İSRA SURESİ

Bu sûre 110 ayettir. İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan (76. ayet)'ten (80. ayet)'ine kadar olan ayetler hariç bu sûrenin Mekki olduğu rivayet edilmiştir. Bu ayetler ise, Medenî olup, Sakif Kabilesi'nin heyeti geldiğinde nazil olmuştur.

1

"Kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan, Mescid-i Aksâ'ya kadar götüren Allah, her türlü noksanlıklardan münezzehtir. Biz, o (Mescid-i Aksâ'nın) etrafına bereket verdik. O (peygambere), ayetlerimizden bazısını gösterelim dîye (bunu yaptırdık). Şüphesiz ki O (Allah), herşeyi hakkıyla işiten, tastamam görendir".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Sübhan ve Tesbih Kelimeleri

Nahivciler şöyle demektedirler: "Sübhâne" kelimesi, tesbih cinsinin ism-i alemidir. Arapça'da, (Allah'ı tesbih ettim) denilir. Bu ifadedeki "tesbih" masdar, "sübhâne" kelimesi ise, tesbih cinsinin alem ismidir. Bu tıpkı (Yeminime keffâret verdim) demen gibidir, bu İadenin manası, Allah'ı hertürlü kötülüklerden ve noksanlıklardan tenzîh etmek, yani Mardan uzak olduğunu söylemektir. "Nazm" kitabının müellifi şöyle der: "Subh", Vaaça'da "uzaklık" manasınadır. Buna, "Çünkü gündüzün senin için uzun bir meşguliyet var" (Müzzemmil, 7) ayeti deleâlet eder. O halde (Allah'ı tesbih etti) ifadesi, "O, Allah'ı, O'na yakışmayan şeylerden uzaklaştırdı ve tenzih etti" demektir. "Tesbih" lafzı ile ilgili aklî izahları, Hadîd Sûresi'nin başında yaptık. Bu lafız, değişik birtakım manalara da gelmektedir:

1) "Namaz" manasına... Hak teâlâ'nın "Eğer çok tesbih edenlerden olmasaydı" (Saffat, 143) ayeti bu manadadır. "Subha" kelimesi, nafile namaz manasına gelir. Namaz kılana da "müsebbih" (tesbih eden) denilmiştir. Çünkü namaz kılan, namazı ile Allah'a saygı göstermiş ve O'nu, O'na yakışmayan şeylerden tenzih etmiştir.

2) "Ortancaları, "Ben size demedim mi, Allah'ı tesbih etmeli değil miydiniz" dedi" (Kalem, 28) ayetinde "tesbih", "istisna" (inşaallah deme) manasına kullanılmıştır. Yani, "İnşaallah demeli değil miydiniz" demektir. Bunun izahı da, "inşaallah" diyerek Allah'a tazime dayanır.

3) Hadis-i şerifte "O'nun yüzünün subuhâh, yetiştiği herşeyi yakardı" Müslim. İmân, 293 (1/162); İbn Mâce, Mukaddime, 13 (1/70-71). diye varid olmuştur. Bunun manasının, "Allah'ın yüzünün nuru" olduğu söylendiği gibi, onu birisi gördüğünde "Subhânallah" diyeceği yüzünün parlaklığı" manasına geldiği de söylenmiştir.

Esra Kelimesi

Cenâb-ı Hak, esrâ (gece yürüttü) buyurmuştur. Dilciler, hem "esra", hem de "sera" fiilinin aynı manaya geldiğini söylemişlerdir.

Ayette (bi abdihi) buyurulmuştur. Müfessirler, bununla Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kastedildiği hususunda ittifak etmişlerdir. Babam imam (âlim) Ömer İbn Hüseyin (r.h)'in şöyle dediğini duymuştum: "Şeyh İmam Ebu'l-Kasım Süleyman el-Ensarî' nin şöyle dediğini duydum: "Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), Miraç'ta en yüksek basamağa ulaşınca, Allahü teâlâ ona, "Ey Muhammed, seni neyle şereflendireyim?" diye vahyedince, O: "Ey Rabbim, beni kendine kul olmaya nisbet ederek (kulun olduğumu söyleyerek)" diye cevap verdi. Allahü teâlâ da bunun üzerine, işbu ayetini indirdi."

Ayetteki, "leylen" (bir gece) kelimesi, zarf olarak mansubtur. Buna göre şayet, "isrâ" zaten gece yürüyüşü demektir, binâenaleyh ayrıca bir gece denmesinin hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bu kelimenin nekire olarak getirilmesiyle bu isrâ'nın (gece yürüyüşünün) müddetinin kısa olduğu ve O'nun (sallallahü aleyhi ve sellem) gecenin bir parçasında, normalde kırk gecelik y6l olan Mekke'den Şam'a götürüldüğünü kastetmiştir. Bu böyledir. Çünkü bu kelimeyi nekire olarak getirmek, kısmîlik (bir kısmı) manasına delalet etmiştir.

İsrâ'nın Vakti

Alimler, ayetteki bu gecenin hangi gece olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir: Mukâtil, o gecenin, Hicret'ten bir yıl önceki bir gece olduğunu söylemiştir. Keşşaf sahibi ise, Hazret-i Enes ve Hazret-i Hüseyin'den, bunun, Hazret-i Peygamberin, peygamber olmasından önce olduğunu nakletmiştir.

Ayette "Mescid-i Haram'dan" buyurulmuştur. Alimler, Hazret-i Peygambar (sallallahü aleyhi ve sellem)'in alındığı yerin neresi olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bu yerin, bizzat Mescid-i Haram olduğu söylenmiştir ki bu. ayetin afcnın zahirinin de ifade ettiği şeydir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Ben bir gece Mescid-i Haram'dan, Beytullah'da Hicr (Hatîm)'in yanında, uyku ile uyanıklık arasında iken, Cebrail Burak ile geldi" Müslim, İmân, 264 (1/1 ?0). buyurmuştur.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Mirâc'a, Ebu Tâlib'in kızı Ümmü Hânî'nin evinden alınıp götürüldüğü de söylenmiştir. Bu görüşe göre, ayetteki "Mescid-i Haram" ifadesi ile Mescid'i kuşatıp sardığı için, bütün Harem bölgesi kastedilmiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan, "Harem'in tamamı Mescid-i Harem'dir" diye bir rivayet gelmiştir. Bu ekseri ailmlerin görüşüdür.

Mescid-i Aksa

Alimler Mescid-i Aksa'dan Beyt-i Makdis'in kastedildiği hususunda ittifak etmişlerdir. Mescid-i Aksa ile Mescid-i Haram arasındaki mesafe çok uzak olduğu için, Mescid-i Aksa'ya Mescid-i Aksa (en uzak mescid) denilmiştir.

Cenâb-ı Hak, "Biz, o (Mescid-i Aksa'nın) etrafına bereket verdik" buyurmuştur. Bu bereket, meyveler ve çiçekler verme ile tefsir ediidiği gibi; orasının peygamber durağı, meleklerin iniş noktası olması sebebi ile olduğu da söylenmiştir.

Bil ki, ila edatı mesafenin sonunu bildirmektedir.Buna göre gaye yani ayetteki (Mescid-i Aksa'ya) ifadesi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu Mescid'e kadar ulaştığına delalet eder. Ama o Mescid'e girip girmemesi hususuna dair, ayetin lafzında herhangi bir delalet yoktur.

Cenâb-ı Hak "O (Peygambere) ayetlerimizden bazısını gösterelim diye" buyurmuştur. Yani, "O gecede, Allah'ın kudretine delâlet eden mucizeleri ve dikkate değer hadiseleri ona gösterelim" diye" demektir.

Hazret-i İbrahim ile Hazret-i Muhammed'in Miraçları

İmdi "ayetteki, "O (peygambere) ayetlerimizden bazısını gösterelim diye" ifadesi, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e o mucizelerin ve şayan-ı dikkat şeylerin ancak bir kısmını gösterdiğine delalet eder. Çünkü min âyatinâ kelimesindeki min edati, "bazı" manasına gelir. Halbuki Cenâb-ı Hak, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) hakkında, "Biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu öylece gösteriyorduk" (En'âm, 75) buyurmuştur. Dolayısıyla Hazret-i İbrahim'in miracının, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in miracından üstün olması gerekir" denilirse, biz deriz ki: Hazret-i İbrahim'in görüp müşahede ettiği, göklerin ve yerin melekûtudur. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gördüğü şey ise Allah'ın ayetlerinin bir kısmıdır. Allah'ın ayetlerinin daha üstün olduğunda İse şüphe yoktur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, O herşeyı hakkıyla işiten ve tastamam görendir" buyurmuştur. Bu, "Kulunu gece yürüten O zât, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sözlerini bi-hakkın duyan, yaptıklarını hakkıyla gören; o fiil ve sözlerinin riya şaibesinden arı, duru, tertemiz, doğruluk ve saflıkla içice olduğunu hakkıyla bilendir. İşte bundan ötürü, böyle bir ikramı ancak ona vermiştir" demektir. Bu ifade ile, "Allah miraç hususunda, müşriklerin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e dediklerini duyan, ona karşı yaptıklarını görendir" manası da verilmiştir.

Miracın Keyfiyeti

Bu isrâ hadisesinin nasıl olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir. Müslümanların ekserisi Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bizzat bedenini yürütüp götürdüğü hususunda ittifak etmişler, pek azı ise, "Allah, onu sadece ruhen götürdü" demişlerdir. Muhammed b. Cerir (et-Taberî'nin) tefsirinde, Huzeyfe (radıyallahü anh)'nin: "Bu hâdise, bir rüya idi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bedeni yerinden oynamadı. Allah onu, sadece ruhen götürdü, yürüttü" dediği rivayet edilmiştir. Bu söz, hem Hazret-i Aişe (r. anha)'den, hem de Muaviye (radıyallahü anh)'den aynen rivayet edilmiştir.

Bil ki bu konuda söylenebilecek söz şu iki makama varıp dayanır:

a) Miracın aklen isbat edilmesi.

b) Bunun bilfiil vuku bulması.

Miraç Aklen Mümkündür

Birinci Makama gelince, ki bu, miracın olabileceğinin aklen isbat edilmesidir. Biz diyoruz ki: Süratte bu noktaya varmış olan bir hareket, bizatihi mümkündür. Allahü teâlâ da, bütün mümkinata kadirdir. O halde bu, bu noktaya ulaşmış olan bu şekildeki hızlı bir hareketin imkânsız olmadığına delalet eder. Binâenaleyh biz burada da, şu iki mukaddimeyi beyan etme ihtiyacını duyuyoruz.

Birinci Mukaddime: Bu noktaya ulaşmış olan bir hareketin, haddizatında mümkün olduğunun isbat edilmesinden ibaret olan bu mukaddimenin delilleri şunlardır:

1) En büyük felek, gecenin başından sonuna kadar, devrinin tamamının yarısı kadar hareket eder. Mühendislikte şöyle bir kural sabittir, vardır: Çapın, devre (çevresine) nisbeti, birin üçe ve yediye nisbeti gibidir. O halde, yarıçapın, devrin yarısına nisbetinin de birin üç ve yediye nisbeti gibi olması gerekir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Mekke'den, en büyük feleğin üzerine çıktığının söylenilmesi durumunda, o, sadece yarıçap miktarınca hareket etmiş olur. Bu kadar zaman içinde, devrin yarısının hareketi tahakkuk edince, yarıçap kadar hareketin tahakkuk etmesi, haydi haydi mümkün bir şey olur. Binâenaleyh bu, gecenin üçte bir miktarında, Mekke'den Arş'ın üzerine çıkmanın, aslında mümkün bir şey olduğuna dair kesin aklî bir delildir. Durum böyle olunca da, bu yükselme işinin, bütün bir gecede tahakkuk etmesi, haydi haydi mümkün olur. Allah en iyisini bilendir.

2) Yine mühendislikte şöyle bir kural daha vardır: Güneşin kütlesi, yer kürenin yüz altmış küsur misli büyüklüktedir. Sonra biz, buna rağmen, güneş yuvarlağının doğuşunun, farkedilemeyecek bir zamanda tahakkuk ettiğini görmekteyiz. İşte bu da, hareketin, bu kadar bir hıza ulaşabilmesinin haddizatında mümkün bir şey olduğuna delalet eder.

3) Katı cisimlerin, alemin (dünyanın) merkezinden Arş'ın üzerine çıkmaları aklen mümkün olduğu gibi, latif, ruhani maddelerin de, Arş'ın üzerinden alemin merkezine doğru inmeleri mümkündür. Binâenaleyh şayet Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bir gecede miraçta bulunmasının aklen imkânsız olduğu söylenecek olursa, o zaman Cebrail (aleyhisselâm)'in de bir anda, Arş'tan Mekke'ye İndiğinin söylenilmesi de imkânsız dur. Eğer biz bunun imkânsız olduğunu söylersek, o zaman bu, bütün peygamberlerin nübüvvetini ta'n etmek olmuş olur. Miracın tahakkuk ettiğini söylemek, nübüvvet meselesinin kabul edilmesine dayanmakta olan talî bir meseledir. Böylece, bu kadar bir sürate ulaşan bir hareketin imkânsız olduğunu söyleyenlerin, Hazret-i Cebrail'in de bir anda, Arş'dan Mekke'ye inmesinin imkânsız olduğunu söylemelerinin gerektiği sabit olmuş olur. Bu söylenemeyince, onların ileri sürdüğü şey de söylenemez.

İmdi şayet onlar, "Biz, Cebrail'in bir yerden öbür yere geçen, intikal eden bir cisim olduğunu söylemiyoruz. Biz, Cebrail'in inişinden kastedilenin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ruhundan maddi perdelerin kaldırılışı; böylece de, Cebrail (aleyhisselâm)'in zatında tecelli eden mevcut şeylerin bir kısmının onun ruhunda meydana gelen mükaşefe ve müşahedeler olduğunu söylüyoruz" derlerse, biz deriz ki: Vahyi bu şekilde anlamak, filozofların görüşüdür. Müslümanların çoğunluğuna gelince, onlar, Cebrail'in cisim olduğunu; onun nüzulünün, felekler aleminden Mekke'ye intikal etmesinden ibaret olduğunu kabul ederler. Durum böyle olunca da, zikredilen ilzam güçlü ve kuvvetli olur. Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem). miraç hadisesinden bahsedince, herkes onu yalanlar ve Ebu Bekir'e giderek, ona: "Senin arkadaşın şöyle şöyle diyor" derler. Bunun üzerine Ebu Bekir: "Eğer o bunu söylemişse, mutlaka doğrudur" der. Daha sonra da Hazret-i Peygamberin yanına varır. Hazret-i Peygamber de, meseleyi ona ayrıntılı bir biçimde anlatır. Bu meseleyle ilgili olarak Peygamber her ne söylerse, Ebu Bekir "Doğru söyledin" diyerek onu tasdik ederdi. Hazret-i Peygamber (Miraçla alakalı) sözünü tamamlayınca, Ebu Bekir: "Ben, senin hakikaten Allah'ın Resulü olduğuna şehadet ederim" der. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber de ona: "Ben de senin hakikaten "sıddîk" olduğuna şehadet ederim" karşılığını verir.

Hasıl-ı kelam, Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) şöyle demek istemiştir: "Ben, onun peygamber olduğunu kabul ettiğimde, onu, bundan (yani Miracdan) daha büyük bir şey hususunda tasdik etmiş oldum. O halde, ben onu, bu hususta daha nasıl yalanlayabilirim?!"

4) Bütün inanç ve din mensuplarının ekserisi, "İblis'in mevcudiyetini, âdemoğullarının kalbine vesvese ilkâ etmeyi üstlenenin o olduğunu ve onun, âdemoğullarının kalbine vesvese vermek için, bir anda doğudan batıya geçebildiğini kabul ederler. Binaenaleyh onlar, İblis hakkında bu kadar hızlı bir hareketin olabileceğini kabul ettiklerine göre, onların aynı şeyi, peygamberlerin ululan hakkında da kabul etmeleri haydi haydi gerekir. İşte bu ilzam, İblis'in, bir yerden bir yere geçebilen (latîf) bir cisim olduğunu kabul edenlere karşı güçlü bir ilzamdır. Ama İblis'in, kötü, şerir ruhlardan olduğunu, onun ne cisim, ne de maddî bir özellik taşımadığını söyleyenlere gelince, bu ilzam onları ilgilendirmez. Ancak ne var ki, din mensuplarının ekserisi, İblis'in, bir yerden bir yere geçebilen latîf bir cisim olduğu hususunda mutabıktırlar.

Buna göre şayet onlar, "farzedelim ki, melekler ve şeytanlar cism-i latîf oldukları için, onlar hakkında böylesi bir hareketin tahakkuk etmesi doğru olur. Bu tür hareketin,, onların zatlarında bulunması imkânsız değildir. Ama insana gelince, bu kesif ve katı bir cisimdir. Binâenaleyh, böylesi bir hareketin tahakkuku, insan için nasıl düşünülebilir?" derlerse biz deriz ki:

Biz ancak, hız itibariyle bu noktaya ulaşmış olan bir hareketin tahakkuk etmesinin haddizatında mümkün olduğuna, meleklerin ve şeytanların halleriyle istidlalde bulunduk. Ama bu hareketin, haddizatında mümkün olması halinde, onun insan bedeninde de tahakkuk etmesinin mümkün olmasının izahına gelince, işte bu, eğer Allah dilerse, izahı yakında yapılacak olan başka bir konudur.

5) Kur'ân'da, rüzgârların, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ı kısa bir müddet içinde uzak beldelere götürdüğü zikredilmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın hareketini nitelerken, "Süleyman'a da rüzgöan (musahhar kıldık) ki sabahı biray(lık yol), akşamı bir ay(lık yol)du" (Sebe', 12) buyurmuştur. Yani, bu ayete göre, Hazret-i Süleyman bir günde, iki aylık bir mesafe katediyordu. Harta biz diyoruz ki, çok şiddetli esen rüzgârların, bir anda, bir yerden çok uzak olan başka bir yere gidebildiklerini duyularımız da göstermektedir. Ki, bu da, böylesi hızlı bir hareketin, haddizatında mümkün olduğuna delâlet eder.

6) Kur'ân-ı Kerim, katında kitaptan ilmi bulunan bir kimsenin, Belkîs'ın tahtını Yemen'in en uç noktasından Şam Diyarı'nın en uç noktasına, göz açıp kapama süresi içinde getirip bulundurduğuna delâlet etmektedir. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, Vezdinde kitaptan ilim bulunan (zât), ben dedi, göz açıp kapama süresi içinde sana getiririm" (Neml, 40) ifadesidir. Bu, bazı kimseler için mümkün bir husus olunca, biz bunun esasen mümkün bir şey olduğunu anlamış oluruz.

7) Bazı kimseler şöyle demektedir: "Canlılar, görülecek şeyleri ancak, ışığın onun gözünden çıkıp görülecek şeyle birleştiğinde görürler. Binâenaleyh biz, gözümüzü da bir adama baktığımızda, onu görürüz. Bu görüşe göre, bizim gözlerimizden ışınlar, çok kısa bir anda o adama ulaşmış ve onun üzerine düşmüş olur. İşte,bu kadar bir hıza ulaşmış olan bir hareketin, imkânsız olan şeyler cümlesinden mümkün olduğuna delâlet eder. Böylece, yaptığımız bu izahlarla, sürat bu noktaya ulaşmış olan böylesi bir hareketin, esasen, varolması mümkün şey olduğu sabit olmuş olur.

İkinci Mukaddime: Böylesi bir hareket haddizatında mümkün olunca, onun, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bedeninde tahakkuk etmesinin de imkânsız olmaması gerektiğini beyan hususundadır. Bunun delili şudur: Biz cisimlerin, mahiyetlerinin hususunda birbirlerinin dengi olduklarını kesin delillerle beyân etmiştik. Binaenaleyh, böylesi bir hareket bazı cisimlerde tahakkuk edince, onun, diğer de tahakkuk etmesinin mümkün olması gerekir ki, bu da böylesi bir Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bedeni için tahakkuk etmesinin, esasen mümkün şey olduğuna kesinlikle hükmetmeyi gerektirir.

Bunun böyle olduğu sabit olunca biz diyoruz ki: Alemin yaratıcısının, bütün kadir olduğu delil ile sabittir. Bu kadar bir sürate ulaşmış olan bir hareketin, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bedeni için de tahakkuk etmesinin mümkün olduğu da sabittir. Binâenaleyh, Allahü teâlâ'nın, buna (mümkün olduğu için) kadir olması gerekir. Bu durumda da, bu mukaddimelerin tamamında, Miraç hadisesinin bilfiil tahakkuk etmesinin, haddizatında mümkün bir şey olduğu neticesi elde edilir. Bu konuda söylenecek en son söz şudur: Burada geriye sadece, bu hadiseye hayranlık duymak ve taaccüb kalır. Ancak ne var ki, bu hayret de, sadece buraya has değildir, bu, (eğer yapılacaksa) bütün mucizeler için de söz konusudur. Binâenaleyh bir değneğin, yetmiş bin değneği ve urganı yutacak, sonra da o anda, eskisi gibi küçük bir değnek haline dönüşecek bir ejderha olması da şaşırtıcı bir durumdur. Yine, koskaca bir dağdan büyük bir devenin çıkması, büyük bir dağın (Tûr), havada adeta bir şemsiye gibi tutulması da şaşırtıcı bir durumdur. Keza, bütün mucizeler hakkında aynı durum söz konusudur. Binâenaleyh, sadece bir hayret, bütün bunları inkâr etmeyi ve kabul etmemeyi gerektiriyorsa, o zaman, mucizelerin isbâtıyla ilgili bütün görüşlerin, sözlerin, hükümlerin fasit, aslı esası olmadığına kesinkes hükmetmek gerekir. Halbuki mucizelerin isbatı ve kabul edilmesi, nübüvvet temelinin kabul edilmesinin neticesi olarak, fer'î bir husustur. Yok eğer, sırf bir taaccüb inkâr etmeyi gerektirmiyorsa, işte burada da gerektirmez. Mirac'ın imkânsız bir şey değil, mümkün olduğunu söylemenin izahı hususundaki sözün tamamı bundan ibarettir. Allah en iyisini bilendir.

Mirac'ın Vukuu

İkinci Makam, Mirâc'ın bizzat vuku bulup bulmadığını araştırma ile ilgilidir. Muhakkik âlimler şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, hem ruhu hem de bedeni ile Mekke'den Mescid'i Aksa'ya geceleyin yürüttüğüne (götürdüğüne), hem Kur'ân, hem de hadisler delalet etmektedir.

Mirâc'ın Ruhanî Olduğu Görüşü

Buna delalet eden Kur'ân ayeti, bu ayettir. Bu delili şu şekilde izah edebiliriz: "Abd" (kul), beden ile ruhun toplamının adıdır. Binâenaleyh bu geceleyin yürütme işinin, beden ve rûh toplamı bir kut için tahakkuk etmiş olması gerekir. Bil ki bu istidlal, insanın sadece rûh mu, yoksa sadece beden mi, yoksa hem rûh hem beden mi olduğu meselesine dayanır. İnsanın sadece rûh olduğunu söyleyenler, bu hususta şu izahları yapmışlardır:

1) İnsan, ömrünün başından sonuna devam eden tek bir şeydir. Halbuki bedenin cüzleri, hep değişme, tebeddül ve intikal (geçiş) içindedir. Bakî olan ise, değişmeyendir. O halde insan bu bedenden başka birşeydir.

2) İnsan bazan bedeninin bütün parçalarının farkında olmasa bile, kendisini bilir. Bilinen ise, farkında olunmayandan başkadır. O halde insan, bu bedenden başka birşeydir.

3) İnsan, normal fıtratı gereği, "elim, ayağım, beynim ve kalbim.." der. Diğer uzuvları için de durum aynıdır. Böylece o bütün bunları kendisine izafe eder. Halbuki muzâf, muzâfun ileyh'den başkadır. O halde insanın hususî zatının, bütün bu uzuvlardan başka birşey olması lazım gelir.

Buna göre eğer onlar, "O, zâtını da kendisine izafe ederek, "Benim zâtım, benim nefsim!" demiyor mu? Binâenaleyh size, onun kendisinin, zâtından başka olduğunu söylemeniz gerekir; halbuki bu, imkânsızdır" derlerse biz deriz ki:

Biz, sırf lafza tutunmuyoruz ki, bu söylediğiniz şey bize gereksin. Tam aksine, biz ancak sırf akla tutunuyoruz. Çünkü, aklın sarih delili, insanın tek varlık olduğuna delâlet eder. Bu tek şey, eliyle alır, gözüyle, onun vasıtasıyla görür ve kulağı vasıtasıyla işitir. Binâenaleyh insan, tek şeydir. Bu uzuvlar, onun bu fiilleri yapması için var olan aletleridir, vasıtalarıdır. İşte bu, insanın, bu uzuv ve vasıtalardan başka bir şey olduğuna delalet eder. Böylece bu izahlarla, insanın, bu bünye ve bu bedenden başka bir şey olduğu sabit olmuş olur.

Bu sabit olunca da biz diyoruz ki, "Kulunu bir gece Mescidi Haram'dan (...) götüren Allah münezzehtir" ayetindeki "abd" (kul) kelimesiyle, ruh cevheri kastedilmiştir. Böyle olması halinde, ayette, "isrâ"nın, beden ile olduğuna dair bir delâlet kalmaz.

İmdi şayet onlar, "isrâ'nın, rûh ile yapılması, harikulade bir şey değildir. Binâenaleyh bu hususta denilmesi uygun düşmez" derlerse, biz deriz ki: Bu da akıldan uzak bir şeydir; çünkü, başkasının ruhu için tahakkuk etmeyen çeşitli mükâşefe ve müşahedelerin, onun rûh için tahakkuk etmiş olduğunun söylenilmesi akıldan uzak bir şey olmaz. Böylece de, pek yerinde olarak bu söz buraya uygun olur. Miracın, hem rûh hem de beden ile yapıldığını isbat hususunda, bu ayetle yapılan istidlalin aleyhine olarak ileri sürülen sorunun izahı, işte bundan ibarettir.

Mezkûr İddiaya Cevap

Buna şu şekilde cevap verebiliriz: "Abd (kul)" lafzı, ancak, hem rûh hem de bedenini içine alan bir lafızdır. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın "Bir kulu, namaz kılarken men edeni gördün mü sen?" (Alak, 9-10) ayetidir. Bu ayette geçen, "abd" i, hem rûh hem de bedenin murad edilmiş olduğunda şüphe yoktur. Yine Cenâb-ı Hak, Cin Sûresi'nde, "Şu hakikat de: Allah'ın kulu O'na ibadet için kalktığı nerdeyse onlar, etrafında keçeler (gibi tortop) oluyorlardı" (Cin, 19) buyurmuştur ki, buradaki "abd" kelimesiyle de, hem ruh hem de beden kastedilmiştir. İşte, bu ayette de böyledir.

Bunun, haberden delili ise, sahih hadis kitaplarında rivayet edilen şu hadistir ki, hadis meşhur bir hadistir. Bu hadis, Hazret-i Peygamber'in Mekke'den Beyt-i Makdis'e, oradan da göklere götürüldüğüne delâlet eder.

Bu hadisi kabul etmeyenler, şu şekilde istidlal etmişlerdir

1) Aklî izahlarla. Onların yapmış olduğu bu aklî izahlar da. üç tanedir-.

a) Bu kadar hıza ulaşmış olan bir hareket düşünülemez.

b) Ağır bir kütlenin göklere yükselmesi makul değildir.

c) Onun göklere yükselmesi, feleklerin yırtılmasını gerektirir. Halbuki bu, imkânsızdır.

2) Eğer bu doğru olsaydı, bu, diğer mucizelerin en büyüğü olurdu. Bu durumda da Hazret-i Peygamber'in.nübüvvet iddiasında doğru söylediğine istidlalde bulunabilsinler diye, bunu halkın huzurunda ortaya koyması gerekirdi. Ama bunun, hiç kimsenin görüp müşahede edemediği bir zamanda tahakkuk etmesine gelince, bu abestir. Hakim olan Allah'a ise, bu yakışmaz.

3) Onlar, Cenâb-ı Hakk'ın, "(Geceleyin) sana gösterdiğimiz o temaşayı, ancak insanlara bir fitne yaptık" (isra. 60) ifadesine tutunarak şöyle demişlerdir: Bu rüyadan maksat. Miraç hadisesidir. Halbuki bu, insanlar için ancak bir fitne olmuştur. Çünkü, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e inanan kimselerin pekçoğu, O'nun bu sözünü duyunca, O'nu yalanlamış ve kabul etmemiştir. Binâenaleyh, Miraç sözü, insanların fitneye düşmesine sebep olmuştur. Böylece bunun, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in uykuda gördüğü bir rüya olduğu sabit olmuş olur.

4) Miraç hadisi, pekçok (akıl almaz), uzak şeyleri ihtiva etmektedir. Meselâ, onun karnının yarılıp, zemzem suyuyla temizlenmesine dair rivayet edilen şey bunlardandır. Bu, akıl almaz bir şeydir. Çünkü, suyla yıkanabilen şey, maddî olan pisliklerdir. Bunun, batıl inanç ve kötü huylara dair kalbte bulunan şeyleri temizlemede bir tesiri yoktur. Onun, Burak'a bindiğine dair rivayet de bu tür şeylerdendir. Bu da akıldan uzaktır. Çünkü Allahü teâlâ onu, bu âlemden felekler alemine hareket ettirdiğine göre Burak'a niye ihtiyaç duyulsun?! Cenâb-ı Hakk'ın elü vakit namazı farz kıldığı, sonra da Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Musa (aleyhisselâm)'Rin şefaati sebebiyle, o elli vaktin beş vakte indirilinceye kadar Allah ile Hazret-i Musa arasında gidip geldiğine dair rivayet de bu kabildendir. Kâdî: "Bu, hükmün, daha uygulanmadan önce neshedilmiş olmasını gerektirir ve yine bu, Bedâ'yı (hükmün, Allah'a önce gizli kalıp, sonradan ortaya çıkması) icab ettirir. Haibuki bu, Allah hakkında düşünülemez" demektedir. Böylece bu hadisin, kabul edilmesi uygun olmayan birtakım şeyleri ihtiva ettiği sabit olmuş olur ve bu sebeple de reddolunur.

Onların aklî izahlarına dair cevabımız, daha önce geçmişti. Binâenaleyh, onları tekrarlamayacağız.

Onların ikinci şüphelerine dair cevap da, Cenâb-ı Hakk'ın bu ayette zikretmiş olduğu "...ayetlerimizden bazısını gösterelim dive (bunu yaptırdık)" ifadesidir. Bu ifade mücmel, öz bir ifade olup, bunun tafsilatı ve açıklanması hususunda şu izahlar yapılabilir:

1) Cennetin iyilik ve hayırları çok büyük; cehennemin dehşet uyandıran halleri ise çok şiddetlidir. Binâenaleyh, şayet Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), onları bu dünyada iken müşahede etmeyip de Kıyametin başlangıcında müşahede etmiş olsaydı, belki de cennetin hayır ve güzelliklerine arzu duyar, yahut da, cehennemin korkunç hallerinden korkardı. Ama o, onları bu dünyada Miraç gecesinde görüp müşahede edince, onlar, Kıyamet gününde onun gözünde ve gönlünde büyümez, böylece de kalbi onlarla meşgul olmaz. Bu durumda da, kendini sadece şefaate verir.

2) Onun, Mirac gecesinde, peygamberleri ve melekleri görüp müşahede etmesinin, hem kendisinin hem de ümmetinin faydasına olan şeylerin mükemmelleşmesine bir vesile olması imkânsız değildir.

3) Onun feleklere yükselip göklerin, kürsînin ve arşın hallerini müşahede etmiş olmasının, bu alemin hallerini ve korkunç durumlarını görüp müşahede etmesini gözünde küçültmesine, Önemsiz saymasına sebep olması imkânsız bir şey değildir. Böylece, onun kalbinde bir tür kuvvet meydana gelir; o bunları göz önüne aldığında, Allah'a davete başlaması mükemmelleşir ve Allah'ın düşmanlarına iltifat etmemesi de kuvvet kazanır. Bunu şu durum daha iyi izah eder: Bu konuda, Allah'ın kudretini görüp müşahede eden kimsenin, cihâd vb. şeylerin sıkıntılarına göğüs germeye karşı gönlündeki kuvvet ve kalbindeki sebat, bunu görüp müşahede etmeyenlerin birkaç misli olur.

Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın "ayetlerimizden bazısını gösterelim diye (bunu yaptırdık)" ifadesi, adeta isrânın faydasının bu olduğuna ve kesin olarak bunu ifade ettiğine delalet eder gibidir.

Onların üçüncü şüphelerine karşı cevabı, biz bu sûredeki o ayetin tefsirinde (isra, 60) geldiğimizde, o görmenin, uykudaki rüya değil de bizzat gözle görmek olduğunu izah ederek vereceğiz.

Onların dördüncü şüphelerine karşı cevabımız da şudur: Allah'a, yaptığı şeyler hususunda itiraz edilemez. O, istediğini yapar, dilediğine hükmeder. Allah en iyisini bilendir.

Dördüncü Mesele

Göklere ve Arş'ın üzerine çıkmaya gelince, bu ayet buna delalet etmez. Alimlerin bir kısmı buna, Necm Sûresi'nin ilk ayetiyle istidlal ederken, bir kısmı da buna, Cenâb-ı Hakk'ın, "Siz hiç şüphesiz, bir tabakadan başka bir tabakaya bineceksiniz" (inşikak. 19) ayetiyle istidlal etmişlerdir ki, bunların tefsiri, yerinde zikredilmiştir. Hadisin delâletine gelince, yukarıda izah edildiği gibidir. Allah en iyisini bilendir.

Hazret-i Musa ve Hazret-i Nuh'a Verilen Nimetler

1 ﴿