4"insanı bir damla sudan yarattı O. (Böyle iken) bakarsın ki o, apaçık bir hasım (kesilmiş) tir!". Bil ki, felekler ve yıldızlardan sonra, maddelerin en kıymetlisi insandır. Binâenaleyh Allahü teâlâ, hakîm bir ilahın varlığına, feleklerin kütlelerini delil getirince, bunun peşinden aynı şeye, insanın yaratılışını da delil olarak zikretmiştir. Bil ki insan, beden ve ruhtan meydana gelmiştir. O halde Allah'ın "İnsanı bir damla sudan yarattı O" buyruğu, hakîm bir yaratıcının varlığına, insanın bedeniyle; "(Böyle iken) bakarsın ki o, apaçık bir hasım kesilmiştir" ifadesi de, böyle bir yaratıcının varlığına insanın halleriyle istidlalde bulunmaya bir işarettir. Birincisine gelince, bunu şu şekilde izah edebiliriz: Nutfenin, gerek maddî, gerekse müşahedeye göre parçaları birbirine benzeyen bir madde olduğunda şüphe yoktur. Ancak ne var ki bazı tabibler, onun parçalarının gerçekte farklı olduğunu söylemektedirler. Bu böyledir, zira, "nutfe", dördüncü nazımın neticesinden meydana gelmektedir. Çünkü gıdanın, midede bulunması ilk hazım; ciğerde bulunması ikinci -azım; damarlara geçmesi üçüncü hazım, diğer organlara geçmesi ise dördüncü ".azimdir. İşte bu noktada, bir kısım gıdalar, kemiklere geçer ve o kemikte, eşsiz bir tabiat harikası meydana gelir. Et, sinir, damar ve diğerleri hakkındaki sözümüz de aynıdır. Şehvet tahrik olunduğunda, bedeni istilâ eden o hareket esnasında, bütün uzuvlardan bir sıvı çıkar gelir ki, işte nutfe budur. Böyle olması halinde nutfe, parçaları e cüzleri farklı farklı olan bir madde olmuş olur. Sen bunu iyi anladığında biz diyoruz ki: haddizatında nutfe, ya karakter ve mahiyet itibariyle parçaları birbirine benzeyen bir maddedir, yahut da, parçalan birbirinden farklı olan bir maddedir. Eğer, doğru olan birincisi olursa, o zaman, o bedenin o nutfeden meydana gelmesini gerektiren şeyin, nutfenin ve hayız kanının cevherinde bulunan karakter ve tabiat olması caiz olmaz. Çünkü, tabiatın tesiri, tedbir ve irade ile değil, zatı icabı ve gerekli kılma iledir. Tabii kuvvet, parçaları birbirine benzeyen bir maddeye tesir ettiğinde, o fiilin küre biçiminde olması gerekir. "Basit nesnelerin tabii şekillerinin küre şekünde olması gerekir" diyen kimseler, işte bu söze dayanmışlardır. Binâenaleyh, canlının nutfeden meydana gelmesini gerektiren şey onun tabiatı oteaydı, onun şeklinin küre biçiminde olması gerekirdi. Durum böyle olmadığına göre, canlıların bedenlerinin meydana gelmesini gerektiren şeyin, onun karakteri değil, tam aksine hür ve irade sahibi bir fail olduğunu ve hikmeti, tedbiri ve iradesiyle -arattığını anlamış oluruz. Eğer ikincisi olursa ki bu da, nutfelerin, karakter ve mahiyet bakımından farklı farklı olan parçalardan meydana gelmiş bir madde olduğunun ileri sürülmesidir. Biz diyoruz ki: Böyle olması halinde, bedenin o nutfeden meydana gelmesinin, hakîm, hür ve irade sahibi bir failin tedbiriyle olması gerekir. Bunu birkaç yönden izah edebiliriz: Birinci İzah: Nutfe, çok çabuk kaybolan, rutubetli, (yapışkan ve ıslak) bir şeydir. Durum böyle olunca, onda mevcut olan parçalar, o hali ve nisbeti, durumu muhafaza edemez. O halde, dimağın maddesi demek olan o cüz'ün, en aşağıda bulunması mümkün olur. Kalbin maddesi olan parça da, bazan üstte bulunur. Durum böyle olunca, canlıların uzuvlarının, ne devamlı, ne de umumiyetle bu muayyen tertip üzere bulunmaması gerekir. Durum böyle olunca da, o uzuvların, muayyen ve hususî bir tertip üzere meydana gelişlerinin, hakîm, hür ve irade sahibi bir failin tedbiriyle olmuş olduğunu anlamış oluruz. İkinci İzah: Nutfenin, karakterleri farklı farklı parçalardan meydana gelmiş bir madde olduğunu farzedelim. Ancak ne var ki, onun terkibinin analizinin, haddizatında her biri basit bir cisim, nesne olan birtakım cüz ve unsurlara varıp dayanması gerekir; durum böyle olunca da şayet, o nutfeyi tedbir eden, tabii kuvvet olsaydı, o zaman o basit cisimlerden her birinin şeklinin küre olması ve canlının da, birbirine yapışmış birtakım küreler şekli üzere olması gerekirdi. Durum böyle olmadığına göre, canlıların bedenlerini tedbir edenin ne onların tabiatları, ne yıldız, ne feleklerin tesirleri olmadığını anlamış bulunuyoruz. Çünkü, tesirler birbirine benzerler. Böylece, canlıların bedenlerini idare edenin, hakîm, hür ve irade sahibi bir fail olduğunu anlarız ki, elde edilmek istenen netice de budur. Bütün bunlar, hür ve irâde sahibi bir ilâhın varlığına, canlıların bedenleriyle istidlalde bulunmaktır ki, Cenâb-ı Hakk'ın, 'insanı bir damla sudan yarattı O" buyruğundan kastedilen işte budur. Ruhî Hallerin Yaratıcıyı Tanıtması İnsanların ruhlarının halleriyle, hakîm, hür ve irâde sahibi bir yaratıcının varlığına istidlalde bulunmaya gelince, ki bu, "(Böyle iken) bakarsın ki o, apaçık bir hasım (kesilmiş)tir" buyruğudur. Bu hususta da birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Bu mesele, bu istidlalin izahı ve anlatımı hakkındadır: İnsanın ruhu, ilk yaratılışta, diğer canlıların ruhlarından zekâ, anlayış ve kabiliyet bakımından daha düşüktür. Baksana, tavuğun yavrusu civciv, daha yumurtanın kabuğundan çıkar çıkmaz, düşmanıyla dostunu birbirinden ayırır; meselâ kediden kaçar, annesine sığınır. Yine o, kendisine uygun olan ve olmayan gıdaları da birbirinden ayırır. Ama insanın yavrusuna gelince, o, annesinden ayrıldığı anda, kesinlikle, dostuyla düşmanını, zararlı olanla faydalı olanı birbirinden ayırdedemez. Böylece, insanın ilk meydana geldiği anda, diğer canlılardan, durum, zekâ ve anlayış bakımlarından, daha aşağı seviyede olduğu ortaya çıkmış olur. Daha sonra insan büyüdükçe, aklı gelişir, anlayışı kemâle erer. Böylece de gökler ve yer alanına hükümran olacak bir duruma gelir. O, böylece, Allah'ın zât ve sıfatlarını, ruhlar, maddeler, felekiyyât ve unsurlar gibi çeşitli şeyleri tanımaya ehil hale gelir. Ve yine o, Allah'ın dini hususunda kuvvetli şüpheler irâd etmeye ve bütün gaye ve istekler hususunda şiddetli düşmanlık yapmaya da muktedir bir hale gelir. O halde, insan ruhunun, o aşırı bilgisizlikten bu çok üstün anlayış ve zekâ durumuna geçişinin, hikmet ve irâde gereği, ruhları o noksanlıklarından kemâl mertebelerine; cahilliklerinden, bilgi mertebelerine intikal ettiren, hakîm, hür ve irade sahibi bir ilahın tedbiri ile olması gerekir. İşte 'İnsanı bir damla sudan yarattı O. (Böyle iken) bakarsın kî o, apaçık bir hasım (kesilmiş)tir" ayetinden maksad da budur. Bunu iyice anladığın zaman, senin pekçok şeye dikkat edip farketmen mümkün olacaktır. İkinci Mesele Cenâb-ı Hak, İnsanı, Kur'ân'ı Kerim'de zikredilmiş olan değişik safhalar neticesinde, "nutfe"den yaratmıştır. Bunlardan bir tanesi de, "Andolsun, biz insanı çamurdan (süzülmüş) bir hülâsadan yarattık. Sonra onu, sağlam ve metin bir karargâhta bir nutfe yaptık" (Mü'minun. 12-13) ayetleridir. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hak, ayrıntıları başka ayetlerde zikredildiğinden, burada (Nahl. 4) kısa bir anlatım ile beyan buyurmuştur. Nankör İnsanın Hasımlığı Cenâb-ı Hakk'ın, "(Böyle iken) bakarsın ki o, apaçık bir hasım (kesilmiştir)" buyruğu hakkında iki bahis bulunmaktadır: Birinci Bahis: Vahidî şunu demiştir: "Hasîm" kelimesi, "muhâsım" (muhasım:düşman) anlamındadır. Dilciler ise, "hasîm" kelimesi, sana husûmet gösteren, düşmanlık yapan kimse anlamındadır" demişlerdir. "Fail" veznin "mufâil" manasına gelmesi, bilinen bir şeydir. Meselâ, "münâsib" manasında "nesîb", "muâşir" (yakın dost, arkadaş, akraba) manasında "aşîr" ve, yiyen ve içen anlamlarına gelen "ekli" ve "şerîb" kelimesi gibi, "hasîm" kelimesinin, "hasım oldu, münakaşa etti" anlamında olmak üzere, "Hasama-yahsimu" fiilinden ism-i fail (Hâsım) manasında olması da caizdir. Hamza'nın (Yasin.49) şeklindeki kıraati de, bu siğadandır. İkinci Bahis: Cenâb-ı Hakk'ın, "(Böyle iken) bakarsın ki o, apaçık bir hasım (kesilmiş)tir" beyanı hakkında iki vecih bulunmaktadır: 1) Bunun manası şudur: "Bir de bakarsın ki o, kendi nefsine uymuş ve onu müdafaa ediyor. Tiksinilecek bir nutfe, hiçbir hissi ve hareketi olmayan bir nutfe olduktan sonra şimdi, hasımlık yaparak çekişiyor." Bundan maksat ise, bu değersiz durumdan bu yüce ve âlî makama geçmenin, ancak hakîm ve alîm olan bir müdebbirin tedbîr ve idaresiyle olduğunu beyan etmektir. 2) "Bir de bakarsın ki o, Rabbine karşı amansız bir hasım ve yaratıcısını inkâr eden olmuştur; "Bu çürümüş kemiklere kim can verecekmiş?" (Yasin. 78) der.." manası kastedilmiştir. Bundan gaye ise, insanın ne kadar cahil ve utanmaz olduğunu; küfrân-ı nimet ve nankörlükte devamlı ve ısrarlı olduğunu göstermektir. Birinci izah sekli daha uygundur. Çünkü bu ayet-i kerimeler, hakîm olan yaratıcının varlığına istidlalde bulunmak gayesiyle zikredilmektedirler; yoksa, insanın utanmazlığını, küfür ve nankörlükteki ısrarını ortaya koymak için değil... |
﴾ 4 ﴿