82

Gemiye gelince, denizde iş yapan yoksullarındı. Ben onu kusurlu göstermek istedim. Zira arkalarında her (sağlam) gemiyi zorla almakta olan bir hükümdar vardı. Çocuğa gelince, onun anası da babası da İman etmiş kimselerdi. Bunun için onları, bir azgınlık ve bir kâfirliğin bürümesinden endişe ettik. Diledik ki, bunun yerine Rableri kendilerine daha temiz ve hayırlı, şefkate daha layık bir evlat versin. Duvara gelince bu, o şehirde iki yetim çocuğun idi. Altında ise, onlara ait bir define vardı. Babaları iyi bir adamdı. Binâenaleyh. Rabbin diledi ki, ikisi de rüştlerine ersinler, böylece definelerini çıkarsınlar. Bu, Rabbinden bir merhametti. Ben bunu. Kendi görüşümle yapmadım. İşte sabredemediğin şeylerin iç yüzü".

Zahir ve Batın

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Bil ki, buradaki üç mesele, tek bir şeyde bir araya gelirler ki, o da şudur: Peygamberler (aleyhisselâm)'in hükümleri (işlerin) zahirlerine bina edilmişlerdir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Biz, zahire göre hüküm veririz; sırları üstlenen ve bilen ise, Allah'dır" buyurmuştur. Bu alimin hükümleri ise, işlerin zahirine değil, tam aksine, işin aslında mevcut olan sebeplere bina edilmiştir. Bu böyledir, zira, "zahir" (dış görünüş), hem birinci hem de ikinci meselede bu tasarrufu mubah kılan açık bir sebep bulunmaksızın, insanların malları ve canları hususunda tasarrufta bulunmayı haram kılar. Çünkü, gemiyi delmek, ortada açık bir sebep bulunmaksızın insanın mülkünü eksiltmek demektir. Çocuğu öldürmek de, zahir bir sebep bulunmaksızın, masum bir canı yok etmek demektir. Üçüncü meselede geçen "yıkılmaya yüz tutmuş olan duvarı düzeltmek de" zahiri bir sebep olmaksızın, bir yorgunluk ve meşakkati üstlenmek demektir. Binâenaleyh, bu üç meselede o âlimin hükümleri zahiri sebeplere dayanmamış, tam aksine, işin aslında gözetilmesi gereken sebeplere dayanmıştır ki, bu da o âlime Cenâb-ı Hakk'ın, sayesinde, işlerin içyüzüne vakıf olacağı ve eşyanın hakikatini bilebileceği akli bir kuvvet verdiğine delâlet eder. Binâenaleyh, Hazret-i Musa'nın şeriatları ve hükümleri bilmedeki derecesi, işleri, zahirlerine hamletmek; o âlimin derecesi ise, eşyanın içyüzüne, işlerin hakikatlarına vakıf olmak, eşyanın gizli sırlarına muttali olmak üzerine dayanır. İşte bu yolla, o âlimin ilimdeki derecesinin, Hazret-i Musa'nın derecesinin üstünde olduğu ortaya çıkmış olur.

Zarar-ı Ehaff Tercih Edilir

Bunu iyice kavradığında şimdi biz diyoruz ki: Bu üç mesele, tek bir usûle dayanır ki, o da şudur: İki zarar çeliştiğinde, daha büyüğünü savuşturmak için, daha küçüğünü üstlenmek gerekir. Binâenaleyh, bu üç meselede nazar-ı dikkate alınan temel düstur işte budur.

Birinci meseleye gelince; o âlim, o gemiyi delmek suretiyle, onu kusurlu ve ayıplı yapmaması durumunda, arkadaki o kiralın, onu gasbedeceğini ve o geminin, faydalarının, sahiplerinin elinden tamamiyle çıkacağını biliyordu. Böylece, o âlimin o gemiyi delmesi ve onu kusurlu hale getirmesi, bu sayede de onun, sahipleri elinde kalmasıyla; onu delmemesi, böylece de onu o kralın gasbetmesi, derken o geminin faydalarının, sahiplerinin elinden tamamiyle alnması arasında bir tearuz ve çelişki meydana geldi. Birinci zararın daha hafif olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh, iki zarardan en büyüğü olan ikinci zararı savuşturmak ve atlatabilmek için, bu birincisini üstlenmek gerekmiştir.

İkinci meselede böyledir. Çünkü, o çocuğun hayatta kalması, ana-babası için, gerek dinleri gerekse dünyaları bakımından bir mefsedet olacaktı. Belki de o âlim, o oğlanı öldürmesinden dolayı meydana gelecek olan zararın, ana-babası için söz konusu olan o mefsedetlerden ötürü ortaya çıkacak zarardan daha az olacağını vahiy yoluyla anlamıştı. İşte bundan dolayı onu öldürmeye yöneldi.

Üçüncü meselede böyledir. O duvarı düzeltmeye yeltenmeden dolayı meydana galen sıkıntı ve meşakkatin verdiği zarar, o duvarın yıkılmasından hasıl olacak zarardan daha azdır. Çünkü, o duvarın yıkılması halinde o yetimlerin malları zayi olacaktı ki, bunda da büyük bir zarar bulunmaktadır. Netice olarak diyebiliriz ki, eşyanın içyüzüne vakıf olma ve onların, aslında olduğu gibi hakikatlarına muttali olmas işi, o âlime has kılınmıştı. Ve yine, gerçek hükümleri gizli hallerine dayandırmak da, ona has idi. Ama, Musa (aleyhisselâm)'ya gelince, o böyle değildi, tam aksine onun hükümleri işlerin zahirlerine bina edilmişti. Bu sebeple de hiç şüphesiz, bu iki zat arasında, ilim açısından bir farklılık ortaya çıkıyordu.

Hızır (aleyhisselâm) Niçin Öğrenilmesi İmkansız İşler Yaptı?

İmdi, birisi çıkıp şöyle bir soru sorabilir: "Yukarıdaki izahlardan anlaşıldığına göre Allahü teâlâ o âlimi, eşyanın iç yüzüne ve aslında oldukları hakikatlerine muttali kılmıştır. Bu tür ilmin öğrenilmesi ise mümkün değildir. Halbuki Musa (aleyhisselâm) kendisinden ilim öğrenmek için o âlime gitmişti. Binâenaleyh, o âlime gerekli olan, Hazret-i Musa'nın öğrenebileceği bir ilmi ortaya koymasıydı. Bu üç mesele ise, öğrenilmesi mümkün olmayan ilimlerdir. Binâenaleyh, bu meselelerin zikredilip ortaya konulmasındaki fayda ve hikmet nedir?"

Bu sualin cevabı şudur: Eşyanın zahirini bilmek ve tanımak, zahiri kanun ve yasaları bilmeye bina edilmiş ve aynı zamanda elde edilmesi mümkün olan bir ilimdir. Ama eşyanın iç yüzünü bilmeye gelince, bunu elde etmek, bâtını temizlemeye, nefsi tecrid etmeye ve kalbi, maddi alâka ve münasebetlerden uzak tutmaya dayanır. İşte dolayı Cenâb-ı Hak, o âlimin ilmini vasfederken, "... kendisine nezdimizden bir ilim öğretmiştik" (Kehf,65) buyurmuştur. Musa (aleyhisselâm)'nın şer'î ilimlerdeki derecesi kemale girince, Allahü teâlâ Musa (aleyhisselâm)'nın, kemal derecesinin, insanın, işin zahirine edilmiş olan şer'î ilimlerden, işin içyüzüne ve işlerin hakikatine muttali olmaya eden bâtını ilimlere geçmesinde olduğunu bilmesi için onu o âlime göndermişti.

İkinci Mesele

Bil ki, bu âlim, birinci soruya "Gemiye gelince, denizde iş yapan yoksullarındı. Ben onu kusurlu göstermek istedim. Zira arkalarında her (sağlam) gemiyi zorla almakta olan bir hükümdar vardı" diyerek cevap vermiştir. Bu ayette, önemli birkaç nokta bulunmaktadır:

Fakir ile Miskinin Farkı

Birinci fayda: O gemi, sayesinde denizde geçimlerini sağlayan muhtaç kimselere ait idi. Allahü teâlâ onlara "yoksullar" adını vermiştir. Bil ki, Şafiî (r.h), sıkıntı ve ihtiyaç açısından fakirin durumunun miskinin, yoksulun durumundan daha ileri olduğuna, bu ayetle istidlal etmiştir. Çünkü Allahü teâlâ onları, gemileri olduğu halde, miskin, yoksul diye adlandırmıştır.

Gayrin Malında Tasarrufun Hükmü

İkinci fayda: O âlimin bu sözüyle şu kastedilmiştir: "O gemiyi delmesinin gayesi, oradakileri suda boğmak değil, tam aksine gayesiz, kusursuz gemilere el koyan o zalim melike mani olmaktır. Böylece, o zalim kral o gemiye el koymasın diye, bu gemiyi kusurlu hale getirdim, detdim. Çünkü, gemiyi delmeden dolayı meydana gelecek olan zarar, "gasb" neticesinde meydana gelecek olan zarardan daha hafiftir."

İmdi, şayet, "Yabancı bir kimsenin başkasının mülkünde, işte böylesi bi maksattan dolayı tasarrufta bulunması caiz midir?" denilirse, biz deriz ki;

Bu, şeriatların farklılığına göre durumu değişen bir husustur. Belki de böyle bir şey, o şeriatta caiz idi. Ama bizim şeriatımızda da, bu gibi hükümler pek uzak bir hüküm değildir. Çünkü biz, yol kesen ve insanın mülkünü ellerinden tamamiyle alar kimselerle karşılaşacağımızı ve o yol kesenlere o malın bir kısmını vermemiz halinde geriye kalan malın kurtulacağını bildiğimizde bizim, geriye kalan malı kurtarmak maksadıyla, o İnsanın malının bir kısmını yol kesenlere vermemiz güzel ve yerinde olur. Bu, o mal sahibine, tarafımızdan yapılmış bir lütuf yerine geçer.

Üçüncü fayda: Bu delme işinin, o gemiyi tamamıyla işe yaramaz hale getirmeyecek bir tarzda olması gerekir. Çünkü böyle olması halinde, o geminir gasbedilmesinden dolayı meydana gelecek olan zarar, onu delmeden dolayı meydana gelecek olan zarardan daha fazla olmamış olur. Aksi halde, o gemiyi delmek caiz olmaz.

Vera' Kelimesinin Anlamı

Dördüncü fayda: Ayetteki (......) ifadesindeki verfi' kelimesi hakkında şu iki görüş ileri sürülmüştür.

a) Bu ifadeyle, o gemiyi gasb yoluyla alan melikin, onların önünde olması kastedilmiştir. Bu izahı, Ferrâ yapmıştır. Bunun böyle izah edilmesinin delili ise "Onların önünde de cehennem vardır" (ibrahim. 16) ayetidir. Keza "Önlerindeki o çetin günü bırakırlar" (insan, 27) ayeti de böyledir. Bu işin hakikati şudur: Senin göremediğin şey, senden gizlenmiş; sen de ondan gizlenmişsindir. O halde, senin göremediğin her şey, senin "verâ"ndadir, ötendedir. Bir şeyin önüne de o şey ondan galib olduğunda ve görülmediğinde, "verâ" lafzının itlâk edilmesi uzak olmaz.

b) Melikin, o geminin sahiplerinin gemiye bindikleri yerin ötesinde olması ve zeminin de varacağı yerin o melikin bulunduğu taraf olması da muhtemeldir.

Çocuğun Öldürülmesi

O âlim, Hazret-i Musa'nın kendisine sormuş olduğu çocuğun öldürülmesi meselesine de. "Çocuğa gelince, onun anası da babası da iman etmiş kimselerdi. Bunun için onları, bir azgınlık ve bir kâfirliğin bürümesinden endişe ettik de, diledik ki, bunun yerine Rableri kendilerine daha temiz ve hayırlı, şefkate daha layık bir evlat" diyerek cevap vermiştir. O çocuğun baliğ olduğu, yol kestiği, kötü fiiller yaptığı; ana-babasının da insanların kötülüklerini o çocuktan savuşturmaya, ona ilgi ve özen göstermeye ve o çocuğa kötü isnâdlarda bulunanları yalanlamaya ihtiyaç hissettikleri, bu davranış tarzının ise, ana-babasının fıska düşmelerine sebep olduğu, böylece bu fıskının, ana-babalarını küfre götürdüğü ileri sürüldüğü gibi, o çocuğun henüz çocuk olduğu, ancak ne var ki Allahü teâlâ'nın, o çocuğun bulûğa ermesi halinde kendisinden böylesi kötü fiillerin sudur edeceğini bildiği... de ileri sürülmüştür.

Ayet-i kerimdeki "onları bir azgınlık ve bir kafirliğin bürümesinden endişe ettik de" cümlesinde geçen heşîna "endişe ettik" ifadesi korkmak, endişelenmek ve zann-ı gâlib manasındadır. Allahü teâlâ o alime oaun, böylesi bir fesadın kendisinden sadır olacağını zann-ı galibiyle bildiği kimseleri öldürmesini mubah kılmıştır. Bu ayetteki (......) ifadesiyle ilgili iki görüş bulunmaktadır:

a) Bununla, o çocuğun, ana-babasını tuğyana ve küfre sevketmesi kastedilmiştir. Bu, (Kehf,73) ayetinde olduğu gibidir. Yani, "Beni bir güçlüğe ve darlığa itme" demektir. Bu böyledir, zira o çocuğun ana-babası onu sevdikleri için, onu müdafaa etmek ihtiyacını duyuyorlardı. Böylece de çoğu kez, yaptığı o kötü er hususunda ona muvafakat etme mecburiyetinde kalıyorlardı.

b) Bu, "O çocuk, ana-babasına, azgınların ve kâfirlerin davranışı gibi davranıyordu" demektir.

İmdi, eğer, "Böyle bir zandan dolayı, bir kimsenin bir kimseyi öldürmeye yeltenmesi caiz midir?” denilirse biz deriz ki: Bu zan, Allah'ın vahyi, ile de desteklenirse caiz olur.

Ayet-i kerimede “diledik ki, bunun yerine Rableri kendilerine daha temiz ve hayırlı bir evlat versin” buyurmuştur.Yani, “Biz Cenab-ı Hakk'ın o ana-babaya dince ve salah bakımından bu çocuktan daha ve seninde zikrettiği gibi daha temiz olan bir çocuk ihsan etmesini istedik” demek istemiştir.Buna göre, alimin ifadesinde yer vermiş olduğu zekaten kelimesinde, “temiz olmak” manası kastedilmiş olur.Buna göre Musa (aleyhisselâm)sanki, “sen, temiz bir cana kıyarmısın? Çünkü o, henüz büluğa ermemiştir. Dolayısıyla o, günahlardan arınmıi bir kimsedir” demiş de, o alim de, “o nefis her ne kadar şu anda temiz bir nefis ise de, ancak ne var ki Allahü teâlâ, onun büluğaermesi halinde tuğyna ve küfre düşeceğini biliyor.Bu sebeple biz O'nun ana-babaya, daha temiz bir çocuk vermesini istedik ki, bu daha temiz çocuk da, Allahü teâlâ'nın, büluğa erdiğinde bu tür haram şeyleri yapmayacağını bildiği kimsedir” demek istemiştir.O çocuğun baliğ olduğunu söyleyenler, Hazret-i Musa'nın onu “temiz” olarak vasfetmesi ile, “Onda, öldürülmesini gerektiren bir şey zuhur etmemiştir” manasını kastettiğini söylemişlerdir.

Daha sonra “şefkate daha layık (versin)” buyurulmuştur.Yani “Bu bunun yerine verilen o çocuk, ebeveynine daha itaatkar ve daha şefkatli olmak suretiyle, ana-babasına daha şefkatli ve merhametli olur” demektir.”Ruhm”,şefkat ve rahmet demektir. Rivayet olunduğuna göre, o ana-babanın bir kız çocuğu doğdu. Sonra onunla bir peygamber evlendi. Böylece o kız, Cenab-ı Hakk'ın, sayesinde büyük bir milleti hidayete erdireceği bir peygamber doğurdu.

İki Kıraat Meselesi

Geriye bu ayetle ilgili olarak şu iki değişik kıratın izahı kaldı.

a) Nafi ve Ebu Amr gerek bu ayette, gerkse: Tahrim Suresi'ndeki (5.ayette) ve kalem Suresi'ndeki, (32.ayette), fiili, ba'nın fethası ve dal'ın şeddesi ile, yübeddile okurlarken, diğer kıraat imamları ba'nın sükunu ve şeddesiz dal ile yubdile okumuşlardır.Bu iki okuyuş, if'al ve tef'il babından (aynı manaya) iki değişik kullanıştır.

b) İbn Amir ile Ebu Amr'den olan iki rivayetin birinde, hanın zammesi ile kelimeyi, ruhuma okurken; diğer kıraat imamları da hanın sükunu ile ruhma okumuşlardır. Bu iki okuyuş da, (aynı manaya) iki değişik kullanıştır. Bu tıpkı nukr ve nükur, şugl ve şuğul kelimelerinde olduğu gibidir.

Duvarın düzeltilmesi (tamiri) ile ilgili olan üçüncü mesele o âlim zât şu şekilde cevap vermiştir: "Beni buna sevkeden şudur: O duvarın altında bir hazine vardı ve bu hazine, o şehirdeki iki yetime âit idi. Onların babaları, salih bir zât idi. O duvar, yıkılma ile yüz yüze kalmış olduğu, yıkılması halinde de o hazine zayi olacağı (bulunamayacağı) için, Allahü teâlâ, hem o iki yetimin hakkını, hem de babalarının iyiliğinden doğan hakkı gözeterek, o hazinenin o iki yetime kalmasını istivordu. Böylece bana. bu fta yerini bulmasını sağlamam için. O duvsrı düzeltmemi emretti."

Bu Ayetteki Bazı İncelikler

Bu ayetle ilgili olarak birkaç incelik bulunmakta:

Birinci incelik: Allahü teâlâ, "Nihayet bir memleket halkına vardılar" (Kehf, 77) buyurarak, oraya "memleket (karye)" demiştir. Cenâb-ı Hık yine oraya, "Duvara gelince, bu o şehirdeki iki yetim çocuğun idi" buyurarak, şehir (Medine) adını verdi.

Duvarın Dibindeki Hazine

İkinci incelik: Âlimler, ayette bahsedilen o kenzin (hazinenin) ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Onun bir mal olduğu ileri sürülmüştür ki bu, şu iki sebebten ötürü doğrudur:

a) "Kenz" lafzından mal anlaşılır.

b) Ayetteki "Böylece kenzlerini (definelerini) çıkarsınlar" ifadesi de, o kenzin bir mal olduğunu gösterir.

Bu kerzin, ilim olduğu da söylenmiştir. Bunun delili ise ayetteki, "Babaları iyi bir adamdı" ifadesidir. İyi (salih) kimseden kalan hazine, mal değil, ilimdir. Çünkü malın biriktirilip gömülmesi (kenz edilmesi), salın kimselerin yapacağı şey değildir Bunun delili Hak teâlâ'nın "Altını-gümüşü biriktirip, onları Allah yolunda harcamayanlar (yok mu), işte onlara pek acıklı bir azabı müjdele"(Tevbe. 34) ayetidir. Bu hazinenin, üzerinde şöyle yazılı olan, altın bir levha olduğu da söylenmiştir: 'Kadere iman eden, nasıl üzülür, kederlenir şaşarım. Allahü teâlâ'nın rızık verdiğine manan, nasıl kendini yorar yıpratır şaşarım, Ölüme inanan kimse, nasıl neşelenebilir şaşarım. Cenâb-ı Hakk'ın hesaba çekeceğine inanan kimse nasıl gaflet eder, şaşarım. Dünyayı ve dünyanın içindekileri evirip-çevirdiğini (oyaladığını) anlamış olan kimse, nasıl dünyaya mutmain olur (dünya ile tatmin olabilir), şaşarım. Allah'dan başka ilah yoktur. Muhammed Allah'ın Resulüdür."

Üçüncü incelik: Ayetteki, "Babaları iyi bir adamdı" ifadesi, babaların salih (iyi) oluşunun, çocuklarının durumlarına itinâ gösterdiklerini ifade ettiğine delalet eder. Cafer b. Muhammed'in "O iki çocuk ile salih babaları (dedeleri) arasında, yedi baba (göbek) vardı" dediği rivayet edilmiştir. Hazret-i Hasan b. Ali'nin de Haricilerden birisine aralarında cereyan eden münakaşadan ötürü şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allah, o iki çocuğun malını niçin korumuştur?" Bunun üzerine hârici, "Babaları salih bir zât olduğu için" cevabını vermiştir. Hazret-i Hasan da: "Peki, benim babam ve dedem, ondan daha hayırlı değil midir" deyince, o "Allah bize sizin hasım olan (çekişen) bir kavim olduğunuzu haber verdi" dedi.

Alimler şunu da söylemişlerdir: "o sâlih babaya, zamanındaki insanlar emanetlerini bırakırlardı. O da, onları sahiplerine sapasağlam iade ederdi." Buna göre şayet, "iki yetimden herhangi biri o duvarın altında, o hazinenin olduğunu biliyor muydu, bilmiyor muydu? Eğer biliyor idiyse, duvarı öyle yıkılma ile yüzyüze bırakmış olmaları imkansızdır. Eğer bilmiyor idiyse, onların bulûğa ermelerinden sonra o hazineyi çıkarıp, ondan istifâde etmeleri nasıl mümkün olur?" denilirse, buna şu şekilde cevap verilir: Belki o iki yetim hazineden haberdâr değil idiler, ama vasileri bunu biliyordu. Sonra o vasî, ortadan kayboldu (öldü). Böylece de o duvar, onun yokluğundan ötürü, yıkılacak hale geldi.

O Âlim zât bu cevaptan verince, "Bu, Rabbinden bir rahmet idi" yani "Bütün bu işleri, Allah'ın rahmeti görülsün diye yaptım" demiştir. Çünkü bütün bu işler, şu tek esasa dayanır: Daha evvel de izah ettiğimiz gibi, büyük bir zararı savuşturmak için, daha küçük bir zarar yapılabilir.

Daha sonra o zât, "Ben bunu kendiliğimden yapmadım"yani, "Bu işleri kendiliğimden, kendi görüşümle yapmadım, ancak Allah'ın emri ve vahyi ile yaptım. Çünkü insanların mallarını yaralamaya, kusurlu hale getirmeye ve kanlarını akıtmaya yeltenmek, ancak vahy ile ve kesin nass ile caiz olur" demiştir.

Fiillerdeki Şahıs Değişikliğinin İzahı

Geriye ayetle ilgili şöyle bir soru kalır: O âlim, sözünün birinde, "o (gemiyi) kusurlu göstermek diledim"; birinde, "Diledik ki, bunun yerine Rableri kendilerine temizlikçe daha hayırlısını versin "; bir diğerinde de, "Rabbin diledi ki ikisi de rüşdlerine etsinler" demiştir. Binâenaleyh hepsi de aynı kıssa hakkında, aynı fiili ifade ettikleri halde. bu üç "dileme"nin failleri farklı gelmiştir?

Buna şöyle cevap verilir. O âlim, "kusurlu kılma" işinden bahsedince, bunu dilemeyi kendisine nisbet ederek, "O (gemiyi) kusurlu hale getirmek istedim" dedi. Öldürme işinden bahsedince, kendisinin hikmet ilimlerindeki yerinin büyüklüğüne dikkat çekmek için, kendisini cemi siğası ile, "Diledik" diye anlattı. Binâenaleyh bu öldürme işine, ancak yüce bir hikmetten ötürü teşebbüs edilebilir. O, babalarının iyi kimse olmasından ötürü, yetimlerin menfaatlarını gözetmesinden bahsederken de bu işi Allah'a nisbet etmiştir. Çünkü atalarının hakkına riayeten, çocuklarının faydasına olan işleri tekeffül eden, ancak Allahü teâlâ'dır.

Zülkarneyn (aleyhisselâm)'in Hükümranlığı

82 ﴿