ENBİYA SURESİ

Yüzoniki ayet olup, Mekkî'dir

Vahiy Karşısında İnsanların Tutumu

1

Âyetin tefsiri için bak:3

2

Âyetin tefsiri için bak:3

3

"İnsanların hesaplan yaklaştı. Böyleyken, onlar gaflet içindeler, yüz çeviricidirler. Rablerinden kendilerine yeni bir ihtar gelmeye dursun, onlar bunu mutlaka istihza ederek ve kalbleri oyuna dalarak dinlerler. Zalimler gizli fısıltı ile (şöyle) konuştular: "Bu sizin gibi (olan) bir insandan başka mıdır? Kendiniz görüp dururken, şimdi sihre mi geleceksiniz?"

Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın "İnsanların hesapları yaklaştı" ifadesiyle alâkalı birkaç mesele vardır:

"Hesap Yaklaştı" Deyiminin Manası

Yaklaşmak, ancak zaman ve mekan itibariyle düşünülebilir. Burada, mekan açısından yaklaşmak imkansızdır. Böylece, zaman açısından yaklaşmanın kastedildiği anlaşılmış olur. Buna göre mana, "insanların hesaba çekilme zamanları yaklaştı" şeklinde olur.

İkinci Mesele

"Birisi şöyle diyebilir. Bu ifadeden sonra, takriben altıyüz sene geçmesine rağmen hâlâ hesap gelmediği halde nasıl olur da yaklaşmakla nitelenebilir?"

Buna şu üç açıdan cevap verilebilir:

a) "Bu, Allah katında yakındır" anlamındadır. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "senden azabın çabucak gelmesini istiyorlar. Allah, vadinden asla caymaz. Doğrusu, Rabbinin indinde bir gün sizin sayacaklarınızdan bin yıl gibidir" (Hac, 47) ayetidir.

b) Görüleceği zaman her ne kadar uzak olsa dahi, her gelecek yakındır. Uzak olan, olmuş bitmiş sona ermiş şeylerdir. Nitekim şair

"Daima arzuladığın şey, sana yarından daha yakındır; kendisinden hep korka durduğun şeyse, dünden daha uzaktır"

c) Bir muamelenin süresi bir sene sonra dolacaksa, henüz bir ay geçtiğinde, "vade yaklaştı" denilemez. Ama geçen müddet, kalandan çok olursa, "vade yaklaştı" denilebilir. İşte bu izaha göre ulema, "Bunda, kıyametin yaklaştığına bir delâlet vardır" demişlerdir. İşte bu sebepten dolayı Hazret-i Peygamber de:

"(Hazret-i Peygamber iki parmağını göstererek) Ben ve kıyamet şu ikişey gibi (birbirimize yakın) gönderildik" buyurmuştur. İşte, yine bu sebepten dolayı "Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile, nübüvvet meselesi son buldu" denilmiştir. Bütün bunlar, geriye kalan mükellefiyet süresinin, dünyanın geçen ömründen daha az olmasından dolayıdır.

Üçüncü Mesele

Allahü teâlâ, bundan mükellefler için bir fayda bulunduğu için bu yaklaşmadan bahsetmiştir. Böylece bu, mükellefi, günahlarını telafi etmeye daha fazla yaklaştırmış, bundan daha fazla korktuğu için de günahlardan daha fazla sakındırmış olur. Allah en iyi bilendir.

Dördüncü Mesele

Ölüm zamanını gizlemenin mükellefler için daha faydalı olması gibi, kıyameti gizlemek de daha faydalı olduğu için, onun da zamanı tayin edilmemiştir.

Beşinci Mesele

"Kıyamet günü"ne "hesap günü" denilmesinin faydası şudur: Hesap, kişinin durumunu ortaya koyar. Binâenaleyh, hesap kelimesinin sağlayacağı korku daha büyük olur.

Altıncı Mesele

Ayetteki "insanlar" sözüyle, hesapla alâkası olmayanlar değil, hesapla ilgisi olanların kastedilmesi gerekir ki bunlar da mükelleflerdir. İbn Abbas (radıyallahü anh) bu ifadeyle müşriklerin kastedildiğini söylemiştir ki bu, müşriklerin sıfatlarına dair kendisini takib eden delilden dolayı, cins ismin, muhtevasına girenlerin hepsine değil de bir kısmına verilmesi Ulak edilmesi kabilindendir.

Kâfirlerin Gafleti

Cenâb-ı Hakk'ın "Böyleyken, onlar gaflet içindeler, yüz çeviricidirler" ifadesine gelince, bilki Allahü teâlâ onları şu iki şeyle, yani gaflet ve yüz çevirmekle vasfetmiştir. Gaflete gelince bu, "onlar hesap vereceklerinden gafildirler, habersizdirler. Akıllarının iyilik ve kötülük yapanların mutlaka karşılıklarını göreceğini bilmesine rağmen, akıbetlerinin nereye varacağını tefekkür etmezler. Sonra onlar, kendilerine okunan ayetlerden ve peygamberlerden ötürü gaflet uykusundan ve cehalet dalgınlığından uyandıklarında, yine yüz çevirdiler ve, kulaklarını tıkadılar" demektir.

Cenâb-ı Hak "Rablerinden kendilerine yeni bir ihtar gelmeye dursun..." ifadesine geline, bununla ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

İbn Ebi Able, (......) ifadesinin mahallinden sıfat olmak üzere, ref ile (muhdesun) şeklinde okumuştur.

İkinci Mesele

Allahü teâlâ bunu, onların yüz çevirici olduklarını beyan etmek için zikretmiştir. Zira, Allahü teâlâ, belki öğüt alırlar diye, onların tekrar tekrar dikkatlerini çekmek ve onlara öğüt vermek için, zaman zaman zikr ve ihtarı yenilemiş, ayetten sonra ayet, sûreden sonra süre getirmiştir. Bu ise onların, sadece oyun ve istihzalarını, artırmıştır.

Halku'l Kur'ân İddiası

Mu'tezile, bu ayetle, Kur'ân'ın muhdes olduğuna istidlal ederek şöyle demiştir: "Kur'ân zikirdir. Zikir ise, muhdestir. O halde Kur'ân, muhdestir. Kur'ân'ın zikir olduğunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, Kur'ân'ı zikrederken söylediği, "O ancak, alemler için bir öğüttür, zikirdir" (Kalem, 50)

"Şüphesiz ki o, senin ve kavmin için bir zikirdir, bir öğüttür" (Zuhruf, 44) "Zikirli, (şerefli) Kur'ân'a yemin olsun" (sad, 1), "Şüphesiz ki, zikri (Kur'ân'ı) Biz indirdik, Biz..." (hicr, 9), "O ancak, bir zikir ve apaçık bir Kur'ân'dır" (Yasin, 69) ve "Bu, indirmiş olduğumuz mübarek bir zikirdir" (Enbiya, 50) ayetleridir. Zikrin muhdes olmasının delili, hem buradaki, "Rablerinden kendilerine yeni bir (muhdes) ihtar gelmeye dursun" ayeti, hem de Şuara süresindeki

"Kendilerine O Rahmandan yeni bir öğüt gelmeye dursun" (Şuara. 5) ayetleridir, işte bütün bunlar, Kur'ân'ın muhdes olduğu hususunda, bir nas gibidirler."

Buna şu iki açıdan cevap verebiliriz:

1) Cenâb-ı Hakk'ın, "o ancak, alemler için bir öğüttür"(Kalem, 52) ayetiyle, "Bu, indirmiş olduğumuz mübarek bir zikirdir"(Enbiya, 50) ayetleri, harflerden ve seslerden meydana gelmeye bir işarettir. Binâenaleyh biz bu ifadeye, bir de, Cenâb-ı Hakk'ın "Rablerinden kendilerine yeni bir ihtar gelmeye dursun" ifâdesini ilave edersek, o zaman, harflerden ve seslerden meydana gelen şeyin "hadis" olması gerekir ki, bu konuda münakaşa yoktur, bilakis bunun hadis olduğu zaruri olarak bilenen bir husustur. Münakaşa ancak, kelâmullahın bir başka anlamda kadim olması, lususundadır.

2) Cenâb-ı Hakk'ın, "Rablerinden kendilerine yeni bir ihtar gelmeye dursun" ifadesi, her zikir olanın "hadis" olduğuna değil, tam aksine, muhdes olanın "zikr" olduğuna delâlet eder. Bu, tıpkı bir kimsenin, "Bu beldeye, bu şehre, fazıl bir kimse gelmesin. Onlar ona mutlaka buğzederter" demesi gibidir. Çünkü bu, her adamın faziletli olması gerektiğine delâlet etmeyip, tam aksine, o adamlar içinde faziletli kimselerin bulunduğuna delâlet eder. Durum böyle olunca da, ayet ancak, bazı "zikr"in muhdes olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh ayetin nazmı şu şekilde olur: "Kur'ân. zikirdir. Zikrin bazısı rnuhdestir." Bu ifade, hiçbir sonuç vermez. Bu, hür kimsenin, "insan, hayvandır (canlıdır). Bazı hayvanlar ise, attır" şeklindeki sözünün, hiçbir netice vermemesi gibidir. Böylece, onların kesin diye zannettikleri bu şeyin, kesinlik şöyle dursun, zayıf bir zannı dahi ifade etmediği ortaya çıkmış olur.

Kafirlerin Vahiyle Alay Etmeleri

Cenâb-ı Hakk'ın "... onlar bunu mutlaka istihza ederek ve kalbleri oyuna dalarak" ifadesine gelince, bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır.

Birinci Mesele

Bu, hem kâfirler için bir zem, hem de başkalarını benzerini yapmaktan mendir. Çünkü, duyulan şeyden istifâde, ancak kalb ile ilgili olan tefekkür ve düşünce ile sağlanır. Onlar, onu dinlediklerinde oyun ve eğlenceye dalmışlarsa, kendisinde hayvanların da insanlara müşterek olduğu sırf dinlemeyi elde etmiş olurlar.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, onları kınayışını, "kalbleri oyuna dalarak" ifadesiyle de tekid etmiştir. (lâhiye) kelime, bir kimse bir şeyden gaflet edip ondan habersiz olduğunda söylenilen, (Lehâ anhu) ifadesinden gelmektedir.

Lu'b kelimesi, Cenâb-ı Hakk'ın, "Dünya hayatı ancak, bir oyun ve eğlenceden ibarettir" (Hadid, 20) ayetinde de olduğu gibi, onların, manası, "alay etmek ve eğlenmek" demek olan lu'b (oyun) ile meşgul olmalarının, manası, "gaflet etmek, habersiz olmak, oyalanmak" demek olan lehve bağlı olduğuna dikkat çekmek için, "lehv" kelimesinden önce zikredilmiştir. Çünkü onlar, hak'dan habersiz olup gafil oldukları için lu'b'e dalmışlardır. Doğruyu en iyi bilen Allah'dır.

İkinci Mesele

Keşşaf sahibi, ayet-i kerimedeki (......) ifadelerinin, "müteradif" veyahut, "mütedahil" (birbiri içinde düşünülen) olan iki hal ifadesi olduğunu söylemiştir. Ref ile Lahiyetun şeklinde okuyanlara göre, hâl bir tane olmuş olur. Çünkü (bu okuyuşa göre), (......) ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın (......) ikinci haberidir.

(......) Cümlesinin İzahı

Cenâb-ı Hakk'ın "Zalimler gizli bir fısıltı ile (şöyle) konuştular" ifadesine gelince, bu ifadeyle ilgili şu iki soru bulunmaktadır:

Birinci soru:

Necvâ tenâci (fısıldaşmak) masdarından bir isim olup, bu zaten, ancak gizli olur. O halde, daha Cenâb-ı Hakk'ın, "fısıltıyı gizlediler" demesinin manası nedir?

Cevap:

Bu "onlar, onu gizleme hususunda çok gayret gösterdiler ve onu, hiç kimsenin anlamayacağı bir biçimde yaptılar" demektir.

İkinci soru:

Burada denilmesi beklenirken, niçin cemi olarak getirilmiştir?

Cevap:

(......) ifadesi, onların, gizledikleri o şey hususunda aşırı ve haddi aşmış olan bir zulüm damgasını yediklerini belirtmek için eserrû fiilinin faili olan kardan bedel tutulmuştur. Veyahutta (......) tarzındaki kullanışı doğru bulan lehçe nazar-ı itibara alınmıştır. Yahut bu ifade "zem" üzere mahallen mansuptur. Veyahutta bu, haberi (......) ifadesi olan ve kendisinden önce gelen, bir mübtedâdır. Buna göre kelamın takdiri, "Bunlar, fısıltıyı gizlediler" seklinde olur. Böylece, onların yaptıklarının bir zulüm olduğunu tescil ve kayıt için, zahir isim, zamirin yerine konulmuş olur.

Müşriklerin Gizlice Söyledikleri Söz

Ayetteki "Bu sizin gibi (olan) bir insandan başka mıdır? Kendiniz görüp dururken, şimdi sihre mi geleceksiniz?" adesine gelince, bununla ilgili birkaç mesele vardır.

Birinci Mesele

Keşşaf sahibi şöyle der: "Bu ifadenin tamamı, en-necva kelimesinden bedel olarak mahallen mansûb olup kelamın takdiri, şeklindedir. Takdirin, "onlar fısıltıyı gizlediler ve bu sözü gizlediler" şeklinde olması da muhtemeldir.

İkinci Mesele

Onlar bu sözü şu iki sebepten dolayı gizlemişlerdir:

a) Bu, aralarındaki bir meşkeret ve, Hazret-i Peygamberin işini yakmanın yollarını arama hususundaki görüşüp konuşma gibi bir şeydir. Bir şeyi görüşenlerin örfü ve adeti ise, o şeyi, düşmanlarından gizleme hususunda alabildiğince gayret göstermeleridir.

b) Onların, bunu fısıldamaları, sonra da Allah'ın Resulüne ve müminlere, "Eğer ddia ettiğimiz şey hak ise, bizim gizlediğimiz şeyin ne olduğunu bize haber verin bakalım!" demiş olmaları da mümkündür.

Nebinin Beşer Olmasının Lüzumu

Onlar, Hazret-i Peygamberin, nübüvvetini şu iki şekilde tenkid etmişlerdir:

a) Onun, kendileri gibi bir beşer olması.

b) Getirdiği o şeyin, (iddialarınca) sihir olması... Bu iki tenkid de yersizdir. Birincisine gelince, nübüvvetin doğruluğu suret ve şekillere değil, mucizelere ve delillere dayanır. Çünkü, şayet onlara peygamber olarak melek gönderilmiş olsaydı, onun peygamber olduğu, meleğin şeklinden ve kılığından, bilinemezdi. Bu bilme işi, özel bir bilgi (ilim) gerektirirdi. Aynı durum, "beşer" olan hakkında da böyle olunca, beşerin peygamber olması gerekr. Hatta beşere gönderilenin, bir beşer olması daha evlâdır. Çünkü kişinin kendi benzerlerinden bir şeyi alıp kabul etmesi daha uygun olur, o onunla daha iyi ünsiyet kurar. İkincisine gelince, yani Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in getirdiğinin bir sihir olması ve onların onu bir sihir zannetmesine gelince, bu da bir cehalettir. Çünkü peygamberin Kur'ân ve diğer şeylere dair getirdiği herşeyin durumu gayet açık olup, bu hususta bir aldatma, göz boyama ve karışıklık bulunmamaktadır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, onların da fesahat ve belagat ehli ve erbabı olmalarına ve, nübüvvetini geçersiz kılma hususunda son derece hırslı ve istekli olmalarına rağmen, onlara zaman zaman Kur'ân'la meydan okumuştur. Onun nübüvvetini ibtâl etme hususunda yapılacak olan en tesirli şey, Kur'ân'a muarazada bulunmaktır. Binâenaleyh, onlar şayet bu muârazayı yapabilselerdi, onların bunu yapmamaları, bırakmaları düşünülemezdi. Çünkü, bir işin yapılması için her türlü vasıta ve sebep bir araya gelir, her türlü engel de ortadan kalkarsa, o iş mutlaka yapılır ve meydana gelir. Binâenaleyh, onlar bunu yapamadıklarına göre, bu bize, Kur'ân'ın bizzat mucize olduğunu ve onların da, Kur'ân'ın bu durumunu bilip anladıklarını gösterir. Binâenaleyh, Kur'ân'ın durumu, bahsettiğimiz şekilde olunca.daha nasıl, "O, bir sihirdir?" denilebilir. Bütün bunlar, onların, Kur'ân'ın doğru, hak kelâm olduğunu bildiklerine; ancak ne var ki; bu konuda inâd ederek zayıf halklarına karşı gerçeği örtbas etmek için böyle dediklerine delâlet eder.

Kâfirlerin Keyfi Muzice İstekleri

4

Âyetin tefsiri için bak:6

5

Âyetin tefsiri için bak:6

6

"(Onlara) dedi ki: Rabbim, gökteki, yerdeki (her) sözü bilir. O hakkıyla işidici, kemâliyle bilicidir" Dediler: "Hayır, (bunlar) saçma sapan rüyalardır. Hayır, onu kendisi uydurmuştur. Hayır, o, bir şairdir. Bunlar değilse, o halde, evvelkilere gönderildiği gibi, o da bize bir mucize getirsin." Onlardan önce helak ettiğimiz hiçbir memleket (halkı) iman etmedi de, (şimdi) bunlar mı iman edecekler?".

Hak teâlâ'nın, "(Onlara) dedi ki: "Rabbim, gökteki, yerdeki (her) sözü bilir. O, hakkıyla işidici, kemâliyle bilicidir" ifadesi ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sözünün nakli manasında ayet Dedi ki "Rabbim" şeklinde okunmuştur. Bu, Hamza, Kisâi ve Âsimin râvisi Hafs'ın kıraatidir. Diğer aat imamları ise, Kâfin zammesi, elifin hazfı ve lamın sükûnu ile, "De ki..." şeklinde okumuşlardır.

İkinci Mesele

Allahü teâlâ, bu sözü, onlardan naklettiği şeylerin peşinden getirdiğine göre, bunun, onların söyledikleri şeylere bir cevap gibi olması gerekir. Buna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sanki şöyle demektedir: "Sizler her ne kadar sözünüzü ve tenkidinizi gizlediyseniz de, bilin ki benim Rabbim bütün bunları bilir ve O, bunların peşini akmaz." Böylece onlar, aynı şeyi tekrar yapmasınlar diye şu şekilde tehdid edilmişlerdir.

Üçüncü Mesele

Keşşaf sahibi şöyle der: "Eğer sen, "Hak teâlâ'nın, "Gizli fısıltı ile (şöyle) konuştular" ifadesinden ötürü, bu ayette de, "sözü bilir" yerine "sırrı bilir" denilmeli değil miydi?" dersen, ben derim ki "söz" lafzı, hem gizliyi, hem açığı içine alan genel bir ifadedir. Binâenaleyh, "sözü bilme" tabirinde, "gizliyi fazlasıyla bilme" manası vardır. O halde bu onların fısıldaşmalarını bildiğini anlatma hususunda Cenâb-ı Hakk'ın, "sırrı bilir" demesinden âdeta daha te'kidli olmuş olur. Bu, Hak teâlâ'nın "sırrı bilen (Allah)",e) demesinin, "onların sırrını bilir" demesinden daha te'kidli olması gibidir.

İmdi, eğer: "Cenâb-ı Hak, Furkan sûresinde, "De ki: "Ona göklerde ve yerdeki sim bilen indirdi" (6. ayet) ayetinde, niçin daha te'kidli bir ifade getirmemiştir? dersen. Den derim ki: "O'nun heryerde sözün daha te'kidlisini getirmesi vâcib değildir. O, bazan te'kidli, bazan daha te'kidli ifadeyi kullanır. Diğer taraftan, fark şudur: Cenâb-ı Hak burada, önce onların gizlice fısıldaştıklarını öne almıştır. Böylece o, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Rabbim, onların gizlediklerini bilir" demesini kastetmiş ve böylece de, kavl (sözü) lafzını, mübalağa için "bunun" yerine koymuştur. Cenâb-ı Hak burada ise, "De ki, "onu göklerde ve yerdeki sırrı bilen indirdi" (Furkan, 6) diyerek, zâtını anlatmayı kastetmiştir. Bu tıpkı, "O, allamu'l-guyûbtur" (gaybları bi-hakkın bilendir) (Tevbe, 78) ve "Gaybı bilen Rabbim hakkıçün... Ne göklerde ne yerde bir zevre mikdarı Ondan kaçmaz" (sebe.4) ayetleri gibidir.

Kâfirlerin Kur'ân Hk. Şüpheleri

Cenâb-ı Hak bu ayette, semi (işitici) oluşunu, "alim" (bilici) oluşundan önce zikretmiştir. Çünkü önce sözü dinlemek, sonra onun manasını anlayıp-bilmek gerekir. Hak teâlâ (kâfirlerden naklen:) "Dediler: "Hayır, (bunlar) saçmasapan rüyalardır. Hayır, onu kendisi uydurmuştur. Hayır, o bir şâirdir. Bunlar değilse, o halde evvelkilere gönderildiği gibi, o da bize bir ayet (mucize) getirsin " buyurmuştur. Bil ki o, tekrar onların 'Bu sizin gibi (olan) bir insandan başkası mıdır?" gibi sözlerini nakletmeye başlamış ve sonra "(Onlar) dediler ki: Hayır, (bunlar) saçmasapan rüyalardır. Hayır, onu kendisi uydurmuştur. Hayır, o bir şâirdir" buyurmuş, böylece burada onların bu beş sözünü nakletmiştir. Binâenaleyh onların sözlerinin sırası şöyledir: Onlar sanki, "Biz onun insan olmasının, Allah'ın elçisi olmasına mani olduğunu iddia ediyoruz. Bunun bir mâni teşkil ettiğini kabul etmesek bile, Kur'an'ın bir mucize olduğunu kabul etmiyoruz. Sonra Kur'ân'ın fesahatinin insanların kudreti dışında olduğu söylenecek olsa dahi, biz diyoruz ki, bunun benzerinin getirilmesi mümkün olmayan bir sihir olması niçin caiz olmasın? Binâenaleyh eğer o Kur'ân'ın, son derece rekik (dolaşık karmaşık) olduğunu iddia edersek, saçmasapan rüyalar olduğunu söyleriz. Yok onun, rekâket ile fesahat arası bir söz olduğunu iddia edersek, Kur'ân'ı Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in uydurduğunu söylemiş oluruz. Yok onun, fasih bir kelâm olduğunu iddia edersek, o zaman da onun, diğer şâirlerin fasih sözleri gibi bir söz olduğunu söylemiş oluruz. O halde, bütün bu ihtimallere göre de, onun bir mucize olduğu sabit olmaz" demişlerdir.

Onlar bu ihtimalleri sayıp döktükten sonra, "Bunlar değilse, o halde, evvelkilere gönderildiği gibi, o da bize bir mucize getirsin " demişlerdir ki bununla, "Onlar, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ve Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'dan nakledilen mucizeler gibi, bu ihtimallerden hiçbirinin söz konusu olamayacağı çok açık ve net bir mucize istemişlerdir" manası kastedilmiştir.

Keyfi Mucize İsteklerini Red Sebebi

Daha sonra Cenâb-ı Hak, en son soruya (şüpheye), "Onlardan önce helak ettiğimiz hiçbir memleket (halkı helak olup gitti), iman etmedi de şimdis bunlar mı iman edecekler" diyerek cevap vermiştir ki bu, "Bunlar, peygamberlerinden mucizeler isteyen, mucizeler geldiğinde iman edeceklerine söz veren ama o zaman da sözlerinden dönüp, aksini yapan ve bundan dolayı Allah'ın helak ettiği kavimlerden, daha âsidirler. Binâenaleyh eğer onlara istedikleri mucizeleri gönderecek olsaydık, onlar sözlerinden, daha ileri bir şekilde dönerlerdi" demektir.

Hasan el-Basri (r.h) şöyle demiştir: "Onların istedikleri (mucize) verilmemiştir. Çünkü Allah'ın kanunu (sünnetullah), istedikleri her mucizeyi verdikten sonra, yine de yalanlamaya kalkışanların üzerine, mutlaka kökü kazıma azabının ineceği şeklindedir. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın, özellikle Ümmet-i Muhammed hakkındaki hükmü bunun aksinedir. İşte bundan ötürü, onlara istedikleri mucizeleri göndermemiştir."

Nübüvvet Beşeriyette Baştan Beri Vardır

7

Âyetin tefsiri için bak:10

8

Âyetin tefsiri için bak:10

9

Âyetin tefsiri için bak:10

10

Biz, senden evvel de, kendilerine vahyettiğimiz bazı erkeklerden başkasını (peygamber) göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun. Biz, onları yemek yemeyen birer cesed olarak yaratmadık. Onlar, ebedi de değillerdi. sonra Biz onlara olan vadimizin doğruluğunu gösterdik de, hem kendilerini, hem de dilediklerimizi kurtardık, iftiracıları ise helak ettik. Andolsun, size öylebir kitab indirdik ki, bütün şan ve şerefiniz ondadır. Hâlâ akıllanmayacakmısınız?.

Bil ki Allahü teâlâ onların,

"Bu sizin gibi bir insandan başkası mıdır?" (Enbiya. 3) şeklindeki ilk sorularına: "Biz, senden evvel de, kendilerine vahyettiğimiz bazı erkeklerden başkasını (peygamber) göndermedik" diye cevap vermiş ve böylece sunun, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den önceki peygamberler hakkındaki örfü âdeti-sünneti) olduğunu ve bunun, onların elinden zuhur eden mucizelerden ötürü, odların peygamber olmalarına mâni olmadığını, dolayısıyla onlar hakkında bunun doğru olması halinde, Hazret-i Muhammed'in elinde de, onların elinde zuhur eden -mucizelerin benzerleri zuhur ettiği için, bir insan oluşunun dedikodusunun yapıtamıyacağını beyan buyurmuştur.

Ehl-i Kitabın Bu Konudaki Bilgisi

Ayetteki ifadesi şu manayadır: Allahü teâlâ, onların, vahye -nazharolan peygamberlerinin melek değil insan olduklarını anlamaları için, ehl-i zikre, (bilenlere) yani ehl-i kitaba sormalarını emrediyor. Cenâb-ı Hak, bunları onlara (sormaya) sevketmiştir. Çünkü onlar, Hazret-i Peygamber e düşman olma hususunda müşriklerin yolunda idiler. Nitekim Allahü teâlâ, "Sizden evvel kendilerin kitab verilenlerden ve Allah'a eş tanıyanlardan da, mutlaka incitici birçok (laf) işiteceksiniz" (Al-i imran, 186) buyurmuştur.

Ehl-i Kitaba Güvenilebilir mi?

Şimdi, eğer, "Yahudi ve Hristiyanlar güvenilir olmadıkları halde Cenâb-ı Hak niçin, müşriklere peygamberin durumunu onlardan sormalarını emretmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Onların haberleri mütevâtir derecesine varıp, tam kesinlik noktasına ulaştığında, bu caizdir. Bu tıpkı mü'minlerin haberleri ile amel edildiği şekilde, kâfirlerin mütevâtir olan haberleri ile bazan amel edilmesi gibidir." Bazı kimseler, ayetteki, "ehl-i zikir" ile, ehl-i Kur'ân'ın kastedildiğini söylemişlerdir ki bu, uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu ayette bahsedilen (müşrikler), Kur'ân'ı ve Hazret-i Peygamber'i tenkid eden, reddeden kimselerdir.

Yine pek çok fukahânın, halktan bir kimsenin, bir âlimin fetvasına başvurmasına ve müctehidin bir başka müctehidin sözünü (fetvasını) alabileceğine bu ayeti delil getirmesine gelince, bu da uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu ayet, şifahi bir hitab olup, bilhassa bu hâdise hakkındadır ve sadece Yahudi ve Hristiyanlarla ilgilidir.

Peygamber Yiyip İçen Bir İnsandı

Daha sonra Cenâb-ı Allah, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) den önce geçen peygamberleri, "yemek yemeyen birer cesed kılmadığını "beyan buyurmuştur. Bu hususla ilgili birkaç bahis vardır:

Birinci bahis: Ayetteki, "yemek yemeyen" ifadesi, "cesed" kelimesinin sıfatı olup, mana, "Biz o peygamberleri, yemek yemeyen birer cesed kılmadık" şeklindedir.

İkinci bahis: "Cesed" kelimesi, cins kasdedilerek müfret getirilmiştir. Buna göre sanki, "Beden nevilerinden bir nevi kılmadık" denilmiştir,

Üçüncü bahis: Onlar,

"Bu nasıl peygamber, yemek yiyor, çarşılarda yürüyor. Ona bir melek indirilip de, (böylece) onun yanında bir inzarcı bulunmalı değil miydi?" (Furkân, 7) demişlerdi. İşte Cenâb-ı Hak, "Biz, onları yemek yemeyen birer cesed olarak yaratmadık" buyurarak buna cevap vermiş ve böylece bunun, daha önce geçen peygamberler hakkındaki âdeti (örfü) olduğunu, onları da yemeyen bedenler kılmadığını, aksine yemek yiyen bedenler kıldığını ve dünyada ebedi kalıcı olmayıp, onların da başkaları gibi ölüp gittiklerini beyan buyurmuştur. Bununla O, onların peygamber olmalarına sebeb olan şeyin, bu durumları dışında bir şey olduğuna, yani ellerinde mucizelerin zuhur edip, tebliği zedeleyen sıfatlardan uzak ve beri oluşları olduğuna dikkat çekmiştir.

Allah Peygamberlerini Doğru Çıkarır

Ayetteki, "Sonra Biz onlara olan vaadimizin doğruluğunu gösterdik" ifadesine gelince, Keşşaf Sahibi "bunun, tıpkı" (Araf, 155) ayeti gibi olduğunu ve bu ikisinin aslının (......) şeklinde olduğunu; "onlar, onları, o söz hususunda doğruladılar" ifadesinin de böyle, ((......) takdirinde) olduğunu" söylemiştir.

Ayetteki "Dilediklerimizi" ifadesi ile, mü'minler kastedilmiştir. Müfessirler şöyle demişlerdir: Bu ifade ile, daha önce bahsedilen, peygamberler ve onları tasdik eoenler değil de, peygamberleri tekzib edenleri kökünü kazıma azabı ile helak edeceğine dâir olan va'dinin (va'idinin) kastedildiğini, doğruluğunu ortaya koyması açsından, va'dettiği şeyi yerine getirmesini "doğruluk" kıldığı kastedilmiştir.

Hak teâlâ'nın "müsrifleriise helak ettik" ifadesi ile, âhiret azabının tedilmeyip, bununla kökünü kazıma azabı kastedilmiştir. Çünkü bu da, olup-biten şeyleri haber vermektedir.

Kur'ân Şeref Kaynağıdır

Daha sonra Cenâb-ı Hak, onlara gerek dini, gerek dünyevi hususlarda en büyük nimeti olan Kur'ân'ı verdiğini, "Andolsun, size öyle bir kitab indirdik ki, bütün şan ve şerefiniz (zikriniz) ondadır" ifadesiyle beyan buyurmuştur. İşte bundan ötürü, "Sürün şan ve şerefiniz (zikriniz) ondadır" buyurmuştur. Bu ifadeye şu üç manaartmıştır:

1) Zikriniz, şerefiniz, vasiyyetiniz (Sizin için olan tavsiyeler ondadır). Nitekim Cenab-ı Hak, "O, (Kur'ân) senin ve kavmin için bir zikirdir" (Zuhruf, 44) buyurmuştur.

2) "Bundan, helâl olmayandan sakınmanız, yapılması gerekli olan şeye arzu duymanız için, size bir va'z-u nasihat (tezkire) vardır." Bu manaya göre, buradaki (......) ile, va'd ve va'id kastedilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onlara hatırlat (va'z-u nasihatta bulun), çünkü zikir (hatırlatma, vaz), mü'minlere fayda verir" (zariyat. 55) buyurmuştur.

3) Bundan maksad şudur: Bu Kur'ân'da, kendisine tutunduğunuzda, cenneti elde edebilmeniz için, dininizin, yani dinen gerekli olan ve olmayan şeylerin zikri (hatırlatılışı) vardır." Bütün bu manalar ihtimal dahilindedir.

Hak teâlâ'nın, "Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" hitabı, Kur'ân'ı düşünmeye, Kur'ân üzerinde tefekküre teşvik gibidir. Çünkü o müşrikler, Kur'ân'a gafil (aldırmaz) idiler. Bir şeye alabildiğine dalmak, gafletin ayrılmaz özelliği, düşünüp-tefekkür etmek ise, o dalışı savuşturup bertaraf eden birşeydir. İnsanın kendisinden zararı defetmesi, yapılması gerekli şeylerdendir. Binâenaleyh kim tefekkür ve tedebbürde bulunmazsa, sanki aklın sınırları dışına çıkmış gibi olur.

İnatçı Zalimlerin İmha Edilmeleri

11

Âyetin tefsiri için bak:15

12

Âyetin tefsiri için bak:15

13

Âyetin tefsiri için bak:15

14

Âyetin tefsiri için bak:15

15

"Biz, zulmeden nice memleketi kırıp geçirdik. Sonra ardından diğer kavimleri yarattık. Evet, onlar azabımızı hissettikleri zaman, hemen oralardan alelacele kaçıyorlardı. (Onlara): "Kaçmayın, içinde bulunduğunuz refaha ve yurtlarınıza dönün. Çünkü sorguya çekileceksiniz" (denildi). (Onlar) dediler ki: "Yazıklar olsun bize... Biz, gerçekten zâlimiz... Nihayet biz onları biçilmiş bir ot, ocakları sönmüş (bir kül yığını) haline getirinceye kadar, daima feryâd-ü figanları bu söz olmuştur".

Bil ki Allahü teâlâ, o müşriklerin bu itirazlarını nakledip, Kur'an'da mucizelik şarttarı tastamam olduğu için bu itirazlar son derece kıymetsiz ve düşük olunca, herkes Kur'ân'ın bir mucize olduğunu anlamış ve bu noktada, onların bu itirazlarla meşgul olmalarının, dünya ve dünyevi başkanlık sevgisinden ötürü olduğu ortaya çıkmıştır. İşte Cenâb-ı Hak, onları bundan alabildiğine sakındırarak, "Biz, zulmeden nice memleketi kmp geçirdik" buyurmuştur. Keşşaf Sahibi şöyle der: "Kasm", "fasm"ın zıddına, eklemlerin birbiriyle birleştiği yerlerin, birbirinden ayrılıp koparıldığı en feci bir kırıp geçirme manasınadır. Cenâb-ı Hak, mecazi olarak, zalim olarak memleketi tavsif etmiş, ama bu "zalim oluş ile, o memleketin halkının zâlim oluşunu kastetmiştir. Çünkü memleketin (beldenin), zâlim ve mükellef olamayacağına, hem akıl, hem de ayetteki, "sonra (onların) ardından diğer kavimler yarattık" ifadesi delâlet etmektedir. Buna göre bu, "Biz bir kavmi helak edip, sonra onların yerine başka bir kavim yarattık" demektir. Cenâb-ı Hak, "Evet, onlar azabımızı hissettikleri zaman..." Yazıklar olsun bize, Biz gerçekten zalimiz" dediler" buyurmuştur ki bütün bunlar, peygamberi tasdik etmekle mükellef tutulan, ama onları tehzib eden o beldeler ahalisi için uygundur. Binâenaleyh eğer bu deliller olmasaydı, yalanı vehmettireceği (yalana benzediği için), Cenâb-ı Hakk'ın böyle mecazi bir ifade kullanması caiz olmazdı.

Alimler bu helak konusunda, değişik izahlarda bulunmuşlardır: Bu cümleden olarak İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Bununla, kılıçlarla öldürme kastedilmiştir. Ayette geçen "karye" (memleket) ile de, "Hadûr" kastedilmiştir. Hadûr ve Sahûl, kendilerine elbise nisbet edilen (yani elbiseleri kumaşları ile meşhur) iki yemen şehridir." Nitekim hadiste, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) iki sahül elbisesi (kumaşı) ile kefenlendi" diye vârid olmuştur. Yine şu da rivayet edilmiştir: "Allah Hadûr'lulara peygamber gönderdi. Ama onlar onu öldürdüler. Bunun üzerine Allah onlara, aynen Beyt-i Makdis'in ahalisine musallat kıldığı gibi, Buhtunnasr'ı musallat kılıp, onların kökünü kazıdı." Rivayet edildiğine göre, onlar kılıçtan geçirilmeye başlayınca gökten bir ses, "peygamberlerin intikamı için" diye nida etmeye başladı. Böylece onlar pişman oldular ve hatalarını itiraf ettiler.

Hasan el-Basri de bu ayette geçen helak ile, kökünü kazıma azabının murad edildiğini söylemiştir. Bil ki bu, doğruya daha yakındır. Çünkü bu helakin Allah'a nisbet edilmesi, o kılıçtan geçirenlere nisbet edilmesinden daha uygundur. Sonra bunun, kılıçtan geçirilme azabı manasına hamledilebileceği farzedilse bile, İbn Abbas'ın görüşünün delili nedir? Belki de İbn Abbas, Hadûr'u, Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetle kastettiği "Karye"terden biri olarak kastetmiştir.

Hak teâlâ'nın "Evet, onlar azabımızı hissettikleri zaman, hemen oralardan alelacele kaçıyorlardı" ifadesi, "Onların Bizim azabımızın Kıskıvrak yakalamamızın şiddetini, gözle görülür, elle tutulur bir biçimde açıkça anlayınca, acelece memleketlerinden kaçtılar" demektir. "Rekd", hayvanı -mahmuzlamak demektir. Hak teâlâ'nın, "Ayağınla vur" (Sâd, 42) ayeti de bu manadadır. Onların, azabımızın emare ve işaretleri görününce hayvanlarına (atlarına) binip, memleketlerinden kaçmak için onları mahmuzlamış olmaları da mümkündür. Yine onların böyle alelacele kaçışlarının, hayvanlarına binip mahmuzlayanlara, teşbih edilmiş olması da mümkündür. Ayetteki "Kaçmayın..." hitabına gelince, Keşşaf Sahibi şöyle der: "Bunun başında mahzûf "kîle" (denildi) kelimesi var." Buna göre eğer, "Bu sözü söyleyen kim?" dersen, diz deriz ki: Bunu bazı melekler veya o beldedeki mü'minlerin söylemiş olması ihtimal cahilindedir. Yahut da bu söz onlara bizzat söylenmemiş olsa da, onlar böyle söylenilmeyi haketmişlerdi. Yahut bu sözü Cenâb-ı Hak söylemiş ve dinleri hususunda kendilerine fayda versin diye, melekler onlara duyurmuştur. Yahut Cenâb-ı Hak bunu onlara ilham etmiş ve böylece onlar bunu kendi kendilerine söylemişlerdir.

Ayetteki içinde bulunduğunuz refah ve yurdlarınıza dönün" hitabı, "Yaşayışınıza, refahınıza ve müreffeh durumunuza dönün" demektir. "İtrâf", nimetin (zenginliğin) verdiği şımarıklık ve refah demektir.

Ayetteki "Çünkü sorguya çekileceksiniz" ifadesine gelince, bu onlara bir hakaret ve azarlamadır. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:

1) Nimetlerinize ve evlerinize dönünüz. Muhakkakki sizler, yarın başınıza ve meskenlerinizi gidereceğiz ve siz soranlara, iyice bilen ve anlamış olan olarak cevab vereceksiniz.

2) Daha evvel olduğunuz gibi meclislerinize dönünüz. Böylece size köleleriniz ile emir ve yasağınız geçen kimseler size sorsunlar ve size, tıpkı kendilerine hizmet edilenlere yapıldığı gibi, "Ne buyurursunuz" desinler.

3) Belâların inmesi esnasında, kendilerine yardım etmemiz, işleri hususunda sizinle istişare etme ve fikirlerinizden yararlanmak için, insanlar meclislerinizde sizlere sorsun.

4) Size gelen elçiler ve sizi görmek isteyenler, size sorsunlar. Bu, ya onlar mallarını insanlar görsün ve böylece kendilerini övsünler diye infâk eden cömert kimselere, yahut tam aksine cimri kimseler oldukları için, hakaret üstüne hakaret, alay üstüne alay olarak söylenmiştir.

Zalimlerin Son Sözleri

Hak teâlâ'nın "(Onlar) dediler ki:

"Yazıklar olsun bize... Biz, gerçekten zâlimiz... Daima feryâd-u figanları bu söz olmuştur" ifadesine gelince, Kaşşâf Sahibi şöyle der: Buradaki tilke (Bu söz) kelimesi, ya veylena "Yazıklar olsun bize" sözüne işarettir. Çünkü bu söz bir çağrı (feryâd-ü figan) dır. Buna göre sanki, "Bu feryâd-ü figan (çağrı) daima onların çağrısı olmuştur" denilmek istenmiştir. Da'vâ, davet (dua, çağrı) manasınadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onların son çağrılan (duaları), "Elhamdülillahi Rabbi'l-alemin" (demektir)" (Yunus, 10) buyurmuştur.

İmdi eğer, "Bu sözleri niçin da'va (dua-çağrı) diye adlandırılmıştır?" dersen, ben derim ki: çünkü onlar, kendileri aleyhine "veyl"i çağırmış ve "Yâveylenâ" demişlerdir ki bu, "Ey veyl gel, işte bu senin vaktindir" demektir. Tilke, ya isim ya haber olarak, merfû veya mansubtur. Da'vâhum kelimesi de böyledir. Müfessirler şöyle demişlerdir: "Bu kâfirler, bunu hep söyleyip durmuşlardır, ama bu onlara fayda vermemiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Fakat hışmımızı gördükleri zaman, imanları fâide verecek değil" (Mü'min, 85) buyurmuştur.

Ayetteki "Nihayet Biz onları biçilmiş bir ot, ocakları sönmüş (bir kül yığını) haline getirinceye kadar" ifâdesine gelince, "Hasid", biçilmiş ekin demektir, yani "Biz onları, tıpkı biçilmiş bir ekin gibi kıldık" demektir. Cenâb-ı Hak, onları, köklerinin kazınması hususunda, böyle biçilmiş ekine benzetmiştir. Bu tıpkı, "Biz onlan kül kıldık" demen gibidir. Buna göre ceale fiili nasıl üç mef'ûl almıştır?" denilirse, ben derim ki: Son iki mel'ûlün hükmü, birincinin hükmüdür. Buna göre mana, "Biz onları, bu iki vasfı birlikte kendilerinde toplayan kıldık" demektir. Bununla da, "Onlar, o azabla helak oldular. Böylece onlarda ne his, ne hareket kaldı. Ekinin kuruması gibi kuruyup, ateşin sönmesi gibi söndüler" demektir.

Hilkat Gayesiz Değildir

16

Âyetin tefsiri için bak:18

17

Âyetin tefsiri için bak:18

18

"Biz göğü, yeri ve ikisi arasında bulunan şeyleri oyuncuların (işi gibi, bir iş olmak üzere) yaratmadık. Eğer biz bir eğlence ve oyun edinmek isteseydik, onu elbet kendi tarafımızdan edinirdik. Biz böyle yapanlar değiliz. Hayır. Biz hakkı batılın tepesine atarız da onun beynini parçalar. Bir de görürsünüz ki o (bâtıl) yokolup gitmiştir. Vasfetmekte olduğunuzdan dolayı yazıklar olsun size!".

Bri ki bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Önceki Kısımla Münasebet

Ayetin, önceki ayetlerle münasebet ve ilgisi hususunda şu iki izah yapılmıştır.

1) Cenâb-ı Hak, yalanladıkları için, o belde ahâlisini helak ettiğini bildirince, bunun peşinden bu helakin bir adalet ve onların yaptıklarının bir cezası olduğunu ortaya koyan ifadeyi getirerek, "Biz göğü yeri ve ikisi arasında bulunan şeyleri, oyuncuların (işi gibi bir iş olmak üzere yaratmadık" buyurmuştur. Yani, "Tıpkı zorba ve zâlimlerin evlerini, saraylarını, Mfruşatlarını, oyun ve eğlence için, zevk için düzenlemeleri gibi, bir tavan gibi olan göğü ve bir döşeme gibi yeryüzünü ve bu ikisi arasındaki hayranlık veren, harikulade şeyleri, işte aynı onlar gibi, oyun ve eğlence için düzenlemedik. Biz bunları dini ve dünyevi faydalardan ötürü böyle yaptık. Bunların dini faydasi, onlar üzerinde tefekkür deklerin tefekkür etmeleridir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onlar göklerin ve yerin yaratılışı hususunda tefekkür ederler" (Al-i imran, 191) buyurmuştur. Bunların dünyevi faydaları ise, bunlarda sayısız ve rakamlara sığmaz birçok menfaatin bulunmasıdır. Bu ayet tıpkı, "O göğü, o yeri ve bunlar arasında bulunan şeyleri Biz boşuna yaratmadık" (Sad. 27) ve "Biz, (gökleri ve yeri), ancak gerçek bir gaye ile yarattık" (Duhan, 39) ayetleri gibidir.

2) Bundan maksad, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini ortaya koyup, onu inkar edenlere karşı bir reddir. Çünkü Cenâb-ı Hak, mucizelerini onun elinde ortaya koymuştur. Dolayısıyla, eğer o yalancı olsaydı, onun elinde mucize göstermek, oyun ve eğlence kabilinden olmuş olurdu. Halbuki oyun ve eğlence Cenâb-ı Hak için asla söz konusu değildir. Yok eğer o sâdk ise, bu durumda onların ileri sürdüğü her türlü tenkidleri fâsid olur. Zaten anlatmak istediğimiz de budur.

İkinci Mesele

Kâdi Abdul Cebbar şöyle der: "Bu ayet, oyun ve eğlencenin Allah'dan olmadığına delâlet etmektedir. Çünkü eğer böyle olsaydı, Cenâb-ı Hak lâib (oyuncu) olurdu. Arapça'da "lâib", oyun ve eğlence işini yapana denir. Binâenaleyh fiil için konulan ismin (ism-i failin) olmadığını söylemek, o fiilin olmadığını söylemek manasınadır." Buna şöyle cevab verilir: ileri sürdüğün bu husus (Ey Kâdi), daha önce defalarca geçtiği gibi, "Dâi" meselesi ile çürütülür.

Hak teâlâ'nın "Eğer Biz bir eğlence ve oyun edinmek isteseydik, onu elbet kendi tarafımızdan edinirdik. Biz böyle yapanlar değiliz" buyruğuna gelince, bil ki "Kendi tarafımızdan" ifadesi, "Kudretimiz tarafından" manasınadır. Burada geçen "lehv" kelimesinin, Yemen Arapcasında "çocuk" manasına geldiği söylendiği gibi, "kadın" manasına geldiği de söylenmiştir. Hazret-i Mesih (İsâ) (aleyhisselâm)'nın ve Hazret-i Üzeyr'in Allah'ın oğlu olduklarını iddia edenlere bir red olsun diye, "Kendi tarafımızdan" ifadesine, "İnsanlardan değil, meleklerden" manası da verilmiştir.

Ayetteki, "Hayır, Biz hakkı bâtılın tepesine atarız" ifadesindeki (......) Cenâb-ı Hakk'ı oynayıp eğlenmekten tenzih etmek ve zatının bütün bunlardan beri olduğunu anlatmak içindir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Biz oyun ve eğlence edinmeyiz. Aksine bizim adetimiz ve hikmetimizin gereği, oyunu ciddiyet ile mağlub etmek ve bâtılı hak ile ezip geçmektir" demektedir. Allahü teâlâ bunu ifade için ve bunu ibtal ettiğini gözler önüne sermek için, "kazf" ve "demğ" (atmak ve parçalamak) fiillerini kullanmıştır. Buna göre Cenâb-ı Hak bunu, sanki kaya gibi katı ve sert bir cismi, yumuşak bir madde üzerine atıp onu ezmesine benzetmiştir.

Hak teâlâ'nın, "Vasfetmekte olduğunuzdan dolayı yazıklar olsun size" ifadesi, "Kim, peygamberi yalanlamaya yeltenir, Kur'ân'ı bir sihir, saçma sapan bir söz gibi batıl bir şeye benzetirse, ona yazıklar olsun" demektir. İşte Cenâb-ı Hak bu hususa, "Vasfetmekte olduğunuz" sözü ile anlatmıştır.

Bütün Kâinat Allah'ı Tanır

19

Âyetin tefsiri için bak:20

20

“Göklerde ve yerde bulunan kişiler O'nundur. O'nun huzurundaki kişiler kendisine ibadet etmekten asla kibirlenmezler ve yorulmazlar. Onlar gece gündüz ara vermeyerek (Onu) tesbih ediyorlar".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Önceki Kısımla Münasebet

Bu ayetin daha önceki ayetlerle münasebeti hususunda şu iki izah yapılmıştır:

1) Allahü teâlâ, kendisinden nefyi de, ancak ihtiyaçtan azade olmakla mümkün olup, ihtiyaçtan âzâde olmak da tam bir kudret ile mümkün olunca, hiç şüphesiz o ayetin peşinden, Allah'ın mülkünün ve kudretinin mükemmelliğine delâlet etsin (anlatsın) diye, "Göklerde ve bulunan kişiler O'nundur"

2) Doğruya daha yakın olan izaha göre, Allahü teâlâ peygamberliği tenkid edenlerin sözlerini nakledip, bunlara gerekli cevabı verip, onların bu tenkidlerden maksatlarından maksadlarının sırf inad ve hakka boyun eğmemek olduğunu beyân edince, bu ayette de, Kendisinin onların taatfanndan münezzeh olduğunu, çünkü mahlûkatın sahibinin Kendisi olduğunu, mevkilerinin büyük olmasına rağmen meleklerin bile O'na itaat edip korktuklarını, binâenaleyh insanların, bunca zayıflıkları karşısında, Kendisine haydi haydi itaat etmeleri gerektiğini beyân etmiştir.

İkinci Mesele

Ayetteki, "Göklerde ve yerde bulunan kişiler O'nundur" ifadesi, "Gökteki ve yerdeki mükelleflerin hepsi, O'nun kuludur. O, onların yaratanı ve onlara her türlü nimeti verendir. Binâenaleyh herkesin O'na itaat etmesi hükmüne boyun eğmesi gerekir"

Melaikenin Efdal Olması

Ayetteki, "O'nun huzurundak kişiler kendisine ibadet etmekten asla kibirlenmezler" ifadesinin, meleklerin üç bakımdan insandan efdal olduğuna delâlet edişinin izahı Bakara sûresinde geçmişti.

Dördüncü Mesele

Ayetteki, "O'nun huzurundaki" ifadesi ile meleklerin kastedildiği hususunda ümmetin icmâı vardır. Bir de Allahü teâlâ bunları, "Onlar, gece gündüz ara vermeyerek tesbih ederler" diye tavsif etmiştir ki bu ancak meleklere uygun düşer, insanlara değil... Ayetteki "huzur" ile, mekan ve cihet açısında bir huzurda oluş değil, şeref ve rütbe açısından bir huzurda oluş (yücelik) kastedilmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "melekler, yüce şereflerine ve sonsuz celâllerine rağmen, Bana itaat etme hususunda kibir göstermezler. O halde o zayıf insana, bana itaatla kibir göstermesi nasıl uygun düşer" demiştir.

Beşinci Mesele

Zeccâc şöyle der: ifadesi, "yorulmazlar, bıkmazlar, üşenmezler" manasınadır. Keşşaf Sahibi de şöyle der: "Eğer sen, "istihsâr, "hasûr" masdarının mübalağası (ileri derece olanıdır). Dolayısıyla o melekleri vasfetmede daha beliğ olanı, onlardan bu "hasûr" (yorulma-bıkma) işinin en ufacığını bile nefyetmek idi" dersen, ben derim ki: "İstihsâr"da, onların içinde bulundukları halin, "hasûr"un en ileri şekli olmasını gerektiren ve onların yaptıkları (tesbihatta) yorulmak suretiyle o zor ibadetlerine layık oldukları manası vardır.

Meleklerin Gece Gündüz Tesbihleri

Hak teâlâ'nın "Onlar gece gündüz ara vermeyerek (O'nu) tesbih ediyorlar" ifadesi, "Onların tesbihleri her zaman devam eder. O tesbihi, hiçbir şeyte meşgul olmaları zedelemez, engellemez" demektir. Abdullah b. Hars b. Nevfel'den şu rivayet edilmiştir: "Ben Ka'b'a: "Baksana, Cenâb-ı Hak, burada "onlar gece gündüz ara vermeyerek (Onu) tesbih ediyorlar" buyururken, (bir başka ayetinde de) "(Allah) melekleri elçiler kılmıştır" (fatır, 1) buyurmuştur. Bu elçilik onların tesbihlerine mâni olmaz mı? Hem sonra Cenâb-ı Hak yine, "Allah'ı, meleklerin ve bütün insanların laneti o (kâfirleredir)" (Bakara, 161) buyurmuştur. Binâenaleyh onlar, bir taraftan tesbih ile meşgul iken, öbür taraftan lanetle nasıl meşgul olabilirler?" dedim. Ka'bu'l-Ahbâr şöyle cevab verdi: "Tesbih, melekler için, tıpkı bizim nefes alıp vermemiz gibidir. Dolayısıyla nasıl bizim nefes alıp-vermemiz konuşmamızı engellemiyorsa, onların tesbihi de onları diğer isterden engellemez."

İmdi, şayet, "Bu kıyas doğru değil. Çünkü nefes alıp verme organt, konuşma organından başka olduğu için, nefes alıp-verme konuşmayı engellemez. Tesbih ve lanete gelince, bu ikisi de konuşma cinsindendir. Binâenaleyh bunların aynı anda yapılması imkansızdır" denilirse, şöyle cevab verilir: Cenâb-ı Hakk'ın, o meleklerde, kimi ile Allah'ı düşmanlarını lanetleyecekleri bir çok dil yaratmış olmasında uzak görülecek ne var? Yahut da ayetteki, ifadesinin, "Onlar, bu tesbihi uygun zamanlarında yerine getirmeye azmetmekde gevşeklik göstermezler" manasında olduğu söylenebilir. Bu tıpkı, "Falanca cemaata-câmiye devam eder. Bu hususta gevşeklik göstermez" demek gibidir. Bu sözle, o insanın hep bu işle meşgul olduğu değil, namazları hep vakitlerinde kılmaya azmetmiş olduğu manası kastedilmiştir.

Tevhid Delilleri

21

Âyetin tefsiri için bak:25

22

Âyetin tefsiri için bak:25

23

Âyetin tefsiri için bak:25

24

Âyetin tefsiri için bak:25

25

"Yoksa onlar, yerden bir takım tanrıları edindiler de, (ölüleri), onlar mı diriltecekler? Eğer gökte ve yerde Allah'dan başka tanrılar olsaydı, onların ikisi de, muhakkak ki harap olup gitmişti. Demek ki, Arşın Rabbi olan Allah, onların niteledikleri şeylerden yücedir, münezzehtir. O, yapacağından mesul olmaz Fakat onlar, mesul olurlar. O'ndan başka tanrılar edindiler (Öyle mi?). Sen (onlara) de ki: "Delillerinizi getirin. İşte benimle beraber olan müslümanların, kitabı (işte), benden evvel gelenlerin kitabı (da meydanda)". Hayır onların çoğu, hak bilmezler de, bunun için yüz çevirirler... Biz senden evvel hiç bir peygamber göndermedik ki, ona şu hakikati vahyetmiş olmayalım: "Ben'den başka hiçbir Tanrı yok. O halde, bana ibâdet edin".

Bil ki, sûrenin başından buraya kadar olan söz, nübüvvet konusunda ve suâl ve cevap gibi onunla alâkalı konular hakkındaydı. Ama, bu ayetler ise, tevhidin beyanı, Cenâb-ı Hakk'ın eşi ve benzerinin bulunmadığı hususundadır.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Yoksa onlar, yerden bir takım tanrılar edindiler de, (ölüleri), onlar mı diriltecekler?" ifadesine gelince, bununla ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Keşşaf Sahibi şöyle der: "Bu ayetin başındaki em edatı bel (daha doğrusu) anlamına gelen, munkatıa denilen (em)dir. Hemze, bazan, kendisinden önceki ifadenin idrâbını (ondan vaz geçildiğini) bazan da kendisinden sonraki ifadenin inkârını ifade eder. Bu ayette yadırganan şey, onların, yerden, Ölüleri dirilteceklerini iddia ettikleri ilâhlar edinmeleridir. Vallahi en batıl bir şey varsa o da o cansızların, ölüleri dirilteceklerini söylemektir.

Putların Diriltme Gücü Yoktur

İmdi, eğer derseniz ki: "onlar tanrılarının böyle bir şey yapacağını iddia etmedikleri niçin bunu reddetme ihtiyacı duyulmuştur? Halbuki onlar böylesi bir iddiadan çok uzakta idiler?" Çünkü onlar, Allah'ı kabul edip, O'nun, göklerin ve yerin yaratıcısı olduğunu ikrar etmelerine rağmen O'nun ölüleri dirilteceğini kabul etmeyip "Çürümüş oldukları halde, kemikleri diriltecek?" (Yasin, 78) diyorlardı. Binâenaleyh, daha nasıl, olur da, onlar bu diriltme kudretini, kudretle asla nitelenemeyen cansız varlıklar için iddia edebilirler?" bu soruya karşı ben derim ki: Onlar, o putlara ibâdetle meşgul olup, ibâdetin de mutlaka bir mükafaat bulununca, onların o putlara ibâdete yönelmeleri, o putların hasra, neşre; mükafaat ve cezaya kadir olduklarını ikrar etmiş olmalarını iktizâ etmiştir. Binâenaleyh, bu ifade, onları tahkir edip onları cehalete nisbet etmek için getirilmiştir. Yani, "Onlar, diriltip öldürmeye, zarar verip faydalı olmaya kadir olamadıklarına göre, hangi akıl onların ilâh edinilmelerini makûl görür?" demektir.

Yerdeki Putlar

Ayetteki "yerden" ifadesi, senin tıpkı, Mekkell veya Medineli birini kasdedereki demen gibidir. Çünkü o putların yere nisbet edilmesinin manası, onların, yeryüzünde kendisine tapılan putlar olduğunu bildirmektir. Çünkü ilâhlar, yersel ve göksel olmak üzere ikiye ayrılır. Ayette bahsedilen ilâhlar ile yer cinsinden olan ilâhların kastedilmiş olması mümkündür. Çünkü bu putlar, bir kısım taşlardan yontulmuş veyahutta yerdeki bazı madenlerden imâl edilmiş şeylerdir.

Üçüncü Mesele

(......) lafzının ifade ettiği incelik hususilik manasını ifade etmiştir. Buna göre, sanki, "Yoksa onlar, yerden, sadece kendilerinin yaratmaya kadir olacakları ilâhlar mı edindiler?" denilmek istenmiştir.

Dördüncü Mesele

Hasan el-Basri (Yenşurûne) şeklinde okumuştur ki, bu ikisi de, aynı manada olan değişik iki kullanıştır.

Nitekim Arapça'da "diriltme" anlamında, hem hem de denilmektedir.

Cenâb-ı Hakk'ın "Gökte ve yerde Allah'dan başka tanrılar olsaydı, onların ikisi de, muhakkak ki harap olup gitmişti" ifadesine gelince, bununla ilgili iki mesele vardır.

İllâ, İstisna için

Nahivciler şöyle demektedir: Buradaki illâ, gayr anlamındadır. Buna göre ifadenin anlamı, şayet onların idaresini üzerine alan ve onları yöneten, onların yaratıcısı olan o Tek olan Allah'dan başkası olsaydı, her ikisi de munakkak ki harap olup gitmişti" şeklinde olur. Buradaki illâ'nın istisna anlamında olması caiz değildir. Çünkü biz bunu istisna anlamına alacak olsaydık, o zaman mâna, Şayet o yer ile gökte, yanlarında Allah'ın bulunmadığı ilâhlar olsaydı, o zaman o ver ile gök, fesada uğrardı" şeklinde olurdu ki, yanlarında Allah'ın da bulunduğu ilahlar olsaydı, bir fesat meydana gelmezdi" demek olur ki, bu yanlıştır. Çünkü, şayet o yerle gökte başka izahlar bulunmuş olsaydı, beraberlerinde Allah ister bulunsun, öterse bulunmasın, fesat kaçınılmaz olurdu. Binâenaleyh bu ifadeyi istisna anlamına nıamletmek batıl olunca, kastedilenin bizim bahsettiğimiz şey olduğu sabit olmuş olur.

İki İlahın Bulunması İmkânsızdır

Kelâmcılar şöyle demişlerdir: İki ilâhın varlığını kabul etmek, imkansızlığa götürür. Binâenaleyh, iki ilâhın bulunduğunu söylemenin, imkansız olması gerekir. Biz bunun, imkânsızlığa götürdüğünü söyledik. Çünkü biz, iki ilahın varlığını varsayacak olsak, bu durumda onların herbirerlerinin, ayrı ayrı, mutlaka bütün makdûrata kadir olmaları gerekir. Şayet böyle olsaydı, o zaman onların her biri, (meselâ), Zeyd'i hareket ettirmeye ya da durdurmaya muktedir olurdu. Binâenaleyh, az onlardan birinin, Zeyd'i hareket ettirmeyi, diğerinin ise onu durdurmayı istediğini farzetsek, bu durumda, ya her ikisinin isteği yerine gelir ki bu imkansızdır; çünkü, to zıddı birleştirmek muhaldir. Veyahutta onlardan birisinin isteği yerine gelmez ki, bu da imkansızdır. Çünkü, onlardan her birinin isteğinin yerine gelmesine mani olan, diğerinin isteğidir. Binâenaleyh, berikinin isteğinin yerine gelmesinin imkânsız olması, ancak diğerinin isteğinin yerine gelmesi durumunda söz konusu olur. Veyahut ta, bunun aksi düşünülebilir. Binâenaleyh, şayet her ikisinin isteğinin de yerine gelmesi imkânsız olsa, o zaman her ikisi de aynı anda bulunmuş olurdu ki, bu imkansızdır. Veyahutta, onlardan berikinin değil de diğerinin isteği yerine gelmiş olur ki, bu da iki sebepten dolayı imkânsızdır.

a) Şayet, onlardan her biri, sonsuz kudrete sahip olsalardı, o zaman, onlardan birinin diğerinden daha muktedir olması imkânsız olurdu. Tam aksine, her ikisinin de, kudret açısından mutlaka eşit olmaları gerekir. Onlar, kudret açısından eşit olduklarındaysa, meydana gelme bakımından, birinin isteğinin diğerinin isteğinden evlâ olması imkansız olurdu. Aksi halde, mümkün olan şeyin, bir müreccihi bulunmaksızın, tercihi gerekmiş olur.

b) Onlardan birinin isteği yerine gelip, diğerininki gelmediğinde, isteği yerine gelen, kadir; gelmeyen ise, âciz olmuş olur. Acizlik ise noksanlıktır. Böyle bir şeyse, ilah (olacak varlık) için imkânsızdır. Buna göre şayet, "Bu, "fesada uğrama (bozulma) işi, onların isteklerinin farklı farklı olması halinde söz konusudur. Siz de, onların isteklerinin farklı farklı olmasının vücubiyyetini iddia etmiyorsunuz. Tam aksine, sizin iddia ettiğimiz şey, onların İsteklerinin farklı farklı olmasının mümkün olduğudur. Binâenaleyh "fesat" iradedeki farklılığa bina edilip, farklılık mümkün olup mümküne binâ edilen şey de (zorunlu değil) mümkün olunca, o zaman da fesat zorunlu değil, mümkün olmuş olur. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak daha nasıl, bu fesâtın muhakkak olacağına hükmetmiştir?" denilirse, biz deriz ki:

Buna şu iki açıdan cevâp verebiliriz:

1) Belki de, Allahü teâlâ aralarında meydana gelebilecek olan baskın çıkma duygusundan dolayı, iki hükümdarın idaresi altında bulunan halkın idaresi altında bulunan halkın fesada uğramasının muhakkak olması itibariyle, durumu zahire bina ederek, olması mümkün olanı, olması muhakkak ve kaçınılmaz olan yerine koymuştur.

2) En güçlü olan bu görüşe göre, biz bu fesadın kaçınılmazlığını, bahsetmiş olduğunun açıdan değil de başka bir açıdan izah edip de, şöyle dememizdir: Biz, iki ilâhın varlığını, varsayacak olsaydık, o zamanı onlardan her biri, "makdûratın tamamına kadir olmuş olurdu." Böylece de bu ise, bir makdûrun, aynı cihetten iki bağımsız kadirden ötürü meydana gelmesi neticesine götürürdü ki, bu imkansızdır. Çünkü fiilin failine isnadı, onun mümkün olmasından dolayıdır. Binâenaleyh, bunlardan her biri, yaratma hususunda müstakil olunca, fiil ve iş, meselâ birinci ilâh tarafından meydana geldiği için, meydana gelmesi vâcib olur. Binâenaleyh o işin, berikine isnat edilmesi o fiilin her ikisinden meydana gelmesi gerektireceğinden, imkânsız olur. Böylece de o fiilin, aynı anda, ya her ikisinden müstağni olması, veyahutta aynı anda her ikisine muhtaç olması gerekir ki, bu imkânsızdır. İşte bu, tevhid meselesinde, tam bir hüccet ve delildir.

Buna göre, şimdi biz diyoruz ki: iki ilâhın varlığını kabul etmek, o meydana gelecek şeyin, onlardan biri için imkansız olduğu neticesine götürür. Durum böyle olunca da, onun kesinlikle meydana gelmemesi gerekir. Bu durumda da, kesinlikle fesadın meydana gelmesi söz konusu olur.

Veyahutta şöyle diyebiliriz: şayet biz, iki ilâhın bulunduğunu söyleyecek olsak, bu durumda onlar, ya ittifak ederler, ya da ihtilâf. Eğer onlar, tek bir şeyde ittifak sağlayacak olurlarsa, bir tek şey, her ikisinin makdûru ve her ikisinin isteği olmuş olur. Ve böylece de, onun meydana gelmesi, her ikisiyle meydana gelmiş olur. Yok eğer, ihtiiaf ederlerse, bu durumda ya her ikisinin isteği meydana gelir, veyahut hiçbiri meydana gelmez veyahutta, onlardan birisinin isteği meydana gelir, diğerinin gelmez. Halbuki, bunların hepsi de imkansızdır. Böylece, her türlü takdire göre, fesadın kaçınılmazlığı sabit olmuş olur.

İmdi eğer, sen, "onların tek bir şey üzerinde ittifak etmeleri niçin mümkün olmasın? O zaman, ittifak olduğu için de fesat da gerekmez. Çünkü fesat ancak, onlardan herbirinin, "Bunu ben yaratacağım demesi durumunda gerekir ki işte ihtilaf budur. Ama onlardan herbiri, ayrı ayrı şeylerin yaratıcısının bizzat kendisi olmasını istediğinde, bu durumda o yaratılan şey, iki yaratıcı tarafından yaratılmış olmaz dersen, ben derim ki: Onun, onun yaratıcısı olması, ya kudret ve iradenin bizzat kendisi, ya o eserin bizzat kendisi, veyahutta bir üçüncü şey olmuş olur. Binâenaleyh, mgayet birinci ihtimal söz konusu olursa, o zaman, kudrette, irâdede ve icâdda müştereklik meydana gelmiş olur. Yok, eğer ikincisi olursa, o şeyin, onlardan birisinin irade ve kudretiyle meydana gelmesi, diğerinin irâde ve kudretiyle meydana gelmesinden daha evlâ olmaz. Çünkü onlardan herbirinin, tesir bakımından müstakil olan irâdeleri vardır. Eğer üçüncüsü, yani onun mucidinin üçüncü bir şey olması söz konusu olursa, o üçüncü şey, eğer kadim ise, onun, iradenin alanı ve sahası olması imkansız olur. Yok eğer, hadis olursa, eserin bizzat kendisi o olmuş olur. Ve böylece de bu kısım, bahsettiğimiz ikinci kısma dahil olmuş olur.

Bil ki sen, bu delâletlerin hakikatine vakıf olduğunda, ulvi ve süfli alemdeki ve mahlûk varlıkların tamamının Allah'ın birliğinin delili olduğunu, hatta ve araz namına ne varsa, her şeyin varlığının, bahsettiğimiz açılardan, tevhide tam bir delil olduğunu anlamış olursun. Bu delâlet Cenâb-ı Hakk'ın, kitabının çok yerinde zikretmiş olduğu delâlettir.

Tevhidin Diğer 14 Delili

Ki burada, Allah'ın birliğine dair olan başka deliller de bulunmaktadır:

1) En kuvvetlisi olan bu delile göre şöyle denilebilir: Biz, zâtlan gereği abu'l-vücûd olan iki varlığın bulunduğunu kabul etsek, bu durumda onların varlık bakımından müşterek olmaları gerekir. Yine onlardan herbirinin bizzat kendisi sebebiyle, (harici bir şeye ihtiyaç kalmaksızın) diğerinden ayrılması gerekir. Halbuki, kendisi sayesinde müşterekliğin sağlandığı şey, farklılığın edildiği şeyden başkadır. Böylece, onlardan herbiri, sayesinde diğerine müşterek şeylerle, yine sayesinde diğerlerinden ayrılmış olduğu şeylerden mürekkeb bir varlık olmuş olur. Halbuki, her mürekkeb varlık, cüz'üne, parçalarına muhtaçtır, iki, cüz'ü, kendisinden başkadır. O halde, her mürekkeb varlık, başkasına :açtır. Başkasına muhtaç olan her varlık da zatı gereği mümkin varlıktır. Binaenaleyh (netice itibariyle), zâtı gereği vâcibu'l-vücûd olan, zâtı gereği mümkünü'l-vücüd olmuş olur ki, bu bir "hulf'dur. O halde, vacibu'l-vücüd, sadece Allah'dır. O'nun dışında kalan her şey ise, mümkin varlıktır ve O'na muhtaçtır. Halbuki, hususunda başkasına muhtaç olan, muhdestir. O halde, Allah'ın dışında kalan şey muhdestir. Bu delili, bu ayetin tefsiri kabul etmek mümkündür. Çünkü biz, vâcibu'l-vücüd olan iki varlığın farzedilmesi halinde, onlardan hiçbirinin vâcibu'l-vücüd lyacağına; vâcibu'l-vücüd bulunmadığında da, mümkin varlıklardan hiçbirinin Artmayacağına ve bu durumda da, "fesat" in gerekli olacağına delillerle işarette sunmuştuk. Böylece, iki ilâhın bulunması halinde, bütün âlemde fesadın meydana fatoceği kesinleşmiş olur.

2) Biz, iki ilahın varlığını kabul etmemiz halinde, o zaman, onlardan herbirinin, uluhiyette diğerine müşterek olması gerekir. Bu durumda da, herhangi bir şey abebiyle onlardan herbirinin diğerinden ayırdedilmesı gerekir. Aksi halde, ikilikten Bahsedilmez. Binâenaleyh, kendisiyle farklılığın ve seçilmenin meydana geldiği şey, ya kemâl sıfatı olur, veya olmaz. Eğer bu, kemâl sıfatı olursa, bu vasfı taşımayan (taraf) kemâl vasfından uzak olmuş olur. Böylece de nakıs olur. Nakıs olan ise, ilâh olmaz. Yok eğer ulûhiyyette, bu nazar-ı dikkate alınmazsa, bununla nitelenmek vacib değildir. Böylece bu, bir tahsis ediciye muhtaç olmuş olur. O halde bu demektir ki, bununla tahsis edilmiş olan, başkasına muhtaç olmuş olur.

3) Şöyle de denilebilir: Biz iki ilâhın bulunduğunu farzetsek, o ikisi arasında mutlaka, onları birbirinden ayırdedecek bir farklılığın bulunması gerekirdi. Ancak ne var ki, bize göre, bu başkalık, ancak ya mekân, ya zaman, ya vâciu'l-vücüd olma veyahutta mümkinü'l-vücüd olma açısından meydana gelir. Bütün bunlar ise, ilâh hakkında imkânsızdır. Böylece, bir başkalığın bulunması imkansız olur.

4) İki ilâhtan birisi, âlemi idare etmede ya yeterli olur, veya olmaz. Eğer yeterli olursa, ikincisi gereksiz ve kendisine ihtiyaç duyufmayan olmuş olurdu ki, bu bir noksanlıktır. Noksan olan ise, ilâh olamaz.

5) Akıl, muhdes varlıkların bir faile muhtaç olmasını iktizâ eder. Tek bir failin bütün âlemin müdebbiri olmasında bir imkânsızlık yoktur. Ama, bu Bir'in ötesinde olması düşünülebilen fail ve müdebbirlere gelince bu hususta herhangi bir rakamla bir başka rakam arasında fark yoktur: Bu da, sonsuz sayıların meydana gelmesi neticesine götürür ki, bu imkânsızdır. O halde, birden fazla ilâhın mevcudiyetine hükmetmek, imkansızdır.

6) İki ilâhtan biri, kendisine delâlet eden başkasına delâlet etmeyen bir delili kendisine tahsis etmeye ya muktedir olabilir veya olmaz. Birincisi imkânsızdır. Çünkü yaratıcıya delâlet eden delil, ancak muhdesler ile sağlanır. Halbuki, muhdeslerin meydana gelmesinde, berikine değil de bizzat diğerine delâlet edecek delil yoktur. İkincisi de muhaldir, çünkü bu, O'nun, bizzat kendisini tanıtmaktan ve izhâr etmekten aciz olduğu sonucuna varır götürür. Hâlbuki aciz olansa ilâh olamaz.

7) İki ilâhtan biri, yaptığı işlerden herhangi birisini diğerinden gizlemeye, ya kadir olabilir veya olamaz. Eğer kadir olursa, o zaman kendisinden gizli tutulan taraf, cahil olmuş olur. Eğer kadir olamazsa, aciz olması gerek.

8) Şayet biz, iki ilahın bulunduğun farzetsek, o ikisinin kudretlerinin toplamı, yalnız başına herbirinin kudretinden daha güçlü olur. Fakat herbirinin kudreti sonludur. Toplam, sonlu olan kudretlerin katlanmış biçimidir. Binâenaleyh, hepsi de sonlu olur.

9) Sayı, bire muhtaç olduğu için, noksandır. Cinsinden noksan sayı bulunan bir ise, noksandır. Çünkü sayı, birden fazladır. Nakıs olan ise, ilâh olamaz. O halde ilahı mutlaka tektir.

10) Biz, varlığı mümkün olan bir yok farzedip, sonra da, iki ilâhın bulunduğunu varsayarak, bu durumda eğer onlardan birisi, o varlığı mümkün olan yok'u yaratamazsa, o zaman onlardan her biri aciz olmuş olur. Aciz olan ise, ilâh olamaz.

Eğer onlardan biri kadir olsa, diğeri olamasa, kadir olan, ilâh olur. Eğer her ikisi de feftdir olursa, bu durumda onlar onu, ya yardımlaşarak var etmişlerdir; bu durumda bu da demektir ki, onlardan her biri diğerinin yardımına muhtaç olmuşlardır. Yok, eğer onlardan her biri yalnız başına onu icâd etmeye kadir olup, onlardan birisi de onu icâd ettiğinde, bu durumda ikincisi, onun icâd etmeye kadir olmaya devam eder ki bu imkânsızdır. Çünkü, mevcut olanı yeniden icad etmek (var etmek) imkansızdır. Eğer beriki, onu icada kadir olmayı sürdüremezse, bu durumda birincisi, ikincisinin kudretini silmiş ve onu acze düşürmüş olur; böylece de onun tasarrufu altında ezilmiş olur. Dolayısıyla da ilâh olamaz. Bu durumda, şayet, "Bir, yaratacağı şeyi icad ettiğinde, kudreti ondan zâil olur. Bu durumda da, sizin, onun aciz olduğunu eniz gerekir" denilirse, biz deriz ki: Bir o yaratacağı şeyi yarattığında, kudreti etkili olmuş, ona kudreti intikâl etmiştir. Kudretin geçmesi ise acizlik olamaz. Ama olana gelince, onun kudreti etkili olduğunuda, ortağı için, kesinlikle kudret kalmaz. Tam aksine, birincinin kudretinden dolayı onun kudreti zail olmuş olur. Ve bu karşı tarafı acze düşürme olmuş olur.

11) Biz bu delili bir başka şekilde de şöyle ifade edebiliriz: Belli bir cisim ele alıp diyelim ki: O iki ilâhtan birisi, o cisimde hareketi, diğeri ise sükunu; ya da, bunun aksini yapmaya kadir olabilir mi? Eğer kadir olamazlarsa, aciz olurlar. Eğer kadir olurlarsa, bu durumda delili biz şu noktaya yöneltiriz: Onlardan biri, o cisimde hareketi yarattığında, ikincisinin, onda sükunu yaratması imkânsız olur. Bu durumda birincisi, reisinin kudretini silmiş ve onu acze düşürmüş olur. Böylece de o, ilâh olamaz. ıklama biçimi her ikisini kudretine nazaran, acziyyet'ı ifade ederler. Birinci izah da, her ikisinin iradesine nisbetle acziyyeti ifade ederler.

12) İki ilâh da bütün malûmatı bildiklerinde, o zaman her birinin ilmi, bizzat içerinin ilmi olmuş olur. Böylece de, iki ilmin denk olması gerekir, iki denklikten birisini kabul eden zât, diğer denkliği de kabul eder. O halde, bunlardan herbirine, aedel yoluyla, diğeriyle de vasıflanması mümkün iken, o sıfatın tahsis edilmesi, bunların herbirine ilmi ve kudreti, sayesinde bu vasfı tahsis eden bir muhassisin masını gerektirir. Böylece de bunların herbiri fakir, muhtaç ve noksan bir mahlûk olur.

13) Bu âlemde ortaklık, kusur ve noksanlık, tek başına bulunma, kendine yetmese mükemmelik kabul edilir. Nitekim biz bu âlemde kıratların o basit ve sonlu hâkimiyetleri hususunda, ortaklıktan alabildiğince uzak durduklarını görmekteyiz. Yine biz, hükümdarın, iktidarı ne kadar büyük olursa, ortaklıktan nefret etmesinin de o kadar büyük olduğunu müşahede ediyoruz. O halde, Aziz ve Celil olan Allah'ın mülkü ve melekûtu hakkındaki kanaatin nasıl olabilir? Binâenaleyh, onlardan birisi, bu melikliği sadece kendisine tahsis etmek istese ve bunu da yapsa, yapamayan, fakir ve aciz olmuş olur ki, böylece de ilâh olamaz. Bunu yapamasa, o zaman son derece üzülür ve nefret duygusu içinde olur ki, yine ilâh olamaz.

14) Biz, iki ilâhın bulunduğunu farzetsek, bu durumda onlardan herbiri, ya diğerine muhtaç olur veyahut herbiri diğerinden müstağni bulunur muhtaç olmaz, veyahutta, onlardan biri diğerine muhtaç olurken, diğeri ona muhtaç olmaz. Bu durumda sen bak, eğer birincisi olursa, herbiri de noksan olmuş olur. Çünkü muhtaç olan noksandır, "Eğer ikincisi olursa, onlardan herbiri, kendisine ihtiyaç duyulmayan şeyler olmuş olurlar. Kendisine ihtiyaç hissedilmeyen şeyde noksandır. Baksana, bir beldenin bir başkası ve yöneticisi olsa, o beldenin halkı da, o başkana müracaat etmeyip ona iltifat etmeksizin kendi işlerini yapsalar, o başkan, eksik ve noksan kabul edilir. Halbu ki ilâh olan, kendisinden istifade edilen ve, kendisinden müstağni olunamayandı. Eğer onlardan birisi, aksi düşünülmeksizin diğerine muhtaç olursa, muhtaç olan herkes kendisine muhtaç olunan ise, ilâh olmuş olur. Bil ki, bütün bu izahlar ikna etmeye yönelik ve zannî ilahlardır. Esas olan ise, önceki ilahlardır.

Tevhidin Nakli Delilleri

Bu konudaki nakli delillere gelince, bunlar pekçok çeşittir:

1) Cenâb-ı Hakk'ın, "O, hem evveldir, hem ahirdir, hem zahirdir, hem batındır" (Hadid.3) ayetidir, "Evvel", ilk tekdir. İşte bundan dolayı hür kimse, "Satın aldığım ilk köle hürdür" dese ve iki köte birden satın alsa, yeminini bozmuş olmaz. Çünkü "ilklik"in şartı, tek olmaktır. Halbuki, köleler tek değildir. Binâenaleyh, bundan sonra da bir köle daha satın alsa, yine sözünü bozmuş olmaz. Çünkü, tekliğin şartı, ilk olmaktır. Halbuki bu köle ilk değildir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak Kendisi'ni "ilk" olmakla vasfedince, O'nun ilk-tek olması gerekir. Böylece de O'nu ortağının bulunmaması gerekir

2) Cenâb-ı Hakk'ın, "Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. Kendisinden başkası bunları bilemez" (Enam,59) ayetidir. Binâenaleyh bu ayet, O'nun dışında, gaybi bilen başka bir kimsenin olmamasını gerektirir. Şayet O'nun ortağı olsaydı, o da gaybı bilirdi. Halbuki bu durum, bu ayetin ifade ettiğinin aksinedir.

3) Allahü teâlâ, kitabı Kur'ân-ı Kerimin otuzyedi yerinde, "Lâ ilahe illâ hû" "O'ndan başka Tanrı yoktur" ifadesini açıkça zikretmiş, pekçok yerinde de, "Sizin ilâhınız, tek bir olan ilâhtır"(Bakara. 163) "De ki Allah birdir" (ihlas, 1) ayetlerinde de olduğu gibi, vahdâniyyetini açıkça belirtmiştir ki, bütün bunlar, bu konuda sarih beyanlardır.

4) Cenâb-ı Hakk'ın, "O'nun zâtı hariç, her şey yok olacaktır" (Kasas, 88) ayetidir. Allah, Kendisi dışında kalan herşeyin helak olacağını söylemiştir. Var olduktan sonra yok olan, kadîm olamaz. Kadim olmayan ise, ilâh olamaz.

5) "Eğer gökte ve yerde Allah'dan başka Tanrılar olsaydı, onların ikisi de muhakkak ki harap olup gitmişti" (Enbiyâ.22) ayetidir. Bu Cenâb-ı Hakk'ın, "... bir kısım, bir kısmına gaiib gelirdi" (Muminun, 91) ve "... o zaman onlar arşın sahibine elbet bir yol ararlardı" (isra, 42) ayetleri gibidir.

6) "Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa onu Kendinden başka hiçbir açıcı ve giderici yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse O'nun fazlını geri çevirici hiçbir (kuvvet) de yoktur" (yunus, 107) ayetidir. Cenâb-ı Hak bir başka ayetinde de, "De ki: O halde bana haber verin: Allah bana herhangi bir zarar dilerse, sizin Allah'ı bırakıp da andıklarınız O'nun bu zararını giderebilirler mi? Yahut bana bir rahmet dilerse, onlar O'nun bu rahmetini tutabilirler mi?" (Zümer, 38) buyurmuştu.

7) "Bana haber verin: Eğer Allah kulağınızı, gözlerinizi alırsa, kalblerinizin üstüne bir de mühür vurursa, Allah'dan başka onları size getirecek tanrı kimdir" (Enam, 46) ayetidir. Buradaki nasr, Cenâb-ı Hakk'ın bir ortağının olmadığını gösterir.

8) "Allah, her şeyin yaratıcısıdır" (Ra'd, 16) ayetidir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın şayet bir ortağı bulunmuş olsaydı, o Hakk, (yaratıcı) olamazdı. Böylece de, bu ayetin bir manası olmazdı.

Peygamberlerin doğruluğunu bitmeye bağlı olmayan her meselenin nakil yoluyla isbatı mümkündür. Fakat vahdaniyeti bilmek ise, peygamberlerin doğruluğunu bimeye bağlı değildir. Dolayısıyla, onu nakli delillerle isbatlamak mümkündür.

Bil ki, "temânu" delilini tenkid edenler, ayeti şu şekilde tefsir etmişlerdir. "Şayet gökte ve yerde, putperestlerin ilah olduğunu iddia ettiği başka ilâhlar olsaydı, o zaman âlemin fesada uğraması gerekirdi. Çünkü bunlar, âlemi idare edemeyen, cansız varlıklardır. Binâenaleyh, böylece âlemin fesadı gerekmiş olurdu." Bu görüşte olanlar, bu açıklamanın daha uygun olduğunu söyleyerek şöyle demişlerdir: "Çünkü Allahü teâlâ, ilk önce onların, "Yoksa onlar, yerden bir takım tanrılar edindiler de, (ölüleri), onlar mı diriltecekler?" şeklindeki sözlerini nakletmiş, sonra da bunun yanlışlığına oair delil getirmiştir. Binâenaleyh, delilin bu hususa tahsis edilmiş olması gerekir. Muvaffakiyet Allah'tandır.

Taklidden Tahkike Geçmenin Lüzumu

Cenâb-ı Hakk'ın "Demek ki, Arşın Rabbi olan Allah, onların niteleyecekleri şeylerden yücedir, münezzehtir" ifadesine gelince, bununla ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Cenâb-ı Hak (c.c) Kendi vahdaniyyetine dair kesin deliller getirince, bununda akabinde, "Arşın Rabbi olan Allah. onların niteleyecekleri şeylerden yücedir, münezzehtir" buyurmuştu. Yani, "O, işte bu delillerden dolayı, onların, "O'nunla birlikte başka ilâh da vardır" demelerinden münezzeh ve yücedir. İşte, (ayetin bu tertibi), Cenâb-ı Hakk'ı tenzihle meşgul olmanın, O'nun her şeyden münezzeh olduğuna dair delil getirdikten sonra ancak faydalı olacağına ve, taklid yolunun terkedilmesi gereken bir yol olduğuna dikkat çekmektedir.

İkinci Mesele

Birisi, "Cenâb-ı Hakk'ın, "Arşın Rabbi olan Allah, onların niteleyecekleri şeylerden yücedir, münezzehtir" ifadesinin ne faydası vardır? O, niçin "Allah, onların niteleyecekleri şeylerden yücedir, münezzehtir" ifadesiyle yetinmemiştir?" diyebilir.

Buna şu şekilde cevap veririz. Bu münazara, aslında putperestlere karşı yapılmış olan bir münazaradır. Ancak ne var ki, Cenâb-ı Hakk'ın öne sürdüğü bu delil, bütün muhalifleri içine alan bir delildir. Daha sonra, Cenâb-ı Hak, bu genel delili zikrettikten sonra, put perestlere has olan şu inceliğe dikkat çekmiştir: O da şudur: Nasıl olur da aklı olan insan, akledemeyen ve hissedemeyen bir cansızı, büyük olan Arşın yaratıcısı; göklerin ve yerin halikı; nûr, zulmet, Levh-i mahfuz, kalem, cansızlar, bitkiler ve bütün canlı türlerinin müdebbiri olan Zâta, ulûhiyyet vasfında ortak kılabilir?

Sorumsuz Olan Yalnız Allah'dır

Cenâb-ı Hakk'ın, "O, yapacağından mesul olmaz. Fakat onlar, mesul olurlar" ifadesine gelince, bil ki, bu ifade şu iki hususu ihtiva eder:

a) Allahü teâlâ. yaptığı herhangi bir şeyden sorumlu tutulamaz ve O'na, "Niçin yaptın?" denilemez.

b) Mahlûkatın tamamı, yaptıklarından sorumludurlar. Birincisine gelince, bu hususta iki mesele vardır:

Önceki Ayetlerle Münasebet

Bu ayetin, kendinden önceki ifadelerle münasebeti şu şekilde yapılabilir: Allah'a ortak koşanların dayanağı, Allah'ın fiilleri hususunda, "Niçin?" denilebilmesini ileri sürmeleridir. Bu böyledir. Çünkü Seneviyye ve Mecûsi'ler, Allah'a ortak koşan kimselerdir. Onlar şöyle derler: "Bu alemde biz, hayır-şer, lezzet-elem, hayat-ölüm, sıhhat-hastalık, zenginlik-fakirlik gibi şeyler görmekteyiz. Halbuki, hayrı yapan hayırlı; şerrin faili de şerlidir. Tek bir failin, aynı anda hem hayırlı hem de şerli olması imkânsızdır. Binâenaleyh, biri hayrın, diğeri de şerrin faili olabilmesi için, mutlaka iki failin bulunması gerekir." İleri sürülen bu şüphenin neticesi şuna varıp dayanır: "Alemin müdebbiri şayet tek olsaydı, şuna hayat, sıhhat, zenginliği, berikine ölümü, acıyı ve fakirliği tahsis edemezdi." Bunun neticesi de, Allah'ın fiilleri hususunda, "niçinlik, sebep" aramaya varıp dayanır. Allah'ın ortakları bulunduğunu söyleyenlerin işi, Allah'ın fiilleri hususunda sebep ve nedensellik aramaya varıp dayanınca, pek yerinde olarak, Cenâb-ı Hak, Kendi birliğine dair olan delili zikrettikten sonra, Allah'ın ortakları olduğunu ileri sürenlerin şüphesine cevap verme hususunda işte bu asıl nükteyi getirmiştir. Çünkü, münazarada en güzel sıra ve tertip, ise neticeyi ve gayeyi isbatlayan delilleri zikretmekle başlayıp, daha sonra da, karşı tarafın şüphelerine cevap teşkil edecek şeyleri getirmektir.

İkinci Mesele

Bu mesele, Hak teâlâ'nın yaptığından sorumlu olmayacağına dair deliller getirme hakkındadır:

Bu Hususta Ehl-i Sünnetin Delilleri

Ehl-i sünnet bu hususta pekçok biçimde istidlalde bulunmuşlardır:

1) Şayet her şey, bir sebebe bağlanmış olsaydı, o zaman, o sebebin sebep olması da, diğer bir sebebe bağlanmış olurdu ve böylece de, teselsül gerekirdi. Binâenaleyh, bir teselsülü sona erdirme hususunda mutlaka, sebepten müstağni ve münezzeh yan bir şeye varıp dayanmak gerekir Buna ise, Cenâb-ı Hakk'ın zât ve sıfatları, herşeyden daha çok layıktır. O'nun zâtı, bir müessir ve sebebe muhtaç olmaktan münezzeh olduğu gibi, sıfattan da, bir mûcid ve muhassise muhtaç olmaktan münezzeh olduğu gibi, aynen bunun gibi, O'nun fail oluşu da, bir mücib (gerektirici, zorunlu kılıcı) ve müessire varıp dayanmaktan münezzehdir.

2) O'nun fail oluşu, şayet bir sebebe bağlı olmuş olsaydı, o sebep, ya vâcib ya de mümkin olurdu. Eğer vâcib olsaydı, sebebin vâcib olmasından, O'nun fail olmasının vacib olması gerekirdi. Bu durumda da, Cenâb-ı Hak, Fail-i Muhtar değil, o Mûcib bizzât (zorunlu olarak, otomatik olarak yapan) olurdu. Eğer mümkün olsaydı, o sebep, Allah'ın bir fiili oturdu. Dolayısıyla, O'nun, o illetin faili oluşu, başka bir illete muhtaç olurdu. Ve böylece de teselsül gerekirdi ki, teselsül imkânsızdır.

3) Cenâb-ı Hakk'ın, âlemin faili olmasının illet ve sebebi, eğer kadîm ise, o zaman, Cenâb-ı Hak'ın bu âlemin faili olması gerekir. Böylece, âlemin de kadîm olması gerekir. Bu illet eğer muhdes ise, başka bir illete muhtaç olur. Böylece de teselsül gerekir.

4) Herhangi bir maksada mebnî olarak bir iş yapan kimse, O maksadını ya bir vasıta bulunmaksızın gerçekleştirebilir, ya da bunu gerçekleştiremez. Eğer, bunu vasıta olmaksızın gerçekleştirebilirse, O zaman o vasıta, boşuna olmuş olur. Eğer gerçekleştiremezse, o zaman da aciz olmuş olur. Halbuki Allah'ın aciz olması imkansızdır. Ama bizim aciz olmamız imkansız değildir. İşte bundan dolayı bizim "ilerimiz çeşitli gaye ve maksatlara mebnidir. Hâlbuki bütün bunlar, Allah hakkında mkansızdır.

5) Şayet, Cenâb-ı Hakk'ın fiili bir maksada mebni olsaydı, bu gaye ve maksat, ya Allah'ın Kendisine, ya da kullarına yönelik olmuş olurdu. Birincisi imkânsızdır. Çünkü o, bir fayda elde etmekten ya da kendisine bir zararın dokunmasından münezzehdir. Bu temelsiz olunca, bu maksadın mutlaka kullarına yönelik olması gerekir. Kullarının gaye ve maksatları ise, lezzetler elde etmek ve elemlerden kaçınmaktır. Halbuki Allahü teâlâ, bütün bunları vastta olmaksızın yar-.îmaya kadirdir. Durum böyle olunca, Cenâb-ı Hakk'ın, herhangi bir şeyden dolayı bir şey, yaratması düşünülemez.

6) Cenâb-ı Hak şayet, herhangi bir şeyi herhangi bir maksattan dolayı yaratmış olsaydı, Kendisine nisbette o şeyin varlığı ile yokluğu, ya eşit olurdu veya olmazdı. Eğer eşit olsaydı, onun bir gaye ve maksat olması imkansız olurdu. Eğer eşit olmasaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın, zâtı gereği noksan ve başkasıyla mükemmelleşen bir varlık olması gerekirdi ki, bu olamaz, imkânsızdır.

İmdi, şayet sen, "O gayenin varlığı ile yokluğu, her ne kadar O'na nisbetle müsavi ise de, kullarına nisbetle varlığı yokluğundan daha evlâdır" dersen, biz deriz ki: Kulları için, evlâ oluşu meydana getirmek veya getirmemek, Kendisine nisbetle ya eşit olur, ya da olmaz. Böylece de önceki taksim yeniden sözkonusu olur.

7) Mevcut olan, ya Cenâb-ı Hakk'ın (c.c) Kendisidir, veyahutta O'nun mülkü ve milkidir. Kendi mülkünde ve milkinde tasarruf eden kimseye de, "Bunu niçin yaptın?" denilemez.

8) Bir kimse başkasına, "Bunu niçin yaptın?" dese, bu soru, ancak soran kimsenin kendisine soru sorulanı o fiilden men etmeye kadir olduğu zaman yerinde bir iş olur. Binâenaleyh, bu sorunun, kulları tarafından Allah'a yöneltilmesi imkânsızdır. Çünkü Cenâb-ı Hak istediği herhangi bir fiili yaptığında, kulu O'nu o fiilden naşı menedebilir? Kul, Allah'ı ya ceza ile yahut elemle tehdid ederek bunu yapmak isteyecektir, ama bu Allah hakkında imkansızdır. Yahut da zemmedilmeye müstehak olma, hikmet dışı kalma ve, mu'tezile'nin dediği gibi, sefihlikle (akılsızlıkla) tavsif ederek tehdid edecektir ki bu da imkansızdır. Çünkü Allahü teâlâ'nın medhe müstehak oluşu, hikmet ve celâl sıfatları ile muttasıf oluşu, O'nun zâtı gereği olan şeylerdir. "Zâtı gereği olan şeyin ise, hârici ve arızî (sonradan) sıfatların değişmesi ile değişmesi imkânsızdır.

Bütün bu izahlarla, Allah'ın fiilleri hakkında, O'na "Bunu niçin yaptın?" denilemeyeceği sabit olur. Çünkü herşey O'nun fiilidir. O'nun fiillerinin de (zorlayıcı, gerektirici bir).illeti yoktur.

Mu'tezile de Allahü teâlâ'ya, "Bu fiili niçin yaptın?" denilemeyeceğini kabul etmişlerdir. Ama bunu başka bir asla (prensibe) bağlamışlardır. O prensib de şudur: Allahü teâlâ, kötülük (ve çirkinliklerin), kötü olduğunu bilir. O, kendisinin bütün bunlardan (kötülüklerden), müstağni (ve uzak) olduğunu da bilir. Böyle olan bir zâtın, "kabin" (çirkin) ve şer (kötü) olan şeyi yapması imkansızdır. Biz bunun böyle olduğunu anladığımızda, kısaca, Allahü teâlâ'nın yaptığı herşeyin hikmet ve doğru olduğunu anlamış oluruz. Bu da böyle olunca kulun, Allah hakkında "Bunu niçin yaptın?" demesi caiz olmaz.

Mahluklar İse Sorumludurlar

İkincisine gelince, yani Hak teâlâ'nın "Fakat onlar mesul olurlar" ifadesine gelince, bu mükelleflerin yaptıkları şeylerden mes'ûl olduklarını gösterir. Bu ifade ile ilgili iki mesele vardır:

Mükellefiyeti Aklen Reddedenlere Cevap

Bu mes'ûliyetle ilgili söz, ya aklen mümkin olup olmadığı, yahut naklen vaki olup olmadığı şeklindedir. Bunun aklen mümkün olması hususundaki ihtilafı mükellefiyeti hiç kabul etmeyenlerledir. Mükellefiyeti kabul etmeyenler görüşlerine şu delilleri getirmişlerdir:

1) Kula yapılan teklif, ya o işi yapmaya veya yapmamaya götüren sebebler ne denk olarak olur, yahut bunlardan bir taraf diğer tarafa ağır basar olduğu olur. Birinci ihtimal imkânsızdır. Çünkü yapma ve yapmama tarafındaki sebebler birbirine denk iken, bir tarafı tercih etmek imkânsız olur. Tercih yapmama durumunda, tercih yapmayı teklif etmek, (kulu bununla mükellef tutmak), imkansız olanı teklif etmek olur. İkinci ihtimal de imkansızdır. Çünkü bir tarafın diğer tarafa baskın çıktığı bir durumda, baskın çıkan tarafın meydana gelmesi, vacib hafif tarafın meydana gelmesi imkansız olur. Meydana gelmesi vâcib olan şeyi meydana getirmeyi teklif etmek abes; meydana gelmesi imkansız olanı meydana getirmeyi teklif de "teklif-i mâ-lâ yutak" (güç yetirilemez şeyi teklif)tir.

2) Allahü teâlâ'nın, meydana geleceğini bildiği bir şeyin meydana gelmesi vâcibtir (zorunludur). Binâenaleyh böyle bir şeyi teklif etmek (zaten meydana geleceği için) abes olur. Allahü teâlâ'nın, meydana gelmeyeceğini bildiği herbir şeyin de, meydana gelmesi imkansızdır. Binâenaleyh bunu teklif etmek ise, "teklif-i mâla yutak" olur.

3) Kulun mes'ûl tutulması, ya bir faydadan dolayıdır, yahut böyle değildir. Eğer bu bir faydadan ötürü ise, bu durumda eğer o Cenâb-ı Hakk için olan bir fayda olursa, muhtaç bir varlık olmuş olur. Halbuki O'nun böyle olması imkansızdır. Yok eğer bu fayda kul için ise, bu da imkansızdır. Çünkü kulu mes'ul tutmak, eğer ona neticede tor ceza vermeye sebeb olursa, bu kulun faydasına değil, aksine zararına olmuş olur. Yok eğer bunda hiçbir fayda yok ise, o zaman bu abes olur. Halbuki abes, Hakim için caiz değildir. Hatta bu bir zarara uğratma olur. Böyle olması da Rahim Allah için düşünülemez.

Bu delillere şu iki açıdan cevab verilir:

1) Sizin, mükellefiyetin olmadığını isbata yönelik bu şüpheleri ortaya atmaktan maksadınız, bizim de mükellefiyetin bulunmadığını söylememizi ve kabul etmemizi temin etmek ise, o zaman siz bizi, mükellefiyetin olmadığını kabul etmekle mükellef tutmuş olursunuz ki bu bir çelişkidir.

2) Sizin, bu şüphelerdeki ifadeleriniz, "Mükellefiyetlerin tamamı, "teklif-i mâla yutak"dır. Binâenaleyh hakim olanın, kullarına bunu yüklemesi caiz değildir" şeklindeki tek düşüncenize dayanır. Dolayısıyla da bu şüphelerinizin neticesi, Cenâb-ı Hakk'a, "Kullarını niçin mükellef tuttun?" denilmesini gerektirir. Fakat biz Hak Sübhânehû ve Teâlâ'nın, "O yapacağından mes'ul olmaz. Fakat onlar (insanlar), mes'ûl olurlar" olduğunu beyân ettik. Binâenaleyh bununla, Cenâb-ı Hakk'ın, "O yapacağından mes'ul olmaz" ayetinin, "Fakat onlar mes'ul olurlar" ifadesinin bir aslı ve temeli gibi olduğu ortaya çıkar. Bu sebeble, Kur'ân ilminin sırlarından bir nebzesine vâkıf olmak için, bu enteresan incelik üzerinde iyi düşün.

Mükellefliğin Nakli Olarak Bildirilmesi

Mükellefiyetin naklen bildirilişine gelince, bu hususta birisi şöyle.diyebilir: "Hak teâlâ'nın, "Fakat onlar mes'ul olurlar" ifadesi, her ne kadar Allah'ın "Rabbine yemin olsun ki, muhakkak onların hepsini hesaba çekeceğim" (Hicr, 92) ve "Onları durdurun. Çünkü onlar hesaba çekilecek" (Saffat, 24) ayetleri ile desteklense bile, "O gün ne bir insan, ne de bir cin hesaba çekilmez, mes'ûl olmaz" (Rahman, 39) ayeti ile çekişir, müşkillik arzeder. Buna şu şekilde cevap verilir: Kıyamet, uzun bir gündür ve o günde pek çok duraklar vardır. Binâenaleyh bu çelişkiyi izah için, olumlu ve olumsuz olanları (yani sorulma ve sorulmama durumlarını) ayrı ayrı duraklara hamletmek gerekir.

İkinci Mesele

Mu'tezile şöyle der: "Bu hususta şu izahlar yapılabilir:

1) Allahü teâlâ eğer, hüsün ve kubûh'un (iyi ve kötünün) yaratıcısı olsaydı, yaptığı şeylerden dolayı mes'ûl olması gerekirdi. Hatta zemmi gerektiren fiili yapmasından dolayı zemmedilmesi, övgüyü gerektiren fiili yapmasından dolayı da medhedilmesi gerekirdi.

2) Allah'ın, Kendisi dışında hiçbir fail (yaratıcı) olmadığını söylediğimiz takdirde, yaptıklarından mes'ûl olmaması gerekirdi.

3) İnsanlar için (kendi yarattıkları bir amel) olmadığı takdirde, onların amellerinden mes'ul tutulmaları caiz değildir.

4) Cenâb-ı Hakk'ın yarattığının söylenmesi durumunda, insanların, fiillerinden dönmeleri mümkün değildir.

5) Allahü teâlâ, kitabı Kur'ân'ın pekçok yerinde, kullarının Kendine karşı getirecekleri delilleri kabul edeceğini açıkça bildirmiştir. Mesela, (Biz) peygamberleri müjdeciler ve (azab) habercileri olarak (gönderdik). Tâ ki peygamberlerden sonra insanların, Allah'a karşı bir hüccetleri olmasın (kalmasın)" (Nisa. 165) buyurmuştur. Bu ayet, insanların eğer kendilerine peygamber gönderilmez ise, Allah'a karşı hüccet getirebileceklerini gösterir. Yine Cenâb-ı Hak, "Eğer onları daha evvel azabla helak etmiş olsaydık, muhakkak diyeceklerdi ki, "Ey Rabbimiz. bize bir peygamber göndermeli değil miydin? O zaman biz şu zillete ve rüsvaylığa uğramadan evvel ayetlerine tâbi olurduk"(Ta-hâ, 134) buyurmuştur. Kur'ân'da bunların benzeri ayetler çok olup, hepsi de kulun Allah'a karşı hüccetinin olabileceğini gösterir.

6) Sümâme şöyle der: "Kıyamet günü kul, bir durakta beklerken, Allahü teâlâ ona, "seni Bana isyan etmeye sevkeden nedir?" der. Kul da, Cebriye inancı çerçevesinde, "Ya Rabbi, beni sen kâfir olarak yarattın, bana gücümün yetmediği (yapamayacağım) şeyleri emrettin. Dolayısıyla bu benimle, emrettiklerin arasına girdin (beni engelledin) der. Bu kimsenin, cebriye mezhebine göre, doğru söylediğinde şüphe yok. Cenâb-ı Hak, "Bu, doğrulara doğruluklarının fayda verdiği bir gündür" Mâide, ıi9) buyurur. Binâenleyh bu kimseye, bu sözünün bir fayda sağlaması gerekir. Bunun üzerine Sümâme'ye, "Onun böyle söylemesine kim fırsat verir ki?" denildiğinde, Sümâme: "Eğer Allah, onu konuşmaktan ve hüccet getirmekten menederse, onu gerekçesi bulunan, haklı bir savunma imkânından mahrum bırakmış olmaz mı? Bu ise, alabildiğine (haksız) bir menedişdir" dedi. Bütün bu izahlara, "Bunlar dâi ve ilim meselesi ile reddedilir" diye cevab verilir. Ayrıca, biraz önce sıraladığımız o sekiz izah da, Allah'ın fiil ve hükümlerinin "niçin"liğini araştırıp sormanın imkansız olduğunu beyân eder.

Hak teâlâ "Ondan başka tanrılar edindiler (öyle mi?) Sen (onlara) de ki: "Delillerinizi getirin " buyurmuştur. Bil ki Hak teâlâ, onların küfre düşüşlerinin, çok hayret edilecek birşey olduğunu belirtmek için, tekrar "O'ndan başka tanrılar edindiler (öyle mi?)" buyurmuştur. Bu, "Siz, Allah'ın ortaklan olduğunu iddia ediyorsunuz. Öyle ise haydi bu husustaki, aklî veya naklî delillerinizi getirin" demektir. Çünkü Allahü teâlâ, önce Kendisinin birliğine dâir delillerini zikredip, sonra birden fazla ilah olduğunu söyleyenlerin şüphelerini ber taraf edecek temel prensipleri ortaya koyunca, üçüncü olarak şüphelerini zikredip onları hesaba çekmeye başlamıştır.

Tarih Boyunca Tevhid Ehli

Hak teâlâ'nın "hte bu, benimle beraber olan (müslümanların) zikri ve benden öncekilerin zikridir" ifadesi ile ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu mesele, ifadenin tefsiri hususûndadır. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:

1) "Bu, benimle beraber olanların zikridir" ifadesi, "Bu Kur'ân benimle beraber olan müslümanlara indirilen kitabtır" demek; "Benden öncekilerin zikridir" ifadesi de, "Benden önce geçen peygamberlere indirilen kitabtır. Bu kitabtar, Tevrat, İncil, Zebur ve Suhuf'lar olup, bunların herbirinde Allah'ın size, Allah dışında ilah edinmenize müsade ettiği gibi birşey yer almamış, aksine hepsinde de, "ilah benim Benden başka ilah yoktur. Sadece Ben varım" ifadesi yer almıştır" demektir. Bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, bu ayetten sonraki, "Biz senden evvel hiçbir peygamber göndermedik ki, ona şu hakikati vahyetmiş olmayalım: "Benden başka hiçbir tanrı yok. O halde. Bana ibadet edin" ifadesinde olduğu gibidir. Bu, İbn Abbas'ın görüşü olup, Kaffâl ve Zeccâc'ın tercihidir.

2) Sa'id b. Cübeyr, Kâtâde, Mukâtil ve Süddi nin görüşüne göre, ayetteki "Benden öncekilerin zikridir" ifadesi de, Kür'ân ile alakalıdır. Çünkü Kur'ân-ı Kerim, Ümmet-i Muhammed'in çeşitli hallerini zikrettiği gibi, geçmiş ümmetlerin hallerini de zikreder.

3) Kaffâl şu izahı yapar: "Bu, "onlara de ki: Size getirdiğim bu kitab, hem bana muhalif, hem de bana muvafık kimselerin hallerini anlattığı, zikrettiği gibi, benden önceki (peygamberlere) muhalif ve muvafıkların hallerini de zikretmektedir. Binâenaleyh kendiniz için (bir tarafı) seçin" demektir. Sanki bundan murad, tehdid-i ilâhidir.

İkinci Mesele

Keşşaf Sahibi buradaki "zikr" kelimesinin tenvin ile (......) şeklinde okunduğunu, edatlarının "zikr" masdarlarının (mefûlü olarak) mahallen mansub olduklarını ve bunun tıpkı (Beled, 14) ayetindeki gibi olduğunu, bu şekildeki kıraatin asıl olduğunu; izafet şeklindeki okunuşun da, masdarın, mefûlüne muzaf kılınışı, kabilinden olduğunu; bunun da (Rum, 3) ayetindeki gibi olduğunu söylemiştir. Yine bu kıraata göre, ayetteki men edatlarının, miminin, izâfetsiz olarak kesre ile min şeklinde de okunmuştur. Halbuki üzerine harf-i cerrin getirilmesi, garibtir. Bu husustaki mazeret, onun bir isim olup, tıpkı (......) ve (......) gibi bir zarf oluşudur. Binâenaleyh min harf-i cerrinin diğerlerine getirilmesi gibi, bunun üzerine de min gelmiştir. Bu ifade, şeklinde de okunmuştur.

Haktan Yüz Çevirenler

Cenâb-ı Hakk'ın "Hayır onların çoğu, hakkı bilmezler de, bunun için yüz çevirirler" ifadesi ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Allahü teâlâ, birliğinin delillerini zikredip, o kâfirlerden, iddialarının delillerini getirmelerini isteyip, onların ne aklî, ne de naklî hiçbir delillerinin bulunmadığını beyan edince, bundan sonra, onların bu sapık inançlara düşüşlerinin, kendilerini bunlara sevkeden bir delilden ötürü olmayıp, aksine kendilerindeki bütün şer ve fesadın temeli olan şeyden, yani cehaletten dolayı olduğunu, sonra hakkı dinlemek ve onu araştırmaktan yüz çevirişlerinin de bu cehalete dayandığını beyan etmiştir.

İkinci Mesele

Keşşaf Sahibi şöyle der: "Ayetteki "hak" kelimesi, sebeb ile müsebbeb (netice) arasına bir te'kidin girmesi açısından ref ile de okunmuştur. Buna göre mana, "onların cehaletleri sebebiyle yüz çevirişleri, batıl değil normaldir" şeklinde olur.

Cenâb-ı Hakk'ın "Biz senden evvel hiçbir peygamber göndermedik ki ona şu hakikati vahyetmiş olmayalım: "Ben'den başka hiçbir tanrı yok. O halde, bana ibadet edin" emrine gelince bil ki, bu ifadedeki "vahy" kelimesinin yûhî (Allah vahyeder) nûht (Biz-Allah-vahyederiz) şekillerinde okunuşu iki meşhur kıraattir. Bu ayet, tevhidi anlatan ayetlerden olduğu için, daha önce izah edilmişti.

Allah'ın Evladı Olmaz

26

Âyetin tefsiri için bak:29

27

Âyetin tefsiri için bak:29

28

Âyetin tefsiri için bak:29

29

"(Onlar) "Rahman, evlad edindi" dediler Halbuki O'nun şânı bundan yücedir. Hayır onlar, ikrama mazhar edilmiş kullardır. Bunlar, sözde asla O'nun önüne geçemezler. Bunlar O'nun emirleriyle hareket ederler, önlerindekini de, arkalarındakini de O bilir. Bunlar. O'nun rızasına ermiş dondan başkası hakkında şefaat etmezler. Bunlar, O'nun korkusundan tirtir titrer. Bunlardan kim, "Ben de O'nun dûnunda bir tanrıyım" derse onu cehennemle cezalandırırız. Biz o zalimleri de böylece cezalandıracağız".

Bil ki Allah subhânehû ve Teâlâ, apaçık delillerle kendisinin ortaklardan, zıdlardan ve benzerlerden münezzeh olduğunu beyân edince, bunun peşisıra, kendisinin çocuk edinmekten beri olduğunu da beyân etmek üzere "(Onlar), "Rahman, evlâd edindi" dediler. Halbuki O'nun şânı bundan yücedir" buyurmuştur. Bu ayet, Huzaa Kabilesi hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar, "melekler, Allah'ın kızlarıdır" diyorlardı ve tama, Allahü teâlâ'nın da, "(Onlar) o (Allah) ile cinler arasında bir hısımlık uydurdular" (Sâffat. 158) ayetiyle işaret ettiği gibi, Allah'ın evlenmek suretiyle cinlerle akraba olduğunu ekliyorlardı. Cenâb-ı Hak, Kendisini, "Subhânehû" (O'nun şânı bundan münezzehtir) diyerek, bundan tenzih etmiştir. Çünkü çocuğun, babasına benzemesi gerekir. Binâenaleyh eğer Allah'ın bir çocuğu olmuş olsaydı, mutlaka bazı bakımlardan ona benzemesi gerekirdi. Yine bazı bakımlardan da mutlaka O'ndan farklı olması gerekirdi. Halbuki sayesinde benzerlik (ortaklık) sağlanan şey, sayesinde, farklılığın (benzememenin) sağlandığı şeyden başkadır. Binâenaleyh o zaman Cenâb-ı Hakk'ın, zâtında bir mürekkeblik söz konusu olmuş olur. Halbuki her mürekkeb varlık, mümkin" varlıktır. Binâenaleyh Allah'ın evlad (çocuk) edinmesi kendisinin vacibu'l-vucüd değil, mümkinü'l-vucüd olmasını gerektirir ki bu, O'nu İlah olmaktan çıkarıp, kulluk sınırına sokar. İşte bundan ötürü O, kendisinin bundan münezzeh olduğunu bildirmiştir.

Melekler Evlad Değil Şerefli Kullardır

Ayetteki "Hayır, onlar ikrama mazhar edilmiş kullardır" ifadesine gelince, bil ki Hak teâlâ, çocuğu bulunmaktan tenzih edince, (kendisine çocuk olarak nisbet edilenlerin) kullar olduklarını ve kulluğun (ilah'dan) doğmasına ters olduğunu beyân buyurmuştur. Fakat o kullar, diğer kullardan üstün, ilâhi ikrama mazhar kimselerdir (meleklerdir). Bu ayet mükrimûn (ikram eden kullar) şeklinde ve "sebk" fiili bablarından olmak üzere, şekillerinde de okunmuştur. Buna göre mana, "Onlar, Allah'a sözü hususunda uyarlar. O söylemedikçe (sormadıkça), bir şey söylemezler ve Cenâb-ı Hak'dan önce söz söylemezler" demektir. Bu tıpkı onların sözünün, Cenâb-ı Hakk'ın sözün tâbi olması (peşisıra gelmesi) gibidir. Binâenaleyh onların bütün amel ve işleri, Allah'ın emrine bağlıdır. Onlar emrolunmadıkları hiçbir şeyi yapmazlar.

Daha sonra Allahü teâlâ bu taatın sebebini anlatan ifadeyi zikrederek, "Önlerindekini de arkalarındakini de O bilir" buyurmuştur. Bu, "Onlar Allahü teâlâ'nın herşeyi bildiğini bildikleri için, O'nun içlerindekini ve dışlarındakini bildiğini de bilirler. Böylece bu, onları son derece huzu, huşu ve mükemmel bir kulluğa sevketmiştir. Müfessirler bu hususta şu izahları yapmışlardır:

1) Ibn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Bu, "Allah onların yaptıkları ve yapmadıkları amellerini bilir" demektir."

2) "Önlerindekini" ifadesi, "ahireti", "arkalarındakini" ifadesi dünya" manası veya bunun aksi manaya olduğu söylenmiştir.

3) Mukâtil şöyle der: "Allah, onları yaratmazdan önceki şeyleri ve yarattıktan sonraki şeyleri bilir."

Gerçek mana şudur: Onlar, O'nun melekûtunda, kudreti altında dönüp dolaşırlar ve O, onları çepeçevre kuşatmıştır. Onların durumu böyle olunca, daha nasıl ibadete müstehak olabilir ve Allah'ın önüne geçebilirler de böylece Allah'ın müsade etmediği kimselere şefaat edebilirler?

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu hususu iyice açıklamak üzere: "Bunlar, O'nun rızasına ermiş olandan başkasına şefaat etmezler. Bunlar O'nun korkusundan tirtir titrerler" buyurmuştur. Bu ifadede "haşyet", masdarı, mef'ûlüne muzaaf olmuştur. "Müşfikûn", "korkanlar ve Allah'ın mekrinden emin olmayanlar"dır demektir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Miraç gecesi Cibril'i, Allah'ın korkusundan ötürü, tıpkı bir çul gibi porsumuş düşmüş olarak gördüğü, kendisinden rivayet edilmiştir. Bunun bir benzeri de, "Rahman (Allah'ın) kendilerine izin verdiğinden başkaları (o gün) konuşmazlar" (Nebe. 38) ayetidir.

Hak teâlâ'nın "Bunlardan kim, "Ben de O'ndan başka bir tanrıyım" derse, onu cehennemle cezalandırırız" ifadesi, "meleklerden böyle bir söz söyleyen herkese, sözünün cezasını veririz" demektir. Bu, onların söylediklerine de söylemediklerine de delâlet etmez.

Bu, Hak teâlâ'nın Hazret-i (sallallahü aleyhi ve sellem)'e karşı, "Eğer müşrik olursan, amellerin boşa gider" (zümer, 65) ayeti gibi bir ifadedir. Bunda birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu sıfatlar, şöyle pek çok cihetten meleklerin Allah'ın kulu olup, çocukları olmadığına delâlet eder:

1) Onlar, taatta öyle ileridirler ki Cenâb-ı Hakk'ın emri olmadan ne bir söz söylerler, ne bir iş yaparlar. Böyle olmak, evlat olmanın değil, kul olmanın özelliğidir.

2) Allahü teâlâ meleklerin sırlarını bilip, onlar Allah'ın sırlarını bilmediğine göre, ibadete müstehak ilahın meleklerin değil, Allah'ın olması gerekir. İşte bu delil, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın "Sen bendekini bilirsin. Ama ben sendekini bilemem" (Mâide, 116) ifadesi ile belirttiği hususun aynısıdır.

3) Onlar, ancak Cenâb-ı Hakk'ın izin verdiği kimseler için şefaat ederler. İlah olan veya ilahın çocuğu olan böyle olmaz.

4) Onlar, son derece ürkek ve korkaktırlar. Bu ise ancak kullarda olan bir özelliktir.

5) Cenâb-ı Allah, "Bunlardan kim, 'Ben de O'nun dûnunda bir tanrıyım" derse, dtü cehennem ile cezalandırırız" ifadesi ile, meleklerin halinin va'd ve va'id hususunda tıpkı diğer mükelleflerin hali gibi olduğunu dikkat çekmiştir. Binâenaleyh onların ilah olmaları daha nasıl söz konusu olabilir?

Meleklerin Bazı Vasıfları

Mu'tezile, Ayetteki "Bunlar, O'nun rızasına ermiş olandan başkası hakkında şefaat etmezler" ifadesini delil getirerek, ahiretteki şefaatin büyük günah sahibteri için olmayacağını, çünkü büyük günah sahibleri hakkında. "Allah'ın rızasına ermiş kimseler" denilemeyeceğini söylemişlerdir. Buna şöyle cevab verilir: İbn Abbas (radıyallahü anh) ve Dahhâk, ayetteki bu ifadeye "yani lâilahe illallah diyen kimselerden başkasına şefaat etmezler" manasını vermişlerdir. Bil ki bu ayet, şefaatin büyük günah sahibi için olacağı hususunda en kuvvetli delillerimizdendir. Bunu şöyle izah edebiliriz: "Lâilahe illallah" (Allah'dan başka tanrı yoktur) diyen herkesten, Allah bu sözden dolayı razı olmuştur. O kimse için, "Bu hususta Allah ondan razı olmuştur" denilebildiği zaman, onun hakkında, (kayıtsız olarak) "Allah ondan razı olmuştur" ifadesi de doğru olur. Çünkü mürekkeb (parçalardan olan bütünün) genel olarak, şeçerli ve doğru olduğunda, her bir parçası da geçerli ve doğru olur. Allah'ın o kimseden razı olduğu sabit olunca, "Lâilahe illallah" diyen kimsenin, bu ayetin hükmüne dâhil olması gerekir. İşte böylece, izaha çalıştığımız ve İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın ifade ettiği gibi, bu ayetin biz (ehl-i sünnet) için en güçlü delillerden olduğu sabit olur.

Üçüncü Mesele

Bu ayet şu üç şeye delâlet eder:

1) Ayetteki, "Bunlar, sözde asla O'nun önüne geçmezler. Bunlar, O'nun emirleriyle hareket ederler" ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın sözü olması bakımından, meleklerin mükellef olduğuna, "Bunlar, O'nun korkusundan tirtir titrerler" cümlesi de, meleklerin ilahî va'd ve va'ide dâhil olduklarına delâlet eder.

2) Bu, aynı zamanda onların masum (günahsız) olduklarını gösterir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Bunlar, O'nun emriyle hareket ederler" buyurmuştur. Kâdi Abdul cebbar, Ayetteki, "Öte o zalimleri de böylece cezalandıracağız" ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın, melekleri tehdid ettiği şekilde, her zalimi cehennemle cezalandıracağına delalet eder. Bu da Allahü teâlâ'nın, âhirette büyük günah sahiplerini bağışlamamasını kesinkes ortaya kor" der. Buna şöyle cevab veririz; Bu konuda söylenecek en son söz şudur: "Ayetteki bu genet ifade tehdide konu teşkil eden cehennemi gösterir ki bu da tehdid bildiren diğer genel ayetlerin maksadlarının sınırlı olması gibi, bu gayretin maksadının da sınırlı olduğunu gösterir.

Kâinatın Yaratılışı

30

Âyetin tefsiri için bak:33

31

Âyetin tefsiri için bak:33

32

Âyetin tefsiri için bak:33

33

"Göklerle yer ikisi bitişik bir halde iken, Bizim onları birbirinden yarıp ayırdığımızı ve her canlıyı sudan yarattığımızı o kâfirler bilmezler mi, hala inanmayacaklar mı? Yeryüzü onları çalkalar diye, sabit sabit dağlar yarattık ve aralarında bol bol yollar açtık, ta ki maksadlarına ersinler. Biz, gökyüzünü de korunmuş bir tavan yaptık. Onlar ise, bunun ayetlerinden yüzçevirirler. O, geceyi gündüzü, güneşi ve ayı yaratanlar ve bunlardan herbiri kendi yörüngesinde yüzmektedirler".

Bil ki Allahü teâlâ, şu anda bir yaratıcının varlığına delil olan şeyleri serdetmeye başlamıştır. Bu deliller, aynı zamanda O'nun ortaklardan münezzeh olduğuna da delâlet etmektedir. Çünkü bu deliller, alemde çok dikkate değer bir tertibin mevcud olduğunu göstermektedir. Halbuki iki ilahın aynı anda var olması, âlemin düzeninin bozulmasına yol açar. Binâenaleyh bu deliller, işte bu açıdan O'nun birliğine de delâlet ettiği için, daha önce geçen ayetlerin bir te'kidi gibidirler. Hem sonra bu ayetlerde, bu kadar kıymetli şeylere kadir olan bir ilâha ibadet etmekten yüz çevirip, hiçbir zarar ve faydası olmayan taşlara (putlara) ibadetle yönelmek, aklen mümkün olmadığı için, put perestlere bir reddiye vardır. Bu ayetin, kendinden öncekilerle münasebeti işte sudur. Bil ki Allahü teâlâ burada şu altı çeşit delili zikretmiştir:

Allah'ın Kudretinin Altı Delili

Birinci çeşid "Göklerle yer, İkisi bitişik bir halde iken. Bizim onları birbirinden yarıp ayırdığımızı o kâfirler bilmezler mi?" ayetidir. Bu ifade ile ilgili, birkaç mesele bulunmaktadır:

Birinci Mesele

İbn Kesir, vavsız olarak (......) şeklinde okurken, diğer kıraat imamları vâv ile (......) şeklinde okumuşlardır. Bu vav, bu sözün daha önce geçen bir ifade üzerine atfedildiğini göstermek için getirilmiştir. Keşşaf Sahibi, tâ'nın fethası ile kelimenin, retekan diye okunduğunu söylemiştir. Her iki şekil de, tıpkı halk" ve "nefd" masdarlarının ism-i mef'ul olarak (mahluk-menfûd) manasına gelişi gibi, ism-i mef'ûl yani "bitişmiş" manasınadır. Buna göre eğer sen, "Ratk" kelimesi, mertûk" manasına gelebilir. Çünkü masdardır. Fakat niçin "mertûk" değil de "ratk" olarak gelmiştir?" dersen, ben derim ki: "Bu, bir mukadder mevsûfu olduğu için böyledir ve takdiri, "şey'en ratkan" "bitişmiş bir şey" şeklindedir.

Rüyet Burada Bilmek Anlamındadır

Birisi şöyle diyebilir: "Ayetteki "Görmediler mi?" ifadesindeki, "görme" ile, ya bizzat görmek, yahut bilip-anlamak manası kastedilmiştir. Birinci mananın söz konusu olması zordur. Çünkü herşeyden önce o (Mekke'li) Kafirler, yer'ile göğün bu halini kesinlikle görmemişlerdir. İkinci olarak da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ben ne göklerin ne yerin yaratılışında, ne de kendilerinin yaratılışında onları şâhid tutmadım" (kehf, 51) buyurmuştur. Bu "görme" nin "bilme" manasına olması da müşkildir. Çünkü maddeler, aslında bitişebilir ve ayrılabilirler. Binâenaleyh yer ile gökte önce bitişmenin, sonra ayrılmanın olduğunu bilmenin yolu ancak nakil (vahiy)dir. Hâlbuki bu münakaşa, peygamberliği inkâr eden kâfirlerle yapılmaktadır. Binâenaleyh böyle bir istidlale (delile) tutunmak nasıl caiz olabilir?"

Buna şu şekilde cevab verilir: Bu ifadedeki "görme" ile, "bilme" manası kastedilmiştir. İleri sürülen bu soruyu şu şekillerde cevablamak mümkündür:

a) Biz, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini, diğer mucizeleri ile isbat ediyor, daha sonra artık onun sözleri ile istidlal ediyor, sözlerini delil kabul ediyor, sonra da bunları kâinatta (evvelden beri) bir nizam ve intizamın mevcûd olup, fesadın (bozukluğun) olmadığına delil kabul ediyoruz. Bu da, tevhid konusunda getirilen delilleri te'kid eder.

b) Ayette bahsedilen bitişme ve ayrılmanın, "mümkin" bir şey utarak görülmesi manasına hamledilebilir. Buna akıl da delalet eder. Çünkü maddelerin bitişmeleri ve ayrılmaları 'rnümkin"dir. Binâenaleyh bunlara bitişme ve ayrılmayı tahsis etmek (yani bitiştirme sonra ayırma) veya aksini yapma, bir muhassisin (yani bunu yapan birisinin) olmasını gerektirir.

c) Yahudi ve hristiyanlar, yer ile göğün bu halini biliyorlardı. Çünkü Tevrat'da şu bilgi yer almaktadır: "Allah bir cevher (öz) yarattı. Sonra ona heybet gözü ile nazar etti de, böylece o, bir su oluverdi. Sonra ondan gökleri ve yeri yaratıp, onları birbirinden ayırdı." O putperestler ile yahûdiler arasında, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e düşman olma bakımından müşterek oldukları için, bir nevi dostluk vardı. Allahü teâlâ işte bundan dolayı o putperestlere, bu hususta yahûdilerin sözlerini kabul edecekleri için, bu delili getirmiş ("görmediler mi?" buyurmuştur).

Tesniye ve Cins İsim

Cenâb-ı Hak, "Onlar bitişik" dememiş, "İkisi bitişik bir halde idi" demiştir. Çünkü "gökler" (semâvat) lafzı cemidir, ama bununla cins isme delâlet eden "bir gök" manası kastedilmiştir. Nitekim Ahfeş, "Semâvât, bir çeşid (cins), yer de bir çeşittir" demiştir. Hak teâlâ'nın, "Şüphesiz ki Allah gökleri ve yeri, o ikisi zeval bulmasın (yıkılmasın) diye, tutmaktadır" (Fatır, 41) ayetinde de böyledir. Arapların, "iki kavmin arasını bulduk"; "Bize iki siyah sürü uğradı" demeleri de böyledir. Çünkü biri bir sürü, diğeri bir sürüdür.

Ratk ve Fatk Kelimelerinin İzahı

Arapça'da "ratk", tıkamak, tutmak, bendlemek" demektir. Nitekim, "O şeyi tıkadım, o da tıkandı" manasında (......) denilir. "Feth" ise, bitişik-yapışık iki şeyin arasını, yarıp-ayırmaktır. Zeccac şöyle demektedir: "Ratk masdar olup, ayetin manasını "O, ikisi ayrılan oldular" demektir. Mufaddal da, "Cenâb-ı Hak burada "ratkaynl" dememiştir. Bu tıpkı Biz onları yemek yemez birer beden olarak yaratmadık" (Enbiya. 8) ayetinde olduğu gibidir. Çünkü nasıl onların herbiri bir "beden" ise, burada bahsedilen yer ile göğün her biri de bir "ratk" (bitişik şey) dir.

Beşinci Mesele

Müfessirler, bu "ratk" ve "fetk" ile ne kasd edildiği hususunda şu değişik izahları yapmışlardır:

1) Hasan el-Basrî, Katâde, Sa'id b. Cübeyr ve İkrime'nin İbn Abbas'dan rivayet ettikleri görüşe göre, mana "O ikisi birbirine yapışık tek şey idi. Allah onları birbirinden yarıp ayırdı. Göğü yerine kaldırdı ve yeri öylece bıraktı" şeklindedir. Bu görüş, yerin gökten önce yaratılmış olmasını gerektirir. Çünkü Allahü teâlâ bunları birbirinden ayırınca, yeri olduğu gibi bırakmış, gökleri yükseltmiştir. Ka'b İse, "Allahü teâlâ gökleri ve yeri bitişik olarak yarattı, sonra onların ortasındabir rüzgar yaratarak, bununla onları birbirinden ayırdı" demiştir.

2) Ebu Salih ve Mücâhidin görüşüne göre mana, "Gökler bitişikti. Derken Cenâb-ı Hak, gökleri yedi kat olarak ayırdı. Yeri de böyle yaptı" şeklindedir.

3) İbn Abbas (radıyallahü anh), Hasan el-Basri ve ekseri müfessirin görüşüne göre, gökler ve yerler, aynı seviyede ve aynı katılıkta idiler. Derken Allahü teâlâ gökleri yağmure yeri de bitki ve ağaçlarla yarıp ayırdı. Bunun bir benzeri de, Hak teâlâ'nın, Andolsun o dönüş sahibi olan göğe ve o nebat ile yarılan yere" (Tarık, 11-12) ayetidir. Alimler bu izahı, ayetteki bundan sonra gelen, "Her canlıyı sudan yarattık" ifadesine dayanarak, diğer izahlara tercih etmişlerdir. Çünkü bu suyun ancak, kendinden öncekilerle münasebeti söz konusudur. Bu münasebet ise, mananın bahsettiğimiz bu mana olması halinde mümkündür.

Buna göre eğer, "Bu izah tercihe şayan izah değildir. Çünkü yağmur göklerin hepsinden değil, sadece bir gökten yağar. O gök de, yere en yakın göktür?" denilirse, deriz ki: Göğün herbir yeri, gökyüzü olduğu için, böyle "gökler" denilmiştir. Bu tıpkı, "Eski eblise" "Taş kazan" ifadelerinde olduğu gibidir. Bil ki bu izaha göre, ayetteki O "ru'yeti" (görmeyi), bizzat görme manasına atmak mümkün olur.

4) Ebu Müslim el-İsfehâni şöyle der: "Ayetteki "feth" ile yaratıp ortaya koyma -manası kastedilmiş olabilir. Bu tıpkı, "O, göklerin ve yerin fatırıdır" (Fatır, 1) ve "Hayır, sizin Rabbiniz hem göklerin, hem yerin Rabbidir, bunları o "fatr" etmiştir. aratmıştır) (Enbiya,56) ayetleri gibidir. Binâenaleyh Cenâb-ı Allah, yaratmasını "fetk" ile, yaratmazdan önceki durumu da "ratk" ile ifade etmiştir. "Ben derim ki işin özü şudur: Yokluk (adem), sırf yokluktur. Yoklukta, birbirinden ayrılan ve birbirine zıd olan zatlar (varlıklar) ve cevherler yoktur. Aksine hepsi, sanki birbiri içinde, birbirine benzer tek bir şeydirler. Binâenaleyh eşya meydana geldiğinde, varlık ve oluşum tahakkuk ettiğinde, bunlar birbirinden seçilir ve birbirlerinden ayrı olurlar. İşte bu yolla "ratk", yokluk manasına "fetk"i var oluş manasına mecaz kılmak güzel olmuştur.

5) Gece, gündüzden öncedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Gece de onlar için bir ayettir. Biz ondan gündüzü sıyınp çıkarırız" (Yasin, 37) buyurmuştur. Gökler ve yerler, ilkönce karanlıktı. Derken Allah onları, aydınlatan gündüzü ortaya koymak suretiyle, birbirinden yarıp ayırmıştır. İmdi şayet, "Bu görüşlerinden hangisi, ayetin zahirine daha uygundur?" denilirse, biz deriz ki: Ayetin zahiri, semanın olduğu hal üzere; yerin de, olduğu hal üzere birbirine bitişik olduklarını iktizâ eder. Onların bu şekilde olmaları da, ancak her ikisinin mevcut ve var olmalan halinde mümkündür. Ratk, fatk'ın zıddıdır. Binâenaleyh, "fetk", "ayırmak" anlamında olduğuna göre, "retk"ın da bitişmek ve yapışmak, anlamında olması gerekir. İşte yapılan bu izaha göre, dördüncü ve beşinci izahların "mercûh" olması gerekir. Böylece, birinci izah, açıklamaların en iyisi olur, ikinci izah da onu izler. İkinci izah da şudur: O yerle gökten her birinin, birbirine bitişik olup, Cenâb-ı Hak, onlardan herbirini yedi tabaka kılarak, birbirinden ayırmıştır.

Bunu, üçüncü izah izler ki, bu da şu şekildedir: Yerle gök, herhangi bir yarık, boşluk ve çatlak olmaksızın, katı halde idiler. Derken Cenâb-ı Hak gökten yağmuru yağdırmak, yerden de bitkiler bitirmek için, onları birbirinden ayırmıştır.

Altıncı Mesele

Bu izahların, bir Yaratıcı'nın varlığına ve O'nun birliğine delâlet ettikleri açıktır. Çünkü, hiçkimse, böyle bir şeye muktedir olamaz. Doğruya en yakın olan şöyle denilmesidir: Hak Subhanehû ve Teâlâ, yerle göğü, meleklerin maslahatı ve faydasına olduğu için bitişik olarak yaratmış; sonra da Cenâb-ı Hak, yeryüzündekileri, orada iskân ettireceği ve, kullarının menfaati de bu şekilde yapmada olduğu için, gökle yeri birbirinden yarıp ayırmıştır.

İkinci Nevi Delil

Cenâb-ı Hakk'ın "ve her canlıyı sudan yarattığımızı o kâfirler görmediler mi, hâlâ inanmayacaklar mı?" ayetidir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Keşşaf Sahibi şöyle der. "Cenâb-ı Hakk'ın buradaki lafzı, (......) bir mefûl de alabilir, iki mefûl de... Binâenaleyh, eğer bir mefûl alırsa, buna göre mana, "Biz, sudan, her canlıyı yarattık" şeklinde olur ki, bu durumda bu ayet, tıpkı "Allah her hayvanı sudan yarattı"(Nûr,45) ayeti gibi olmuş olur. Yahut mana, "Biz, mahlûkatın suya olan aşırı ihtiyacından, onu sevdiğinden ve ona karşı da çok sabırsız olduğundan, o mahlûkatı sudan yaratmış gibiyizdir" şeklindedir. Bu durumda ayet, Cenâb-ı Hakk'ın, "insan aceleden yaratılmıştır" (Enbiya. 37) ayeti gibi olmuş olur. Eğer iki mefûl alırsa, buna göre mans, "Biz, her şeyi, su sebebiyle canlı kıldık; binâenaleyh, her canlı için, mutlaka su lâzımdır" şeklinde olur. Hazret-i Peygamber'in, "Ben, oyun eğlenceden, oyun eğlence de benden değildir" ifadesindeki min harf-i cerleri de bu anlamdadır. Kelime, ikinci mefûl olarak, (hayyan) şeklinde de okunmuştur.

Her Canlının Sudan Yaratılmasının izahı

Bir kimse şöyle diyebilir: "Cenâb-ı Hak, "Cânn'ı da, daha önce çok zehirleyici ateşten yarattık" (Hicr, 27) buyurmuş; hadiste de, "Allahü teâlâ, melekleri nurdan yaratmıştır" ifadesi yer almışken; Hazret-i İsa (aleyhisselâm) hakkında, "Hani benim iznimle bir kuş suretinin benzerini tasarlıyordun, içine üfürüyordun da benim iznimle bir kuş oluveriyordu" (Maide, 110) buyurmuş ve, Hazret-i Adem (aleyhisselâm) hakkında da, "Onu, topraktan yarattı"(Al-i İmran, 59) demişken, daha nasıl, "Biz her canlıyı sudan yarattık" diyebilmiştir?"

Cevap: Ayet-i kerimenin lafzı her ne kadar umumi ise de, ancak ne var ki burada, ayetin bu umumiliğini tahsis edecek karineler mevcuttur. Çünkü, delilin maksada daha yakın olabilmesi için mutlaka, görülür ve hissedilir cinsten olması gerekir. İşte bu izahla, melekler, cinler, Hazret-i Adem ve Hazret-i İsa'nın durumu ayetin bu umumi ifadesinin dışında kalır. Çünkü o kafirler, bunlardan hiçbiri görmemişlerdir.

Üçüncü Mesele

Müfessirler ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları, Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifadesinden sadece canlıların kastedildiğini söylerken, diğer bazıları, "Hayır, bu ifadenin cine bitkiler ve ağaçlar da girer; çünkü bunlar da su sayesinde büyüyor ve, bunlardaki nem, yeşillik, tomurcuk ve meyveler de sudandır" demişlerdir. Bu görüş kastedilen manaya daha uygundur. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, yağmur yağdırmak ve o yağmurdan yeryüzündeki bitki vs. şeyler gibi her şeyi canlı kılmamız için semayı, yerden yarıp ayırdık" demek istemiştir. Birincilerin delili, bitkiye "hayy" denilemeyişidir. Ama biz bunu kabul etmiyoruz. Ona da böyle denilebileceğinin delili, "Ölümünden sonra yeri nasıl diriltir" (Rûm, 50) ayetidir.

Cenâb-ı Hakk'ın, (......) ifadesine gelince, bu, "Onları, bu delilleri düşünmeleri ve bu sayede, başkasına benzemeyen Hakkı tanımaları ve şirk yolunu terketmeleri suretiyle imana gelmezler mi?" manasındadır.

Üçüncü çeşit delil, Cenâb-ı Hakk'ın "Yeryüzü onları sarsar diye, sabit sabit dağlar yerleştirdik" ayetidir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

(......) deyimi ya (......) için veyahutta "onları sarsması hoş olmayacağı için, onları çalkalamasın diye" takdirindedir. İkinci takdire göre ifadenin baş kısmından, hem tâ, hem de birinci lâm (-li) hazfedilmiştir. Bir karışıklık onadığı için, bu lâ hazfedilir. Nitekim sen, Cenâb-ı Hakk'ın Ehl-i kitab bilmesin diye" (Hadid, 29) ayetinin başına, bu lafzın geldiğini de görmektesin.

Dağların Vazifesi

(......) (revâsi), dağlar demektir. er-Râsi, aslında yere giren, yere çakılan demektir.

Üçüncü Mesele

İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: "Yeryüzü, su üstüne serilmişti. Böylece, tıpkı geminin, içindekileri sallaması gibi, yeryüzü de su üzerine serilip döşendiği için, üzerindekileri yakalayıp durmaya başladı. Bunun üzerine Allahü teâlâ, o yeryüzünü ağır dağlarla perçinledi."

Yaratılan Geçitler

Dördüncü çeşit delil, Cenâb-ı Hakk'ın "ve aralarında bol bol yollar açtık, ta ki maksatlarına ersinler" ayetidir. Bununla ilgili bir kaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Keşşaf Sahibi şöyle der: "el-feccu, "geniş yol" anlamındadır. Buna göre şayet sen, "el-ficâc kelimesinde sıfat anlamı vardır. Binâenaleyh, daha nasıl, o şubuten kelimesinden önce getirilmiş de, sonra bırakılmamıştır? Nitekim bu hususa Cenâb-ı Hakk'ın "Onun geniş yollarından gezip dolaşasınız diye" (Nuh. 20) ayetinde riâyet edilmiştir" dersen, ben derim ki: Bu kelime, sıfat anlamını taşıdığı halele öne geçmemiştir. Bu, terkib içinde hâl mevkiindedir. Bu, şairin meselâ "Şimdi yapayalnız olan o izzet ve şerefe dair, eski izler ve kalıntılar var" sözünde olduğu gibidir. Bu iki ifade arasında, mana bakımından şöyle bir fark bulunmaktadır. Cenâb-ı Hakk'ın ifadesi, O'nun o yeryüzünde geniş yollar meydana getirmiş olduğunu bildirir. Ama ayetteki "ficacen sübülen" kelimesine gelince, bu da O'nun, o yollan yaratırken bu vasıf üzere yaratmış olduğunu bildirmektedir. Binâenaleyh bu ifade, önceki cümlede müphem bırakılan şeyi izah etmiş olur."

İkinci Mesele

Ayetteki fihâ "orada" lafzıyla ilgili şu iki görüş bulunmaktadır:

a) Bu ifâdedeki zahir, "dağlar"a râcidir. Yani, "Biz, perçinler gibi olan o dağlarda, geniş yollar yarattık" demektir. Bu, Mukâtil ve Dahhâk'ın görüşü olup, Atâ'nın İbn Abbas'tan yapmış olduğu bir rivayettir. İbn Ömer'in de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Dağlar birbirlerine bitişik idi. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, Nûh Kavmini suda boğunca, o dağları birbirinden ayırdı ve böylece, aralarında geniş geniş yollar meydana getirdi."

b) Bu ifadedeki zamir, yeryüzüne (ard) kelimesine râcidir. Yani, "Biz o yeryüzünde geniş geniş yollar yarattık" demektir. Bu da, Kelbi'nin görüşüdür.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifadesini takdiri, "hidayete ermeleri için" demektir. Çünkü Allah hakkında şekkin ve şüphenin düşünülmesi mümkün değildir.

Dördüncü Mesele

Bu ifadeyle ilgili şu iki açıklama yapılmıştır:

a) "Şehirlerine, beldelerine ulaşsınlar... diye" manasındadır.

b) "İstidlal yapmak suretiyle, Allah'ın bir olduğu neticesine ulaşsınlar... Diye" anlamındadır.

Mu'tezile şöyle der: "Bu açıklama, Allahü teâlâ'nın bütün mükelleflerin, hidâyete ermelerini istediğini gösterir." Bu konudaki sözümüz daha önce geçmişti.

Müşterek Lafız

Bu ifadeyle ilgili bir üçüncü açıklama da şudur: "Beldelerine ulaşma" ve "Allah'ın birliğine ulaşma" ifadeleri, aynı manada müşterek olup, bu da, bir şeye vasıl olma ve ulaşma"dır. Binâenaleyh lafız, bu müşterek manaya hamledilebilir ve bu durumda da ayet, her iki hususu da içine almış olur. Bundan da, müşterek lafzın, aynı anda iki anlamda kullanılmış olması sonucu çıkmaz.

Gök Korunan Bir Tavandır

Beşinci çeşit delil, Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz gökyüzünü de, korunmuş bir tavan yaptık. Onlar ise, bunun ayetlerinden yüzçevirirler" ayetidir. Bununla ilgili birkaç mesele vardır

Birinci Mesele

"Semâ", yere nisbetle, tıpkı, evin tavanı gibi olduğu için, ona sakf denilmiştir.

İkinci Mesele

Bu ifadede yer alan "mahfûzen" kelimesi hakkında şu iki görüş ileri sürülmüştür:

a) "O diğer tavanlar için sözkonusu olabilen düşmekten ve çökmekten korunmuştur" demektir. Bu, "Semâyı, izni olmadıkça, yerin üzerine düşmekten o tutuyor" (Hac. 65) ayeti gibidir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Göğün ve yerin, O'nun emriyle durması da, yine O'nun ayetlerindendir"(Rûm, 25) "Şüphesiz ki Allah, gökleri ve yeri zeval bulmalarından (korumak için bizzat) tutmaktadır" (Fatır, 41) ve "Bunların muhafazası O'na ağır gelmez" (Bakara, 255) buyurmuştur.

b) O Şeytanlardan korunmuştur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Biz onları taşlanan her şeytandan koruduk" (Hicr, 17) buyurmuştur. Burada bu noktada şu iki açıklama yapılabilir:

1) "Gökyüzü, melekler vasıtasıyla şeytanlardan korunmuştur." Birincisi daha kuvvetlidir, çünkü ayeti bu manaya hamletmek, bu nimete yücelik vasfını kazandırır. Çünkü Cenâb-ı Hak (c.c) o gökyüzünü mükelleflerin üzerine düşürmemeyi ve onu korumayı tekeffül etmiş gibidir. İkinci görüş ise, böyle değildir, çünkü semâ'dan cinlerin kulak hırsızlığı yapmasından endişe edilmez.

Üçüncü Mesele

Cenab-ı Hakk'ın ifadesinin manası, "Onlar, Allahü teâlâ'nın o semâya, koymuş olduğu delillerden, o semânın hareketlerinden; hareketlerinin keyfiyyet ve cihetlerinden, gök cisimlerinin doğuş ve batış mevkilerinden ve o semâ'nın birbirleriyle bitişip ve birbirlerinden ayrılmalarının, Cenâb-ı Hakk'ın çok üstün hikmetine ve açık kudretine delâlet eden çok ilginç bir tertib ve güçlü bir hesap üzere olmasından ibret alma işinden yüz çeviricidirler" şeklindedir.

Dördüncü Mesele

Ayetteki "Onun ayetinden" şeklinde de okunmuştur ki, buna göre mana, "onlar, onun Cenâb-ı Hakk'ın, birliğine delâlet etmesinden yüz çeviricidirler" şeklinde olur ki, bu müfret kelime ile cins mana kastedilmiş olur. Yani "Onlar, o semâdan kendilerine gelen, meselâ ay ile aydınlanma; yıldızlarla yol bulma, yağmurlarla yeryüzünün hayat bulması gibi... dünyevî menfaatları gayet iyi bilmektedirler. Buna rağmen onlar, o semânın, bir Yaratıcı'nın varlığına ve O'nun birliğine dair açık bir delil olmasından yüz çeviricidirler" demektir.

Gök Cisimlerinin Hareketleri

Altıncı çeşit delil, Cenâb-ı Hakk'ın "O, geceyi, gündüzü,güneşi ve ayı yaratandır ve bunlardan her biri kendi yörüngesinde yüzmektedirler" ayetidir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır.

Birinci Mesele

Bil ki Allah "Onlar ise, bunun ayetlerinden yüz çevirirler" buyurunca, burada ise o ayetleri tafsilatlı bir biçimde anlatmıştır. Çünkü Cenâb-ı Hak, şayet gökyüzüyle yeryüzünü yaratıp, sayelerinde gece ife gündüzün ve sıcaklıkla soğukluğun herbirini izlemesi gibi bir takım faydaları izhar etmek için güneş ile ayt yaratmasaydı, Allah'ın kulları üzerindeki nimetleri kemâle ermiş olamazdı; tam aksine bu, ancak onların kendi yörüngeleri üzerindeki hareketleri sebebiyle olmuş olurdu. İşte bundan dolayıdır ki Allah, "bunlardan her biri kendi yörüngesinde yüzmektedirler" buyurmuştur. Bunu şöyle izah edebiliriz. Gözlemler neticesinde, kevâkib (yıldızlar, seyyareler)in farklı farklı hareketi olduğu sabit olmuştur. Bu hareketlerin bir kısmı, doğudan batıya olmak üzere, "kevâkib"in tamamını içine alır ki, bu güneşin günlük hareketidir. Diğer taraftan, felsefecilerin ve astronomların ekserisi şöyle derler: "Burada, batıdan doğuya doğru olan diğer bir hareket daha vardır ki, bu hareket yedi gezegende açık, sabit olanlarda da ise, adeta gizli ve görünmez haldedir." Bunlar görüşlerin şu şekilde istidlalde bulunmuşlardır: "Biz gezegen yıldızları şu şekilde görmekteyiz: Bunlar ne zaman hızlıca hareket ettiğinde, kendilerine, daha yavaş hareket diğeri yaklaştığında, o bu yaklaşmadan sonra, doğu tarafına doğru onun önüne geçer. Bu hareket tarzı, ayda çok açık biçimde görülmektedir. Çünkü ay, batı tarafında güneşten uzak bir yerde bir veya iki gün süreyle görünmezken, sonra ortaya çıkar. Sonra o ay, her gece, yaklaşık onbeş gün müddet içinde güneşin tam karşısına geçinceye kadar güneşten uzaklaşmasını sürdürür. Ay, burç noktalarında yoluna devam ederken, onun doğusunda olan her yıldız da, her gece, sürekli olarak ona yaklaşır. O yıldızlar, aya yetişip ulaştığında, o ayı doğu tarafından örter. Böylece o yıldızlar da, ayın batı tarafıyla örtülmüş, gözükmez hale gelmiş olur. Böylece biz, bu gezegen yıldızların, batı'dan doğuya doğru bir hareketini olduğunu anlamış olduk. Aynen bunun gibi, burçlar birbirlerini takib edip izlerken, sabit yıldızların da yavaş hareketlerinin olduğunu görmekteyiz. Böylece de biz, o sabit yıldızların da batıdan doğuya doğru bir hareketlerinin bulunduğunu anlamış oluyoruz." İşte felsefecilerin ve astronomların ileri sürdükleri görüş budur.

Biz bu hususta onlara muhalefet ediyor ve şöyle diyoruz: Bu imkânsızdır. Çünkü mesela güneş şayet zâtı gereği batıdan doğuya doğru yavaş bir biçimde hareket etmiş olsaydı, -güneşin günlük hareketi sebebiyle batıdan doğuya doğru hareket ettiğinde de şüphe yoktur, o zaman tek bir kütlenin, aynı anda iki farklı yöne doğru iki türlü hareket etmesi gerekirdi ki, bu imkânsızdır. Çünkü bir tarafa doğru olan hareket, o tarafa doğru hareket edenin, o cihetle bulunmasını gerektirir. Binâenaleyh, şayet aynı anda tek bir cisim, iki farklı cihete doğru hareket etmiş olsaydı, o zaman onun aynı anda iki farklı yerde olması gerekirdi ki, bu imkânsızdır.

İmdi, şayet denirse ki: "Güneş batıya doğru harekelettiğinde, onun hareketinin tarafında son bulduğunun ileri sürülmesi niçin caiz olmasın? Hem, sizin bahsettiğiniz şey, üzerinde aksi tarafa doğru hareket eden karıncanın bulunduğu değirmen taşıyla bir tenakuz teşkil eder!" cevaben biz deriz ki: Birincisi, sizin usûl ve kaidelerinize göre doğru olmaz. Çünkü, size göre feleklerin hareketi, son bulmaktan korunmuştur (devamlıdır, son bulmaz.) İkincisine gelince, bu olması muhtemel olan bir misâldir. Ama bizim zikrettiğimiz şey ise, kesin ve net bir delildir. Binâenaleyh bu ona karşı koyamaz.

Felsefecilerin ve astronomların, yıldızların batıdan doğuya doğru hareket eriklerine dair getirdikleri delillere gelince, bunlar zayıftır. Çünkü niçin, "Bütün yıldızlar doğudan batıya, doğru hareket etmektedirler. Ancak ne var ki, onların bir kısmı diğer bir kısmından daha yavaş hareket etmektedir. Böylece onların bir kısmı bir kısmından geri kalır da onun aksi istikamete doğru hareket ettiği zannedilir" denilmesin? Mesela, en büyük feleğin, bir günün başlangıcından ikinci günün başlangıcına kadar olan devri, tam bir devirdir. Yine, sabit feleğin, bir günü başlangıcından ikinci günün başlangıcına kadar olan devri de, tam bir devirdir.

Ancak ne var ki bu, ikinci bir miktardır, durumdur. Böylece, bu ikinci mikdar ve duruma göre, sabit feleğin, başka bir cihete doğru hareket ettiği zannedilmiştir. halbuki, aslında böyle değildir. Tam aksine bu, ikinci mikdara göre geri kalmıştır. Bu takdire göre, hepsinin yönü, doğudur ve bunların en hızlısı da günlük olarak hareketlerini tamamlayanlardır. Hızlılık bakımından bunları, sabit felekler izler. Sabit feleklerin peşine zuhal gelir. Ve bu iş, Ay feleğine gelinceye değin, böyle devam eder. Ay feleği ise, feleklerin en yavaş hareket edenidir. Kendisini, bahsettiğimiz akli delilin de desteklediği bu husus, var oluştaki tertibe daha yakındır. Çünkü bu takdire göre, en hızlı hareket eden, Felek-i muhit olmuş olur ki, bu en büyük felektir. En yavaş olanı ise, bu Felek-i Muhit'e en uzak olan kütledir ki, bu da yeryüzüdür. Sonra, Felek-i Muhit'e en yakın olan, en hıziı hareket eden; en uzak olan da, en yavaş hareket edendir. Bizim bu söylediğimiz şey, feleklerin boylamlarına göre hareketleridir. Bunların enlemlerine göre olan hareketlerine gelince, bunlar açık olup bu, onların kuzeye ve güneye doğru meyil ve eğimlerinin farklılığı sebebiyle olur. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, şimdi biz diyoruz ki: şayet, yıldızların eğim ve meyil (itibariyle) bir hareketleri olmasaydı, o zaman tesir (tabiat olayları) tek bir bölgeye tahsis edilmiş olur, diğer taraflarda, bundan elde edilecek olan faydalardan hali olmuş olurdu. Bu mantıkaya yakın olanların halleri, birbirine benzer olur ve buradaki kuvvet ve tesir de, tek bir keyfiyyetin ifadesi olmuş olur. Binâenaleyh, o tek keyfiyyet, sıcaklık ise, o bütün rutubet ve nemleri yok eder ve onların hepsini kurutur ve sıcağa dönüştürür. Netice olarak diyebiliriz ki: Yıldızların geçiş noktalarının hizasında bulunan bölgeler bir keyfiyyet üzere, onun hizasında olmayan yerler, başka bir keyfiyyet, bu ikisi arasında bulunan yerler ise, diğer bir keyfiyyet üzere olurlar. Böylece de bir yerde devamlı kış olur ve orada fırtınalar eser, başka bir yerde de, ortalığın yanıp kavrulmasını doğuran devamlı yaz olur, bir yer devamlı ilk bahar bir yerde, devamlı surette, kendisinde bitki ve meyvelerin olgunlaşmadığı bir sonbahar mevsimi yasardı. Şayet, birbirini izleyen dönüşler (mevsimler) olmasaydı, yıldız da yavaş biçimde hareket eder olsaydı, o zaman o eğimin faydası az, tesiri ise, son derece fazla olurdu. Böylece, eğim olmaması durumunda meydana gelecek olan şeye yakın bir şey arız olur, meydana gelirdi. Şayet, yıldızların hareketi şu anda olduğundan daha hızlı olsaydı, şu anda elde edilen menfaatler, tam ve mükemmel olarak elde edilemezdi. Ama burada, bir müddet bir yöne doğru hareketi muhafaza eden, sonra da, İhtiyaca göre, başka bir cihete geçen ve her cihette belli bir müddet kalan bir eğim bulunsaydı, bu sebeple onun tesiri, ifrat ve tefrit taraflarından uzak olduğu halde, tam olarak bulunmuş olurdu, (ki, durum da böyledir) Netice olarak diyebiliriz ki, akıllar Cenâb-ı Hakk'ın sırlarından pek azına vakıf olabilmektedirler. Üstün hikmeti ve sonsuz kudretiyle, âlemi yaratıp İrâde eden Allah'ı (c.c) takdis ve tenzih ederiz:

İkinci Mesele

Cemiyyet ve küllilik manasının meydana gelebilmesi için, ifadesine güneş, ay ve yıldızlar dahil olur. Binâenaleyh, her ne kadar bu ayette, "yıldızlar" ifadesi geçmemiş ise de, fiildeki zamirin bunları da içine almasından dolayı, onlar da zikredilmiş gibidir.

Felek Kelimesinin Anlamı

Arapça'da "felek" dönen bir şey demek olup, bunun çoğulu eflâkdur. Alimler bu hususta farklı farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazıları, feleğin, bir cisim (maddi bir şey) olmadığını, bunun o yıldızların, döndüğü mahal ve yer (yörünge) anlamına geldiğini söylemişlerdir ki, bu Dahhâk'ın görüşüdür. Ekseri ulemâ İse, "Hayır, bunlar yıldızların, üzerinde dönmüş oldukları maddî şeylerdir" demişlerdir ki, bu Kur'ân'ın nassına daha yakındır. Bu görüşte olanlar da, kendi aralarında, bunun keyfiyyeti hususunda İhtilâf etmişlerdir.

Bu cümleden olarak bazıları, "Felek, güneşin, ayın ve yıldızların içinde ve kendisinde hareket ettiği çevrelenmiş bir dairedir" derken, Kelbî, "Bu, kendisinde, yıldızların akıp gittiği, bir su kütlesidir" demiş ve görüşünü, "çünkü yüzmek ancak su içinde olur" demiştir. Biz diyoruz ki: Biz bunu kabul edemeyiz. Çünkü, yarışırken ve koşarken, ayaklarını iyice gererek atan ata, "(Adetâ) yüzüyor!" denilir. Felsefecilerin ve astronomların ekseri ise şöyle demişlerdir: "Felek, ağır ve hafif olmayan; delinmeyi, yapışmayı, büyümeyi, solmayı kabul etmeyen, katı kütledir." Felfesecilerin görüşlerine karşı olan sözler ve açıklamalar, ilgili kitablarda ele alınmıştır. Doğru olan ise, göklerin vasıflarını bilmenin yolunun ancak nakilden geçtiğidir.

Yıldızların Hareketleri

İnsanlar, yıldızların hareketleri hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu hususta mümkün olan izah tarzı üçtür:

a) Çünkü ya felek sakin olur, kendisindeki yıldız ise, tıpkı durgun sudaki balığın hareketi gibi hareket eder.

b) Hem felek hem de yıldız, hareket halindedir. Bunların hareketi, ya birbirlerine terstir, ya da aynı istikamette olup, hareketleri, hız ve yavaş olma açısından birbirlerine eşittirler, ya da farklıdırlar.

c) Felek, hareket halinde, yıldızsa durgun ve hareketsiz. Birinci görüşe gelince, tttaefeciler, bunun temelsiz olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu, feleklerin delinmesini eder. Bu ise, imkânsızdır. İkinci görüşe gelince, bu durumda, yıldızın hareketi eğm hareketine aykırı olarak düşünülürse, bu da, yanılmayı ve delinmeyi gerektirir. Yok, yıldızın hareketi, feleğin hareketi istikametinde olur, ama hız yavaşlılık açısından ona aykırı olursa, yine delinme söz konusu olur. Yok eğer, hem cihet, hem de yavaşlılık ve sürat açısından da denk olurlarsa, yine delinme söz konusudur. Çünkü yıldızın hareketi, feleğin hareketi sebebiyle arzi bir hareket olup, böylece onun zatî olan hareketi, artmaya devam eder, bu sebeple de delinme söz konusu olmuş olur. Binaenaleyh, geriye sadece üçüncü kısım kalır ki, bu da yıldızın feleğe gömülmesi ve onun içinde hareketsiz olması, feleğin ise, hareket etmesi ve feleğin bu hareketi sebebiyle yıldızın hareket etmesidir.

Bil ki bu görüşlerin dayanağı, feleklerin delinmesinin imkânsızlığıdır. Hâlbuki bu, batıldır. Tam aksine gerçek olan, bu üç kısmın da ihtimâl dâhilinde olması ve Allahü teâlâ'nın da her türlü mümkinata kadir olmasıdır. Kur'ân'ın kendisine delâlet ettiği husus ise, feleklerin durgunluğu, yıldızların ise o feleklerde, tıpkı balığın suda yüzmesi gibi, yüzüyor olduklarıdır.

Beşinci Mesele

Keşşaf Sahibi şöyle demiştir: (......) kelimesindaki tenvin, muzâf ileyh'den bedel olup, ifadenin takdiri, "onların hepsi" şeklindedir. Allah en iyisini bilendir.

Altıncı Mesele

Ebu Ali İbn Sinâ, Cenâb-ı Hakk'ın, "yüzerler ifadesine dayanarak, yıldızların "nâtık" oldukları (konuşan varlıklar) olduklarına istidlalde bulunmuş ve şöyle demiştir: vâv-nûn ile çoğul olma, ancak akıllı varlıklar için düşünülebilir. Bir de, Cenâb-ı Hak, Güneşi ve ayı, onları bana secde eder halde gördü"(Yusuf, 4) buyurmuştur.

Buna şöyle cevap verilebilir: Vâv zamiri, akıllı varlıklar için, onların fiillerini vasfetmek için kullanılmaktadır ki, bu fiil de yüzme işidir. Keşşaf sahibi şöyle der: sen şayet" cümlenin irâbtaki mahalli nedir?" diye soracak olursan, ben derim ki, Ya, "Şems" (güneş) ve "kamer" (ay) kelimelerinden hâl olarak mansûbtur yahut da, müstenef bir cümle olduğu için irâbta mahalli yoktur. Buna göre sen şayet, "Güneş ile ay'dan her biri, başlı başına bir felektir; daha nasıl, "onların hepsi bir felekte yüzüyorlar denilmiştir?" dersen, ben derim ki: Bu ifade, Arabların tıpkı, "Herbirini" manasında olarak, "Emir onlara elbise giydirdi ve onlara kılıç kuşandırdı" demeleri gibidir..."

Her İnsan Fanidir

34

Âyetin tefsiri için bak:36

35

Âyetin tefsiri için bak:36

36

"Biz senden evvel de, hiçbir beşere ebedilik vermedik. Şimdi sen ölürsen, (sanki) onlar baki midirler? Her can ölümü tadıcıdır. Sizi bir imtihan olarak, hayır ile de şer ile de deniyoruz. Ancak bize döndürüleceksiniz. O küfredenler seni gördükleri zaman, seni, alay konusu yapanlar "Sizin tanrılarınızı diline dolayan bu mu?" derler. Halbuki onlar, Rahmanın zikrini inkâr ile, kâfir olanların ta kendileridir".

Bil ki, Cenâb-ı Hak, bir önceki kısımda ve ayetlerde, izaha çalıştığımız gibi, bu altı şeyle istidlalde bulunup ve o şeylerde dünyevi nimetlerin temellerini teşkil edince, bunun peşinden, dünyayı, baki kalması ve devam etmesi veyahutta dünyanın kendileri için yaratıldığı varlıkların orada ebedi kalmaları için değil, tam aksine onu, bir imtihan ve denemek için, sayesinde de, ebedi yurt olan âhirete nail olabilmek için yarattığına dikkatleri yöneltecek olan şeyi getirmiştir.

Cenâb-ı Hakk'ın "Biz senden evvel de, hiçbir beşere ebedilik vermedik" buyruğuna gelince, bu hususta şu üç izah yapılmıştır:

a) Mukâtil şöyle der: "Bir takım kimseler, "Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ölmez" diyorlardı. İşte bunun üzerine bu ayet nazil oldu.

b) Onlar, "Hazret-i Muhammed'in öleceğini ve onun ölümüyle de sevineceklerini tahayyül ediyor düşünüyorlardı. Böylece, Cenâb-ı Hak o kimselerin, bununla elerini nefyetmiştir. Yani, "Allahü teâlâ, dünyada, hiçbir beşerin ebedi acağına, senin ve onların, ölüme maruz kalacağına hükmetmiştir. Şimdi sen öleceksin de, onlar baki mi kalacaklar? Hayır, böyle değil" demek istemiştir. Şairin Bizim başımıza gelenlerden ötürü sevinenlere de ki, Uyanın ve kendinize gelin. Felakete sevinenler de bir gün bizim karşılaştığımızla karşılaşacaklar" şeklindeki de, bu anlamdadır.

c) Şu da muhtemeldir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Hatemu'l-Enbiyâ olduğu ortaya çıkınca, birisi onun ölmeyeceğini, çünkü ölmesi halinde şeriatının değişeceğini düşünmüş olabilir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak ölüm konusunda, onun durumunun, tıpkı diğer peygamberler gibi olduğuna dikkat çekmiştir.

Ayetteki "Her can ölümü tadıcıdır" buyruğuna gelince, bu hususta birkaç bahis vardır:

Söz Cenâb-ı Hakk'ın Değil Hazret-i İsa'nındır

Birinci bahis: Ayetin umumiliği, tahsis edilmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak da, bir "nefs"dir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ama ben senin nefsinde olanı bilemem" (Mâide. 116) buyurmuştur. Zira Cenâb-ı Hakk'ın ölmesi mümkün değildir. Cansız varlıklar da birer "nefis"dir. Halbuki onlar için de ölme söz konusu değildir. Tahsis edilen âmm ifade; hüccet olmaya devam eder. Binâenaleyh bu ayetle, bu sayılan şeylerin (tahsise uğrayan kısımlarının) dışında amel edilmeye devam edilir ki bu da felfesecilerin, "Beşerî ruhlar, bedeni terkeden akıllar (canlar), feleki nefisler ölmezler" şeklindeki görüşlerini ibtâl eder.

Ölümün Tadılması Ne Demektir?

İkinci bahis: Ayetteki "zevk"i (tadı) zahirî manasına almak mümkün değildir. Çünkü ölüm, yenilecek şeyden birşey değildir ki tadılsın. Aksine zevk (tadma), belli bir algılamadır. Binâenaleyh bu ifadeyi, mecazî bir algılama saymak caizdir. Ayette dilen "ölüm" ile de, ölümün işaret emareleri olan, büyük acılar kastedilmiştir, inkü ölümden önce, onu tadmak imkânsızdır. Ölüm meydana geldiğinde ise insan ölmüş olur. Ölü ise, hiçbir şeyi idrâk edemez.

Üçüncü bahis: "Zâikatü'l-mevti" (ölümü tadıcı) ifadesindeki izafet, lafzı bir izafettir. Çünkü bu, tıpkı "Avı helal sayıcı olmaksızın" (Mâide, 1) ve "Kabeye ulaşan bir kurban olarak" (Mâide. 95) ifadeleri gibi, gelecekte olcak bir işe aittir.

İmtihan ve İbtilâ

Hak teâlâ'nın bir imtihan olarak, hayır ile de, şer ile de deniyoruz. Ancak bize döndürüleceksiniz" ifadesi ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Deneme, ancak mükellef tutma var ise olur. O halde bu ayet insanlar için bir mükellefiyetin olduğuna delâlet ediyor. Yine bu ayet, Hak Subhânehû ve Teâlâ'nın, bir zorluğu bulunsa bile emrettiği ve nehyettiği şeylerle mükellef tutmayla yetinmeyip, aksine insanı şu iki şeyle denediğine de delâlet ediyor:

a) "Hayır" dediği şeylerle... Bunlar, dünyadaki sıhhat, lezzet (tad), sevinç ve insanın umduğunu elde etmesi gibi dünyevi nimetlerdir.

b) "Şer" dediği şeyler... Bunlar, fakirlik, elemler ve mükellefin başına gelen diğer sıkıntılar gibi dünyevî zararlardır. Böylece Allahü teâlâ mükellefin, kendisine verilenlere şükretmesi ve sıkıntılara sabretmesi için, bu iki şey arasında mekik dokuduğunu ve vazifesini yaptığında, mükafaatının büyük olacağını beyân etmiştir.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hak, henüz onlar daha gelmezden önce, insanların nasıl amel edip davranacaklarını bildiği halde, şekil itibarıyla imtihana benzediği için, bu (mükellefiyete mecazen), ibtita (imtihan) demiştir.

Üçüncü Mesele

Keşşaf Sahibi, ayetteki "fitne" kelimesinin (deneriz) fiilin lafzından olmayan.te'kidî bir mef'ûl-ü mutlak olduğunu söylemiştir.

Allah'a Dönmenin Anlamı

Tenâsühcüler, görüşlerinin doğru olduğuna, ayetteki, "Ancak Bize döndürüleceksiniz" ifadesini delil getirerek, "Bir yere dönme, önceden o yerde bulunmuş olmayı gösterir" demişlerdir. Buna biz: "Bu ifade, değişmeceli bir ifadedir" diyerek cevab veririz.

Beşinci Mesele

Ayetteki, "Ancak Bize döndürüleceksiniz" ifadesi ile"onlar, Allah'ın hükmüne, hesabına ve amellerine göre karşılık vermesine dönüp varacaklardır" manası kastedilmiştir. Binâenaleyh Allahü teâlâ, bu ifadesi ile, tenâsühcülerin, öldükten sonra dirilmeyi ve ahireti kabul etmeyen görüşlerinin bâtıl olduğunu beyân etmiştir. Tenâsühcüler bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Ayette bahsedilen dönme, daha önce kendisinde bulunulmuş olan bir yere olur. Demek ki biz, bu âleme gelmezden önce orada imişiz" demişlerdir. Mücessime de, "biz, cisimiz. Binâenaleyh Allah'a döndürülecek olmamız, Allah'ın da cisim olmasını gerektiir" diyerek istidlal etmişlerdir. Bunlara verilecek cevablar, bu kitabın (tefsirin) pek çok yerinde geçmiştir.

Kâfirlerin Müminlerle Alay Etmeleri

Hak teâlâ, "O küfredenler seni gördükleri zaman, seni istihzâ (mevzûundan) başka bir şey edinmezler" buyurmuştur. Süddi ve Mukatil bu ifadenin Ebu Cehil hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ebû Süfyan ile birlikte iken, Ebû Cehil'e rastladı. Ebû Cehil, Süfyan'a: "Bu, Abdumenaf oğullarının peygamberidir" deyince, Ebû Süfyan: onun Abdumenâfoğullarının peygamberi oluşunun yadırgamıyorsun (öyle mi?)" derken Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onların sözünü duydu ve Ebu Cehil'e: "Ben, amcan Velid b. Muğire'nin başına gelen belanın, senin de başına geleceğini görüyorum. Ey Ebû Süfyan, sana gelince, sen bu sözü hamiyyetinden (taassubundan, sülaleni müdafaa gayretinden) dolayı söyledin" dedi. İşte bu ayet bunun üzerine nazil oldu.

Cenâb-ı Hak sonra bu hususu, "Sizin tanrılarınızı diline dolayan bu mu?" (derler)" ifadesi ile açıklamıştır. Zikretme (anma, diline dolama), ya hayır ile, ya aksi ile olur. Binâenaleyh durum, bu ikisine de delâlet ettiği için, ifade mutlak (genel) kullanılıp, takyid edilmemiş (sınırlandırılmamıştır). Bu tıpkı bir kimseye, filancanın senden bahsettiğini duydum" demen gibidir. Binâenaleyh o bahseden eğer, bu kimsenin dostu ise, bu bahsetme bir övgüdür, eğer düşmanı ise, bir zemm (kınama, tenkid) olmuş olur. Hak teâlâ'nın, "İbrahim denilen bir gencin o (putlardan) bahsettiğini duyduk" (Enbiya, 60) ifadesi de böyledir. Bu, "İbrahim (aleyhisselâm) o putların ma'bud olmadıklarını söylüyor ve onlara ibadet etmenin saçmalık olduğundan bahsediyor" demektir.

Hak teâlâ'nın "Halbuki Rahman'ın zikrini inkar ile, olanlar onlardır" ifadesi, "onlar, kendilerini yaratan, rızıklandıran, öldüren, Rahman'ı zikretmeyi kabul etmemelerinin yanı sıra, kendilerine hiçbir fayda zararı olmayan ilahlarını zikrederek, o peygamberi ayıplıyorlar. Halbuki bundan daha çirkin ve saçma bir şey yoktur" demektir. Bu manaya göre, onların istihza, alay, ve kınamaları, şuursuzluklarından dolayı olmuş olur. "Rahman'ın zikri" ile, Kur'an'ın ve ilâhî kitabların kastedilmiş olması da muhtemeldir. Buna göre, ayette hum (onlar) zamirinin iki kere getirilmesindeki hikmet şudur: "Birincisi, böyle yapan kimselere bir işarettir. İkincisi ise, bu işin onlara has olduğunu gösteren bir ifadedir, sonra bu zamirin tekrar edilmiş olmasında, onların böyle yaptıklarını iyice ve yaptıkları bu işin çok vahim olduğunu belirtme yatmaktadır.

Alaycı Kâfirlerin Perişan Akıbetleri

37

Âyetin tefsiri için bak:41

38

Âyetin tefsiri için bak:41

39

Âyetin tefsiri için bak:41

40

Âyetin tefsiri için bak:41

41

"insan aceleden yaratıldı. Size ayetlerimi göstereceğim. Benden onu acele istemeyin. "Eğer sâdıklar iseniz, va'id ne zaman?" derler. O kâfirler yüzlerinden ve arkalarından, ateşi kesinlikle menedemeyecekleri ve kendilerinin yardım göremeyecekleri zamanı bir bilselerdi! Belki bu, onlara ansızın gelecek ve kendilerini şaşırtacaktır. Artık onu geri çevirmeye güç yetiremeyeceklerdir. Onlara mühlet de verilmeyecek. Andolsun senden evvelki peygamberlerle de istihza edildi, fakat alay etmekte oldukları şeyler, istihza eden o maskaraların kendilerini kuşattı".

İnsanın Aceleciliği

Hak teâlâ'nın, "İnsan aceleden yaratıldı" ifadesi ile ilgili birkaç mesele bulunmaktadır:

Birinci Mesele

Ayetteki "insan" ile ne kastedildiği hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür:

Birinci Görüş:

a) Bununla insan türü kastedilmiştir.

b) Bununla belli bir şahıs kastedilmiştir.

Birinci görüşü şöyle izah ederiz: Bu insanlar, kendilerini Allah'ı bilmeye ve tanımaya mecbur eden, Allah'ın azabının ve ayetlerin hemen gelmesini istiyor ve "Bu va'id ne zaman?" diyorlardı. İşte bu ifade ile Cenâb-ı Hak, onları bundan vazgeçirmeyi istemiş ve önce insan türünü çok aceleci oluşundan dolayı kınamış, sonra onları bu işlerinden menetmiştir. Buna göre Cenâb- Hak sanki, "Sizin aceleci oluşunuz, uzak görülecek bir ihtimal değil. Çünkü siz zaten böyle yaratıldınız. Bu sizin huyunuz ve karakterinizdir" demek istemiştir. Buna göre eğer, "Sözün önünün mutlaka sonu ile uygun olması gerekir. Ama insanın aceleden (aceleci) yaratılmış âmâsı, bu hususta mazur sayılmasını gerektirir. Binâenaleyh sözün başı böyle iken, Cenâb-ı Hak niçin, (sözün devamında), "Benden onu acele istemeyin' buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki: "Engelleyen şey ne kadar güçlü ve kuvvetli,ona muhalefet de o nisbetle güçlü olur. Binâenaleyh Allahü teâlâ bu ifadesi ve aceleciliği bırakmanın, kıymetli, yüce ve arzulanan bir şey olduğuna dikkat

İkinci Görüş: Ayetteki "insan" ile, belli bir şahıs kasd edilmiştir. Bu hususta iki görüş söylenmiştir:

a) Bu "insan" ile Hazret-i Âdem (aleyhisselâm) kastedilmiştir. Bu Mücâhid, Sa'id b. Cübeyr, İkrime, Süddî, Kelbî, Mukâtil ve Dahhâk'in görüşüdür. İbn Cüreyc ve Leys b. Ebî Süleym, Mücâhidin şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Allahü teâlâ, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'i, herşeyi yarattıktan sonra, Cuma gününün sonuna doğru yaratmıştır. Ruh (can) henüz onun kafasına girip, bedenin aşağılarına ulaşmadan önce, "Ya Rabbî, beni güneş batmadan önce yaratıp tamamlaman hususunda acele etmeni istiyorum" demiştir" Leys, "işte ayetteki "insan aceleden yaratıldı" ifadesi, bu manayadır" der. Süddî'nin de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allahü teâlâ, Âdem (aleyhisselâm)'in bedenine ruhu (canı) üfleyip, rûh (önce) kafasını sardığında hapşurdu. Bunun üzerine melekler ona, Elhamdülillah" de" dediler O da, böyle söyledi. Bunun üzerine, Allahü teâlâ ona Yerhamüke Allahu" (Rabbin sana rahmet etsin) dedi. Ruh, gözlerine ulaşınca, cennet meyvelerini gördü. Derken rûh, karnına ulaşınca, yeme arzusu duydu. Böylece de, rûh daha ayaklarına ulaşmadan, cennetin meyvelerini yemeye başladı. İşte Âdemoğlunda aceleci olma özelliğini bırakan, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'dir.'

b) Atâ'nın rivayetine göre, İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: "Bu ayet, Nadr b. Haris kâfiri hakkında nazil olmuş olup, ayetteki "insan" lafzı ile o kastedilmiştir. '

Bil ki birinci görüş, daha uygundur. Çünkü ayetin maksadı, o insanları zemmetmektir. Bu da ancak, ayetteki "insan" lafzını, bütün insan (türü) manasına çığımızda, söz konusu olur.

İkinci Mesele

Müfessirlerin bir kısmı ayeti zahirî manası ile alırlarken, bazıları ayette bir kalb (takdim-tehirin) olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Birincilerin bu husustaki izahları şunlardır:

1) Muhakkik âlimlere göre, ayetteki, "İnsan aceleden yaratıldı" ifadesi, "insan, aceleci olarak yaratıldı" manasındadır. Bu, mübalağatı olsun diye (yani çok aceleci olduğunu göstersin diye) böyle ifade edilmiştir. Bu. tıpk. zeki bir kimseye, "O, yanan, parıldayan bir ateştir" denilmesine benzer. Araplar, bazan insanı, ondan çokça sâdır olan iş ile adlandırırak, mesela, "Sen, sırf yeme ve uyumasın", "O, ancak gitme ve gelmedir" derler. Nitekim şâir de şöyle demiştir:

"O, gaflet ettiğinde hatırlamalı değil miydi? (Böyledir, işte). O ancak, bir yönelme ve sırt çevirmedir. (Bazan yüzüne güler, bazan arka döner)" Bu izah, Hak teâlâ'nın, "İnsan çok acelecidir" (İsra, 11) ayeti ile de desteklenir. Müberred bu ifadeye, "Acele etmek, insanın özelliğidir" manasını verir. Bu da, tıpkı "Allah sizi bir za'fdan yarattı" yani "zayıf ve âciz olarak yarattı" (Rum, 54) ayeti gibidir.

2) Ebû Ubeyd, "acele" lafzı, Himyer lügatına göre, "çamur" demektir. Nitekim şâir,

"Hurma su ile çamur arasında olur" demiştir.

3) Ahfeş, "Ayetteki" ifâdesi, "hemen (bir çırpıda) söylenen bir (kün-ol) emrinden (emri ile) yaratılmıştır" manasınadır" der.

4) Hasan el-Basrî, "Bu"zayıflıktan, zayıf olarak" manasınadır" demiştir.

Ayette bir kalb (takdim-tehir) olduğunu söyleyenler bu ifadenin, "Acele, insandan yaratıldı (çıktı)" takdirinde olduğunu ve tıpkı, "Kafirlerin cehenneme sunuldukları gün"(Ahkaf. 34) ayeti gibi olduğunu, bu ayetin, 'Cehennemin kâfirlere sunulduğu gün" manasında olduğunu söylemişlerdir.

Doğruya en yakın görüş birincisi, en uzağı bu sonuncusudur. Çünkü sözü, olduğu sıra (dizi) üzere doğru bir manaya hamletmek mümkün ise, "Kalb" (takdim-tehir) ile elde edilecek bir manaya hamletmekten, bu daha uygundur. Hem sonra, "Acele insandan yaratıldı" demede, birçok değişmeceli manalar vardır. Binâenaleyh ayetin nazmını (normal sırasını) değiştirip, değişmeceli olacak bir cümle haline getirmenin manası yoktur.

Üçüncü Mesele

Birisi çıkıp şöyle diyebilir: "O insanlar, bu tehdidi (va'idi), geleceğine inanmadıkları için, acele getirilmesini istemişlerdi. Bu şekilde olan için, hakikatte "aceleci" denilmez.

Buna şöyle cevab veririz: Onların bu şekilde acele etmeleri, daha fazla kınamayı gerektirir. Çünkü kişinin, belli bir işte acele etmesi zemmedilince, bilmediği bir hususta acele etmesi daha çok zemmi gerektirir. Hem, onların uhrevî ceza ve dünyevî helak gibi, tehdid edildikleri şeyleri acele tarafından istemeleri, ölümü acele istemeleri manasına gelir ve onlar ölümü biliyorlar. Dolayısıyla onlar gerçek manada aceleci olmuş olurlar.

Cenâb-ı Allah'ın, "Size ayetlerimi göstereceğim. Benden onu acele istemeyin " ayetine gelince, (bil ki) âlimler burada geçen "ayetler" ve ne murad edildiği hususunda şu değişik izahları yapmışlardır:

1) Bunlar, peşin dünyevî helak ve âhiretteki azabtır. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Acele etmeyin" yani, "Onlar, hiç şüphesiz vaktinde gelecektir" demiştir.

2) Bunlar, Allahü teâlâ'nın vahdaniyyetinin (birliğinin) ve, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğruluğunun delilleridir.

3) Bunlar, Şam ve Yemen de daha önce yaşamış olan ümmetlerin eser ve izleridir. Birinci mana, ayetin nazmına (siyak-sibakına) daha uygundur.

Cenâb-ı Hak "Eğer sadıklar iseniz, bu va'id ne zaman?" derler" buyurmuştur. Bil ki bu istihza üslûbu ile zikredilen kınanan acele ediş, tıpkı Hak teâlâ'nın, "Sen o azabı acele (getirmeni) istiyorlar. Eğer (onun) belirlenmiş (mukadder) bir zamanı olmasaydı, mutlaka o azab onlara gelirdi" (Ankebut. 53) ayetinde belirtilen acele ediş gibidir. Bil ki Allahü teâlâ, onların bu sözü, cahillikleri ve gafletlerinden ötürü söylediklerini beyan buyurmuş, peşisıra da bundan doğacak üzüntüyü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbinden gidermek için şu iki şeyi zikretmiştir:

1) Bu istihzayı yapanların başına, çok şiddetli bir azabın geleceğini beyân ederek, "O kâfirler yüzlerinden ve arkalarından, ateşi kesinlikle menedemeyecekleri ve kendilerinin yardım göremeyecekleri zamanı bir bilselerdi!" buyurmuştur. Keşşaf Sahibi şöyle der: "Ayetteki Lev (Eğer) edatının cevabı mahzuftur ve (o zaman) kelimesi fiilin mef'ulü bihidir, yani "Eğer onlar, "Bu va'id ne zaman?" diye sordukları o zamanın, kendilerini arkadan ve önden ateşin kuşatacağı çetin bir zaman olduğunu, o azabı, savuşturmaya kadir olmayacaklarını ve "Allah'ın hışmı bize gelip çatarsa, kim bize yardım edebilir?" (Mü'mim, 29) ayetinde de belirtildiği gibi, kendilerine yardım edecek hiç kimsenin bulunmayacağını bilselerdi, bu inkar, alay ve azabı acele isteme vasıflarına sahib olmazlardı. Fakat onların bunu bilmeyişleri, işte bu işi kendilerine basit ve önemsiz göstermiştir. Bu cümlenin cevabına delâlet edecek husus ayette saha önce geçtiği için, burada cevabın böylece hazfedilmesi. Güzel ve yerinde olmuştur. Bu, daha beliğ bir üslubtur. Hak teâlâ'nın, "Eğer o zalimler görseydiler" (Bakara 165) "Sen, melekler o kâfirlerin canını alırken bir görseydin "(Enfal. 50) ve "Eğer Kur'ân ile dağlar yürütülseydi"(Rad, 31) ayetleri de böyledir. Ayette özellikle "yüzleri" ve "arkaları" zikredilmiştir. Çünkü azabın bu yerleri tutuşu daha şiddetli olur. Bir de bu iki yer, insanın kendisinden zararı defetmesinde çokça kullanılır.

Azabın Birden Gelmesi

Sonra Cenâb-ı Hak, bu azabın şiddetini beyan edince, onun gelme vaktinin, insanlarca bilinemediğini, aksine onlara o azabın, hiç ummadıkları, hesab etmedikleri ve hazırlıklı olmadıktan bir zamanda geleceğini beyan buyurmuştur.

Ayetteki, ifadesi, "O, onları hayretle bırakır. Onu reddetmeye (savuşturmaya) hiçbir çare bulamazlar ve başlarına gelen hususunda bir çıkış yotu elde edemezler" demektir ise, "Onlara tevbe etmeleri ve mazeret beyan etmeleri için mühlet de tanınmaz" demektir. Bil ki Allahü teâlâ, böyle olmasında fayda olduğu için, mükelleflere ölüm ve kıyamet vaktini bildirmemiştir. Çünkü kişi, bunların gizli olması durumunda, daha çok çekinir ve günahlarını telâfi etmeye daha çok uğraşır.

Hazret-i Peygamberi Teselli

Cenâb-ı Allah, sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbindeki hüznü giderecek, ikinci şeyi ifade ederek, (Ey Muhammed, nasıl kavmin seninle alay ve istihza ediyorsa), "andolsun, senden evvelki peygamberlerle de istihza edildi" "Fakat alay etmekte oldukları şeyler, yani bu alayın cezası, istihza eden bu maskaraların kendilerini kuşatmış, yani başlarına inmiştir" buyurmuştur, fiilleri aynen ve fiillerinin aynı manaya olması gibi, bir manayadır. Bu ayette, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i teselli vardır. Buna göre, mana "Onların başına, istihzalarının cezası gelip, onları çepeçevre kuşatacaktır.

Allah'ın İnsanı Himayesi

42

Âyetin tefsiri için bak:44

43

Âyetin tefsiri için bak:44

44

"De ki: (Allah'ın) geceleyin ve gündüzün (gelebilecek) azabına karşı, Rahman'dan başka sizi kim koruyabilir? Hayır, onlar Rablerini zikirden yüz çevirmektedirler. Yoksa onların Bize karşı müdafaa edebilecek tanrıları mı var? Kendi kendilerine bile yardım etmeye güç yetiremezler. Biz, onları da. Atalarını da yaşattık, nihayet kendilerine ömürleri uzun geldi. Ama şimdi görmüyorlar mı ki Biz o arza gelip, etrafından tedricen eksiltip duruyoruz. O halde gâlib olanlar onlar mı?".

Bil ki Allahü teâlâ, anlattığı şekilde, kâfirlerin âhirette yüzlerinden cehennemi nklaştıramayacaklarını belirtince, bunun peşinden, onların dünyada da böyle ocuklarını anlatarak, "Eğer Allah onları gözetip korumasaydı, onlar esenlik içinde atamazlardı" demiştir. İşte bundan dolayı peygamberine (aleyhisselâm) "Alay eden ve mağrur olan o kâfirlere, "Geceleyin ve gündüzün (gelebilecek) azaba karşı, sizi kim koruyabilir" de" dedi. Bu tıpkı bir kimsenin, elinde tuttuğu ve kendisinden tutmasının imkânsız olan kimseye, "sen benim elimden nereye kaçacaksın. Benden kurtulmana imkân var mı?" demesi gibidir. "el-Kâli", koruyan, muhafaza eden demektir.

Rahmanın Koruması

Ayetteki, "Rahman'dan" ifadesi ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bunun ne demek olduğu hususunda şu izahlar yapılmıştır:

a) "Sizi Rahman'dan koruyabilecek olan, yani hakettiğiniz azabı başınıza indirmeye kadir Allah'dan sizi kim koruyup, kurtarabilir"

b) "Allah'ın ahiretteki azabından..."

c) "Öldürülmekten, esir edilmekten ve kâfir oldukları için Allah'ın onlara iz nasını reva gördüğü diğer şeylerden" demektir. Böylece Cenâb-ı Hak, onları koruyabilecek kimsenin olmadığını, o azabı başlarına getirmesi halinde, bunu onlardan savuşturacak olanın bulunmadığını, korumak suretiyle onlara lütfetmiş olmasalardı, yaşayamayacaklarını ve dünyadan hiç istifade edemeyeceklerini beyan buyurmuştur.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hak, buna verilecek cevabı imâ etmek için, burada özellikle "Rahman" adını zikretmiştir ki insan, "Ya Rabbi, bütün canlıları rahmetinle koruyan sensin sen" diye cevab versin. Bu tıpkı, "Sen; kerim Rabbine karşı aldatan nedir" (İnfitar, 6) ayeti gibidir. Cenâb-ı Hak bu ayette de, cevabı imâ için özellikle "kerim" adını zikretmiştir.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hak, bu iki vakitten herbirine has çeşitli belâ ve âfetler bulunduğu için, özellikle "geceleyin ve gündüzün " buyurmuştur. Bu, "uyuduğunuz geceleyin, geçiminizi temine çatıştığınız gündüzün sizi koruyacak kimdir?" demektir.

Hak teâlâ'nın ifadesi, "Allahü teâlâ'nın, gece ve gündüz koruyup gözetmek suretiyle onlara in'am etmesine rağmen onlar aklî, naklî deliller ve Kur'ân'ın letâifi (incelikleri-hikmetleri) demek olan, "Rablerinin zıkri"nden yüz çevirirler. Onlar, O'nun dışında kendilerinin bir koruyucusu bulunmadığını anlamaları, böylece de, onları koruma ve onlara in'am etmede kesinlikle bir payları ve tesirleri bulunmayan o putlara ibadeti bırakmak için, hiç tefekkür etmezler" demektir.

Allah'a Karşı Müdafi Olamaz

Hak teâlâ, "Yoksa onların Bize karşı müdafaa edebilecek tanrıları mı var. Kendi kendilerine bile yardım etmeye güç yetiremezler. Onlar Bizden de himaye görmezler" buyurmuştur. Bil ki baştaki em lafzının mim'i zâid olup, ifadenin takdiri (......) şeklindedir. Buna göre mana, "onların, başlarından bu belâları defedebilecek ilahları mı var?" şeklindedir. Söz (cümle), bununla tamamlanır. Daha sonra Cenâb-ı Allah, onların putlarını acizlikle niteleyerek, "Onlar Kendi kendilerine bile yardım etmeye güç yetiremezler" buyurmuştur. Bu ifade, mahzûf bir mübtedânın haberi olup, "Bu ilahlar, o belâlardan kendilerini bile korumaktan âcizdirler. Halbuki kişinin kendisinin koruması, başkasını korumaktan daha evlâdır. Binâenaleyh o putlar (ilahlar), kendilerini bile koruyamadıklarına göre, başkalarını nasıl koruyabilirler" demektir.

Ayetteki, "Onlar Bizden 'de sahabet görmezler" ifadesi ile ilgili iki izah vardır:

1) Mazini şöyle der "Arapça'da birisi birisini bir şeyden menettiğinde, engellediğinde, denilir. İşte ayetteki bu lafız, "sohbet" (arkadaşlık) masdarından değil, bu fiildendir."

2) Ayetteki "sahabet", nusret (yardım) ve destek manasına olup, hepsi aynı manayadır. Nitekim Arapça'da, "Allah sana yardım etsin" manasında, (......) denilir. Yola çıkana da, "Allah'ın sahabeti ve hıfzında olasın" diye dua edilir. Buna göre mana, "Onlar, tarafımızdan ne bir destek, ne bir yardım görürler" şeklinde olur. Velhasıl bu, "Afetleri savuşturmaya kadir olamayan, Allah'dan yardım görmeyen kimse, herhangi bir şeye nasıl kadir olabilir" demektir.

Allah Subhânehû ve Teâlâ sonra bütün bunlara rağmen onlara lütufta bulunduğunu da şöyle beyan buyurmuştur: "Biz onları da atalarını da yaşattık, nihayet kendilerine ömürleri uzun geldi." Bu, "Onları bu yüz çevirişe sevkeden sebebin, sırf onların zamanının uzun oluşu ile aldanışlarıdır, yani, onların ömürleri gaflet içinde uzayıp gitti ve böylece. Bize verdikleri ahdi (sözü) unutup, nimetlerimizin değerini anlayamadılar. Bu şekilde aldanıp gittiler" demektir.

Arzı Eksiltmenin Anlamı

Hak teâlâ'nın "Ama şimdi görmüyorlar mı ki Biz o gelip, etrafından tedricen eksiltip duruyoruz" ifadesi, "Allah'a şirk koşup, (istihzâ ederek) azabı ilahinin hemen gelmesini isteyen o müşrikler, Bizim Mekke'nin etrafındaki belde ve köylerden birini alıp, sonra bir diğerini alıp fethederek, Mekke'nin etrafından noksanlaştırmadaki kudret eserlerimizi ve o memleketleri, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın mülküne (devletin sınırlarına) kattığımızı, daha önce dünyadan alabildiğine istifade eden o müşrik liderlerini öldürdüğümüzü, müşrikleri öldürerek şirki noksanlaştırıp zayıflattığımızı görmüyorlar mı? Onlar bundan ibret alıp da, Resûlullah (aleyhisselâm) tasdik etmezler mi ve onlar, o putların Cenâb-ı Hakk'ın başlarına getirmeyi murad ettiği belâlara karşı koyamadıklarını ve onlara karşı hiçbir şey yapamadıklarını görmüyorlar mı?" demektir.

Cenâb-ı Allah sonra da, "O halde gâlib olanlar onlar mı" yani olanlar onlar mı, Biz mi?" buyurmuştur. Buradaki istifham, takrir (iyice tatmak) ve takrî (iyice te'kid) için olup, "Hayır galip olanlar Biziz. Onlar ise mağlubturlar" demektir. Bu ayetin izahı Ra'd sûresinde geçti.

Ayette geçen "eksiltme" (noksanlaştırma)nın ne demek olduğu hususunda şu izahlar yapılmıştır:

a) Ibn Abbas, Mukâtil ve Kelbî: "bu, "Yeryüzünün beldelerini fethetmek suretiyle, (yani diyarlarını azaltırız)" demektir" demişlerdir.

b) İbn Abbas, bir başka rivayete göre: "Allah, bu tabirle yeryüzünün ehlini (sakinlerini) ve bereketini noksanlaştırmasını kastetmiştir" demiştir.

c) Ikrime şöyle der: "Bir beldeyi harab etmek, oradakiler öldüğü zaman olur."

d) Bu, "Biz, âlimleri öldürerek yeryüzünü noksanlaştırırız" demektir. Bu rivayet, sahih bir senetle Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e dayanıyorsa, bundan dönülemez. Aksi halde, bu görüşlerden en doğrusu, "galib gelme, fethetme" şeklinde olanıdır. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Galib olanlar onlar mı?" buyurmuştur. Bu manaya uygun olan ise Allah'ın yeryüzünün bir kısmını müşriklerden alıp, islam beldesine katmasıdır.

Kaffâl şöyle der: "Bu ayet, Mekke kâfirleri hakkında nazil olmuştur. Öyle ise bunun manasına âlimler ve fakihlerin (ölümü) nasıl dâhil olur." Böylece Cenâb-ı Hak, bütün bunların, bu hususta düşünmeleri ve akıllarını kullanmaları halinde müşriklerin cehaletten vazgeçecekleri ibretli şeylerden olduğunu beyân etmiştir.

Azabı Tadanların Feryadı

45

Âyetin tefsiri için bak:47

46

Âyetin tefsiri için bak:47

47

"De ki: Ben ancak vahy ile başınıza gelecek tehlikeleri haber veriyorum. Sağırlar inzâr edilecekleri zaman çağrıyı duymazlar. Andolsun ki Rabbinin azabından onlara ufacık birşey dokunsa muhakkak, "Yazıklar olsun bize, biz gerçekten zalimlermişiz!" diyeceklerdir Biz, kıyamet gününe has adalet terazileri koyacağız. Artık hiç bir kimse asla haksızlığa uğratmayacaktır. O şey bîr hardal tanesi kadar bile olsa onu getiririz. Hesabcılar olarak biz yeteriz".

İnzardan Maksad

Bil ki Allahü teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'de delillerini tekrar edip, daha önce de geçtiği gibi bu hususa alabildiğine dikkat çekince, bunun peşinden "De ki: Ben ancak vahyile başınıza gelecek tehlikeleri haber veriyorum" yani, "Rabbinin sözü olan Kur'ân ile haber veriyorum. Binâenaleyh bunu benim tarafımdan (kendiliğimden) zannetmeyin. Aksine onu size gönderen ve sizi inzâr etmemi emreden Allah'dır. Dolayısıyla Rabbimin beni mecbur tuttuğu şeyi getirirsem ve sizden de kabul sudur etmezse, bunun vebali ve günahı sizedir" buyurmuştur. Bunca çok ve ardarda olmasına rağmen duydukları inzarlardan istifâde etmedikleri için, bu müşrikler, tıpkı hiç duymayan sağırlar gibidirler. Çünkü "inzâr"ın maksadı, duymak değil, aksine bir farzı yapmada, bir haramdan sakınmada ve hakkı tanımada, gereğini yapmaktır. Binâenaleyh bu maksad tahakkuk etmezse, insan o inzarı (ikazı) hiç duymamış gibi olur.

Keşşaf Sahibi şöyle der: "Bu ifade, if'al babından olarak, tâ ile ve yâ ile (......) ve (......) şeklinde okunmuştur ki bu, "Sen duyuramazsın" "Allah'ın Resulü duyuramaz yahut "sağır, işittirmek isteyen kişiyi işitmez".

Eğer, "sağır, inzarcınm (ikazcının) seslenişini duymadığı gibi, diğer insanların seslenişini de duymaz. Binâenaleyh daha nasıl Cenâb-ı Hak burada, "İnzâr edilecekleri zaman çağrıyı duymazlar" buyurmuştur?" dersen, ben derim ki: es-Summ (sağır) daki elif-lâm, cins için değil, ahd için olup, inzâr olunan o müşriklere şarettir. Buna göre bu ifade, "O müşrikler, inzâr olunduklarında (sağır gibi), çağrıyı duymazlar (duymamazlıktan gelirler). Binâenaleyh inzâr olundukları zaman onların sağır gibi olduklarına ve adeta kulaklarını tıkadıklarına delâlet eden, ipuçlarından ötürü, "sağırlar" ismi, zamir olan (onlar) yerine kullanılmıştır, yani, "Onlar, inzâr ayetlerine karşı, sağırmış gibi davranarak, işte böyle cüret gösterirler" demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların durumunun, inzâr olundukları şeyden, en ufak birşey hissettikleri zaman, onu duyacakları, o hususta mazeret beyân edecekleri ve dalanmadıkları zaman hakkı itiraf edecekleri bir hale döneceğini, "Andolsun ki Rabbinin azabından onlara ufacık bir şey dokunsa muhakkak, "Yazıklar olsun bize, biz gerçekten zalimlermişiz!" diyecekler" buyararak beyan etmiştir. "Nefh" hafif esen rüzgârın ezelliğidir. Buna göre mana, "Eğer onlara o azabın kendisi değil de, hafif bir rüzgârı dahi dokunduğunda vaveyla koparırlar ve kendilerinin zalim olduklarını itiraf ederler" Demektir. Keşşaf Sahibi şöyle der: "Ayetteki "mesh" ve "nefh" lafızlarında üç çeşir te'kid vardır.

a) "Mess" lafzının kullanılmış olması,

b) "Nefh" lafzındaki "azlık" manası... Arapça'da, "Hayvan onu hafifçe tepti" ve "Ona bir az bağış vererek (minnet altında bıraktı)" denilir.

c) Ayette "netha" lafzının, ism-i merre (bir kerre) vezni ile kullanılması.

Mahşerde Doğru Teraziler

Daha sonra Cenâb-ı Hak, âhirette onların başına gelecek bütün bu şeylerin, sırf adalet olduğunu, binâenaleyh her ne kadar onlar dünyada kendilerine zulmettilerse de âhirette zulme uğranmayacaklarını bildirmiştir. Bu, ayetteki "Biz, kıyamet gününe has adalet terazileri koyacağız" ifadesi ile anlatılan manadır. Allahü teâlâ bu terazileri "adalet"le tavsif etmiştir. Çünkü teraziler, bazan doğru (ayarlı) olur, bazan yanlış olur. Böylece Cenâb-ı Hak, o terazilerin adalet ve doğruluk üzere olduklarını beyan buyurmuş ve bu hususu, "Artık hiç bir kimse, asla haksızlığa uğratılmayacaktır" diye ifade etmiştir. Burada birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

"O terazileri koymak" onları hazırlamak demektir. Ferrâ, buradaki "Kist" kelimesi, müfred ise de, "mevazin" (teraziler)in sıfatıdır. Bu, senin bir topluluk hakkında "sizler, adaletsiniz" demen gibidir" demiştir. Zeccâc ise: "Bu ifadenin manası, "Biz, âdil olan teraziler kuracağız" şeklindedir" der. Ayetteki, "Kıyamet gününe has" ifadesi hakkında Ferrâ: "Bu, "Kıyamet gününde" manasındadır" serken, "Kıyamet günü halkı için" manasında olduğu da söylenmiştir.

İkinci Mesele

Bu terazilerin kurulması hakkında iki görüş vardır:

a) Mücâhid şöyle demiştir: "Bu bir temsil (teşbih) dir. Terazilerle anlatılmak istenen, adl-i ilâhidir." Bu görüşün bir benzeri, Katâde ve Dahhâk'den rivayet edilmiştir. Vezn (terazi ile tartma) ile anlatılmak istenen, insanlar arasında, amelleri hususunda, adaletle davranmaktır. Buna göre kimin hasenatı (iyilikleri, salih amelleri), seyyiâtını (günahlarını, kötülüklerini) aşmış olursa, onun terazileri (tartılan) ağır basmış demektir, yani onun iyilikleri kötülüklerini siler götürür, kimin de kötülükleri, hasenatını kuşatmış ise, onun tartıları da hafif gelmiş demektir, yani kötülükleri, hasenatını götürür, İbn Cerir, ibn Abbas (radıyallahü anh)'dan bu şekilde rivayet etmiştir.

Selef imamlarının görüşüne göre, Cenâb-ı Hak, gerçek anlamda terazifer koyar ve onlarla, ameller tartılır. Hasan el-Basri'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu terazi, iki kefesi bir dili (ibresi) bulunan bir terazi olup, Cebrail'in elindedir." Rivayet olunduğuna göre Davud (aleyhisselâm). Rabbin'den, kendisine o teraziyi göstermesini istemiş, onu görünce kendisinden geçerek bayılmış; kendine gelince de, "Allah'ım, onun kefesini, hasenatla kim doldurabilir?" deyince de, Cenâb-ı Hak, "Ey Davûd, Ben, kulumdan razı olduğumda, onu bir hurma (nın mükâfaatı bile) doldurur" diye cevap vermiştir. Buna göre, amellerin nasıl tartıldığı hususunda da şu iki görüş ileri sürülmüştür:

1) Amel defteri tartılmak suretiyle.

2) Hasenat kefesine, beyaz aydınlık, nurlu cevherler, seyyiât kefesine de, siyah kara cevherler konulmak suretiyle.

İmdi şayet, "Kıyamettekiler. Cenâb-ı Hakk'ın, âdil olduğunu, zalim olmadığını, ya bilmektedirler veya bilmemektedirler. Binâenaleyh, eğer onlar Cenâb-ı Hakk'ın âdil olup zalim olmadığını biliyorlarsa, O'nun sadece hüküm vermesi ağır gelenin ya hasenat veya seyyiât olduğunu bilmede yeterli olur. Binâenaleyh, terazinin konulmasında kesinlikle bir fayda olmaz. Eğer onlar bunu bilmiyorlarsa, yine Cenâb-ı Hakk'ın, zulmederek iki sayfadan birini daha ağır ya da daha hafif yapması ihtimali bulunduğu için, yine defterlerin tartılmasından bir fayda elde edilemez. Binâenaleyh, her iki duruma göre de, terazi kurmanın faydasız olduğu, faydadan hali ve uzak olduğu sabit olmuş olur" denilirse, bizim görüşümüze göre bunun cevabı, Cenâb-ı Hakk'ın yaptığından sorgulanmaması, ama onlarınsa, yaptıklarından sorgulanacakları (Enbiya. 23)dır dır. Hem, bu terazi kurma işinde, bütün mahlûkatın huzurunda, dostun durumunun, düşmanınkinden ayırdedilerek ortaya konulması işi bulunur. Böylece, bu iki taraftan birisi, en büyük mutluluk ve sürürü; diğeri ise en büyük kederi elde etmiş olur ki, böylece bu, sayfaların ve başka şeylerin içyüzlerinin ortaya dökülerek neşredilmesi gibi olmuş olur. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, şimdi biz diyoruz ki: Ahirette, gerçek anlamda, bir terazinin kurulacağına dair delil şudur: Bu lafzı, sırf adalet anlamına hamletmek, değişmeceli bir yoldur. Hâlbuki lafzı, herhangi bir zaruret bulunmaksızın, hakikî manasından alıp değişmeceli manaya hamletmek ise -hele bu konuda sahih senetlerle gelmiş pekçok hadis de bulunuyorsa- caiz değildir.

Üçüncü Mesele

Bazı kimseler de Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz kıyamet gününde onlar için hiçbir ölçü tutmayacağız" (Kehf, 105) ayetinin bu ayetle tearuz arzettiğini söylemişlerdir. Buna da, "Bu ayetin (Kehf, 105) manası, "Allah onlara ikramda bulunmaz, değer vermez" şeklindedir" diyerek cevap veririz.

Dördüncü Mesele

Mevazin kelimesi, amelleri tartılacak kimselerin çok olmasından dolayı, çoğul getirilmiş olup, bu "tefhim" ifade eden bir cemidir. Bu kelimenin çoğul getirilmesinin, şeylerin çokluğu sebebiyle olmuş olması da, mümkündür.

Amel Asla Zayi Olmaz

"O şey bir hardal tanesi kadar bile olsa, . Getiririz" ifadesine gelince, bu "Cenâb-ı Hak, ihsanda bulunanın mükafatını noksanlaştırmaz. Kötülük yapanın cezasına da ilâve yapmaz" anlamındadır.

Bu deyimle ilgıli birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, (Bakara. 280) ayetinde olduğu gibi, bu ifadenin başındaki kâne de tam fiil kabul edilerek, şeklinde de okunmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh), mufâele babından, mücâzât ve mükafaat manasında olarak, şeklinde de okumuştur. Çünkü o insanlar, amellerini getirip ortaya koymuş, Cenâb-ı Hak da onlara, o amellerinin karşılığını vermiştir. Humeyd, bu ifadeyi, "savâb" "mükafaat" kökünden olmak üzere "ona, karşılık, ceza şeklinde okurlar. Ubeyy ibn Ka'b "onu getiririz" şeklinde okumuştur.

İkinci Mesele

(......) Kelimesine raci olacak zamir, niçin müennes getirilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: (......) kelimesine izafetinden dolayıdır. Bu tıpkı, Arabların, sarmaklarının bir kısmı gitti" demeleri gibidir.

Üçüncü Mesele

Cübbai, şunu öne sürmüştür: "Bir kimse, yüz birim bir cezaya müstehak olsa, bunun peşinden de, sayesinde, elli birim mükâfaata müstehak olacağı bir taatta bulunsa, bu mükafaat, çok olan ceza sebebiyle yok olur ve yine, bu çok olan ceza, izin olduğu gibi (yüz birim olarak) kalır." Bil ki bu ayet, Cübbai'nin bu kökünden siler, ibtal eder. Çünkü Allahü teâlâ, kendisini, en ufak bir tâatı zayi etmemekle medh ü sena etmiştir. Eğer durum, Cübbaî'nin dediği gibi o zaman bu tâat herhangi bir fayda sağlamadan sakıt olurdu.

Dördüncü Mesele

Mu'tezile şöyle der: Cenâb-ı Hakk'ın, Artık hiçbir kimse, hiçbir şeyle haksızlığa uğratmayacaktır" ifadesinde, o hasenat bir haldal tanesi dahi olsa onu getirmemesi halinde zulmetmiş olacağına dair bir delâlet bulunmaktadır. Böylece bu izah, Cenâb-ı Hakk'ın, müstehak olmayanlara azâb etmeyeceğine, dünyadaki zarar ve kötü şeyleri ancak, kulların menfaat ve maslahatlarından dolayı yaptığına delâlet eder."

Cevap: Zulüm, başkasının mülkünde tasarruf etmek demektir. Bu ise, Allah hakkında imkânsızdır. Çünkü Allah, mutlak mâliktir. Sonra, Cenâb-ı Hak hakkında zulmün aklen de imkânsız olduğuna şu da delâlet etmektedir. Muarızımıza göre "zulüm, Allah hakkında imkansız olan şu iki durumu yani cehaleti veya başkasına muhtaç olmayı gerektiren bir husustur. Hâlbuki imkânsızı gerektiren de, imkânsızdır. Binâenaleyh, Allah hakkında zulüm, imkânsız ve mümtenidir." Hem, zalim, şefik olup, uhûhiyyet vasfının da dışındadır. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak'dan zulmün sadır olması doğru olsaydı o zaman onun, ulûhiyyet vasfının dışında kalması, bu vasfı yitirmesi de doğru olmuş olurdu. Bu durumda da, O'nun ilâh oluşu vâcibat'tan değil, caiz şeyler nev'inden olurdu ki, bu da O'nun ulûhiyyetini zedeler."

Hardal Misalinin İzahı

Şayet, "Habbe hardal tanesinden daha büyüktür. Öyleyse daha nasıl, Cenâb-ı Hak, demiştir?" demiştir?" denilirse, biz deriz ki: "Bunun izah şekli şudur: Sen önce, o hardalı bir dinar gibi kabul edeceksin, sonra da habbe'yi o dinardan (bir parça gibi) görmeye çalışacaksın ki, bundan maksat da, ister büyük ister küçük olsun, amellerden hiçbir şeyin Allah katında zayi olmayacağını anlatmaktır.

Cenâb-ı Hakk'ın "Hesabalar olarak biz yeteriz" ifadesine gelince, bundan maksat, sakındırmadın Çünkü hesaba çeken, herhangi bir şeyin kendisine hiç karışık gelmeyeceği bir biçimde ilim ve herhangi bir şeyin kendiini acze düşürmeyeceği bir biçimde kudret sahibi olursa, insanın böyle bir zâttan, alabildiğince korku ve endişe duyması gerekir. Şiblî (r.h)'dan, rüyasında, şunu gördüğü rivayet edilmiştir. Kendiine, "Allah sana ne muamelede bulundu?" denildiğinde o, "Bizi hesaba çektiler, ince eğirip sık da dokudular. Ama sonra, ihsanda bulundular da, (bizi) azâd ettiler" dedi.

Peygamberlerin Tebliği Karşısında Ümmetler

48

Âyetin tefsiri için bak:50

49

Âyetin tefsiri için bak:50

50

"Andolsun ki, Biz, Musa ile Harun'a bir ziya, takva sahipleri için de bir şeref olan furkânı verdik ki onlar, tenhâda da, Rablerine candan saygı gösterirlerdi. Onlar, kıyametten korkanların ta kendileri idi. işte bu (Kur'ân) da, Bizim indirdiğimiz feyz kaynağı bir zikirdir. Şimdi siz mi, bunu inkâr edicilersiniz?"

Bil ki, Cenâb-ı Hak, tevhid, nübüvvet ve meâdın delilleri hakkında konuşunca Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, kavmi tarafından kendisine yapılan şeyler hakkında teselli etmek, risalet görevini edâ etme hususunda kalbini güçlendirmek, bu görevin önüne acak her türlü şeye karşı sabretmesini sağlamak için peygamberlerin kıssasından ttateetmiş ve burada pekçok kıssayı ele almıştır.

Musa ve Harun (aleyhisselâm)

Birinci kıssa, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın kıssasıdır. Bu ayetin kendisinden önceki -adelerle münasebeti şudur: Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Ben ancak, vahy ile, başınıza gelecek tehlikeleri haber veriyorum " demesini emredince, bunun Deşinden "Bu, senden önceki bütün peygamberler hakkındaki de ilâhi bir kanun ve Sünnettir" 'diyerek, "Andolsun ki, Biz, Musa ile Harun'a bir ziya, takva sahipleri için de bir şeref olan furkânı verdik" buyurmuştur.

"Fürkân"ın Anlamı

Âlimler, ayetteki "furkân" kelimesiyle neyin murad edildiği hususunda ihtilaf ederek, şunları söylemişlerdir.

a) Bu, Tevrat'tır. Binâenaleyh o, kendisiyle hak ile batılın arası ayırdedildiği için, furkan, sayesinde, hidâyet yoluna Allah'ı ve O'nun yasasını tanımaya ulaşılan ve son serece de açık ve açık olduğu için de ziya ve zikir, yani öğüttür: Yahutta o,dinleri hususunda kendisine ihtiyaç duyduklan ve faydalarına olan şeyin zikrini ve adını ihtiva ettiği için bir "zikir" addedilmiştir. Yahut zikir, şeref anlamındadır. Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesindeki vâva gelince, İkrime, Ibn Abbas (radıyallahü anh)'ın, bu ifadeyi "furkân" Kelimesinin hali kabul ederek, vâvsız olarak (......) şeklinde okuduğunu rivayet etmiştir. Meşhur kıraate göre bu ifadenin manası, "Biz onlara furkânı, yani Tevrat'ı verdik. Ve o furkân sayesinde de, müttakitere ziyayı ve zikri vermiş olduk" şeklindedir.

Bu da, "O, haddizatında bir ziya ve bir zikirdir" veyahutta, "Onda bulunan hükümler ve öğütler sebebiyle, onları biz onlara, bir ziya ve bir zikir olarak vermişizdir" demektir.

b) Ayetteki "furkân" kelimesiyle, furkân kastedilmemiştir. Bunun ne demek olduğu hususunda da şu izahlar yapılmıştır:

1) İbn Abbas (radıyallahü anh)'nın, "Furkân, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya verilen yardımdır. Bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı "ve furkân gününde kulunuza indirdiğimiz şey"(Enfal, 41) ayeti gibidir. Yani, Hak teâlâ hak olanla, batıl olan dinleri birbirinden ayırmış olduğu Bedir Gününde" demektir" dediği rivayet edilmiştir.

2) Bu, sayesinde, hak dinin batıl dinlerden ayırdedildiği aklî bir delildir. Bu, İbn Zeyd'in görüşüdür.

3) Dahhâk: "Bu, denizin varılmasıdır" demiştir.

4) Şüphelerden kurtuluştur bu. Bunu, Muhammed İbn Ka'b ileri sürmüştür.

Bil ki Cenâb-ı Hak (Bakara, 2) tavsifi ile özellikle müttakileri nazar-ı itibara alması sebebiyle burada hassaten mûttakileri zikretmiştir.

Gaybde Allah'ı Tazim Edenler

Cenâb-ı Hakk'ın "ki onlar, tenhâda da, Rablerine candan saygı gösterirler" ifadesine gelince, Keşşaf Sahibi şöyle der: "Bu ifadenin başındaki (......) kelimesi,sıfat olduğu için, ya mahallen mecrürdur, veyahutta, medh'ten dolayı mahallen mensûbtur, ya da yine medh'ten dolayı mahallen merfûdur. "Gayb'ın ne demek olduğu hususunda ise, şu izahlar yapılmıştır:

a) Onlar, Rablerinin azabından korkarlar. Böylece de, O'nun emirlerini tutup, nehiylerinden kaçarlar. Onların, Allah'a olan imanları, gaybî bir istidlaldir. O halde bu demektir ki kullar, Allah'ı görmedikleri halde, O'na ibadet ederler. Allah'dan herhangi bir şey saklı kalmaz. Bu görüş, İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan dan rivayet edilmiştir.

b) Onlar, ahireti ve onunla ilgili hükümleri görmeden de, Rablerinden korkar ve takınırlar.

c) Onlar, Rablerinden, hiç bir mahlûkun bulunmadığı ıssız yerlerde de sakınırlar. Bu mana, doğruya daha yakındır. Buna göre mana, "onların Allah'ın cezasından çekinmeleri onların kalblerinin ayrılmaz bir vasfıdır. Yoksa bu haşyet hali onların, tenhada değil de, sadece halk içinde izhar ettikleri bir hal değildir.

Yani, "Onlar, kıyamet gününün azabından ve orada cereyan edecek olan hesab, sual, vb. diğer şeylerden dolayı tirtir titrerler, böylece de bundan dolayı, Allah'a isyan etmekten geri dururlar" demektir.

Kur'ân'la Tevrat'ın İrtibatı

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlara, Furkân'ı indirdiğim gibi, bu Kur'ân'da senin özerine indirilmiştir" buyurmuştur ki, bu O'nun ifadesinin anlamıdır." Bu. Bereketli, mübarek, faydaları çok ve ilimleri bol bir zikirdir" demektir.

Cenâb-ı Hakk'ın hitabına gelince, bu, "Onun indirilmesinde ve ondaki, hayranlık veren şeylerde yadırganacak hiçbir şey yoktur. Çünkü biz, Musa ve Harun'a da Tevrat'ı vermiştik. Sonra bu Kur'ân, acib bir nazım ihtiva ettiği, bedi oelağati kapsadığı ve akli delillerle yasaların izahını içine aldığı için, muciz bir kelâmdır. Kendisinde bunca faydalar bulunan böyle bir kitabı yadırgamanız nasıl -%lmkün olur" demektir.

Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) ve Ümmeti

İkinci kıssa, İbrahim (aleyhisselâm)'ın kıssasıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:

51

Âyetin tefsiri için bak:55

52

Âyetin tefsiri için bak:55

53

Âyetin tefsiri için bak:55

54

Âyetin tefsiri için bak:55

55

"Celalim hakkı için, Biz daha önce ibrahim'e de, rüşdünü verdik ve biz onu, menlerdik. O zaman o, babasına ve kavmine: "Sizin tapmakda olduğunuz bu heykeller nedir?" demişti. Onlar, "biz atalarımızı, bunların tapıcılan olarak tuldük" dediler. O da şöyle dedi: "Andolsun, siz de atalarınız da, apaçık bir sapıklık içindesiniz" Onlar: "Sen bize gerçeği mi getirdin, yoksa şakacılardan mısın sen?" dediler".

Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın buyuruğu ile ilgili birkaç mesele vardır:

Rüşd Kavramı

Bu ayette geçen "riişd" kelimesinin ne demek olduğu hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür:

a) Bu, nübüvvettir. Bu görüşte olanlar buna ayetteki 'Ve biz onu, bilenlerdik" cümlesi ile istidlalde bulunmuşlar ve şöyle demişlerdir. Zira Allah nübüvveti ancak istikbalde, onun hakkını verecek, nübüvvete yaraşmayan işlerden geri duracak ve tebliği kabulden kavmini nefret ettirecek şeylerden sakınacak olan kimseye ihsan eder.

b) Rüşd, onun gerek dinî gerekse dünyevî çeşitli kurtuluş yollarına ulaşıp onları elde etmesidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O vakit kendilerinde bir rüşd, yani akıl ve salâh gördünüz mü, mallarını onlara teslim edin "(Nisa. 6) buyurmuştu. Bu husustaki üçüncü bir görüş de şudur: Bu ifadenin muhtevasına, hem nübüvvet hem de ihtida, doğruya ulaşma dâhildir. Çünkü gönderdiği her peygambere O, hem kendi zâtı ve sıfatlarına, hem de peygamberin kendisinin ve kavminin yararına olan hususları göstermiştir ki, bütün bunlar ise "rüşd"e dâhildirler.

Kalbde İmanı Yaratan Allah dır.

Âlimlerimiz, imanı Allah'ın yaratmış olduğu hususunda bu ayette istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Şayet "rüşd" muvaffak kılmak ve gerekli açıklamayı yapmak manasından olmuş olsaydı, zaten Cenâb-ı Hak, kâfirlere de bunu vermiş sayılırdı. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, kâfirlere de "rüşd" vermiş olması gerekirdi." Ka'bf buna şu şekilde cevap vermiştir. Bu söz, reddeden hakkında değil de, kabul eden hakkında söz konusu olur. Bu tıpkı, iki çocuğuna mal veren babanın durumuna benzer. Onlardan birisi bu malı alıp çoğaltıyor, diğeri ise, ya kabul etmiyor, ya da alıp onu zayi ediyor. Bu durumda, malı kabul edip onu çoğaltan taraf hakkında, "Falanca, oğlunu zengin etti" denildiği halde, aynı söz, o malı zayi eden taraf hakkında söylenemez." Buna şu şekilde cevap verebiliriz: Bu cevap ancak, biz onun o malı kabul etmesini, "rüşd" denen şeyin bir cüz'ü kabul ettiğimizde tam olur. Halbuki bu yanlıştır, olmaz. Çünkü müsemmâ, iki cüz'den meydana gelir ve, bunlardan birisi de, failin kudret alanı içinde olmazsa, bu müsemmânın o faile nisbet edilmesi caiz olmaz. Binâenaleyh, "rüşd"ün mefûl manasında olarak, Allah'a nisbet edilmesinin caiz olmaması gerekir. Ancak ne var ki, nas yani, "Andolsun ki, Biz, İbrahim'e de rüşdünü verdik" ifadesi bu "rüşd"ün (mefûl manasında olarak), Allahü Teâlâ'dan meydana geldiği hususunda açık bir ifadedir. Binâenaleyh, Mu'tezile'nin ileri sürdüğü şey batıl olur.

Üçüncü Mesele

Keşşaf Sahibi şöyle demiştir: "bu lafız, tıpkı "Udm ve Âdem (yokluk, bulunmama, yok olma) lafızlarında da olduğu gibi, hem rüşd hem de reşed şeklinde okunmuştur. "rüşd"ün İbrahim (aleyhisselâm)'a nisbet edilmesinden maksad. "onunki gibi bir rüşd" olduğunu belirtmek ya da "Bu, şânı olan bir rüşd'dür" diyerek, bu rüşdün özelliğine işaret etmektir.

Ayetteki "daha önce" kaydına gelince, bu hususta şu açıklamalar yapılmıştır:

a) "İbrahim (aleyhisselâm)'a nübüvvet ve hidâyeti, Musa (aleyhisselâm)'dan önce verdik" demektir. Bu mana, İbn Abbas (radıyallahü anh) ve İbn Cerir (radıyallahü anh)'den rivayet edilmiştir.

b) "Buluğa ermeden önce, küçüklüğünde" demektir. Çünkü o yolda yürürken, yıldızları görmüş ve onlarla istidlalde bulunmuştur. Bu "rüşd"ü, hidayete ulaşma manasına hamledenlere göredir. Aksi halde bundan, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, buluğa ermeden önce nebi olduğu sonucu çıkar. Bu manada Mukatil'den rivayet edilmiştir.

c) "O, Hazret-i Âdem'in sulbünde, Cenâb-ı Hak peygamberlerden ahit alırken" nimettir. Bu mana da, Dahhâk'a göre İbn Abbas (radıyallahü anh)' dan dan rivayet edilmiştir.

Cenâb-ı Hakk'ın "ve biz onu, bilenlerdik" ifadesine gelince bu "Hak subhanehu ve Teâlâ onun, çok enteresan ve bedi hallerini, acayip sırlarını ve beğendiği birtakım sıfatlarını biliyordu. İşte bundan dolayı onu, kendisinin dostu, halili olmaya layık görmüştür" demektir. Bu, tıpkı senin, büyük bir zât hakkında, "Ben, falancayı tanırım" demen gibidir. Bu söz, onun büyüklüğüne delâlet etme hususunda, senin onun mükemmelliğini ve üstünlüğünü uzun uzadıya açıklamandan daha anlamlıdır.

Ayet-i Kerimedeki "O zaman o, babasına ve kavmine" hakkında, Keşşaf sahibi şöyle der: "Bunun başındaki iz edâtı, ya atayna, da ruşdehu kelimesine, ya da mahzûf olan bir fiile taalluk eder. Mahzûf olmasına ifadenin takdiri "onun rüşd zamanlarından şu zamanı hatırla ki" şeklinde olur.

Timsal Nedir?

Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in "Sizin tapmakta olduğunuz heykeller nedir?" sözü ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

"Timsal" Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı şeylerden herhangi birisine benzetilmiş olarak yapılan şeye verilen ad olup, bunun aslı, "birşeyi bir şeye benzettiğinde" söylenilen "Falan şeyi, öteki şeye benzettim" ifadesine varıp dayanır. İşte aerzetilen bu şeye, "timsal" denilir.

İkinci Mesele

O topluluk, mesela insan veya başka biçimlerde olan, muayyen bazı şekillerde yapılmış olan putlara tapıyorlardı. Binâenaleyh, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) bu çözümü, onların öne kleri şüpheleri görmek ve o şüphelerini ibtal etmek için, sözünün başlangıcıdır.

Üçüncü Mesele

Keşşaf Sahibi şöyle der: "Cenâb-ı Hak, ifadesine mefûl vermemiş ve onu, mefûl olmayan bir kelime mevkiine koymuştur. Bu, mesela senin, "Putlara aoetler yapıyorlar" veya "o putlar için duruyorlar saygı gösteriyorlar" inen gibidir. Eğer: "Tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, (Araf. 138) ayetinde olduğu gibi (......) değil de, (......) denilmeli değil miydi?" dersen ben derim ki: Bu fiil şayet müteaddi kılınacak olsaydı, mefûlünü ile alırdı.

Ayetteki, "Onlar, "Biz atalarımızı, bunların tapıcılan olarak bulduk" ifadesine gelince, bil ki: o topluluk buna cevap vermek için ancak, daha fazla yadırgama ve kınamayı gerektiren taklid yoluna başvurmuşlardır. Çünkü onlar kendileri bir hatâ üzerinde olduklarında babalarının o yolu tercih etmiş olması, onları bu hatadan korumaz. Binâenaleyh, hiç şüphesiz Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) onlara, "Andolsun, siz de atalarınız da, apaçık bir sapıklık içindesiniz" diyerek cevap vermiş ve böylece batılın, kendisine tutunanların çok olması sebebiyle hakka dönüşemeyeceğini beyan etmiştir. Binâenaleyh, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), bu sözü onlara söylemiş, onlar da bu sözden bir kurtuluş ve kaçış yolu bulamamış ve Hazret-i İbrahim'in onları yadırgamaya devam ettiğini, inanç ve kararlılığının kuvvetli olduğunu görüp, onlar da çok oldukları ve de, uzun zamandan beri böyle bir inancı taşıdıkları için, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in bu yadırgamasını kabullenemediklerinden ona, "Sen bize gerçeği mi getirdin? Yoksa şakacılardan mısın sen?" dediler. Onlar bu sözleriyle, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, kendilerini yadırgamasını ve bu hususta ciddi olmasını uzak ve olması düşünülemeyen bir şey gibi gördüklerini zannettirmeye çalıştılar. İşte bundan dolayı, bu noktada Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) Tevhidi izah etmeye geçmiştir.

İbrahim (aleyhisselâm)'ın Putları Kırması

56

Âyetin tefsiri için bak:60

57

Âyetin tefsiri için bak:60

58

Âyetin tefsiri için bak:60

59

Âyetin tefsiri için bak:60

60

"O da: "Hayır dedi, sizin Rabbiniz, hem göklerin, hem yerin Rabbidir ki, bunları o yaratmıştır. Ve ben de buna, yakinen inananlardanım. Allah'a yemin ederim ki siz, arkanızı dönüp gittikten sonra, ben putlarınıza muhakkak ki bir tuzak kuracağım. " Derken o, bunları paramparça etti. Yalnız onların. Büyüğünü bıraktı, belki ona müracaat ederler diye. Dediler ki: "Bunu, bizim tanrılarımıza kim yaptı? Herhalde o, zalimlerden birisi" Dediler: "İşittik ki, kendisine İbrahim denilen bir genç, bunları diline doluyordu".

Bil ki o topluluk, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in putlar hakkında onlara söylediği sözlerle ta yaptığı zannını ortaya atmaya çalışınca, İbrahim (aleyhisselâm) hakikati, yani tevhidi izhar akte ciddi ve kararlı olduğunu gösterecek tarzda onlara hitab etti. Bu şey de, İnce söz, ikinci olarak da fiil ile ortaya konulmuştur.

Sözlü olanı, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, "Hayır, sizin Rabbiniz, hem göklerin hem yerin Rabbidir ki, bunları o yaratmıştır" demesidir. Bu delil, gökleri ve yeri, kulların faydalanmaları için yaratan o zâta İbadet edilmesinin ra gâzel ve uygun olacağına delâlet eder. Çünkü, böylesi şeylere kadir olan, ahiret yolunda, cezalandırmak ve mükafaatlandırmak suretiyle, zarar ya da fayda vermeye de muktedirdir. Binâenaleyh bu sözün, neticesi Hazret-i İbrahim'in babasına demiş olduğu "Babacağım, işitmeyen, görmeyen, sana hiçbir faydası dokunmayan şeylere niye porsun?" (Meryem. 42) şeklindeki söze varıp dayanır. Keşşaf sahibi şöyle der: (......) ifadesindeki hunne zamiri, ya "gökler ve yer" yahutta "heykeller" esine râcidir. Bunun, "heykeller" lafzına râci olması, o topluluğun aleyhine delil getirme hususunda daha etkili ve anlamlıdır."

Ayetteki “Ve bende buna, yakinen inananlardanım" ifadesine gelince, bu hususta şu iki izah yapılmıştır:

a) Bu sözün, gayesi bu hususu iyice tekid edip ortaya koymaktır. Bu tıpkı, bir kimsenin, bir kimseyi iyice medh veya iyice zemmetme hususunda, "ben onun (mesela), kerim veya zemim (kınanmış) olduğuna şehâdet ederim" demesi gibidir.

b) Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) bu sözüyle şunu kastetmiştir: "Ben, söylediğimi delille isbat. Ben, sizin gibi değilim ki, delil ile isbat edemeyeceğim şeyleri söyleyeyim... Mesela sizin, kendi mezhep ve inancınızı delille isbat edemediğiniz ve "Biz atalarımızı böyle bulduk... Şeklindeki sözünüze başka bir şeyi ilave edememeniz gibidir."

Fiili olanı ise onun "Allah'a yemin ki, siz arkanızı dönüp gittikten sonra, ben putlarınıza muhakkak ki bir tuzak kuracağım" ifadesidir. Bil ki o topluluk, aksi delillerden istifade edemeyince, Hazret-i (aleyhisselâm), onlara, o putlara ibadet etmenin faydasız olduğunu gösterme cihetine gitmiştir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Keşşaf Sahibi şöyle der: "Muâz İbn Cebel (radıyallahü anh) (......) yerine (......) şeklinde okumuştur. Yine (......) ifadesi (......) manasında olmak üzere (......) şeklinde okunmuştur bunu Cenâb-ı Hakk'ın (Saffat, 90) ifadesi de kuvvetlendirir. Buna göre şayet sen, "Bâ ile tâ arasında ne fark vardır?" dersen, ben derim ki: Bâ, asıl tâ ise, vâv'dan bedeldir, onu yerine getirilir. Ayrıca tâ da, ek bir mana vardır ki, bu da teaccüb manasıdır. Buna göre Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) sanki, bu tuzağı, kendi eliyle kolayca gerçekleştirmesinden teaccüb etmiştir. Çünkü bu, çok zor bir iş olduğu için, adeta, ondan sudur etmesi umulmayan bir işti...

İkinci Mesele

Şayet, "keyd" başkasını hissettirmeksizin bir zarara uğratma hususunda tuzak kurmak anlamında olduğuna, bu da, putlar için söz konusu olamayacağına göre, daha niçin İbrahim (aleyhisselâm) "ben putlarınıza muhakkak ki bir tuzak kuracağım" demiştir?" denilirse, buna şu şekilde cevap verebiliriz. O bunu, o tupfum nezdinde putların zarara uğraması mümkün olduğu için, mecazi olarak söylemiştir. Bununla, "Ben size, putlarınız hakkında tuzak kuracağım" manasının da kastedildiği ileri sürülmüştür. Çünkü o, bu hareketiyle onları gama ve kedere boğmuştur.

Putları Kırma Fikrinin Başlangıcı

Bu hadisenin nasıl başladığı hususunda şu iki izah yapılmıştır:

1) Süddî şöyle demiştir: Onlar, bayramlarından döndüklerinde putların yanına varır, onlara secde eder, sonra da evlerine dönerlerdi. Binâenaleyh, bu vakit gelip çatınca, Âzer, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e, "Keşke bizimle, sen de çıksan" dedi. Bunun üzerine o da, onlarla beraber çıktı. Yolda giderlerken, putları kırma fikri aklına geldi ve: "Ben hastayım, ayaklarımdan şikâyetim var" dedi. Onlar çekip gidince, geride de onların acizleri ve zayıf takımı kalınca, haykırarak, "Allah'a yemin ederim ki... Ben putlarınıza muhakkak ki bir tuzak kuracağım" dedi. Bu görüşü savunanları, görüşlerine delil olarak "Dediler : "işittik ki, kendisine ibrahim denilen bir genç bunları diline doluyordu" mealindeki ayeti zikrederler.

2) Kelbî şöyle der: "Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) yıldızlara bakan bir aileden idi. Onlar, bayram yerlerine çıkmak istediklerinde, hastalar hariç, geride kimseyi bırakmazlardı. Binâenaleyh, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), kafasına koyduğu putları kırma işini, iyice gönlüne yerleştirince, bayram gününden önce gökyüzüne baktı ve yanındakilere, "ben, kendimin yarın hastalanacağımı hissediyorum" dedi ki, işte bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "Derken yıldızlara bir nazar atfetti de, "Ben muhakkak ki hastayım" dedi" (Saffat. 88-89) ayetinin ifade ettiği husustur. Derken, ertesi gün, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), başı sargılı olarak sabahladı. Derken o topluluk, bayram için çıktılar, geride de, ondan başka kimse kalmadı. Bunun üzerine o, "Allah'a yemin olsun ki, ben putlarınıza muhakkak ki bir tuzak kuracağım" dedi. Bu sözü, onlardan biri duydu ve bunu kafasına yerleştirdi. Sonra da o adamın, bunu başkalarına da haber verdi, böylece bu söz, topluluğun arasında yayıldı. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, (çoğul sığasını kullanarak), "Dediler..." buyurmuştur.

Bil ki, bu iki izah da, mümkündür. Kıssanın gerisi şudur: Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) putların bulunduğu yere girince, orada dizili yetmiş put gördü. Orada kapının karşısında altından yapılma iki gözünde de geceleyin ışıldayan iki mücevher bulunan büyük bir başka putun olduğunu farketti. Böylece, o putların tamamını, elindeki baltayla kırdı, geriye sadece o büyük putu bıraktı. Sonra da baltayı, o putun boynuna astı.

Cenâb-ı Hakk'ın "Derken o, bunları z-aiam parça etti, belki de ona müracaat ederler diye yalnız büyük putu kırmadı" "âöesine gelince, bununla ilgili birkaç mesele vardır.

Putlar İçin Âkil Zamiri

Şayet, "Cenâb-ı Hak niçin, ancak insanlar hakkında söylenilmesi uygun düşen bir çoğul sığasıyla (......) demiştir?" denilirse, buna şu şekilde cevap verebiliriz: Bu onların, o putlara, o putların saygı duyulup kendilerine cadet editip yaklaşılması hususunda adeta insanlar gibi olduklarına inanmaları sebebiyledir. Belki de onların içinde o putların zarar-fayda verdiklerine inananlar da bulunmaktaydı.

İkinci Mesele

Keşşaf Sahibi şöyle der: cüzaz kelimesi, paramparça demek olup kırmak ve parçalamak anlamına gelen cezzlafzından müştaktır. Bu kelime cinsin kesresiyle cizâz ve fethasıyla cezaz şeklinde de okunmuştur. Yine bu ifade ecziz kelimesinin çoğulu olarak (cüzuzen), in çoğulu olarak şeklinde de okunmuştur.

Büyük Putu Bırakması

Şayet, denilmesinin hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bu büyüklüğün hilkat açısından olması muhtemel olduğu gibi, saygı açısından; ya da her iki bakımdan olması da muhtemeldir.

Ayetteki "Belki ona müracaat ederler diye" ifadesine gelince, onların Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e müracaat etmeleri muhtemel olduğu gibi, o büyük puta müracaat etmiş olmaları da muhtemeldir. Birincisinin olması halinde, bunu şu iki apdan izah edebiliriz:

a) Mana, "Belki de onlar, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in sözüne başvurmuş ve batıllarından yüz çevirmişlerdir" şeklindedir.

b) Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), onların dinlerini inkâr ettiğini ve ilâhlarına sövdüğünü duydukları için, zann-ı galibiyle, onların sadece kendisine müracaat edeceklerine iletmiştir. Böylece de onları, verdiği, "Hayır, bunu o putların büyüğü yaptı... O halde onlara sorun" (Enbiya, 63) şeklindeki cevapla susturmuştur.

Ama biz, zamirin, o putların büyüğüne raci olduğunu söylersek, bu hususta da şu iki izahı yapabiliriz:

a) Mana, "Belki de onlar, tıpkı problemlerin halledilmesi için âlime müracaat edildiği gibi, o puta müracaat edecekler ve "Bunlara ne oldu ki, kırılmışlar? Sen boynunda balta asılı olduğu halde sapasağlam duruyorsun? Diyecekler. Bu Kelbi'nin görüşüdür. Onlar, bu sözü aşırı cehaletlerine binâen söylemişlerdir. Belki de onlar, o büyük putun, konuşup cevap vereceğine inanıyorlardı.

b) Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), onların o puta müracaat etmeyeceklerini bildiği halde, onlarla alay etmek için bunu söylemiştir. Çünkü kendisine secde edilen ve o ibâdete ehil ve layık görülen kimse normalde, problemlerin halli hususunda, kendisine müracaat edilen kimse olur.

Onların Putlara Sormaları Nasıl Düşünülebilir?

Şayet, "O topluluğun akıllı olduğu veya olmadığı söylenebilir. Binâenaleyh eğer onlar akıllı idiyseler, o putların duymadığını, görmediğini, fayda ve zararları olmadığı açık olarak bilmeleri gerekirdi. Binâenaleyh Hazret-i

İbrahim (aleyhisselâm) bunu isbatlamak için, putları kırmaya niçin ihtiyaç duymuştur?" Bu konuda söylenecek son söz şudur: Tıpkı bizden birisinin Kur'ân'ı, camiyi, mihrabı büyük .(mukaddes) görüp yüce bilmesi gibi, o topluluk da putlarını böyle yüce sayıyor, onlara saygı gösteriyorlardı. Onları kırmak, işte bu açıdan yüce bilinmelerine fayda vermez.

Akılsız İseler Mükellef Olmamaları Gerekir

Yok, eğer bu kavmin akılsız olduğunu söylersek, bunlarla münazara etmenin ve bunlara peygamber göndermenin yerinde birşey olmaması gerekir" denilirse, buna şöyle cevab verilir: Onlar akıllı idiler ve o putların cansız olduklarını açıkça biliyorlardı. Fakat o putların, yıldızların heykelleri olduklarına, kendilerine tapanlara faydalı olacaklarına, onları hafife atan (saygısızlık gösteren) kimselere de büyük zarar verecek olduklarına inanıyorlardı. İbrahim (aleyhisselâm), kendisine onlardan hiçbir zarar dokunmadan onları kırabilmiştir. Binâenaleyh onun bu hareketi, işte bu açıdan onların inançlarının yanlış olduğuna delâlet eder.

Hazret-i İbrahim'i Sorgulamaları

Hak teâlâ'nın "Dediler ki: "Bunu bizim tanrılarımıza kim yaptı? Herhalde o, zâlimlerden birisi" ifadesi, "Kim bu kırma ve parça parça etme işini yaptı ise, o alabildiğine zalimdir, zalimler gürûhundandır. Çünkü o, ta'zime, ululanmaya lâyık bu ilahlara karşı, böylesine cüretkâr olmuştur" dediler" demektir. Yahut da onlar putların kırılmasını bir aşırılık yahut onları alabildiğine hafife alma olarak gördükleri için "zalim" demişlerdir.

Hak teâlâ'nın "Dedilerki: "işittikki, kendisine îbrahim denen bir genç, bunlan diline doluyordu" ifadesi hakkında iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Zeccac şöyle der: "Bu ifade de "İbrahim" kelimesi şu iki sebebten ötürü merfû kılınmıştır:

a) "O, İbrahim'dir" takdirinde olarak,

b) "Ey İbrahim (denilen) "takdirinde münada olarak" Keşşaf Sahibi ise, "Doğru olan, buradaki "İbrahim" lafzının, (Denilen) fiilinin nâib-i faili olmasıdır. Çünkü bu ifadeden murad, müsemmâ (şahıs) değil onun ismidir" demiştir.

İkinci Mesele

Ayetin zahiri bu sözü söyleyenlerin bir kişiden fazla olduğunu göstermektedir. Buna göre onlar sanki daha önce Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'i tanımış ve putları hakkında onun söylediği şeyleri duymuşlardı. Binâenaleyh Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in "Sizin tapmakta ocuğunuz bu heykeller nedir?" (Enbiya, 52) şeklindeki sözünden başka hiçbir sözü bulunmasaydı bile, zannı gâlib ile, putları kıranın o olduğuna hükmetmelerine yeterdi

Hazret-i ibrahim (aleyhisselâm)'in Kavmini İrşadı

61

Âyetin tefsiri için bak:67

62

Âyetin tefsiri için bak:67

63

Âyetin tefsiri için bak:67

64

Âyetin tefsiri için bak:67

65

Âyetin tefsiri için bak:67

66

Âyetin tefsiri için bak:67

67

Dediler ki: "O halde onu halkın önüne getirin; Olur ki onlar da şâhidlik mierler." Dediler ki: "Ey ibrahim, sen mi tanrılarımıza bu işi yaptın?" O dedi ki: "Belki bu işi, onların şu büyüğü yapmıştır. Dolayısıyla, eğer konuşabiliyorlarsa, onlara sorun" Bunun üzerine, vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) "Doğrusu zâlim olanlar sizsiniz siz" dediler. Sonra yine (eski) Kafalarına döndürüldüler, ve "Bunların konuşamayacağını sen de bilirsin" dediler, (İbrahim) dedi ki: "Öyleyse Allah'ı bırakıp da, hala, size hiçbir faydası ve zararı dokunmayacak olan bu putlara mı tapacaksınız? Yuh size ve Allah'dan başka tapmakta olduklarınıza! Akletmiyor musunuz?".

Bil ki o kâfirler, putların kırılmış olduğunu bizzat görüp, bunu aralarında, "O halde onu halkın önüne getirin." Dediler. Keşşaf Sahibi de: "Buradaki (......) ifadesi insanların görebileceği bir yere getiriniz.

Buna göre eğer sen, (......) harf-i cerrindeki istilâ (üstte olma) manası nedir? Dersen ben derim ki: “Bu, mesel (benzetme) yolu ile getirilmiş bir ifadedir, yani, "Onun gözler önüne getirilmesi, tıpkı bir şeye binen kimsenin bineği üzerine çıkıp sabit olması gibi sabit olur" demektir."

Ayetteki "Olur ki onlar da şahitlik ederler" ifadesi ile ilgili şu iki izah yapılmıştır:

a) Onlar, onu delilsiz-şahitsiz yakalayıp tutuklamayı uygun görmemişler ve böylece onların onu, "Olur ki söylediği şeylerle ilgili olarak aleyhine şâhidlik edebilecek kimselerin olabilmesi ve böylece yaptığı şey hususunda İbrahim (aleyhisselâm) aleyhine bir hüccet olacak kimselerin ortaya çıkma ihtimalinden dolayı, onu insanların huzuruna getirmeyi istemişlerdir. "Bu, Hasan el-Basrî, Katâde, Süddî, Ata ve İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın görüşüdür.

b) Muhammed b. İshâk'a göre "yeşhedûn" kelimesi, insanlar orada bulunur, İbrahim (aleyhisselâm)'e verilen cezayı görür ve böylece de bu, onları benzeri bir şey yapmaya yönelmekten caydırıcı olur" demektir. Bu hususta bir üçüncü görüş de, Mukâtli ve Kelbî'den gelmektedir: Buna göre, bu ifâde ile, yukarıdaki iki mana birden kastedilmiştir. Yani "insanlar, hem İbrahim (aleyhisselâm) aleyhine şâhidlik etsin, hem de ona yapılacak şeyi görsünler diye" böyle yapılmıştır.

Ayetteki "Dediler ki: "Sen mi tanrılarımıza bu işi yaptın?" ifadesinde, bir hazif vardır ve takdiri, "Onu getirdiler ve ona eziyet edebilmek için bu işi itiraf etmesini isteyerek, "Sen mi tanrılarımıza bu işi yaptın?" dediler" şeklindedir. Böylece, İbrahim (aleyhisselâm)'den, suçun onlar üzerine döneceği ve kurtulmak isteyecekleri bir cevap sadır oldu. Çünkü Hazret-i İbrahim, (aleyhisselâm) "Belki bu işi onların şu büyüğü yapmıştır"dedi. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), bu sözü söyleyebilmek ve onların putlara tapmadaki cehalet ve saçmalıklarını ortaya koyabilmek için, baltayı büyük putun boynuna asmıştı.

Hazret-i İbrahim Yalan Söyledi mi?

İmdi eğer, "Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, "Belki bu işi onların şu büyüğü yapmıştır" deyişi bir yalan söylemedir?" denilirse, buna âlimler şu iki şekilde cevap vermişlerdir:

a) Bütün muhakkik âlimlerin görüşüne göre, bu bir yalan sayılmaz. Bu görüşte olanlar, bunun yalan olmadığını izah için şunları söylemişlerdir:

1) Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in kastı, kendisinden sudur eden o fiili, putlara isnat etmek olmayıp, onları susturma maksadına ulaşmasını sağlayacak bir ta'riz üslûbu ile bu işi kendisinin yaptığını iyice ortaya koyup belirtmektir. Bu tıpkı şuna benzer: Diyelim ki sen, pek zarîf bir hatla bir yazıyı yazdın. Sen de hattatlıkta meşhur birisin. Arkadaşın ise yazısı güzel olan biri değil, ancak düzensiz bir şey çiziştirecek olan biridir. İşte o arkadaşın, yazmış olduğun o yazı hakkında sana soruyor: "Bunu sen mi yazdın?" de cevap veriyorsun: "Yok canım, senyazmışsındır!" Senin bu cevabla gayen, alay etmek ve bunu kendinin yapmayıp, o ümmi ve,bozuk yazılı kimsenin yazdığıını söylemek değil, kendinin yazmış olduğun te'kid etmektir. Çünkü bu iş, hem hem kadir arasında muhtemel bir işi, âciz olanın yaptığını söylemek, onunla alayir ve onu kadir olanın yaptığını söylemektir.

2) Dizilmiş ve süslenmiş gördüğünde, putlar Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'i hayli öfkelendirmişti ve o kâfirlerin, putların en büyüğüne çok saygı gösterdiklerini gördüğü için de ona daha fazla öfkelenmişti. Bundan dolayı, kendisinin o putları hafife almasının ve onları kırıp geçirmesinin bir sebebi olduğu için, bu işi o büyük puta nisbet etmiştir. İş, bizzat onu yapana nisbet edildiği gibi, (bazan) o işi yapmaya sebeb olana da nisbet edilir.

3) Bu, onların inançlarına göre olması gerekeni söylemektir. Buna göre Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) onlara sanki şöyle demiştir: "Sizler, onların büyüğünün bunu yaptığını herhalde yadırgamazsınız. Çünkü ibadet olunan ve ilah olduğu iddia edilen bir varlığın, hatta daha fazlasına kadir olması gerekir." Bu üç izahı Keşşaf Sahibi yapmıştır.

4) Bu zikredilmeyen, açıkça söylenmeyen sözden bir kinaye olup, "Bu işi yapan demektir. (Onların şu büyüğü) ifadesi, söz (cümle) başıdır. Kisâî'den, ifadesinde vakıf yapılacağı, ile yeni bir cümle olarak başlanılacağı edilmiştir.

5) Bu vakfın ayetteki üzerinde yapılıp, söze "haza" diye başlanması da caizdir. Buna göre, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) kendisini kastederek, "Hayır, onu onların yani onlardan daha büyük ve güçlü olan yaptı" demektir. Çünkü insan, her puttan daha büyüktür.

6) Bu ifadede bir takdim-tehir vardır. Buna göre sanki Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm): "Hayır, o putlardan şu büyük olan yaptı. Eğer onlar, konuşabilirlerse onlara sorun" demiştir. Böylece, bu fiilin, putların büyüklerine nisbet edilmesi onların konuşabilir olması şartına bağlanmıştır. Binâenaleyh onların konuşmaları imkânsız olunca, bu olmaları da imkânsızdır.

7) Muhammed İbn Sümeyfi', bunu "Onu, onların büyüğü yaptı" şeklinde okumuştur ki bu, "Belki de bu işin faili, onların büyüğüdür" demektir.

b) Nakilcilerden (rivayetcilerden) bir gurubun görüşüne göre, bu bir yalan söylemedir. Bu görüşte olanlar, görüşlerinin doğruluğuna, Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm)'in söylemiş olduğu rivayet edilen şu hadisi delil getirmişlerdir: "İbrahim, hepsi Allah'ın zatı ile ilgili olan üç yalan söylemiştir: Birincisi, "Ben hastayım" (Saffat, 89) deyişi; ikincisi "Hayır, bu işi onların şu büyüğü yaptı" deyişi ve üçüncüsü, Sâre için, "Bu kızkardeşimdir" deyişi". Bir başka hadisde de şöyle gelmiştir: "Kıyamettekiler Hazret-i İbrahim'in şefaat etmesini isteyince O, "Ben üç kere yalan söyledim" demiştir." Bu görüşte olanlar, görüşlerini aklî bakımdan da izaha çalışarak şöyle demişlerdi: "Yalan söylemek zatı gereği (aslında) bir kubuh (çirkin iş) değildir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Birisi, zâlimden kaçıp, birisinin evinde gizlenip, o zâlim gelip onu sorduğunda ev sahibinin bu hususta yalan söylemesi gerekir" demiştir. Binâenaleyh durum böyle olunca Allahü teâlâ'nın, sadece kendisinin bileceği bir faydadan ötürü, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in yalan söylemesine müsâde etmesinde tuhaf görülebilecek birşey yok.

Bil ki bu makbul bir görüş değildir. Bu görüştekilerin rivayet ettikleri birinci habere gelince, yalan söyleme işi peygamberlerden ziyade bu sözü çıkaranlara daha münasip bir iştir. Bu hususta kesin delil şudur: Eğer peygamberlerin, bir maslahattan ötürü yalan söylemeleri ve Allah'ın buna müsâde etmesi caiz görülecek olsa bunu, peygamberlerin Allah'dan haber verdiği ve Allahü teâlâ'nın da haber vermiş olduğu her hususta caiz (mümkün) görmemiz gerekir. Bu ise, şer'î hükümlere güveni kökünden siler ve bütün bunlara töhmet kapılarını açar. Sonra bu haber (rivayet) doğru olmuş olsa bile, Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm)'in "Tarizli ifâdelerde, (insanı) yalandan kurtaran bir genişlik (rahatlık) vardır" Nihaye, 5/35; Buhari. Edeb, 116. ifadesindeki, tariz manasına hamledilmiştir.

Onların delil gösterdikleri, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in "Ben hastayım" (Saffat. 89) sözüne gelince, belki de Hazret-i ibrahim (aleyhisselâm) gerçekten biraz hasta idi. Bu ayetle İlgili geniş izahımız, yerinde gelecektir. Onların, "Hazret-i ibrahim, "Hayır, bu işi onların şu büyüğü yaptı" demiştir" şeklindeki delillerine gelince, bunun cevabı açıktır. Onların, Hazret-i İbrahim, (aleyhisselâm) hanımı Sâre hakkında (Mısır kralına karşı): "Bu kızkardeşimdir" demiştir" şeklindeki sözleri hususunda şöyle denir: Onun bu sözünden maksadı, Sâre'nin din kardeşi olduğunu belirtmektir. Binâenaleyh, sözü peygamberlere yalan nisbet etmeksizin, zahiri manasına hamletmek mümkün olduğu zaman, peygamberlere yalanı ancak zındık olanlar nisbet edebilir.

Vicdanlarının Hakkı İtiraf Etmesi

Hak teâlâ'nın "Bunun üzerine vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) Doğrusu zâlim olanlar sizsiniz siz" dediler" ifadesi ile ilgili şu izahlar yapılmıştır:

a) İbrahim (aleyhisselâm), onlara yollarının, inanç ve dinlerinin çirkin olduğunu gösteren şeyleri getirince, uyandılar ve putlara ibadet edişlerinin yanlış olduğunu, bu hususta bir aldanış ve cehalet içerisiı.de olduklarını anladılar.

b) Mukâtil şöyle der: "Onlar, kendi kendilerine dönüp, (vicdanen) kendilerini kınayarak, "Balta o büyük putda olduğu halde, İbrahim (aleyhisselâm)'in onları kırdığını iddia ederek, İbrahim (aleyhisselâm)'e haksızlık edenler, biziz biz" dediler."

c) Mana, "Siz, ona bunu sorduğunuz ve cevaben sizinle alay ettiği için, kendi kendinize zulmetmiş olduğunuz" şeklindedir. Doğruya en yakın olan, birinci izahtır.

Hak teâlâ'nın "Sonra yine (eski) odalarına döndürüldüler ve "Bunların konuşmayacağını sen de bilirsin" dediler" badesine gelince Keşşaf sahibi şöyle der: "nekesehu, "O, falan şeyi ters çevirdi, altını üstüne getirdi" demektir." Bu ayetle ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu deyimin manası hususunda şu izahlar yapılmıştır:

1) Bununla, "Onlar kendi kendilerine döndüklerinde (vicdanlarına danıştıklarında), doğru karar verdiler ve en uygun olanı buldular. Sonra da, eski fikirlerine dönerek, bundan vazgeçtiler ve yine eski batıl delilleri ile mücadele etmeye başladılar. Bir de halleri konuşabilen bir canlıdan daha aşağı olduğu halde, putların mabud olduklarını iddiaya devam ettiler.

2) Onlar, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in kendilerini (delille) susturup, bir şey söyleme mecali kokmamasından dolayı, çok pişman olup, hayal kırıklığına uğradıkları ve perişan oldukları için, gerçekten "başlarına" yani başkanlarına döndüler ve o başkanlarının brahim (aleyhisselâm)'e verebileceği her cevabın kendileri aleyhine bir delil olacağını gördüler.

3) İbn Cerir şöyle der: "Sonra onlar İbrahim (aleyhisselâm) kendileri ile mücâdele ettiğinde, ona karşı ileri sürdükleri her delilde, tersyüz oldular, tepetakla gittiler, yani hüccet hususunda, mağlub oldular ve İbrahim (aleyhisselâm)'e, karşı neticede ibrahim (aleyhisselâm)'in lehine, udilerinin aleyhine olan deliller getirdiler. "Bunların konuşamayacağını sen de bilirsin" dediler ve üzerlerindeki bu şaşkınlıktan ötürü, bunun böyle olduğunu itiraf ettiler. Buna göre mana, "Onların delilleri geri tepti" şeklindedir. Böylece ayette bizzat onlardan bahsetme, onların delillerinden bahsetme yerine geçmiştir.

İkinci Mesele

Ayetteki nükisû fiili, şeddeli olarak nekkesû (çevirdiler) ve meçhul olarak, nükkisû (çevirildiler) şeklinde okunmuştur. Bu, "Onlar, kendilerini başlarına çevirdiler (yani vicdanlarına döndüler)" demektir. Bu, Rıdvan b. Abduf Ma'bûd'un kıraatidir.

Hak teâlâ'nın "Öyleyse Allah'ı bırakıp da hala size hiçbir faydası ve zararı dokunmayacak olan bu putlara mı tapacaksınız. Yuh size ve Allah'ı bırakıp tapmakta olduklarınıza! Akletmiyormusunuz?" hitabının manası açıktır. Keşşaf sahibi şöyle der: "Üff" kelimesi, söylendiğinde, söyleyenin canının sıkıldığını ortaya koyan bir sestir. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, onların bütün mazeretleri kapanıp, hakkın apaçık ortaya çıkışından ve böylece batılın yıkılışından sonra hala, putlara ibadet etmelerini gördüğü için canı sıkıldı da, bunlardan dolayı, "üff (yuh)" dedi. Sonra Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in onlara bu sözü, onlar onun görüşünün (sözlerinin) doğruluğunu anladıkları için demiş olması muhtemel olduğu gibi, akletmeseler bile, delilleri ortaya apaçık çıktığı için demiş olması da muhtemeldir. Onun, "hâli bu putlara mı tapacaksınız?" ve “Akletmiyor musunuz ?” ifadelerinden ötürü bu görüş doğruya daha yakındır.

İbrahim (aleyhisselâm)'ı Yakmaya Teşebbüs Etmeleri

68

Âyetin tefsiri için bak:71

69

Âyetin tefsiri için bak:71

70

Âyetin tefsiri için bak:71

71

"Dediler ki; "Onu yakın ve tanrılarınıza yardım edin, eğer (bir iş) yapanlarsanız." Biz de dedik ki: "Ey ateş, ibrahim'e karşı serin ve selâmet ol." Ona böyle bir tuzak kurmak istediler. Fakat Biz, onları daha fazla hüsrana düşenlerden kıldık. Onu da, Lût'u da, içinde bütün âlemler için bereket verdiğimiz arza ulaştırıp kurtardık".

Bil ki Allahü teâlâ, İbrahim (aleyhisselâm)'in tevhidin delillerinden ve halkının putlara tapmasının bâtıl oluşunu gösterme hususunda ortaya koyduğu şeylerden bahsedince, bunun peşinden onlara cehaletlerini gösteren şeyleri ve onların, "Onu yakın ve tanrılarınıza yardım edin" dediklerini zikretmiştir. Burada birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetde, bu sözü söyleyenin kim olduğu hususunda bir işaret yoktur. Meşhur görüşe göre bu sözü söyleyen, Nemrud b. Ken'an b. Sencârib b. Nemrud b. Kûş b. Ham b. Nûh'dur. Mücâhid şöyle demiştir: "İbn Ömer'in şunu dediğini duydum: İbrahim (aleyhisselâm)'in yakılmasını söyleyen, Fars bedevilerinden bir kürddür." Yine İbn Cerir, Vehb b. Münebbih'in Şuayıb el-Cübbâî'nin şöyle rivayet ettiğini bildirir: "Hazret-i İbrahim'in yakılmasını söyleyen Hibrin'dir. Allahü teâlâ bunu yere batırdı. O, kıyamete kadar yerin dibine battıkça batacaktır."

İbrahim (aleyhisselâm)'in Tevekkülü

Bu hadisenin nasıl olduğu hususunda Mukâtil şöyle der: Nemrud ve kavmi, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'i yakmak için biraraya gelince, onu bir eve hapsettiler ve bir ağıl gibi (geniş) bir yer yaptılar. İşte bu, "Dediler ki: "Onun için bir bina yapın ve alevli ateşe atın onu" (saffat,97) ayetiyle anlatılan husustur. Sonra onun için, yığın yığın odun topladılar. Hatta bir kadın hastalandığında, "Eğer Allah bana şifâ verişe, İbrahim'in yakılması için bende odun toplayacağım" diye nezrediyordu. Böylece İbrahim (aleyhisselâm) için, hayvanla kırk gün odun taşıdılar. Bunlar tutuşturulup ateş iyice şiddetlenip ve oranın sıcaklığı, en üst bir yerden geçecek olan bir kuşu bile yakacak bir dereceye ulaştığında, İbrahim (aleyhisselâm)i tutup, yaptıkları binanın (geniş avlunun) üstüne çıkardılar, elini ayağını bağladılar ve yaptıkları bir mancınığa eli-kolu bağlı olarak koydular. Yerler, gökler, insan ve cinler hariç, bütün melekler, şu şekilde bağrışmaya başladılar: "Ey Rabbimiz, senin yeryüzünde, İbrahim'den başka sana ibadet edecek bir kimse yok. O, senin uğrunda yanıyor. Ona yardım etmemize müsade et." dediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Eğer o, birinizden yardım isterse, o ona yardım etsin. Yok eğer Benden başkasının, durumuna müdahale etmesini isterse, Ben onu bilirim, Ben onun dostuyum, o zaman Benimle onun arasından çekilin" buyurdu. O kâfirler onu ateşe atmak istediklerinde, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'a rüzgâr görevli melek gelerek: "İstersen ben o ateşi havaya uçururum, savururum" İbrahim (aleyhisselâm): "Benim size ihtiyacım yok" deyip, başını göğe çevirerek: "Allah'ım, sen göklerde teksin, ben de yerde tekim. Yeryüzünde benden başka sana hiç kimse yok. Sen, bize yetersin ve ne güzel vekilsin" dedi. Şu da rivayet edilmiştir: Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) ateşe atılınca " (Allah'ım), senden başka ilah yok. Seni tenzih ederim, âlemlerin Rabbisin. Hamd sana âiddir. Mülk senindir. Senin hiçbir benzerin, ortağın yoktur" demiştir. Sonra onu mancınığa koymuş ve ateşe atmışlardır. Bunun üzerine Cebrail (aleyhisselâm), ona gelerek: "Ey İbrahim, ihtiyacın var mı?" dediğinde o: "Sana ise, hayır" dedi. Cebrail (aleyhisselâm) de: "O halde Rabbın'den iste deyince, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm): "O'nun benim hâlimi bilmesi, ondan istememe ihtiyaç bırakmıyor" dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: "Ey ateş, İbrahim'e karşı serin ve selamet ol" dedi. Süddî "Bu sözü söyleyen, Cebrail (aleyhisselâm) dir" demiştir. Mücahid'in rivayetine göre, İbn Abbas (radıyallahü anh) da: "Eğer, Allahü teâlâ bu ayetle en" (serin) lafzının peşinden "selâm" (selâmet) lafzını getirmemiş olsaydı, o İbrahim (aleyhisselâm) o ateşin soğukluğundan ölür ve dünyadaki bütün ateşler sönerdi" demiştir. Süddî rivayetine şöyle devam eder: "Melekler, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in koltuğundan tutup, yeryüzüne indirip oturttular. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), karşısında tatlı sular fışkıran çeşmeler, kırmızı güller ve nergisleri buldu. O ateş onun sadece iplerini yakmıştı”.

Minhâl b. Amr da şöyle der: "Bana şu rivayet ulaşmıştır: İbrahim (aleyhisselâm) o ateşe atıldığında, orada kırk veya elli gün kalmış ve "Burada olduğum kadar, güzel bir hayat yaşamadım" demiştir.

İbn Ishâk da şunu rivayet etmiştir: "Allahü teâlâ, gölgeler meleğini, Hazret-i İbrahim şeklinde gönderdi. O İbrahim (aleyhisselâm)'in gönlünü yatıştırmak için, onun yanına ı Cebrail (aleyhisselâm) de, ona cennet ipeklerinden bir gömlek getirip: "Ey İbrahim, Rabbin, "O, ateşin benim dostlarıma zarar vermeyeceğini bilmiyor mu?" diyor" dedi. ; sonra Nemrud, köşkünden baktı ve İbrahim (aleyhisselâm)'in bir bahçe içinde, yanında ele oturuyor olduğunu, o ateşin etraftaki ateşleri cayır cayır yaktığını gördü. Bunun üzerine ona: "Ey İbrahim, o ateş çemberini yarıp çıkabilir misin?" deyince, O: "Evet" dedi. Nemrud: "O halde, kalk ve çık" deyince de, Hazret-i İbrahim kalktı ve yürüyerek ateşten çıktı. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) çıkınca da, Nemrud ona: kılığında, seninle birlikte gördüğüm o adam kimdi?" deyince, Hazret-i İbrahim: O, gölgeler meleği idi. Rabbim onu, bana arkadaş olsun diye oraya göndermişti" dedi. Bunun üzerine Nemrud: "Rabbinin sana yaptığı şeylerdeki kudretini ve izzetini gördüğüm için, O'na kurbanlar sunacağım. Ben ona dörtbin sığır keseceğim" dedi. İbrahim (aleyhisselâm) da: "Sen bu dinini sürdürdüğün müddetçe, Allah senin kurbanını kabul etmez" deyince, Nemrud: Mülkümü bırakamam, fakat ben onları O'nun için keseceğim" dedi. Sonra da bunları Allah için kurban edip, İbrahim (aleyhisselâm)'ı bıraktı. Bu kıssa şu şekilde de rivayet edilmiştir: "Onlar, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) için, bir yer yaptılar ve onu oraya attılar. Sonra oranın üzerinde yedi gün durmadan ateş yaktılar. Sonra bu ateşi, İbrahim (aleyhisselâm) üzerine kapattılar. Ertesi gün ateşi açtıklarında, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in yanmamış olduğunu, sadece terlediğini gördüler. Bunun üzerine, Lût'un babası Haran: "Ateş onu yakmaz, çünkü o ateşi büyülemiştir. Fakat onu bir şeyin üzerine koyup o şeyin altından bir ateş yakın. Çünkü ancak ateşin dumanı onu öldürebilir" dedi. Onlar da Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'ı bir kuyunun üstüne yerleştirip, alttan ateş yaktılar. Bir kıvılcım sıçrayıp, Lût'un babasının sakalına geldi ve onu yaktı."

Üçüncü Mesele

Onlar, en ağır ceza olduğu için, İbrahim (aleyhisselâm)'a ateşle ceza vermeyi tercih etmişlerdir. İşte bundan ötürü ayetler, "Eğer (bir iş) yapanlarsanız" denilmiştir. Bu, "Eğer sizler, ilahlarınıza iyice yardım etmek istiyorsanız, en şiddetli ceza şekli olan, yakmayı tercih edin" demektir.

Ateşe Emir Vermenin İzahı

Hak teâlâ'nın "Biz de dedik ki: "Ey ateş, İbrahim'e karşı serin ve selâmet ol" ifadesi ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ebu Müslim el-İsfehanî bunun şu manaya olduğunu söylemiştir: Burada tıpkı, "(Allah) Ona "ol" der, oda oluverir " (nahl, 40) ayetinde olduğu gibi söylenen bir söz bulunmayıp, Allahü teâlâ (böyle demeksizin) o ateşi serin ve selâmet kılmıştır" Ebu Müslim görüşüne: "Ateş cansızdır, binâenaleyh ona hitab edilmez" diye delil getirmiştir.

Ekseri ulemâ ise, bu sözün ateşe söylendiği görüşündedir. Bu görüşte olanların şu iki izahları vardır:

a) Süddi'ye göre bu sözü söyleyen Cebrail (aleyhisselâm)'dir.

b) Ekseri müfessirlere göre bunu söyleyen, Allahü teâlâ'dır. Ayetin zahirine en yakın ve en uygun olan da bu ikinci görüştür, Ebu Müslim'in: "Ateş cansızdır, ona hitab etmenin bir manası yoktur" şeklindeki sözüne karşı deriz ki: Bu emrin meleklere yönelik bir faydadan dolayı söylenmiş olması niçin caiz olmasın?

Serinliğin Mahiyeti

Âlimler, o ateşin nasıl "serin" olduğu hususunda şu üç değişik izahı yapmışlardır:

1) Allahü teâlâ, o ateşteki sıcaklığı ve yakma özelliğini kaldırıp, sadece parlama ve aydınlatma özelliğini bıraktı. Çünkü Allah her şeye kadirdir.

2) Allahü teâlâ, tıpkı âhirette cehennem bekçileri (olan zebanilerde) yarattığı ve deve kuşunun bünyesinde, kızgın demiri yutmasının bile zarar vermeyeceği bir özellik yaratması ve tıpkı semendel kuşunun bedenine ateşte uzun müddet kalmanın vermemesi gibi, Hazret-i İbrahim'in bedeninde de, ateşin zararının ulaşmasına mâni özellik yaratmıştır.

3) Allahü teâlâ, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) ile, o ateş arasında, ateşin tesirinin ona ignesına mâni bir engel yaratmıştır. Muhakkak âlimler şöyle derler: "Birinci izah daha uygundur. Çünkü ayetteki "Ey Ateş, serin ve selâmet ol" ifadesinin zahiri, o tşm olduğu gibi kalışını değil, bizzat kendisinin serin hale gelip, İbrahim (aleyhisselâm)'ın onun tesirinden kurtulduğunu göstermektedir

Eğer, "Ateş, hararet (sıcaklık) ve letafetle (incelik-şeffaflıkla) tavsif edilen bir ifadedir. Binâenaleyh hararet, ateşin bir parçası olunca, ateşin serin olması ansızdır. Bu durumda, ayette bahsedilen "ateş" ile, aslında ateş denen şeyin zennden birisi kastedilmiştir" denilmesi gerekir. Bu ise mecaz olur. O halde niçin sizin mecazınız, diğer iki (görüşe göre olan iki) mecazdan daha evlâ olsun?" denilirse, biz deriz ki: "Bizim mecazımızda, serinliğin mevcudiyeti söz konusudur. Sizin o iki mecâzınızda ise bu söz konusu değildir. Binâenaleyh bizim mecazımız daha evlâ olur.

Hak teâlâ'nın, "Ey ateş, ibrahim'e karşı serin ve selâmet ol" ifade, "soğuk aşırı olduğunda, tıpkı sıcak gibi öldürücüdür. Binâenaleyh bunda da mutlaka bir dengenin gerekir. Bu dengenin, bu "serin"likte mevcud olduğu hususunda şu üç izahtır:

a) Allahü teâlâ, o ateşin serinliğini, zarar vermeyecek bir derece ile ayarlamıştır.

b) Ateşin bir kısmı soğuk oldu, bir kısmı hararetini sürdürdü. Böylece sıcaklıkla soğukluk dengelendi.

c) Allahü teâlâ, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'ın bedeninde, fazlaca bir sıcaklık yarattı. Böylece bu soğukluktan mutazarrır olmayıp, aksine ondan istifâde etti ve hatta hoşlandı.

Bu hususta şöyle bir kaç soru sorulabilir:

Birinci Soru: Ateşlerin hepsi, ateş olma vasfını kaybedip, böyle serinlik mi oldu?

Cevab: Ateş, bir mahiyetin adıdır. Binâenaleyh bu serinliğin, o mahiyette meydana gelmiş olması gerekir. Bu sözden, onun o mahiyetin bütün fertlerini içine almış olması gerekir. Şu da ileri sürülmüştür: "Bu iş, sadece o ateşe has olarak meydana gelmiştir, maksad, o ateşin serin olması ile ilgilidir. Zira ateşte bütün canlılar için, faydalar Binâenaleyh bütün ateşleri işe yaramaz hale getirme caiz değildir. Halbuki maksad, diğer canlılara zarar vermek değil. Sadece İbrahim (aleyhisselâm)'ı kurtarmaktır.

İkinci Soru: Hasan el-Basrî'den rivayet edilen, "Bu, bu hususta Allahü teâlâ'dan Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e bir selamdır" şeklindeki görüş, doğru olabilir mi?

Cevab: Ayetin zahiri, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i İbrahim'in kurtulması gibi, o ateşi serin kıldığı gibi, aynı zamanda onu Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in bir "selâmet" kıldığını da göstermektedir. Hasan el-Basrî'nin dediği şey, uzak bir manadır. Bunda, tertibli bir sözün sırasını bozma vardır.

Üçüncü Soru: "Eğer Cenâb-ı Hak "ve selâmet" dememiş olsaydı, "serin"lik (soğuk) onu öldürürdü" şeklindeki rivayet doğru mudur?

Cevab: Bu da uzak bir yorumdur. Çünkü ateşin serinlemesi, ateşten kaynaklanmayıp, Allah'dan olan birşeydir. Allah ise, o ateşi hem hararetlendirmeye, hem de serin kılmaya kadirdir. Binâenaleyh "eğer ayette," "selâmet" denilmemiş olsaydı, soğuk ileri derecede olurdu" demek caiz değildir.

Dördüncü Soru: "Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in o ateşte geçirdiği hayat, diğer zamanlarındakinden daha güzeldi" denilmesi doğru mudur?

Cevab: Bu imkânsız birşey değildir. Çünkü böyle olmasında, Onun için nimetlerin artması ve mükemmelleşmesi vardır. Şu da mümkündür. Bu, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in bu büyük belâdan kurtulmasından, düşmanlarına karşı sağladığı üstünlükten duyduğu ileri derecedeki sevinçten ve Allah'ın dinini ilan etmiş olmasından ötürü elde ettiği aşırı memnuniyetinden dolayı olmuş olabilir.

Hak Telâlâ'nın "Ona böyle bir tuzak kurmak istediler. Fakat Biz, onları daha fazia hüsrana düşenlerden kıldık" ifadesi, "Onlar, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'a tuzak kurmak istediler, ama her seferinde mağlub oldular. Onlar, ona karşı mücâdele ve münazara ederek üstün gelmeyi düşündüler. Ama Allahü teâlâ, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) e, onları susturucu ve perişen edici delilleri ilham ve telkin etti. Sonra onlar işi kaba kuvvete ve zorbalığa döktüler. Ama Cenâb-ı Hak, bu sefer de Hazret-i İbrahim'i onlara karşı destekledi ve ona yardım etti.

Mübarek Diyar

Sonra Allahü teâlâ, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e nimetini onu o beldeden, kardeşi oğlu Lût ile yani Lût b. Haran ile birlikte oradan kurtarıp, "bütün âlemler için bereket verdiği arza" ulaştırdı. Şu da rivayet edilmiştir: "Bu hâdise Bâbil sınırları içinde cereyan etmiştir. Cenâb-ı Hak Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'ı oradan kurtarıp, "arz-ı mübarek"e ulaştırmıştır. Bu arzın, Mekke olduğu söylendiği gibi, "Etrafını mübarek kıldığımız, Mescid-i Aksâ" (İsra, 1) âyeti delil getirilerek, Şam diyarı (Kudüs ve etrafı) olduğu da söylenmiştir. Bu beldenin mübarek (bereketli) oluşu ya dinî bakımdandır. Çünkü ekseri peygamberler oradan çıkmış, onların şeriatları ve dinlerinin eserleri orada yayılmıştır. Yahut da bu bereket, dünyevi açıdandır. Çünkü Allahü teâlâ, o beldeyi, suları, ağaçlan, meyveleri, bereketi ürünü çok, yaşayışı güzel bir belde kılarak, bereketli yapmıştır. Yeryüzündeki bütün tatlı suların kaynağının aslının, "Beyt-i Makdis"deki o kaya parçasının altından olduğu ileri sürülerek, bu bereketin tefsir edildiği de görülmüştür.

Hazret-i İshâk ve Hazret-i Yakub (aleyhisselâm)

72

Âyetin tefsiri için bak:73

73

"Ona İshâk'ı, üstelik bir de Yakûb'u ihsan ettik ve herbirini sâlih kimseler yaptık. Onları, emrimizle doğru yolu gösterecek rehberler kıldık, kendilerine hayırlı işler yapmayı, dosdoğru namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Onlar Bize ibadet edicilerdir".

Bil ki Allahü teâlâ, kendilerini kurtarıp mübarek bir yere ulaştırmak suretiyle İbrahım (aleyhisselâm) ve Lût (aleyhisselâm)'a olan nimetlerini zikrettikten sonra, bunun peşinden, diğer nimetlerini zikretmiştir. Cenâb-ı Hak, ikisinin arasını birleştirmiştir. Çünkü peygamberlik konusunda aralarında bulunan ortaklık ve yakınlıkla birlikte, Lût'un İbrahim (aleyhisselâm)'le beraber olmasında pek büyük bir inam ve ihsan bulunmaktadır. Sonra Cenâb-ı Hak, İbrahim (aleyhisselâm)'a adetâ akıtarak bolca vermiş olduğa nimetlerle Lût (aleyhisselâm)'a yağdırmış olduğu nimetleri zikretmiştir. İbrahim (aleyhisselâm)'a yağdırmış olduğu nimetlere gelince, bu birkaç yöndendir.

Nafile Kelimesinin İzahı

a) Cenâb-ı Hakk'ın "Ona Ishak'ı, üstelik bir de Ya'kûb'u ihsan ettik" ayeti. Bil ki "nafile" kelimesi, hassaten, "bağış ve atiyye" savnındadır. "en-Neflu" kelimesi de böyledir. Bağış ve ikramı çok olan bir kimseye de "Nevfel" denilir. Müfessirlerin bu hususta iki görüşü bulunmaktadır:

1) "Nafiletun" kelimesi burada, (......) ifadesinden bir mastardır, ancak, onun lafzından olmayan bir masdar, Çünkü "Onu ona, bir hibe olmak üzere ihsan ettik" sözüyle, "İshâk ve Ya'kûb'u ona, bir atiyye ve hak edilmiş bir karşılık olmaksızın, bu lütuf (fadl) olarak hibe ettik, ihsan ettik" ifadeleri arasında bir fark yoktur. Bu, Mücahid ile Ata'nın görüşüdür.

2) Ubeyy İbn Ka'b, İbn Abbas, Katâde, Ferrâ ve Zeccâc'ın görüşü olup buna göre İbrahim (aleyhisselâm) Cenâb-ı Hakk'dan bir çocuk isteyince: "Rabbim bana, salihlerden (olan bir çocuk) bahşet" (Saffat. 100) dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak onun duasına, "Onâ ishâk'ı ihsan ettik" buyurarak cevâp verdi. Yakûb'u da, ona, duâ etmeden verdi ki, işte bu da, "nafile" olmuştur. İnsanlar tarafından, fazladan yapılan şey gibi. Buna göre Cenâb-ı Hak'tan ki, "Ona, duasına icabet etmek üzere, İshâk'ı ihsan ettik. Farz namaza bir ilâve olarak talep etmiş olduğu nafile namaza mukabil de ona, fazladan, Yakûb'u lütfettik" demiştir. Bu açıklamaya göre "nafile", özellikle, Yâkub'dur. İkinci izah tarzı, doğruya daha yakındır. Çünkü Cenâb-ı Hak, ikisini birarada zikretmiş, sonra da nafileten sözünü getirmiştir. Bunun, her iki kelime için bir sıfat olması uygun olursa, bu daha evladır.

b) Cenâb-ı Hakk'ın "Ve herbirini salih kimseler yaptık" ayeti. Yani, "İbrahim, Ishâk, Yakûb'dan herbirini, resul olan nebiler yaptık" demektir. Bu, Dahhak'ın görüşüdür. Diğer alimler ise buna, "Allah (c.c.)'in taâtiyle amel eden ve haramlarından kaçınan kimseler kıldı" manasını vermişlerdir. İkinci görüş, doğruya daha yakındır. Çünkü "salâh" kelimesi, hepsini içine alır. Zira Cenâb-ı Hak bundan hemen sonra, "kendilerine hayırlı işler yapmayı vahyettik" buyurmuştur. Şayet biz, "sâlihîn, kelimesini nübüvvet manasına hamledersek, o zaman bir tekrar olmuş olur. Ehl-i sünnet alimlerimiz, bu ayetle, kulların fiilinin Allah tarafından yaratıldığına istidlal etmişlerdir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Ve herbirini sâlih kimseler yaptık" buyruğu, salih olma işinin (salâh), Allah tarafından meydana getirildiğini gösterir.

Cübbai buna şu şekilde cevâb vermiştir: "Eğer böyle olsaydı, Allahü teâlâ onları salih olmakla, imamlar ve önderler olmakla ve, âbidler olmakla nitelemez, onları böylece vasfetmez ve, övgüde de bulunmazdı. Bu durum sabit olunca, burada muhakkak ki tevil yapmak gerekir. Bu da şu iki yöndendir:

1) Bundan maksat şudur: "Allah onlara, sayesinde salih kimseler olacakları lûtuflar ile, tevfik-i ilahîsini vermiştir"

2) Bundan murad, Cenâb-ı Hakk'ın onları, bu vasflarla isimlendirmiş olması da olabilir. Nitekim Arabça'da, insanlar nezdinde doğrulayıcı ve mümin olduğu halde, onun bu sıfatlarla nitelediğinde,"Zeyd falancayı fasıklıkla niteledi. Onu sapıklıkla vasfetti ve onun kâfir olduğunu söyledi" denilir. Yine hakim için de, bunlarda hükmetti anlamında olmak üzere "Falancayı akladı ve âdil, doğru olduğunu söyledi; (falancayı) tenkid etti, eleştirdi" denilir.

Bil ki, bu açıklamalar bozuktur. Mutezilenin medh ve "zem" meselesine dayanmalarına gelince, buna şöyle cevâp verilir. Bu hususta bilinen yöntem, onlara, "daî" ve "ilim" meselesiyle karşı koyup mukabele etmemizdir. Bunu lütuf fiiline hamletmesine gelince, bu da yanlıştır. Çünkü lütuf fiili, bütün mükellefleri içine alır. Binâenaleyh bu tahsisde, daha fazla bir fayda ve anlamın bulunması zorunludur.

Bir de onun, "Onu, bir salih kimse yaptınız sözü, "Onu, hareketli ve müteharrik kıldım" demesi gibidir. O halde bu ifâdeyi, salâh'tan başka bir şeyi elde etme anlamına hamletmek, zahir manayı terketmek olur. İfadeyi, onları salih kimseler olarak isimlendirme anlamına hamletmeye gelince, yine bu da bir mecazdır. Bu konuda söylenebilecek en son söz şudur: Buna ancak, zaruret halinde kimi yerlerde başvurulabilir. Burada ise böyle bir zaruret yoktur. Ama onlar yeniden "medh" ve zem" meselesine dönerlerse, o zaman biz de yine "daî" ve "ilim" meselesine döneriz...

c) Cenâb-ı Hakkın "Onları, emrimizle doğru yolu gösterecek rehberler kıldık" ayetinin ifade ettiği husus. Bu konuda iki görüş bulunmaktadır:

1) Yani, "Biz onları bizim emrimiz ve iznimizle, insanları Allahın dinine ve hayırlara çağıran önderler, insanlar yaptık" demektir.

2) Ebu Müslim'in görüşü olup, buna göre, buradaki "imamet"den murat, nübüvvet"dir. Bir tekrarın söz konusu olmaması için, birinci izah daha uygundur, ilerimiz bu ayetle şu iki şeye istidlal etmişlerdir:

a) "Onları rehberler kıldık" sözüyle, fiillerin Allah tarafından yaratıldığına ki bunun daha önce geçmişti.

b) Hakka davet ve batıldan men etmenin ancak Allahın emri ile caiz olabileceğine. Zira emir muteber olmasaydı, Cenâb-ı Hakkın"emrimizle" ifadesinde, bir fayda bulunmazdı.

c) Cenâb-ı Hakkın "kendilerine hayırlı işler yapmayı... vahyettik" ayetinin beyan ettiği husus. Bu ayet, Cenâb-ı Hakkın onlara, nübüvvet şerefini tahsis etmiş olduğuna delâlet eder. Bu ise, babaya verilmiş olan nimetlerin en büyüklerindendir. Zeccâc şöyle demiştir: (......) denilmesi de, hâ hazfedilerek denilmiştir. Çünkü izafet, bu hâ'dan bedeldir." Başkaları da, (......) ile (......) masdardırlar derler. Ebû Müslim el-Ensarî de: "Namaz, bedenî ibâdetlerin en şereflisi olup, Allah'ı zikretmek için farz kılınmıştır. Zekât da, mali ibâdetlerin en şereflisidir. Bu ikisinin toplamı ise, Allah'ın emrini tazim edip, O'nun kullarına şefkat merhameti ifade ederler" demiştir. Bil ki, Cenâb-ı Hak onları önce "salih olmakla (salâh) vasfetmiştir. Bil ki bu, Allah'a doğru gidenlerin ilk mertebesidir. Sonra Cenâb-ı Hak terakki buyurmuş ve onları, imâm olmakla nitelemiştir. Daha sonra yine terakkî ruvurmuş ve onları, nübüvvet ve vahye mazhar olmakla nitelemiştir. Masumiyeti ifade eden "salâh-salih olma", nübüvvet mertebelerinin ilki olunca, bu nebilerin masum cuklarına delâlet etmiş olur. Çünkü, mertebelerin ilkinden mahrum olan, nihayetinden de mahrumdur, demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, nasıl onlara olan nimetlerinin çeşitlerini açıklamışsa, bundan sonra da, onların, kendisine ibâdetle meşgul olduklarını beyân etmiş ve şöyle buyurmuştur:

"Onlar bize, ibadet edicilerdir." Buna göre sanki, Cenâb-ı Hak, ihsanlarda ve inamlarda bulunmak suretiyle nasıl rubûbiyyet ahdine riâyet etmiş ise, ayni şekilde onlar da, kulluk ahdine riâyet etmişlerdir ki, bu da onların, tâat ve ibadetle meşgul olmalarıdır.

Üçüncü kıssa, Lût (aleyhisselâm)'ın kıssasıdır:

74

Âyetin tefsiri için bak:75

75

"Lût'a, ona da bir hüküm, bir ilim verdik. Onu kötülükler yapmakda devam eden o memleketten kurdardık. Doğrusu onlar, fena bir kavim idiler, fasıkdılar. Onu rahmetimizin ta içine koyduk. Çünkü o, salihlerdendi"

Bil ki Cenâb-ı Hak Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e verdiği nimetleri ifade buyurduktan sonra, daha önce ikisini birarada zikrettiği için, bunun peşinden Lût (aleyhisselâm)'a verdiği nimetleri zikretmiştir. Burada iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayette yer olan (......) ifadesindeki vâv hakkında, şu iki izah yapılmıştır:

a) Zeccac'a göre bu ifâde, (......) cümlesine atfedilmiştir.

b) Ebu Müslim el-İsfehani'ye göre bu kelime (Enbiya, 51) ayetine atfedilmiştir. Buna göre, bu kelamda mutlaka bir takdir yapılması gerekir. Cenâb-ı Hak sanki "Ve, Lût'a da... verdik" demek istemiştir, ama burada "verdik" fiili zikredilmemiştir.

İkinci Mesele

Bu, nimetlerin çeşitleri hakkında olup, bunlar dört çeşittir.

a) Hüküm, yani hikmet nimeti. Hikmet yapılması gerekli olan şey, demektir. Yahut da, davalıların meselelerini çözmek. Ayetteki "hükm"e, "nübüvvet" manası verilmiştir.

b) İlim nimeti. Bil ki, bu iki kelimenin sonuna tenvin getirilmesi, o ilmin ve o hükm (hikmet) in değerinin çok yüce olduğunu delâlet eder.

c)Cenâb-ı Hakk'ın "Onu kötülükler yapmakda devam eden o memleketten kurtardık" ayetinin ifade ettiği husustur. Buradaki yarar el-karye kelimesiyle, orada yaşayanlar kastedilmiştir. Çünkü, o kötü işleri yapanlar, badenin bizzat kendisi değil, içindekilerdir. Bir de, helak ve ölüm, orada oturanların tapna gelmiştir. Ama Cenâb-ı Hak, Lût (aleyhisselâm)'ı bundan kurtarmıştır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, ayette geçen "kötülükler"den neyi kastettiğini de "Doğrusu onlar, fena bir kavim idiler, fasıkdılar" ifadesiyle açıklamıştır. Onların, daha önce yaptıkları şey hususundaki halleri açıktır.

d) Cenâb-ı Hakkın "Onu rahmetimizin ta içine koyduk. Çünkü o sahillerdendi" ayetinin ifade ettiği husus. Bu ifadede geçen "rahmet" sözünün ne demek olduğu hususunda şu iki açıklama yapılmıştır:

1) Bu; nübüvvet, demektir. Yani "O, nübüvvete ehil ve kabiliyetli olunca, o nübüvvetin hakkını, hakkıyla edâ edeceği için, Allah onu rahmetine yani nübüvvetine girdirmiştir demektir. Bu, Mukâtil'in görüşüdür.

2) İbn Abbas ve Dahhak'a göre bununla, mükâfaat manası kasd edilmiştir. Şöyle de denebilir, Cenâb-ı Hak, Lût (aleyhisselâm)'a hüküm ve ilim verip onu, kötülerle ahmaktan beri kılıp uzak tutunca, ona, mükaşefe kapıları açılmış ve ilahî nurlar tecelli etmiştir ki, işte bu, sahili olmayan bir ummandır. İşte, gerçekte rahmet de budur.

Dördüncü Kıssa: Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'un Kıssasıdır

76

Âyetin tefsiri için bak:77

77

"Nuh'u da, (hatırla) Çünkü o, daha önce dua etmişti de. biz onu kabul eylemiştik. Nihayet kendisini de ehlini de o büyük sıkıntıdan kurtardık. Onun, ayetlerimizi yalanlayan toplumdan öcünü aldık. Muhakkak ki onlar kötü bir kavim idiler. Biz de işte topunu birden suda boğduk"

Ayetteki, "Çünkü o, daha önce duâ etmişti" cümlesi ile ilgili iki mesele vardır.

Birinci Mesele

Ayetteki "nida" ile, Nûh (aleyhisselâm)'ın, kavmine azâb gelmesi hususunda duâ etmesinin kasdedildiğinde şüphe yoktur.

Bunu, Cenâb-ı Hakk'ın bazan "Nihayet, oda Rabbine, "Ben muhakkak ki mağlûbum. Artık intikamı(mı) sen al" diye duâ etti" (Kamer, 10) ayetinde olduğu gibi, genel hatlarıyla, bazan da, ya Rabbi "yeryüzünde kâfirlerden yer yurt tutan hiçbir kimse bırakma" (Nûh, 26) ifâdesinde olduğu gibi, ayrıntılı bir biçimde nakletmesi de destekler. Yine Cenâb-ı Allah'ın "biz onu, kabul eylemiştik" ifadesiyle duasına icabet etmiş olması da, buna delâlet eder. İşte bu icabet etme, burada bahsedilen bu talep ve istekten esas gayenin burada bahsedilen bu "kurtarma" olduğuna delâlet eder. Böylece bu, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'un nida ve duasının tekzib ve kabul etmeme gibi, kavminin kendisine yapmış olduğu çeşitli eziyetlerden kendisini kurtarması; onlara karşı kendisine yardım etmesi ve onları helak etmesi ile alâkalı olduğuna delâlet etmektedir. İşte bundan dolayıdır ki, Cenâb-ı Hak bundan sonra "Ayetlerimizi yalanlayan toplumdan onun öcünü aldık" buyurmuştur.

Hazret-i Nuh'un Duası

Muhakkik ulemâ bu nidanın Allahın emriyle olduğu hususunda İttifak etmişlerdir. Çünkü şayet Onun emriyle olmasaydı, o zaman faydanın (salahın) ona icabet olunmamasında bulunduğundan emin olunmazdı. Bu ise peygamberlerin makamında noksanlık olduğu anlamına gelirdi. Bir de, böylesi durumları istemek, şayet ilahî emirle olmasaydı, baştanbaşa zarara sokma olurdu.

Diğer bir kısım âlimler ise: Nûh (aleyhisselâm)'a, bu konuda müsade edilmemişti" demiştir.

Ebu Ümame. şöyle der; "Hiçbir canlı, Hazret-i Adem (aleyhisselâm) ve Nûh (aleyhisselâm)'ın hayıflanması gibi hayıflanmamıştır. Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'ın hayıflanması, İblis'in vesvesesini kabul etmesinden dolayı; Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'ın hayıflanması da, kavmine beddua etmesinden dolayı olmuştur. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Nûh (aleyhisselâm)'a, "Hayıflanma, çünkü senin duan, benim takdirime uygundu" diye vahyetmişti."

Ehl ve Kerb Kelimelerinin Anlamı

Cenâb-ı Hakk'ın, "Nihayet kendisini de ehlini de, o büyük sıkıntıdan kurtardık" buyruğuna gelince, buradaki "ehl" ile, onun dinine mensub olanlar kastedilmiştir. Kerb'in ne demek olduğu hususunda da şu izahlar yapılmıştır:

a) O kâfirlerin başına gelen, boğulma azabıdır. Bu, ekseri müfessirin görüşüdür.

b) Kavminin onu yalanlaması ve kavmi tarafından kendisine yapılan eziyyetlerdir.

c) İkisinin, hepsidir. Bu, İbn Abbas (radıyallahü anh)'nın görüşü olup, doğruya yakın olan da budur. Çünkü Nûh (aleyhisselâm), uzun müddet onları Allaha davet etmiş ve onlardan her rö'iü kötülüğe de maruz kalmıştı. İşte bundan dolayı, onun gam ve kederi gittikçe artmıştı. Allahü teâlâ ona, onları suda boğacağını bildirip, kendisinin de bir gemi yapmasını emrettiğinde de, boğulmaktan kimin kurtulup kimin kurtulamayacağını: emediği için de yine bir korku ve elem içindeydi. Böylece Cenâb-ı Hak hem onu, hem de kendisine iman edenleri bütün bu belalardan kurtarmak suretiyle sıkıntısını gidermiştir.

Cenâb-ı Hakkın "Onun... toplumdan öcünü, Biz aldık" ifadesine gelince, Ubeyy İbn Kâ'b (radıyallahü anh) bu ifadeyi "...Nûh (aleyhisselâm)'a ... kavmine karşı destekledik" şeklinde okumuştur. Müberred, ayetin manasının, "Nûh (aleyhisselâm)'a, kavminin kötülüklerine karşı yardım ettik" şeklinde olduğunu, nitekim Cenâb-ı Hakkın, "Allah'ın hışmı bize gelip çatarsa, bize kim yardım edecek?" (Mümin, 29) buyurduğunu yani, "Bizi O'nun azabından kim korur?" demek olduğunu söylemiştir. Ebu Ubeyde de, bu ifadenin başındaki min harf-i cerrinin alâ manasına geldiğini söylerken, Keşşaf Sahibi, bu ayetteki "yardım etmek" ifâdesinin, mutavaatı "intikam ama" anlamında olan "nasr" kökünden olduğunu Huzeyl kabilesinden birisinin, bir hırsız hakkında beddua ederken "Onların intikamını, o hırsızdan al" dediğini, yani "Allahın, onları, o hırsızdan intikamlarını olan kimseler kıl" demek olduğunu söylemiştir.

Cenâb-ı Hakk'ın "Muhakkak ki onlar, kötü bir kavim idiler" buyruğuna gelince bu, "Onlar, o Nûh (aleyhisselâm)'ı kabul etmeyip yalanladıkları için, kötü bir topluluk idiler. İşte bundan dolayı da, onların topunu suda boğduk" demektir. Böylece, Cenâb-ı Allah, Hazret-i Nuh'u, onlardan kurtarma sebebini böylece beyan etmiştir.

Beşinci Kıssa: Dâvud ve Süleyman (aleyhisselâm)'ın kıssasıdır

78

Âyetin tefsiri için bak:82

79

Âyetin tefsiri için bak:82

80

Âyetin tefsiri için bak:82

81

Âyetin tefsiri için bak:82

82

"Davûd ve Süleymanı da (hatırla). Hani onlar ekin hakkında bir kısım kimsenin davarının içinde yayıldığı ekin hakkında hüküm veriyorlardı. Onların verdikleri hükmün şahidleri Bizdik, Biz... Biz onu(n hükmünü), Süleyman'a hemen öğretmiştik. Biz, herbirine hüküm ve ilim vermiştik. Dağları ve kuşları, Dâvud ile birlikte tesbih etmek üzere, râm etmiştik. Bütün bunları Biz yaptık... Biz ona, sizin için, sizi savaşın şiddetinden korumak için, giyecek (zırh) yapma sanatını öğrettik. Şimdi siz şükredenler misiniz? Süleymanın emrine şiddetle esen rüzgarı, (verdik ki) o kendisini, içine feyz ü bereket verdiğimiz yere kendi emriyle akar götürürdü. Biz, herşeyi, bileniz.. Şeytanlardan, onun için denize dalacak ve bundan başka işler görecek olan kimseleri de, müsahhar kıldık. Biz onların, gözcüleriydik".

Onlara Verilen Nimetler

Bil ki, ayetlerde geçen Dâvud, Süleyman Eyyüb, Zekeriyya ve Zennun (aleyhisselâm) isimlerinin hepsi, Cenâb-ı Hakkın daha önce geçen ya, (Enbiya, 51), yahut da (Enbiya.,74) ifadelerine atıftır. Bil ki, Cenâb-ı Hakkın bu ifadelerden maksadı, Dâvud ve Süleyman (aleyhisselâm) a olan nimetlerini izhar etmektir. İşte bundan dolayı ilkönce, ikisi arasında müşterek olan nimetlerden bahsetmiş, daha sonra da her birine, ayrı ayrı tahsis ettiği nimetleri beyan buyurmuştur. İkisi arasında müşterek olan nimet, bahsedilen kıssa, yani "hüküm Mine hadisesi"dir. Hüküm vermenin bir nimet oluşunun vechi ve sebebi ise şudur: Çünkü Allahü teâlâ, "Biz, herbirine hüküm ve ilim vermiştik " cümlesinde onları ilim anlayışla bezediğini bildirmiştir. Sonra bu, ayette, ilmin kemâllerin en üstünü ve en büyüğü olduğuna bir dikkat çekme bulunmaktadır. Bu böyledir, çünkü Allahü teâlâ burada, dağları, kuşları, rüzgarı ve cinleri, onların emrine verme gibi diğer yüce etlerden önce, ilmi zikretmiştir. İlim, bu gibi yüce nimetlerden üstün ve faziletli aunca, onun, başka nimetlerle mukayesesi neticesini sen anla. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

İbn Sikkît; "nefş davarın geceleyin, çobansız olarak otlaması ve yayılması demektir" demiştir. Bu, müfessirlerin ekserisinin görüşüdür. Hasan el-Basri'den, bu tabirin, varın hem gece hem de gündüz yayılması hakkında kullanılabileceği görüşü de varid olmuştur.

İkinci Mesele

Müfessirlerin ekserisi, ayette geçen hars kelimesinin, ekin manasına geldiği kanaatindedir. Bazıları da bunun üzüm bağı manasına geldiğini söylemişlerdir ki birincisi örfe daha uygundur.

İki Sayısı Cemi Sayılır m?

Çoğulun en azının iki olduğunu söyleyenler, ifadeyle Dâvud ve Süleyman (aleyhisselâm) kastedildiği için, Cenâb-ı Hakkın, ifadesiyle istidlal etmişlerdir. Buna şu şekilde cevap verilebilir: "Hüküm", lafzi, hâkime (hüküm veren) nisbet edildiği gibi, bazan da mahkûmun lehe (hakkında hüküm verilene) nisbet edilir. Binâenaleyh hüküm, karşılıklı davaiaşanlara nisbet edildiğine göre, onların toplamı, ikiden daha çok olur. Bu ifade aynı zamanda şeklinde de okunmuştur.

Ekini Bozan Davar Hakkında Hüküm

Bu hususun nasıl cereyan ettiği hususunda şu izah yapılmıştır:

a) Müfessirlerin ekserisi şöyle demişlerdir: Hazret-i Davud'a, birisi ekinin sahibi, diğeri de sürünün sahibi olarak iki adam geıir. Ekin sahibi "Falancanın davarları, benim ekinime girdi ve ondan hiçbir şey bırakmadı" dedi. Bunun üzerine Dâvud (aleyhisselâm), "Git, sürü senindir" hükmünü verdi: Derken, ikisi oradan ayrıldılar ve Süleyman (aleyhisselâm)'a rastgeldiler. Bunun üzerine Süleyman (aleyhisselâm): "Aranızda nasıl hükmetti?" deyince onlar, Davud'un verdiği hükmü söylediler. Süleyman (aleyhisselâm): "Kadı (hakim) ben olsaydım, başka türlü hüküm verirdim" dedi. Bu söz, Dâvud (aleyhisselâm)'a ulaşınca, bunun üzerine Dâvud (aleyhisselâm), Süleyman (aleyhisselâm)'ı çağırdı ve "O ikisi arasında sen nasıl hükmederdin?" deyince, Süleyman (aleyhisselâm) şöyle dedi: "Ben, davarları, ekinin sahibine verirdim. Böylece, o davarların sütü, kuzusu ve yünü, ekin sahibinin olur. Ertesi yıl, ekin, yenildiği günkü durumuna ulaştığında, koyunları geri sahibine verirdim. Böylece de, ekin sahibi ekinini almış olurdu".

b) İbn Mesûd, Sureyh ve Mukâtil (r.h.), şöyle demişlerdir: "Bir çoban geceleyin, bir üzüm bağının yanına yatak kurdu (sürüsünü orada yatırdı). Derken çoban farkında olmadan, koyunlar o bağa girdi; üzüm dallarını yiyerek, bağı işe yaramaz hale getirdi. Ertesi gün, bağın sahibi, Dâvud (aleyhisselâm)'a başvurdu. Dâvud (aleyhisselâm) da, o bağın değeriyle koyunun değeri arasında bir farklılık olmadığı için, koyunların bağ sahibinin olacağı şeklinde hükmetti... Onlar çekip gittiler. Derken, Süleyman (aleyhisselâm)'a rastladılar. Bunun üzerine Süleyman (aleyhisselâm) onlara, "Aranızda nasıl hükmetti?" deyince, onlar, Dâvud (aleyhisselâm)'ın verdiği hükmü anlattılar. Süleyman (aleyhisselâm), "Bu hükümden başka bir hüküm her iki tarafın durumuna daha uygun olabilir" dedi. Bu söz, Dâvud (aleyhisselâm)'a ulaştı. Derken, Dâvud (aleyhisselâm), Süleyman (aleyhisselâm)'ı çağırdı ve ona, "Babalık ve peygamberlik hakkı için, o iki tarafın durumuna daha uygun olan şeyi bana haber vereceksin..." dedi.

Bunun üzerine Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm), "Sürüyü, kendisinden yararlanmak üzere, bağın sahibine verirsin, çoban da, eski halini alıncaya kadar o bağı islâh etmeye çalışır. Daha sonra sürüyü, sahibine geri verirsin" dedi. Dâvud (aleyhisselâm), bunun üzerine, "Hüküm, senin verdiğin hükümdür" dedi ve ayni karan verdi. İbn Abbas (radıyallahü anh) bu hükmü verirken, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın yaşının onbir olduğunu söylemiştir.

Akla Gelen Sorulara Cevaplar

Burada, mutlaka bahsedilmesi gereken birtakım hususlar vardır;

1. İkisinin hükmü farklı mıydı?

Birinci Soru: "Ayette, Hazret-i Dâvud ve Süleyman (aleyhisselâm)'ın, verdikleri hükmün farklı olduğuna dair, herhangi bir delâlet var mıdır? Çünkü, Ebu Bekr el-Asamm şöyle demektedir: O ikisi, verdikleri hükümde kesinlikle ihtilaf etmediler. Çünkü Allahü teâlâ, her ikisine de, hükmün ne olacağını beyan etmişti. Ancak ne var ki O, bu hükmü, Hazret-i Süleyman(aleyhisselâm)'ın ağzından beyan etmiştir."

Cevap: Doğrusu şudur: Onlar hükümlerinde ihtilâf etmişlerdi. Bunun delili sahabe ve tabiin (radıyallahü anh)'ın, anlattığımız şey hususundaki icmalarıdır. Hem Cenab-ı Hak, önce, "Onların verdikleri hükmün şahidleri Bizdik, Biz" buyurmuş, sonrada, "Biz onu(nla hükmünü) Süleyman'a hemen öğretmiştik" buyurmuştur. Bu ikinci ifâdenin başındaki fâ; takibiyye içindir. Binâenaleyh, bu hükmün, bu öğretmeden önce olması gerekir. Önce geçen o hüküm hakkında, onların, o hususta ya ittifak ettikleri, ya da ihtilâf ettikleri söylenebilir. Binâenaleyh, eğer onlar, o hususta ittifak etmişlerse, Cenab-ı Hakkın bu hususta, "Biz onu(n hükmünü) Süleyman'a hemen öğretmiştik" sözünün bir manası kalmaz. Yok, eğer ihtilâf etmişlerse; elde edilmek istenen netice de budur.

Hükmün İçtihadı Olup Olmadığı

İkinci Soru: "Biz, o ikisinin, verdikleri hükümde ihtilaf ettiklerini kabul edelim. Ancak ne var ki, bu iki hüküm, nas'tan mı çıkarılmıştır, yoksa içtihattan mı elde edilmiştir?"

Cevap: Bize göre, bu iki husus da, müsavidir. Ama Cübbaî, bu iki hükmün de nas'dan elde edildiğini iddia etmiştir. Sonra Cübbaî, bunu bazan, "Peygamberlerin içtihad etmeleri caiz değildir" esasına bina ediyor, bazan da, "Genel manada peygamberlik içtihad etmesi caiz olsa, ancak ne var ki bu meselede caiz değildir" şeklindeki kaidesine bina ediyor.

Peygamber İçtihad Eder mi?

Birinci mülahazamıza gelince, biz bu hususta, eserimiz, "el-Mahsûl fi'l-u'sûl" de bir nebze konuşmuştuk. Simde burada, her iki tarafın sözlerinin usûllerini zikredelim. Cübbaî, peygamberlerin içtihad etmesinin caiz olmayacağına dair şu delileri getirmiştir:

a) Cenâb-ı Hak, "Deki: Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olmayacak şeydir. Ben, vahy olunagelenden başkasına tâbi olmam" (Yunus, 15) ve "O, hevasından konuşmaz..."(Necm, 3) buyurmuştur.

b) İçtihâtın yolu, zandır. Hâlbuki peygamber, o hükmü, yakînen elde etmeye muktedirdir. Binâenaleyh onun, zanna başvurması caiz değildir. Bu tıpkı, kıbleyi bilen kimsenin, o hususta içtihat etmesinin caiz olmasına benzer.

c) Peygambere muhalefet, küfrü gerektirir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Öyle değil, Rabbine andolsun ki onlar aralarında kimi oraya, kimi buraya çekdikleri şeylerde seni hakim yapıp ... teslimiyet göstermedikçe iman etmiş olmazlar" (Nisa, 65) buyurmuştur. Halbuki, zannî ve içtihadî meselelere içtihad etmek küfrü gerektirmez.

d) Peygamberin, hükümler hakkında içtihat etmesi caiz olsaydı, onun o hükümlerden herhangi birisi hakkında karar vermek için beklenmesi caiz olmazdı. Peygamber, "Zihâr" ve "liân" meselelerinde vahiy gelinceye kadar beklediğine göre işte bu durum, onun içtihat yapmasının caiz olmadığını gösterir.

e) İçtihada ancak, nas bulunmadığı zaman başvurulur. Ancak ne var ki, peygamber için nassın bulunmadığını düşünmek adeta imkânsız gibidir. Binâenaleyh içtihât etmesinin caiz olmaması gerekir.

f) Peygamberin içtihat etmesi caiz olsaydı, Cebrail'in de içtihat etmesi caiz olurdu. Bu durumda da, Cebrail'in getirdiği şer'î hükümlerin, Allah'ın naslarından mı, yoksa Cebrail'in içtihadından mı olduğuna dair, bir tereddüt hasıl olur, güven kalmazdı.

Cevâb: Bu görüşlerin birincisine şu şekilde cevap verebiliriz: Cenâb-ı Hakkın, "De ki: Onu kendiliğinden değiştirmek benim için olmayacak şeydir. Ben, vahy olunagelenden başkasına tabi olmam" (Yunus, 15) ayeti, sizin görüşünüze delâlet etmez. Çünkü bu, bir ayetin başka bir ayetle değiştirilmesi (nesh) hakkındadır. Çünkü bu ifade, Cenâb-ı Hakk'ın, "bize kavuşmayı ummayanlar, (Ya bize bundan başka bir Kur'an getir, yahut onu değiştir dedi)" (yunus, 15) buyruğunun peşinden gelmiştir. Oysaki, bu hususta içtihada mahal ve imkân yoktur.

Cenâb-ı Hakkın, "O, kendi nevasından konuşmaz"(Necm.3) ayetinin bu hususta delil getirilmesi de tuhaftır. Çünkü, içtihat yapabilecek kimsenin, "Hakkında içtihat ettiğim şey, ayrıntılı bir biçimde olmasa dahi, genet anlamda vahiydendir" demesi mümkündür. Çünkü bu ayet, Allah'dan alınan vahyin tebliğ edilmesi hakkındadır, yoksa, akıl ile yapılabilecek içtihadlar hakkında değildir.

İkincisine de şu şekilde cevap verebiliriz: Allahü teâlâ, peygamberine; "Asl"da hükmün falanca şeye bağlandığına yani hükmün sebebine dair zann-ı galibin mevcut olur, sonra da, aynı sebebin bir başka meselede de mevcut olduğuna dair bir zann-ı galibin bulunursa, işte o şekilde hükmet" demiştir. Dolayısıyla kıyasla verilen bu hüküm de kesindir, zan hükümde değil de, hükme götüren yoldadır.

Üçüncüsüne de şu şekilde cevap verebiliriz: Biz, içtihadı, şeylere muhalefet etmenin, caiz olmasını, mutlak manada kabul etmiyoruz. Tam aksine, onlara muhalefet etmenin caiz olması, o hükümlerin, masum olmayanlardan sudur etmesi şartına bağlanmıştır. Bunun delili şudur: Ümmetin, herhangi bir meselede, içtihadî olarak ittifak etmeleri mümkündür. Onların bu içtihatlarına muhalefet etmek, imkânsızdır. Peygamberin durumuysa, bundan daha kuvvetlidir.

Dördüncüsüne de şu şekilde cevap verebiliriz: Belki de, Hazret-i Peygamber, bazı meselelerde içtihâd etmekten men edilmişti. Yahutta ona, bu hususta mutlak anlamda izin verilmişti. Ancak ne var ki onun için bu meselelerde (zihar, liân....) içtihat yönü ortaya, çıkmamış, zuhur etmemiştir. İşte bundan dolayı, vahiy beklemek zorunda kalmıştır.

Beşincisine şu şekilde cevab verebiliriz: Bazı meselelerde, peygambere vahyin gelmemiş olması niçin caiz olmasın? İşte bu durumda, içtihat edebilme şartları tahakkuk etmiş olur.

Altıncısına da şu şekilde cevab verebiliriz: Bu ihtimal, ümmetin, o ihtimalin aksine ittifak etmiş olmasıyla bertaraf edilmiştir. İşte, peygamberlerin içtihat etmesini kabul etmeyenlere verilecek cevablar bunlardan ibarettir.

Peygamberlerin İçtihadının Delilleri

Peygamberlerin içtihat edebileceklerinin delilleri ise şunlardır:

1) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "asl"daki hükmün; herhangi bir şeye, bir mânaya, bir sebebe bağlı olduğuna zann-ı galibiyle hükmedip, sonra da, o mâna ve sebebin başka bir meselede de mevcut olduğunu bilir veya zannederse, mutlaka, o meseledeki ilahî hükmün tıpkı asl meseledeki gibi olduğuna dair zann-ı galibiyle hükmeder. Ayrıca, peygamberde, Allahın hükmüne muhalefet etmenin, ilahî cezayı hak etme sebebi olacağına dair kesin bir inanç vardır. Binâenaleyh, bu iki mukaddimeden, zanni olarak verilen o hükme, muhalefet edenin ikâba müstehak olacağı zannı doğar. Bu durumda o kimse, o işi, aynı anda hem yapmaya hem de yapmamaya yönelir ki, iki zıt aynı anda bir arada bulunmayacağından, imkânsızdır. Yahut, o ikisini de yapmaz. Bu da, iki zıttan uzak kalma imkânsız olacağı için, imkânsızdır. Ya da o, mercûhu (zayıfı), râcihe (kuvvetliye) tercih edecektir ki, bu da, aklın bedahetiyle batıldır. Veyahut da, o kuvvetli olanı zayıf olana tercih edecektir ki, işte kıyasla amel etmek de budur. İşte, kıyasla amel etmede kendisine dayanılan nükte ve nokta da, budur. Bu, aynı zamanda, peygamberler hakkında da böyledir. Bu, Cebrail'in içtihat edebileceği sonucuna da varıp dayanır.

2) Cenâb-ı Hak, "ibret alınız (kıyas yapınız... )" (Haşr, 2) buyurmuştur. Bu hitap herkese kıyas yapmayı emreden bir ifadedir. Binâenaleyh, Hazret-i Peygamberin de bu ifadenin kapsamına girmiş olması gerekir. Çünkü o, ayetten ders alıp kitaba uyanların önderi ve onların en üstünüdür.

3) Hüküm istihraç etmek (bir şeyden hüküm çıkarmak) ulemaya ait derecelerin en yükseğidir. Dolayısıyla, bu hususta, peygamberlerin de bir yeri ve makamı olması gerekir.

Aksi halde, herbir müçtehidin bu konuda, peygamberden daha üstün olması gerekir.

İmdi eğer denirse ki: "Bu, ancak, peygamberlerin kıyas yapmaktan daha üstün bir dereceleri bulunmadığı zaman gerekir, söz konusu olur. Halbuki durum, hiç de böyle değildir. Çünkü peygamberler, hükümleri yakînî olarak vahy ile alır. Binâenaleyh bu, en nihaî noktası zan olan içtihâd derecesinden daha yüksek bir derece olmuş olur?" cevaben biz deriz ki: Bazı meselelerde nassın bulunmaması imkânsız değildir. Binâenaleyh, bu durumda peygamber içtihat edemezse, o zaman o hükmü içtihadı ile elde edebilecek müçtehidin derecesinden daha aşağı bir derecede olmuş olur. Hem biz, Allahü teâlâ'nın, peygambere içtihat etmesini emretmiş olduğunda, bunun, o hükmün kesin olacağı neticesini vereceğini beyân etmiştik.

4) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Âlimler, peygamberlerin varisleridir..." Keşfu'l-Hafa, 2/64. buyurmuştur. Binâenaleyh, ulemânın, peygamberlerden bunu alıp varis olabilmeleri için, peygamberlerin içtihat etme derecelerinin bulunması gerekir. İşte, bu meseledeki sözün tamamı budur.

5) Allahü teâlâ, "Hay Allah afiyet veresice neden izin verdin onlara..." (Tevbe, 43) buyurmuştur. Binâenaleyh eğer bu müsaade, Allah'ın izniyle olmuşsa, Cenâb-ı Hakk'ın peygamberine "Onlara niçin izin verdin" demesi imkansız olur. Yok eğer bu, onun nefsinin hevâsına göre olmuşsa, bu caiz değildir. Peygamber bunu yapamaz. Yok eğer peygamber bu izni, içtihadı ile vermiş ise, işte ulaşmak istediğimiz netice budur.

Cübbaî'nin Öbür İtirazlarına Cevaplar

İkinci Mülahaza: Cübbaî şöyle der "Biz, peygamberlerin içtihâd edebileceklerini söylesek bile, bu meselede, şu sebeblerden ötürü, onların içtihâd etmelerinin yine de caiz olmaması gerekir.

1) Ekin sahibinin eline geçecek sürünün sütünün ve onlardan temin edeceği faydanın miktarı belli değildir. Binâenaleyh içtihâd ile, bunlardan birinin diğerine bedel olduğuna karar vermek daha nasıl caiz olabilir.

2) Dâvud (aleyhisselâm)'ın İçtihadı eğer doğru idiyse, bu İçtihadın bozulmaması gerekir. Çünkü içtihâd, içtihâd ile bozulamaz. Yok eğer bu hatalı idiyse, bu Cenâb-ı Hakk'ın, diğer bazı peygamberleri için haber verdiği gibi, onun da tevbe etmiş olduğunu haber vermesi gerekirdi. Binâenaleyh Allahü teâlâ o ikisini, "Biz herbirine hüküm ve ilim vermiştik" diye medhettiğine göre, bu Dâvud (aleyhisselâm)'dan hiçbir hatanın sudur etmediğine delâlet eder.

3) Eğer Dâvud (aleyhisselâm) içtihadı ile hükmetmiş olsaydı, o zaman meydana gelen netice, ilim değil, bir zan olurdu. Allahü teâlâ ise, "Biz, herbirine hüküm ve ilim vermiştik" buyurmuştur.

1) Ayetteki "Biz onun hükmünü Süleymana hemen öğretmiştik" ifadesi varken, bunun bir içtihâd neticesi olması nasıl mümkün olabilir.

Cübbaî'nin bu görüşlerine şöyle cevab verilir:

Birincisine cevab: miktarını bilmemek tıpkı, ücretlerde ve sütü sağılan hayvanlarla ilgili hükümlerde olduğu gibi, o hususta içtihâd yapmaya mâni değildir.

İkincisine cevab: Belki de bu hata, küçük günahlardandı.

Üçüncüsüne cevab: Biz, bildirmiştik ki kıyas uygulamasında zan, hükmün ispat vasıtasında sözkonusu olup, çıkarılan hürkümde değildir. Hüküm kesindir.

Dördüncüsüne cevab: Bir kimse, düşünüp içtihâd etmeye karar verdiğinde ve crnadı onu, bahsettiğimiz şeye götürdüğünde, bunun yolunu kendisine beyân etmiş Doası açısından, bunu ona Allah öğretmiş olur. İşte Hazret-i Dâvud (aleyhisselâm) ve Hazret-i Sûteyman (aleyhisselâm)'ın, bu hükümdeki ihtilaflarının içtihâddan kaynaklanmasının mümkün uğruna dair söylenebilecek şeyler bunlardan ibarettir.

İhtilâf Nasdan Kaynaklanmadı

Ama onların bu hükümdeki ihtilaflarının nass (ayet) sebebiyle olmasının cansızlığını anlatmaya gelince, bu hususta şöyle denilebilir; "Dâvud (aleyhisselâm) bu selede verdiği o hükümle, Allah tarafından görevlendirilmişti. Daha sonra Cenâb-ı Hakk, sadece Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'a vahyetmek suretiyle bunu neshetmiş ve bu neshi Hazret-i Davud'a bildirmesini ona emretmişti. Böylece gelen bu yeni hüküm, her ikisinin en hükmü olmuştur. Hak teâlâ'nın, "Biz, onun hükmünü Süleymana hemen " ifadesi, "Biz ona vayhettik" demektir. Bu durumda eğer denirse ki: "Bu, sebebten ötürü bâtıldır.

a) Cenâb-ı Hak, birinci hükmü Dâvud (aleyhisselâm)'a indirince, onu nesheden hükmü de Süleyman (aleyhisselâm)'a değil, yine Dâvud (aleyhisselâm)'a indirmesi gerekirdi.

b) Allahü teâlâ, her ikisini de anlayışlarından ötürü övmüştür. Binâenaleyh bu hüküm, nass ile olmuş olsaydı, bunu anlamada ve bu hükmü vermede övgüyü gerektiren birşey olmazdı. Fazla övgü ancak, istinbat ve içtihâdda aklın, zekânın ve ileri derecede oluşundan dolayı olur denilirse...

Üçüncü Soru: Siz, bu ihtilafın, hem "nass"dan, hem de içtihâddan kaynaklanabileceğini söylediğinize göre, bunlardan hangisi daha uygundur?

Cevab: Bunun, içtihâd'dan kaynaklanmış olması, şu sebebten dolayı daha Doğrudur: Pek çok haberde rivayet edildiğine göre, Dâvud (aleyhisselâm), Süleyman (aleyhisselâm)'dan sumdan daha uygun hükmü duyuncaya kadar, kesin hükmü vermemiştir. Bazı ayetlerde de şu yer almıştır: Dâvud (aleyhisselâm),a Süleyman (aleyhisselâm)'ın fikrini söylemesi pn. ona, "Allah aşkına söyle" demiştir ki bütün bunlar, bu hükmün nass ile verilmiş asına uygun düşmez. Çünkü eğer bu hüküm nassa dayanmış olsaydı, O zaman Süeyman (aleyhisselâm)'ın onu gizlemeden söylemesi gerekirdi.

Dördüncü Soru: Onlar, içtihadın ne şekilde yapıldığını açıkladılar..?

Cevab: Bu husustaki içtihadın şekli, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın anlattığı şu husustur: Davud (aleyhisselâm), zararın miktarının, üzüm bağı kadar olduğuna hükmetmiş ve böylece sürünün kıymetine denk sayılmıştı. Binâenaleyh Dâvud (aleyhisselâm)'a göre verilen bu zarar yapılması gereken, o zararın dengi bir menfaat (mal) ile telâfi edilmesiydi. Ötürü o sürünün, zarara uğrayan tarafa teslim edilmesi gerekmiştir. Bu tıpkı, Ebu Hanife (r.h)'ın, cinayet işleyen kölenin, mevlâsı (sahibi) tarafından o cinayete : arak verilebileceğine, yahut da kölenin fidye verebileceğine dâir olan hükmü gibidir. Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'a gelince, onun içtihadı kendisini asıl olana asıl olan ile; fer'î olana da fer'î olan ile karşılık verilmesi gerektiği neticesine götürmüştür. Ama asıl olana fer'î olan ile karşılık vermek, bununla onu ödemek caiz değildir. Çünkü bu sızlanmayı ve haksızlığı gerektirir. Belki de o sene, o sürünün faydaları (gelirleri), o bağın gelirlerine denkti. İşte bundan dolayı o, böyle hükmetmiştir. Bu da, tıpkı İmam-ı Şafiî (radıyallahü anh)'nin, bir köle gasbeden, ama gasbettiğı köle elinden kaçan kimse hakkındaki şu hükmü gibidir: O kimse, kölesi gasbedilmiş olan kimsenin gasbedenin o köleden elde edeceği fayda nisbetinde faydalanması için, bu zararı tazmin eder. Köle ele geçirildiğinde ise, köle sahibi kölesini, gasbeden İse tanzim ettiği parayı geri alır.

Beşinci Soru: Bu İhtilafın, içtihada dayalı olduğu hususunda kesinlik olduğu varsayılması halinde, bu hâdise, bu konuda veya hepsinin doğruya isabet ettiğini gösterir mi?

Cevab: İsabet edenin, sadece birisi olduğunu söyleyenlerden bazıları, Hak teâlâ'nın

"Biz onun hükmünü Süleyman'a hemen öğrettik" ayetini delil getirerek şöyle demişlerdir: "Şayet hepsi de. her ikisi de doğruya isabet etmiş olsalardı, bu "öğretme"nin (anlamanın) Süleyman (aleyhisselâm)'a has olarak zikredilmesinin bir manası kalmazdı." Her ikisinin de isabetli olduğunu söyleyenler içinde, ayetteki, "Biz, herbirine hüküm ve ilim vermiştik" ifadesini delil getirerek şöyle diyenler vardır: "Eğer, isabet eden sadece birisi ve ona muhalefet eden de hatalı olmuş olsaydı, o zaman Allahü teâlâ'nın, "Biz herbirine hüküm ve ilim vermiştik" demiş olması doğru olmazdı.

Bil ki bu iki istidlal de zayıftır.

Birincisine gelince, Allahü teâlâ, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'a doğrusunu öğrettiğini söylememiştir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'a o hükmü nesheden hükmü öğretip, bunu Dâvud' (aleyhisselâm)'a öğretmemiş olması muhtemeldir. Çünkü bu hüküm ona ulaşmamıştır. O halde, onlardan herbiri verdiği hükümde isabetlidir. Fakat ayette görülen genel hava, Hazret-i Dâvud ve Hazret-i Süleyman'ın ikisinin de bunda isabetli olmadıklarına delâlet etmektedir. Bu ise, durumun bizim şeriatımızda da aynı olmasını gerektirmez.

İkincisine gelince, Hak teâlâ "Biz, herbirine hükmettikleri o hususta hüküm gücü ve ilim verdik" buyurmamıştır. Bunun, "Onlardan herbirine çeşitli içtihâd ve hüküm yollarının ilmini ve hikmetini verdik" manasında olması mümkündür. Binâenaleyh her müctehidin, kendi şeriatında isabetli oluşu, durumun bizim şeriatımızda da aynı olmasını gerektirmez.

Süleyman (aleyhisselâm)'ın Bu Hükmü Mensuhtur

Altıncı Soru: Eğer bu hâdise, bizim şeriatımızda cereyan etmiş olsaydı, hükmü ne olurdu?

Cevab: Hasan el-Basrî (r.h.) şöyle der: "Bu ayet muhkemdir. Kadılar ve hâkimler kıyamete kadar, bu ayete göre hükmederler" Bil ki âlimlerin çoğu, ayetteki bu hükmün cmâ ile neshedildiğini iddia etmişlerdir.

Bu meseledeki hükmünün ne olduğu hususunda ihtilâf edilmiştir: Şafiî (r.h.) şöyle der: "Eğer bu hâdise (ekine sürü dalması), gündüzün meydana gelmiş ise, bir tazmin (ödeme) söz konusu değildir. Çünkü sürü sahibinin sürüsünü, gündüzün yayma hakkı, ekin sahibinin de gündüzün ekinini koruma vazifesi vardır. Eğer bu iş gece meydana gelirse, zararın tazmini gerekir. Çünkü hayvan sahibi, hayvanlarını geceleyin raptetmekle görevlidir." Ebu Hanîfe (r.h.) ise, "Kişi kasten hayvanını salıvermediği müddetce, hadise ister gece, ister gündüz cereyan etsin, tazmin gerekmez. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Hayvanların yaralaması, karşılıksızdır" (kısası ve telâfiyi gerektirmez) Buhari, Zekât, 66; Müslim, Hudud, 45 (3/1334) buyurmuştur. Şafiî (r.h) ise, Bera b. Azib (r.h.)'dan rivayet edilen, şu hadisi delil getirmiştir: "Zararlı (azgın) bir deve, bir bahçeye girdi ve orasını tarumar etti. Ashâb bunu, Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm)'e anlattılar. O da, gûndüzün bahçeyi korumanın bahçe sahiblerine, geceleyin hayvanı korumanın ise hayvan sahiblerine düştüğünü ve hayvanların geceleyin verdiği zararın, hayvanların sahiplerine âit olduğunu söyledi." İşte bu ayetle ilgili, söylenebilecek şeylerin tamamı bundan ibarettir.

Dağlar'ın Dâvud (aleyhisselâm)'a Boyun Eğmesi

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Hazret-i Dâvud (aleyhisselâm)'a has kıldığı şu iki nimeti zikretmiştir: Birinci nimet "Dağlan ve kuşları, Dâvud ile birlikte tesbih etmek üzere, râm etmiştik" buyruğu ile anlatılan nimettir. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayette bahsedilen "tesbih" hususunda şu iki izah yapılmıştır:

1) "Dağlar bizzat Allah'ı tesbih ediyorlardı. Bu görüşü belirtenler, dağların tesbihi hususunda da şu izahları yapmışlardır:

a) Mukâtil şöyle demiştir: "Dâvud (aleyhisselâm), Rabbini zikrettiğinde dağlar ve kuşlar da, onunla birlikte zikrediyorlardı."

b) Kelbi şöyle der: "Dâvud (aleyhisselâm) tesbih ettiğinde, dağlar da onunla birlikte tesbih ederdi."

c) Süleyman b. Hayyân şöyle der: "Dâvud (aleyhisselâm) kendisinde bir gevşeklik "emrettiğinde, Allahü teâlâ dağlara emreder, dağlar da tesbihe başlardı. İşte o zaman Dâvud (aleyhisselâm)'un neşvesi ve iştiyakı artardı.

2) Bazı me'anî âlimlerinin tercihi olan görüşe göre, dağların ve kuşların tesbihi, tıpkı "Allah'ı hamdi ile tesbih etmeyen hiçbirşey yoktur" (İsra, 44) ayetinde beyan edildiği gibidir. Bu işin, Dâvud (aleyhisselâm)'a has olarak zikredilmesi, ancak onun bunu, kesin olarak bilmesinden dolayıdır. Böylece onun yakîni ve ta'zimi artıyordu. Birinci görüş doğruya daha yakındır. Çünkü ayetin lafzını zahirî lafzından alıp (mecazi) manaya hamletmek için, burada bir zaruret yoktur.

Mu'tezile ise şöyle demişlerdir: "Eğer tesbih bizzat dağlardan olmuş olsaydı bu, ya dağın fiili, ya da Allah'ın dağda yarattığı bir fiiti olurdu. Birinci ihtimal, mümkün değildir. Çünkü dağtn bünyesinde, hayat, ilim, kudret gibi şeylerin bulunması ihtimali yoktur. Hayat sahibi, âlim ve kudretli olmayan bir varlıktan, tesbih gibi bir fiilin sudur etmesi imkânsızdır. İkinci ihtimal de imkânsızdır. Çünkü (mu'tezileye göre), mütekellim (konuşan), konuşmaya mahal olan değil, bizzat konuşma işini yapandır. Binâenaleyh o sözün (tesbihin) faili Allah olmuş olsaydı, o zaman tesbih eden (konuşan) o dağlar değil, Allah olmuş olurdu. Böylece bu ayeti, zahirî manasına hamletmenin mümkün olmadığı sabit olur." İşte bu noktada Mu'tezile, "Dağlan ve kuşları Dâvuâ île birlikte tesbih etmek üzere, ram etmiştik" ayeti hakkında şöyle demişlerdir: Hak teâlâ'nın, "Ey Dağlar, onunla birlikte tesbih edin"(Sebe. 10) ayeti de bunun gibi olup, "Benim tasarrufum O'nunla (Hazret-i Allah'la) benim hareketim O'nun emriyledir" demektir.

Ayetteki "tesbih edenler" ifadesi, "Sibâha" (yüzmek) masdarından müştaktır. Bu kelime, çokca yüzmeyi göstermek için (teksîr için) bu vezinde getirilmiştir. Eğer bununla "teksîr" manası kastedilmiş olmasaydı şeklinde olurdu. "Teksîr" manası kastedilince, şeklinde gelmiştir ki bu: "Benim seyrim, gidişim onunladır" demektir. Bu tıpkı, "Gündüzün senin için uzun bir meşguliyet var" (Muzzemmil. 7) ayeti gibidir. Bu, "Tasarruf ve gidişat açısından, senin için gündüzün uzun bir meşguliyet var" demektir. Bunun böyle olduğu sabit olunca diyoruz ki; "O dağların seyri (hareketi), Allah'ın kudretine ve Cenâb-ı Hakk'ın münezzeh oluşuna delâlet ettiği için, sanki tesbihdir."

Bil ki mu'tezilenin bu görüşünün dayanağı, dağlarda hayat olmadığı prensibine dayanır ki bu söz kabul edilemez. Bir de onların görüşü, "Buradaki konuşma (tesbih), Allah'ın fiilidir" sözüne dayanır. Bu da kabul edilemez.

Kuşların Tesbihi

Kuşların konuşabilmesinde bir imkânsızlık yok. Fakat ümmet, mükelleflerin cinler, insanlar, ve de melekler olduğu hususunda ittifak etmiştir. Binâenaleyh kuşların, aklen mükellefler derecesine çıkmaları imkansızdır. Fakat kuşlar, mükellef olmasalar bile, emir ve yasalara muhatab olma hususunda, tıpkı çocuklarınkine benzer bir haldedirler. Binâneleyh bu, kuşları anlama hususunda, "mürahik" mertebesine koyma açısından bir mucize olur. Hem sonra bunda Allah'ın kudretine ve münezzeh oluşuna, daha fazla bir delâlet vardır. Böylece bu hususta söylenecek söz, tıpkı dağlar hakkında söylenen söz gibi olmuş olur.

Üçüncü Mesele

Keşşaf Sahibi: şöyle der: "Ayetteki (......) fiili, ya "müsebbihâtin" manasında olarak haldir, yahut müste'nef bir cümledir. Müste'nef oluşuna göre, sanki birisi, "Allah, onları nasıl müsahhar kılmış?" demiş de, buna cevaben, "Onlar tesbih ederler" demiştir. "Tayr" (kuşlar) kelimesi, ya "cibâl" (dağlar) lafzına atıftır, yahut mefül-ü ma'ahdır. Eğer, "Cenâb-ı Hak niçin, dağları kuşlardan önce zikretmiştir?" dersen, ben derim ki: "Dağların müsahhar kılınıp, tesbihâtta bulunuşları, daha şayan-ı dikkattır: Cenâb-ı Hakk'ın kudretine daha delâlet edici ve daha büyük bir mucize olur. Çünki onlar cansız, kuşlar ise konuşan canlılardır."

Hak teâlâ'nın "Bütün bunları Biz yaptık" ifadesi, "Size pek enteresan ve zor gelse de, Biz bunu yapabiliriz" demektir. Bunun, "Peygamberlere Biz böyle yaparız" demek olduğu da söylenmiştir.

Dâvud (aleyhisselâm)'a Zırh Sanatının Öğretilmesi

İkinci Nimet "Biz ona, sizin için sizi muharebenin şiddetinden korumak için giyecek (zırh) sanatını öğrettik" anlatılan nimet... Bu ayetle ilgili bir kaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Lebûs "libâs" demektir. Nitekim şâir "Her durum için, ona uygun olan bir elbise giyin" demiştir.

İkinci Mesele

(......) ifâdesi, nûn ile; yâ ile, tâ ile, şeddeli ve şeddesiz sad, ile de okunmuştur. Binâenaleyh, bu ifâde, nûn ile okunması halinde fail, Allah; tâ ile okunması halinde, fail, "san'at" kelimesi ya da, zırh manasına yorumlanan "lebûs" kelimesi, yâ ile okunması de "fail" ya Allahü teâlâ ya Dâvud (aleyhisselâm), veyahutta "Lebûs" kelimesi olmuş olur.

Üçüncü Mesele

Katâde şöyle der: İlk zırh yapan kimse, Dâvud (aleyhisselâm)'dır. "Çünkü, zırhın yapıldığı o malzeme, daha evvel geniş levhalar halindeydi. Binâenaleyh onu delip de ören ve bedene giyilecek hale getiren ilk kişi, odur" Hasan el-Basrî de şunu nakletmiştir: Lokman (aleyhisselâm), Dâvud (aleyhisselâm) zırh yaparken onun yanında bulunmuş ve ne yaptığını sormak istemiş, fakat sormamış susmuş... O onu bitirip üzerine inde de, "Susmak hikmettir; ama, bunu yapan da pek azdır..." demiştir. Âlimler şöyle demişler: Allahü teâlâ, Hazret-i Dâvud için öylesine yumuşatmıştır ki; tıpkı çamur gibi, o ondan, onu ateşe tutmaksızın yararlanmış ve istifâde etmiştir.

Dördüncü Mesele

Her ne kadar bu kelimeyle, bütün sıkıntılar kastedilebilirse de, burada bununla hassaten harp manası kastedilmiştir. Buna göre mana, "O sizi himaye etsin ve sizi yaralanmaktan, öldürülmekten, kılıçtan, oktan, mızraktan korusun diye..." demektir.

Beşinci Mesele

Burada, zırhı ilk yapanın, Dâvud (aleyhisselâm) olduğuna, daha sonra da insanların bunu ondan öğrendiğine, böylece de insanların, bunu ondan tevarüs yoluyla almış olduğuna bir delâlet vardır. Binâenaleyh bu nimet, yaratılışın başlangıcından en son zamana kadar, bütün savaşçıları içine almıştır. Bu sebeple, insanların, işte bu nimetten dolayı Allah'a şükretmeleri gerektiği için, "Şimdi siz, şükredenler misiniz?" buyurmuştur. Yani, "Bu sanatı size müyesser kılmasından ötürü, Allah'a şükrediniz..." demektir.

Süleyman (aleyhisselâm)'a Verilen Nimetler

Bil ki, Cenâb-ı Hak, Hazret-i Davud'a tahsis etmiş olduğu nimetleri zikredince, bundan sonra Hazret-i Süleyman'a tahsis etmiş olduğu nimetleri zikretmiştir. Katâde şöyle der: "Allahü teâlâ, Hazret-i Süleyman'ı, Hazret-i Davud'un mülküne ve nübüvvetine varis kılmış ve ona, bundan fazla olarak da, şu iki şeyi, yani rüzgârı ve şeytanları ona müsahhar kılmış, emrine vermiştir."

Havanın Musahhar Kılınması

Bilinci nimet: Cenâb-ı Hakk'ın "Sülayman'a şiddetli esen rüzgarı, (müsahhar kıldık ki,) bu... onun emriyle akar götürürdü..." ayetinin ifade ettiği husustur. Yani, "O, o rüzgarın şiddetli esmesini istediğinde şiddetli esiyor, uysal olmasını istediğinde de uysallaşıyor..." manasında olmak üzere, "O rüzgarı, ona itaatkâr ve boyun eğer kıldık" demektir. Allahü teâlâ, rüzgarı ona, bu iki durumda da müsahhar kılmıştır.

Buna göre eğer, aatfeten kelimesi "esmesi şiddetli olan" demektir; halbuki, Cenâb-ı Hak o rüzgarı, "onun dilediği yere yumuşacık akar giderdi... "(Sad, 36) diye tavsif etmiştir. Şu halde bu iki zıt şey nasıl uyuşturulabilir?" denilirse, buna şu iki açıdan cevap verebiliriz:

a) Rüzgar, aslında, tıpkı nesim (tatlı ve hafif esen rüzgar) gibi yumuşak ve hoştur. Binâenaleyh o, Hazret-i Süleyman'ın tahtına rastladığında, Cenâb-ı Hakk'ın da, "Sabahı bir ay(lık yol), akşamı bir ay(lık yol)du.. "(sebe. 12) buyurduğu, gibi, kısa bir zamanda onu alıp götürür, oradan uzaklaştırırdı. Binâenaleyh, o rüzgar, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'a itaat edip onun isteğine, hükmüne göre esmesi suretiyle, ayete ayet, mu'cizeye de mu'cize katarak bu iki halin, yani aslında yumuşak, işinde ise şiddetli olma özelliğini birarada bulundurmuştur.

b) O rüzgâr, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın iradesine göre estiği için, bazen yumuşak bazan da şiddetli oluyordu.

Altıncı Mesele

Hem ref, hem de nasb ile er-rihu, er-riyâhu, er-rihe ve er-riyâhe şeklinde okunmuştur. Bu kelimelerin merfû oluşu, mübteda olmalarından; mansûb okunuşları da el-cibâle (Ayet, 79) kelimesine atfedilmiş olmalarındandır.

İmdi, eğer "Cenâb-ı Hak Dâvud (aleyhisselâm)'la ilgili ifadede, (......) buyurduğu halde, Süleyman (aleyhisselâm)'la ilgili ifadede de (......) buyurmuş, Hazret-i Dâvud'la ilgili ifadede (-ile beraber) lafzını; Hazret-i Süleyman'la ilgili ifadede de lâm kelimesini kullanmış, ve bu tertibi, "Ey dağlar, onunla birlikte tesbih edin" dedik, "kuşlara da (bunu emrettik)" (Sebe. 10) beyanıyla "Bunun üzerine biz de ona, rüzgarı müsahhar etdik ki bu, orun emriyle... akar giderdi" (Sad. 36) beyanlarında da gözetmiştir. Binâenaleyh, Hazret-i Davud (aleyhisselâm)'a lafzının Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) için de lâm (-li) lafzının tahsis edilmesinin hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki: Muhtemeldir ki, dağ tesbih ile meşgul olunca, Davud (aleyhisselâm) için bir tür şeref meydana gelmiş olur. İşte bundan dolayı bu iş Dâvud (aleyhisselâm)'a, mülkiyyet (temlik) ifade eden lamla nisbet edilmemiştir. Rüzgara gelince, ondan ancak, hizmet yerine geçen şeyler sudur etmiştir. Binâenaleyh, hiç şüphesiz, bu da Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'a, temlik ifâde eden lâm'ia nisbet edilmiştir. Bu izah, ikna etmeyi amaçlayan (ikna?) bir izahtır.

Cenâb-ı Hakk'ın "İçine feyz ü bereket verdiğimiz yere" ayetine gelince, bu "Onun emriyle, Beyt-i Makdis'e gitmeye yönelir" demektir. Kelbî şöyle der: "O rüzgar, üzerinde Süleyman (aleyhisselâm) ve ashabı olduğu halde, Istahr'dan Şam'a giderdi."

Cenâb-ı Hakk'ın,. "Biz her şeyi bileniz" buyruğuna gelince, bu "Biz, eşyayı bildiğimiz için, bizim böyle bir tedbiri hem peygamberlerimiz hem de mahlûkatımız için icra etmemiz ve bu kesin, mucizeyi yapmamız, Biz'den sahih olarak meydana gelmiştir" demektir.

Cinlerin Onun Emrine Verilmesi

İkinci minet: Cenâb-ı Hakk'ın "Şeytanlardan, onun için denize dalacak ve bundan başka işler görecek üan kimseleri de müsahhar kıldık. Biz onlar üzerinde murakıb idik" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu ayetle, "Şeytanlar, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) için denize dalıyor ve mücevherler çıkarıyor; bu işi onlar, çeşitli işlere, zanaatlara, şehirler ve köşkler kurmaya ve hayranlık andıran sanatlar meydana getirmeye kadar götürüyorlardı" manası kastedilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O, kalelerden, heykellerden, büyük havuzlar gibi çanaklardan, sabit sabit kazanlardan ne dilerse kendisine yaparlardı" (Sebe, 13) buyurmuştur. Sanatlara gelince, bu, onların hamamları, kireç ocakları, değirmenleri, cam ve sabun yapmalarıdır....

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın (......) buyruğuna gelince, bu, "Biz Süleyman'a, dalgıçlık yapan şeyanları müsahhar kıldık" demektir buna göre ifadesi, ifadesindeki (......) kelimesine atfen, nasb mahallinde olmuş olur. Zeccâc şöyle der: "Bunun şu iki sebepten dolayı ref mahallinde olması da mümkündür.

a) Mâna, Süleyman (aleyhisselâm)'ın, rüzgârı ve şeytanlardan dalgıçları vardır..." şeklinde olmak üzere, bu ifadenin, er-rihu kelimesine atfedilmesidir.

b) Bu ifadenin mübtedâ, (......) kelimesinin de, onun haberi olarak merfû olması...

Üçüncü Mesele

Ayetteki, "dalgıçlık yapan kimseler" ifadesinin diğer işler yapan kimselere işaret etmesi muhtemel olduğu gibi, birbaşka grup olması da muhtemeldir. Her ne kadar, doğruya en yakın olanı birincisi ise de hepsi de men lafzının muhtevasına dahil olmuşlardır.

Kâfir Cinler Çalıştırması

Âyet-i kerimenin zahirî ifadesinde, Cenâb-ı Hakk'ın, O şeytanları Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'a müsahhar kıldığı manası bulunmaktadır. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hakk'ın, müminlerini değil de kâfirlerini müsahhar kıldığı doğruya daha yakındır.

a) Ayet-i kerimede, "şeytanlar" lafzının, mutlak olarak zikredilmiş olması,

b) Ayetteki "Biz onların, üzerinde murakıb idik" cümlesinden dolayı... Çünkü mümin, bir şey için görevlendirildiğinde, ifsatta bulunur diye, gözetlenmesi gerekmez... Bu ancak, kâfir için gözetilmesi gereken bir durumdur.

Beşinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesi ile ilgili şu açaklamalar yapılmıştır.

a) Allahü teâlâ, onlara meleklerden veyahut da cinlerin müminlerinden bir grubu görevlendirmiştir.

b) Onlara, Hazret-i  Süleyman (aleyhisselâm)'a itaat etmeyi sevdirip Ona muhalefette bulunmaktan sakındırmak suretiyle, onları Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'a müsahhar kılmıştır...

c) İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: Cenâb-ı Hak, "Hazret-i Süleyman'ın onlar üzerindeki saltanatının devamlı olmasını ve onlar hakkında, istediğini yapmasını murat etmiştir." Buna göre eğer, "onlar, neden korunmuşlardı?" denilirse, biz deriz ki; "Bu hususta da şu üç izah yapılmıştır:

1) Allahü teâlâ, gitmemeleri ve onu terketmemeleri için, onları, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) için koruyup gözetiyordu.

2) Kelbî şöyle der: Cenâb-ı Hakk onları, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) zamanında herhangi bir kimseyi hicvetmekten korumuş, muhafaza etmiştir.

3) Cenâb-ı Hak onları, yaptıkları şeyi ifsat edip bozmaktan koruyup muhafaza emiştir. Buna göre bu demektir ki onların âdetleri gündüzün bir şeyler yapıp, sonra da geceleyin o şeyi bozmak şeklindeydi.

Cinlerin Cisim Olup Olmadığı

Cübbaî kendi kendine şu soruyu sorarak şöyle demiştir: "Onların bedenleri, ağır işleri yapmayacak derecede saydam olduğu ve işleri de ancak vesvese vermek olduğu halde, onlar bu işleri nasıl yapabilirler?" Sonra o; bu soruya şu cevabı vermiştir: Cenâb-ı Hak (c.c), onların maddelerini özellikle kattlaştırmış, Süleyman (aleyhisselâm) için bir mucize olsun diye, onlara güç-kuvvet vermiş ve cüsselerini, bedenlerini büyütmüştür.

Süleyman (aleyhisselâm) ölünce de, Cenâb-ı Hak onları, ilk hallerine tekrar döndürmüştür. Cenâb-ı Hakk onları, şayet bu ikinci halleri üzere bırakıverseydi, bu durum, insanlara karşı bir şüphe olurdu... Binâenaleyh şayet, bir kimse peygamber olmadığı halde peygamberlik iddiasında bulunsa ve bu durumu da kendisi için bir delil kılsaydı, tıpkı, peygamberlerin mucizeleri gibi olmuş olurdu, işte bundan dolayı Cenâb-ı Hakk onları, yeniden ilk hallerine döndürmüştür. Bil ki, Cübbaî'nin bu sözü, şu bakımlardan düşer ve sakıt olur.

a) Sen neden cinlerin cisim olduğunu söyledin? Herhangi bir yerde bulunmayan ve bir yer ile kaim olmayan muhdes bir varlığın bulunması ve cinlerin de bunlardan olması niçin mümkün olmasın? Buna göre şayet sen, "Eğer durum böyle olsaydı, o zaman bu, Cenâb-ı Hakk'ın eşi ve benzeri olurdu" dersen, ben derim ki: Bu tutarsız bir sözdür. Çünkü levazim-i sübutiyyede (ayrılmaz olumlu vasıflardaki) müştereklik, melzumlarda müşterekliğe delâlet etmediği halde levazim-i selbiyye (olumsuz ayrılmaz vasıflar) nasıl delâlet edecek?

Biz cinlerin, cisim olduklarını kabul edelim... Fakat, latif cisimlerde, bu tür zor işleri yapma hususunda bir kudretin meydana gelmiş bulunmuş olması, niçin caiz amasın? Cübbaî'nin görüşü, bu tür işleri yapabilmek için bünyenin bulunmasının şart olduğu hususuna dayanır. Onun, bu hususta elinde sadece, zayıf bir istikra bulunur. Kabul edelim ki, cinlerin maddelerinin saydamlıktan çıkarılıp katılaştırılması gerekmiş olsun... Ancak ne var ki, daha niçin sen, "Onların, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın ölümünden sonra ilk hallerine döndürülmesinin gerekli olduğunu ileri sürdün? Buna göre şayet o, "Bu iş, bir karışıklığa sebebiyet vermesin diye" derse, biz deriz ki: karışıklık söz konusu değildir. Çünkü, peygamber olmadığı halde peygamberliğini iddia eden kimse, bunu kendisinin mucizesi addettiğinde, o zaman iddiaya muhatap olan kimseler şöyle diyebilirler: "Onların bedenlerinin kuvvetli olmasının senden önce yaşamış olan bir peygamberin mucizesi olması niye caiz olmasın ki?" Böyle bir ihtimal varken peygamberlik iddiasında bulunan kimse bununla istidlalde bulunma imkânını elde edemez.

Bil ki, bu alemdeki maddeler, ya kesîf (katı, yoğun) ya da latif (saydam, şeffaf) tırlar. Kesif olanlara gelince, maddelerin en yoğunu, taş ve demirdir. Cenâb-ı Hakk bu ikisini, Hazret-i Davud (aleyhisselâm)'ın mucizesi kılmıştır. Böylece taşı konuşturmuş ve demin de yumuşatmıştır. Bunlardan herbiri tevhîd ve nübüvvete delâlet ettiği gibi, ayni şekilde haşrin sahih olduğuna da delâlet eder. Çünkü, Allah, taşlara hayat vermeye kadir olduğuna göre, çürümüş kemiklere de hayat vermesi niçin akıldan uzak görülebilsin?!.. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk, Hazret-i Davud (aleyhisselâm)'ın parmağının son derece hassas ve dayanıksız olmasına rağmen, onun parmağında ateşe karşı bir kuvvet yaratmaya kadir olduğuna göre, kuru toprağı hayat dolu bir duruma getirmesi, niçin akıldan uzak görülsün?!...

Bu alemdeki şeylerin en şeffafı ise, hava ve ateştir Cenâb-ı Hakk bu ikisini de, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın mucizesi kılmıştır. Havaya gelince bu, "Süleyman'a, şiddetli esen rüzgarı müsahhar kıldık" (Sad, 36) ayetinde anlaşılan husustur. Ateşe gelince, şeytanlar, ateşten yaratılmışlardır. Allahü teâlâ onlanda, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın emrine amade kılmıştır, Böylece Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) onlara, suya dalmalarını emrediyordu. Halbuki ateş, suyla söner. Ama bu, onlara hiçbir zarar vermiyordu. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, zıddı zıddından çıkarıp ortaya koymaya kadir olduğunu gösterir...

Altıncı kıssa, Eyyûb (aleyhisselâm)'ın Kıssasıdır.

83

Âyetin tefsiri için bak:84

84

"Eyyûb'u da (hatırla). Hani o, Rabbine; "Doğrusu, bana dert gelip çattı. Sen merhametlilerin en merhametlisisin" diye niyaz etmişti. Biz de onun (duasını) kabul etmiş, kendisindeki o derdi gidermiş, tarafımızdan bir rahmet ve ibâdet edenler için bir ders olmak üzere, hem ailesini, hem onlarla beraber daha bir mislini ona vermiştik".

Bu Kıssanın Önemi

Bil ki, Eyyûb (aleyhisselâm)'ın meselesinde ve Allahü teâlâ'nın ayette ve Kur'ân'ın başka yerlerinde zikrettiği şeylerde, başka hiçbir yerde olmayan ibret ve deliller vardır. Çünkü Allahü teâlâ, mevkiinin çok büyük olmasına rağmen, onun başına, hem kendisi için hem başkaları için, hem de bu hadiseyi duyanlar için ibret vesilesi olacak şeyi getirmiş. insanlara,dünvanın ahiretin tarlası olduğunu bildirmiş ve kişiye düşenin, başına gelen belâlara sabretmek, Allah'ın hukukunu hakkıyla yerine getirmek için gayret sarfetmek, starttı ve sevinç hallerinde sabretmek olduğunu bildirmiştir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Hazret-i Eyyûb'un Çilesi

Vehb ibn Münebbih şöyle der: "Eyyûb (aleyhisselâm), Diyâr-ı Rûm'dan bir adam olup, bu Eyyûb İbn Enûs'dur. İs ibn İshâk (aleyhisselâm)'ın zürriyetindendi. Annesi de, Lût (aleyhisselâm)'un sülalesindendi. Allah onu seçmiş ve peygamber yapmıştı. Bununla birlikte Cenâb-ı Hakk ona, dünyanın nimetlerinden, hayvanlarından, bağ ve bahçelerinden büyük bir nasib de vermişti. Yine ona, kadın erkek evlâd ü îyal de vermişti. O, yoksullara acır, yetimlere ve muhtaçlara kefil olur müsafirlere de ikramda bulunurdu. Yanında, kendisine iman etmiş ve onun mevkiini tanımış olan üç kişi bulunuyordu."

Vehb sözüne devamla şöyle der: "Cebrail (aleyhisselâm)'in, Cenâb-ı Hakk katında, O'na yaklaşma ve fazilet açısından, hiçbir melekte bulunmayan bir rütbe ve makamı vardı. Bu makam da, Allah'ın kelâmını telakki edip almasıydı. Binânelayh, Cenâb-ı Hak herhangi bir kulunu hayırla yadettiğinde, onu önce Cebrail (aleyhisselâm) daha sonra da Mikail (aleyhisselâm) ve Allah'a rütbece yakın (mukarreb) melekler telakki eder, alır. Bu yadetme işi şüyu bulup yayıldığında, bütün bu melekler, o kimse için mağfiret talebinde bulunurlar. Derken, bu işe, göklerdeki ve yerdeki melekler de katılır. Göklerin hiçbiri İblis'e kapalı değildi... O, göklerde, dilediği yerde kalabiliyordu. Oradan Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'e ulaşmış, derken, onu cennetten çıkarmıştı. O, bu vasfını, Hazret-i İsa (aleyhisselâm) göğe kaldırılıncaya kadar devam ettirmiştir. Hazret-i İsa göğe kaldırılınca, göklerden dördü ona kapatıldı. Binâenaleyh o, işte bundan sonra, Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm) zamanına kadar, üçüne çıkabiliyordu. Hazret-i Peygamber, peygamber olarak gönderildiğinde, onun kulak hırsızlığı yapması hariç, göklerin tamamı ona kapatıldı.

Bir gün İblis, meleklerin Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm)'a istiğfarda bulunmalarını duydu, hadisini hased bürüyerek, hızlıca gökyüzüne yükselmeye başladı. Derken yüzünde, daha önce durduğu bir yerde durdu ve "Ya Rabbi, sen, Eyyûb (aleyhisselâm)'a nimet verdin, o da Sana şükretti. Ona afiyet verdin, o da sana hamdetti. Ama sen onu, ne bir sıkıntı, ne de bir belâ ile denemedin... Ben sana karşı şunu iddia ediyorum: Şayet Sen ona, bir belâ verirsen, o mutlaka, sana karşı nankörlükte bulunacaktır" dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk da: "Git, ona seni onun malına musallat kıldım" dedi. Derken, bunun üzerine o melun, akıp gitti ve hemen yeryüzüne indi. Şeytanların becerikli ve dahi olanlarını biraraya getirdi ve onlara: "Gücünüz kudretiniz nedir? Ne yapabilirsiniz? Çünkü ben, Eyyûb (aleyhisselâm)'un malına musallat kılındım" dedi. Bunun üzerine, becerikli olan bir şeytan: "Bana, istediğim zaman ateşten bir kasırgaya dönüşeceğim ve uğradığım herşeyi yakacağım bir kuvvet verildi" dedi. Bunun üzerine İblis: "O halde sen, Eyyûb (aleyhisselâm)'ın develerine ve çobanlarına git, musallat ol" dedi. Bunun üzerine o da, insanlar farkına varmadan hemen gitti... Derken, yerin altından, kendisine yaklaşan her şeyi yakan, ateş kasırgaları fışkırmaya başladı. Ta ki, onları bitirdi. Bunun üzerine İblis, o çobanlardan birinin kılığına girerek, Eyyûb (aleyhisselâm)'a gitti. Onu namaz kılarken buldu. Namazını bitirince, İblis "Ey Eyyûb, senin seçip beğendiğin develerine ve çobanlarına, Rabbinin ne yaptığını biliyor musun?" deyince, Eyyûb (aleyhisselâm): "O develer, bana iğreti olarak verilmiş olan mallardır. O, onlardan daha fazla hak sahibidir, istediği zaman o, onları çekip alabilir..." diye cevap verdi. İblis "Senin Rabbin, onların üzerine gökten bir ateş salıverdi de, o develer, çobanlanyla beraber yandı ve bütün insanlar bu olaydan ötürü şaşırıp dehşete kapıldılar... Kimileri, "Eyyûb hiçbirşeye tapmıyor; o, bir aldanış içindedir"derken, kimileri, "Şayet, Eyyûb (aleyhisselâm)'un ilahı, herhangi bir şeye muktedir olsaydı, bu belâ'yı sevdiği kimselerden men ederdi" diyor. Kimileri de "Hayır, tam aksine O, başına gelenlere düşmanları sevinsin ve dostları da feryad-ü figan etsinler diye, yaptığı bu şeyi yapandır" demektedirler" deyince, Eyyûb (aleyhisselâm) "bana o malı verdiğinde de, onu benden aldığında da hamd, ancak Allah'a mahsustur. Annemin karnından cırıl çıplak olarak çıktım; toprağa da öylece döneceğim. Allahın huzurunda da aynen böyle haşrolacağım. Ey kul, Allah şayet sende bir hayır olduğunu bilseydi, senin ruhunu da o ruhlarla birlikte yok eder, sen de böylece şehid olurdun; senden ötürü de Cenâb-ı Hak beni ödüllendirirdi. Ancak ne var ki-Cenâb-ı Hakk, senin şerli ve kötü olduğunu bildi de, bundan dolayı seni öldürmedi, geriye bıraktı" diye cevap verdi. Bunun üzerine İblis, üzülerek, arkadaşlarının yanına döndü.

Derken, başka bir becerikli şeytan: "Bende de, istediğimde, kendisini duyan her canlının canının çıkabileceği şiddette bir nara atma, bağırma kudreti vardır" dedi. Bunun üzerine reis olan İblis: "O halde sen de, onun koyunlarına ve çobanlarına git" dedi. O da, çekip gitti; derken, öyle bir nara attı ki, bunun üzerine koyunlar ile çobanları oluverdi... Bu sefer de İblis, başçoban kılığına girerek, Eyyûb (aleyhisselâm)'ın yanına geldi ve ona daha önce söylediği sözleri söyledi. Eyyûb (aleyhisselâm) da, ona önceki söylediklerini tekrarladı. Neticede İblis yine, zelil olarak arkadaşlarının yanına döndü...

Bunun üzerine başka bir ifrit, şeytan: "Bende isteğim zaman, rastladığım her şeyi kökünden söküp atan şiddetli bir rüzgara dönüşme kuvveti vardır" dedi. İblis: "O halde sen de, ekinlere ve öküzlere git" dedi. Bunun üzerine o da, onlara gitti ve onları yok etti: Daha sonra İblis, yine bir şekle bürünerek geri döndü ve namaz kılmakta olan Eyyûb (aleyhisselâm)'un yanına geldi. Ona, daha önceki sözlerinin aynısını söyledi, Eyyûb (aleyhisselâm)'da. ona, daha önce verdiği cevaplarla mukabelede bulundu. Böylece İblis, kademe kademe onun mallarını yok etmeye başladı ve bunların sonunu aldı, onları bitirdi.

İblis, Eyyûb (aleyhisselâm)'ın bütün bunlara sabrettiğini görünce, Allahın huzurunda durduğu yerde durdu ve "Allahım, beni onun çocuklarına musallat kılar mısın? Çünkü o çocuklar da, saptırıcı birer fitnedirler" dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak: "Çek git, seni onun çocuklarına musallat kıldım" buyurdu. Derken, İblis: Eyyûb (aleyhisselâm)'ın çocukları evlerinde bulunuyorken, onlara geldi ve o evi. temelinden itibaren onların başına yıkıp sarsmaya başladı. O köşkü onların başına geçirdi. Sonra da, başı yarılmış, kafasından kanlar akan yaralı bir haberci kılığına bürünerek Eyyûb (aleyhisselâm)'ın yanına geldi ve: "Çoluk çocuğunu tepe üstü dönmüş beyinleri burunlarından akar olduğu halde ah bir görseydin, kalbin paramparça olurdu!" dedi. Ve o, bu sözünü sürekli tekraraladı; Eyyûb (aleyhisselâm)'ın kalbini, böylece yumuşatmaya çalıştı. Derken, Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm) ‘ da, rikkate gelerek ağladı ve yerden bir avuç toprak alarak başına saçtı. İblis Bu durumu değerlendirdi. Eyyûb (aleyhisselâm) çok geçmeden istiğfarda bulundu, "İnnâ lillâhi Ve inna ileyhi râciûn" dedi.

Bunun üzerine İblis, yine semâya yükselerek, önceki durduğu yerde durdu ve: Allah'ım, Eyyûb (aleyhisselâm)'a, senin, ona yeniden malını ve çoluk çocuğunu vereceğini bildiği için, malı ve çoluk çocuğunun kıymeti onun gözünde büyümedi, aksine hafif ve değersiz geldi. Aksine sen beni, onun bedenine musallat kılar mısın? Ben, şayet sen onu bedeni hususunda bir belâya duçar edersen, sana küfran-ı nimetle bulunacağını iddia ediyor, buna kefil oluyorum" dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk: "Çek git, seni sadece onun bedenine musallat kıldım. Senin, aklı, kalbi ve dili hususunda, ona bir hükümranlığın yoktur" buyurdu. Bunun üzerine İblis, çok hızlı bir biçimde akıp gitti ve Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm)'ı, Allah'a secde ederken yakaladı ve ona, yer cihetinden gelerek, onun burun deliklerinden öylesine bir üfledi ki, o üflemeden dolayı onun bedeni tutuştu ve bu sebeple, onda, tepeden tırnağa siğil çıktı... Onda, tahammül edemiyeceği bir derecede bir kaşıntı meydana geldi. Derken o, tırnaklarıyla kaşınmaya başladı. Tırnakları düşünce de, o vücudunu sert keselerle kaşıdı. Sonra, pişmiş tuğlalar ve taşlarla kaşımaya, yontmaya başladı. O, vücudunu kaşımaktan bir türlü kendisini alamadı. Ta ki, eti paramparça oldu, rengi değişti ve kokuştu. Bunun üzerine Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm)'ı, o beldedekiler dışarı çıkardılar ve onu, bir çöplüğün üzerine koydular üzerine bir gölgelik yaptılar. Hanımı, Efrayim İbn Yusuf'un kızı Rahme hariç, herkes onu terketti. Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm)'ın işlerini hanımı düzene koymaya çalışıyordu..."

Vehb, hikayeyi şöyle deme noktasına kadar uzatmıştır: "Eyyûb (aleyhisselâm), O'nun yardımını talep edip O'na yalvarıp yakararak Cenâb-ı Hakk'a yöneldi ve: "Ya Rabbî beni hangi şey için yarattın? Keşke ben, annemin attığı bir hayız bezi olsaydım... Keşke ben, kendisinden ötürü yüce zâtını benden çevirdiğin o işlemiş olduğum işi ve yaptığım günahı bilebilseydim!... Ben, garibler için ev, fakirler için başvuracak bir yer, yetimler için bir dost, muhtaçlar için ihtiyaçlarına karşılayan bir kimse değil miydim? Allah'ım, ben, zelil bir kulum, eğer iyilikde bulunduysam, lütuf sana aittir. Eğer kötülük ettiysem, beni cezalandırmak, senin elindedir. Sen beni, belâya ve fitneye hedef kıldın. Ve sen bana, şayet aynısını bir dağa yapacak olsaydın, dağın bile taşıyamayacağı şeyleri musallat kıldın. Allahım, parmaklarım paramparça oldu, dilim ve küçük dilim düştü. Saçlarım döküldü, malım gitti.. Ve ben, bir lokma ekmek ister hale geldim.

Böylece de beni, o lokmayı başına kakan, fakirliğimden ve çoluk çocuğumun yok imasından dolayı beni kınayan kimseler yedirmeye başladı..."

İmam Ebu'l-Kasım el-Ensari şöyle der: "Bu sözlerin tamamında, "Keşke sen beni uygun görmeseydin ve halife, peygamber yapmasaydın!" ifadesi yatar. Eğer bu doğru olsaydı, İblis bunu da bir ganimet addederdi. Çünkü İblis'in maksadı, Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm)'ı şikâyete sevketmek ve onu, sabredenlerin tavır ve davranışlarından çıkarmaktır. Halbu ki Cenâb-ı Hak, Eyyûb (aleyhisselâm)'ın, Doğrusu, bana dert gelip çattı, sen merhamet edenlerin en merhametlisisin" dediğini haber vermiş, daha sonra da, "Biz onu hakikaten sabırlı bulduk. O, ne güzel kuldu! Gerçekten o, daima (Allah'a) dönen idi..."(sad, 44) buyurmuştur"

Onun Çilesinin Müddeti

Alimler Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm)'ın hangi sebepten dolayı, "Doğrusu bana dert gelip çattı. Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin" dediği ve duçar olduğu belânın süresi hususunda ihtilâf etmişlerdir.

Birinci Rivayet: İbn, Şihab, Enes (radıyallahü anh)'den Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm), onsekiz yıl belâya duçar kaldı. Derken, dostlarından, kardeşlerinden iki kişi hariç, yakın uzak herkes onu terketti. Bu iki kişi, sabah akşam onun yanına gidip geliyorlardı. Bunun üzerine onlardan birisi diğerine bir gün, "Allaha yemin ederim ki, Muhakkak ki Eyyûb, bu alem de hiçkimsenin işlemediği bir günah işlemiştir" dedi. Bunun üzerine arkadaşı ona, "Bu nedir? deyince, o, "Onsekiz yıldan beri Cenâb-ı Hak ona merhamet etmedi ve başındaki belâyı da kaldırmadı..." dedi. Onlar akşamleyin Eyyûb'un yanına vardıklarında, arkadaşı dayanamadı, bu hususu Eyyûb'a açtı. Bunun üzerine Eyyûb (aleyhisselâm) da: "Ben sizin ne dediğinizi bilemem, şu kadar var ki Allahü teâlâ biliyor ki ben birbiriyle çekişen, böylece de yeminle Allahı anan iki kimseye rastlamıştım. Derken, geriye döndüm ve haksız yere Allah'ın adının anılmasını hoş görmediğim için, onlar adına keffârette bulundum" cevabını verdi..

Bir başka rivayette ise şöyle denilir: "O iki adam, Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm)'ın yanına girdiklerinde, bir koku hissederek, "Şayet Eyyûb'un Allah katında bir değeri olsaydı, bu hale düşmezdi" dediler..." Ravi sözüne devamla şöyle der: "Eyyûb (aleyhisselâm)'a kendisiyle imtihan olduğu şeylerden hiçbirisi, o ikisinden duyduğu söz kadar ağır ve zor gelmemişti. Bunun üzerine Eyyûb (aleyhisselâm) "Allahimı eğersen, bulunduğum yerde aç bir kimsenin olduğunu bildiğim halde, tok olarak gecelemediğimi biliyorsan (ki. biliyorsun) beni tasdik et" dedi. Cenâb-ı Hakda, Eyyûb (aleyhisselâm)'ı, o ikisi işitecek şekilde tasdik etti. Bunun müteakiben Eyyûb (aleyhisselâm) secdeye kapanarak, "Allahım, bendeki hastalığı kaldırıp izâle etmediğin sürece başımı kaldırmayacağım" dedi. Bunun üzerine Allah da, Eyyûb'daki hastalığı ve derdi ortadan kaldırdı."

İkinci Rivayet: Hasan el-Basrî (r.h.), şöyle der: Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm), çöplüğün üzerine atıldıktan sonra, hanımı Rahme hariç, malı, çocuğu ve hiçbir dostu kalmadığı halde, yedi küsur sene, o halde bekledi. Hanımı Rahme, onun bu haline sabretti, Ona yiyecek getirdi ve Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm)'la birlikte Allah'a hamd ü senada bulundu. Eyyûb (aleyhisselâm) da, Allah'a hamd ü senaya ve mübtelâ olunduğu şeye sabretmeye devam ediyordu. Bunun üzerine İblis, Eyyûb (aleyhisselâm)'ın sabrı karşısında sabırsızlanarak öylesine bir çığlık attı ki, yeryüzünün kenar ve köşelerindeki ordusu bir araya geldi ve ona "Ne var, ne oluyor?" dediler. İblis, "Cenâb-ı Hakk'dan, beni hem kendisine, hem malına hem de çocuğuna musallat kılmasını istediğim ve kendisinde mal ve evlat namına bir şey bırakmadığım bu kul beni aciz düşürdü. Yaptığım bütün bu şeyler, onun sabrını ve Allah'a hamdini artırdı. Sonra, onun bedenine musallat kılındım ve onu, kendisine sadece hanımının yaklaşabileceği bir halde, bir çöplüğe atılmış olarak bıraktım. Ama o, buna rağmen, bir an olsun, Allah'ı zikretmekten ve O'na hamdetmekten geri durmadı. İşte bu sebeple, bu hususta bana yardımcı olasınız diye, sizden yardım talep ediyorum" diye cevap verdi. Bunun üzerine onlar ona: "Senin tuzağın nerede? kendisi, sebebiyle, daha önce helak olduğun amelin nerede? deyince o: "Bütün bunlar Eyyûb'a tesir etmedi. Binâenaleyh bana yol gösterin" dedi:

Onlar, "Adem (aleyhisselâm)'i cennetten çıkardığında Adem (aleyhisselâm)'a yaklaşmadın mı? Ona nereden yol buldun?" dediler. O "Hanımı tarafından..." deyince cevap verdi. Bunun üzerine onlar: "İşte, "Eyyûb (aleyhisselâm) ile ilgili tuzağın da, hanımı tarafından olacaktır. Çünkü, hanımından başkası ona yaklaşmadığı için, o, hanımına karşı gelme cesaretini gösteremez" dediler. Bunun üzerine İblis: İsabet ettiniz, doğruyu söylediniz" dedi ve çekip gitti. Derken, Eyyûb (aleyhisselâm)'ın hanımının yanına geldi ve bir adamın kılığına bürünerek: "Ey Allahın cariyesi, kocan nerede?" dedi. Kadın: "O, şu yaralarını kaşıyıp duran ve bedeninde kurtların dolaştığı şu kişidir" diye cevap verdi. İblis, Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm)'ın hanımından bu sözleri duyunca, bütün bunların bir sabırsızlık emaresi olduğunu umarak, ona vesvese vermeye başladı ve o kadına, daha evvel içinde bulundukları nimetleri, malı mülkü, Eyyûb (aleyhisselâm)'ın gençliğini ve güzelliğini sayıp dökmeye başladı..."

Hasan el-Basrî, sözüne devamla şöyle der: "Bunun üzerine kadıncağız bir çığlık attı. Kadın çığlık atınca da, İblis, kadının sabırsızlandığını anladı ve ona bir kuzu getirerek: "Eyyûb bunu benim için kessin ve iyileşsin" dedi. Bunun üzerine kadın Eyyûb (aleyhisselâm)'a "Eyyûb, Rabbin sana ne zamana kadar azâb edecek? Sana acımayacak mı? Malın, sürülerin, çocukların, dostların nerede? O güzel tenin nerede. Şu anda çürümüş ve tıpkı kül gibi olmuş, içinde kurtlar dolaşan şu bedenin nerede? Şu kuzuyu kes ve kurtul" diye seslenerek geldi. Bunun üzerine Eyyûb (aleyhisselâm) "Sana Vahin düşmanı geldi sana bunları telkin edip üfledi ve sen de ona icabet ettin, uydun yazıklar olsun! Söyle bakalım, senin kendisinden dolayı ağladığın şey, daha önce bende bulunduğumuz mal mülk, çoluk çocuk ve sağlık halimi hatırlamadan dolayıdır; bize kim vermişti? dedi. Hanımı: "Allah" diye cevap verince Eyyûb: "Peki o biz onlardan ne kadar süreyle faydalanabildik?" dedi Bunun üzerine hanımı: "Seksen yıl deyince, Eyyûb (aleyhisselâm): "Cenâb-ı Hakk, bizi, bu belâya ne zamandan beri düçar kıldı?" dedi. Bunun üzerine hanımı: yedi küsur seneden beri..." deyince de, Eyyûb (aleyhisselâm): Yazıklar olsun! Allah'a yemin ederim ki, sen Rabbine insaflı davranmadın. Tıpkı seksen yıl bolluk içinde olduğumuz gibi seksen yıl belâya sabredemez misin? Allah'a yemin olsun ki, şayet o, bana şifa verirse, sana yüz değnek vuracağım. Sen Bana Allah'dan başkası için, hayvan kesmemi emrettin. Bundan sonra, bana getirdiğin yiyecek ve içeceklerden herhangi bir şey tadmak, bana haram olsun!" dedi. ve onu da kovdu. Hanımı da çekip gitti.

Eyyûb (aleyhisselâm)'ın Şifaya Kavuşması

Bunun üzerine Eyyûb (aleyhisselâm) yanında yiyecek içecek namına hiçbir şey kalmadığını, dostlarının kendisini terkettiğini, hanımının çekip gittiğini düşününce, secdeye kapandı ve "Doğrusu, bana dert gelip çattı. Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin" dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Başını kaldır, duanı kabul ettim." "Ayağınla vur. İşte hem yıkanacak, hem içecek soğuk (bir su)" (Sad. 42) buyurdu. Bunun üzerine o da ayağıyla vurdu, derken yerden bir su fışkırmaya başladı ve onunla yıkandı. Müteakiben bedeninin dışında ne kadar kurt varsa hepsi düştü. Daha sonra ayağıyla yeniden vurdu, yine bir başka su fışkırdı; ondan da içti, İçinde hastalık namına ne varsa hepsi çıktı ve sapasağlam ayağa kalktı, gençliği ve güzelliği kendisine yeniden geldi... Sonra, elbise giyindi, ayağa kalkınca, sağa sola dönüp bakmaya başladı; birden, daha önceki çoluk-çocuğunu, matını mülkünü Cenâb-ı Hakkın katkat artırarak geri vermiş olduğunu ve olabilecek en güzel halin olduğunu gördü..." Hatta Hasan el-Basrî, şunu anlatmıştır: "Eyyûb (aleyhisselâm)'ın, yıkandığı o su, altın kelebekler şeklinde onun göğsünde uçuşmaya başladı. Bunun üzerine Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm), kelebekleri eliyle yakalayıp bir araya getirmek istedi. Allah, Eyyûb (aleyhisselâm)'a: "Ey Eyyûb, ben seni zengin kılmadım mı?" diye vahyetti. Bunun üzerine Eyyûb (aleyhisselâm): "Evet, ya Rabbî; ama bunlar senin bereketin, senin bereketine doyum olur mu?" dedi. Ve çıkıp gitti. Derken, yüksek bir yerde oturdu?

Hanımının Onu Araması

Sonra da hanımı, (kendi kendine): "Farzet ki, o beni kovdu, acından ölsün ve kurt kuş yesin diye ben onu yalnız mı bırakacağım? Mutlaka ona dönmeliyim" dedi. Döndüğünde de, ne o çöplüğü ne de o durumu göremedi. Birden, her şeyin değişmiş olduğunu farketti. Çöplüğün olduğu yerde dönüp dolaşmaya ve ağlamaya başladı. Bütün bunlar, Eyyûb (aleyhisselâm)'ın gözü önünde cereyan ediyordu. Kadıncağız o güzel elbise giyinmiş adamın yanına varıp ona sormaktan çekindi. Bunun üzerine Eyyûb (aleyhisselâm) ona haber göndererek yanına çağırttı. "Ey Allahın kulu ne istiyorsun?" dedi. Kadın ağlayarak: "Çöplüğün üzerine bırakılmış olan ve dertlere mübtelâ kılınmış olan o adamı aramıştım..." dedi. Bunun üzerine, Eyyûb (aleyhisselâm) ona: "Ondan sana ne?!" deyince kadın, ağladı ve: "O, benim kocamdı" dedi. Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm): "Gördüğünde onu tanır mısın? deyince de, kadın: "Kim daha önce gördüğünü tanımaz ki?!" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm) tebessüm ederek: "Ben oyum" deyince de, kadıncağız onu, gülüşünden tanıdı. Ve, hemen boynuna sarıldı.. Daha sonra da, Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm): "Sen bana İblis'e kuzu kesmemi söylemiştin. Halbuki ben, Allah'a itaat edip şeytana isyan ettim ve Allah'a yalvarıp yakardım; O da gördüğün bu halimi bana

Üçüncü Mesele

Dahhâk ve Mukatil şöyle der: "Eyyûb (aleyhisselâm) o belâ içinde yedi yıl, yedi ay, yedi gün ve yedi saat kaldı." Vehb (r.h) ise şöyle der: "Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm) o belâ içinde, üç yıl kaldı. İblis'i yenip ona galip gelince, İblis, Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm)'ın hanımına, büyüklük ve güzellik hususunda insanoğlunun kılığında olmayan bir şekilde ve insanların hiç binmediği ve kullanmadığı bir binit üzerinde gelerek ona: "Sen, Eyyûb (aleyhisselâm)'ın zevcesi misin?" deyince, kadın: "Evet" dedi. İblis: "Beni tanıyor musun?" deyince de kadıncağız: "Hayır" Cevabını verdi. Bunun üzerine İblis: "Beni yeryüzünün ilahıyım, Eyyûb a yapacağımı yaptım. Çünkü o, gökyüzünün ilâhına kulluk etti, beni ise bıraktı. Bu sebeple de beni kızdırdı. Şayet o bana tek bir defa da secde etseydi, ben hem sana, hem de ona, çoluk çocuk ve mal namına neyiniz var idiyse, anların hepsini geri verirdim. Çünkü, bütün bunlar, ben de mevcuttur" dedi.

Vehb sözüne devamla şöyle der: "Ben, İblis'in, "şayet senin arkadaşın besmele çekmeden bir lokma yemiş olsaydı, içine düştüğü o belâdan, mutlaka kurtulacaktı..." Dediğini, (rivayetlerde) duymuştum." Bir başka rivayette ise İblis, ona: "Eğer istersen, bana bir defa secde et, ben de sana malını ve çoluk-çocuğunu geri vereyim, kocana da sıhhat ve afiyet vereyim." demiş, bunun üzerine kadın da Eyyûb (aleyhisselâm)'a müracaat etmiş kendisine söylenen bu sözü ona haber vermiş, Eyyûb (aleyhisselâm) ona "Seni dininden döndürmek için sana Allahın düşmanı geldi." demiş, sonrada "Eğer Allah bana afiyet verirse, sana yüz değnek vuracağım" diye yemin etmiş ve işte o esnada, "Doğrusu bana dert gelip çattı" diye niyaz etmiştir. Yani. "İblis'in, benim ve hanımımın dişine secde etmemizi ummandan ve hem beni hem de hanımımı küfre çağırmandan dolayı..." demektir."

Hanımının Fedakârlığı

Dördüncü rivayet: Vehb şöyle der: "Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm)'ın hanımı, insanlara amelelik ediyor ve Eyyûb (aleyhisselâm)'ın azığını bu şekilde temin ediyordu. Eyyûb (aleyhisselâm)'ın hastalığı uzayınca, insanlar onu (işçi olarak) çalıştırmaktan usandılar. Ve onu, artık çalıştırmadılar. Bir gün, yiyecek namına birşeyler araştırdı, fakat hiçbir şey bulamadı. Derken, başından bir örüğünü kesti ve onu, bir ekmek mukabilinde sattı, o ekmeği de Eyyûb (aleyhisselâm)'a getirdi. Bunun üzerine Eyyûb (aleyhisselâm) hanımına: "Örüğün nerede?" dediğinde de, hanımı ona, olanları anlattı... İşte o esnada Eyyûb (aleyhisselâm). "Ya Rabbî, doğrusu, bana dert gelip çattı" diye niyaz etti.

Şifa Dileğinde Bulunması

Beşinci rivayet: İsmail es-süddî şöyle der: "Eyyûb (aleyhisselâm) bu sözü, şu üç şeyden dolayı söylemiştir:

1) O iki adamın ona: "Şayet, gördüğümüz bu amelin Allah için olsaydı, sana isabet eden bu belâlar isabet etmezdi..." şeklindeki sözleri.

2) Eyyûb (aleyhisselâm)'ın hanımının üç örüğü vardı. Derken onlardan birini tutup kesti ve onu sattı. İnsanlar ona, o örüğe mukabil ekmek ve et verdiler. Derken, hanımı Eyyûb (aleyhisselâm)'a geldiğinde Eyyûb (aleyhisselâm): "Bunu nereden aldın?" deyince, hanımı: "Ye, çünkü bu helâldir" dedi. Ertesi gün olunca, yiyecek namına hiçbir şey bulamadı, bunun üzerine ikinci örüğünü de sattı. Üçüncü gün de aynisini yaptı ve: "Ye, çünkü bu helâldir" dediğinde, Eyyûb (aleyhisselâm): "Bana söylemediğin sürece yemiyeceğim" dedi, O da. bunun üzerine hadiseyi ona haber verdi. Ve bu iş, Eyyûb (aleyhisselâm)'a, derecesini sadece Allah'ın bileceği bir biçimde, çok ağır geldi..."

Şu da ileri sürülmüştür: O, örüklerini şundan dolayı satmıştır: İblis, bu toplum içinde bir insanın kılığına girdi ve: "Şayet siz, Eyyûb (aleyhisselâm)'ın, beldesinde katmasına müsaade ederseniz, ben ondaki hastalığın size de bulaşmasından endişelenirim.. Öyleyse onu, şehrin giriş kapısının dışına çıkartın..." dedi, sonra da sözüne devamla: "Onun hanımı sizin evlerinize girip çıkıyor, çalışıyor. Kocasıyla da temas halindedir. Siz, kocasının hastalığının size de sirayet etmesinden endişelenmiyor musunuz?" dedi. İşte bundan dolayı hanımını hiç kimse çalıştırmadı da, o da örüklerini satıverdi.

3) Hanımı, Eyyûb (aleyhisselâm)'a dediğini dediğinde, Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm) işte bu şekilde duâ etti.

Altıncı rivayet: Şu da ileri sürülmüştür: Bir kurt, onun uyluğundan düştü. Bunun üzerine Eyyûb (aleyhisselâm), o kurdu yerden alıp olduğu yere koyarak: "Muhakkak ki Cenâb-ı Hakk beni, senin için besin yapmıştır..." dedi. Bunun üzerine o kurt da ona: "Çok şiddetli birbiçimde ısırdı. İşte o esnada, Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm) "Ya Rabbî, bana dert gelip çattı.,. " dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ ona: "Şayet Ben, sendeki her kılın dibine bir sabır koymasaydım, sen sabredemezdin" diye vahyetti.

Bu Kıssayı Mutezilenin Eleştirmesı

Bil ki Mutezile, bu kıssayı, aşağıdaki şekilde birkaç yönden tenkit etmiştir: Cübbaî şöyle der: "Bazı cahil kimseler, Cenâb-ı Hakk'ın, Eyyûb (aleyhisselâm)'dan naklen "Doğrusu şeytan beni yorgunluğa ve azaba uğrattı" (sad. 41) şeklindeki ifâdesinden dolayı, Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm)'ın duçar olduğu o hastalığın, Cenâb-ı Hakk'ın İblis'i ona musallat kılmasından dolayı, şeytanın bir işi olduğu kanaatine varmışlardır ki, bu, bir cehalettir. Bu böyledir, çünkü bunun birinci sebebine gelince: Şayet İblis, hastalıkları, dertleri ve bunların zıddı olan sıhhati vb. icada muktedir olsaydı, maddeleri yaratmak onun için gayet kolay olurdu. Durumu böyle olan ise, ilâh olur!

İkinci olarak diyebiliriz ki: Allahü teâlâ, hem İblisin hem de ordusunun, "Zaten benim, sim üzerinizde hiçbir hükmüm, nüfuzum da yokdu. Yalnız ben sizi çağırdım, siz de bana hemen icabet ettiniz." (İbrahim, 22) diyeceklerini haber vermiştir. Vacib olan, (kişiye düşen ise), Vehb İbn Münebbih (radıyallahü anh)'dan rivayet edilenlere müracaat etmek değil. Allahın haberini tasdik etmektir.

Tenkidin Tenkidi

Bil ki, bu itiraz tutarsızdır. Çünkü kıssada nakledilen, "Şeytanın, Hazret-i Eyyûb'un ûurun deliklerinden üflemesi ve böylece de, Eyyûb (aleyhisselâm)'ın kaşıntıya duçar olmasıdır. O halde daha siz, kendisinden bu kaşıntının meydana geldiği bu üflemeye kadir olan kimsenin, mutlaka maddeleri yaratmaya da kadir olması gerektiğini nereden çıkardınız? Bu, sadece bir tahakküm ve yüklenmedir...

Cübbaî'nin, ayet-i kerimeyi delil getirmesi de zayıftır. Çünkü o, bu fiile ancak, Allahü teâlâ'nın. kendisini ondan men etmeyeceğini anladığında yönetir. Halbuki bu Surum, kıssanın İblisin Allah'dan izin isteyip, Allah'ın da ona bu hususta müsaade ettiğine delâlet ettiği gibi, sadece Eyyûb (aleyhisselâm) hakkında tahakkuk etmiştir. Durum böyle olunca da, bu nas ile bu kıssa arasında bir çelişki bulunmaz.

2) Mutezile şöyle demiştir: "Eyyûb (aleyhisselâm)'ın Cenâb-ı Hakk'dan sadece hususî sterden dolayı talebte bulunduğuna dair rivayet edilen şey uzak bir şeydir. Çünkü, anıtlarda yerleşmiş olan şey, kişinin tedavi olmasının makul bir davranış olması gibi bu hususta Rabbinden talepte bulunması ve O'na yalvarıp yakarmasının da makul yerinde bir iş olduğudur." Binâenaleyh, kardeşlerinden, dostlarından ve ailesinden gördüğü tutumdan ötürü kederlendiğinde, Rabbinden talepte bulunması caiz olduğuna göre, kendisinden dolayı da Rabbinden talepte bulunması caizdir.

Şayet denirse ki: Allahü teâlâ'nın, Eyyûb (aleyhisselâm) "Benden hastalığını, ancak en son noktada gidermeni isteyeceksin..." diye talimat vermiş olması caiz değil midir?" Denilirse biz deriz ki: Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm)'a, belli bir müddet o böyle belânın kendisine indirilmesinin, hiç şüphesiz hem kendisinin, hem de başkasının menfaatine, olmasını bildirmesi durumunda söz konusu olabilir... İşte bundan dolayı, Eyyûb (aleyhisselâm), bu özel durum hususunda talepte bulunmanın bir manası olmayacağını, â.Tia vakit gelip çattığında, bu işin hem devamının hem de sona ermesinin mümkün olduğu, böyle bir talepte bulunmasının mümkün olabileceğini anlamıştır.

3) Keza Mutezile demiştirki: "O hastalığın, kendisinden nefreti mûcib bir noktaya varıp dayanmış olması caiz değildir. Çünkü, yaptıkları tebliğinkabullenilmesinden "nefret ettiren ve (usandıran) hastalıklar, peygamberler hakkında düşünülemez." İşte du kıssa hakkında söylenilenlerin tamamı budur.

Üçüncü Mesele

Keşşaf Sahibi: şöyle der: Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesi, bu "Bana dert gelip çattı" diye seslendi" takdirindedir. Bunun başındaki elif-nûn maddesi, kavi manasını taşıdığı için, kesre ile innî şeklinde de okunmuştur. Dâd harfinin thasıyla, darr kelimesi her husustaki zarar; dadın zammesıyle durr ise, kişinin, nefsinde ki hastalık ve zayıflama gibi şeylerden meydana gelen zarar anlamındadır.

Dördüncü Mesele

Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm), talebi çok nazikâne yapmıştır. Çünkü kendisinden, rahmeti ve acımayı iktizâ edecek şeylerle bahsetmiş, Rabbini ise, son derece merhametli olarak nitelemiş, gayesini de sarih olarak dile getirmemiştir. Buna göre şayet, "Şikâyette bulunması onun sabredici olmasına halel vermez mi?" denilirse, buna şu şekilde cevap verebiliriz: Süfyân İbn Uyeyne (r.h.) şöyle der: Kim Allah'a bir şikayette bulunursa, o, bu şikayeti hususunda Allah'ın kazasına yargısına razı olduğu sürece, bu bir sabırsızlık sayılmaz. Çünkü, belâyı güzellikle karşılamak, sabrın şartı değildir. Yakûb (aleyhisselâm)'ın, "Ben kederimi, mahzunluğumu yalnız Allah'a şikayet ediyorum" (Yusuf. 86) şeklindeki sözünü duymadın mı?"

Erhamü'r-Râhimîn'in İzahı

Eyyûb(aleyhisselâm)'ın'"Sen merhametlilerin en merhametlisisin"ifadesine gelince, Cenâb-ı Hakk'ın böyle olduğunun delili pekçok şeydir:

1) Başkasına acıyan herkes, ona ya, dünyada medhu sena edilmesi yahut ahirette mükâfaat elde etmesi arzusundan dolayijyahut da, tabiatındaki rikkat duygusunu tatmin etmek için acır. İşte bu durumda, o acıyanın maksadı, kendisinden dolayı olmuş olur. Ama, Cenâb-ı Hakk'a gelince O, kullarına, bu tür şeylerden herhangi birisi olmaksızın ve bu acımadan dolayı kendisine herhangi bir övgü ve kemâl sıfatlarına dair de bir fazlalık yönelmeksizin, acır...

Binâenaleyh, işte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "erhamu'r-rahimin" olur.

2) Başkasına acıyan herkesin bu merhameti, ancak Allah'ın rahmetinden kaynaklanmıştır. Çünkü başkasına bir yiyecek ya da bir ebise veren, yahut da ondan bir sıkıntıyı gideren kimseye gelince, şayet Cenâb-ı Hak, o yiyecekleri, o giyecekleri, o ilâçtan ve o gıdaları yaratmamış olsaydı, hiçkimse bu şeyleri bir başkasına vermeye kadir olamazdı. Sonra yine bu atiyye ve bağış, o başkasına ulaştıktan sonra, şayet Cenâb-ı Hak, onu o kimsenin rahatlığına bir vesile bulmasaydı, bununla hiçbir fayda elde edilemezdi. Binâenaleyh, bu demektir ki, kulun rahmetinden önce, Allah'ın rahmeti mevcuttur ve, kulun rahmeti Allahın rahmetiyle içiçedir. Hatta insanların, birbirlerine karşı olan merhametleri, denizdeki bir damfa gibidir. Binâenaleyh, Allahü teâlâ'nın, "Erhamurrahimin" olması gerekir.

3) Allahü teâlâ şayet, o kulunun kalbinde, bu tür sebep ve irâdeleri yaratmamış olsaydı, o zaman böyle bir fiilin o kuldan sudur etmesi imkânsız olurdu. Binâenaleyh, gerçekte merhamet eden o sebeplen yaratanın O olması itibariyle Hak Subhânehû olmuş olur. Böylece de Onun, "Erhâmurrahimîn" olduğu, yine sabit olmuş olur.

Rahmetle Serler Nasıl Bağdaşır?

İmdi, eğer denirse ki: "Cenâb-ı Hak (c.c) dünyayı çeşitli âfetler, dertler, hastalıklar, elemler ile doldurup kesmek, kırıp geçirmek ve eziyyet vermek suretiyle zanlıları birbirlenne musallat kılıp, üstelik onlardan herbirini, başkasının eleminden ve eziyyetinden müstağni ve uzak tutmaya da kadir olduğu halde, daha nasıl, "erhamurrahimîn" olabilir?" buna şöyle cevap verilir:

Allah'ın zarar verici olması, O'nun fayda verici olmasına aykırı değildir. Tam aksine O. hem zarar verici, hem de fayda vericidir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın zarar vermesi, (kendisinden) bir zorluğu def etmek için, fayda sağlaması, bir menfaati relbetmek elde etmek için değildir. Aksine O, yaptığından sorumlu tutulmayan bir zâttır.

Allah'ın Ona İcabeti

Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz de onun (duâsını) kabul etmiştik" buyruğuna gelince bu, Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm)'ın, Rabbine duâ etmiş olduğunu gösterir. Ancak ne var ki bu duanın, ondan, tıpkı: "Uygun görürsen, istersen, arzu edersen şöyle yap!.." denilmesi gibi tariz yoluyla sadır olması mümkün olduğu gibi, her ne kadar edebe ve ayetin delâletine en uygun olanı birincisi ise de, bu duânın, sarâhet yoluyla olmuş olması da mümkündür.

Sonra, Allahü teâlâ, Hazret-i Eyyûb'un başına gelen o sıkıntıyı giderdiğini beyan etmiştir ki, bu da, onun, gerek bedeni gerekse halleri hususunda daha önceki durumuna döndürmüş, olmasını gerektirir.

Aile ve Mülkünün Kendisine İadesi

Yine Cenâb-ı Hak, ona, ehlini de iade ettiğini beyân buyurmuştur ki, bu ifâdeye, ona nisbet edilen zevcesi, çocuğu ve bunun dışındakiler girer. Sonra bu hususta şu iki görüş ileri sürülmüştür:

1) İbn Mesûd, İbn Abbas, Katâde, Mukâtil, Kelbî ve Kâ'b (radıyallahü anh)'a göre, Allahü teâlâ, Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm)'ın ehlini, yani bizzat çoluk çocuğunu diriltmiştir.

2) Leys (radıyallahü anh), şunu rivayet etmiştir: Mücahid, İkrime'ye adam yollamış ve bu ayetin tefsirini ona sormuştu. Bunun üzerine İkrime de şöyle demiştir: "Eyyûb (aleyhisselâm)'a şöyle bir teklif yapılmıştı ; Ahirette, senin ehlin sanadır. Binâenaleyh, istersen, onları sana bu dünyada hemen verebiliriz. İstersen, onlar ahirette senin olurlar, biz sana onların mislini dünyada da veririz. Bunun üzerine Eyyûb (aleyhisselâm) "Onlar ahirette benim olsunlar" dedi. İşte bundan dolayı da ona, dünyada misli (benzeri) verildi" Birinci görüş daha uygundur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "... hem ailesini, hem onlarla beraber daha bir mislini ona vermiştik..." cümlesinin zahiri, Allahü teâlâ'nın, onları dünyada yeniden verdiği ve onlarla birlikte, onların benzerlerini de ona verdiğini göstermektir.

Ayet-i kerime'deki, "ibâdet edenler için bir hatıra olmak üzere" ifadesinde, bu hususta tefekkür edilsin ve böylece de bu hadise, âbidleri sabretmeye ve bunu sevabını Allah'dan ummaya sevkedici olsun diye, Allahü teâlâ'nın böyle yaptığına bir delâlet vardır. Bundan sadece âbitler yararlanacağı için, ayette hassaten ağabeytler zikredilmiştir.

İsmail, İdris ve Zülkifl (aleyhisselâm)

Yedinci Kıssa:

85

Âyetin tefsiri için bak:86

86

'İsmail'i, İdris'i de hatırla. Bunların herbiri de sabredenlerdendi. Onları da rahmetimizin içerisine soktuk. Onlar hakikaten salihlerdendi".

Bil ki Allahü teâlâ, Eyyûb (aleyhisselâm)'ın sabrından ve sadece kendisine başvurmasından bahsedince, bunun peşinden işte bunları zikretmiştir. Çünkü bunlar da, çeşitli sıkıntılara, mihnetlere ve ibadete karşı sabredenlerdendi...

İsmail (aleyhisselâm)'a gelince o, kesilmeye boyun eğme; ziraat, ot, yeşillik ve hiçbir mesken bulunmayan bir beldede kalma ye Ka'be'yi yapma hususunda sabretmiştir. İşte bundan dolayı, Allahü teâlâ, ona ikramda bulunmuş ve peygamberlerin sonuncusu olan Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i onun sulbünden getirmiştir. İdris (aleyhisselâm)'a gelince onun kıssası, Meryem sûresinde geçmiştir. İbn Ömer (radıyallahü anh) şöyle der: Hazret-i İdris kavmine, onları Allah'a davet edici olarak gönderilmişti. Ama onlar, diretip durunca Allah onları helak etti. İdris (aleyhisselâm)'ı ise dördüncü semaya yükseltti.

Zülkifl'e gelince, bu hususta birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu meselede şu iki bahis bulunmaktadır:

1) Zeccâc şöyle der: kifl kelimesi Arapça'da, devenin gerisine konulan kilim anlamına gelmektedir. Bu kelime yine pay, hisse anlamına gelir. Alimler, Zülkifl'e bu adın niçin verildiği hususunda ihtilaf etmiş ve şunları ileri sürmüşlerdir:

a) Muhakkik ulemanın görüşüne göre, onun zamanındaki peygamberlerin yaptığı sterin ve onların mükâfatlarının bir kat fazlası ona verilmiş.

b) Bir rivayette İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Allah, İsrailoğullarının peygamberlerinden bir peygambere, mülkü ve nübüvveti vermişti. Sonra da ona, ben, senin canını almak istiyorum, binâenaleyh, mülkünü İsrailoğullarına ver! Her kim sana, sabaha kadar namaz kılmayı, gündüzün de oruç tutup onu bozmamayı, insanlar arasında hükmedip de kızmamayı tekeffül ederse, mülkünü o kimseye ver" diye vahyetti. O peygamber de İsrailoğullarının arasına girip bu durumu onlara haber verdi. Bunun üzerine bir genç ayağa kalkarak: "Ben bunu sana tekeffül eder, istenirim" deyince, o: "Bu topluluk içinde, senden daha yaşlı olanlar var, sen otur!" dedi. Sonra da, ikinci ve üçüncü kez nida etti. Bunun üzerine bir adam kalktı ve: Bu üç şeyi, ben sana tekeffül edebilirim" dedi. O da, ona mülkünü verdi. O adam da taahhüt ettiği şeyleri, eksiksiz yerine getirdi. Derken, İblis ona haset etti. Tam kaylûle (öğle istirahatı) yapmak istediği bir zamanda onun yanına çıkıp geldi ve: "Benim hakkımı vermeyen, beni oyalayıp duran bir alacaklım var. Onu senin (hükmüne) çağırdım, ama o diretip gelmedi. Binâenaleyh, onu sana getirecek birisini benimle yolla" dedi. Bunun üzerine o da, onunla birlikte birisini saldı ve oturup beklemeye başladı. Derken, kaylûle zamanı geçti. Tekrar namaz kılmaya yönelerek, sabaha kadar namaz kıldı. Ertesi gün İblis yine, kaylûle zamanı ona gelerek: "Senden kendisi için müsade istediğim o adam, falanca yerdedir. Onu sana getirinceye kadar buradan ayrılma dedi ve çekip gitti. O adam, yine beklemeye başladı. Derken, yine kaylûle zamanını geçirdi. Daha sonra İblis ona gelerek, ona "Kaçtı, yakalayamadım.." dedi. Yine bunun üzerine o adam, namaz kılmaya gitti ve sabaha kadar namaz kıldı. Derken İblis, ona geldi ve kendisini ona tanıtarak: "Allahın seni korumasından dolayı sana haset ettim. Böylece de, taahhüt ettiğin şeyleri hakkıyla yerine getirmeyesin diye seni, verdiğin o sözden dışarı çıkarmak istedim..." dedi. Bunun üzerine Allah o zâta medh ve sena etti, onu peygamber yaptı ve ona Zülkifl adını taktı. Bu izaha göre ayetteki kifl kelimesiyle, "kefil olmak" mânası kastedilmiş olur.

c) Mücahid şöyle der: "Elyesâ (aleyhisselâm) yaşlanınca keşke ben hayattayken, nasıl muamele ettiğini görebilmem için, birisini insanlara halife yapıp bıraksam.." dedi, bunun üzerine insanları topladı ve: "Kim kabul ederse, onu üç şeyden kendine halef yapayım: Gece namaz kılar, gündüz oruç tutar ve kızmadan hüküm verir..." dedi.

Hazret-i Ali (radıyallahü anh) de, tıpkı İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın, zikrettiği, İblis'in hareketlerini ve onun, o kimseye ardarda üç gün kaylûle yaptırmadığını zikretmiş ve şunu eklemiştir: Zûlkifl, üçüncü gün, kapıcıya şöyle der: Uyku beni iyice sıkıştırdı; binâenaleyh, uyuyabilmem için, hiçkimsenin kapıya yaklaşmasına müsade etme. Çünkü uyku hali beni iyice sıkıştırdı." Derken İblis, yine geldi. Ama, kaptcı ona müsade etmedi. Bunun üzerine İblis, evin bacasından içeri girdi ve oradan tutunarak indi. Kapıcı birden ne görsün, o kapıyt iç taraftan çalıyor!.. Bunun üzerine adam uyandı ve kapıcıya kızdı.

Kapıcı da: "Ama, onu ben içeri almadım" dedi. Adam kapıya yönelince,, ne görsün; kapı kilitli! İblis, bir ihtiyar kılığında, kendisiyle beraber evin içinde., iblis ona: "Düşmanın kapıda dururken, sen uyuyacağını mı sandın?" deyince, o onu tanıdı ve: "Sen İblis'sin?!" dedi. Bunun üzerine o, "Evet, sen beni her hususta yorgun ve aciz bıraktın. Ben de seni kızdırmak için, bunları yaptım. Ama, Allah seni benden korudu ve sana, Zülkifl adını verdi" dedi. Çünkü o şahıs, tekeffül ettiği şeyi hakkıyla yerine getirmişti..."

Zülkifl (aleyhisselâm)'ın Nebi Olup Olmadığı

Ebu Musa el-Eşarî (radıyallahü anh) ve Mücahid: "Zülkifl, peygamber değildi, salih ve iyi bir kuldu" derlerken, Hasan el-Basri ve ekseri ulema "O, peygamberlerdendi" demişlerdir. Bu görüş, şu sebeplerden dolayı daha evlâdır:

a) Zülkifl lafzının, lakab olması da isim olması da muhtemeldir. Doğruya en yakın olanı bunun bir mana ifade eden bir kelime olmasıdır. Çünkü ismi, mana ifade eden bir şeye hamletmek mümkün olduğunda, bu, onun lakab olmasından daha evlâdır. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre şimdi biz diyoruz ki: "Kifl", nasib, pay ve hisse demektir. Görünen odur ki, Allahü teâlâ ona bu ismi, onu yüceltmek için vermiştir. Binâenaleyh, ayette geçen, "kifl"in, "mükâfaat hissesi ve sevap payı" anlamında olması gerekir. Binâenaleyh, bu demektir ki, Allah ona bu ismi, hem ameli, hem de amelinin mükafaatı, başkasının amelinin ve mükâfaatının bir katı daha fazla olduğu için vermiştir. Rivayet olunduğuna göre onun zamanında başka peygamberler de bulunuyordu. Peygamber olmayan ise, peygamberlerden üstün ve efdal olamaz.

b) Allahü teâlâ onu, İsmail ve İdris (aleyhisselâm)'la birlikte zikretmiştir. Bundan maksadı ise, kendilerine uyulsun ve örnek olsunlar diye, kullarından üstün ve seçkin kimseleri tanıtmak ve hatırlatmaktır. Ki, işte bu da, onun peygamber olduğuna delâlet eder.

c) Bu süre, "Enbiya-Peygamberler" sûresi adını almıştır. Binânelayh, Allahü teâlâ'nın bu sûrede bahsettiği herkes, "nebî - peygamber" dir.

İki İsimli Nebiler

Bu ayette bahsedilen Zülkifl'in, Zekerriya (aleyhisselâm) olduğu ileri sürüldüğü gibi, bunun Yûşa ve İlyas (aleyhisselâm) oldukları da ileri sürülmüştür. Daha sonra ulema şöyle demiştir: "Peygamberlerden beşini, Allahü teâlâ iki isimle adlandırmıştır: İsrail-Yakûb, İlyâs-Zülkifl, İsâ-Mesih, Yunus-Zünnun ve Muhammed-Ahmed..."

Cenâb-ı Hakk'ın "Bunların her biri de sabredenlerdi..." gelince bu, "Allah'ın emrini yerine getirmeye ve O'nun dinine yardım etme hususunda çeşitli eziyetlere katlanmaya sabredenlerdi" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın beyanı hakkında, Mukâtil, buradaki rahmetin nübüvvet manasına geldiğini söylerken, diğerleri, "Hayır, bu kelime bütün iyi ve güzel işleri içine alır" demişlerdir.

Sekizinci kıssa, Yunus (aleyhisselâm)'ın Kıssasıdır:

87

Âyetin tefsiri için bak:88

88

"Zünnün'u (balığın arkadaşını) da hatırla. Hani o, öfkelenmiş olarak gitmişti de. bizim kendisini hiçbir zaman sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Derken o, karanlıklar içinde: "Senden başka hiçbir tanrı yoktur. Seni temin ederim. Cteğrusu ben haksızlık edenlerden oldum" diye niyaz etmişti. Bunun üzerine biz de onu kabul ettik, kendisini gamdan kurtardık. İşte biz, iman edenleri böyle kurtarırız".

Birinci Mesele

Ayette bahsedilen Zennûn'un, Yunus (aleyhisselâm) olduğunda ihtilâf yoktur. Çünkü, "nûn" balık demektir. Biz, biraz önce: "Bir isim, sırf bir lakab olma ile ve bir mana ifade edici olma araş nda dönüp dolaştığında, onu mana ifade eden hususa hamletmenin daha evlâ cağını" söylemiştik. Özellikle, bu vasfın ona uygun olmasının faydasını bildiğin zaman...

Yunus (aleyhisselâm)'ı Balığın Yutması

Alimler, Hazret-i Yunus, (aleyhisselâm)'ın, balığın karnına düşüşünün, peygamberlikten önce mi sonra mı olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir:

Birinci görüşe gelince, Hazret-i Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: Yunus (aleyhisselâm) ve kavmi Filistin'de yaşıyorlardı. Derken bir kıral onlarla savaştı. Onlardan, dokuzbuçuk kabileyi, esir aldı, geriye ise, iki buçuk boy kaldı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk, peygamber olan Şuayb (aleyhisselâm)'a: "Kıral Hezkıyal'a git ve ona, kuvvetli ve emin bir nebi göndermesini söyle. Çünkü ben, onların kalblerine, o peygamberle birlikte İsrailoğullarını salıvermeleri (fikrini) atacağım..." diye vahyetti. Bunun üzerine kıral, Şaayb (aleyhisselâm)'a, "Kimi? Hangisini? Çünkü, onun memleketinde beş peygamber bulunuyordu" dedi. Şuayb (aleyhisselâm)'a: "Yunus İbn Metta'yı... Çünkü o, güçlü ve emin bir kimsedir" dedi. Kıral da, Yunus (aleyhisselâm)'ı çağırdı ve ona, memleketi terkedip gitmesini emretti. Bunun üzerine Yunus (aleyhisselâm): "Benim çıkmamı sana Allah mı emretti?" diyince, kıral: "Hayır" dedi. Yunus (aleyhisselâm): "Peki, O mu beni sana bildirdi?" deyince, kral "Hayır" dedi. Bunun üzerine Yunus (aleyhisselâm): "Burada benden başka peygamberler de var." dedi. Ama onları, Yunus (aleyhisselâm)'ın üzerine ısrar ettiler.

Bunun üzerine de o, hem o kirala hem de kavmine kızarak çıkıp gitti. Derken Rûm denizine geldi. Orada, bir gemi hazırlamış olan topluluk buldu. Onlarla birlikte o da bindi... Gemi, onları batıracak biçimde alabora olup, onlar da neredeyse boğulma noktasına gelince, gemiciler: "Burada, ya âsi bir adam, ya da kaçmış bir köle var. Çünkü gemi, rüzgar olmadan böyle yapmaz, burada mutlaka âsi bir kimse vardır. Biz, bu tür bir belâyla mübtelâ olduğumuz zaman adetimiz, kur'a çekmektir. kendisine kur'a çıkan kimseyi de, denize atarız... Elbette ki, tek bir kişinin boğulması, geminin batmasından daha hayırlıdır" dediler ve üçkez kur'a çektiler. Üçünde de kur'â Yunus (aleyhisselâm)'a isabet etti. Bunun üzerine Yunus (aleyhisselâm): "Âsi adam ve kaçkın köle benim!" dedi ve kendisini denize attı. Derken bir balık geldi ve onu yuttu. Bunun üzerine Allahü teâlâ balığa "Onun kılına dahi zarar verme. Çünkü Ben senin karnini onun için bir hapishane kıldım. Onu, sana yiyecek olsun diye vermedim" diye vahyetti. Daha sonra Cenâb-ı Hak onu, o balığın karnından kurtarınca, onu, geniş ve düz bir yere, tıpkı, üzerinde tüyü ve derisi bulunmayan yoluk bir civciv gibi atıverdi. Derken, Allahü teâlâ onun üzerine, kendisiyle gölgeleneceği, meyvesinden yiyip böylece de güçleneceği sâksız (gövdesiz) bir bitki bitirdi. O bitki kuruyunca. Yunus (aleyhisselâm) üzülmeye başladı. Bunun üzerine ona: "Yüzbine vaya daha fazlasına üzülmediğin halde, bir bitkiye mi üzülüyorsun? Çünkü sen, onlara gitmedin ve onların rahatlarını sağlamadın" denildi.

Sonra Allahü teâlâ ona vahyetti ve onlara gitmesini emretti: Derken. Yunus (aleyhisselâm), onlara doğru yollandı. Onların arazilerine vardı. Çünkü onlar, ondan fazla uzakta değillerdi. Yunus (aleyhisselâm) onlara geldi ve kıratlarına: "Allahü teâlâ, beni sana benimle İsrailoğullarını salıveresin diye gönderdi" dedi. Bunun üzerine onlar "Senin ne söylediğini anlayamadık. Eğer biz senin doğru söylediğini bilsek yaparız. Andolsun ki, biz size, memleketinizde geldik ve sizi esir aldık. Şayet, eğer durum senin dediğin gibi olsaydı, Allah bizi sizden mutlaka men eder, alıkordu..." dediler. Bunun üzerine Yunus (aleyhisselâm), uç gün onları buna davet ederek, dönüp dolaştı, ama onlar bunu kabul etmediler. Bunun üzerine Allah Yunus (aleyhisselâm)'a, "Onlara, eğer iman etmezseniz, size azab gelecek, de" diye vahyetti. Yunus (aleyhisselâm) da onlara tebligatta bulundu, ama onlar yine direttiler. Derken Yunus (aleyhisselâm), onların yanından ayrıldı. Onlar onu kaybedince de, yaptıklarına pişman oldular, onu aramaya koyuldular; ama, onu bulamadılar, Daha sonra da. hem kendi durumlarını hem de Yunus'un durumu, kendi dinlerinin alimlerine anlattılar.

Sonra alimler: "Bakın, onu şehirde arayın. Eğer orada ise, bahsettiği azabın inmesine dair herhangi bir şey yok, herhangi bir tehlike yok, demektir. Ama, çekip gitmişse, o zaman durum onun dediği gibidir." dediler. Derken onlar onu araştırmaya koyuldular. Onlara, onun, akşamleyin çekip gitmiş olduğu söylenildi. Onu bulma konusunda ümitsizliğe düşünce, şehrin kapısını kapadılar, oraya, ne sığırları ne de davarları giremedi. Anayı çocuğundan, memedeki sabîleri de analarından ayırdılar. Sonra da, sabah vaktini beklediler. Tanyeri ağarınca da, gökten azâb indiğini gördüler. Bunun üzerine, yakalarını paçalarını yırttılar, hamile kadınlar çocuklarını düşürdüler, çocuklar çığlık atmaya, davarlar ve sığırlar da böğürmeye başladılar. Derken, Allahü teâlâ onlardan o azabı kaldırdı. Bundan sonra da Yunus (aleyhisselâm)'a gittiler ve ona iman ettiler. Ve, İsrailoğlullarını da onun yanına verdiler.

İşte bu görüşe göre, Yunus, (aleyhisselâm)'ın peygamberliği, balığın onu dışarı atmasından sonra olmuştur. Bu görüşün delili, Cenâb-ı Hakk'ın Saffât süresindeki," biz onu, kendisi de hasta olarak, açık bir yere bıraktık. Üzerinde sakı (gövdesi) olmayan bir bitki bitirdik. Onu yüz bine ve daha fazla insana peygamber gönderdik... "(Saffat, 145-147) ayetleridir.

Bu görüş doğrultusundaki başka bir rivayet de şöyledir:

Cebrail (aleyhisselâm), Yunus (aleyhisselâm)'a Ninova halkına git ve onları, ilahî azabın kendilerine gelip çalmasıyla uyar ve korkut" dedi. Bunun üzerine Yunus (aleyhisselâm): "Bir hayvan bulayım..." deyince, Cebrail (aleyhisselâm), "Durum, bundan daha acil ve önemlidir" dedi. Yunus (aleyhisselâm)'da öfkelendi ve o gemiye çekip gitti." (Bu rivayete göre) kısssanın geri kalan kısmı, daha önce geçmiş olduğu gibidir... Derken, balık onu yuttu, onu Ninova'ya götürdü ve onu orada bıraktı.

Onun Balık Hadisesinden Sonra Nebi Olduğu

İkinci görüşe gelince, bu da şöyledir. Balık hadisesi, Hazret-i Yunus (aleyhisselâm)'ın, Ninova halkını davetinden ve onlara, Allahın risâletini tebliğ etmesinden sonradır. Bunu ileri sürenler şöyle demişlerdir: "Onlar iman etmeyince, Hazret-i Yunus (aleyhisselâm) onları azabla tehdit etti. Onları tehdit ettikten sonra azâb onlardan kalkınca, onların arasından öfkelenmiş olarak çıkıp gitti.

Bu görüşte olanlar, onun çıkıp gitmesi ve öfkelenmesinin sebebi hususunda da şunları söylemişlerdir:

1) Hazret-i Yunus (aleyhisselâm) kendisinin yalan söylemiş olduğunu öne süren bir kavmin arasında bulunmaktan haya etmiştir.

2) Onların adeti, yalan söyleyeni öldürmekti.

3) Yunus (aleyhisselâm) gurura kapıldı.

4) O azâb onlara inmediği için... Çekip gitti. Ulemanın ekserisi, balık kıssasının ve Yunus (aleyhisselâm)'ın kızarak gitmesinin, Cenâb-ı Hakk'ın onu onlara peygamber olarak göndermesinden ve azabı onlardan kaldırmasından sonra olduğu kanaatindedirler.

Peygamber Yalan Söylemez

Peygamberlerin yalan söyleyebileceklerini ileri sürenler, bu ayetle birkaç yönden istidlal etmişlerdir.

1) Müfessirlerin ekserisi, Yunus (aleyhisselâm)'ın Rabbine kızarak çekip gittiği kanaatindedırler. Bunun, İbn, Mesûd. İbn Abbas, Hasan el-Basrî, Şa'bî, Saîd İbn Cübeyr ve Vehb'in görüşü ile, İbn Kuteybe ve Muhammed İbn Cerir'in tercihi olduğu ileri sürülmüştür. Durum böyle olduğuna göre, onun Allah'a gücenmesinin günahların büyüğünden olması gerekir. Sonra, bu öfkelenmenin, Allah'a karşı olmadığı, tam aksine o kıral ve o kavme karşı olduğu farzedilse bile, bu yine de mahzurludur. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Sen Rabbinin hükmüne sabret. O balık sahibi gibi olma..." (Kalem. 48) buyurmuştur. Bu da, Yunus'un bu tür hareketinin mahzurlu olmasını, gerektirir.

2) Cenâb-ı Hak, "Bizim kendisini hiçbir zaman sıkıştırmayacağını sanmıştı" buyurmuştur ki bu da, Yunus (aleyhisselâm)'un, Allah'ın kudreti hususunda şüphe etmiş olmasını gerektirir.

3) Yunus (aleyhisselâm): "Doğrusu ben, zulm edenlerden oldum..." demiştir. Halbuki, zulüm, kötü isimlerdendir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "iyi bilin ki, Allah'ın laneti zalimlerin üzerinedir..." (Hud. 18) buyurmuştur.

4) Şayet, Hazret-i Yunus (aleyhisselâm)'dan öyle bir günah sudur etmeseydi, daha niçin Cenâb-ı Hak onu, balığın karnına atmak suretiyle cezalandırmış olsundu?...

5) Cenâb-ı Hâk bir başka ayetinde, "O kınanmış bir halde iken, kendisini hemen balık yutmuştu"(Saffat, 142) buyurmuştur. (mulimun), kınanmış, levmedilmiş kimse demektir. Böyle olan ise, günahkar demektir.

6) Cenâb-ı Hak, Zünnun "(Balığın arkadaşı) gibi olma... "(Kalem.48) buyurmuştur. Eğer "balığın arkadaşı" günahkar olmasaydı, ona benzemekten nehyetmek caiz olmazdı. Yok eğer günahkâr ise, bu durumda maksat hasıl olmuş demektir.

7) Cenâb-ı Hak, "O balık sahibi gibi olma... "(Kalem, 48) ve "Sen de ulûlazım peygamberleri gibi sabret" (Ahkaf. 35) buyurmuştur. Binâenaleyh, Yunus (aleyhisselâm)'un ulûlazım peygamberlerden olmaması gerekir. Halbuki Musa (aleyhisselâm), ulûlazım peygamberlerdendi. Ama (buna rağmen) Hazret-i Peygamber hep Hazret-i Musa (aleyhisselâm) hakkında, "şayet imran oğlu (Musa) yaşasaydı, bana uymaktan başka bir şey yapamazdı" derken, Yunus (aleyhisselâm) hakkında da, "Beni, Yunus İbn Mettâ'nın üzerine çıkarmayın" buyurmuştur. Bu ise, ayetin tefsirinden hariç bir şeydir... (Bu rivayetle istidlal edilemez.)

Bu sorulardan Birincisine şöyle cevap verebiliriz: Ayette, Yunus (aleyhisselâm)'ın kime kızdığına dair bir açıklama yoktur. Ancak ne var ki biz, Allahın peygamberinin, Rabbine öfkelenmesinin caiz olmayacağını kesinkes ona söylüyoruz. Çünkü bu, Allahın, emir ve yasakların mâliki olduğunu bilmeyenlerin sıfatıdır. Allahı bilmeyen ise, nebi olması şöyle dursun, mümin bile olamaz. Bu kızgınlığın istidada veya nafileye raci bir durumla ilgili olduğu izahına gelince bu, peygamberler (aleyhisselâm)'ın makamının beri olduğu şeyler cinsindendir. Çünkü, Allahü teâlâ onlara bir şeyi emrettiğinde, onların o şeye muhalefet etmeleri caiz değildir. Zira Cenâb-ı Hak, "Allah ve peygamberi bir işe hüküm ettiği mman gerek mümin olan bir erkek, gerek mümin olan bir kadın için artık işlerinde kendilerine muhayyerlik yoktur"(Ahzâb.36) "Öyle değil, Rabbine andolsun ki onlar malarında kimi oraya, kimi buraya çekdikleri şeylerde seni hakem yapmadıkça ve verdiğin hükme tam bir teslimiyet göstermedikçe..." (Nisa, 66) buyurmuştur. Binâenaleyh, onun istidadında bir muhalefet olmuş olsaydı, böyle bir kızgınlığın o peygamberlerden sudur etmesi caiz olmazdı... Bu kızgınlığın Allah'a karşı olmasının caiz olmadığı sabit olunca, o zaman, bundan kasd edilen, Hazret-i Yunus (aleyhisselâm)'ın Allah'dan başkasına öfkelenerek çekip gitmiş olmasıdır. Galip olan ihtimal ise kendisinin emirlerine kendisinin emirlerine isyan eden kimselere kızmış olmasıdır. Binâenaleyh, muhtemeldir ki, o kavmine, ya krala, ya da her ikisine birden gücenmiştir... Onun kavmi ile olan kızgınlık hali şöyle de olabilir: Yunus (aleyhisselâm), onları terketmesiyle kavmini kızdırmış olabilir. Zira onlar Hazret-i Yunus (aleyhisselâm)'ın kendilerini terketmesi durumunda başlarına azap ineceğinden endişe ediyorlardı. Nitekim bu meyi Ebû Şeref, (Şaz kıraatlerden olarak), muğadıben yerine, muğdıben şeklinde okumuştur ki "kızdırmış, ıgdab etmiş olarak" anlamına gelir.

Sual Sahibinin "Yunus (aleyhisselâm)'ın kavmine öfkelenmesi de, Cenâb-ı Hakk'ın, "O balık sahibi gibi olma" (Kalem. 48) ayetinden dolayı mahzurludur" demesine gelince, biz deriz ki: Biz, bunun mahzurlu olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü Allahü teâlâ, Hazret-i Yunus (aleyhisselâm)'a, peygamberliğini onlara tebliğ etmesini emretmiş, fakat devamlı olarak onlarla beraber kalmasını emretmemiştir. Emrin zahiri ise, tekrarı gerektirmez. Binâenaleyh, onun onların arasından çekip gitmiş olması bir meziyet olmaz. Öfkelenmenin bir meziyet olduğunu da kabul etmiyoruz. Zira, bu ona daha önce yasaklanmadığına göre, o bunun caiz olduğunu zannetmiştir. Çünkü o bunu, ancak Allah için öfkelendiği, dinine bağlılık gösterdiği ve küfre ve onun müntesiplerine kızdığı için yapmıştır. Tam aksine, onun için evlâ olan, sabretmesi ve onlardan uzaklaşma hususunda Allahın müsadesini gözetmesi idi... İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "O balığın arkadaşı gibi olma... "(Kalem,48) buyurmuştur. Böylece Cenâb-ı Hak sanki, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) için makamların en faziletlisini ve en yücesini istemiş ve dilemiş gibidir.

İkinci şüphelerine, yani Cenâb-ı Hakk'ın, "bizim kendisini hiçbir zaman araştırmayacağımızı sanmıştı" buyruğuna tutunmalarına karşı cevap olarak da şöyle deriz: Allahın aciz olduğunu zanneden, kâfirdir. Bunu, herhangi bir mümine nisbet etmenin caiz olmıyacağında hiçbir ihtilaf yoktur. Öyleyse nasıl olur da bu, peygamberlere nisbet edilebilir? O halde burada, mutlaka bir yorum yapmak gerekir. Bu husustaki yorumlar şunlardır:

1) Ayetteki (......) ifadesi, "Bizim onu sıkıştırıp bastıramıyacağımızı sandı" anlamındadır. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, (......) (Ankebut. 62), (......) (Talâk, 7) ve (......) (Fecr. 16) ayetlerindeki K.D.R (......) maddesinin daraltılmak manasına gelmesi gibidir. Buna göre ifadesinin manası, "Onu sıkıştırıp daraltamıyacağımızı.." şeklindedir.

Bil ki, bu tevîfe göre ayet, bizim lehimize bir delil olmuş olur. Çünkü Yunus (aleyhisselâm), kendisinin muhayyer olduğunu, isterse orada kalacağını, isterse çekip gideceğini, Allahü teâlâ'nın, Yunus (aleyhisselâm)'ın bu tercihi hususunda kendisini sıkıştırmayacağını sanmıştır. Allah nezdinde malûm olanı ise, uygun olanın, onun çekip gitmesini ertelemesi idi... İşte bu, Allah tarafından, onun bir masiyete yöneldiği için değil de çekip gittiği için, ona mazeret yerine geçecek olan şeyin açıklanmasıdır. Ancak ne var ki o, bu çekip gitmesinin öne alınması veya sona bırakılması, ertelenmesi caiz olan, mümkün olan bir şey olduğunu sanmıştır. Halbuki, daha evla olan bunun aksiydi.

2) Bu ifadenin teşbih kabilinden olmasıdır. Buna göre bu, "Onun durumu, Allahın emrini beklemeksizin, kavminden uzaklaşıp giden kimseyi sıkıştıramıyacağını zanneden kimsenin durumuna benzetilmiştir" demektir.

3) Ayetteki "kudret" maddesinin, "kadâ, hüküm", diye tefsir edilmesidir. Buna göre mana, "O, bizim ona, ağır hükümler koyamıyacağımızı sanmıştı..." şeklinde olmuş olur. Bu, Mücahid, Katâde, Dahhâk ve Kelbî'nin görüşü olup, Avfî'nin İbn Abbas'dan yaptığı rivayettir. Bu görüş, aynı zamanda Ferra ve Zeccâc'ın da görüşüdür. Zeccâc şöyle der "nakdire kelimesi nukaddire manasındadır. Nitekim Arapça'da "Allah bir şeyi en güzel biçimde takdir etti" denebilir. Yani kadere ile kaddere aynı manaya kullanılır. Buna göre, ayetteki K.D.R. maddesi, "takdir manasındadır. Nitekim Ömer İbn Abdilaziz ve Zührî, nûnun dammesi, dalın şeddesi ve tefîl babından olarak Len nukaddire şeklinde okurlarken, Ubeyd İbn Ömer, meçhul ve şeddeli olarak len yukaddere; Yakûb ise, şeddesiz ve meçhul olarak len yukdere, şeklinde okumuştur.

Rivayet olunduğuna göre, İbn Abbas (radıyallahü anh), Hazret-i Muâviye (radıyallahü anh)'nın yanına varmış, bunun üzerine Muâviye: "Dün gece, Kur'ân'ın dalgaları bana vurdu... Ben de o dalgalar arasında boğulup kaldım; nefsim için, kurtuluşu ancak sana başvurmakda gördüm" dedi. İbn Abbas: "Mesele nedir?" deyince, o: "Allahın nebisi, Cenâb-ı Hakkın kendisine kadir olamıyacağını sanmıştır" deyince, İbn Abbâs (radıyallahü anh): "Ayetteki bu ifâde, "kudret" kökünden değil "kader" kökündendir" diye cevap verdi.

4) Bu ifade, "O, bizim bir şeyi yapmayacağımızı sandı..." anlamındadır. Çünkü, kudretle fiil arasında bir münasebet vardır. Binâenaleyh, bunlardan birini diğerinin yerine kullanmak, mecaz yapmak, uzak ihtimal değildir.

5)Bu, azarlama manasında bir soru olup, manası, "Bizim kendisine güç yetiremiyeceğimizi mi sanar?" şeklindedir. Bu, İbn Zeyd'den rivayet edilmiştir.

6) Bu hadisenin, Yunus (aleyhisselâm)'ın peygamber olmadan önce cereyan ettiğini söyleyenlere göre, böyle bir zan, peygaberlikten önce vuku bulmuş olur. Peygamber ve nebî olmayanlar hakkında, şeytanın vesvesesiyle onların vehmine böyle bir düşüncenin arız olup, sonra da onların bunu hüccet ve burhanlarla reddetmiş olmaları uzak bir ihtimal değildir.

Onların, Cenâb-ı Hakkın, "Doğrusu, ben zulm edenlerden oldum... " ifadesine tutunarak ileri sürdükleri üçüncü şüpheye de şu şekilde cevap veririz: Biz bunu, eğer peygamberlikten önceki devreye hamledersek, bu hususta söylenecek herhangi bir söz bulunmaz. Yok eğer, bunu peygamberlikten sonraki devreye atfedersek, o zaman bir izah getirilmesi gerekir. Çünkü biz bunu, zahirine göre ele alacak olursak, o zaman o peygamberin lanete müstehak olduğunu söylemek gerekir ki, bunu da hiçbir nüslüman söyleyemez. Yorumlamak gerektiğine göre, iyisini yapabilme imkânı varken, daha iyisini yapmayı terketmiş olduğunda şüphe yoktur. İşte bu yönüyle bu, bir zulüm olmuş olur.

Dördüncü soruya da şu şekilde cevap veririz. Biz bunun bir cezalandırma olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü peygamberlerin cezalandırılmaları caiz değildir. Tam aksine bununla, sıkıntılara duçar edilerek imtihana çekilme kastedilmiştir. Ne var ki, pekçok müfessir, bir günahtan dolayı verilen her zararı, ceza olarak vasfetmişlerdir.

Beşincisine de şu şekilde cevap veririz:

Ayetteki kınama, daha iyisini yapmamadan dolayıdır.

Dördüncü Mesele

Keşşaf Sahibi şöyle demiştir: "Ayetteki (......) ifâdesinin manası, (bunun çoğul olarak getirilmesi), balığın karnında, kesîf olan çok yoğun karanlıklar içinde..." şeklindedir. Bu, (Bakara, inayeti ile (Bakara. 257) ayetlerindeki zulumat (karanlıklar) kelimesinin çoğul getirilmesi gbidir. Bu ifâdeden, "değişik ve çeşitli zulûmatlar" manasını çıkaranlar da vardır. Bu durumda sen bak, eğer Hazret-i Yunus (aleyhisselâm) geceleyin nida etmişse, o zaman orada gecenin, denizin ve balığını karnının karanlıkları söz konusudur. Yok eğer, gündüzün nidâ etmişse, balığın bağırsaklarının karanlıkları da buna ilâve edilebilir. Yahut da, (diyebiliriz ki), Yunus (aleyhisselâm)'u yutan balığı başta bir balık yutmuştur. Yahut da, balık, iyice denizin dibine dalınca, balığın üzerinde kalan deniz tabakaları, adeta zulmet üstüne zulmet olmuş olur. "Yunus (aleyhisselâm)'ı yutan balık, yedi kat yerin dibine dalmıştır" diyenlerin görüşüne gelince, eğer bu husus (sahih) bir haberler sabit ise, bu konuda söylenecek bir söz yoktur. Yok, eğer bu, o nidanın karanlıklar içinde yapılmış olması sebebiyle dile getirilen bir görüş ise, bizim biraz önce söylediğimiz şey, buna gerek bırakmaz.

Onun Duasının Manası

Yunus (aleyhisselâm)'ın (......) şeklindeki sözüne gelince bu, ya, "Senden başka ilâh yoktur..." diye" anlamındadır, yahutta bunun başındaki (en) edatı tefsiriyye olan (yani) anlamındadır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Belâya uğrayan herhangi bir kimse bu duayı yaparsa, ona mutlaka icabet edilir" Benzeri hadis, Tirmizi, Da'âvât 81 (5/520). buyurmuştur. Hasan el-Basrî'nin de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Cenâb-ı Hak Yunus (aleyhisselâm)'ı, kendisini zalim olduğunu ikrar etmiş olması sebebiyle kurtarmıştır."

Ayetteki Sübhaneke ifadesine gelince, bu, Hazret-i Yunus (aleyhisselâm)'ın, Cenâb-ı Hakkı, bütün noksanlıklardan tenzih ettiğini gösterir. Acizlik de, bir noksanlıktır. Binâenaleyh bu, Cenâb-ı Hakk'ın "bizim kendisini hiçbir zaman sıkıştıramıyacağımızı sanmıştı..." buyruğundan Yunus (aleyhisselâm), O'nun aciz olduğunu zannetmemiş olduğuna delâlet eder. Yunus (aleyhisselâm), Sübhaneke demiştir. Çünkü bu ifadenin takdiri, "Allahım seni, bunu bir zulüm olarak veya intikam alma arzusuyla yahutta, beni bu balığın karnından kurtarmaktan aciz olduğun için yapmış olmamdan tenzih ederim. Tam aksine sen bunu, ulûhiyyetin hakkı ve hikmetinin muktezâsı olarak yaptın..." şeklindedir.

Onun cümlesine gelince senin iznin olmaksızın kavmimden kaçmam suretiyle, kendime zulmettim" demektir. Buna göre Yunus (aleyhisselâm), sanki şöyle demek istemiştir: "Ben, zalimlerden oldum şimdiyse tevbe edip pişman olanlardanım... Binâenaleyh, bu sıkıntıyı benden kaldır!" Manasının böyle olduğuna, Cenâb-ı Hakkın, "Bunun üzerine biz de onu kabul ettik..." ifadesi delâlet etmektedir.

Burada yapılabilecek bir başka izah da şudur: Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm), (......) ifâdesiyle, Cenâb-ı Hakk'ı, rubûbiyyetini mükemmel olmasıyla nitelemiş, kendisini de (......) ifadesiyle beşeriyyetin en zayıfı ve, rûbûbiyyetin hakkını edada en kusurlusu olarak tavsif etmiştir. Bu kadar şey, Mutenebbî'nin de dediği gibi, bir şeyi istemek için kafidir.

"Benim pekçok ihtiyaçlarım vardır, sende de anlayış ve zekâ! Benim o ihtiyaçlarımı söylememem yok mu. asıl hitab ve konuşma odur işte!" Ümmü Seleme'nin kölesi Abdullah İbn Râfi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"Allah, Yunus (aleyhisselâm)'ın hapsedilmesini murad edince, o balığa, "Onu tut yakala, ama tenine zarar verme ve hiçbir kemiğini de kırma..." diye vahyetti." Balık da onu yakaladı ve onu, denizin ta dibine kadar indirdi. Bunun üzerine Yunus (aleyhisselâm), bir şeyler duydu ve kendi kendine: "Bu nedir acaba?" deyince, Allahü teâlâ ona:

"Bu deniz hayvanlarının tesbihatıdır" diye vahyetti... Ve Yunus'a da: "O halde sen de tesbih et!" dedi: Melekler Yunus'un tesbihatını duydular ve onlar da aynısını söylediler.

Ayetteki "kendisini gamdan kurtardık..." cümlesine gelince, bu "Hem balığın karnında olmadan, hemde hatasından ötürü meydana gelen kederinden onu kurtardık..." anlamındadır. "Bize dua ettiği için Yunus (aleyhisselâm)'ı hapsolma sıkıntısından kurtardığımız gibi, bizim yardımımızı talep ettiklerinde de "İşte biz, iman edenleri de böyle kurtarırız..."

Sâ'd İbn Ebî Vakkas, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Yunus (aleyhisselâm)'ın balığın karnındaki duası, "Lâ ilâhe illâ ente sûbhâneke innî kuntü minezzalimîn" şeklindeydi. Sıkıntıya düşmüş ve başı belâya duçar olmuş her müslüman kimse, işte bu duayı yaparsa, Allahü teâlâ mutlaka onun duasını kabul eder." buyurduğunu Tirmizî, Da'âvât. 82 (5/529). söylemistir,"

Keşşaf Sahibi: şöyle der: "Bu kelime (nuneccî), (nuncî) ve (nuccî) şeklinde kurmuştur. Halbu ki nün, cime idğam edilmez. Bunun doğrusunu ortaya koymak için çare arayıp, bunu (fu'ile) kalıbında kabul ederek, ifadeyi (Nucci'n-necâul-müminine) şeklinde takdir edip, yâ harfini getirerek fiili masdarına edip, (......) kelimesini de fiilin mastarı olan (......) ile mansub kılanların bu okuyuşu, apaçık bir zorlama ve işi yokuşa sürmedir."

Dokuzuncu kıssa, Zekeriyyâ (aleyhisselâm)'ın kıssasıdır:

89

Âyetin tefsiri için bak:90

90

"'Zekeriyya'yı da an. Hani o, Rabbine. "Rabbim beni yalnız başıma bırakma. Sen, varislerin en hayırlısısın" diye niyaz etmişti. Biz onun duâsmı da kabul ettik ve kendisine Yahya'yı ihsan ettik. Eşini de sâlih kıldık. Muhakkak ki bunlar. hayır işlerinde yarışırlar, umarak ve korkarak bize dua ederlerdi. Onlar bizim için derin saygı gösterenlerdi".

Zekeriyyâ (aleyhisselâm)'ın Duası

Bil ki Allahü teâlâ Zekeriyyâ (aleyhisselâm)'ın, kendisine yalnız kalma sıkıntısı dokunup, gerek dini gerekse dünyası hususunda kendisiyle ünsiyyet bulacak, kendisini destekleyecek ve ölümünden sonra yerine gelecek birisinin olmasını arzuladığı için, her ne kadar hem kendisinin hem de hanımının durumu, yaşlılık vb. şeyler sebebiyle âdeta böylesi bir şeyden külliyyen ümidi kesme noktasına dayanmış ise de Allah'a, buna kadir olduğunu bilerek samimi bir şekilde dua ettiğini ve yalvarıp yakardığım beyan etmiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh), Zekeriyyâ (aleyhisselâm)'ın yaşının yüz, hanımının yaşının ise doksandokuz olduğunu söylemiştir.

Ayet-i Kerimedeki "Sen, varislerin en hayırlısısın" cümlesi hakkında şu iki izah yapılabilir:

1) Zekeriyyâ (aleyhisselâm) bunu, işlerin sonunun varıp Allah'a dayandığını bildiği için, bu işi çözsün diye, bütün dualarında Rabbini övgü üslubuyla zikretmiştir,

2) Zekeriyyâ (aleyhisselâm) sanki, "Eğer, bana varis olacak birisini vermezsen, ben buna aldırmam, çünkü sen en hayırlı varissin" demek istemiştir,

Cenâb-ı Hakk'ın "Biz onun duasını kabul ettik" ifadesine gelince, bu: "Biz, istediği için onun istediğini yerine getirdik" demektir. Bu ifade de, Zekeriyyâ (aleyhisselâm)'ı bir tazim ve yüceltme söz konusudur. İşte bundan dolayı ulemâ: "Kendisinde ululama ve tazim olduğu için "icabet etmek", mükafattır" demişlerdir.

Cenâb-ı Hakk'ın, "ve kendisine Yahya'yı ihsan etmiştik" beyanına gelince bu ifadesinin adeta bir tefsiri gibidir.

Eşinin Islah Edilmesinin Anlamı

"Eşini de salih kıldık" cümlesinin tefsiri konusunda, şu üç açıklama yapılabilir:

1) "Cenâb-ı Hak hanımını, adete göre mania teşkil eden her şeyi ondan izâle etmek suretiyle, doğum yapmaya müsait ve uygun hale getirdi." Bu mana, kıssaya :ana uygundur.

2) Allahü teâlâ onun, huyunu güzelleştirdi, ıslâh etti. Çünkü o daha önce kötü huyluydu, lisanı sertti ve Zekeriyya (aleyhisselâm)'a da sıkıntı veriyordu. Cenâb-ı Hak da bunu, Zekeriyya (aleyhisselâm)'a vermiş olduğu nimetler cümlesinden saymıştır.

3) Allah onu, dinde ıslâh edici kıldı. Çünkü onun dini bakımdan salih kılınması, Hazret-i Zekeriyya (aleyhisselâm)'ın Allah'a davet edici olması konusunda, onun en büyük destekçilerinden olmuştur. Buna göre Zekeriyya (aleyhisselâm), Rabbinden sanki, gerek dinî gerekse dünyevî hususlarda bütün çoluk çocuğunun yardımını talep etmiş gibidir. Bu da, sanki, zahire en yakın olan manalardan birisidir. Çünkü, "Allah, falancayı etsin" denildiğinde, bu sözden umumi olarak, dinle ilgili olan husus anlaşılır.

Yahya (aleyhisselâm)'ın Hediyye Edilmesi

Bil ki, ayet-i kerimedeki (......) ifadesi, vâv harfinin tartib ifade etmediğini göstermektedir. Çünkü, zevcin İslahı, çocuğun verilmesinden rrcedir. Ama ne var ki, Cenâb-ı Hak, bu hususu, ayetin lafzında sona bırakmıştır. Cenâb-ı Hak, söylediğimiz sözün şahidi ve misdakını da beyan buyurarak, "Muhakkakki bunlar, hayır işlerinde yarışırlardı" açmamıştır. Cenâb-ı Hak bununla Zekeriyya (aleyhisselâm)'ı, çocuğunu ve hanımını kastetmiştir. Böylece de, Kendisinin onlara istediklerini verdiğini beyan etmiş ve onların örflerinde hayırlarda yarışma olduğu için, onları birbirleriyle desteklemiştir. Allah'a itaat uğrunda yarışmak, kişinin övülmesine sebep teşkil eden şeylerin en büyüklerindendir. Çünkü bu, tâata karşı, büyük bir hırs ve isteğin bulunduğuna delâlet eder.

Cenab-ı Hakk'ın, "umarak ve korkarak bize duâ ederlerdi" buyruğuna gelince, bu ifadeler (Rağben ve rehben) şeklinde de okunmuştur. Bu ayet, O'nun tıpkı, "ahiretden korkarak, Rabbinin rahmetini umarak" (zümer, 9) ayeti gibidir. Bu: "Onlar tâatlarına ve o tâattaki yarışlarına şu iki şeyi de eklemişlerdir:

1) Mükafaatını arzuladıkları ve cezasından sakındıkları için, Allah'a sığınmak...

2) Huşu... Huşu, kalbte kökleşmiş olan korku, demektir. Binâenaleyh, huşu duyan da günahtan korktuğu için, pekçok işe dalıp kaybolmayan sakınan kişi demektir.

Onuncu kıssa, Meryem (aleyhisselâm)'ın kıssasıdır:

91

"Irzını koruyan o (kızı da) hatırla. Ki biz ona ruhumuzdan üflemiş, kendisini de oğlunu da alemlere ibret kılmıştık".

Bil ki, ifadenin takdiri, "ırzını muhafaza eden kızı an" şeklindedir. Sonra bu hususta şu iki görüş ileri sürülmüştür:

1) Hazret-i Meryem (aleyhisselâm): "Bana hiçbir beşer dokunmadı, ben hayasız bir kadın da değilim"(Meryem, 20) dediği gibi, ırzını helâl haram her şeyden, tamamiyle korumuştur.

2) Cebrail (aleyhisselâm)'in üflemesinden. Çünkü, o Cebrail (aleyhisselâm)'i tanımadan önce onu, gömleğinin yakasından men etmişti. Birincisi daha evlâdır, çünkü lafızdan anlaşılan da budur.

Ruh Nefhetmenin Manası

Cenâb-ı Hakk'ın "Ki biz ona ruhumuzdan üflemiş" buyruğu ile ilgili olarak birisi şöyle diyebilir: Bedene rûh üflemek, onu diriltmek demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O halde ben onun yaratılışını bitirdiğim, ona ruhumdan üflediğim zaman" (Hicr, 29) buyurmuştu. Yani, "Ona hayat verdiğimde,dirilttiğimde" demektir.

Bunun böyle olduğu sabit olunca, Cenâb-ı Hakk'ın: "Ki biz ona ruhumuzdan üflemiştik" ifadesi, apaçık bir müşkillik arzetmiş olur. Çünkü bu ifade, Meryem (aleyhisselâm)'ın, ihya edilip hayatiyete kavuşturulduğunu gösterir. Buna birkaç bakımdan cevap verebiliriz:

1) Bu: "Biz, o ruhu, Meryem (aleyhisselâm)'daki İsa (aleyhisselâm)'ya üfledik. Yani: "İsa (aleyhisselâm)'ı Meryem (aleyhisselâm)'ın karnında dirilttik, hayat verdik" demektir. Nitekim, kaval çalan bir kimse: "Onun evinde kavala üfiedim, kaval çaldım" manasında olmak üzere, "Falancanın evinde üfiedim" der.

2) Bu: "Meryem'e üfleme işini biz, ruhumuz vasıtasıyla yaptık" demektir. Rûh, Cebrail (aleyhisselâm)'dır. Çünkü Cebrail (aleyhisselâm), Meryem (aleyhisselâm)'ın yakasından üflemiş, o üfleme işi de onun, karnına varmıştır.

Meryem (aleyhisselâm)'ın Kudrete Delil Olması

Sonra Cenâb-ı Hak, Meryem (aleyhisselâm)'a tahsis ettiği mucizeleri en öz bir ifadeyle beyan ederek, yöndendir.

a) Herhangi bir erkek bulunmadan onda, hamileliğin zuhur etmesi. Böylece bu, örfün dışında kalan harikulade bir ayet ve mucize olmuş olur.

b) Onun rızkını, meleklerin cennetten getirmesi. Nitekim Zekeriyya (aleyhisselâm)'ın "Bu sana nerden (geliyor?)" sorusuna o "Allah katından"(Al-i İmran.37) diye cevap vermiştir.

c-d) Hasan el-Basrî şöyle der: "Meryem (aleyhisselâm), hiçbir zaman meme emmemiş ve tıpkı, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ın konuştuğu gibi, o da çocuk iken konuşmuştur."

Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ın, mucize oluş yönlerine gelince, bunun açıklaması daha önce geçmişti. Böylece Cenâb-ı Hak, bu ikisini, onlara hassaten vermiş olduğu mucize ve ibretler hususunda, insanlar için, düşünüp de bu sayede, kendisinin kudret ve hikmetine istidlalde bulunabilecekleri bir ayet kılmış olduğunu beyan etmiştir. Buna göre şayet, Tıpkı "Geceyi ve gündüzü iki ayet kıldık" buyurduğu gibi, bu ifade de, (bir ayet) yerine (iki ayet) denilmeli değil miydi?" denilirse, biz deriz ki: Bu, onların ikisinin birden durumunun tek bir ayet ve mucize olmasından dolayıdır. Bu tekbir ayet de, Hazret-i Meryem (aleyhisselâm)'ın, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ı babasız doğurmasıdır.

Kıssaları burada sona emiştir.

Din Birliği

92

Âyetin tefsiri için bak:93

93

Muhakkak ki, bu sizin ümmetiniz,tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde, sadece bana kulluk edin. Fakat onlar aralarında, işlerinde parça parça oldular. Hepsi yine de ancak Bize döneceklerdir".

Keşşaf Sahibi şöyle demiştir: "Ayetteki (ümmet), sözü millet manasında olup, bu da, İslâm dinine bir işarettir. Buna göre mana, "İslâm dini üzerinde olmanız, gereken dininizdir. Ona, farklı değil, tek bir millet olarak işaret edilir. Ben de sizin tek ilâhınızım... O halde ancak bana ibadet ediniz" şeklinde olur." Hasan el-Basrî, (......) kelimesini, (......) kelimesinden bedel tutarak mansub kılmış (......) kelimesini haber yaparak merfû okumuştur. Yine ondan, her ikisini de haber kabul ederek, merfû okuduğu yahutta ikincisi için, başka bir mübtedâ takdir ettiği de rivayet edilmiştir.

Tefrikanın Haramlığı

Cenâb-ı Hakk'ın, "Fakat Onlar aralarında, işlerinde parça parça oldular" ifadesinin asıl anlamı siz aramızda, işlerimizde paramparça oldunuz" şeklindedir. Ancak ne var ki söz, "iltifat" sanatından dolayı, gâib sığasına çevrilmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, onların yaptıkları fesatları sonuna kadar nakletmiş, onlar nezdindeki bu işleri kınamış ve müslümanlara da "Falancaların irtikâb ettikleri cürmün büyüklüğüne bakmaz mısınız?" demiştir. Buna göre mana, "Onlar, dinlerini aralarında tıpkı, bir topluluğun ara yerdeki bir şeyi paramparça ederek dağıtıp, bir kısmını ötekine, bir kısmını da berikisine pay olarak vermeleri gibi, paramparça ettiler" şeklinde olur. Bu onların dinleri hususunda ihtilaf etmiş olduklarının ve muhtelif fırka ve gruplara ayrılmış olmalarının bir tasviridir.

Cenâb-ı Hakk'ın "Hepsi yine de ancak Bize dönücülerdir' buyruğuna gelince Allah bu muhtelif grupları er ya da geç Kendisine dönecekleri ve böylece de, kendilerini hesaba çekip yaptıklarının karşılığını vereceği vakasıyla tehdit etmiştir.

72 Fırka Hadisi

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "İsrailoğulları, yetmişbir fırkaya ayrıldılar. Derken, yetmişi helak olup birisi kurtuldu. Benim ümmetim de yetmişiki fırkaya ayrılacaktır. Böylece, yetmişbiri helak olacak tek birisi kurtulacaktır" Bunun üzerine ashâb, "Ey Allah'ın Resulü! O kurtulan taife hangisidir?" dediklerinde de O: "(Benim ve ashabımın yolundan ayrılmayan) cemaat cemaat cemaat!" diye buyurdu. Böylece bu hadiâle, Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakkak ki, bu sizin ümmetiniz" buyruğu ile kasdedilen, O'nun bu sûrede beyan ettiği, tevhide ve nübüvvete sımsıkı sarılan cemaat olduğu Hazret-i Peygamber'in, kurtulan taife hakkındaki "Cemâat" sözüyle de, iman eden ümmete işarette bulunulduğu ortaya çıkmış olur. Aksi halde, "fırka-i nâciye" (kurtulan fırka)yı tarif için kutlandığı cemaat sözü, manasız olmuş olur. Çünkü, hak olsun veya batıl olsun, bir şeye sımsıkı sarılan kimseler de, sayı itibariyle cemaattirler. Bazıları, bu haberin sıhhatini eleştirerek şöyle demişlerdir: Hazret-i Peygamber bu yetmişiki fırka ile, dinlerin itikadîtemel meselelerini (itikad esaslarını) kastetmişse, bu dinler bu kadar sayıya baliğ olmaz. Yok eğer bununla, fürû meselelerini kastetmişse, bunlar bu sayıyı kat kat aşarlar. Bu hadisin tam aksinin de rivayet edildiği söylenilmiştir ki, bu da, tek bir fırka hariç diğerlerin tamamının kurtulacağı şeklindedir.

Cevap: Bu hadisten kastedilen, "ümmetim herhangi bir hususta ihtilaf edecek ve ayrılacak" şeklinde olup, bunda o ümmetin diğer hususlarda, hadiste belirtilen savıdan ne daha fazla ne de eks.k olmayacak bir biçimde ihtilaf edeceğine bir delâlet

Ahir Zaman, Yecûc ve Me'cûc

94

Âyetin tefsiri için bak:97

95

Âyetin tefsiri için bak:97

96

Âyetin tefsiri için bak:97

97

"O halde, kim mümin olarak iyi amellerden bir şey yaparsa, onun sayinin karşılığı şükran olacaktır), küfrân (ve mahrumiyet) değil. Biz onu hiç şüphesiz kaydetmekteyiz. Helak ettiğimiz bir memleket (ahalisinin), hakikaten, (mahşere) dönmemeleri imkansızdır. Nihayet Ye'cûc ve Me'cûc (un seddi) açılıp da her tepeden saldıracakları ve gerçek va'd olan (kıyamet) yaklaştığı vakit işte o zaman o küfredenlerin gözleri hemen belerip kalacak, "Eyvah bizlere! Doğrusu biz bundan gaflet içinde idik... Hayır, hayır biz zalim kimselerdik!" diyeceklerdir".

İşlerin Kaydedilmesi

Bil ki, Cenâb-ı Hak (c.c), daha önce ümmetin durumunu, onların paramparça olduklarını ve hepsinin de, sadece kendi emrinin geçerli olduğu yere döneceklerini beyan edince, bunun peşinden "O halde. mümin olarak iyi amellerden bir şey yaparsa, onun sayinin (karşılığı şükran olacaktır). Küfran (ve mahrumiyet) değil" ifadesini getirmiş, "mümin olma" ile "Salih amelde bulunma" işini birlikte yapanların gayretlerinin inkâr edilmeyeceğini, yani amelin mükafaatının batıl olmayacağını beyan buyurmuştur. Bu demektir ki, birinci ifadeye Allah'ı ve Resulullâh'ı bilip tasdik etmek, ikinci ifadeye de, emredilenleri yapmak, nehyedilenlerden sakınmak dahil olur. Bu ifade, tıpkı "Kim de mümin olarak ler, onun için bir gayret ile çalışırsa, işte onların çalışmaları meşkûr (ve makbul) olur" (isra, 19) ayeti gibidir. O halde "küfrân" mükafattan mahrum olmayı, "şükür"de, mükafatın verilmesini temsil eden birer tabirdir. Ayetteki ifadesiyle en son sınırı ifade etsin diye, cinsin nefyedilmesi kasd edilmiştir Çünkü mahiyet 'in nefyedilmesi, o mahiyetin bütün fertlerinin nefyedilrnesini de gerektirir.

Cenâb-ı Hakk'ın (......) buyruğu ile "Biz onun sa'yû gayretini kaydetmekteyiz" manası kastedilmiştir. Bununla, "Kendisine karşılık ve mükafaat verelim diye, onu zaptedici ve koruyucularız" manasının kastedildiği de ileri sürülmüştür. Bunun, "Biz, ya Levhi mahfuza ya da kıyamet günü kendilerine sunulacak olan amel defterlerine yazmaktayız" manasında olduğu söylenmiştir ki, bununla, kulları Allah'ın taatine sımsıkı sarılmaya teşvik etmek kastedilmiştir.

Haram Burada Vacib Anlamındadır

Cenâb-ı Hakk'ın "Helak ettiğimiz bir memleket (ahalisinin) hakikaten (mahşere) dönmeleri imkansızdır" ifadesine gelince, bil ki (......) kelimesi mutlaka mübteda olması gereken bir haberdir. Bu mübtedâ ise, ya Cenâb-ı Hakk'ın ifadesidir. Veyahut, başka bir şeydir. Birinci ihtimale gelince, kelamın takdiri "Oların dönmemeleri haram, yani imkansızdır" şeklinde olur. Onların dönmemeleri inkansız olunca da, dönmeleri vâcib ve zorunlu olmuş olur. Binâenaleyh, bu "dönme" ile, ya ahirette, ya da dünyaya dönmeleri kastedilmiş olur. Birincisine gelince, mana "Onların ahirette iken, hayata dönmeleri gerekli ve vacibtir" şeklinde olur ki bununla öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlerin görüşünün ibtal edilmesi kastedilmiştir. Yukarda geçenleri özetlersek diyebiliriz ki, hiçkimsenin o sa'yü gayreti karşılıksız bırakılmayacaktır. Çünkü Cenâb-ı Hak o kimseye kıyamet gününde yaptıklarının karşılığını verecektir. Bu, Ebu Müslim İbn Bahr'in yaptığı açıklamadır. İkincisine gelince mana, "Onların dünyaya dönmeleri vacibtir" şeklinde olur. Ancak, malum olan ve bilinen, dünyaya dönmeyecekleri hususudur. İşte bu noktada müfessirler şu iki izahı yapmaktadırlar.

1) "Haram" kelimesi, bazan "vacib, gerekli" manasını ifâde eder. Bunun bu manaya gelmesinin delili ise hem ayet, hem kullanış,hem de şiirdir. Ayetten delili Cenâb-ı Hakk'ın "de ki: Gelin üzerinize Rabbinizin neleri gerekli kıldığını ben okuyayım: Ona hiçbir şeyi ortak kılmayın"(En'âm, 151) ayetidir. Çünkü şirki terketmek ve şirk koşmamak haram değil, vacibtir. Şiirden delili ise, Hansâ'nın şu beyitidir:

"Dehrin, hüznüne ağlamadığını gördüğüm vacib bir iş varsa, (o da şudur ki) Ben, Amr'a ağladım" Yani demektir. Kullanış bakımından delili ise şudur: İki zıddan birini, diğerinin adıyla isimlendirmek, meşhur ve yaygın bir mecazdır. Bu Cenâb-ı Hakk'ın meselâ, "Bir kötülüğün karşılığı, onun gibi olan bir kötülüktür" (Şura, 40) ayetinde olduğu gibidir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, o zaman ayet-i kerimenin ifade ettiği mana, "Helak ettiğimiz bir belde ahalisinin dönmemeleri vacibtir" şeklinde olur.

Daha sonra alimler, bu "dönme"nin ne demek olduğu hususunda şu iki hususu zikretmişlerdir:

a) "Onlar, şirklerinden dönmeyecekler, ondan yüz çevirmeyecekler" Bu, Mücahid ve Hasan el-Basri'nin görüşüdür.

b) "Onlar, dünyaya dönmeyecekler" Bu da, Katâde ve Mukâtil'in görüşüdür.

2) Ayetteki (......) ifadesinin zahiri üzere bakılıp, (......) ifadesindeki (......)nın tıpkı "Secde etmemen(i mûcib olan, secde etmek)den seni men eden neydi?" (Araf, 12) ifadesindeki ma'nın zâid, sıla olması gibi, sıla (zâid) kabul edilmesidir. Buna göre mana, "Helak ettiğimiz belde ahalisinin dünyaya dönmeleri naramdır" şeklinde olur. Böylece de bu ayet tıpkı, "Bunlar bir vasiyette bile bulunamazlar" (Hatta o vakit) ailelerine dahi dönecek değildirler" (Yasin, 50) ayeti gibi olmuş olur. Yahut da mana, "Onların, şirk ve iman etmemekten dönmeleri haramdır" şeklinde olur. Bu, bir kısım müfessirin görüşüdür. Bütün bu manalar, biz Cenâb-ı Hakk'ın ifadesini, O'nun ifadesinin haberi kabul ettiğimizde söz konusudur. Ama bu ifadeyi, başka bir şeyin benzeri kabul ettiğimizde, kelamın takdiri "Helak ettiğimiz durumda, bir şehir halkına bu haramdır" şeklinde olur. Bu takdirde "bu" ifadesi, bu önceki ayette bahsedilen, amel-i salih ve inkâr edilmeyen ve başlıksız bırakılmayan gayrete şaret olmuş olur. Daha sonra da, Cenâb-ı Hak bunun sebebini belirterek: "Çünkü onlar, küfürlerinden dönmeyeceklerdir. O halde bu daha nasıl haram ve imkansız olmaz?" buyurmuştur. Bu, kesre ile innehüm şeklinde okunmasına göredir. Fetha şeklinde okunması halinde de bu manaya hamledilmesi doğru olur.

Hatta Edatının Manası

Cenâb-ı Hakk'ın Nihayet, Ye'cüc ve Mecûc (un seddi) açılıp da her tepeden saldıracakları ve gerçek va'd olan (kıyamet) yaklaştığı vakit, işte o zaman o küfredenlerin gözleri hemen belerip kalacak" buyruğuna gelince, bununla igili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu ifâdenin başındaki (Hatta) edatı hardmun lafzına müteallıktır. Ebu Müslim Ibn Bahrin yaptığı izaha göre mana: "Onların ahirete dönmeleri vacibtir. Hatta bu dönüşün kesinliği nihayet Ye'cûc ve Me'cûc'un şeddinin açılıp da, her tepeden saldırarak, gerçek va'd olan kıyametin yaklaşıp, küfredenlerin gözlerinin hemencecik balermesi derecesine varıp dayanır" şeklinde olur. Bu da: 'Onlar, kıyamet meydanına ilk getirilecek kimseler olurlar" demektir. Buna göre hatta kelimesi harâmun lafzına taalluk ve onun son sınırı, (gayesi) olmuş olur. Ancak ne var ki bu, bir şeyin son noktasının yine kendi cinsinden olması kabilindendir. Bu, mesela senin Hacılar girdi, hatta yaya olan hacılar bile" demen gibidir. halde, buradaki hatta kendisinden sonra bir kelâmın nakledildiği hattadır Nakit dilen kelâm ise, işte bu şart ve onun cezasından meydana gelen cümledir ki ben bununla, "Nihayet, Ye'cûc ve Me'cûc'un şeddi açılıp da... Gerçek va'd olan kıyamet yaklaştığında, işte o zaman küfredenlerin gözleri belerip kalır" ifadesini kastediyorum. Halbuki bu, caiz değildir. Çünkü şart, dünya günlerinin sonunda, ceza ise kıyamet gününde tahakkuk edecektir. Halbuki, şart ve cezanın, mutlaka birbirlerine yakın olmaları gerekir. Biz deriz ki: Bu azıcık farklılık, yok hükmündedir, sayılmaz. Diğer açıklamalara göre mana, "Onların dönmelerinin imkansız oluşu, kıyamet kopuncaya kadar sürecektir" şeklinde olur.

İkinci Mesele

Ayette geçen ifadesi, "Ye'cûc ve Me'cûc'un şeddi açıldığında" manasındadır. Böylece, muzaf hazfedilmiş ve muzaf hazfedildiği için (......) fiiline müenneslik alâmeti olan o harfi getirilmiştir. Çünkü, Ye'cûc ve Me'cûc kelimeleri, "iki kabile" anlamında olmak üzere, müennes iki kelimedirler. Kelamın takdirininşeklinde olduğu da ileri sürülmüştür.

Ye'cûc ve Me'cûc

Ye'cûc ve Me'cûc insan cinsinden olan iki kabiledir. Nitekim, "insanlar, on kısımdır. Bunlardan dokuzu, sed açıldığında meydana çıkacak olan Ye'cûc ve Me'cûc'dur" denilmiştir.

Dördüncü Mesele

Allah'ın, doğrudan doğruya o şeddi açacağı ileri sürüldüğü gibi, "Hayır, Allahü teâlâ yeryüzünü paramparça edince, yeryüzünün unsurlarındaki katılık ve sertlik zail olacak; işte bu durumda da sed açılıp çözülecek" denilmiştir.

Cenâb-ı Hakk'ın "Her tepeden saldıracaklar" ifadesine gelince bu, söz arasında getirilen bir ara cümledir. Buna göre mana, "Ye'cûc ve Me'cûc'un şeddi çözülüp hak olan va'd de yaklaştığında, kafirlerin gözleri belerir" şeklinde olur. Hadeb yerdeki çıkıntı demektir. Nitekim, Hadebetu'l-ard veya hadebetu'z-zahr yerdeki tepe,sırttaki çıkıntı, kambur" denilir. İbn Abbas (radıyallahü anh), Cenâb-ı Hakk'ın, "Artık bakarsın ki, onlar kabirlerinden (kalkıp) Rablerine doğru koşup gidiyorlar" (Yasin.-51) buyruğunu nazar-ı dikkate alarak, şeklinde de okumuştur. Sin'in dammesiyle yensülûn şeklinde de okunmuştur. (Nesele) ve (Asele) kelimeleri, "hızlıca gitti koştu" anlamındadırlar. Sonra, bu ifadeyle ilgili şu iki açıklama yapılmıştır:

a) Müfessirlerin ekserisi, bu ifadenin başındaki (hum) zamirinin, Ye'cûc ve Me'cûc lafızlarına râcı olduğu kanaatindedirler.

b) Mücahid ise, "bunun, bütün mükelleflere raci olduğunu" söylemiştir. Yani, "O mükellefler, kabirlerinden, bulundukları her yerden çıkarlar ve hesap durağında, (meydanında) toplanırlar" demektir. En uygun olanı birincisidir. Aksi hade, nazm bozulur. Bir de, hadiste rivayet olunduğuna göre, Ye'cûc ve Me'cûc çoğaldığı zaman, mutlaka yayılacaklardır. Böylece de, her yüksek tepeden insanların karşısına çıkıp görüneceklerdir.

Cenâb-ı Hakk'ın "Ve gerçek va'd olan (kıyamet) yaklaştı" beyanına gelince, bahsedilen bu va'din, kıyamet günü olduğunda şüphe yoktur.

İza Edatı Hakkında

Ayetteki ifadesine gelince bil ki, buradaki iza "mufâce'e ifade eden iza dır. böylece "va'd edilen zaman", mecazî olarak va'd olarak isimlendirilmiştir. İza harfi, ceza makamında fâ yerine kullanılır. Bu mesela, "Bir de bakarsın ki, ümitsizliğe düşerler"(Rum, 36) ayetinde böyledir. Ama, iza ile beraber fâ da geldiğinde, cezâ'nın şart'a bağlanması hususunda adetâ yardımlaşırlar, böylece de mana, kuvvetlenmiş olur. Binâenaleyh, şayet veyahutta denilmiş olsaydı yine doğru oturdu.

Buradaki (hiye) lafzına gelince, nahivciler bu hususta şu üç izahı yapmışlardır:

a) Bu, ebsar kelimesine râcidir. Buna göre mana, "kafirlerin gözlerine gelince, onların gözleri belerir, dışarı fırlar" şeklinde olur. Böylece, önce, gözlere raci olacak zamir getirilmiş sonra da, zamirin mercii, zamir isim olarak getirilmiştir.

b) Bunun mübtedâ olması... Bunun yerine huve zamiri de getirilebilir. Buna göre, bu tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın "Şüphesiz ki Ben, Allah'ım" (taha, 14) ayeti gibidir. Keza "Şüphesiz ki, gözler kör olmaz" (Hac, 46) ayeti de gözler kelimesi müennes olduğu için zamirin müennes olması caiz olduğu gibi, mübtedâ oluşundan dolayı müzekker olması da caizdir. Bu, Ferrâ'nın görüşüdür. Sibeveyh ise, "Bir de bakarsın ki hadise, gözlerinin belermesi şeklindedir" manasında olmak üzere, zamirin "kıssa" ya raci olduğunu söylemiştir. Yani, "şüphesiz ki hadise, kâfirlerin gözlerinin bu esnada belermesidir"demektir. Buna göre cümlenin manası, "Kıyamet koptuğundan, o kimsenin gözleri belerip, o günün şiddetinden ve korktukları şeyin tahakkuk etmesinden ötürü, neredeyse gözlerini kırpamazlar ve derler. Yani, "Dünyada, onu yalanladığımız ve, bu dirilmenin meydana gelmesi mümkün değildir" dediğimiz için, Eyvan bizlere! Doğrusu biz bundan gaflet içinde idik. Doğrusu biz, o gafletimiz ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i yalanlayarak putlara tapmamız sebebiyle kendimize zulmetmişiz! (derler)" demektir. Bil ki, "Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifadesinden önceki şeklinde olan bir hazf bulunmaktadır.

Putlar ve Onlara Tapanlar Cehennemdedir

98

Âyetin tefsiri için bak:100

99

Âyetin tefsiri için bak:100

100

"Siz de, Allah'dan başka taptıklarınız da hiç şüphesiz ki cehennem odunusunuz... Siz, oraya gireceksiniz. Eğer onlar mabutlar olsalardı, oraya girmeyeceklerdi. Hepsi de orada ebedi kalıcıdırlar. Orada onlar için, inim inim inleme bulunur- Bunlar, orada da duymayacaklardır".

Bil ki ifadesi, Mekke müşriklerine ve putperestlere yöneltilen bir hitabtır.

İbnu'z-Ziba'ra'nın İddiası

Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'tan başka taptıklarınız" ifadesine gelince: Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Kureyş'in ileri gelenleri "Hatim"de iken Mescid'e girdi. Ka'be'nin etrafında da, üçyüzaltmış put vardı. Derken, onların yanına oturdu. Kendisine Nadr İbn el-Haris sataşınca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onunla konuştu ve onu aciz bıraktı. Sonra da onlara: "Siz de, Allah'ı bırakıp tapmakta olduklarınız da, hiç şüphesiz ki cehennem odunusunuz" ayetini okudu. Derken, Abdullah İbn ez-Ziba'râ çıka geldi ve o Kureyşi, birbirleriyle fısıldaşarak konuşur bir vaziyette gördü. Bunun üzerine: "Hangi konuda böyle dalmış konuşuyorsunuz?" dedi. Velid İbn Muğire ona Hazret-i Peygamberin onlara söylediği sözü haber verdi. Bunun üzerine Abdullah İbn ez-Ziba'râ: "İyi biliniz, Allah'a yemin ederim ki, şayet ona rastlasaydım, onu sustururdum" dedi. Kureyş de, Hazret-i Peygamberi çağırdı. Derken, İbnu'z-Ziba'râ: "Bunu sen mi söyledin?" deyince, Hazret-i Peygamber: "Evet" diye cevap verdi. O, "Kabe'nin Rabbine yemin olsun kî, şimdi seni yendim" diyerek sözüne şöyle devam etti: "Yahudiler Uzeyr'e, Hristiyanlar, İsa'ya, Muleyhoğulları da meleklere tapmamışlar mıdır?" Sonra bu konuda şu iki rivayet nakledilmiştir.

Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm)'ın Cevabı

Birinci rivayet: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bunun üzerine sustu. Cevap vermedi. Derken, Kureyş topluluğu buna güldü. İşte bunun üzerine de, "Meryem oğlu bir mesel olarak (öne) atılınca, hemen senin kavmin bundan dolayı gülüyorlar. Dediler ki: "Bizim Tanrılarımız mı hayırlı, yoksa O mu?" Bunu sana başka bir maksatla değil, sırf münakaşa kasdıyla getirdiler. Daha doğrusu onlar, çok düşman bir kavimdir" (Zuhruf, 57-58) ayetiyle, Hazret-i İsa (aleyhisselâm) ve melekler hakkında, "Şüphe yok ki, kendileri hakkında bizden en güzel (bir seâdet) hükmü geçmiş olanlar" (Enbiya, 101) ayeti nazil oldu. Bu, İbn Abbas'ın görüşüdür.

İkinci rivayet: Hazret-i Peygamber cevap verdi ve: "Hayır, onlar şeytanın emrettiği şeylere taptılar" dedi. Bunun üzerine de Cenâb-ı Allah, Hazret-i Uzeyr'i. Mesih'i ve melekleri kastederek: "Şüphe yok ki, kendileri hakkında bizden en güzel (bir seâdet) hükmü geçmiş olanlar" ayetini indirdi.

Bil ki İbnu'z-Zeba'râ'nın sorusu, aşağıdaki açılardan sakıt ve geçersizdir:

1) Cenâb-ı Hakk'ın, "Siz de" ifadesi, şifahi bir hitab olup Mekke müşriklerine karşı yapılmıştır ki, Mekke müşrikleri de sadece putlara tapıyorlardı. Bu muhataplar bakımından İsa ve Uzeyr (aleyhisselâm) söz konusu değildir.

2) Hazret-i Paygamber .. "Taptığınız kimseler" şeklinde okumamış, tam aksine "taptığınız şeyler" şeklinde okumuştur. Halbuki ma kelimesi akıl sahiplerini içine almaz. Cenâb-ı Hakk'ın (Şems, 5) ve (Kâfırûn. 2) buyruklarındaki mâ lafızlarına gelince, bunlar "şey" manasına hamledilmişlerdir. bu ifadelerin, bu ayetteki benzeri olan ifade şekli ise, "Siz ve Allah'dan başka taptığınız şeyler" denilmesidir. Fakat "şey" lafzı, umûm ifade etmez. Binâenaleyh, İbnu'z-Ziba'ra'nın böyle bir soru yöneltmesi anlamsız olmuş olur.

3) Meleklere tapanlar, onların ilâh olduklarını iddia etmemişlerdir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Eğer onlar mabutlar olsalardı, oraya girmeyeceklerdi" buyurmuştur.

4) Farzedelim ki, umûmluk sözkonusu olsun. Ancak ne var ki bu umumilik, bu zâtların günah ve masiyetlerden beri olup, Allahü teâlâ'nın da onlara her türlü ikramda bulunmayı vadetmiş olmasından dolayı -ki bu va'd'de Cenâb-ı Hakk'ın "Şüphe yok ki kendileri hakkında bizden en güzel (bir seâdet) hükmü geçmiş olanlar, işte bunlar cehennemden uzaklaştırılmışlardır" (Enbiya. 101) ifadesinden anlaşılmaktadadır-, Melekler Hazret-i Isa (aleyhisselâm) ve Hazret-i Uzeyr (aleyhisselâm) hakkında aklî ve naklî delillerle tahsis edilmiştir.

5) Hazret-i Peygamber'in, "Onlar, şeytanlara tapıyorlardı" şeklinde vermiş olduğu Cevaba gelince, bu durumda ma lafzı onları kapsamına almadığı, şeytanların akıllı oldukları ileri sürülecek olursa, Hazret-i Peygamber nasıl olmuş da bunu söylemiştir?" denilirse, biz deriz ki: Hazret-i Peygamber sanki "Şayet, sizin için bu ifadenin akıllıları da içine aldığı söz konusu ise, yine işte bu açıdan da sizin böyle bir sorunuz gereksizdir" demek İstemiştir.

Ama Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, İbnu'z-Ziba'râ bu soruyu sorduğunda cevap verememiş olduğunun ileri sürülmesine gelince, bu yanlıştır. Çünkü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), en azından müfessirlerin ileri sürdüğü bu cevapları verebilecek bir durumdaydı. Zira Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hem dili hem de Kur'ân'ın tefsirini, onlardan daha iyi biliyordu. Binâenaleyh, daha nasıl peygamberden başkası böyle cevaplar verebilsin de, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunlardan hiçbir cevabı öne süremesin!

Buna göre eğer, "Bu görüşte olanlar, Hazret-i Peygamber'in Cenâb-ı Hak tarafından bir beyânın gelmesini beklemesinden dolayı sorduğunu söylemişlerdir" denilirse, biz deriz ki: Gerekli açıklamanın yapılmasının mümkün olduğu yerde, o hususta soruya cevap verilemedi şeklinde bir vehme düşülmesin diye, onun sükut etmesi doğru olmazdı. Bazı kimseler de, İbnu'z-Ziba'ra "Allahü teâlâ, o putperestler için cehennemde, taptıkları şeyin şekline benzeyen bir melek tasvir eder" demişler ve: "Böyle mâna vermemiz halinde ayet de, zahiri üzere kalmış olur" diyerek ilave etmişlerdir. Bil ki bu da, şu iki açıdan zayıftır.

a) Kureyş topluluğu o şekillere tapmamışlar, onlar ancak ateşte kendileriyle birlikte bulunmayan başka bir şeye tapınışlardır.

b) Meleğin, her ne kadar cehenneme girmesi mümkün olsa dahi, gerçekte ise cehennemin kütüğü olmaz... Çünkü, cehennemin kütüğü olmadıkları halde, cehennem bekçileri olan melekler, oraya girerler.

Putlarla Âbidlerinin Beraberliğinin İzahı

Onların, Kanlarıyla birlikte zikredilmelerinin hikmeti şunlardır:

1) Onlar, onlarla içice oldukları için, gam ve kederleri daima artacaktır. Çünkü onlar bu azaba, onlar sebebiyle duçar olmuşlardır. Düşmanın yüzüne bakmaksa, bir tür azâb kapısıdır.

2) O topluluk, o taptıkları şeylerin, ahirette kendilerinden azabı savuşturma hususunda kendilerine şefaatçi olacaklarını zannedip düşünmüşlerdir. Binâenaleyh, durumun düşündüklerinin tersine olduğunu gördüklerinde hiçbir şey onları bu kadar öfkelendirmemiştir...

3) O tapılan şeylerin cehenneme atılmaları, kendilerine tapanlarla adeta alay etmek yerine geçmiş olur.

4) Tapılan o şeylerden taş veya demir olanların, kızdırılarak kendilerine tapanların gövdelerine yapıştırıldığı, kütükten olanların ise, kor haline getirilerek, onunla kendisine tapanlara azâb edileceği de söylenmiştir.

"Cehennem Odunu" Tabiri

Cenâb-ı Hakk'ın "Cehennem odunu" ifadesine gelince, bununla onların cehenneme atılacakları kastedilmiştir. Böylece Allah, onları kendisiyle bir şeyin taşlandığı çakıl taşlarına benzetmiştir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak onları tıpkı bir çakıl taşının atılması gibi, cehenneme atınca teşbih yoluyla onları cehennemin kütükleri gibi addetmiştir. Keşşaf Sahibi şöyle der: hasab kelimesi "atmak" anlamındadır. Bu ifâde, masdaria vasfetmek için, sâd harfinin sükunuyla, hasb şeklinde de okunmuştur. Yine bu kelime hareketi ve sakin olarak hem tî hem de dâd harfiyle, (Hatab) ve (Hadab) şeklinde de okunmuştur.

Cenâb-ı Hakk'ın "Siz oraya gireceksiniz" hitabına gelince bu badedeki Leha kelimesinde lâm edatının kullanılması bunun mütealtakı ndan irce gelmesinden dolayıdır. Nitekim sen "Sen, Zeyd'in dövenisin" dersin. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı (Mümin, 8) ve (Mümin, 5) ayetleri gibidir. Buna göre ayetin manası, "sizler o cehenneme giricilersiniz, gireceksiniz" şeklinde olup bu da, "sizler mutlaka oraya gireceksiniz ve oradan kurtuluş çareniz yok" demektir.

Mabudun Cehenneme Girmesi Meselesi

Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer onlar mabutlar olsalardı. oraya girmeyeceklerdi" ifadesine gelince, bil ki hitabı, ihtiva ettiği ma lafzından dolayı putlara, bu söz ise içindeki ifadesinden dolayı şeytanlara uygun düşen bir sözdür. Bununla hem şeytanların hem de putların kastedilmiş olmaları,tağlib üslûbu ile putlar hakkında akıllı varlıklar için kullanılan zamirinin kullanılmış olması da muhtemeldir. Böylece Allahü teâlâ, cehenneme atılanların ilâh olamayacaklarına dikkat çekmiştir.

Burada şöyle bir soru sorulabilir: "Onun, "Eğer onlar mabutlar olsalardı, oraya girmeyeceklerdi..." Ancak ne var ki, onlar oraya girmişlerdi. O halde onlar, ilâh değillerdir!" şeklindeki sözü bir hüccettir. O bu hücceti, ya kendisi için, yâ da başkaları için getirmiştir. Eğer bunu kendisi için getirmişse, bunun manası yoktur. Çünkü o, onların ilâh olamadıklarını zaten biliyordu. Yok eğer o, bunu başkası için getirip zikretmişse, o bu delili, ya kendisinin peygamber olduğunu tasdik edenlere, ya da yalanlayanlara getirmiştir. Eğer o bu delîli, peygamberliğini doğrulayanlara getirmişse, şöyle bir delil getirmeye gerek yok. Çünkü onun nübüvvetini tasdik eden hiç kimse, bu putların ulûhiyyetini söylememiştir. Yok, eğer o bu delilini, kendisinin nübüvvetini yalanlayanlara karşı getirmişse onu bu yalanlayanlar, ilâh kabul edilen o putların cehenneme gireceklerini kabul etmez, peygamberi de bu hususta yalanlar. Binâenaleyh, bu delilin getirilmesi, her halükârda boşa gitmiş olur. Hem, o putların ilâh olduklarını söyleyenler, onların bu âlemin müdebbiri olduğuna inanmamışlardır. Aksi halde, deli olmaları gerekir. Tam aksine onların yıldızların heykelleri ve şefaat edenlerin timsalleri olduklarına inanmışlardır ki bu da, bunların cehenneme girmelerine mani değildir."

Buna şu şekilde cevap verilmiştir: Müfessirler şöyle demişlerdir: Bu ayetin manası, Şayet onlar, yani o putlar gerçekte ilâh olsalardı onlar oraya onlara tapanlar o cehenneme girmezlerdi" şeklindedir.

Cenâb-ı Hak (c.c), o azabı şu üç şeyle vasfetmiştir:

a) Ebedî olma... Çünkü Allah "Hepsi de orada ebedî kabadırlar" buyurmuştur.

Yani, "Tapanlar da tapılanlar da." Bu, "Sizde, Allah'dan başka taptıklarınız da hiç şüphesiz ki cehennem odunusunuz" ayetinin tefsiridir...

b) Cenâb-ı Hakk'ın "Orada onlar için, inim inim inleme bulunur" ayetinin ifade ettiği husus. Hasan el-Basrî şöyle der: "Zefîr, hararet, sıcaklık demektir. Yani onlar, cehennemin alevi sebebiyle yükselirler. Yükselip de çıkacakları zehabına kapıldıklarında, demir topuzlarla (başlarına) vurulur da, derinliği yetmiş yıl olan cehennemin dibine doğru yuvarlanırlar." Halil ise, "Zefir, kişinin göğsünü gam ve kederle doldurup, derin bir biçimde nefes vermesidir" demiştir. Ebu Müslim de şöyle der: ifadesindeki lafzı, azaba duçar olan herkesi içine olan, umûmi bir ifadedir." Buna göre biz deriz ki: Onlar için yani azaba duçar olan herkes için, başlarına gelen şeyin şiddetinden dolayı, bir "zefir" vardır. Cenâb-ı Hakk'ın "Bunlar orada da duymayacaklardır" ifadesindeki hum (bunlar) zarhiri, tapılan putlara racidir. Yani, "O putlar, onların çığlıklarını ve şikayetlerini duyamazlar" demek olup, bu da, "Onlar onlara yardım edemezler" manasındadır. Bunun bir benzeri de, "Allah, duasını kabul etti" anlamında olmak üzere, "Allah kendisine hamdedeni duydu, yani hamdini kabul etti" ifadesidir.

c) Cenâb-ı Hakk'ın, "Bunlar, orada da duymayacaklardır" ayetinin ifade ettiği husustur.

Bu hususta şu iki izah yapılabilir:

1) Bu, Ebu Müslim'den de naklettiğimize göre, sadece putlara hamledilebilen bir ifadedir.

2) Bu, "kâfirlerde hamledilen bir ifadedir. Böyle olması halinde, bu da şu üç manaya gelebilir:

a) Kâfirler, azâbtarını artırmak için, kör olarak hasredildikten gibi, sağır olarak da hasredilirler.

b) Onlar, kendileri yararına olan şeyi duymazlar... Çünkü onlar ancak, azâb edilenlerin seslerini veyahutta, onlara azâb etmekte görevli meleklerin sözlerini duyarlar.

c) İbn Mesûd şöyle der: "Kâfirler, ateşten sandıklar için konurlar. O sandıklar da, başka sandık içine konur... Böylece de onlar, hiçbir şey duymazlar." Birinci izah, zayıftır. Çünkü cehennemlikler, cennetliklerin konuşmasını duyarlar. İşte bundan dolayı da, Cenâb-ı Hakk'ın Araf sûresinde de bahsettiği gibi (A'raf, 50), onlardan yardım talebinde bulunacaklardır.

Cennetliklerin Karşılanması

101

Âyetin tefsiri için bak:103

102

Âyetin tefsiri için bak:103

103

"Şüphe yok ki kendileri hakkında bizden en güzel (bir seâdet) hükmü verilmiş olanlar, işte bunlar oradan (cehennemden) uzaklaştırılmışlardır. Bunlar gönüllerinin dilediği (nimetler) içinde, ebedi yaşarlarken, onun gizli sesini bile duymazlar. O en büyük korku bunları asla tasaya düşürmez. Bunları melekler karşılayarak: "İşte, size va'd olunan gününüz bu gündür" (derler)".

Bil ki bazı kimseler, şunu iddia etmişlerdir: "İbnu'z-Ziba'râ, o soruyu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yöneltince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) susmuştu. Derken, Allahü teâlâ onun sorusunu cevaplandırmak için, bu ayeti indirdi. Çünkü bu ayet, o ayetten yapılmış olan bir istisna gibidir." Biz ise, bu görüşün yanlışlığını beyan ettik ve, İbnu'z- Ziba'râ'nın soru sormadığını onun sorusunu savuşturmak için bu ayetin inmesine gerek kalmadığını söyledik. Bunun böyle olduğu sabit olunca, burada geriye şu iki durum kalmaktadır.

1) Allah'ın âdetinin her ne zaman kâfirlerin ikâb ve cezasından bahsetse, onun hemen peşinden iyi kulların mükafatın beyânını getirmesi şeklinde olduğunu söylenmesidir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, o ayetin hemen peşinden, bu ayeti getirmiştir. Binâenaleyh bu demektir ki bu ayet, bütün müminler hakkında umûmi bir ifadedir.

2) Bu ayet, İbnu'z-Ziba'râ'nın sorusunu savuşturma hususunda bir tekid gibi olsun diye, bu hadise hakkında inmiştir. Sonra. "Nazar-ı dikkate alınan şey, sebebin hususiyeti değil, lafzın umûmi olmasıdır" diyenler -ki doğrusu da budur- bu ayeti umumiliği üzere bırakmışlardır. Binâenaleyh, melekler, Hazret-i İsa ve Uzeyr (aleyhisselâm) da, bu ayetin kapsamına girmiş olurlar, ayet sırf onlara tahsis edilmemiş olur. "Nazar-ı dikkate alınan sebebin hususiliğidir" diyenler ise, Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetteki ifadesini, sadece bunlara tahsis etmişlerdir.

Hüsnâ Kelimesinin İzahı Ayetteki

"... kendileri için bizden en güzel (bir seâdet) geçmiş olanlar" ifadesine hakkında Keşşaf Sahibi şöyle der: "Hüsnâ, üstün haslet ve özellik demektir. Hüsnâ kelimesi Ahsen kelimesinin müennesi olup, ya seâdet ve mutluluk ya mükafaattn müjdelenmesi, veyahutta tâata muvaffak kılmak anlamındadır." Netice olarak diyebiliriz ki: "Afv"ın olacağını kabul edenler, ayetteki bu kelimeyi "afvın va'dedilmesi", kabul etmeyenler ise, "mükafatın va'dedilmesi" manasında almışlardır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak (c.c), onların mükafaatlarının durumuna dair şu beş şeyi açıklamıştır.

1) Cenâb-ı Hakk'ın "işte bunlar, oradan (cehennemden) uzaklaştırılmışlardır" ayetinin ifade ettiği husustur. Binâenaleyh, afvın olacağını söyleyenler, ayete, "onlar o cehennemden çıkarılacaklardır" manasını vererek, mananın bu şekilde olduğuna dair de şu iki hücceti getirmişlerdir.

a) Cenâb-ı Hak, "Sizden hiçbiriniz müstesna olmamak üzere, mutlaka oraya uğrayacaktır" (Meryem, 71) buyurmuş, vürud'un, yani cehenneme girmenin olacağını bildirmiştir. Böylece, bu ifade bu ayetle bahsedilen uzaklaştırmanın oradan, yani cehennemden olacağına delâlet eder.

b) Bir şeyi bir şeyden uzaklaştırmak ancak o iki şey birbirine yakın olduğunda söylenebilir. Çünkü onlar, şayet birbirlerinden uzak olsalardı, onlardan birini diğerinden uzaklaştırmak, imkansız olurdu. Çünkü, hasılı tahsil muhaldir.

Kadi Abdu'l-Cebbâr, ilk maddenin yanlış olduğuna şu şekilde delil getirmiştir.

a) Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphe yok ki kendileri hakkında bizden en güzel (bir seâdet) hükmü verilmiş olanlar" ifadesi onların mükafaatlarının va'dedilmesinin dünyada tahakkuk etmiş olmasını gerektirir. Halbuki, doğru olsa bile bu, cehennemden çıkarılan kimsenin vasfı ve durumu değildir.

b) Allahü teâlâ, "İşte bunlar, oradan (cehennemden) uzaklaştırılmışlardır" buyurmuştur. O halde ayetin ifade ettiği bu manaya cehennemde olan kimse nasıl dahil olabilir?

c) Cenâb-ı Hakk'ın, "onun gizli sesini bile duymazlar" ifadesiyle, "O en büyük korku bunları asla tasaya düşürmez" ifadeleri buna manidir.

Kadi'nin birinci görüşüne şu şekilde cevap veririz: Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphe yok ki kendileri hakkında bizden en güzel (bir seâdet) hükmü verilmiş olanlar" ifadesinden kastedilenin, "onlara mükafaat va'dinin daha önce geçmiş olması" olduğunu kabul etmiyoruz. Ayetteki hüsnâ'dan muradın, kendilerine daha önce afvın va'dedıfmış olması hususu olduğu niçin caiz olmasın? Biz, ayetteki hüsnâ'dan muradın, önceden mükâfaatın va'dedilmiş olması olduğunu kabul edelim. Ancak ne var ki siz niçin, mükafaat va'dedilmesini cehennemden çıkarılan kimsenin durumuna uygun düşmeyeceğini söylediniz? Çünkü bize göre "ihbât-ı amel" geçersizdir. Dolayısıyla mükafaatı ve cezayı hak etme, bir arada düşünülebilir.

İkincisine de şu şekilde cevap verebiliriz: Biz, Cenâb-ı Hakk'ın "İşte bunlar oradan (cehennemden) uzaklaştırılmışlardır" ifadesinin, zahirine göre manalandırılmasının ancak ateşte olan kimse hakkında düşünülebileceğini beyan etmiştik.

Üçüncüsüne de "Cenâb-ı Hakk'ın, "Onun gizli sesini bile duymazlar" ifadesinin cehennemden çıktıktan sonraki duruma tahsis edilmiş olduğunu" söyleyerek cevap veririz.

Kıyamet Müminleri Korkutmaz

Cenâb-ı Hakk'ın "O en büyük korku bunları asla tasaya düşürmez" ifadesine gelince, "büyük korku", kâfirlere yapılan azâbtır. Bu, mefhûm-ı muhâlifiyle, onları en küçük korkunun mahzun etmesini iktizâ eder... Binâenaleyh, eğer bu manaya delâlet etmese bile, en azından bu, bunun yokluğuna değil varlığına delâlet eder. Cenâb-ı Hakk'ın, "İşte bunlar oradan (cehennemden) uzaklaştırılmışlardır" ifadesini tefsiri,hususunda ikinci izah da şudur: "Şüphe yok ki kendileri hakkında bizden en güzel (bir seâdet) hükmü verilmiş olanlar" ifadesiyle, bu kimselerin cehenneme girmeyecekleri ve oraya asla yaklaşmayacakları -nurad edilmiştir. Bu izaha göre, "Bütün insanlar cehenneme girecekler, sonra da çıkarılıp cennete gönderilecekler" diyenlerin görüşü battl olmuş olur. Çünkü bu ayet, ouna manidir. Bu durumda, bu ayette Cenâb-ı Hakk'ın (Meryem, 71) ayetini birleştirmek gerekir. Ki bu da, daha önce geçmişti.

Cehennemin Sesini Duymazlar

2) Cenâb-ı Hakk'ın, "Onun gizli sesini bile duymazlar" ayetinin ifade ettiği husustur. Hasis kelimesi, hissedilen ve duyulan ses fısıltı demektir. Bu hususta şu iki soru sorulabilir:

a) Onların, o cehennemin fısıltısını dahi duymamakla müjdelenmeleri ne demektir? Çünkü onlar, onu duysalardı bile, durumları değişmezdi... Biz deriz ki: Bununla, onların o cehennemden alabildiğine uzak olmaları kastedilmiştir. Çünkü o cehenneme girmeyen, fakat oraya yaklaşan bazan oranın fısıltısını (sesini) duyabilir.

b) Cennet ehli, cehennemdekileri göreceklerine göre nasıl olur da cehennemin sesini duymazlar?

Cevab: Biz bunu te'kid manasına hamlettiğimizde bu soru ortadan kalkar.

Hoşlandıkları Her Şeyi Bulurlar

3) Hak teâlâ'nın "Bunlar gönüllerinin dilediği (nimetler) içinde ebedi yaşarlar" ayetinin ifade ettiği husus... Şehvet, nefsin lezzeti arzu etmesi demektir. Buna göre mana, "Cennetin nimetleri ebedidir" şeklinde olur.

Arifler şöyle demişlerdir. "Nefislerin şehveti vardır. Kalblerin şehveti vardır. Ruhların şehveti (arzuları) vardır." Cüneyd-i Bağdadî şöyle der: "Allahın inayeti, işin bidayetinde geçtiği halde velayet işin sonunda zuhur eder."

4) Hak teâlâ'nın "O en büyük korku bunları asla tasaya düşürmez" ayetinin ifade ettiği husus... Bu konuda şu izahlar yapılmıştır:

a) "O en büyük korku, sûra son üfleyiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Sûra" üfleneceği gün, Allah'ın diledikleri müstesna, göklerde kim var, yerde kim varsa, dehşetle korkmuştur" (Neml. 87) buyurmuştur.

b) Bu, ölümdür. Âlimler şöyle demişlerdir: "Cennetlikler cennete, cehennemlikler de cehennemde karar kılınca, Cenâb-ı Hak Cibril'i beraberinde güzel bir koç şeklindeki ölümle birlikte gönderir ve her iki tarafa, "Bunu, tanıyor musunuz?" der. Onlar da, "Hayır, deyince Cenâb-ı Hak, "Bu ölümdür" der. Sonra da onu kurban ederek, "Ey cennet ehli, ebedisiniz, artık ölüm yok!" diye seslenir. Cehennemliklere de böyle der." Bu iddiayı ileri süren şahıs, Ayetteki "O en büyük korku bunlar: asla tasaya düşürmez" ifadesi, "Bunlar, gönüllerinin dilediği (nimetler) içinde ebedî yaşarlar" ifadesinden sonra gelmiştir. Binâenaleyh bu iki ifadenin mutlaka birbiriyle ilgisi olması gerekir. Ebedîliğe, ters düşen en büyük korku, ölümdür" diye istidlalde bulunmuştur.

c) Sa'id b. Cübeyr şöyle der, "Bu korku, cehennemin (kapılarının) cehennemlikler üzerine artık tamamen kapanması demektir. Onlar, işte bundan ötürü büyük korkuyu duyarlar." Kâdi Abdulcebbâr "Bu hususta evlâ olan,görüldüğü zaman cehennemden duyulan korkudur. Çünkü bundan büyük korku yoktur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, bunun o kimseleri üzmeyeceğini bildirdiğine göre, mü'min kimsenin kıyametin dehşetlerinden emin olduğu söylenebilir" demiştir. Ama bu görüş zayıftır. Çünkü cehennemin azabları derece derecedir. Mesela kâfirlerin azabı, fâsıkların azabından daha şiddetlidir. Binâenaleyh azab farklı farklı olduğuna göre bundan dolayı olan korkunun dereceleri de farklı farklı olur. Bu sebeble, en büyük korkunun onlar için olmadığını söylemek, onların cehennemden korkmamaları manasına gelmez.

5) Hak teâlâ'nın "Bunları melekler karşılayarak: "Size vadolunan gün işte bugündür!" ayetinin ifade ettiği husus... Dahhâk "Bunlar onların amellerini ve sözlerini yazan, "hafaza melekleri"dir ve işte bu melekler, o kimselere müjde vererek "size va'dolunan gününüz işte bu gündür!" derler" demektir,

Göklerin Dürülmesi

"Gün gelecek Biz göğü, kitabların sahifesini dürüp büker gibi düreceğiz. İlk yaratılışa nasıl başladıksa, üzerimize gerçek bir va'd olarak, yine onu iade edeceğiz. Gerçekte fail Biziz. Andolsun, Tevrat'tan sonra Zebur'da da, 'Arza ancak salih kullarım mirasçı olur" diye yazdık.

104

Âyetin tefsiri için bak:107

105

Âyetin tefsiri için bak:107

106

Âyetin tefsiri için bak:107

107

Şüphe yok ki bu (Kur'ân) da âbidler için, (umduklarına ulaşma yolları) vardır".

Bil ki ayetin takdiri ya: "Göğü büküp durduğumuz gün, o en büyük korku onları asaya düşürmez" şeklindedir, yahut da: "Göğün dürüp büktüğümüz gün, melekler onları karşılar" şeklindedir. Ayetteki fiil, mechûl olarak "Göğün durulduğu igün) şeklinde de okunmuştur.

Sicil Kelimesi

Yine "sicil" kelimesi, "Utüll", vezninde, sücüll şeklinde ve "delv" vezninde, şeklinde de okunmuştur. Bu kelimenin kesre ile okunduğu da rivayet edilmiştir. "Sicif'in ne demek olduğu hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür.

Birinci görüş: Bu üzerine yazı yazılan kağıt tomarının adıdır. "Kitab" kelimesinin aslı, tıpkı "bina" lafzı gibi masdar olup, sonra mektup (yazılı şey) manasına kullanılmıştır. Kitab kelimesini ayette, cemi olarak "kütüb" şeklinde okuyanlara göre, ounun manası "mektûbât" (yazılmış şeyler) dir. Bu da "o kitabta yazılmış olan pek cok şeyden ötürü" demek olur. Buna göre sicilin kitabtar için dürülmesinin manası scilin o yazıyı örtmesi ve o yazıyt gözlemesidir. Çünkü tayy (dürme) açıp ortaya koyma demek olan "neşr"in zıddıdır. Buna göre mana, "Biz semâyı, tıpkı üzerine yazı yazılan tomar gibi dürüp bükeriz" demek olur.

İkinci görüş: Sicil kağıt tomarı manasına gelmez. Bu sadede, İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Sicil, kendisine götürüldüğünde insanoğlunun kitablarını (amel defterlerini) dürüp kaldıran meleğin adıdır." Bu görüş, Hazret-i Ali'den de rivayet edilmiştir. Ebul Cevza, İbn Abbas (radıyallahü anh)'nın: "Bu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in katiblerinden birisinin adıdır" dediğini de rivayet etmiştir. Ama bu pek tuhaf bir görüştür. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın katibleri meşhurdur ve onlar içinde bu isimde birisi yoktur. Zeccâc ise: "Bu, Habeşce'de, "adam" manasınadır" demiştir. Bütün bu izahlara göre, bu tıpkı "Zeydin kitabı dürmesi gibi" denilmesine benzer. O halde ifadesindeki lâm tıpkı (Neml. 72) ayetindeki lâm gibi zâiddir. Biz ""Sicil" ile, kağıt tomarı manası kastedilmiştir" dediğimizde, masdar olan "tayy" kelimesi mef'ülüne muzaaf olmuş ve faili ise hasredilmiş olur. Buna göre ifadenin takdiri: "Dürenin, tomarı dürmesi gibi" şeklindedir. Bu son görüş, çoğu alimlerin görüşüdür.

İlk Yaratılış Gibi Diriliş

Ayetteki 'İlk yaratışa nasıl başladıksa, yine onu iade edeceğiz" ifadesi ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ferrâ şöyle der: "Cümle kelimesi ile tamamlanmıştır Söze yeniden başlanarak buyurulmuştur. Bazıları da şöyle demişlerdir: Cenâb-ı Hak, "Bunları melekler karşılayarak. "İşte size vadedilen gün bu gündür.'" buyurunca, peşisıra, "O gün, Biz göğü, kitabların sahifesini dürüp büker gibi düreceğiz" buyurmuş ve böylece "o günü", bu şekilde anlatmış, daha sonra da "o günü" bir başka özelliği ile anlatarak, "İlk yaratışa nasıl başladıksa, yine onu ifade edeceğiz" buyurmuştur.

İkinci Mesele

Keşşaf Sahibi (r.h) şöyle der: "Ayetteki (......) ifadesi (......) ifadesini tefsir edip, ortaya koyduğu mahzûf bir filinin mef'ûlüdür (yani bir iştigaldir). Kâf edatı yüzünden amel etmekten alıkonulmuştur. Buna göre mana, yeniden yaratmayı doğrudan yaratmaya (ilk yaratmaya) benzeterek, "Biz, tıpkı ilk yarattığımız gibi, yine onu iade ederiz" şeklinde olmuş olur. Eğer sen, "Bu ifadede halk (yaratma) kelimesinin hikmeti nedir?" dersen, ben derim ki: "Bu tıpkı, adamların ilkini murad ederek, "Bana gelen ilk adam Zeyd'dir" demen gibidir. Fakat sen, adamların tek tek anlatılmasını (zikredilmesini) kastederek, bu ifadedeki "racül" kelimesini, hem müfret, hem nekire olarak getirebilirsin. İşte tıpkı bunun gibi ayetteki ifadesi "mahlûkatın ilki" manasında, takdirindedir. Çünkü "halk" kelimesi cemi yapılmayan bir masdardır.

Dirilişin Mahiyeti

Üçüncü Mesele

Alimler, bu "iâde"nin nasıl olacağı hususunda ihtilaf etmiş olup bazıları şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, maddelerin parçalarını birbirinden ayırır, ama onları tamamen yok etmez. Sonra o parçaları yeniden biraraya getirir. İşte iade (tekrar yaratma) budur.'" Bazı alimler de şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, maddeleri (cisimleri) tamamen yok eder. Sonra onları aynen yeniden yaratır. Bu ayet, işte bu son görüşe delâlet eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, "iâde"yi, ilk yaratışa benzetmiştir. Binâenaleyh ilk yaratış, dağılmış parçaların biraraya getirilmesi olmayıp, aksine yok iken var ediş demek olunca, "iâde"de de durumun aynı olması gerekir. "Birinci görüşü savunanlar, nem Hak teâlâ'nın, "Gökler de O'nun sağ elinde (toplanıp) dürülmüşlerdir" (Zümer, 67) ayetiyle ki bu göklerin dürülü olarak (o zaman da) var olacağını göstermektedir, hem de "O gün yer, bir başka yere değiştirilecektir" (ibrahim, 48) ayetiyle istidlal etmişlerdir. Bu ayet de, yeryüzünün parçalarının mevcud olduğuna ancak başka bir sekle dönüştüğüne delâlet eder.

Ayetteki "Üzerimizde bir vad olarak" ifadesi ile ilgili olarak şu iki açıklama yapılmıştır:

a) "Va'd" kelimesi burada, te'kid için olan mefûl-i mutlaktır, çünkü "onu yine iade edeceğiz" ifadesi, iade etmeyi bir va'ddir.

b) Bundan murad, Allahü teâlâ'nın meydana geleceğini bildiği şeyin, meydana gelmesi vâcib (kaçınılmaz) olduğu halde, "Bunu haber vermek ve ilmimizin bunun meydana geleceğini bilmesi sebebi ile, bu bize haktır,, vâcibtir" manasıdır.

Daha sonra Cenâb-ı Allah "Gerçekte fail Biziz" buyurarak, bunu gerçekleştireceğini bildirmiştir. Bu, "Biz bunu hiç şüphesiz yapacağız" demek olup, bahsedilen va'di te'kid eden bir ifadedir.

Hak teâlâ'nın "Celalim hakkı için. Zikr'den sonra Zebur'da da yazdık" ifadesi ile ilgili birkaç mesele vardır:

Zübûr Kelimesinin Manası

Birinci Mesele

Hamza, ze harfinin zammesi ile bunu "zübûr" şeklinde okurken, diğerleri fetha ile "zebûr" şeklinde okumuşlardır ki bu ikinci okuyuşa göre, kelime "mezbûr" (yazılmış) mananasınadır. Tıpkı "halûb" ve "rakûb" kelimelerinin ism-i mefûl manası ifade etmesi gibi... "Kitabı yazdım" manasında, denilir. Kelimeyi, ze'nin zammesi ile

"zübûr" şeklinde okunuşu, tıpkı "kışr-kuşûr" (kışrlâr) kelimelerinde olduğu gibi, zibr"in çoğuludur. Her iki kıraata göre mana aynıdır. Çünkü "zibr" de "kitab" demektir.

İkinci Mesele

Ayetteki "zebûr" ve "zikr"in ne manaya geldiği hususunda şu izahlar yapılmıştır.

a) Sa'id b. Cübeyr, Mücahid, Kelbî, Mukâtil ve İbn Zeyd'e göre: "Zebûr, indirilmiş (semavî) kitablar: zikir ise gökte bulunan ümmül-kitâb (Kitabların anası, özü) olan kitâb, yani Levh-i mahfuz" demektir. Çünkü bu kitabda, alacak herşey kaydedilmiştir. Buna melekler açısından, bu isim verilmiştir. peygamberlere gönderilen kitablar o kitabtan istinsah edilir (alınıp yazılır).

b) Zebûr, Kur'ân'dır, zikir ise Tevrattır. Bu görüş, Katâde ve Şa'bi'nin görüşüdür.

c) Zebur, Davûd (aleyhisselâm)'a gönderilen zebur, zikir ise, Davûd (aleyhisselâm)'dan rivayet edilen (sözler ve menkibeler) dir. (Mesela) Davûd (aleyhisselâm) şöyle demiştir: "Allahü teâlâ var idi, O'nunla beraber hiçbirşey yoktu. Daha sona O, zikri yarattı."

Bana göre bu hususta dördüncü bir izah da şöyledir: Buradaki zikir ile ilim kastedilmiştir. Buna göre mana, "Biz yanılma ve unutmanın bizim için caiz olmayacağı bir şekilde bildikten sonra, bunu Zebur'da yazdık" demektir. Çünkü birşeyi yazan ve iltizam eden, ama unutabilecek olan bir kimseye itimâd edilmez. Ama unutması ve cayması söz konusu olmayan bir kimse birşeyi üstlendiğinde onun meydana gelmesi vacib olur.

Arza, Salih Kullar Varis Olur

Hak teâlâ'nın "Arza ancak salih kullarım mirasa olur" ifâdesi ile ilgili olarak da şu izahlar yapılmıştır:

1) Ayetteki "arz" ile, cennet arazisi, "salih kullarım" ifadesi ile de, Allah'a itaat eden mü'minler kastedilmiştir. Buna göre mana, Allahü teâlâ, peygamberlerin kitablarına ve Levh-i mahfûz'a, Cennete ancak salih kullarını vâris kılacağını yazmıştır. Bu, İbn Abbas (radıyallahü anh), Mücâhid, Sa'id b. Cübeyr, Süddî ve Ebu'l-Âliye'nin görüşüdür. Bunlar, görüşlerini şu hususlarla desteklemişlerdir:

a) "Bizi Cennetten neresini dilersek konmak üzere bu yere mirasa yapan Allah'a hamdolsun. (İyi) amellerde bulunanların mükâfaatı ne güzel" (Zümer, 74) ayeti...

b) Burası salih kullara ayrılan yerdir. Çünkü bu yer, sadece onlar için yaratılmıştır. Eğer başkaları da onlarla birlikte Cennette bulunacaklarsa, bu (asaleten değil), tâbi oluştan ötürüdür. Ama dünya arzı, hem salih, hem salih olmayanlar içindir.

c) Bu arz, iade (yeniden yaratmanın) peşisıra zikredilmiştir. "İâde"den sonra gelecek, bu özellikteki arz ise, ancak Cennettir.

d) Hadis'de bu arzın, cennet arazisi oluduğu rivayet edilmiştir. Çünkü cennet arzı, beyaz ve tertemizdir.

2) Buradaki "arz" ile, yeryüzü kastedilmiştir. Çünkü Hak teâlâ, ona dünyada mü'minleri vâris kılacaktır. Bu, Kelbt ile, bir rivayete göre İbn Abbas'ın görüşüdür. Bu görüşün delili, Hak teâlâ'nın, "Allah, içinizden iman edip salih amellerde bulunanlara, yemin ile va'detti ki onları yeryüzünde muhakkak (müşriklerin) yerine geçirip (hükümran) edecek" (Nûr. 55) ayeti ile, "Musa kavmine, "Allah'dan yardım isteyin, sabredin. Şüphesiz ki yer, Allah'ındır. Ona kullarından kimi dilerse onu mirasçı yapar" dedi" (Araf, 128) ayetidir.

3) Bu, salih kulların vâris olduğu arz-ı mukaddestir. Bunun delili "Hakaretlere maruz bırakılmış olan o kavmi de, kendisine feyz ve bereket verdiğimiz yerin doğularına ve batılarına mirasa kıldık" (A'raf, 137) ayetidir. Sonunda Hazret-i İsa (aleyhisselâm) indiğinde Cenâb-ı Hak oraya Ümmet-i Muhammed'i mirasçı kılacaktır.

Belağ'ın Manası

Hak teâlâ'nın "Şüphe yok ki bunda âbidler için, (umduklarına) ulaşma (çareleri yollan) vardır" ayetindeki, "bu" kelimesi, bu sûrede bahsedilen haberlere, va'd ve va'idlere ve doruk noktasına ulaşmış va'z-u nasihatlara bir işarettir. "Belâğ" yetecek şey ve sayesinde gayeye ulaşılan şey demektir. Abidler" ile ne kastedildiği için, "Bunlar âlimlerdir" veya "Bunlar âmiller (ibadet) edenlerdir" denilmiştir. Doğrusu, bunların her iki özelliği de birlikte bulunduranlar olmasıdır. Çünkü ilim, bir ağaç, amel de onun meyvesi gibidir. Meyvesiz ağaç faydasızdır. Ağaçsız meyve ise olmaz.

Alemlere Rahmet

Cenâb-ı Hakk'ın "Biz seni âlemlere ancak rahmet için gönderdik" hitabı ile ilgili bir kaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hem dinî, hem dünyevî bakımdan "rahmet"tir.

O dinî bakımdan rahmettir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), insanlar bir câhiliyyet ve dalalet içinde iken ve iki ehli kitab, yani yahûdiler ve hristiyanlar aradan uzun zaman geçtiği tevatürleri (sağlam rivayetleri) kesildiği ve kitabları hususunda ihtilafları meydana geldiği için, dinleri hususunda şaşkınlığa düştükleri bir zamanda gönderilmiştir. Böylece Allahü teâlâ onu, hakkı aramaya ve kurtuluş ile mükafaatı elde etmeye hiç bir yolun kalmadığı bir zamanda peygamber olarak gönderdi. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) insanları hakka çağırdı, onlara mükâfaat yollarını açıkladı, onlara Allah'ın hükümlerini gösterdi helâli haramdan ayırdetti. Sonra bu "rahmet"ten ancak, himmeti (kasdı) sadece hakka ulaşmak olan, taklid, inâd ve tekebbüre sapmayan ve Allah'ın muvaffakiyyeti kendisinin yoldaşı olan kimseler yararlanabilmişlerdir. Nitekim Cenâb-ı Allah: "De ki: "O (Kur'ân) iman edenler için, zayet ve şifâdır. İman etmeyenlerin ise kulaklarında (ona karşı) bir ağırlık vardır. O (Kur'ân) bunlara karşı bir körlüktür" (Fussilet. 44) buyurmuştur.

Dünyevî bakımdan Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in rahmet oluşu, insanların onun sayesinde pek çok zilletlerden, savaşlardan ve harblerden kurtulmaları, onun dininin bereketli sayesinde yardıma mazhar olmalarıdır.

Kılıçla Rahmetin Bağdaştırılması

İmdi eğer, "O kılıcın (savaşın) ve ganimet ile mal elde etmenin helalliği hükmünü getirdiği halde nasıl alemler için bir rahmet sayılabilir? denirse, biz deriz ki: "Buna birkaç şekilde cevap verilir:

a) O, kılıç hükmünü kibirlenip, düşünmeyen tefekkür etmeyen için getirmiştir. Hem sonra rahman ve rahim olmak Allah'ın sıfatlarındandır. Ama buna rağmen o da, âsilerden intikam alır. Yine Cenâb-ı Hak, "Biz gökten bereketli bir su indirdik" (Mü'minun, 18) buyurmuştur. Ama bu su, bazan bir fesada da sebeb olur.

b) Bizim peygamberimizden önceki her peygamberi kavmi yalanladığında, Allahü teâlâ, o yalanlayıcı kavmi, yere geçirme, meshetme (şeklini değiştirme) veya suda boğma gibi cezalarla helak etmiştir. Ama bizim Peygamberimizi yalanlayanların cezasını, ölümüne veya kıyamete kadar tehir etmiştir. Nitekim O: "Sen onların içinde iken, Allah onlara azab etmez" (Enfal. 33) buyurmuştur. Buna karşı, "Allahü teâlâ: "Onlarla savaşın. Allah onlara sizin ellerinizle azab etsin" (Enfal, 14) ve: "Allah, münafık erkek ve kadınlara azab etsin" (Ahzab, 73) buyurmamış mıdır" denilemez. Çünkü biz, umûmî bir hükmün tahsis edilmesinin bu umumîliği zedelemeyeceğini söylüyoruz.

c) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), güzel ahlâkın zirvesinde idi. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Hiç şüphesiz ki sen büyük bir ahlâk üzeresin "(Kalem, 4) buyurmuştur. Ebu Hureyre (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Resûlullah'a "Müşriklere beddua et" denildiğinde o, "Ben ancak rahmet olarak gönderildim, bir azab (vesilesi) olarak gönderilmedim" cevabını vermiştir. Huzeyfe (radıyallahü anh)'nın rivayetinde ise "Ben, ancak bir insanım. İnsanların öfkelenmesi gibi, ben de öfkelenebilirim. Binâenaleyh hangi adama kötü söylemiş veya lanet etmiş isem, Allah'ım, sen onu o adam için kıyamet günü bir rahmet kıl" Müslim, Birr 95 (4/2010) buyurmuştur.

d) Abdurrahman b. Zeyd şöyle demiştir: Ayetteki, "Alemlere rahmet için" ifadesi, "özellikle mü'minlere rahmet olarak" manasınadır. İmam Ebu'l-Kâsım el-Ensâri de: "Her iki görüş de, aynı manaya râcidir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Allah'ın ayetleri ile Resulünün mucizelerini tefekkür etmeleri durumunda herkes için bir rahmet olduğunu beyan etmiştik. Ama bunlardan yüz çevirip büyüklenene gelince. "O (Kur'ân) bunlara karşı bir körlüktür" (Fussilet, 44)

Mu'tezile'nin İtirazına Cevap

Mu'tezile şöyle demiştir: "Eğer Allahü teâlâ ehl-i sünnetin dediği gibi kâfirin küfrünü isteyip, Hazret-i Peygamber'in sözlerini kabul etmelerini dilemeyip, aksine onların bunu kabul etmemelerini dileyip, onlarda bu hali yaratmış olsaydı, o zaman Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olarak gönderilmesinin onlara bir rahmet değil, bir azab ve bir bela olması gerekirdi. Bu ise, ayetin hilafınadır. Cenâb-ı Hakk'ın önceki ümmetlerin azabını peşin verdiği gibi, kâfirlerin azabını artık peşin vermemesi bakımından, onun risaletinin rahmet olduğu da söylenemez. Çünkü bize göre, onun herkes için rahmet oluşu, aynı bakımdandır. Halbuki sizin kâfirler için rahmet olarak zikrettiğiniz husus, mü'minler için de söz konusudur. Binâenaleyh onun, mü'minler için rahmet olması bakımından, kâfirler içinde rahmet olması gerekir. Hem ehl-i sünnetin, dünya nimeti olarak zikrettikleri şey, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gönderildikten sonra söz konusu olduğu gibi, gönderilmeden önce de söz konusudur. Hatta onları, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) gönderilmezden önceki dünyevî nimetleri daha fazla idi. Çünkü o, peygamber olarak gönderildikten sonra, başlarını keder, korku ve üzüntüler sarmıştır, Hem Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın çoğu kâfirlerin ölümüne sebeb olan cihâdı emretmiştir. Binâenaleyh "rahmet" ile bu mananın murad edilmiş olması mümkün değildir,"

Mu'tezile'nin bu görüşüne şöyle cevap veririz: Allah Subhânehû ve Teâlâ Ebu Leheb'in kesinlikle iman etmeyeceğini bilip, iman etmeyeceğini bildirince, artık O'nun ona iman etmesini emretmesi, ilmini cehle, doğru haberini yalana dönüştürecek bir emir olmuş olur ki bu imkansızdır, Dolayısıyla Allah, ona imkansızı emretmiş olur. Buna rağmen Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliği bir rahmet ise, o zaman safirde küfür yaratılmış olduğu halde, onun peygamber olarak gönderilmesi bir rahmettir" denilmesi niçin caiz olmasın? Bir de, kâfirin kudreti, eğer sadece küfre elverişli ise, bu mesele onlar için de bir problemdir. Yok eğer o kudret, her iki zıd sey için (yani iman ve küfür için) elverişli ise, o zaman bir tarafı tercih etmek ve eselsülü sona erdirmek için, mesele Allah'dan olan bir tercih ettirici sebebe varıp dayanır. Bu durumda, aynı ilzam yine söz konusudur. Sonra "kâfirlerden, kökü kazıma azabını erteleme" manasında olmak üzere, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kâfirler için bir rahmet vesilesi olduğunu söylemek niçin caiz olmasın?

Mu'tezile'nin, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in herkes için rahmet oluşu aynı manadadır. Dolayısıyla mü'minler için hangi bakımdan rahmet ise, kâfirler için de aynı bakımdan rahmettir" şeklindeki iddiasına karşı deriz ki: "Ayette, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, aynı bakımdan mı, yoksa farklı iki bakımdan mı rahmet olduğunu gösteren bir izah yoktur. Binâenaleyh senin, bunun tek bakımdan olduğunu iddia etmen, delile dayanmayan bir iddiadır."

Yine Mu'tezile'nin, "Dünya nimetleri kâfirler için, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilmezden önce de söz konusu idi" şeklindeki iddiasına karşı deriz ki: "Evet, fakat Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gönderildiğinde, mü'minler için bir rahmet olması sebebiyle kafirler için ilahi bir azabın ineceği korkusu meydana gelmişti. Binâenaleyh Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in içlerinde bulunması yüzünden onlardan bu korku savuşunca, bu da kâfirler için bir rahmet olmuş olur.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Melaikeye Üstünlüğü

Alimler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in meleklerden daha üstün olduğu hususunda, bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Çünkü melekler de "âlemler" tâbirine dâhildir. Dolayısıyla ayet gereğince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onlar içinde rahmet olması gerekir. Binâenaleyh onun onlardan efdal olması gerekir."

Buna şöyle cevap verilebilir: Bu görüş Cenâb-ı Hakk'ın melekler hakkındaki, "(Melekler) mü'minlerin affedilmesini isterler" (Mü'min, 7) ayeti çelişir. Çünkü bu istiğfar, melekler tarafından, mü'minler için bir rahmettir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de "mü'minler"e dâhildir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Hiç şüphesiz Allah ve melekleri o peygambere selâtü selam eylerler" (Ahzâb, 56) ayeti de böyledir.

Meded Allah'dandır

108

Âyetin tefsiri için bak:112

109

Âyetin tefsiri için bak:112

110

Âyetin tefsiri için bak:112

111

Âyetin tefsiri için bak:112

112

"De ki: "Bana ancak, Tanrımızın sadece bir Tanrı olduğu vahyolunuyor. Artık siz, müslüman oluyor musunuz? Eğer onlar yüzçevirirler, de ki: size, eşit olarak bildirdim. Tehdid edilmekde olduğunuz şey, yakın mı yoksa uzak mı, ben bilemem. Hiç şüphesiz ki 6, sözün açığını da biliyor, gözlemekte olduğunuzu da. Ben bilmem. Belki bu, sizin için bir imtihandır, bir o zaman kadar bir faydalanmadır." (Peygamber şöyle) dedi: "Yarâb sen hak ile hükmet. Bizim Rabbimiz o Rahmandır ki sizin vasfede geldiklerimize karşı (yegâne) sığınılan O'dur".

Bil ki Allahü teâlâ, kendisinden başka ilâh bulunmadığı hususunda, kâfirlere karşı bahsi geçen tarzda deliler getirip, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i de alemlere rahmet olarak gönderdiğini beyan etmiş, bunun peşinden de onlarla savaşması ve onlarla mücadelesi hususunda, müminler için bir mazeret, kâfirler için de bir uyarma ve inzâr olacak hususları bildirmek üzere "De ki: Bana sadece vahyolunuyor ki Tanrınız, ancak tek Tanrıdır" buyurmuştur. Bununla ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Keşşaf Sahibi şöyle der: "Ya hüküm bir şeye, ya da bir şey bir hükme kasredilip tahsis edilir. Bu mesela senin, "Zeyd, ancak ayaktır" veya "Ayakta olan ancak Zeyd'dir" demen gibidir. Bu ayette bu iki misâl bir arada bulunmaktadır. Çünkü (......) ifadesi, fâiliyle beraber "ayakta olan ancak Zeyd'dir" mesabesindedir, (......) buyruğu da, "Zeyd ancak ayaktadır" mesabesindedir. Bu iki cümlenin burada ardarda getirilmesinin hikmeti ve faydası Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yapılan vahyin, Cenâb-ı Hakk'ın birliğini isbata hasredilmiş olduğuna delâlet etmektir. Cenâb-ı Hakkın "Artık siz müslüman oluyor musunuz?" hitabında da bu tarz üzere gelen vahyin, o insanların birliği ve tekliği Allah'a tahsis etmeleri ve O'na eşler nisbet etmekten kurtulmalarını gerektirdiği şeklinde bir mana bulunmaktadır.

Yine bu ayette, Cenâb-ı Hakk'ın birliğinin naklen de isbat edilebileceği hususu bulunmaktadır. Buna göre eğer, (innemâ) şayet hasra delâlet etmiş olsaydı, zaman, "O peygambere tevhidden başka hiçbir şey vahyedilmemiştir denilmesi gerekirdi. Halbuki bunun yanlış olduğu malûmdur" denilirse, biz deriz ki: Bununla nübalağa, yani vahyde aslolanın özellikle tevhid olduğunu bildirme manası kastedilmiştir"

Uyarmada Eşitlik

Cenâb-ı Hakk'ın "Eğer onlar yüzçevirirlerse, de ki: Size, eşit olarak bildirdim" ifadesine gelince, Keşşaf Sahibi yine şöyle demiştir: (Âzene) fiili, "bildi" anlamında olan (ezine) fiilinden nakledilmiştir. A.ncak ne var ki bu ifade, genel olarak "inzâr etme" manasında kullanılır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'a ve Peygamberine karşı harb(e girmiş olduğunuzu) bilin " (Bakara, 279) ayeti de bu manadadır. Bunu iyice kavradığında biz deriz ki: Müfessirler bu hususta şu izahları yapmışlardır:

1) Ebu Müslim şöyle der: "Müsavat ve denklik üzere bildirmek", açıkça harbe davet etmek demektir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "... hak ve adalet üzere kendilerine (bildir ve ahitlerini) al" (Enfâl, 58) buyurmuştur. Bunun faydası şudur: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Kureyş'ten müşrik olan kimselerin savaş konusundaki durumunun, diğer kâfirlerden farklı olduğunu zannetmiş olabilir... Böylece Cenâb-ı Hak o müminlere Kureyş'ten müşrik olanların, bu hususta, tıpkı diğer kafirler gibi olduklarını bildirmiştir."

2) Bu ayetle, "ben size, tevhid ve diğer şeyler hususunda üzerinize vacib olan şeyleri, eşit bir şekilde bildirdim. Tebliğ ve açıklama konusunda aranızda bir ayırım yapmadım. Çünkü ben, muallim ve öğretici olarak gönderildim" manası kastedilmiştir bundan maksat da, onlar "Ey Rabbimiz sen bize bir peygamber gönderseydin biz de senin ayetlerine uyardık" (Taha. 134) dememeleri için her türlü mazereti ortadan kaldırmaktır.

3) olarak açıklayıp ilân ve izhar ederek" manasındadır.

4) Bunun anlamı, "yavaşça" demek olup, "Ben size ilân ettiğim o harb hususunda acele etmiyor, tam aksine sizden İslâm'ın sadır olmasını umarak mühlet verip erteliyorum" manasındadır.

Cenâb-ı Hakk'ın "Tehdid edilmekte olduğumuz şey, yakın mı yoska uzak mı, ben bilemem" buyruğuna gelince, bu hususta da şu iki izah yapılabilir:

a) Bunun manası, "kıyamet günü veya dünya azabına dair, "tehdid edilmekte olduğumuz şey, yakın mı, yoksa uzak mı, ben bilemem" şeklindedir. Daha sonra, Cenâb-ı Hakk'ın "... gerçek va'd olan (kıyamet) yaklaştığı vakit" (Enbiya,96) ayetiyle, bunun neshedildiği söylenmiştir. Yani, "Bu ikisi hususundaki gerçek va'd..." demektir. Fakat ne var ki, böylesi haberlerin neshi caiz değildir.

b) Bununla, "Peygamberin onlara, ilan etmiş olduğu harbin, geciktiği sanılmasın diye, uzak mı yakın mı olduğunu peygamberin bilemediği" kastedilmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, Hazret-i Peygamber'e onları daha sonra geleceği vahyedilen, ama zamanını bilemediği bir cihâtla inzâr edip korkutmasını emretmiştir. İşte bundan dolayı da ona, onun yakın mı uzak mı olduğunu bilemediğini söylemesini emretmiştir. Bununla, hem bu sûrenin Mekkî olduğu, hem de cihâd emrinin hicretten sonra geldiği ortaya çıkmış olur.

c) Bunun manası, "Müslümanların, kafirlere üstün geleceklerine dair va'd olundukları şey, kesinlikle gerçekleşecektir. Binâenaleyh ben, bunun ne zaman olacağını bilemesem dahi, o kafirlere mutlaka bu yolla bir zillet ve alçaklığın gelip çatması muhakkak söz konusudur. Bu böyledir, çünkü Allahü teâlâ beni buna muttali kılmamıştır" şeklindedir."

Allah Gizlediğinizi Bilir

Cenâb-ı Hakk'ın "Hiç şüphesiz ki, sözün açığını da o biliyor, gizlemekte olduğunuzu da o biliyor" ifadesine gelince, bununla kastedilen ihlâsı emretmek ve nifakı terketmektir. Çünkü Allahü teâlâ kalblerdekini bilince, insanın iyice ihlaslı olması gerekir.

Cenâb-ı Hakk'ın "Ben bilmem. Belki bu, sizin için bir imtihandır, bir zamana kadar bir faydalanmadır" ifadesine gelince, bu hususta şu izahlar yapılabilir:

a) Bu: "Belki de azabın tehir edilmesi sizin için bir imtihandır" manasındadır.

b) Bu: "Başınıza gelecek azabın vaktinin müphem bırakılması sizin için bir imtihandır. Yani, sizin ne yaptığınız, tevbe edip de küfürden dönecek misiniz dönmeyecek misiniz, bunu görmek için, bu sizi bir sınamadır" demektir.

c) Hasan el-Basri şöyle demiştir: Bunun manası: "Sizin dünyada bulunmanız sizin için bir imtihandır" şeklindedir. Çünkü, "fitne" sınamak ve imtihan etmek demektir."

d) Bu: "siz küfrünüze devam ettiğiniz müddetçe, cihâdın ertelenmesi sizin için bir imtihandır" manasındadır. Çünkü büyük bir zarara götüren şey, bir imtihan olur. O, onların iman etmeleri, böylece de onların dünyada bırakılıvermeleri bir fitne ve imtihan olmayıp, tam aksine bir nimet ve rahmetin izharına vesüe olması muhtemel olduğundan, "Ben bilemem" demiştir.

e) Bundan murad: "Ben bilemem, belki de beyân ettiğim bildirdiğim ve sizi kendisiyle tehdit etiği o şey sizin için bir imtihandır. Çünkü bu, eğer iman etmezseniz, azabının artmasına sebep olur. Zira, peş peşe yapılan açıklamalara rağmen, iman etmekten yüz çeviren kimsenin azabı daha şiddetli olur. Allah, onu dünya ile faydalandırdığında, bu onun aleyhine bir hüccet gibi olur.

Ayetinde Farklı Kıraatler

Cenâb-ı Hakk'ın "(Peygamber şöyle) dedi: "Yarab, sen hak ile hükmet" ifadesine gelince, bununla ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

(......) kesre ile yettnilerek Rabbim de..." damme ile (Rabbu'h kum) ism-i tafdil sîğasıyla "Rabbi ahkemu -Benim Rabbim en iyisini hükmedendir" ve "Benim Rabbim muhkem yapmıştır" şekillerinde de okunmuştur.

Bu Ayetin Anlamı

İkinci Mesele

Bu İfadeyle ilgili olarak da şu manalar zikredilmiştir:

a) "Ya Rabbi benimle kavmim arasında hak ile, yani azâb ile hükmet." Buna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sanki, "Ya Rabbi benimle beni yalanlayanların arasını azâb ile aç!" demek istemiştir. Katâde de şöyle der: "Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber'e bu duâ hususunda, peygamberlere uymasını emretmiştir. Çünkü onlar, "Ey Rabbimiz, bizimle kavmimizin arasında sen hak olanı hükmet" (Araf, 89) diyorlardı. İşte bundan dolayı şüphesiz ki Cenâb-ı Hak, onlara öldürülme ve katledilmeyi yazmış ve reva görmüştür.

b) Bunun manası şudur: "Ya Rabbî hakkı herkese göstermek suretiyle, benimle onların arasanı aç... Hak da, onların aleyhine bana yardım etmendir."

Müsteân Allah'dır

Cenâb-ı Hakk'ın "Bizim Rabbimiz o Rahmandır ki, sizin vasfedegeldiklerinize karşı (yegane) sığınılan O'dur" ifadesine gelince, bu hususta da şu iki izah yapılabilir:

a) "Şirk, küfür ve benim davetime kendisiyle karşı çıktıkları batıl ve yalanlamalarına karşı" demektir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "(Ey Muhammed), bana duâ ederek, "Va Rabbi hak ile hükmet" kafirleri de tehdid ederek, "Bizim Rabbimiz, o Rahmandır kî sizin vasfede geldiklerinize karşı (yegane) sığından O'dur" de" demek istemiştir. Ibn Amr, yâ ile yasıfûn şeklinde okumuştur ki, buna göre mana, "Ey Muhammed, mümin olan ashabına, "Bizim Rabbimiz kâfirlerin batıl olan nitelemelerine karşı, yani onların batıllarını def etmede bize yardım etme konusunda bizim yardımcımızdır" de!" demektir.

b) Onların, kuvvet saltanatın kendileri için olacağını umuyorlardı. Böylece Allahü teâlâ, onların zanlarını yalanladı, umduklarını boşa çıkardık, peygamberine ve müminlere yardımda bulunurken, onlardan da yardımını kesti.

Kadi şöyle der: "Cenâb-ı Hak bu sûreyi, "De ki: Ya Rabbi hak ile hükmet" ifadesiyle bitirmiştir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara tebliğ ve beyanda bulunma hususunda zirveye çıkmış, onlar da ona eziyyet etme ve onu yalanlama hususunda doruk noktaya varmışlardı. Böylece Cenâb-ı Hak (c.c)'ın ona bunu emretmesinin nihai gayesi, onu teselli etmek ve maksadının da, onların maslahatını gözetmek olduğunu bildirmek olmuştur. Binâenaleyh onlar, ille de küfürlerini devam ettirmek isterlerse seninle onlar arasında ya cihâdla veya başkasıyla olan azabı hemencecik vermek, yahutta bunu tehir etmek suretiyle seninle onlar arasında hakla hükmetmesi için, Rabbine dönüp O'na yalvarıp yakarman lâzımdır... Gecikse bile, olacak olan şey, yakın sayılır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bunu harplerinde söylediğine dair rivayet edilen haber gelince bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlarla savaşma emrini hemen ve acele olarak istemişcesine, Cenâb-ı Hakk'ın ona bu sözü söylemesini emretmiş olduğuna delâlet eder gibidir. Muvaffakiyet Allah'dandır. O'nun salâtı, mahlükatın en hayırlısız olan elçisi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, âlime ve ashabına olsun. Allah onlara selâm etsin, Âmin.

0 ﴿