78"Yine gittiler. Nihayet bir memleket halkına vardılar, oranın ahalisinden yemek istedikleri halde, onlar kendilerini misafir etmekten kaçınmışlardı. Derken, yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldular da, o (Hızır), bunu doğrultuverdi. (Musa), "Dileseydin, elbette buna karşı bir ücret alırdın" dedi (Hızır), "işte, dedi, birbirimizden ayrılmamızın vakti geldi, şimdi sana sabredemediğin o şeylerin içyüzünü haber vereceğim". Bil ki, o belde Antakya'dır. Bunun, Eyle olduğu da ileri sürülmüştür. Burada, şöyle birkaç soru sorulabilir: 1) Yemek istemek, kerîm kimselerin âdetlerinden değildir. Binâenaleyh, daha nasıl Hazret-i Musa ve o alim bunu yapabilmişlerdir? Çünkü, ihtiyacım arzedip yiyecek istemek, Hazret-i Musa'nın âdeti değildi. Baksana, Cenâb-ı Hak, Hazret-i Musa'dan naklen, onun Medyen suyunun yanına geldiğinde, "Ya Rabbi, bana indireceğin hayra gerçekten muhtacım!" (Kasas,24) dediğini (yani ihtiyacını yalnız Allah'a arzettiğini) beyan etmiştir. Cevap: Aç kimsenin yemek istemesi bütün şeriatlarda mubah olan bir iştir. Hatta Dazen, açlıktan dolayı büyük bir zarar meydana geleceği hissolunduğunda, bunu yapmak vacib olur. 2) Cenâb-ı Hak niçin, (......) buyurmuştur? Halbuki O'nun (......) demesi gerekmez miydi? Cevap: Tekrar, bazen tekîd ifade eder. Nitekim şair,: (......) / (......) (Bu beyitte ikinci defa geçen gurâb kelimesi, tekrar edilmiştir) demiştir. 3) Ziyafet, mendûb olan şeyler cümlesindendir. Binâenaleyh, onu yapmamak, mendûbu yapmamak olur. Bu ise, pek yadırganacak bir husus değildir. Öyleyse daha nasıl Hazret-i Musa makamının yüceliğine rağmen, kendisinden dolayı, "Eğer, bundan sonra sana bir şey sorarsam, benimle arkadaşlık etme" (Kehf, 76) o âlime verdiği sözden kendisini caydıracak derecede şiddetli bir öfke içine girmiş olabilir? Hem, böylesi bir öfke, Allah'ın kelîmı olan Musa şöyle dursun, bir gece yemek yiyemediği için, en basit insana dahi yakışmaz? Cevap: Muarızın, "Ziyafet, mendûb olan şeyler cümlesindendir" şeklindeki sözüne karşı biz deriz ki: Ziyafet bazan, mendûbdur, bazan da, misafirin, yememesi halinde ölecek bir noktaya gelmiş olması durumunda, farz şeyler cümlesinden olur. İfadenin takdiri, bizim bahsettiğimiz şekilde olursa, o aşırı öfke bir gün yemek yememeden ötürü olmamış olur. Bu noktada onlar, "O açlıktan ölecek dereceye varmamıştı. Bunun delili ise, onun, "Dilseydin, elbette buna karşı bir ücret alırdın" demesi ve, oduvarın düzeltilmesine mukabil bir ücret talep etmesidir. Binâenaleyh, şayet o açlıktan ölecek noktaya varmış olsaydı, o bu işi (duvar düzeltme işini) yapamazdı. Bu sebeple onun, bu iş mukabilinde, (yemek yeme yerine) ücret talep etmesi daha nasıl olabilir?" derlerse, biz deriz ki: Bu açlık, belki de çok fazlaydı. Ancak ne var ki, neticesi, ölüm olacak bir dereceye varmamıştı. Daha sonra Cenâb-ı Hak "Onlar, kendilerini misafir etmekten kaçındılar" buyurmuştur. Bununla ilgili iki bahis vardır: Birinci bahis: Arapça'da bir şahsın birini misafir etmesi hakkında dâfehu denir Bu kelimenin temel esprisi, "o misafirin o kimseye yönelmesi, manasına dayanmaktadır. Bu, Arapların, (Dâfe's-sehmu am'l-garadı) "Ok hedefinden saptı" şeklindeki deyimlerinden alınmadır. Bunun bir benzeri de. "ziyaretçisi oldu" anlamında olan, döndü, saptı manasına gelen el-izvirâr kelimesinden olan (Zârehû) fiilidir. Yine, onu konaklattı, misafir etti manasında. denilir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den de, "O beldenin ahavalisi cimri kimselerdi" dediği rivayet edilmiştir. İkinci bahis: Kıssa kitapfannda şunu gördüm: "O belde halkı, böyle bir ayetin nasıl olduğunu duyduklarında, utandılar; bunun üzerine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bir yük altın getirerek, "Ey Allah'ın Resulü, biz bu altın ile, ıjfıi "kaçındılar" ifadesindeki bâ'yı te'ye çevirmeni, böylece de kıraatin "onları misafir etmeye, ağırlamaya geldiler" şeklinde olmasını arzuluyoruz" dediler. Buna göre mana "o beldenin halkı, Hazret-i Musa ile o alimi misafir etmek için geldiler" şeklinde olur. Bu kimseler, "Bizim bundan gayemiz, bu kınamayı ve tâ'n edilmeyi kendimizden uzaklaştırmaktır" dediler. Ama, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu kabul etmedi ve: "Bu tek noktayı bile değiştirmek, Allah'ın kitabına yalan sokuşturulması manasına gelir, bu da, ulûhiyyeti rencide eder" dedi. Biz bu misalden, Kur'ân'ın tek noktasını dahi değiştirmenin, hem ubûbiyyetin.hem de ubûdiyyetin iptal edilmesine sebeb olacağım anlıyoruz. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Derken, yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldular da, o (Hızır), bunu doğrultuverdî" buyurmuştur. Yani, "O ikisi o beldede, eğrilmiş, neredeyse devrilecek olan bir duvar gördüler" demektir. Buna göre şayet, "irâde, dileme, canlılara has bir vasıf iken, bu nasıl duvar hakkında söylenebilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bu ifade, istiare yoluyla söylenmiş bir ifadedir. Bunun şiirde, benzeri olan pekçok örneği vardır. Nitekim şair: "Mızrak Ebu Berâ'nın göğsünü diliyor ona yöneliyor, ama Ukayi oğullarının kanlarına ise hiç rağbet etmiyor!" demiştir. Ferrâ: beytini nakletmiştir ki bu beytinde şair, âkil olmayan dehre (zamana) fiil izafe etmiştir. Bir çoban da, demiş, baltalara "çıkmak ve yarmak" isteme izafe etmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de bu ifadenin bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Vakta ki o öfke Musa'dan uzaklaşıp sükût buldu" (Araf. 154); "... ona ancak "ol" demesinden ibarettir. O da oluverir" (Yasin,82) ve "gök ile yer, isteye isteye geldik" dediler" (Fussilet, 11) ayetleridir. Ayetteki yankadda'nın izahına gelince: Arapça'da, bir şey hızlıca düştüğünde, inkadda denilir ki bu, (şahinin) inişe geçişi manasına gelen, (......) deyiminden olup bu kadda fiilinin mutavaat sîğasıdır. Bu fiilin, (kızardı) kelimesinin humre kızarma masdarından olması gibi, nakd (yıkmak) masdarından geldiği söylenmiştir. Yine bu kelime, nakd masdarından olmak üzere, şaz olarak yunkada şeklinde okunmuştur. Yine bu kelime, Arapça'da, "Pınar, uzunlamasına yarıldı" anlamına gelen deyiminde olmak üzere, entenkâda şeklinde de okunmuştur. Ayetteki ifadesinin manasına gelince, bu hususta şunlar söylenmiştir: a) O, onu yıktı, sonra yaptı. b) O, onu eîiyle düzeltti. c) O, ona elini sürdü de, bunun üzerine o dosdoğru oldu. düzeldi. Binâenaleyh bu, onun mucizelerinden olmuş olur. Bil ki o alim, böyle yapıp, o andaki durumları da mutlaka yemek yeme zorunda olmalarını gerektirince, işte bundan dolayı Hazret-i Musa, daha önce, "Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam benimle arkadaşlık etme" (Kehf, 76) dediğini unuttu'da "Dileseydin, elbette buna karşı bir ücret alırdın " dedi-Yani, "sen, yiyecek elde etmek için, ayrıca diğer işlerinde kullanabileceğin bir ücreti, bu yaptığına mukabil isteyebilirdin" demektir. Bu ifade, (tebia-uydu) fiilinde olduğu gibi, deki tâ aslî harf kabul edilerek şeklinde de okunmuştur. fiili, tıpkı fiilinin 'den olması gibi, (Tehize) fiilinin ifteâle veznine aktarılmış şeklidir. Hazret-i Musa ile Hazret-i Hızır'ın Ayrılmaları Bil ki Musa (aleyhisselâm) bu sözü söyleyince, o alim, 'İşte birbirimizden ayrılma vakti geldi" dedi. Burada birkaç soru sorulabilir: Birinci soru: Bu ifadedeki haza lafzıyla neye işaret edilmiştir? Buna, şu iki şekilde cevap verilir: a) Musa (aleyhisselâm) "Eğer bundan sonra sana birşey sorarsam, benimle arkadaşlık etme" diyerek, bundan sonra, kendisine yeni bir soru sorması halinde bu ayrılığın meydana geleceği şartını koşmuştu. Binâenaleyh, Musa (aleyhisselâm), bu soruyu sorunca, o zaman o alim onu terkederek, "İşte, bu benimle senin ayrılışımızdır" demiştir ki, buradaki hazâ ile, üzerinde anlaşma yapılmış olan ayrılmaya işaret edilmiştir. b) Bu ifadenin, (sorulan) üçüncü soruya işaret olmasıdır. Yani, "Bu itiraz, bizim ayrılığımızın sebebidir" demektir. İkinci soru: Hak teâlâ'nın, "işte, bu benimle senin ayrılışımızdır" ifadesi ne demektir? Cevap: Bunun manası, "İşte birbirimizden ayrılma vakti geldi" şeklindedir. Böylece, "ayrılmak" masdarı, zarfa muzâf kılınmıştır. Kaffal, Arap dili alimlerinin bir kısmından şunu nakletmiştir: Beyn kelimesi, münasebet, vuslat, ilgi demektir. Zira Cenâb-ı Hak da "Andolsun, aranızdaki (bağ) parça parça olmuştur" (Enam, 94) buyurmuştur. Buna göre mana, "Bu, aramızın ayrılığı, yani aramızdaki münasebetlerin sona ermesidir" şeklinde olur. Bu, bir kimsenin tıpkı, "Allah, ben ve senden hangimiz yalancı ise, onu rezil rüsvay etsin" demesi gibidir. Yani "birimizi" demektir. Zeccâc da böyle söylemiştir. Daha sonra o alim kimse Hazret-i Musa'ya "Sana, asla sabredemediğin şeylerin içyüzünü haber vereceğim" demiştir. Yani, "Bu üç sorunun hikmetini haber vereceğim" demektir. Te'vil kelimesinin aslı, Arapların, "iş ona varıp dayandı, vardı" manasında söyledikleri, (Âle-l-emru ilâ keza) şeklindeki deyimlerine varıp dayanır. Binâenaleyh (Mâte'vîluhû) denildiğinde, bunun manası, "Onun varacağı yer neresidir, bu iş nereye varacaktır?" şeklindedir. |
﴾ 78 ﴿