3

"Katından olan en çetin bir azap ile korkutmak, sâlih amellerde bulunan mü'minlere de, içinde ebedî kalacakları, güzel bir ecri müjdelemek ve "Allah evlât edindi" diyenlere, maruz kalacakları kötü akıbetleri haber vermek için, içinde hiçbir eğrilik yapmadığı o dosdoğru kitabı, kulu (Muhammed) üzerine indiren Allah'a hamdolsun".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Hamdele'nin İhtiva Ettiği Bazı İncelikler

"Elhamdülillah"' cümlesinin hakîkat ve incelikleri hususundaki tefsirimiz daha önce geçmişti. Yalnız burada şunu diyeceğim. Her nerede tesbih gelmiş ise, mutlaka bir hamdden önce gelmiştir. Baksana, hep "Sübhânellâh ve'l-hamdülillâh" denilir. Bunu iyice anladığında biz diyoruz ki: Hak teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i bir gece Kudüs'e götürdüğünü (İsra'yı) haber verdiği zaman, önce tesbihi getirerek, (isra, 1) buyurmuş, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Kur'ân'ı indirdiğinden bahsederken de önce, hamdi ifade etmiş ve buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç incelik vardır:

Birinci İncelik: Tesbih, işin başıdır. Çünkü tesbih, Allah'ı, O'na yakışmayan şeylerden tenzih etmek olup, bu O'nun, zâtı bakımından mükemmel olduğuna işarettir. Hamd ise, Cenâb-ı Hakk'ın başkasını kemâle erdirmesinden ibarettir. İşin başında O'nun zatı bakımından mükemmel, işin sonunda da O'nun başkasını kemâle erdirdiğinde şüphe yoktur. Binâenaleyh tesbih makamının başlangıç, tahmid (hamd) makamının sonuç olduğuna dikkat çekmek için, zikirde önce sübhanellâh denir, sonra elhamdülillah denir. Bunu iyice kavradığında biz deriz ki: İsrâ hadisesinde tesbihi, Kur'ân'ın indirilmesi hâdisesinde de hamdi zikretmiştir ki bu, Allahü teâlâ'nın İsrâ'nın, Hazret-i Peygamber'in kemâi derecelerinin ilki olduğuna, Kur'ân'ı indirme işinin ise, onun kemâl derecelerinin zirvesi olduğuna dikkat çekmedir. Durum gerçekte de böyledir. Çünkü geceleyin Hazret-i Peygamberi Mtrac'a çıkartmak, onun için bir kemâlin tahakkuk ettiğini; ona kitabı indirmek ise onun, beşerî ruhları kemâle erdirmeyi ve behîmiyyet derekesinden (çukurundan) en yüce melekiyyet derecelerine çıkaracak hale geldiğini gösterir. İkincisinin, daha ileri bir derece olduğunda şüphe yoktur. Bu, kulluk makamlarının en yücesinin, kulun kendisinin âlim olup, başkasına ilim öğrettiği makam olduğuna dikkat çekmedir. İşte bundan ötürü, bir hadiste Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Kim öğrenir ve öğretirse, bu kimse göklerde "büyük" diye çağrılır, bilinir. Kenzu'l Ummal, 10/28850

İkinci İncelik: İsrâ, Peygamberin zâtını alttan yukarı doğru yüceltmek; O'na kitap indirme ise, vahiy nurunu yukarıdan aşağıya doğru indirmektir. İkincisinin daha mükemmel olduğunda şüphe yoktur.

Üçüncü İncelik: İsrâ hadisesinin faydalan sadece Peygamberedir. Baksana Cenâb-ı Hak o ayette, "O (Peygambere) ayetlerimizden bazısını gösterelim diye (onu böyle gece yürüttük)" (isra, 1) buyurmuştur. Ona kitap indirmedeki faydalar ise, insanlara da geçer. Baksana Hak teâlâ "Çetin bir azap ile korkutmak... güzel bir ecri müjdelemek için..." (Kehf, 1) buyurmuştur. Başkasına da ulaşan faydalar, başkasına geçmeyenden, daha üstündür.

İkinci Mesele

Müşebbıhe, önceki sûrede geçen İsrâ ve bu sûredeki inzale (Kur'ân'ın indirilmesine) dayanarak, Allahü teâlâ'nın üstte olduğuna istidlal etmiştir. Buna karşı cevabımız, A'raf Süresindeki ayetinin tefsirinde genişçe geçti.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Halık'ın Kur'ân'ı indirmesi, hem peygamber için, hem de bizim için bir nimettir. Onun, Peygamber için bir nimet oluşu şöyledir: Allahü teâlâ, bu kerim kitap vasıtasıyla, onu tevhid ve tenzih ilminin ve celâl, ikram sıfatlarının sırlarına, melekler ile peygamberlerin, kaza ile kaderin hallerinin sırlarına, süfli âlemin (dünyanın) hallerinin, ulvî âlemin halleri ile olan alakalarına, âhiret âleminin hallerinin dünya âlemi ile olan ilgilerine, gayb âleminden Cenâb-ı Hakk'ın hükümlerinin nasıl indiğine, maddî âlemin, ruhânî âlem ile olan irtibatına ve nefsi, nasıl, melekût âleminin tecellî ettiği, lahûtun tsiyyetinin keşfedildiği bir ayna kılacağına muttalî etmiştir. Bunun büyük bir nimet olduğunda şüphe yoktur.

Bu kitabın, bizim için bir nimet oluşu ise, onun, teklif ve hükümleri, vaad ve va'îdi, sevap ve ikabı ihtiva etmiş olmasından ötürüdür. Velhasıl bu, zirvede olan mükemmel bir kitaptır. Herkes kudreti ve anlayışı nisbetinde ondan istifade eder. O, böyle olunca, hem peygamberin, hem de bütün ümmetin, ondan ötürü Allah'a hamdetmeleri gerekmiştir. İşte bu sebeple Hak teâlâ, onlara nasıl hamdedileceğini öğreterek: "O dosdoğru kitabı, kulu (Muhammed) üzerine indiren Allah'a hamdolsun" buyurmuştur.

Allahü teâlâ bu kitabı iki vasıfla niteleyerek, "içinde hiçbir eğrilik yapmadığı, dosdoğru kitap" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç bahis vardır:

Kuran Kâmil ve Mükemmeldir

Birinci Bahis: Biz, birşeyin önce kendisi zâtı itibarı ile kâmil olması, daha sonra başkasını kemâle erdirmesi gerektiğini söylemiştik. Yine birşeyin önce kendisinin tam olduktan sonra, başkasına, kendi tamlığını ifaza etmek (yaymak) suretiyle tamdan da yukarı olması gerektiğini söylemiştik. Bunu iyice kavradığında biz deriz ki: Ayetteki "içinde hiçbir eğilik yapmadığı" tabiri Kur'ân'ın kendisinin mükemmel olduğuna; (kayyimen) tabiri de, onun başkasını kemâle erdirici olduğuna bir işaret vardır. Çünkü "kayyimen" başkasının faydasına olan şeyleri yerine getiren demektir. Bunun bir benzeri de, Hak teâlâ'nın Kur'ân'ı anlatırken buyurduğu, "Bunda hiçbir şüphe yoktur. Müttakiler için hidayettir" (Bakara, 2) ayetidir. Bu ayetteki, "Bunda hiçbir şüphe yoktur" ifadesi, Kur'ân-ı Kerim'in aslında, doğruluk ve kendisinde oozukluk olmaması bakımından her akıllının asla şüphe edemeyeceği bir noktada olduğuna; "müttakiler için hidayettir" ifadesi ise, Kur'ân'ın, insanların hidayetine ve hallerini mü kem mel (eştirmeye sebep olduğuna bir işaret vardır. Binâenaleyh tefsir ettiğimiz ayetteki, "(Allah onun) içinde hiçbir eğrilik yapmadı" ifadesi, "Bunda hiçbir şüphe yoktur" ifadesi gibi, "Kayyimen" "dosdoğru, başkasının faydasına olan şeyleri yerine getiren " vasfı da, "müttakiler için hidayettir" vasfı gibi olmuştur. İşte bunlar, güzel incelik ve sırlardır.

İvec (Eğrilik) Nedir?

İkinci Bahis: Lügatçılar şöyle demişlerdir: "Sözün manasındaki "ivec" (eğrilik), eşyalardaki eğrilik gibidir. Bu kelime ile şu manalar kastedilmiştir:

1) Allah'ın ayetlerinde tenakuz ve çelişki yoktur. Nitekim Hak teâlâ, "Eğer bu (Kur'ân) Allah'tan başkası katından olsaydı, onlar bunda pek çok tenakuzlar bulurlardı" (Nisa, 82) buyurmuştur.

2) Allahü teâlâ'nın Kur'ân'da bahsettiği, tevhid, nübüvvet, hüküm ve mükellefiyetlerin hepsi haktır, doğrudur. Onların hiçbirinde kesinlikle bir kusur ve eksiklik yoktur.

3) İnsan, sanki âhiret âlemine ve Allah'ın celâlinin huzuruna varmak için, gayb âleminden yola çıkmış gibidir. Bu dünya ise, Kıyamete giden yol üzerinde yapılmış hanlar gibidir. Yolcular burada konakladıklarında, yolculuğu esnasında kendilerine lazım olan şeyleri hazırlarlar. Sonra buradan, âhiret âlemine yollanıp giderler. O halde dünyada iken âhirete; maddeden manaya; haikdan hakka, şehevî ve bedenî arzu ve isteklerden, samedî nurlar ile aydınlanmaya çağıran herşey, bu kitaptadır. Böylece o kitabın eğrilikten, bozukluktan ve bâtıl şeylerden temiz ve uzak olduğu sabit olur. Cenâb-ı Allah işte bundan ötürü, "(Allah onun) içinde hiçbir eğrilik yapmadı" buyurmuştur.

Kitab'ın bu ayetteki ikinci sıfatı, "kayyim-en" kelimesidir. İbn Abbas (radıyallahü anh), bunun "dosdoğru" manasına olduğunu söylemiştir. Ama bu mana, bence müşkildir. Çünkü "onda eğrilik yoktur" demek de, zaten "dosdoğru" demektir. Binâenaleyh "kayyim-en" kelimesini, müstakim (dosdoğru) manasına atmak, lüzumsuz tekrar demek olur ki, bu, Kur'ân için söz konusu değildir. Doğrusu, bizim verdiğimiz manadır. Yani onun "kayyim-en" oluşu ile, insanların hidayetine sebep olması ve adetâ çocukların işlerini üzerine alan bir kayyim olmasıdır. Binâenaleyh beşerî ruhlar tıpkı bir çocuk gibi; Kur'ân da o çocuğun işlerini yerine getiren, hizmetini gören, şefkatli, onun üzerine titreyen bir mürebbî gibidir.

Kelamda Takdim ve Tehir Meselesi

Üçüncü Bahis: Vahidî şöyle der: "Bütün dilci ve müfessirler, bu ayette bir takdim-tehir bulunduğunu ve kelamın takdirinin ise, şeklinde olduğunu söylemişlerdir." Ben derim ki: Bu görüşün yanlış olduğunu ortaya koyacak şeyi izah etmiştik. Çünkü, ayetteki ifadesinin, Kur'ân'ın zâtı bakımından mükemmel olduğuna, kayyim-en kelimesinin ise, Kur'ân'ın başkasını kemale erdirici olduğuna delâtet ettiğini beyan etmiştik. Zatî bakımından mükemmel oluş, başkasını kemâle erdirici oluştan önce gelir. Binâenaleyh bu aklî delil ile, en doğru tertibin, Allah'ın bu tertibi (sırası) olduğu sabit olmuş olur. Böylece dilci ve müfessirlerin, ayette bir takdim-tehir olduğu şeklindeki görüşlerinin, aklın kabul edemeyeceği bir yanlış olduğu ortaya çıkmış olur.

Kayyim-en Kelimesinin İrabı Ve Manası

Dördüncü Bahis: Nahivciler, ayetteki "kayyim-en" kelimesinin mansub oluşu hususunda ihtilaf etmiş ve şu izahları yapmışlardır:

1) Keşşaf Sahibi şöyle der: "Bu kelimeyi, "kitap" lafzının "hâl"i saymak caiz değildir. Çünkü ifadesi, enzele fiilinin üzerine ma'tûftur. Binâenaleyh bu ifade, ellezî sıla edatını takip edenlere dahildir. Dolayısıyla "kayyim-en" kelimesini "kitap"dan hal saymak, sıla cümlesinin bir parçası ile, hal ve zil-hâlin arasını ayırmış olmayı gerektirir ki bu caiz değildir. Bu caiz olmayınca bu kelimenin, mukadder bir fiil ile mansub olması gerekir ve takdiri "Ve Allah o Kur'ân'ı dosdoğru kıldı" şeklindedir."

2) Isfehânî şöyle der: "Bizim bu husustaki kanaatimiz şudur: "Ayetteki ifadesi birinci hal, kayyim-en ifadesi de ikinci hal'dir. Bu ikisi birbiri peşinde olan iki "hal"dir. Buna göre kelamın takdiri, "O, kuluna kitabı, ona bir eğrilik kılmaksızın ve dosdoğru olarak indirdi" şeklinde olur."

3) Halli'l-'ukad kitabının sahibi es-Seyyid şöyle der "Ayetteki kayyim-en kelimesini ifadesinden bedel kılmak da mümkündür. Çünkü bu cümlenin manası, "Allah onu eğrisiz yani dosdoğru kıldı" demektir. Buna göre sanki, "Allah kuluna o kitabı indirdi ve onu "kayyim" yani dosdoğru kıldı" denilmiştir.

4) Bunun, Cenâb-ı Hakk'ın, cümlesindeki zamirden (lehû) hal olmasıdır. Yani, "o kitap, kulların menfaatlerine olan şeyleri ve dini hükümleri bihakkın yerine getirdiği halde" demektir.

Kitabın İndiriliş Maksadı

Bil ki Allahü teâlâ, kulu Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bahsedilen sıfatları taşıyan kitabı indirdiğini belirtince, bunun peşinden o kitabı niçin indirdiğinin izahını da getirerek, 'maruz kalacakları kötü akıbetleri haber vermek için" buyurmuştur. Enzere fiili, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı "Çünkü hakikaten biz size yakın bir azabın tehlikesini haber verdik" (Nebe', 40) ayetinde de olduğu gibi iki mef'ul alır. Ancak ne var ki buradaki bir mef'ûl ile yetinilmiş olup, bu ifadenin aslı, tıpkı karşıtı olan, ifadesinde olduğu gibi "kâfir olanlara maruz kalacakları kötü akıbetleri haber vermek için" şeklindedir. "Be's" kelimesi, Cenâb-ı Hakk'ın "şiddetli bir azab ile" (A'raf. 165) ayetindeki manayı taşımaktadır. Nitekim Arapça'da, "Kad buise'l-azâbu - buise'r-reculü -be'sen ve bâseten" "Azab şiddetli oldu - Adam şiddetli bir azaba duçar oldu - şiddetli olmak" denilir.

Ledün Kelimesinin Anlamı

Ayetteki ifadesinin manası, "O'nun katından, O'ndan sudur eden" demektir. Zeccâc şöyle demektedir: "Bu kelime Arapça'da değişik şekillerde kullanılır. Meselâ ve denilmektedir ki, bunların tamamı aynı manadadır. Ledün kelimesi inde kelimesi derecesinde mütemekkin değildir. Zira sen, meselâ "Bu görüş bana göre doğrudur" diyebildiğin halde, diyemezsin. Yine sen, yanında malum olmadığı halde, "yanımda büyük bir mal vardır (evimdedir)" dersin. Ama, yanında olmayan mallar hakkında, diyemezsin. Ebu Bekr'in rivayetine göre Asım, bu ifadeyi, damme'nin işmâmı, nûn'un ve hâ'nın da kesresiyle beraber, dâl'ı sükûn olarak okumuştur ki bu, Benî Kilab'ın lehçesidir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "salih amellerde bulunan mü'minlere de, güzel bir ecri müjdelemek için" buyurmuştur. Bil ki, peygamberler göndermenin gayesi, günahkârları inzâr etmek, itaat edenleri müjdelemektir. İnsanlara göre, zararı gidermek menfaat temininden daha ehemmiyetli olunca, pek yerinde olarak Cenâb-ı Hak bu ayette, uyarmayı müjdelemeden önce zikretmiştir. Keşşaf sahibi, fiilin, şeddeli olarak okunduğu gibi, şeddesiz olarak yübşire diye okunduğunu da söylemiştir.

Ayetteki "onlar orada ebedi kalıcılar olarak" demek olup, mâkisîn kelimesi, mü'minlere râci' olan (......) ifadesindeki hüm zamirinden haldir.

Kadî şöyle der: "Bu ayet, bizim pekçok mesele hakkındaki görüşümüzün doğruluğuna delâlet eder.

Birincisi: Kur'ân'ın mahlûk olduğuna. Bunu birkaç yönden izah edebiliriz:

a) Allahü teâlâ Kur'ân'ı, hem "inzal" (indirme) hem de "nüzul" (inme) ile vasfetmiştir ki, gerek inzal, gerekse nüzul, "muhdes" varlıkların sıfatlarıdır. Çünkü, "kadîm" (ezelî-ebedî) olan kelâmın değişmesi caiz değildir.

b) Onu "kitap" olarak vasfetmiştir. Kitap ise, toplanmış, bir araya getirilmiş şey demektir. Kur'ân harflerden ve kelimelerden meydana geldiği için bu ismi almıştır. Kendisi için terkib ve telifin düşünüldüğü her şey ise, muhdestir.

c) Hamd ise, nimete mukabil yapılır. Nimet ise, muhdes ve mahlûktur.

d) Allahü teâlâ, kitabı, eğri büğrü olmamak ve dosdoğru olmakla vasfetmiştir. Kadim olanı ise, bu şekilde tavsif etmek mümkün değildir. Böylece onun, muhdes ve mahlûk olduğu sabit olmuş olur.

İkincisi: Kulların fiillerinin yaratılması meselesi. Bu ayetler, bu mesele hakkında da bizim görüşümüzün doğruluğuna birkaç açtdan delâlet etmektedir:

a) Bizzat, "hamd"in emredilmesi. Çünkü, kulun bir fiili olmasaydı, Kitap'tan istifade edemezdi. Çünkü yararlanmak, ancak kul, kitabın, yapılması gerektiğini gösterdiği şeyi yapabildiğinde, yapılması gerektiğini gösterdiği şeyi de yapmaması halinde tahakkuk eder. Bu ise, kul, kendi fiili hususunda bağımsız olursa mümkündür., Ama, o, fiilinde müstakil, bağımsız olmadığı zaman, kitabın eğri büğrü olmasının, onun fiilinin eğri büğrü olmasında; kitabın "dosdoğru - eğrisiz, büğrüsüz" olmasının da, onun fiilinin dosdoğru olmasında bir tesiri bulunmaz. Ama kul, kendi fiilini yapabildiğinde ve onda tercih sahibi olduğunda kitabın eğri büğrü veya dosdoğru olmasının, onun fiilinde bir tesiri bulunur.

b) Şayet, Allah, kitabın bir kısmını, insanların bir kısmının küfrüne, bir kısmını da, diğer bir kısım insanların iman etmesine sebep olsun diye indirmiş olsaydı, daha nereden kitapta dosdoğrufuğun bulunduğunu, eğri büğrülük olmadığını söyleyebiliriz? Çünkü onda bir eğri büğrülük olsaydı, bundan daha fazla olamazdı.

c) li-yünzire "uyarmak için" ifadesinde, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in herkesi inzâr etmesini ve herkesi müjdelemesini istediğine dair bir delâlet vardır. Allahü teâlâ'nın, küfrün ve imanın yaratıcısı olduğunun varsayılması halinde, "inzâr" ve "tebşîr"in bir manası kalmaz. Çünkü O, kişide imanı yarattığında, kişi ister istesin isterse istemesin, iman; onda küfrü yarattığında ise, yine ister istesin isterse istemesin, küfür meydana gelecektir. Binâenaleyh, küfre mukabil inzâr, imana mukabil müjdeleme, âdeta, onun, kendisinde hiçbir dahlinin bulunmadığı, boyunun uzun-kısa, renginin beyaz-siyah olmasından dolayı bir inzâr ve bir müjdeleme gibi olmuş olur.

d) Allah, mü'minleri, salih amel yapma ile vasfetmiştir. Binâenaleyh, şayet Allah'ın yarattığı şeyler vuku bulmuş olsaydı, onların amelde bulunmaları kesinlikle mümkün olmazdı.

e) Allahü teâlâ, onların yaptıkları salih amellere mukabil, "güzel ücret" vereceğini bildirmiştir. Binâenaleyh, eğer bu kullarda o amelleri yaratma işini Allah yapmış olsaydı, onların yaptıklarına mukabil ücret vermemesi ve onların buna müstehak olmaması gerekirdi."

Dördüncü Mesele

Kadi, "Buradaki li-yünzire ifadesi, Allahü teâlâ'nın, fiillerini, doğru bir maksat ve gayeden dolayı icra ettiğine delâlet eder ki bu da, "Allah'ın fiilleri, herhangi bir maksada bağlanamaz" diyenlerin görüşünü iptal eder" demiştir. Bil ki, bu izahlar, bu eserde defalarca geçti, binâenaleyh, onları tekrarlamanın bir faydası yok.

Allah'a Evlat İsnadının Reddi

3 ﴿