2

"Allah'ın emri geldi. Artık onu vaktinden evvel istemeyin. O, onların eş tutmakta oldukları şeylerden münezzehtir, yücedir. O, kendi emri ile kullarından kimi dilerse ona vahy ile, melekleri indirir, "Benden başka hiçbir tanrı olmadığını inzâr edin, benden ittikâ edin" diye" (Nah), 1-2).

Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele:

Bil ki bu ayetlerin tefsirini bilmek şu üç soruya dayanır:

Birinci Soru: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bazan onları dünya azabı ile tehdid etmiştir. Bu tehdid, Bedir'de gerçekleştiği gibi, onların öldürülmeleri ve kendilerine hükümran olunmasıdır. Cenâb-ı Peygamber, bazan da Kıyamet azabı ile tehdid etmiştir. Bu azab, Kıyamet kopunca tahakkuk edecektir. Sonra o müşrikler bu ikinci çeşit tehdide dair hiçbirşey görüp müşahade etmedikleri için, Hazret-i Peygamberi tekzib etme hususunda bunu delil getirmişler, ondan bunu istemişler ve "Bunu getir" demişlerdir. Rivayet olunduğuna göre, "Saat (Kıyamet) yaklaştı. Ay (ikiye) ayrıldı" (Kamer, 1) ayeti nazil olunca, kâfirler kendi aralarında: "O, Kıyametin yaklaştığını iddia ediyor. Dolayısı ile yapmakta olduğunuz bazı (kötü) işleri artık bırakın. Olup bitecekleri hep birlikte görelim" dediler. Fakat Kıyamet hemen kopmayınca, "Bizi tehdid ettiğin şeyden, birşey görmedik" dediler. Bunun üzerine, "insanların hesap (günü) yaklaştı" (Enbiya, 1) ayeti nazil oldu. Kâfirler bundan dolayı tır tir titreyip, korkarak o günlerin gelmesini beklemeye başladılar. Ama o günlerin gelmesi uzayıp gelmeyince, "Ey Muhammed, bizi tehdit ettiğin şeyden hiçbir iz göremedik" dediler. Bunun üzerine işte, "Allah'ın emri geldi" ayeti nazil oldu. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) diz üstü çöktü ve insanlar başlarını kaldırınca, ayetteki "Artık onu vaktinden evvel istemeyin" ifadesi nazil oldu. Velhasıl Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), o kâfirleri gerek dünya, gerek ahiret azabı ile çokça tehdit edip, onlar da bu tehditlere dair birşey görmeyince, onu yalanladılar da, Allahü teâlâ bu şüphelerine "Allah'ın emiri geldi. Artık onu vaktinden evvel istemeyin" buyurarak cevap verdi. Bu cevabı, şu iki şekilde izah ederiz:

Mazinin, Muzari Anlamına Gelmesi

Birinci İzah: O azap, her ne kadar henüz gelmedi ise de, muhakkak gelecektir. Birşey bu durumda olduğunda, daha sonra olacak şeyi, sanki olmuş gibi sayarak, normal sözde, "Geldi, oldu, bitti" denilir. Bu tıpkı, yardım talebinde bulunup, istediği yardımın gelmesi yaklaşmış olan kimseye, "Sana yardım geldi. Artık bağırıp çağırmayı bırak" denilmesi gibidir.

İkinci İzah: Şöyle denilebilir: Allahü teâlâ'nın bu husustaki emri ve hükmü, oldu, bitti, meydana geldi. Ama olmasına hükmedilen şey henüz olmadı. Çünkü Hak teâlâ, onun belli bir zamanda meydana gelmesine hükmetmiştir. Dolayısıyla, o vakit gelmezden önce, o şey tahakkuk etmoz- var olmaz. Velhasıl şöyle denilmek istenmektedir: Azabın ineceğine dair Allah'ın emri ve hükmü ezelden ebede kadar olan zaman içinde oldu, bitti, meydana geldi. Bu izaha göre, "Allah'ın emri geldi" ifadesi doğru olur. Fakat olmasına hükmedilen ve olması emredilen iş, henüz tahakkuk etmemiştir. Çünkü Allahü teâlâ, onun belli bir zamanda olmasını takdir etmiştir. Binâenaleyh acele etmeyin ve onu vaktinden evvel istemeyin.

İkinci Soru: Kâfirler: "Ey Muhammed, farzet ki, Allah'ın dünyada veya ahirette bize azap indireceğine dair söylediğin sözün doğru olduğunu kabul edelim. Fakat biz, bu putlara da tapıyoruz. Çünkü onlar, bize Allah yanında şefaat edeceklerdir. Dolayısıyla, onlar bize Allah katında şefaatçi olurlar ve biz de bu sayede, aleyhimizdeki bu ilahi azap hükmünden kurtuluruz" dediler de, Cenâb-ı Hak, onların bu kuruntularını ve boş ümitlerini "O, onların eş tutmakta oldukları şeylerden münezzehtir" diyerek cevaplamış, kendisinin ortaklardan, zıdlardan, benzerlerden münezzeh olduğunu beyan etmiş ve katında, izni olmadan hiçbir kimse ve varlığın şefaatçi olamayacağını bildirmiştir. Ayetteki, ifadesindeki "mâ" edatının, mâ-i masdariyye olması muhtemeldir. Buna göre mana, "Allah, onların eş tutmalarından, ortak koşmalarından münezzehtir" şeklinde olur. Bu edatın "ellezî" manasına olması da caizdir. Buna göre mana, "Allah, onların eş tuttukları o putlardan münezzehtir. Çünkü onlar değersiz ve cansız varlıklardır. Binâenaleyh onların, yerin ve göklerin müdebbiri olan Allahü teâlâ'ya, ortak olduklarını söylemek şöyle dursun, onlarla en düşük varlıklar arasında bile, herhangi bir münasebeti ve kıyası söz konusu değildir" şeklindedir.

Üçüncü Soru: Farzet ki Allahü teâlâ, bazı kullarına sevinç, bazılarına da sıkıntı vermeye hükmetmiş, takdir etmiştir. Fakat sadece kendisinin bilebileceği bu sırları senin öğrenmen nasıl mümkün olur ve sen nasıl, Allah'ın mülkündeki ve meîekûtundaki sırlarını öğrenebilirsin? Cenâb-ı Hak bu soruya da "O, kendi emri ile kullarından kim; dilerse ona vahiy ile melekleri indirir: "Benden başka hiçbir tanrı olmadığını inzâr edin, benden ittika edin" diye" ifadesi ile cevap vermiştir. Bu cevap şöyle zan edilir Allahü teâlâ, İstediği kuluna o meleği indirir ve o kuluna, diğer insanlara, alemin bir tek ilahı bulunduğunu, bu ilahın onları tevhid ve ibadetle mükellef tuttuğunu, bunu yerine getirmeleri halinde dünya ve âhireîin en hayırlısını elde edeceklerini, karşı çıkıp kabul etmemeleri halinde ise, dünya ve ahiretin en kötü belaianna düşeceklerini beyan buyurduğunu bildirmesini emretmiştir. İşte bu yol ile, bu bilgiler, diğer insanlara değil de, Allah'ın dilediği o kimseye tahsis edilmiş olur. Özetle sunduğumuz bu tertibten, bu ayetlerin en güzel bir biçimde sıralanmış ve birbirleriyle münasebet arzettikleri ortaya çıkmış oldu. Allah en iyi bilendir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Nâfî, Âsim, Hamza ve Kisâî fiili, yâ ile, zâ harfinin kesresi ile ve şeddeli olarak "yünezzilu", ikinci kelimeyi nasb ile "el-melâlkete" (melekleri indirir) şeklinde okurlarken; İbn Kesir ve Ebu Amr, fiili, yâ'nın zammesi, zâ'nın kesresi ve şeddesiz olarak, "yünzilü" şeklinde okumuşlardır ki, birinci kıraate göre fiil, tef'îl babından, ikincisine göre, if'âl babından olur. Bunlar, aynı manaya gelen iki kullanılıştır. Atâ, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:

Ferd Hakkında Cemi (Çoğul) Sigası Kullanmak

"Cenâb-ı Hak, bu ayetteki "melâlke" sözü ile, sadece Cebrail (aleyhisselâm)'i kastetmiştir." Vahidî şöyle der: "Müfredi (tek olanı), cemî bir kelime ile isimlendirmek, eğer o müfred reis ve lider durumunda olursa caizdir. Bu tıpkı, "Biz Nuh'u da kavmine (peygamber olarak) gönderdik" (Nuh, 1); "Biz o Kurân'ı Kadir gecesinde indirdik"(Kadr, 1) ve "Zikri (Kurân'ı) biz indirdik"(Hicr, 9) ayetlerinde olduğu gibidir. Bu insanlar hakkında da, "insanlar kendilerine şöyle dedi"(Al-i imran, 173) ayetinde kullanıldığı gibidir. Bu hususta, izahı daha sonra yapılacak başka bir görüş daha vardır.

Rûh'un Tefsiri Hakkında

Cenâb-ı Hak, "Kendi emri ile.. rûh ile" buyurmuştur. Bu hususta iki görüş vardır:

Birinci Görüş: Bu "rûh"dan maksad vahiydir ve vahiy, Allah'ın kelâmı demektir. Bunun bir benzeri de, "işte biz sana da böylece, emrimizden bir rûh vahyettik" (Şûra, 52) ile "O, kullarından dilediğine, emrinden bir rûh vahyeder" (Gâfir, 15) ayetleridir.

Muhakkikler (sofiler) şöyle demişlerdir: "Cesed, harabtır, kesiftir, karanlıktır. Ama ona rûh girdiğinde, canlı olur, iatîf olur ve nuranî olur. Böylece o nurun tesiri beş duyuda da görülür, Rûh da karanlık (zulmet) ve câhildir. Kendisine akıl verildiğinde, aydınlanır ve nurlanır. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Allah analarınızın karınlarından sizi hiçbir şey bilmez bir halde çıkardı. Size, şükredesiniz diye, kulaklar, gözler, gönüller verdi" Ham, buyurmuştur. Akıl da aslında, tam nûrânî, arınmış, saf ve aydın değildi. Derken o, Allah'ın zâtını, sıfatlarını ve fiillerini, ruhlar ve maddeler âlemini, dünya ve âhiret alemini tanıyınca mükemmelleşti. Sonra bu ilahî ve kıymetti bilgiler, vahiy ile ve Kur'ân nuru ile mükemmelleşmiş ve saflaşmıştır.

Bunu iyice anladığın zaman deriz ki: Marifetuliah ve Rabbânî mükâşefeler, Kur'ân ve vahiy ile kemâle erer, tam olur. Akıl da, bu marifetuliah ile aydınlanır, saflaşır ve kemale erer (olgunlaşır). Rûh cevheri ise, bu akıl ile tamam olur, kemâle erer. Bedenin durumu da, bü rûh ile mükemmel olur. İşte bu noktada, hakikî, gerçek rûhur. vahiy ve Kur'ân olduğu ortaya çıkar. Çünkü bunlar sayesinde, cehalet ve gaflet uykusundan uyanılabilir. Böylece de, behîmîlik (hayvanlık) toprağından, melekliğin evine geçmek mümkün olur. Binâenaleyh "rûh" kelimesini, vahiy manasında kullanmak son derece münasib ve uygundur. Bunu kuvvetlendiren hususlardan birisi de, Cenâb-ı Allah'ın "O (Kur'ân'ı) emin rûh senin kalbine indirdi" (Şuârâ, 193) ayetinde Cebrail (aleyhisselâm)'e, "Rûhullah" tabirinde de Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'ya "rûh" demiş olmasıdır. Bunun bu manada kullanılışı güzel ve yerindedir. Çünkü bu ikisnin varlıkları sebebi ile kalbin hayatı demek olan hidayet ve marifetullah meydana gelmiştir. "Rûh" kelimesinin bu ikisi için, bu manada kullanılması güzel olunca, vahiy ve tenzil (Kur'ân) manasında "rûh" denilmesi daha uygun olur.

İkinci Görüş: Bu, Ebu Ubeyde'nin görüşüdür. Ona göre, bu ayetteki "rûh", Cebrail (aleyhisselâm)'dir. Bunun başındaki bâ harf-i cerri de, (beraber) manasınadır. Meselâ Araplar, "Falanca elbisesi ile beraber çıktı" manasında, "Emîr, silahı ile baraber bindi" manasında, derler. Buna göre ayetin manası," "Melekleri Rûh yani Cebrail (aleyhisselâm) ile birlikte indirir" şeklinde olur.

Cebrail ile Birlikte Meleklerin İnmesi

Birinci görüş, doğruya daha yakındır. Bu hususun izahı şöyledir: Allah Sübhânehü ve Teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Cebrail'i tek başına indirmedi. Aksine ekseri durumlarda, Cebrail (aleyhisselâm) ile birlikte fevc fevc melekler de inerlerdi. Baksana Bedir Günü ve Hazret-i Peygamber'in savaşlarının çoğunda, Cebrail (aleyhisselâm) ile birlikte, melek cemaatleri inerdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bazan dağlar meleği, bazan denizler meleği, bazan Rıdvan, bazan da başka melekler gelirdi.

Ayetteki, ifadesi, "Bu indirme ve inme, ancak Allah'ın emri ile olur" demektir. Bunun bir benzeri de, "Biz (melekler) senin Rabbinin emri olmadıkça inmeyiz "(Meryem, 64); "(Melekler) O'nun emriyle hareket ederler" (Enbiyâ,27); "Bunlar, O'nun korkusundan titreyenlerdir' (Enbiya. 28); "Kendilerine her surette kahir ve Akim olan Rablerinden korkarak, ne emrolunurlarsa onu yaparlar" (Nahl, 50) ve "Onlar, Allah'ın kendilerine emrettiği şeylere asla isyan etmezler, neye de me'mûr ise yaparlar"(Tahrim. 6) ayetleridir. Bütün bu ayetler, meleklerin, Allah'ın emri ve izni olmaksızın herhangi bir işe yönelmediklerini göstermektedir.

Ayetteki, "Kullarından kimi dilerse ona" ifadesi ile, Teâlâ'nın kendilerine peygamberlik vermiş olduğu enbiya kasdedilmektedir, "inzar edin diye" tabiri hakkında Zeccâc şöyle demiştir: "Bu, "en" edatı, "rûh" kelimesinden bedel olup, manası, "Melekleri, inzâr edesiniz diye indirir" şeklindedir. Yani, "Yaratıklara, benden başka ilah olmadığını bildirin, ilan edin" demektir. Zira "inzâr" korkutarak bildirmektir. Ayette birkaç fayda bulunmaktadır:

Vahiy Vasıtası Meleklerdir.

Birinci Fayda: Vahyin, peygamberlere ulaşması, ancak melekler vasıtasıyla olur. Bunu teyid eden şeylerden birisi de, Cenâb-ı Hakk'in Bakara sûresinin sonunda, "Mü'minler de (iman etti). Her biri Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine inandı"(Bakara. 285) buyurmuş olmasıdır. Böylece Cenâb-ı Hak, kendi ismi ile başlamış ve bunun peşisıra melekleri zikretmiştir. Çünkü Allahü teâlâ'dan vasıtasız olarak, doğrudan doğruya vahyi alanlar meleklerdir. Bu vahiy ise, kitapların tâ kendisidir. Sonra melekler, bu vahyi peygamberlere ulaştırırlar. Bundan ötürü de, şüphesiz ki doğru olan sıranın, önce Allah'ın zikredilip, sonra meleklerin, sonra kitapların, sonra da peygamberlerin zikredilmesidir.

Bunu iyice anladığında biz diyoruz ki: Allahü teâlâ, meleğe vahyettiği zaman, melek bu vahyin zarurî veya istidlale dayanan bir ilim ile, Allah'ın vahyi olduğunu bilir. Bunu istidlale dayanan bir ilim olduğunu farzedersek, bu nasıl elde edilir? Yine melek bu vahyi peygambere tebliğ ettiği zaman, peygamber bunu getirenin, şeytan-ı racîm olmayıp da, sâdık melek olduğunu zaruri veya istidlalî bir şekilde bilir. Eğer bu bilme istidlal yolu ile ise, bu istidlal nasıl elde edilir? İşte bunlar, son derece ince ve hassas konulardır. Bunları bilmek, ancak meleğin hakikatini, Allah'ın ona olan vahyinin ve meleğin bu vahyi peygambere tebliğ etmesinin keyfiyetini araştırmakla mümkün olur. Eğer biz bu meseleleri, alışılmış kelimelerle anlatmaya kalkarsak, maksadı anlatmak zorlaşır ve düzen-intizam bozulur. Çünkü Kur'ân'ın ayetleri bu vahyin ve bunu indirmenin ancak, melekler vasıtası ile olduğunu bildirmektedir. Şöyle de diyebiliriz: Farzedelim ki buna Kur'ân ayetleri delalet etmiyor. Fakat durumun böyle olması ihtimali, aklın bedaheti ile de anlaşılır.

Bunun iyice anladığında diyoruz ki: Biz, Cebrail (aleyhisselâm)'in sadık ve yalan ile telbisten (karıştırmaktan) masum olduğunu ancak nakli delillerle (rivayetlerle) bilmekteyiz. Nakli delillerin doğruluğu ise, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğruluğuna dayanır. Onun doğruluğu da. bu Kur'ân'ın habis şeytan tarafından değil de, Allahü teâlâ tarafından gönderilen muciz bir kelam olmasına dayanır. Bunu anlamak ise, Cebrail (aleyhisselâm)'in doğru, hakkı söyleyen, karıştırmaktan ve şeytani fiillerden uzak olduğunu bilmemize dayanır. O zaman ise bir devr-i fasid gerekir. İşte bu, zor bir noktadır. Fakat, biz nübüvvetin ve vahyin hakikatini iyice öğrendiğimiz zaman, bütün bu şüpheler ortadan kalkar.

İnsanın Ruhani Kemali

Bu ayet, "O, kendi emri ile... rûh ile melekleri indirir" ifa- desi ile kendisine işaret olunan ruhun ancak, "Benden başka hiçbir tanrı yoktur. Benden ittikâ edin" ifadesi olduğuna delalet eder. Bu, doğru bir sözdür. Çünkü beşeri mutlulukların dört mertebesi vardır:

a) Nefsânî-rûhî mutluluklar,

b) Bedenî mutluluklar,

c) Zorunlu ve gerekli (tazime) olmayan bedenî sıfatlar,

d) Bedenden ayrı haller ve durumlar...

Birinci Mertebe: Bu, nefsanî-rûhî kemallerdir. Bil ki nefsin iki kuvveti vardır:

1) Gayb âleminden gelen mevcudatın şekillerini ve biçimlerini kabul etme, onları algılama istidadı... Bu, kuvve-i nazariyye (tefekkür kuvveti) diye isimlendirilen kuvvettir. Bu kuvvetin mutluluğunun temelinde marifet (bilgiler) elde etmede yatar. Marifetlerin en şereflisi ve en yücesi ise, Allah'tan başka ilah olmadığını bilmektir. Cenâb-ı Hakk'ın, 'Benden başka hiçbir tanrı yoktur diye uyarın " buyruğu ile, buna işaret edilmektedir.

2) Bu ikinci kuvvet, nefsin bu âlemin maddeleri üzerinde tasarrufta bulunma kabiliyetidir. Bu kuvvet, kuvve-i ameliyye diye isimlendirilen kuvvettir. Bu kuvvetin mutluluğu ise, sâlih ameller yapmaktadır. Salih amellerin en yücesi ve en şereflisi ise, Allah'a ubûdiyyet ve kulluktur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Benden ittikâ edin" sözü ile de, buna işaret edilmektedir. Kuvve-i nazariyye, kuvve-i ameliyyeden daha önemli ve şerefli oldğu için, Hak teâlâ; "Benden başka hiçbir tanrı olmadığım..." ifadesinin tşaret ettiği, kuvve-i nazariyyenin mükemmelliklerini ve kemâlâtım, "Benden ittikâ edin" ifâdesinin işaret ettiği, kuvve-i ameliyyenin kemâlatından ve mükemmelliklerinden önce zikretmiştir.

İkinci Mertebe: Bedenî mutluluklar demek olan bu mertebe de, iki kısımdır: Bedenî sıhhatin ve hayat kuvvetinin mükemmellikleri ki, ben bununla, bedene ait onyedi kuvveyi kastediyorum.

Üçüncü Mertebe: Bu, bedenî arızî (sonradan olma) sıfatlar ile ilgili olan mutluluklardır. Bu da iki kısma ayrılır: Asılların, köklerin mutluluğu ve furü'un, dalların mutluluğu ki bununla gerek babaların, ataların halinin mükemmelliğini, gerek çocukların, geriden gelen nesillerin mükemmelliğini kastediyorum.

Dördüncü Mertebe: Bu, en düşük mertebedir. Bu mertebe, insanın dışındaki sebepler ile meydana gelen mutluluklardır. Bunlar da, mal ve makamdır. Böylece, mutlulukların en kıymetli mertebesinin nefsanî-ruhanî haller olduğu sabit olur. Bu haller de, nazarî ve ametî kuvvelerin mükemmel oluşuna dayanır. İşte bundan ötürü, Cenâb-ı Hak bu ayette, bu iki kuvvenin en üstün halini zikrederek "Benden başka hiçbir tanrı yoktur" diye uyarın. Benden ittikâ edin" buyurmuştur.

Kâinat Gerçek Bir Gaye İle Yaratılmıştır

2 ﴿