin olsun ki sana karşılık, onlardan yetmiş tanesine "müsle yapacağım" buyurdu. İşte bunun üzerine Cebrail (aleyhisselâm) Nahl Sûresi'nin son ayetlerini indirdi. Böylece, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i niyetlendiği bu şeyden alıkoydu. Bu, Atâ'nın rivayetine göre, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın, Übeyy İbn Ka'b (radıyallahü anh) ve Şâ'bî'nin görüşüdür. Bu görüşe göre âlimler, "Bu üç ayet hariç, Nahl Sûresi'nin tamamı Mekkî'dir" demişlerdir.

İkinci Görüş: Bu, seyf (vuruşma) ve cihad emri gelmezden önceki durumdur. Müslümanlar o zamanda ancak kendileri ile savaşanlara karşı savaşmakla emrolunmuş, savaşı ilk başlatan olmaktan nehyolunmuşlardı. İşte bu, "Size harb açanlarla, Allah yolunda, siz de savaşın, (ama) aşırı gitmeyin. Şüphesiz ki Allah aşırı gidenleri sevmez" (Bakara, 190) ayetinin anlattığı husustur. Allahü teâlâ, (tefsir ettiğimiz) bu ayette de, müslümanlara, kendilerine isabet eden ceza ve işkence kadarı ile karşılık vermelerini, fazlası ile mukabelede bulunmamalarını emretmiştir.

Üçüncü Görüş: Bu ayetin maksadı, mazlumu, zâlime karşı fazlasını yapmayı istemekten nehyetmektir. Bu Mücâhid, Nehâî ve İbn Sîrîn'in görüşüdür. İbn Şîrîn şeyle demiştir: "Şayet senden birisi birşeyi (zorla) alırsa, sen de ondan aynısını al."

Ben derim ki, bu ayeti, önceki ayetlerle ilgi ve alâkası olmayan bir hadiseye sağlamak, Allah'ın kelâmında, kötü bir tertibin bulunması manasına gelir ki, bu da Kur'ân'ı tenkid etmeye yol verir. Halbuki buna yol yoktur. Binâenaleyh bana göre en doğrusu şöyle denilmesidir: Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e insanları hak dine şu üç yoldan, yani hikmet, güzel öğüt ve en güzel olan cedel yoluyla çağırmayı emretmiştir. Bu davet, müşriklerin atalarının dininden dönmeyi, yüz çevirmeyi ve o dine küfür ve sapıklık damgasını basmayı içine alır. Bu ise kalbleri teşvişe (karışıklığa) düşüren, gönüllere ürküntü salan ve dinleyenlerin çoğunu, o din davetçisini bazan öldürmeye, bazan dövmeye, bazan ona sövmeye sevkeden şeylerdendir. Binâenaleyh hak dine davet eden o kimse, bu beyinsizlikleri müşâhade edip, o gürültüleri duyunca, onun tabiatı mutlaka onu, o beyinsizleri bazan öldürme, oazan da dövme ile terbiye etmeye sevkeder. Bu noktada Cenâb-ı Hak, hakka davet eden kimselere, adalete ve insafa riayeti emretmiş, fazlasını yapmayı yasaklamıştır. İşte ayeti hamletmek gereken en doğru izah (mana) budur.

İmdi şayet, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu ayet sebebi ile "müsle kararından vazgeçip, yeminine karşı kefaret verdiği" şeklindeki rivayeti tenkid etmeniz gerekmez mi?" denilirse, biz deriz ki: "O rivayeti tenkid etmeye gerek yok. Çünkü biz, o hâdisenin de, ayetin genel ifadesi içine girdiğini söylüyoruz. Binâenaleyh o hadise hakkında bu ayetin umûmî ifadesine tutunmak mümkündür. Bizim karşı çıktığımız husus, ayeti bu hadiseye hasretmenin caiz olmayacağı hususudur. Çünkü bu, kelâm-ı ilahideki tertibin iyi olmamasını gerektirir.

Adaletin Mertebeleri

Bil ki Allahü teâlâ, bu ayette adalet ve insafı gözetmeyi emretmiş ve bunu şu dört mertebe üzere sıralamıştır:

Birinci Mertebe: Ayetteki "Eğer, herhangibir ceza ile karşılık verecek olursanız, ancak size reva görülen cezanın misliyle karşılık verin" ifadesidir. Yani, "Eğer siz kısasın tam uygulanmasını isteme "hususunda arzulu iseniz, onun dengi şey ile yetininiz. Fazlasını yapmayınız. Fazlasını yapmayı istemek zulümdür. Zulüm ise, Allah'ın adaleti ve rahmeti açısından yasak edilmiştir. Hak teâlâ'nın, "Eğer, herhangi bir ceza ile karşılık verecek olursanız, ancak size reva görülen cezanın misliyle karşılık verin" ifadesinde, (haksızlığa uğrayan) kimse için böyle yapmamasının daha evlâ olduğuna bir delil vardır. Bu, tıpkı senin hastaya, "Eğer elmayı illâ da yiyeceksen ye" demen gibidir. Bu, "sana uygun olan, onu yememektir" manasınadır. Böylece Cenâb-ı Allah, rumuz ve işaret yoluyla, evlâ olanın, yapılan kötülüğe misliyle karşılık vermemek olduğunu anlatmıştır.

İkinci Mertebe: Tariz ve çıtlatma üslubundan, açık ve net ifadeye geçmektir. Bu da ayette, "Sabrederseniz, andolsun ki bu, tahammül edenler için elbette daha hayırlıdır" ifadesidir. Bu, intikam almamanın (karşılık vermemenin) daha evlâ olduğunu açıkça ifade etmektedir. Çünkü acımak, katı kalbli olmaktan; faydalı olmak, incitip elem vermekten daha üstün ve faziletlidir.

Üçüncü Mertebe; Bu, intikam almamayı kesinkes emretme mertebesidir ve "sabret" ifadesi ile ortaya konulmuştur. Çünkü Allahü teâlâ, ikinci mertebede, intikam almamanın daha iyi ve hayırlı olacağını zikretmiş; bu üçüncü mertebede ise, sabretmeyi açıkça emretmiştir.

Bu mertebede sabırdan bahsetmek zor ve güç olunca, bunun hemen peşinden onu yumuşatıp, sabrı kolaylaştıracak ifadeye de yer vererek, "Senin sabrın, ancak Allah iledir" buyurmuştur. Yani sabır, Allah'ın muvaffak kılması ve yardımı iledir. İşte sabrın ve diğer bütün her türlü ibadetin meydana gelebilmesindeki genel ve esas sebep budur.

Kâfirler Sebebiyle Endişe Etmeyin

Cenâb-ı Allah, bu genel ve temel sebepten bahsedince, bundan sonra daha yakın ve cüz'î (sınırlı) sebebe yer vererek, "Onlar hakkında tasalanma. Onların kurmakta oldukları tuzaklardan dolayı endişeye de düşme" buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü insanın intikam almaya ve başkasına zarar vermeye yönelmesi ancak öfkesi kabardığında söz konusudur. Aşın öfke de şu iki sebepten birinden ötürü meydana gelir:

a) Eskiden elde olan bir menfaati elden kaçırma. Buna, "Onlara karşı tasalanma" diye işaret edilmiştir. Bu ifadeye, "Uhud'da şehit olanlar için üzülme" yani, "o dostlarını kaybetmekten ötürü üzülme" manası da verilmiştir. Bunun neticesi de, bir faydayı elden çıkarma manasına varır.

b) Gelecekte bir zarara düşme korkusu. Buna da, "Onların kurmakta oldukları tuzaklardan dolayı, endişeye de düşme" ifadesi ile işaret edilmiştir. Kim bu ince manalara vakıf olursa, gerek güzellik, gerek muhteva bakımından Kur'ân'dan daha güzel, daha şümullü bir sözün olmayacağını anlar. Geriye ayetin lafzı ile ilgili birkaç bahis kalmıştır:

Birinci Bahis: İbn Kesir, hem bu ayette, hem de Neml Sûresi'nde, "dâd"ın kesresi ile (......) şeklinde okurken; diğer kıraat imamları, her iki yerde de fetha ile, (......) şeklinde okumuşlardır. Meşhur kıraatin izahı şunlardır: Ebu Ubeyde, geçim ve yer darlığı hususunda, dîk kelimesinin kullanıldığını; kalpteki darlığı ifade için de, "dayk" kelimesinin kullanıldığını söyler. Ebu Amr da, dîk kelimesinin şiddet ve sıkıntı; "dayk" kelimesinin ise keder ve üzüntü manasına geldiğini söylemiştir. Kuteybî de, tıpkı "heyn" ve "heyyin" ile "leyn" ve "leyyin" kelimelerinde olduğu gibi, "dayk" lafzının, "dayyık" kelimesinin şeddesizi olduğunu söylemiştir. İşte bu bakımdan İbn Kesir'in kıraatinin de doğru olacağını söyledik.

İkinci Bahis: Bu kelime, dayyık şeklinde de okunmuştur.

Üçüncü Bahis: Bu, "maklûb" bir ifadedir. Çünkü dayyik bir sıfattır Sıfat ise mevsufta bulunur. Ama mevsuf sıfatta bulunamaz. Binâenaleyh buna göre mana "sende endişe olmasın" şeklinde olur. Ancak ne var ki, (fîdayyık-in) denilmesinin hikmeti şudur: "Sıkıntı ve endişe çok büyük ve güçlü olduğunda, insanı her tarafından saran bir şey gibi, sanki bir gömlek gibi olmuş olur. Binâenaleyh böyle denilmesinin hikmeti bu olabilir." Allah en iyi bilendir.

Dördüncü Mertebe, ayetteki, "Allah hiç şüphesiz muttakilerle ve muhsinlerle beraberdir" ifadesidir. Bu ifade, bir tehdit gibidir. Çünkü birinci mertebede, Cenâb-ı Hak, işaret ve rumuz yoluyla intikam almamaya, karşılık vermemeye teşvik etmiş; ikinci mertebede, rumuzlu ifadeyi bırakıp, açık ve sarih ifadeye geçip, "sabrederseniz, andolsun ki bu tahammül edenler için elbette daha hayırlıdır" buyurmuş; üçüncü mertebede, kesinkes sabretmemizi emretmiş, bu dördüncü mertebede de, intikam alıp, karşılık vermek isteyenler için sanki bir vaîd ve tehdidini getirerek, "Allah, fazlasını yapmayı İstemekten ittika eden ve intikam almayı bırakma hususunda İhsanda (iyilikte) bulunanlarla beraberdir. Binâenaleyh ey kulum, eğer, seninle beraber olmamı istersen bu muttakilerden ve muhsinlerden ol" demiştir. Bu ayetlerdeki sıra ve tertipteki hikmete iyice vakıf olanlar emr-i mâ'rüf ve nehy-i münker'in derece derece, yumuşaklık ve incelik üzere olması gerektiğini anlarlar. Cenâb-ı Hak, peygamberine, "Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır" deyince, hikmet ve güzel öğütle yapılan davetin bu şekilde olması gerektiğine dikkat çekmek için, bu dört mertebeyi zikretmiştir. Bu inceliklere vâkıf olunduğunda, insan bu Kitab-ı Kerim'in sahili olmayan bir umman olduğunu anlar.

Üçüncü Mesele

Allahü teâlâ, "Allah hiç şüphesiz, muttakilerle beraberdir" buyurmuştur. O'nun, onlarla beraber oluşu, rahmeti, fazlı ve onlara verdiği mertebeler iledir. Ayetteki, "müttakiler" ifadesi, Allah'ın emirlerine saygı göstermeye; "muhsinler" (iyilik yapanlar) ifadesi de, Allah'ın mahlûkatına karşı bir işaret olup, bunlar da insanın en mükemmel mutluluğunun bu iki şeyde, yani Allah'ın emirlerine saygı ve mahlukâta şefkat duymada olduğunu gösterir. Bazı meşâyih bunu: "En mükemmel yol Hak nezdinde doğru olmak, halk nezdinde de güzel huylu olmaktır" diye anlatmışlardır. Hükemâ da: "İnsanın kemâli, zâtından ötürü Hakk'ı, kendisiyle amel edebilmek için de hayrı tanıyıp bilmesindedir" demişlerdir. Herim b. Hayyâna, Ölümü yaklaştığında, "Vasiyet et" dendiğinde o: "Vasiyyet ancak maldan yapılır. Benim ise malım yok. Fakat ben size, Nahl Sûresi'nin sonunu tavsiye ve vasiyet ederim" demiştir.

Dördüncü Mesele

Bazı kimseler, ayetteki "Eğer, herhangi bir ceza ile karşılık verecek olursanız, ancak size reva görülen cezanın misliyle karşılık verin. Sabrederseniz, andolsun ki bu tahammül edenler için elbette daha hayırlıdır" buyruğunun, seyf ayeti ile neshedilmiş olduğunu söylemişlerdir ki bu, son derece uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu ayet-i kerimenin maksadı, Allah'a davetin keyfiyeti hususunda güzel edebi öğretmek, saldırıyı ve fazlasıyla karşılık vermeyi nehyetmektir. Bütün bunların, "seyf ayeti" ile ilgisi yoktur. Müfessirlerin ekserisi, mensûh ayetlerin sayısını çok göstermeye adeta aşıktırlar. Ben ise bunda bir fayda görmüyorum. Allah doğruyu en iyi bilendir.

Musannif (Râzî) (r.h) şöyle der: "Bu surenin tefsiri, çarşamba gecesi, son yatsı vaktinden biraz sonra tamamlandı." Yine Allah kendisine merhamet etsin Musannif şöyle der: Hak kıymetlidir; yol uzundur; binek güçsüz; yaklaşmak, uzaklaşmaktır; vuslat, ayrılıktır. Hakikatlar saklı; gaybın gaybındaki manalar korunmuş (gizlenmiştir). Sırlar, İzzet'in ötesindeki şeyde depolanmıştır. İnsanın elinde olan ise, kîl-ü kâl'dır. Kemâl ancak ikram ve celâl sahibi olan Allah'a mahsustur. Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a; salât-ü selâm, Efendimiz Ümmî Peygamber Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, âline ve ashâbınadır.

0 ﴿