HAC SURESİBu sûre, yetmişaltı ayet olup... Den ... Kısmına kadar olan üç ayet dışında mekkidir. 1Âyetin tefsiri için bak:2 2"Ey insanlar Rabbinizden sakının. Çünkü kıyamet zelzelesi müthiş bir şeydir. Onu göreceğiniz gün emzikli her kadın, emzirdiğini unutup geçer, yüklü her (gebe kadın) yükünü düşürür. İnsanları sarhoş görürsün. Halbuki onlar sarhoş değildirler. Fakat Allah'ın azabı pek çetindir". Bil ki, Allahü teâlâ, insanlara ittikâyı, (sakınmayı) emretmiştir. Binâenaleyh, bu emre insanların bütün haramlardan ve her türlü emri (vacibi) yerine getirmemekten korunup uzak olmaları dahil olur. Bu emre, şüphesiz ki bahsettiğimiz iki emir çeşidi girmiştir; çünkü ittikâ eden kimse, ancak korktuğu Allah'ın azabından sakınır, böylece M, işte bundan ötürü haramları bırakır, vacibi yerine getirir. Bu ittikanın içine -afilelerin girmediği söylenebilir. Çünkü mükellef onları yapmamadan dolayı, ilâhi azâbtan korkmaz, onları ancak mükafaat elde etmek ümidiyle yapar. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, "... Rabbinizden sakının"dediğinde, bununla "Rabbinizin azabından corkunuz, sakınınız" manası kastedilmiş olur. Cenâb-ı Hakk'ın "Çünkü kıyamet zelzelesi müthiş bir şeydir" beyanına gelince, bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: "Zelzele" bir şeyin şiddetle sarsılması demektir. Keşşaf sahibi şöyle der: "Ayetteki sa'e kelimesinin fail durumunda olması mümkündür. Buna göre bu kelime, hükmi bir mecaz olarak "adeta eşyayı hareket ettirip sarsan" demek olur. Böylece de "zelzele" kelimesi, failine muzaf olmuş bir masdar olmuş olur. Veyahutta, bu kelime, zarflarda ki müsamahaya ve zarfların mefûl-i bin yerine geçmesine binâen, "mefûlün fin" durumunda da olabilir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın mesela hayır, gece gündüz (işiniz) hilekârlıkdı" (Sebe, 33) ayetinde de böyledir. Bu ayette bahsedien "zelzele" Cenâb-ı Hakk'ın (zilzal, 1) ayetinde bahsedilen zelzeledir. Alimler, bu zelzele'nin ne zaman olacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, Alkame ve Şa'bi'den, bu zelzelenin dünyada olacağı rivayet edilmiştir ki, bu zelzele olurken güneşde batıdan doğar. Yine, bu zelzelenin kıyametin kopmasıyla birlikte gerçekleşecek olan zelzele olduğu da ileri sürülmüştür. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den sûrla ilgili hadiste şunlar rivayet edilmiştir: "Sûr, kendisine üç defa üflenen büyük bir boynuzdur. Bunlar, korku ve dehşet uyandıran üfleyiş, baygınlık veren (öldüren) üfleyiş ve Rabbû'l-âleminin huzurunda durmak için olan üfleyiş. Dehşete düşüren üfleyişte, Allah dağlan yürütür, sarsacak olanı sarsar, ardından gelecek olan da ardından gelt. O gün kalbler titrer. Yeryüzü, ya dalgaların kendisine çarptığı bir gemi yahutta, kendisini rüzgarın salladığı asılı bir lamba gibi olur" Mukâtil ve İbn Zeyd: "Bu, ahiret günlerinin ilk gününde meydana gelir" demişlerdir. Bil ki ayetin lafzında, hadiste bahsedilen bu kısımlardan herhangi birine dair bir delâlet yoktur. Çünkü zelzele her ne kadar bundan önce olsa bile, (kıyamete) böyle bir nisbette bulunma geçerli olur. Ve bu zelzele o kıyametin emarelerinden ve ipuçlarından olmuş olur. Yine bütün bunları zelzelenin o kıyametle birlikte olması durumunda da ona nisbet edilebilir... Bu, meselâ bizim "kıyametin alametleri" ve emareleri" dememiz gibidir. Rivayet olunduğuna göre bu iki ayet, Müslümanlar hareket halinde iken nazil oldu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) nida etti, derken insanlar etrafında toplanmaya başladı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de onlara bu iki ayeti okudu... Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, insanların bu geceden daha fazla ağladığını görmemişti... Sabah olunca da, onlar binitlerine eyer vuramadılar, çadır kuramadılar, yemek pişiremediler... İnsanların kimisi ağlıyor, kimisi de oturmuş hazin hazin düşünüyordu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bilirmisiniz, bu hangi gündür?" deyince onlar: "Allah ve Resulü daha iyi bilir" dediler. Hazret-i Peygamber de: "Bu gün, Allahü teâlâ'nın Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'a "Kalk ve soyundan cehenneme gidecekleri gönder" dediği gündür. Bunun üzerine Adem: "Ne kadar?" manasında olarak: "Ateşe gönderilecekler kimlerdir?" deyince, Allahü teâlâ: "Her binden, dokuzyüzdoksandokuzu cehenneme biri de cennete" buyurur. İşte o esnada, küçükler yaşlanır, hamileler hamilerini düşürür ve sen insanları adete sorhoş imişler gibi görürsün. Bu, müminlere ağır geldi de ağlamaya başladılar ve: "Ey Allah'ın Resulü kim kurtulacak?" dediklerinde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Güler yüzlü olun, doğruluk peşinde koşun ve dosdoğru olun. Çünkü sizin beraberinizde, iki mahluk grubu daha vardır ki, bunlar her nerede bulunsalar, mutlaka onların sayılarını son derecede çoğaltırlar ki onlar da Ye'cûc ile Me'cûc'dur" diye cevap verdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sözüne devamla: "Ben sizlerin, cennettekilerin dörtte biri olmanızı umarım" deyince, orada bulunanlar tekbir getirdiler. Daha sonra Hazret-i Peygamber: Ben sizin, cennetliklerin yarısı olmanızı umarım" deyince de, orada bulunanlar tekbir alıp Allah'a hamdettiler. Sonra da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ben sizlerin, cennettekilerin üçte ikisi olmanızı umarım. Çünkü cennetlikler, yüzyirmi bölüktür. Onların sekseni benim ümmetimdir. Müslümanlar, kâfirler içinde adeta devenin yanındaki ve böğründeki bir alâmet veyahutta siyah öküzdeki beyaz bir kıl gibidir" dedi ve sözüne devamla: "Ümmetimden yetmişbini, sorgusuz sualsiz cennete girer" deyince Hazret-i Ömer (aleyhisselâm) "Yetmiş bini" dedi. Hazret-i Peygamber; "Evet, herbirinin yanında da yetmişbin kişi vardır" buyurdu. Bunun üzere, Ukkaşe İbn Mihsan ayağa kalkar, ve: Ey, Allah'ın Resulü, benim de onlardan olmam için dua et" deyince, O: 'Sen onlardansın" buyurur. Bunun üzerine ensardan bir adam kalkar ve aynı şeyi söyler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Bu konuda Ukkâşe, senden önce davrandı" Buhâri, Rikak, 50; Müslim, İman 368 (1/197) (Kısmen). buyurur. Sonra ashâb, bu yetmişbinin kimler olduğu hususunda konuşmaya dalar. Bu cümleden olarak bazıları bunların, İslâm fıtratı üzere doğmuş kimseler olduğunu söylerken, bazıları da bunların iman edip Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'le cihad edenler oldukları bu görüşleri Hazret-i Peygamber'e haber verdiler, O da "Onlar (tedavi için) dağlanmayan, başkasını dağlamayan kendilerine okuyup üflenmesini istemeyen, herhangi bir şeyi uğursuz saymayan ve sadece Rablerine güvenip dayanan kimselerdir" Buhari, Tıp, 17; Müslim, İman, 371 (1/196). buyurdu. (Bu mertebeye ulaşmış olan, Allah'ın has kulları olup avam ise, hertürlü tedavi yoluna başvurur). Cenâb-ı Hak, insanlara takvayı emretmiş, sonra da bunun onlara vacib olmasını kıyametin daima hatırlanmasına bağlanmış ve bu takvayı en dehşetli sıfatla nitelemiştir ki, buna göre mana, "Takva, bu büyük zararın" insanların nefislerinden giderilmesini gerektirir. Nefislerden zararı defetmenin ise vacib olduğu malumdur. Binâenaleyh, takvanın da vacib olması gerekir" şeklinde olmuş olur. Madum (yok) Hakkında “Şey” Denir mi? Mu'tezile Cenâb-ı Hakk'ın "Çünkü kıyamet zelzelesi müthiş bir şeydir" buyruğuna dayanarak şöyle demişlerdir: 'Cenâb-ı Hak, kıyameti, mevcut olmadığı halde henüz yok iken, "şey" diye nitelemiştir." Yine onlar "Allah her şeye kadirdir" (Bakara. 20) ayetine dayanarak şöyle demişlerdir: Cenâb-ı Hakk'ın kadir olduğu şey, ya mevcut olur ya da ma'dûm olur. Birincisi muhaldir, aksi halde kadir olanın, mevcut olanı (yeniden) meydana getirmeye kadir olmuş olması gerekir. (Buysa batıldır). Bu batıl olunca, Allah'ın kadir olduğu şeyin, ma'dûm olduğu sabit olur. O halde de, ma'dûm, "şey"dir. Yine Mu'tezile, Cenâb-ı Hakk'ın, "Hiçbir şey hakkında, "Ben bunu herhalde yarın yaparım" (Kaf, 23) ayetine dayanarak şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Hak şu anda, "şey" lafzını, yarın olacak olan hakkında kullanmıştır. Yarın olacak olansa, şu anda yoktur. O halde ma'dûm, "şey"dir. Allah en iyisini bilendir. Mu'tezile'nin birinci görüşüne şu şekilde cevap verebiliriz: "Zelzele, hareket eden cisimler demektir. Hareket eden maddeler ise, kendisiyle arazların bulunup kaim olduğu cevherlerdir, zâtlardır. Halbuki, böyle bir vasfın ma'dumda mevcut olması, imkansızdır. O halde, zelzele'nin yok iken "şey" olması imkansızdır. Binâenaleyh ittifakla mutlaka tevil etmek gerekir. Buna göre mana, "O zelzele mevcut olduğunda "şey" olur" şeklindedir. Bu, aynı zamanda onların diğer görüşlerine de bir cevaptır. Cenâb-ı Hak, "zelzele"yi "büyük (müthiş)" olmakla nitelemiştir. Allah'ın büyük olduğunu söylediği şeyden ise büyük olan bir şey yoktur. Ayetteki fiili ile mansûb olup, 'O, gün emzikli kadın emzirdiğini unutup geçer" manasındadır. daki ha zamirinin daha önce bahsi geçmiş olduğu için, "zelzele" kelimesine râci olması muhtemel olduğu gibi, "saat" kelimesine raci olması da muhtemeldir. Doğruya en yakın olanı, bu zamirin "zelzele" kelimesine raci olmasıdır. Çünkü o büyük korkuyu gerektiren şey o zelzeleyi müşahede etmektir. Bil ki, Cenâb-ı Hak, bu günün dehşetlerine dair şu üç şeyi zikretmiştir. a) Ayetteki "Onu göreceğiniz gün, emzikli her kadın, emzirdiğini unutup geçer" cümlesinin ifade ettiği husustur Yani, "Onu o zelzele gafil hale getirir" demektir. "Zuhûl" dehşet ve korkudan dolayı bir şeyi görmemek demektir. Buna göre şayet, "Cenâb-ı Hak, niçin dememiş de demiştir?" denilirse, ben derim ki: (......) kelimesi, emzirirken memesini fiilen çocuğun ağzına verendir. ise, emzirme işini, bilfiil bu şekilde yapmayan, mutlak anlamda emziren demektir. İşte bu sebeple, kıyametin bu dehşeti, meme veren kimse memesini çocuğun ağzına verdiği bir anda, onu bastırdığında, başına gelen dehşet ve korkudan, dolayı ağzında meme olanın onu ağzından çıkarıp attığına delâlet etsin diye, denilmiştir. Ayetteki ifadesine gelince bu, emzirmekten" veyahutta, "emzirdiği şeyden" demek olup, bu ikincisine göre "şey" kelimesi "çoluk" olmuş olur. Böylece de bu açıklamaya göre mâ, men anlamına gelmiş olur. b) Cenâb-ı Hakk'ın "Yüklü her (gebe kadın) yükünü düşürür" ayetinin ifade ettiği husustur. Buna göre mana, "O, o günün dehşetinden dolayı, çocuğunu tam veya tam olmadan düşürür" şeklindedir. Ki bu da, bu zelzelenin, dirilişten önce olacağına delâlet eder. Hasan el-Basri de şöyle demiştir. Emziren kadın, çocuğundan, onu sütten kesmediği halde gafil olur, hamileler de, karınlarındakini,yaratılışları tamamlanmadan atar, düşürür." Kaffal de şöyle der: şöyle denilebilir: Hamile veya emzikli olduğu halde ölen kadın, hamile veya emzikli olduğu halde diriltildiğinde o korkudan dolayı çocuğu düşürür. "Emziklinin gaflet ermesi, hamilenin hamlini düşürmesi" ifadelerinden bir teşbihin kastedilmiş olması da muhtemeldir. Bu tıpkı alimlerin, Cenâb-ı Hakk'ın Çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirecek olan bir günde" (Muzzemmil, 17) ayetini tevil etmeleri gibidir." c) Ayetteki "İnsanları sarhoş görürsün" cümlesinin ifâde ettiği hususla ilgili birkaç mesele vardır: Bu kelime tâ'nın dammesiyle (meçhul olarak), (......) (tura) şeklinde de okunmuştur. Nitekim sen ya, (......) yahut da "seni ayakta gördüm" dersin. Kelimesi ise, ya nasb ile ya da ref ile okunur. Nasb okunması hali açıktır. Merfû okunmasına pelince, bu kelimenin meçhul olan fiilin nâib-i faili olmasından dolayıdır. Fiilin müennes getirilmesi ise, (......) kelimesinin "cemâat" lafzıyla tevil edip açıklanmasından dolayıdır. Bu kelime hem sekrâ hem de sükârâ şeklinde okunmuştur. Bu, tıpkı (......) kelimesinin müennesinin "aç- kadın" ve (......) kelimesinin müennesinin "susamış kadın" şeklinde olması gibidir. Yine (tembel kimseler) ve (acele eden kimseler) kelimeleri gibi sükârâ ve sekârâ şeklinde de okunur. Ameş'in, sekrâ ve sûkri şeklinde okuduğu da rivayet edilmiştir ki, onun damme ile sukrâ okuması garibtir. Ayet-i kerimenin manası, "Onlar gerçekte sarhoş olmadıkları halde, onları sarhoş gibi görürsün. Ancak ne var kî, Allah'ın azabından onları bürüyen şeyin dehşeti, onların akıllarını gidermiş ve temyiz kabiliyetlerini uçurmuştur" şeklindedir. İbn Abbas ve Hasan el-Basri "Sen onları, içtiklerinden dolayı değil, o günün korkusundan dolayı sarhoş görürsün" manasındadır, demişlerdir. Şayet sen, "Niçin ilk önce terevne "görürsünüz" sonra da müfred olarak terâ "görürsün" denilmiştir?" dersen, biz deriz ki: çünkü bu fiil ilkönce, "zelzete"ye taalluk etmiş, böylece de insanların tümü onu görür gibi kabul edilmiştir, halbuki bu, en sonunda insanların sarhoş olmaları haline bağlanmıştır. Binâenaleyh, onlardan herbirinin diğerlerini görücü olmaları gerekir. Eğer "siz, o günün şiddetinin herkes için, yahut özellikle cehennemlikler için tahakkuk edeceğini mi söylüyorsunuz?" denilirse, biz deriz ki: Bazı kimseler, o en büyük korkunun ve diğer korkuların sadece cehennemliklere has olduğunu, cennetliklerin ise herşeyden emin olarak haşr olunacaklarını söylerken, "Hayır, bunlar herkes için söz konusudur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın fiillerine karşı kimsenin itiraz hakkı yoktur ve Allahü teâlâ üzerinde hiç kimsenin bir hakkı yoktur" da denilmiştir. 3Âyetin tefsiri için bak:4 4"İnsanlardan kimi, Allah hakkında, bir bilgisi olmaksızın münakaşa eder durur ve her azgın şeytanın ardına düşer. Onun aleyhinde şu hüküm yazılmıştır: "Kim onu dost edinirse, şüphesiz bu, onu saptırır, onu o alevli ateşin azabına götürür". Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Bu ayetlerin, geçen ayetlerle münasebet ve ilgisi hususunda şu iki izah yapılabilir: a) Allahü teâlâ, geçen ayetlerde kıyametin dehşetinden ve şiddetinden bahsetmiş, insanları Kendisinden ittikâ etmeye davet etmiştir. Daha sonra xı ayetlerde de, önceki ayette bahsettiği o insanların bir kısmını söz konusu edip, onların mücâdele ve münakaşalarından bahsetmiştir. b) Allahü teâlâ, Kıyamet zelzelesinin ve şiddetinin bildirilmesine rağmen, yine de bazı insanların Allah hakkında bilgisizce mücâdele ettiklerini ileri-geri konuştuklarını bildirmiştir. Ayetteki "insanlardan kimi" ifadesi ile ilgili olarak şu iki izah yapılmıştır: 1) Bunlar öldükten sonra dirilmeye inanmayan kimselerdir. Bunun böyle olduğuna, "İnsan, kendisini bir nutfeden yarattığımız görmedi mi ki şimdi, açıktan açığa müfrit bir hasımdır" (Yasin, 77) ayeti de delâlet eder. Hem bundan önce bahsedilen husus, öldükten sonra diriliş, hem bundan sonra bahsedilen şey, öldükten sonra dirilişe delâlet eden husustur. Binâenaleyh ayette söz konusu edilen bu mücâdele ile, Mdükten sonra diriliş hususundaki bir mücadelenin kastedilmiş olması gerekir. 2) Bu, Nadr b. el-Haris hakkında nazil olmuştur. Çünkü o, Kur'ân'ı yalanlıyor ve Kur'ân'ın, geçmiş ümmetlerin düzdükleri masallar olduğunu iddia ediyor ve: "Muhammed'in size getirdiği şey, tıpkı benim size anlattığım geçmiş milletlerin efsaneleri gibidir" diyordu. Bu İbn Abbas (radıyallahü anh)'nın görüşüdür. Bu ayet, mefhum-u muhalifi ile (dolaylı olarak), hak olan mücâdelenin yapılabileceğine caiz olduğuna delâlet eder. Çünkü bıktırıcı olmamasının yanısıra, mücadelenin delillere tahsis edilmesi, bilgiye dayalı bir mücadelenin olabileceğini gösterir. O halde bâtıl mücadele, Hak teâlâ'nın, "Bunu sana, (bâtıl bir mücâdeleden başka maksadla) ileri sürmediler" (Zuhruf, 58) ayeti ile, hak mücâdele de, "'Onlarla mücâdeleni, en güzel bir yol ile yap" (Nahl, 125) ayeti ile kastedilmiştir. Hak teâlâ'nın "Her azgın şeytanın ardına düşer" ifadesi hakkında şu iki görüş vardır: 1) Cenâb-ı Allah, bununla kendileri ile birlikte insanları küfre davet eden, kâfirlerin ileri gelenleri demek olan, insan şeytanlarını kastetmiş olabilir. 2) Bununla, İblis ve ordusu kastedilmiştir. Zeccac şöyle der: "Merîd ve mârid, dümdüz, pürüzsüz yüksek şey demektir. Nitekim Arapça'da dümdüz pürüzsüz kaya manasında, "sahratun merda" denilir. Bu kelimenin, denginin sınırını geçtiğinde şeytanlardan başka şeyler hakkında kullanılması da mümkündür. Kütibe Aleyhi Tabirinin İzahı Ayetteki "Onun aleyhine (şu hüküm) yazılmıştır" ifadesi ile ilgili, şu iki izah yapılmıştır: a) (üzerine yazıldı) ifadesi, bir darb-ı mesel (mecazi bir ifadedir). Bu, "Bu şey, onun hal ve hareketlerinde ortaya çıktığı için, sanki falancanın saptırması onun üzerine yazılmış, ona o damga vurulmuştur" demektir. b) Bu hüküm, onun aleyhine olarak ümmü'l-kitab'da (Levh-i mahfuz'da) yazılmıştır. Bil ki bu "hû" (o) zamiri "mücâdele eden" kimseden ve "şeytan"dan sonra zikredilmiştir. Binâenaleyh bu zamirin, bunlardan her birine, bedel olarak râci olması muhtemeldir. Dolayısıyla eğer bu zamir, "mücâdele eden'e râci ise, o zaman men edatının müfred olan lafzına râci olmuş olur. Buna göre sanki Cenâb-ı Hak, "şeytanlara tâbi olan kimseler üzerine, "Kim şeytanı dost edinirse, onu cennetten saptırır ve cehenneme götürür" diye hükmetti" demiştir. Bu da, Allah tarafından bir zecr caydırmadır. Buna göre sanki Hak teâlâ, "Hali böyle olan kimseye bu tehdide müstehak olacağı hükmü yazılmıştır" demiştir. Yok eğer bu zamir "şeytan"a râci olursa, o zaman mana "O kimse, hakkında, "Kim onu kabul ederse, o dalâlettedir" diye yazılı olan her koğulmuş şeytana tâbi olmuş olur. Bu izaha göre de, yine bu şeytana uyma hususunda bir zecr olmuş olur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır: Kâdi Abdulcebbâr şöyle der: kütibe aleyhi tabiri ile, "Onun hakkında hüküm olarak verildi" manası kastedilmiştir denildiğinde, bu zamirin ancak "şeytana tâbi olan"a râci olması mümkün olur. Çünkü Allahü teâlâ'nın şeytana, "O, saptırır" diye hükmetmiş olması caiz değildir. Bunun, "şeytanın sözlerine itibar edenler hakında, "şeytan onu cennetten saptırdı ve cenenneme sevketti" hükmü verildi" manasında olması mümkündür" Allah onlara rahmet etsin alimlerimiz şöyle demişlerdir: "Bu hüküm onun hakkında verildiğine göre, tahakkuk etmeyecek olsa, Allah'ın doğru haberi yalana dönüşmüş olur. Böyle olması İse imkansızdır. İmkansıza götüren şey de imkansızdır. Dolayısıyla, bu hükmün tahakkuk etmesi imkansız olur. Ayet, Allah Hakkında mücadele edenin, eğer Allah'a inanmıyorsa, bu mücâdelenin kötü ve kınanmış olduğuna ve azab sebebi olacağına delâlet etmektedir. Dolayısıyla bu, Allah'a inanmanın (aklen) zaruri ve mecburi olmadığına delâlet eder. Kadi şöyle der: "Bu ifadede, Allahü teâlâ hakkında mücadele etmenin, Allah'ın yaratması ve iradesi ile meydana gelmediğine bir delâlet vardır. Aski halde, bu mücâdele, şeytana tâbi olanların işi olarak gösterilemezdi ve: "Onu şeytan saptırır" denilmez, aksine: "Onu Allah saptırdı" denilmesi gerekirdi." Kadi'nin bu görüşüne, Senin bu iddiana "ilim ve dâi meselesiyle karşı çıkılır" diye cevap verilir. Ayetteki (......) ifadesi, hem innehu hem ennehu şeklinde okunmuştur. Bunu fethalı okuyan, birinci (......) edatı "Kütibe" fiilinin nâib-i faili, ikincisi de ona ma'tûf olduğu için, bunu böyle okumuştur. Bunu kesreyle okuyan ise, "yazılma" işini "hikaye etme" aynen yazıldığı gibi aktarma üslûbu ile, böyle" okumuştur. Bu tıpkı, "Ben Yani: Ben, Allah, gani ve hamiddir" diye yazdım" demen gibidir. yahut da, bu ifadenin başında mukadder bir (......) (Denildi ki) fiilinin bulunduğunu, "Kütibe" fiilinin fiili manasında olduğunu söyleyebiliriz. 5Âyetin tefsiri için bak:7 6Âyetin tefsiri için bak:7 7"Ey insanlar, eğer siz öldükten sonra diriliş hakkında herhangi bir şüphe içinde iseniz, şu muhakkaktır ki Biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra bir alakadan sonra da yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem etten yarattık ve size apaçık gösterelim diye, sizi dilediğimiz belirli bir vakte kadar, ana rahimlerinde durdururuz. Sonra sizi bir çocuk olarak çıkarırız. Sonra da kuvvetinize ermeniz için (büyütüyoruz). Kiminiz öldürülüyor, kiminiz de, bilmesinden sonra hiçbirsey bilmemek üzere, ömrün en fena devresine gerisin geri itiliyor. Sen, yeryüzünü kupkuru ve ölü götürsün. Fakat onun üstüne suyu indirdiğimiz zaman, harekete gelir, kabam ve her güzel çiftten nice nebat bitirir. Bunun sebebi şudur: Çünkü Allah hakkın tâ kendisidir. Gerçekten ölüleri diriltir. Şüphesiz O, herşeye hakkıyla kadirdir. Hiç şüphesiz o kıyamet, elbet gelecektir, bunda bir şüphe yok. Muhakkak Allah, kabirlerde olanları diriltip kaldıracaktır". Kıraat: Hasan el-Basri, harekeli olarak (......) şeklinde okumuştur, Bunun bir benzeri, halb ve tard kelimelerinin haleb, tarad şeklinde de okunmasıdır, Tâ'nın ve râ'nın kesresi ile (......) şeklinde okunmuştur. İbn Ebi Able bunların ikisini de mansub olarak okumuştur. fiillerinin en meşhur kıraati, bu şekilde nûn ile okunuşudur. İbn Ebi Able ise, üçünü de yâ ile (müfred gâib) olarak okumuştur. Bunların nûn ile okunmasına göre şu vecihler söz konusudur. a) Bu, meşhur kıraattir. b) Seyrin, Davûd'dan, Davûd da Ya'kûb'dan rivayetle bunların nûn'un fethası, kâf ve râ'nın zammesi ile, (......) şeklinde okunduğunu söylemiştir ki bu, "suyu döktü" manasındaki ifadesinden alınmıştır. Yine Seyrafi'den bir başka rivayette de, durum aynıdır, ancak bunda râ mansub olarak zikredilmiştir. c) Râ'nın ve cimin nasbi ile ve şeklinde de okunmuştur Bu fiillerin yâ ile okunmasına göre de şu vecihler söz konusudur: a) Kâfin, râ'nın ve cim'in fethası ile bunlar yekarru, yuhricukum. b) Kâfin, râ'nın ve cim'in zammesiyle yekurru, yuhricukum. c) Yâ'nın fethası, kâfin kesresi ve râ'nın zammesiyle yakımı şekillerinde okunmuştur. Bu sonuncusu, Ebu Hâtim'in kıraatidir. Yâ'nın fethası ile, "Allah öldürdü" manasında, şeklinde kıraat vardır. Bu, İbn Amre ve A'meş'in kıraatidir. Mim'in sükûnu ile erzeli'l-umri şeklindeki kıraat meşhurdur. Abdullah b. Me'ûd (radıyallahü anh)'ın kıraatine göre, ayet "Kiminiz öldürülüyor, kiminiz ihtiyar oluyor" şeklinde okunmuştur. Bu kıraat meşhur değildir. Ebu Ca'fer'in ve (yükseldi) şekillerinde kıraati vardır. El-Amri, Ebu Ca'fer'in bu hemzeyi, yumuşatarak (telyin ile) okuduğunu rivayet etmiştir. Yine, buradaki şeklinde de okunmuştur. Ölümden Sonra Dirilişin İsbatı Mana: Bil ki Allahü teâlâ haşr ve neşr hususunda, câhilce o insanların mücadele edip, karşı çıktıklarını haber verip, onları bu hususta zemmedince, hasrın (kıyametin) gerçek olduğuna, şu iki bakımdan delil getirmiştir: 1) Önce canlıların yaratılış ile istidlal etmiştir. Bu, "De ki: Onu, ilk defa yaratan diriltecektir" (Yasin, 79) ve "Onlar derler ki: "Bizi kim yeniden diriltecek?" De ki: "Sizi üç defa yaratan (Allah)" (İsra, 51) ayetlerinde, mücmel (özet) olarak zikrettiği delile uygundur. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Eğer size va'dettiğimiz "ba's" hususunda bir şüpheniz varsa, ilk defa sizi yaratmaya kadir olanın, tekrar yaratmaya (diriltmeye) kadir olacağını anlamak için, ilk yaratılışınınızı düşününüz" demiştir. Sonra Hak teâlâ, ilk yaratılışın şu yedi mertebesini saymıştır: Birinci mertebe: Bu ayetteki "Şu muhakkak ki Biz sizi topraktan yarattık" ifadesi ile anlatılmaktadır. Bu ifade ile ilgili şu iki izah yapılmıştır: a) Bu, "Biz sizin aslınız-atanız Âdem'i topraktan yarattık" demektir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Allah o (Âdem'i) toprak yarattı"(Âl-i İmran, 59) ve "Sizi o (Âdem) 'den yarattık" (Taha. 55) buyurmuştur. b) İnsanın yaratılışı, meni ve hayz kanındandır. Bu ikisi de insanın (ana-babanın) aldığı gıdalardan oluşur. Gıdalar da ya hayvansal ya bitkiseldir. Hayvansal gıdalar da, sonunda (hayvanın yediği) bitkilere dayanır. Bitkiler ise, sudan ve topraktan olur. Binâenaleyh "Biz sizi topraktan yarattık" ifadesi doğru bir sözdür. İkinci mertebe: Bu, ayetteki "Sonra nutfeden" ifadesi ile anlatılan fcuaustur. "Nutfe", "az su" manasınadır, yani bu, "herhangi bir sudan" demek olup, bununla "erkeğin suyu" (menisi) kastedilmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, Aralarında hiç bir ilgi yok iken, o kuru toprağı latif bir suya çeviren Benim" demektedir. Üçüncü mertebe: Bu, ayetteki "Sonrada bir alakadan" ifadesi ile anlatılan husustur. "Alaka", donmuş kan parçası demektir. Su ile, donmuş kan parçası arasında çok büyük bir farkın olduğunda şüphe yoktur. Dördüncü mertebe: Bu "Sonra da yaratılışı belli belirsiz bir lokma etten yarattık ve size apaçık gösterelim diye, sizi dilediğimiz belirli bir vakte kadar, ana-rahimlerinde durdururuz" ifadesinin anlattığı husustur. "Mudğa" bir çiğnemlik küçük et, parçasıdır. "Muhallaka", noksanlık ve kusurdan uzak, dümdüz, pürüzsüz şey demektir. Nitekim birisi misvakini veya çubuğunu düzelttiğinde, denilir ki bu, Arapların dümdüz kaya için kullandıkları ifadelerinden alınmıştır. Muhallaka Tabirinin Tefsirleri Müfessirlerin bu hususta çeşitli görüşleri vardır: a) Bununla, yaratılma halleri tamamlanan ve tamamlanmayan kimseler kastedilmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki "mudga"yı iki kısma ayırmıştır: 1) Şekli, duyuları, hatları tamamlanmış olanlar. 2) Bu bakımlardan noksan olanlar... Böylece Allahü teâlâ onu "mudğa" haline getirdikten sonra, ondan noksansız tam bir insan meydana getirdiğini ve bu vasıftan taşımayan kimseleri yarattığını beyan buyurmuştur. Bu Katâde ve Dahhâk'ın görüşüdür. Böylece Cenâb-ı Hak sanki, farklı farklı "mudga"lar yaratmıştır: onlardan bazılarının hilkati tam, kusurlardan uzak bazıları da bunun aksine... İşte bu farklılığa, insanların yaratılışlarındaki ve suretlerindeki, uzun ve kısa, tam ve noksan oluşlarındaki farklılıkları bağlı olur. b) "Muhallaka", şekillenmiş, "gayr-ı muhallaka" ise, şekillenmemiş demek olup, bu da şekil almamış, hattan belirlenmemiş ve bir et parçası olarak katan demektir. Bu görüşte olanlar, Alkame'nin, Abdullah (b. Mes'ûd) (radıyallahü anh)'den rivayet ettiği şu sözü delil getirmişlerdir: "Nutfe, ana rahmine düştüğünde, Allah bir melek gönderir. O melek, "Ey Rabbim, bu muhallaka mı, gayr-ı muhallaka mı diye sorar. Eğer Cenâb-ı Hak, "Gayr-ı muhallaka" derse, rahim o nutfeyi kan olarak dışarı atar. Yok eğer, "muhallaka" derse, o zaman melek, "Ey Rabbim, bunun sıfatı nedir, erkek midir, dişi midir? Rızkı nedir? Eceli ne kadardır? Şaki midir, said midir?" diye sorar. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Ümmü'l-Kitab'a (Levh-i Mahfuz'a) git ve oradan bu nutfenin sıfatlarını (kaderini) yaz çıkar" der. Bunun üzerine melek gider ve oradan o sıfatların hepsini sonunu kadar yazar" Mûsned. (3O97; Müslim, Kader. 4 (4İ2O36). d) Kaffal şöyle der: "Tahtîk" "halk" (yaratma) masdarındandır. Binâenaleyh üzerinden peşpeşe tavırlar (merhaleler) ve birbirini izleyen yaratmalar geçmiş olan şeye, üzerinden peşpeşe yaratma işi geçtiği için "muhallak" denilir. İşte bu noktada âlimler şöyle demişlerdir: "Tam olan, "muhailak"tır, tam olmayan ise, "gayr-ı muhallaktır. Çünkü tam olmayanda, bütün yaratmalar, birbirini tam olarak izlememiştir. Birinci görüş doğruya daha yakındır. Çünkü Allahü teâlâ ayetin evvelinde, "Biz sizi yarattık" buyurmuş ve bununla insanlara hitab etmiştir. Binâenaleyh hem "muhallaka", hem de "gayr-ı muhallaka" ifadelerinin, ileride insan haline gelecek şey manasına hamledilmesi gerekir. Bu ise, düşük olarak doğanda bu mana yoktur. Çünkü o, bazan hilkati tamamlanmadan düşük olarak doğar. Buna göre eğer, "Keşke siz, ayetteki, "Sizi ana rahimlerinde durdururuz" ifadesinden ötürü, bunu düşükler manasına da hamletseydiniz. Çünkü bu ifade, rahimlerde durduramayanların olduğunu da dolayısıyla göstermektedir. Onlar da düşük olanlardır" denilirse, biz deriz ki: "Bu, bizim söylediğimiz "mudga"nın, muhallak ve gayr-ı muhallak olmasına mani değildir. Çünkü bazısının hilkati (yaratılış) tamamlanıp, bazısının ki noksan olduktan sonra, bunun tam olması gerekmez. Aksine bu ifadede, Allah'ın rahimlerde durdurduğu ve durdurmadıkları da yaratmaktadır. Eğer onda, insan şekli meydana gelmiş ise, işte o bu açıdan içine düşüklerin de dahit olduğu bir ifade olmuş olur. Ayetteki "Size apaçık gösterelim diye" ifadesi ile ilgili olarak şu iki izah yapılmıştır: a) Bu "Size, "mudga"nın, muhallaka şekline dönüşmesinin, hür ve irade sahibi bir failin tercihi ile olduğunu, o failin olmaması halinde onların bir kısmının muhallak, bir kısmının da gayr-ı muhallak hale gelemeyeceklerini beyân edelim diye" demektir. b) Bu ifadenin manası şöyledir: "Eğer, ba's (yeniden diriliş) hususunda bir şüphede iseniz, sizden öldükten sonra dirilme hususundaki şüphenizi giderecek şeyi size açıklayalım diye, sizi şundan şundan yarattığımız size haber verip anlatıyoruz. Çünkü bunları böyle yaratmaya kadir olan, yeniden yaratmaktan nasıl âciz olur." Ayetteki "Sizi dilediğimiz belirli bir vakte kadar, ana rahimlerinde durdururuz" ifadesine gelince, bununla Cenâb-ı Hak doğum noktasına ulaştırdığı kimseleri kastetmiştir. "Ecel-i Müsemmâ", doğum için biçilen zaman demek olup, bu da ya altı ayın, veya dokuz ayın veya dört yılın sonu yahut da Allah'ın dileyip takdir ettiği başka bir zamandır. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak eğer bunu yazmış ise, bu ecel-i müsemmâ olur. Besince mertebe: Bu ayetteki "Sonra sizi bir çocuk olarak çıkarırız" ifadesi ile anlatılan husustur. Cenâb-ı Hak, "tıfl" (bir çocuk) kelimesini nüfred olarak getirmiştir. Çünkü bundan maksadı, çocuk cinsine işaret etmektir. Bu, Sizden herbirinizi bir çocuk olarak çıkarırız" manasına da olabilir. Bu tıpkı (Tahrim. 4) ayetindeki durum gibidir. (Yani herbirini ayrı ayrı mütalaa ederek müfred (tekil) getirme söz konusudur). Altıncı mertebe: Bu, ayetteki "Sonra kuvvetinize ermeniz için büyütüyoruz)" ifadesi ile anlatılan husustur. "Eşüdd" kuvvetin, aklın ve temyiz gücünün tam olması demek olup, bu müfredi olmayan çoğul kelimelerdendir. Eşüdd ideta birden fazla husustaki şiddeti ifade ettiği için cemi (çoğul) olarak getirilmiştir. Binâenaleyh kastedilen mana, -Allah en iyisini bilir ya- "Cenâb-ı Hak sonra, eşüddünüze erişeşiniz diye, terbiyeniz de ve gıdalarınızdaki işleri (yollan) kolaylaştırdı" demektir. Allahü teâlâ bu ifade ile, çocuğun ana-rahminden çıkması ile kuvvetine ermesi arasındaki durumlara dikkat çekmiştir. Bu iki hal arasında, merhaleler vardır. Bazı kimseler, insanın çocukluk hali ile, kuvvetine ulaşması halinin başlangıcı arasında bir merhale olmadığını söylemişlerdir. Yedinci mertebe: "Kiminiz öldürülüyor, kiminiz de bilgiden sonra hiçbir şey bilmemek üzere, Ömrün en fena devresine gensin geri itiliyor" ifadesi ile anlatılan husustur. Bunun manası şöyledir: "Kiminiz, kuvvetine ve tam oluşuna rağmen öldürülüyor, kiminiz de erzel-i ömüre, yani ihtiyarlığa ve bunaklığa sevkediliyor, böylece de tıpkı çocukluğunun başlangıcında olduğu gibi, bünyesi zayıf, aklı tutarsız ve anlayışı az hale geliyor." Buna göre eğer, "Cenâb-ı Hak niçin, o çocuk gibi bazı şeyleri bildiği halde, "bilmesinden sonra hiçbirşey bilmemek üzere" buyurmuştur" denilirse, biz deriz ki: Bununla, "onun aklının zail olması ve hiçbirşey bilmez hale gelmesi" kastedilmiştir. Çünkü bu gibi ifadeler bazan, mübalağa için olumsuz manada zikredilir. Bazı kimseler, Hak teâlâ'nın, "Sonra o (insanı) aşağıların aşağısa çevirdik. Ancak iman edip sâlih ameller işleyenler müstesna" (Tin, 5-8) ayetlerinden ötürü, bu halin mü'minlerde bulunmayacağını söylemişlerdir ki bu görüş zayıftır. Çünkü, "Sonra onu aşağıların aşağısa çevirdik" ayeti, kınama manasında olup, bununla cezalandırma yerine geçecek şeyler kastedilmiştir. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Ancak iman edip sâlih ameller işleyenler müstesna. Çünkü onlar için, kesilmez (devamlı) bir mükafaat var" (tin, 6) buyurmuştur. Canlıların yaratılışlarından, ba's (öldükten sonra diriliş) için çıkarılan istidlalin hepsi bundan ibarettir. 2) Bitkilerin yaratılması ile, öldükten sonra diriliş hususunda yapılan istidlal,ayetteki "Sen yeryüzünü kupkuru ve ölü görürsün. Fakat onun üstüne suyu indirdiğimiz zaman harekete gelir, kabanr" ifadesi ile yapılmıştır. Yerin "hamide" oluşu, kuruması bitkilerden ve yeşilliklerden uzak oluşu demektir. "İhtizaz" ise, sevinçten ötürü harekete geçmek demektir. İş, güzel ve faydalı şeylerden olmadığı zaman, neredeyse ifadesi kullanılmaz. Binâenaleyh ayetteki tifadesi, "O yer, bitki ile harekete geçti ve kabardı" demektir. Ayetteki "Her güzel çiftten nice nebat bitirir" ifâdesi, mecazî bir ifadedir. Çünkü bunlar yerden biter. Bunları bitiren ise Allah Tealâ'dır. Fakat bu bitirme işi, mecazî olarak yere (toprağa) nisbet edilmiştir. Buna göre bunun manası, "Ekin ve ağaç gibi her çeşrt bitkiden bitirir" demektir, "el-behcetu" bir şeyin parlaklığı ve güzel olması demektir. O halde, ayetteki fay (benle) kelimesi, isnvi mefûl (güzel olmuş, güzellenmiş) anlamındadır. Müberred de, "Bu, "güzel ve aydınlanmış şey" demektir" demiştir. Cenâb-ı Hak, bu iki delili izah edince matlubu ve neticeyi, bu ikisine dayandırarak, şu beş şeyi zikretmiştir. a) "Bunun sebebi şudur: Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir" ayetinin ifade ettiği husustur. Hakk, mevcut ve sabit olandır. Böylece Cenâb-ı Hak sanki, "Bu izahlar, bir yaratıcının varlığına delâlet ediyor" diye bir açıklamada bulunmuştur ki, bunun neticesi de şöyle demeye varıp dayanır. Bu, birbirine zıt arazların meydana gelmesi ve aynı sırada kendi cisimlerine girmeleri, bir Yaratıcı'nın varlığına delâlet eder. b) Cenâb-ı Hakk'ın "Gerçekten ölüleri O diriltir" ayetinin ifade ettiği husus. Binâenaleyh bu ifâde şuna dikkat çekmiştir. "İlah olan zâttan, bu şeylerin yoktan var etmesi imkansız görülmediğine göre, O'nun ölüleri yeniden diriltmesi nasıl imkansız görülebilir? c) Cenâb-ı Hakk'ın "Şüphesiz O, herşeye hakkıyla kadirdir" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu, "Bu şeyleri yoktan var eden, mutlaka zâtı gereği kudret ile tavsif edilmiş olması gerekir... Böyle olan kimse, bütün mümkinâta da kadir ve muktedir olur. Binâenaleyh, böyle olan kimsenin iade etmeye yeniden yaratma Kadir olması gerekir" demektir. d) Cenâb-ı Hakk'ın "Hiç şüphesiz o kıyamet elbet gelecektir, bunda bir şüphe yok. Muhakkak Allah, kabirlerde olanları diriltip kaldıracaktır" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu, "Cenâb-ı Hak, yeniden yaratmanın, haddi zâtında mümkün olduğuna ve Kendisinin de bütün mümkinâta kadir olduğuna dair deliller getirince, onun, yeniden yaratmaya da aslında kadir olduğuna kesinkes hükmetmek gerekir... Bunun "mümkin" olduğu sabit olup, peygamber de bunun olacağını haber verdiğine göre, o işin mutlaka olacağına Kesinlikle hükmetmek gerekir" demektir. Bil ki, bu delilin bu nazarî görüşe delâlet ettiğini daha düzgün bir şekilde söylemek istersek şöyle denilebilir: Yeniden yaratmak, hadd-i zâtında mümkün olan bir iştir. Muhbir-i Sâdık (aleyhisselâm) de bunun mutlaka olacağını haber vemiştir. Binâenaleyh, bunun mutlaka olacağını kesinkes belirtmek gerekir. Bu işin mümkin olduğunun delilini şöyle izah edebiliriz: Bu maddeler, canlı ve akıllı oldukları sırada, kendileriyle kaim olan o sıfatları, paramparça olduktan sonrada taşıyabilirler. Cenâb-ı Hak (c.c), bütün malûmatı bilen ve bütün mümkin olan makdûrata kadir olan zâttır, işte bu, yeniden yaratmanın mümkün olduğuna kesinkes hükmetmeyi gerektirir. Çünkü biz dedik ki, o maddeler, dağılıp paramparça olduktan sonra da, o sıfatları taşıyabilirler. Çünkü bu maddeler o sıfatlar, bir vakitte kabul etmemiş olsalardı, o sıfatları hiçbir vakit kabul edemezlerdi. Çünkü, zâti işler son bulmaz, devam eder. Şayet, o maddeler sıfatları hiçbir vakit kabul etmemiş olsalardı, hiçbir vakit canlı ve akıllı olamazlardı. Ancak ne var ki, o maddeler canlı ve akıllı olmuşlardır. Binâenaleyh, o maddelerin devamlı olarak bu sıfatları kabul edici olmaları gerekir. Cenâb-ı Hakk'ın o mümkin olan şeyleri meydana getirmesinin mümkün olması meselesine gelince, bu şöyledir: Cenâb-ı Hak, bütün malûmatı bilendir. Dolayısıyla O, mükelleflerin herbir parçasını muayyen bir şekilde bilen bir zât olmuş olur. Keza Cenâb-ı Hak, bütün mümkinâta kadirdir. Binâenaleyh O, o sıfatları o zâtlarda (cevherlerde) yaratmaya kadir olan bir zât olmuş olur. Böylece, iadenin (yeniden yaratmanın) mümkün bir şey olduğu ve Allahü teâlâ'nın da, o mümkini meydana getirecek olan zât olduğu sabit olmuş olur. Bu sebeple de, yeniden yaratmanın haddi zatında mümkin bir şey olduğu kesinlik kazanmış olur. Binâenaleyh, muhbir-i sadık (peygamber) onun meydana geleceğini haber verirse, o işin meydana geleceğine kat'iyyen hükmetmek gerekir. İşte, bu asıl kaidenin izahı hususunda söylenecek söz bundan ibarettir. İmdi, Cenâb-ı Hakk'ın, önce canlıların sonra da bitkilerin yaratılışından bahsetmesinin ne faydası vardır?" denilirse, biz deriz ki: Bu, Allah'ın bütün mümkinâta kadir olduğuna ve bütün malûmatı bildiğine delâlet eder. Bu doğru ve gerçek olunca, yeniden yaratmanın da mümkün olduğu sabit olmuş olur. Çünkü, karşı taraf, öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmeyi, işte bu iki aslı kabul etmemeye dayandırmaktadır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak (c.c) kitabı Kur'ân'da her nerede öldükten sonra dirilmeye delil getirirse, orada, kendisinin kadir ve âlim olduğunu da zikreder. Bu meselâ, "De ki: Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı hakkıyla bilendir" ayetinde böyledir. Binâenaleyh O'nun, "Onları ilk defa yaratan diriltecek" beyanı kudretinin, "O, her yaratmayı hakkıyla bilendir" buyruğu da ilminin beyânıdır. Allah en iyisini bilendir. 8Âyetin tefsiri için bak:10 9Âyetin tefsiri için bak:10 10"İnsanlar içinde öyle kişi vardı ki, ne bir bilgisi, ne istidlal edeceğ, bir senedi, ne de aydınlatıcı bir kitabı olmaksızın, Allah yolundan saptırmak içini (kibir ve azametle) yanını, eğip bükerek Allah hakkında münakaşa eder durur. Dünyada rüsvaylık onundur. Biz ona kıyamet gününde de yangın (cehennem) azabını taddıracağız. Bunun sebebi iki elinin öne sürdüğü şeylerdir ve çünkü Allah, şüphesiz kulları hakkında zulûmkâr değildir". Ayetin kıraati hakkında: Bütün kıraat imamları, 'ayn'ın kesresiyle (......) şeklinde okurlarken, sadece Hasan el-Basri 'ayn'ın fethasıyla okumuştur. Yâ'nın dammesiyle (li yudılle) şeklinde okunmuştur. Fethasıyla (li yadılle) okunması, meşhur kıraattir. Kıraat imamları nün ile (nuzikuhû) şeklinde okurlarken, Zeyd İbn Ali (taddırdım) şeklinde okumuştur. Mâna: Ayetle ilgili birkaç mesele vardır; Alimler, Cenâb-ı Hakk'ın, "İnsanlardan kimi, Allah hakkında bir bilgisi olmaksızın, münakaşa eder durur ve (bu hususta) bu azgın şeytanın ardına düşer" (Hac. 3) ifadesiyle kimleri kastettiği hususunda şu şekillerde ihtilaf etmişlerdir: 1) Ebu Müslim: "Birinci ayet yani, "insanlardan kimi, Allah hakkında bir bilgisi olmaksızın, münakaşa eder durur ve (bu hususta) her azgın şeytanın ardına düşer" (Hac, 3) ifadesi, mukallit tâbiler, bu ayet ise, mukallit olan metbûlar (kendilerine uyulan kimseler) hakkındadır. Çünkü, mücadele eden iki gruptan her ne kadar biri tâbi diğeri metbû ise de, her ikisi de ilimsiz olarak mücadele etmektedir. Bunun böyle olduğunu, Cenâb-ı Hakk'ın, "ne istidlal edeceği bir senedi, ne de aydınlatıcı bir kitabı olmaksızın" ifadesi ortaya koymaktadır. Çünkü bu gibi ifadeler, mukallit hakkında kullanılmaz. Bu ancak, bir şüpheye binâen mücadele eden kimseler hakkında söylenilir. Şayet, "sizin söylediğiniz şey, nasıl doğru olabilir; zira mukallit mücadeleci olmaz" aenilirse, biz deriz ki: Mukallit bazan, taklid ettiği şeyi doğrulamak, doğru göstermek için mücadele eder, bazan da her ne kadar asıl dayandığı şey taklit ise de, imkân olduğunda açık şüpheler irâd eder ortaya atar... 2) Birinci ayet, Nadr İbnut-Haris,bu ayet de Ebu Cehl hakkında nazil olmuştur. 3) Bu ayet de, Nadr hakkında nazif olmuştu. Bu, İbn Abbas (radıyallahü anh)'nın görüşüdür. i.etlerin tekrarlanmasının faydası ise, onu iyice zemmetmek içindir. Hem, birinci ayette, onun delilsiz olarak, takliden şeytana uyması, ikinci ayette de, onun din hakkındaki mücadelesi ve delilsiz olarak başkasını saptırması ele alınmıştır. Birinci görüş, geçmiş olarak açıklamadan dolayı, doğruya daha yakındır. Ayet, daha önce de izahı geçtiği gibi ilim, hidâyet ve aydınlatıcı kitaba dayanarak mücadele etmenin güzel ve gerçek olduğuna delâlet etmektedir. Ayetteki, "ilim" sözüyle zaruri ilim "hüden" sözüyle, İstidlal ve nazariyyât kastedilmiştir. Çünkü bunlar da bilgi edinmeye itetir. Kitab-ı münîr ile de, vahy kastedilmiştir. Buna göre mana, "O, daha önce zarurî, nazarî ve nakli bir ilim bulunmaksızın, mücadele eder" demek olup bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Allah'ı bırakıp da, kendisine hiçbir bir bilgileri bulunmadığı şeylere (putlara) taparlar" (Hac, 7) ve "Bundan evvel bana, bir kitab... getirin" (Ahkaf, 4) ayetleri gibidir. Cenâb-ı Hakk'ın "Allah yolundan saptırmak için, (kibir ve azametle) yanını eğip bükerek" ayetine gelince, bil ki "yanı eğip bükmek" ifadesi, kendini beğenmek anlamına gelen, "boyun bükmek ve yanağını, yüzünü çevirmek" gibi hareketlerin ifade ettiği kibir ve kendini beğenme demektir. Cenâb-ı Hakk'ın ifadesine gelince, bunu yâ'nın dammesiyle okumak ve bu mücadele eden kimsenin, kendisine başkası tâbi olsun ve böylece de o kimseyi hakdan saptırsın diye, bu mücadeleyi yaptığına ve böylece de kibrini ortaya koyduğuna delâlet eder. Böylece de bu okuyuşa göre bu kimse, hem sapıklık ve küfrü, hem de başkasını saptırmayı bir arada yapmış demektir. Bu kelimeyi yâ'nın fethasıyla li yadılle şeklinde okumaya göre mana, şöyle olur: Onun mücadelesi, sapması neticesine vardığı için, adeta onun gayesi olmuş olur. Sonra, Cenâb-ı Hak (c.c), o kimsenin hem dünyadaki, hem de ahiretteki halini açıklamıştır. Dünyadaki hali, Bedir gününde onun başına gelmiş olandır. Çünkü biz, Ibn Abbas (radıyallahü anh)'dan bu ayetin Nadr Ibn el-Haris hakkında nazil olduğunu ve onun da, Bedir günü öldürüldüğünü rivayet etmiştik. Bu ayeti, belli bir mana ile tahsis etmeyenler ise şöyle demişlerdir: Onun dünyada başına gelen rüsvayiık ile, müminlere emredilen, "onları kınamak, onlara lanet etmek ve onlarla cihâd etmek savaşmak gibi hususlar kastedilmiştir. Ahiretteki hallerine gelince bu Cenâb-ı Hakk'ın "Biz ona kıyamet gününde de yangın (cehennem) azabını taddıracağız" ayetinin ifade ettiği husustur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu hemen başlarına gelen dünyadaki bu rüsvayiık ile, geriye bırakılan o cezanın, onun elinin yapıp gönderdiği şeyden dolayı olduğunu beyan etmiştir. Mu'tezile: "Bu ayet şu birkaç neticeye delâlet eder" demektedir. 1) Ayet, o kimsenin bu cezaya ancak, kendi ameli ve fiili sebebiyle düştüğünü gösterir. Binâenaleyh, o kimsenin fiilini Allah yaratmış olsaydı, Cenâb-ı Hak (c.c) o fiili yarattığında o kimsenin onu yapmaması, yaratmadığında da, o kimsenin onu yapması imkansız olurdu.. Böylece de bu cezalandırma, o kimsenin fiili sebebiyle olamazdı. Binâenaleyh, şayet Cenâb-ı Hak onu, bundan dolayı cezâlandırırsa, bu katıksız bir zulüm olur... Bu da, bu ayetin aksinedir. 2) Cenâb-ı Hakk'ın, o ifadenin gelişinden, "ve çünkü Allah, şüphesiz kulları hakkında zulümkâr değildir" ifadesini getirmesi, sayesinde mükellefin bu ikâba müstehak olduğu bir fiili işlemesinden dolayı, O'nun bu azabı yapmakla zalim olmadığına delildir ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın o kimseye kendisinden sadır olmayan bir fiil sebebiyle onu cezalandırması halinde zalim olacağına delâlet eder. Bu da, babalarının küfründen dolayı çocuklarına azâb edilemeyeceğine delâlet eder. 3) Cenâb-ı Hak, zulmetmemekle övünmüştür. Binâenaleyh, Nazzam'ın dediğinin aksine, O'nun zulme kadir olması, Ehl-i sünnetin dediğinin aksine de, Allah'dan zulmün sudürunun doğru olmaması gerekir. 4) Bu ayetle, Allahü teâlâ'nın zulmetmeyeceğine istidlal edilemez. Çünkü, onlara (ehl-i sünnete) göre, peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetinin doğruluğu, zulmün manasına dayanmaktadır. Binâenaleyh şayet biz zulmün yokluğunu naklî delille isbat edecek olsaydık, o zaman "devr" lâzım gelirdi. Mu'tezile'nin bütün bu görüşlerinin tamamına cevabımız (bizim) "İlim ve dâi" delilimizdir. 11Âyetin tefsiri için bak:13 12Âyetin tefsiri için bak:13 13"İnsanlardan kimi de Allah'a, (dininin) yalnız bir taraf(ın)dan (tutup), ibadet eder. Eğer kendisine bir hayır dokunursa ona yapışır. Eğer bir fitne isabet ederse, yüzü üstü döner. Dünyada da, ahirette de hüsrana uğramıştır o. Bu ise apaçık ziyanın ta kendisidir. O, Allah'dan başka kendisine ne zarar, ne bide vermeyecek olan şeylere tapar. Bu ise, (hakdan) en uzak sapıklığın ta kendisidir. (Evet) o, zararı faidesinden daha yakın olana tapar. O, ne kötü yardımcı ve fena yoldaştır". Kıraat: Ayet şeklinde, nasb ve ref ile de okunmuştur. Nasb ile (hâsire) okunuşu, "hal" oluşundan, ref ile hâsira okunuşu da, mahzûf mübtedânın haberi oluşundan ötürüdür. Abdullah b. Mes'ud (radıyallahü anh), lâmsız olarak (Kim ona zarar verirse) şeklinde okumuştur. Bil ki Cenâb-ı Hak, bahsettiğimiz gibi, şirklerini ortaya koyanların ve şirk uğruna mücâdele edenlerin durumunu anlatınca, bunun peşinden münafıkları anlatarak, "İnsanlardan kimi de Allah'a (dininin) yalnız bir taraf (ın)dan (tutup), ibadet eder" buyurmuştur. Ayette geçen "harf' lafzının manası ile ilgili şu iki izah yapılmıştır: 1) Hasan el-Basrî şöyle demiştir: Kişinin din konusunda itimâd ettiği dayanağı, kalbi ve lisanıdır. Binâenaleyh bu ikisinden biri diğeri ile uyumlu olduğunda, insan dini bakımdan mükemmel olmuş olur. Dolayıssıyla o kimse, kalbinden nifak olduğu halde, bazı gayelerinden ötürü dili ile, mü'min olduğunu söylediğinde, onun hakkında zemmetmek için, "O Allah'a bir "harf" üzere (bir taraftan tutarak) tapıyor" denilebilir. 2) Bu, "O, dinin ortasında ve merkezinde değil de, bir kıyısındadır" demek olup, münafıkların dinen, itminanın verdiği bir sükunet üzere değil de, bir anarşi (kargaşa) içinde oluşlarını anlatan bir teşbihtir. Bu tıpkı, ordunun bir kanadında (kenarında-kıyısında) yer alan kimse gibidir. Eğer bu kimse, bir ganimet kokusu alırsa, yerinde durur ve ayrılmaz. Aksi halde, firar eder ve uçup gider. İşte ayetteki "Eğer kendisine bir hayır dokunursa ona yapışır. Eğer bir fitne isabet ederse, yüzü üstü döner" ifadesi ile anlatılan budur. Çünkü dinde sebat, eğer hakka isabet etmek (gerçeği bulmak), Allah'a itaat etmek ve O'nun cezasından korkmadan dolayı olursa, ancak böyle olur. Ama insanın maksadı, dünyevî menfaatler ise, bu kimse sevinçli anlarda (menfaati olduğu zamanlarda) dindar gibi görünür, sıkıntı zamanlarında ise dinden döner. Böylece de sadece mezmûm bir münafık olmuş olur ki bu tıpkı "Onlar (küfür ile iman) arasında bocalayan şaşkın koyunlar gibidirler"(Nisa, 143) ve "Eğer Allah'dan size bir fetih (ganimet) gelirse, "Biz de sizinle beraber değil miydik?" der" (Nisa. 141) ayetlerinde anlatıldığı gibidir. 1) Kelbi şöyle der: "Bu ayet, çöllerinden hicret edip, Medine'ye Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına gelen, bazı bedeviler hakkında nazil olmuştur. Onlardan birisi sıhhat ve rahat üzere olup, atı güzel bir tay, hanımı bir oğlan doğurup, malı ve sürüsü çok olduğunda, halinden memnun olur ve bununla itminan bulur. Ama başına bir bela gelir, hanımı kız yahut atı kısrak doğurur, elinden malı-mülkü gider ve sadaka veremeyecek kadar düşkünleşirse, şeytan ona gelir ve "Bütün bu belâlar, bu dinin yüzünden başına geldi" der. Böylece o kimse de dinden döner." Bu, İbn Abbas (radıyallahü anh), Sa'id b. Cübeyr, Hasan el-Basrî, Mücâhid ve Katade'nin görüşüdür. 2) Dahhak'e göre, ayet Müellefe-i Kulûb hakkında nazil olmuştur ki, Uyeyne b. Bedr, Akra b. Habis, Abbas b. Mirdâs bunlardandır. Bunlar biribirlerine: Muhammed'in dinine girelim. Eğer hayır elde edersek, onun hak olduğunu anlarız. Yok eğer başımıza bela gelirse, onun bâtıl olduğunu anlarız" dediler. 3) Ebu Sa'id el-Hudri şöyle demiştir: "Bir yahûdi müslüman oldu. Derken gözleri kör oldu, malı ve evlâdı yok oldu. Bunun üzerine o "Ey Allah'ın Resulü beni muaf tut Çünkü bu dinden bir hayır görmedim. Zira gözlerimi kaybettim, malımı, mülkümü, çoluk-çocuğumu kaybettim" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "İslam'dan istifa edilmez, "Nasıl ki ateş, demir, altın ve gümüşün posasını çıkarırsa, İslâm da insanı öylesine arındırır" dedi. İşte bunun üzerine bu ayet nail oldu. Ayetteki "Eğer bir fitne isabet ederse, yüz üstü döner" ifadesi ile ilgili birkaç soru vardır: Birinci soru: Cenâb-ı Hak, bir imtihan olması itibariyle "hayır" da bir "fitne" olduğu halde niçin, "Eğer bir fitne isabet ederse, yüz üstü döner" buyurmuştur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sizi, bir fitne olarak şer ile de, hayır ile de imtihan ederiz" (Enbiya, 35) buyurmuştur. Cevab:'Arapça'da böylesi teşbihti ifadeler çokça vardır. Çünkü nimet, hem bir bela, hem bir imtihandır. Zira Allahü teâlâ: "Rabbisi insanı imtihan edip, ona ikramda bulunup, nimet verince" (Fatır, 15) buyurmuştur. Fakat belâ, insanın tabiatına ağır selen şeylere denir. Münafığa göre "hayır", sadece dünyevi hayır ve menfaatler; "şer" de, sadece dünyevi şer ve zararlardır. Çünkü onun dini-imanı yoktur. İşte bundan dolayı bu ayet, onların inançlarına göre nazil olmuş (onlara göre bir ifade kullanmıştır). Her ne kadar bütün hayırlar bir fitne (imtihan) ise de "fitne" lafzı daha çok insanın tabiatına (nefsine) ağır ve güç gelen şeyler hakkında kullanılır. İkinci soru: Ayet, münafıklar hakkında olduğuna göre ve münafık gerçekte müslüman olmadığı için, onun hakkında dinden irtidâd etmek ve dönmek söz konusu olmadığı halde, ayette "yüz üstü (gerisin geri) döner" buyuru masının hikmeti nedir? Üçüncü soru: Mükâtil şöyle der: "Hayır, şerrin zıddıdır. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, "Eğer kendisine bir hayır dokunursa ona yapışır" buyurunca peşisıra da, "Eğer bir fitne (şer) isabet ederse yüz üstü döner" demesi gerekmiştir. Cevab: Şiddet, kabih (çirkin-kötü) birşey olmadığına göre, Allahü teâlâ, "Ona bir şer isabet ederse" buyurmayıp, aksine onu, kabihlik ifade etmeyen bir kelimeyle anlatmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın O dünyada da, âhirette de hüsrana uğramıştır" ifadesi, o kimse dünyada, şerefi, ikramı, ganimet elde etmeyi, şâhidlik, imamlık (liderlik) ve kadılık ehliyetini kaybetmesinden, malı-mülkü kalmamasından ve kanının-canının korunmuş olmamasından ötürü, hüsrana uğramıştır. Yine âhirette de, devamlı bir mükafaatı elden kaçırmış olup, aksine ebedî bir cezaya dûçâr olmuştur. İşte apaçık hüsran budur. Zarar ve Fayda Vermeyen Putlar Hak teâlâ'nın "O, Allah'dan başka kendisine ne zarar, ne fâide vermeyecek olan şeylere tapar" ifadesine gelince, bu hususta doğruya en yakın olan şöyle demektir: "Burada bahsedilen, putperest müşriklerdir. Binâenaleyh bu ifade, ayetin yahûdiler hakkında olmadığına delâlet eder gibidir. Çünkü yahûdiler Allah'dan başka putlara tapanlardan değillerdir. O halde doğruya en yakın olan, bunun Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e münafıkça yalvarıp-yakaran ve baş vuran kimseler hakkında olmasıdır. Allahü teâlâ böyle yapmanın "en uzak sapıklığın tâa kendisi" olduğunu bildirmiş ve böylece onların sapıklıklarının, küfürlerinin çok ileri derecede olduğunu anlatmak istemiştir. Bu ifade ile, onların sapıklıklarının doğrudan (hidayetten) çok uzak olduğu manasının kastedilmiş olması da muhtemeldir. Çünkü onların hepsi, her ne kadar bunun bir hata olduğunda müttefik iseler de, bir kısmı hakdan, diğerlerine nazaran daha uzaktır. Binâenaleyh ayetteki, "en uzak sapıklık" ifadesi, çölde yolunu iyice şaşıran ve bu şaşkınlığı uzun müddet devam eden kimselerin, sapma ve şaşmalarına benzetilerek kullanılan (mecazî) bir ifadedir. Zararı Faydasından Çok Olana Bağlanma Hak teâlâ'nın "(Evet) o zararı fâidesinden daha yakın olana tapar" ifadesinde iki mesele vardır: Âlimler, bunun tefsiri hususunda iki değişik izah yapmışlardır: 1) Bununla onların başvurdukları ve kendilerine sığındıkları liderleri kastedilmiştir. Çünkü bunlar (kısmen) zarar verebilirler. Bu görüşün delili şudur: Allahü teâlâ geçen ifadede, putların onlara ne fayde, ne zarar veremediklerini Deyân etmiştir. Binâenaleyh bu ifade, bahsedilenlerin zarar ve fayda veren varlıklar olmasını gerektirir. Bu sebeble, eğer bu ifadede bahsedilenler de putlar olmuş olsaydı, o zaman bir tenakuz söz konusu olmuş olurdu. 2) Bu ayette de anlatılanlar putlardır. Bu görüşü savunanlar, iki ifade arasında zahir var gibi görülen tenakuz iddiasına şu şekillerde cevap vermişlerdir: a) Putlar aslında ne fayda, ne zarar verirler. Ama onlara ibadet, bir zarar sebebidir. Binâenaleyh bu, zararın putlara nisbet edilmesi için yeterli bir sebebtir. Bu tıpkı, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, "Ya Rabbî! çünkü onlar insanların bir çoğunu baştan çıkardılar" (İbrahim, 36) ifadesinden olduğu gibidir. Bu ifâde ile, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), sapma sebebi oldukları için, saptırma (idlâl) işini putlara nisbet etmiştir. Binâenaleyh durum, bu ifade de böyledir. Ayetin önceki ifadesinde, putların zarar veremeyeceğinin bildirilmesi, zararın bizzat faili olamayacakları manasınadır. Bu cümlede zararın onlara nisbet edilmesi ise, putlara ibadetin zarara sebebiyet vermesi manasındadır. b) Allahü teâlâ sanki, önceki ifadede, putların gerçekte ne zarar, ne fayda sereceklerini beyan etmiş; ikincisinde de "Biz, onların zarar ve fayda verdiklerini kabul etsek bile, onların zarar vermesi, faydalarından daha çoktur" demek istemiştir. c) Kâfirler, insaflı düşündüklerinde, putlardan dünyada hiçbir fayda ve zararın gelmediğini anlarlar. Ama âhirette, putlara ibadet etmelerinden ötürü büyük bir azaba uğrayacaklardır. İşte bundan dolayı kâfirler putlara âhirette, "Sizin zararınız, faydanızdan daha çok" diyeceklerdir. Nahivciler, ayetteki ifadesinin irabı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Hak teâlâ'nın "O ne kötü yardımcı, ne fena yoldaştır!" ifadesine gelince, buradaki "mevlâ", yardımcı "asir" ise, arkadaş .e yoldaş manasınadır. Bil ki bu ifadenin, liderler için kullanılmış olması daha uygundur. Çünkü böyle bir ifade putlar için hemen hemen hiç kullanılmaz. Cenâb-ı Hak böylece, o kâfirlerin, hem dünya, hem âhiret hayırlarını veren Allah'a ibadet etmeyi bırakıp, putlara ibadete ve reislerine itaate döndüklerini bildirmiş, sonra da o reislerini (liderlerini-elebaşlarını) "Onlar, ne kötü yardımcı!" diyerek kınamıştır. Bununla liderlerinden medet uman ve onlara sığınan kimselerin kınanması kastedilmiştir. 14Âyetin tefsiri için bak:16 15Âyetin tefsiri için bak:16 16"Şüphesiz Allah, iman eden ve sâlih ameller işleyen kimseleri, altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Gerçekten Allah, ne dilerse yapar. Kim dünyada da, âhirette de ona Allah'ın asla yardım etmeyeceğini sanıyorsa, göğe bir ip uzatsın, sonra kendini yerden kesip boğsun ve baksın (intihar etsin). Bu hilesi onun öfkelenmekte olduğu şeyi, giderecek mi? İşte Biz onu, böyle açık ayetler hâlinde indirdik. Şüphesiz Allah dilediğine hidayet eder". Bil ki Allahü teâlâ, önceki ayetlerinde, münafıkların ibadetlerinin ve ma'budlarının durumlarını anlatınca, bu ayette de mü'minlerin ibadetlerinin ve Ma'bûd'larının durumunu anlatmıştır. Münafıkların ibadetleri, doğru olması mümkün olmayan bir şekilde, mâ'bûdları da ne zarar, ne de fayda vermeyen bir şekildedir. Mü'minlerin ibadeti ise, gerçek (hak) olup, Ma'bud'lan onlara faydaların en büyüğü olan cenneti verecektir. Allahü teâlâ daha sonra ağaç ile ekini birlikte bulunduran, altlarından ırmaklar akan cennetlerin mükemmelliğini anlatmış ve Kendisinin ehl-i cennete fazla mükafaat verip ihsan ve lütuf çeşitlerinden dilediğini yapacağını beyân buyurmuştur. Bu tıpkı, "(Allah) hem onların mükafaatlarım tastamam verir, hem de fazlından onlara, (hakettiklerinden) ziyâdesini verir" (Nisa, 173) ayetinde bahsedildiği gibidir. Âlimlerimiz "(kulların) fiillerinin yaratılması" (halkı ef'al) meselesinde, "Allah, ne dilerse yapar" ayetini delil getirerek, şöyle demişlerndir: "Biz, Hak teâlâ'nın (insanın) imânını murad ettiği hususunda müttefikiz. Halbuki bu ifadede geçen mâ lafzı, umumilik ifade eder. Binâenaleyh bu ayetten dolayı, imânın failinin de Allahü teâlâ olması gerekir." Ka'bî buna şöyle karşı çıkmıştır: "Allahü teâlâ yapmak istediği (dilediği) şeyi yapar. Yoksa başkasının yapmak istediğini değil." Buna şöyle cevab verilir: Ayetteki "ne dilerse" ifadesi, hem kendi yapmak istediği, hem de insanların yapmak istediği fiilleri içine alan (umûmi) bir ifadedir. Dolayısıyla bu umûmi ifadeyi kayıdlamak, ayetin hilâfınadır. Hak teâlâ'nın "Kim dünyada da âhirette de ona Allah'ın yardım etmeyeceğini sanıyorsa" ifadesindeki "ona" zamirinin neyi gösterdiği hususunda şu iki izah yapılmıştır: Birinci görüş: İbn Abbas (radıyallahü anh), Kelbt, Mukâtil, Dahhâk, Katâde, İbn Zeyd ve Sûddi'nin görüşüne ve Ferrâ ile Zeccâc'ın tercihine göre, bu zamir Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e râcidir (onu gösterir). Binâenaleyh Cenâb-ı Hak bu ifade ile, "Kim Allah'ın kelimelerini (ayetlerini) ilân etme ve O'nun dinini ortaya koyma hususunda dünyada, derecesini yüceltmek onu (aleyhisselâm) yalanlayanlardan intikam almak suretiyle âhirette, Allahü teâlâ'nın Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yardım etmeyeceğini sanırsa" manasını kastetmiştir. Her ne kadar Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den açıkça bahsedilmemiş ise de bu ifadede ondan bahsedildiğini gösteren bir delâlet (işaret) vardır. Bu işaret de, "Şüphesiz Allah, İman eden ve salih ameller işleyen kimseleri (...) cennetlere sokar" kuyruğundaki "İman" lafzıdır. İman ancak Allah'a ve Resûlullah'a inanmakla tamam olur. "Semaya İp Uzatmak" Deyiminin İzahı Burada şu iki şeyi incelemek gerekir: a) Allahü teâlâ'nın Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yardım etmeyeceğini sananlar önlerdir? b) Ayetteki "Göğe (tavana) bir ip uzatsın, sonra sendini yerden kessin" ifadesi ne demektir? Birinci konu: Alimler bu hususta şu izahları yapmışlardır: 1) Bir kısım müslümanlar, müşriklere çok öfkelendikleri için, Allah'ın peygamberine va'dettiği o yardımın gecikmesini istiyorlardı, işte bunun üzerine bu ayet nazil oldu. 2) Mukâtil şöyle der: "Bu ayet bir gurup Esed'li ve Gatafan'lı hakkında nazil : -ustur. Bunlar şöyle diyorlardı: "Biz, Muhammed'e Allah'ın yardım etmeyeceği endişesini taşıyoruz. Eğer, O Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yardım etmezse, müttefikimiz olan yahûdiler ile aramızdaki ilgi ve münasebet kesilir. O zaman onlar bize yiyecek sermezler." 3) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hased ve düşmanlık edenler, Allahü teâlâ'nın ona yardım etmemesini ve onu düşmanlarına üstün getirmemesini arzu ediyorlardı. Ama anlar, Allah'rrrone yardım ettiğini müşahede ettiklerinde, bu onları öfkelendirmiştir. İkinci konu: Bil ki ayette geçen "sebeb" lafzı ile ne kasd edildiği hususunda şu iki görüş belirtilmiştir: a) Bu, "ip" demektir. Bu görüşte olanlar, ayetteki "semâ" lafzı ile ne kastedildiği hususunda değişik görüşler belirtmişlerdir: Bazıları: "Bu, evin semâsı yani tavanı" derken bazıları da: "Bu, gerçek manada semâdır yani göktür" demişlerdir. Buna göre mana şöyle olur: "Allah'ın ona yardım etmeyeceğini zanneden sonra da bu zannına erememekten dolayı son derece öfkelenen kimse, kendisini öfkelendiren şeyi ortadan kaldırmak için bütün gücünü kullanarak, elinden geleni yapsın. Hatta evinin tavanına bir ip bağlayıp, kendini assın. O zaman görsün ki yaptığı şey, kendisini öfkelendiren Allah'ın yardımını giderecek mi?" Bu görüşe göre bu görüşte olanlar da, ayetteki kat ile ne murad edildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları: "Allahü teâlâ, insanın kendi kendisini asmasını "kesme" olarak ifade etmiştir. Çünkü Kendini asan (intihar eden) kimse, damarlarını ve nefes borusunu boğmak suretiyle kendini kesmiş (gibi)dir. Cenâb-ı Hak bu kimsenin, bu hareketim "keyd" (hile) diye nitelendirmiştir. Çünkü Allahü teâlâ bunu, o insan başka şeye gücü yetemeyeceği için, "keyd" (hile) yerine koymuştur. Yahut bu, istihza üslûbu ile olan bir ifadedir. Çünkü o insan, böyle yapmakla hased ettiği kimseye değil ancak kendisine tuzak kurmuştur ki bu "onun elinde ancak öfkelendiği işi gideremeyecek bir şey vardır "demektir. Bu, Kelbî ve Mukâtilin görüşüdür. İbn Abbas (radıyallahü anh)'da şöyle der: Bu "O kimse ipi, hem boynuna, hem evin tavanına bağlasın sonra da boğulup ölünceye Kadar ipi salıversin" demektir. Bütün bu manalar, ayetteki "semâ"yi. tavan manasına alırsak sözkonusudur. Bu, müfessirlerin ekserisinin görüşüdür. Diğer alimler:"Bununla bizzat semâ (gök) kastedilmiştir. Çünkü ayetteki bu lafzı, bizzat semâ manasına almak mümkündür. Binâenaleyh bu, o lafzı "tavan" manasına hamletmekten daha evlâdır. Çünkü bu mana, o kelimeden ancak kayıdlı olursa anlaşılabilecek bir manadır. Bir de maksad, o insanın bunu yapmasını emretmek değildir. Aksine maksad, o kişiyi öfkesini bırakıp, Allah'a itaata dönmeye yöneltmektir. Durum böyle olunca, bahsedilen şey ne kadar imkansız olursa, bu hususu anlatmaya daha uygun olur. Çünkü ipi göğe uzatıp, onunla intihar etmek, imkansızlık açısından, evin tavanına bağlamaya nazaran daha uzak bir şeydir. Zira, ipi tavana bağlamak mümkündür." Ayetteki "sebeb" kelimesinin "ip" manasına olmadığını söyleyenler ise, bu hususta şu iki görüşü belirtmişlerdir: 1) Buna göre Cenâb-ı Hak sanki şöyle demiştir: "O kimse semaya bir sebeb uzatsın, sonra da o sebeb (vasıta) ile mesafeyi kat'etsin. Daha sonra baksın. Çünkü o, zannettiği şey hususunda sıkıntıya katlanmasının, sanki hiçbirşey yapmamış gibi alış-verişinde ziyan ettiğini o zaman anlar." Bu, Ebû Müslim'in görüşüdür. 2) Allahü teâlâ sanki şöyle diyor: "O kişi, sayesinde göğe ulaşabileceği bir sebeb (vasıta) arasın ve böylece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Allah'ın yapacağı yardımı kessin böyle bir hile ile göğe ulaşması ve bu hile ile Allah'ın ona yardımını kesmesi kolay oluyor mu diye bir baksın." Bu imkansız olunca, onun öfkesi de boşuna olmuş olur." Bil ki bütün bu izahlara göre ayetin maksadı ortada olup maksad da kâfirleri, boşu boşuna öfkelenmekten alıkoymaktır. Bu ayet, tıpkı "Eğer onların yüz çevirmesi aru ağır gelmiş olup da, kendilerine bir ayet (mucize) getirmen için, yerde bir veya gökte bir merdiven aramak istersen ara (...) "(En'âm, 35) ayeti gibidir. Allah Tealâ. bu beyanı ile Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in müşriklerin istedikleri mucizeler hususunda kendiliğinden hiçbirşey yapamayacağını beyan etmiştir. İkinci görüş: Ayetteki "Ona" zamiri, ayetin başında yer alan men (kim) lafzına racidir. Çünkü zamirden önce geçen, (zamire merci olacak kelime) budur. Zamirler, mımkün ise, kendilerinden önce geçen (bahsolunan) şeylere râci olurlar. Zamirin merciinin bu men lafzı olduğunu söyleyenler, ayetteki "nusret"i (yardımı) "rızık" tasına almışlardır. Ebû Ubeyde şöyle der: "Benî Bekr kabilesinden bir dilenci yarınızda durdu ve, "Kim bana verirse, Allah da ona versin" manasında "Kim bana ederse, Allah da ona yardım etsin" dedi. Buna göre sanki Allahü teâlâ, bu ayette 'Kim dünya ve âhirette Allah'ın onu rızıklandırmayacağını sanıyorsa, bilsin ki bu sanmasından ötürü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dinine sarılmış olmaktan dönmüş olur' demiştir. Bu tıpkı, Allah'ın o kimseyi, "Eğer ona bir fitne isabet ederse, yüz üstü (gerisin geri) döner" (Hac, 11) ayetinde anlatışı gibidir. Böylece o kimse son derece bir sabırsızlığa kapılır ve bu sabırsızlık (âdeta) bir boğulmadır. Çünkü bu durumda olan bir kimseye, genelde "Allah onu rızıklandırmıştır" denilemez. Ayetteki "İşte Biz onu açık ayetler halinde indirdik" cümlesi, "Biz, Kur'ân'ın tamamını bu indirilişte olduğu gibi, açık ayetler olarak indirdik" demektir. Ayetteki, "Şüphesiz Allah, dilediğine hidayet eder" ifadesini (ehl-i sünnet) âlimlerimiz delil getirerek şöyle demişlerdir. Ayetteki "hidayet" ile ya hidayete vesile olan delilleri meydana koymak yahut da hidayeti kalbde yaratmak kastedilmiştir. Birincisi olamaz. Çünkü Allahü teâlâ bunu zaten bütün llefler için yapmıştır. Bir de ayetteki, "Dilediğine hidayet eder" ifadesi, hidayetin ı'ın yapması gerekli birşey olmayıp, aksine murad-ı ilâhiye bağlı olduğunun delilidir. Halbuki karşı tarafa (yani Mu'tezile'ye) göre, Allahü teâlâ'nın (imanın) delillerini koyması vâcibtir. Binâenaleyh geriye bu ifade ile, bilginin (marifetullahın yani hidayetin) yaratılması manası kastedilmesi kalır." Kâdi Abdulcebbâr buna cevab olarak şöyle der: "Bu ifade, şu manalara gelebilir: 1) Allah dilediği kimseleri mükellef kılar. Çünkü birisi, birisini birşeyle mükellef tuttuğunda, ona o şeyi açıklar ve anlatır. 2) Ayet ile, "iman edip salih amel işleyenlerden dilediğini cennete ve mükafaata hidayet eder, yani iletir" manası kastedilmiştir. 3) Bununla, "Allahü teâlâ, hidayetini artırdığında, imana devam edeceğini bildiği kimselerden, dilediklerine lütfeder" demektir. Bu tıpkı, "(Allah) hidayeti kabul edenlerin, hidayetini (muvaffakiyyetini) artırır" (Muhammed. 17) ayeti gibidir. Bu izah. Hasan el-Basrî'nin, "Allah, kabul etmeyenleri değil, kabul edenleri hidayete erdirir" diye işaret ettiği izahtır. Bu izahlardan, ilk ikisini Ebû Ali el-Cübbâî zikretmiştir. Bunlardan birincisine şöyle cevap veririz: "Allahü teâlâ bunu delilleri beyân edip, şüphelere cevap verdikten sonra söylemiştir. Binâenaleyh bu hidayetin, "mükellef tutma" manasına hamledilmesi caiz değildir. Son iki izah da bertaraf edilmiştir. Çünkü (Ey Mu'tezile) sana göre bu ikisi Allah'a vâcibtir. Halbuki O'nun "O, dilediğine hidayet eder" ifadesi, vâcib olmadığını gösterir. 17Âyetin tefsiri için bak:18 18"İman edenler, yahûdiler, sâbiiler, hristiyanlar, mecûsiler ve müşrikler (yok mu?), Allah kıyamet günü bütün bunlar hakkında kesin hükmü verecektir. Çünkü Allah herşeyi hakkıyla görüp bilendir. Görmedin mi ki göklerde olan herkes ve yerde bulunan herkes, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve birçok insan, gerçekten Allah'a secde ediyor. Bir çoğunun üzerine de azab hak olmuştur. Allah kimi hor kılarsa, onu saadete kavuşturacak yoktur. Şüphesiz Allah, dilediğini yapar". Kıraat: "Hakk" kelimesi, zamme ile hakkun şeklinde okunduğu gibi, mef'ûl-u mutlak olarak hakken şeklinde de okunmuştur. "İkram etmek" manasında, râ'nın taftası ile mukrem şeklinde de okunmuştur. Bil ki Cenâb-ı Hak "Allah, dilediğine hidayet eder" buyurunca, bunun peşinden bu ayette de, hidayete erdirdiği ve erdirmediği kimseleri anlatmıştır. Bil ki bir müslümana, akâid (inanç) meselelerinde ancak şu üç sınıf kimse ters a) Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olduğu hususunda, o müslümanla aynı inançta olanlar... Bu, mesela kulların fiillerinin yaratılması, Allah'ın subûti sıfatlarının Allah'ın (ahirette) görülüp görülemeyeceği meselelerinde, Cebriyye ve Kaderiyye (Mu'tezile) ile olan ihtilaf gibidir. b) Müslümana, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini kabul etmede nalefet eden, ama bir fâil-i muhtarın (Allah'ın var olduğu inancında müşterek olan oseler... Bu, mesela müslümanlar ile yahûdi ve hristiyanlar arasında, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i İse. (aleyhisselâm) ve Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın peygamberliği meselesindeki ihtilaf gibidir. c) Müslüman ile ilah (tanrı) inancı hususunda muhalefeti olan kimseler... Bunlar, hakikatler hususunda müslümanlarla aynı görüşte olan sofestâiler, âlemde müessir bir varlığın (tanrının) olduğunu kabul etmeyen Dehrîler ve Kâinatta hür ve irade sahibi bir fail-i muhtar değil de mûcib-i bizzat bir varlığı kabul eden felsefecilerdir. İtikâdi meselelerde olan ihtilafların, bu üç kısma münhasır olduğunda ve ihtilaf cihetlerinin en büyüğünün de, bunlardan üçüncü kısım olduğunda şüphe yoktur. Bu son kısım da ûç nev'i ile, âlemde inançlarını ve fikirlerini açıklayan bir tarzda ortada olmayıp, gizlidirler. Peygamberlere inanç meselesinde meydana gelen ihtilafın taksimatı hususunda şöyle denebilir: Hür ve irâde sahibi bir fâil-i muhtarın (Allah'ın) mevcûd olduğunu edenler, ya peygamberlik müessesesini kabul ederler, ya kabul etmezler. Bu durumda da onlar ya hak bir peygambere tâbi olurlar, yahut sahte bir peygambere tabi olmuş olurlar. Peygamberlere tâbi olanlar, müslümanlar, yahûdiler, hristiyanlar ve yahûdiler ile hristiyanlar arasında yer alan sâbiilerdir. Sahte peygamberlere tâbi olanlar ise, mecûsilerdir. Peygamberliği hiç kabul etmeyenler ise putperestlerdir ki bunlara müşrik denir. Müşriklere, bütün kısımları ile Brahmanlar da dâhildir. Böylece peygamber inancı hususundaki ihtilaflardan dolayı meydana gelen dinlerin, Cenâb-ı Hakk'ın bu ayette bahsettiği bu altı çeşid din olduğu sabit olur. Katade ve Mukâtil derler: "Dinler, altı (esas) çeşittir. Bunlardan biri Allah'ındır ve bu, "İslam'dır. Beşi ise şeytan'ındır." Ayetle ilgili geniş izah Bakara Suresinde geçmişti.(Bakara, 62) Ümmetlerin Ahiretteki Durumları Hak teâlâ'nın "Allah, kıyamet günü bunlar hakkında kesin hüküm verecektir" beyanı ile ilgili iki mesele bulunmaktadır: Zeccâc: "Bu ifade (......) ifâdesinin haberidir. Bu Bu tıpkı "Senin kardeşin yok mu, işte onun borcu çoktur" demen gibidir. Cerir de şöyle demiştir. "O halife yok mu? Muhakkak ki Allah ona. kendisiyle, (hükümranlık) mühürlerinin umulup elde edileceği bir hükümdar elbisesi giydirdi" Ayette bahsedilen "fasl" (ayırma) mutlak (kayıtsız) manadadır. Binâenaleyh bu, bütün halleri ve yerleri bakımından, onların arasını ayırmayı kapsayabilir. Bu sebeble Cenâb-ı Hak, onları aralarında fark gözetmeksizin tek bir kitle olarak cezalandırmaz ve onları tek bir yerde toplamaz. Bunun, "Allah onlar arasında hükmeder" manasında olduğu da söylenmiştir. Hak teâlâ'nın "Çünkü Allah herşeye hakkıyla şâhiddir" ifadesi, "O, onlardan herbirinin hakettiği şeyi bilerek, aralarını ayırır, onlar hakkında hükmeder. Binâenaleyh bu ayırmada, bir zulüm ve haksızlık olmaz" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın "Görmedinmi ki gerçekten Allah'a secde ediyor" buyruğuna gelince, bununla ilgili birkaç soru vardır: Birinci soru: Ayetteki "rû'yet-görme" ile ne kastedilmiştir? Cevap: Bununla "bilme" manası kastedilmiş olup, ayet "Gökteki ve yerdekilerin, Allah'a secde ettiklerini bitmedin mi?" demektir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu, gördüğü için değil, Allah'ın haber vermesiyle bilmiştir. İkinci soru: Buradaki "secde" ne demektir? Cevap: Bu hususta şu izahlar yapılmıştır. 1) Zeccâc şöyle der: "Bütün bunların secde etmeleri hususundaki en iyi izah, bunların, Allah'a itaatkâr olmalarıdır. Bu, tıpkı "Sonra (Allah'ın iradesi) göğe -ki, o bir buhar halinde idi- yöneldi de ona ve arza: 'İkiniz de ister istemez gelin buyurdu " (Fussilet. 11), "Ona "ol" dememizden ibarettir. O da derhal oluverir" (Nahl, 40), "öylesi de vardır ki, Allah korkusuyla yukardan aşağı düşer" (Bakara, 74), "Hiçbirşey hariç değil, hepsi ona hamd ile tesbih eder" (İsra, 44) ve "Dağları ve kuşları Davud ile birlikte tesbih etmek üzere, râm etmiştik" (Enbiya, 79) ayetlerinde olduğu gibidir. Buna göre mana, "Bu maddeler, Allah'ın kendilerinde yarattığı bütün vasıfları, karşı uymaksızın, ister istemez kabul edince, işte onların bu halleri tâata ve inkıyada aenzemiş olur ki, tâat ve inkıyadı en güzel ifade eden şey ise secdedir" şeklinde olur. İmdi, eğer denilirse ki: "Bu açıklamayı, ayetteki (... ve birçok insan) ifadesi, geçersiz kılar ve ibtâl eder. Çünkü senin bahsettiğin anlamındaki secde, bütün insanlar hakkında umûmi bir hükümdür. Binâenaleyh, o secdenin, insanlardan çoğuna isnâd edilmesi, faydası olmayan bir tahsis olur" buna birkaç yönden cevap verebiliriz: a) Bahsettiğimiz anlamdaki secde, her ne kadar herkes hakkında genel bir ifade ise de, ancak ne var ki, o insanlardan bir kısmı diretmiş, büyüklenmiş ve zahiren, secdeyi terketmiştir. Binâenaleyh, bu şahıs, her ne kadar zâtı itibariyle secde ediyor ve de, ancak ne var ki o, zamiri ile buna karşı koyuyor, demektir. Ama, mümin enseye gelince, bu hem zâtı hem de zahiri ile secde etmektedir. İşte bu farktan dolayı, böyle bir tahsis meydana gelmiştir. b) Biz, Cenâb-ı Hakk'ın "... ve birçok insan "ifadesini, kendinden önceki ifadeden ymrız. (Böyle yapmamız halinde de) bu hususta şu üç izah yapılır: Birinci izah: Şöyle diyebiliriz: Ayetin takdiri, "Gökteki ve yerdekiler Allah'a secde eder ve O'na yine, pekçok insan da secde eder" şeklindedir. Binâenaleyh, birinci ifadedeki secde, inkiyâd anlamına, ikinci ifadedeki secde ise, tâat ve ibadet manasınadır. Biz bunu böyle yaptık, çünkü müşterek bir lafzın, aynı anda bütün anlamlarında kullanılmasının caiz olmayacağına dair delil bulunmaktadır. İkinci izah: Cenâb-ı Hakk'ın, (......) ifadesi, haberi mahzûf olan bir mübtedâdır. Ki bu haber de, (......) ve (mükafaatlandırılmış) kelimesidir. Çünkü, bunun (zıddı) olan haber, bu kelimenin haber olduğuna delâlet eder ki bu mukabili haber de, Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifadesidir. Üçüncü izah: Ayette geçen birinci (......) kelimesinin mübtedâ olduğunu ikinci (......) kelimesinin ona atfedildiğini, ifadesinin de, bunların haberi onduğunu söylemektir. Buna göre sanki, "Pek çok insan, evet pekçok kimseye, azâb -ak olmuş, gelip çatmıştır" denilmek istenmiştir. c) Müşterek bir lafzın, ifade ettiği iki manada, aynı anda kullanılabileceğini ileri sürenler şöyle demişlerdir: "Ayette bahsedilen "secde" ile, akıllı varlıklar hakkında, oadet, cansızlar hakkında da, "inkiyâd" kastedilmiştir. Bunu kabul etmeyenlerse şöyle derler: "Allah bu lafzı iki defa söylemiştir. Binâenaleyh bununla, akıllılar hakkında, tâatı, akılsızlar hakkında da inkıyadı kastetmiştir." Üçüncü soru: Cenâb-ı Hakk'ın, "göklerde bulunan herkes ve yerde bulunan herkes" ifadesinin lafzı, umûm bir lafız olup, bunun içine, insanlar da girer. Binâenaleyh, daha niçin yeniden Allah, "... ve birçok insan" buyurmuştur? Cevap: 1) Şayet Cenâb-ı Hak önceki ifadeyle yetinmiş olsaydı, tıpkı meleklerin tamamının secde etmeleri gibi, bütün insanların da secde etmekte oldukları zannını uyandırmış olurdu. Bunun için Cenâb-ı Hak, onlardan pekçoğunun, gönül hoşluğu ile secde ettiklerini, pekçoğunun da bundan kaçındığını, imtina edenlerinin de, azabın kendilerine hak ve vâcib olduğunu beyan buyurmuştur. 2) Allah'ın dışında kalan her şey zâtı gereği mümkin varlıklardır. Zâtı gereği mümkin olan varlıkların varlıkları yokluklarına, ancak zâtı gereği vâcib olana varıp dayandığında üstün gelir (tereccüh). Bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Şüphesiz ki en son varış, ancak Rabbinedir" (Necm,42) ifadesi gibidir. Mümkin olma, mümkin varlıklar meydana gelirken ve varlıklarını sürdürürken, nasıl onlar için gerekli işe aynı şekilde onların meydana geldiklerinde ve varlıklarını sürdürdüklerinde de zâtı gereği vâcib olana muhtaç olmaları söz konusudur. Binâenaleyh, mahiyetler için zorunlu olan bu zât gereği muhtaç oluş, huşu ve tevazuya, yüzü yere vurmadan daha fazla delâlet eder. Çünkü bu, zât bakımından muhtaç olmayı ifade eden, asli ve vad'i bir alâmettir. Bazan bu alâmete, doğruluk veya yalan arız olabilir. Ama bizzat muhtaç oluşa gelince, bunun değişmesi ve tegayyürü imkansızdır. Binâenaleyh, bütün varlıklar işte bu anlamda Allah'a secde ediyorlar, yani hudû içindedirler, zelîl olduklarını ve O'na, O'nun yaratmasına ve O'nun oldurmasına muhtaç olduklarını itiraf etmektedirler. İşte alimler Cenâb-ı Hakk'ın, "Hiçbir şey hariç değil, hepsi O'na hamd ile tesbih eder" (İsra, 44) ifadesini bu manaya yorumlamışlardır. Bu Kaffâl (r.h)'ın görüşüdür. 3) Ayette zikredilen bütün bu şeylerin secde etmesi, onların gölgelerinin secde etmesidir. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın "Göklerde olan, yerde olan canlılar ve melekler, kendilerine hiçbir yüksünme gelmeyerek, Allah'a secde eder" (nahl, 49) ayeti gibidir. Bu da, Mücâhid'in görüşüdür. Ayetteki "Birçok insan, gerçekten Allah'a secde ediyor. Bir çoğunun üzerine de azâb hak olmuştur" ifadesine gelince, Atâ'nın rivayetine göre İbn Abbas, bunun manasının: "İnsanlardan birçoğu O'nun bir olduğunu kabul etmiştir. O'nu bilemeyenlerden birçok kimseye de azâb hak olmuştur" şeklinde olduğunu söylemiştir. Yine onun "Pekçok insan cennettedir" dediği de rivayet olunmuştur. Bu son rivayet, bizim biraz önce söylemiş olduğumuz, "ve birçok insan" ifadesi, haberi mahzûf olan bir mübtedadır" şeklindeki görüşümüzü kuvvetlendirir. Diğer bazıları da şöyle derler: Ayettek vakf, ifadesinin üzerindedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak söze yeniden başlayarak buyurmuştur ki, bu "Onun secdeden kaçınması ve imtina etmesi sebebiyle, bu azâb ona vacib olmuştur" demektir. Ayetteki "Allah kimi hor kılarsa, onu saadete kavuşturacak yoktur" ifadesine gelince bu, "Kendilerine azabın hak olduğu kimselerden bu hor ve hakirliği izâle edecek hiç kimse bulunmamaktadır ki, böylece de o onlara ikramda bulunmuş olsun!" manasındadır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, kıyamet gününde, mükafaatlandırmak ve cezalandırmak suretiyle, Kendisinin zâtından ikram etme ile, hor ve hakir kılmanın sadır olabildiği birisi olduğunu ."Şüphesiz Allah, dilediğini yapar" ifadesiyle beyân buyurmuştur. Allah en iyisini bilendir. 19Âyetin tefsiri için bak:24 20Âyetin tefsiri için bak:24 21Âyetin tefsiri için bak:24 22Âyetin tefsiri için bak:24 23Âyetin tefsiri için bak:24 24"Bu iki (sınıf), Rablerinin dini hakkında birbiriyle davalaşan hasım iki zümredir, işte o küfredenler yok mu, onlar için ateşten elbiseler biçilmiştir. Başlarının üzerine de, kaynar su dökülecektir onların. Bununla, karınlarının içinde ne varsa, hepsi derileride eritilecektir. Onlar için demirden sopalar da vardır. Ne zaman oradan, ızdıraptan dolayı çıkmak isterlerse, yine oraya döndürülürler. Ve: "Tadın, yangın azabını" denilir. Şüphesiz ki Allah, iman edip de güzel güzel amellerde bulunanları, altından ırmaklar akıp duran cennetlere sokacak. Orada bunlar, altın bileziklerle, incilerle bezenecekler. Orada, giyecekleri de ipektir. Onlar, sözün en güzeline götürülmüşlerdir. Kendisine çok hamdedilenin doğru yoluna iletilmişlerdir". Kıraat: Kisai'nin hâ'nın kesresiyle, hısmâni şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. Yine, şeddesiz olarak kutıat şeklinde de okunmuştur. Allah tıpkı kumaşın kesilip de elbise yapılması gibi, onlara, cüsselerine uygun olarak kendilerini çepeçevre kuşatan ateşler takdir etmiştir. A'meş yerine "oraya reddolunurlar" şeklinde okumuştur. Hasan el-Basrî, he'nin şeddesiyle yusahharu diye okur ki: bu şekil, bu eritmenin daha ileri şeklini ifade eder. "güzel gözlü huriler de" (Vakıa, 22) ifadesinin, (......) şeklinde okunması gibi, "onlara, inciler verilir" takdirinde olarak, nasb ile (......) şeklinde okunmuştur. Bu kelime yine, ikinci hemzenin vâva çevirterek (lu'luven) şeklinde de okunmuştur. Bil ki Cenâb-ı Hak insanların, Allah'a secde edenler ile, kendilerine azabın hak olduğu kimseler olmak üzere iki kısım olduğunu beyân edince, burada da onların nasıl mücadele ettiklerini zikretmiştir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Cem (çoğul)un en aşağı sayısı ikidir, diyenler Cenâb-ı Hakk'ın ifadesiyle istidlal etmişlerdir. Buna şu şekilde cevap verebiliriz: Bu ifadedeki hasın kelimesi, kendisiyle "grup" veya "fırka" kelimelerinin vasfedildiği bir sıfattır. Buna göre sanki, "Bu ikisi, birbirleriyle davalaşan iki grup ya da iki fırkadır" denilmek istenmiştir. Binâenaleyh, ayetteki hazani kelimesi lafız (......) kelimesi ise çoğul manası gözetilerek getirilmiştir. Bu tıpkı, "Onlardan öyle kimseler vardır ki seni dinler Nihayet yanından çıktıkları zaman " (Muhammed, 16) ayeti gibidir. Alimler: "İki hasmın" kim olduğu hususunda, şu izahları yapmışlardır: 1) Bununla, müminler topluluğu ile, kâfirler güruhu kastedilmiştir ki, bütün kafirler bu ifadeye dahil olurlar. İbn Abbas (radıyallahü anh), "Bu ifade, (biraz önce bahsedildiği gibi,) altı din mensubuyla alakalıdır" demiştir. Ayetteki (......) ifadesi, "O'nun zâtı ve sıfatları hususunda" demektir. 2) Rivayet olunduğuna göre ehl-i kitab: "Biz, Allah'a daha yakınız. Zira bize sizden önce bir kitab verildi. Bizim peygamberimiz, sizinkinden öncedir" derken, müminler de "Biz Allah'a, daha yakınız. Zira biz hem Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, hem sizin peygamberinize, hem de Allah'ın indirdiği bütün kitablara inanıyoruz. Halbuki sizler, bizim kitabımızı ve peygamberimizi biliyorsunuz. Ama buna rağmen, hasedinizden dolayı onu terkettiğiniz ve onu inkâr ettiniz" derler. Ki işte, onların Rableri hususundaki mücadele etmeleri de budur. 3) Kays İbn Ubade, Ebu Zer el-Gifari (r.h)'den, onun Allah'a yemin ederek bu ayetin, Bedir Günü savaşan Kureyş'li şu altı kişi hakkında nazil olduğunu söylediğini rivayet etmiştir. Hazret-i Hamza, Hazret-i Ali, Ubeyde İbn el-Haria, Rabia'nın iki oğlu Utbe ve Şeybe ve Velid İbn Utbe, Hazret-i Ali (radıyallahü anh) da şöyle demiştir: "Kıyamet gününde, Allah'ın huzurunda davalaşmak için, diz çökenlerin ilki ben olacağım." 4) İkrime şöyle der: "Bunlar, cennet ve cehennemdir. Cehennem, "Allah beni ukûbet cezası için yarattı" derken, cennet de, "Allah beni de, rahmeti için yarattı" dar. Böylece Allahü teâlâ, ikisinin haberinden olmak üzere bunu Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e anlatmıştır. Doğruya en yakın olan, birincisidir. Çünkü, her ne kadar sebeb hususi olsa dahi, vacib olan, sözü zahiri manasına hamletmektir. O halde ayetteki hazani kelimesi daha önce bahsi geçmiş olanlara bir işaret gibi olmuş olur. Ki, bunlar da altı dinin mensuplarıdır. Hem, Cenâb-ı Hak birisi tâat birisi de, kendisine azabın hak olduğunu ma'siyet ehli olan iki kısım kimseden bahsetmiştir. Binâenaleyh, bunun onlara raci olması ve işaret etmesi gerekir. Bu sebeple, kitabları ve peygamberleri Hakkında (az önce) hakettiğimiz şeyleri söyledikleri için, bu ifadeyi müşrik Araplara veya yahudilere tahsis eden herkes, hata etmiştir. İşte, Cenâb-ı Hakk'ın "Muhakkak Allah, aralarında hükmeder" (Hac. 17) ayetinin delâlet ettiği şey budur, Allah isletme" tabiri ile, hükmetmeyi kasd etmiştir. Çünkü, karşılıklı olarak davalaşmadan bahsetmek, ondan sonra gelen şeyin, bir hüküm verme olmasını gerektirir. Böylece Cenâb-ı Hak, kafirler hakkındaki hükmünü beyan etmiş ve onların hallerine dair şu üç şeyi zikretmiştir. 1) Ceâb-ı Hakk'ın "onlar için, ateşten elbiseler biçilmiştir" ayetinin delâlet ettiği şey. Buradaki "elbiseler" ifadesinden murad cehennem ateşinin artan çepeçevre kuşatmasıdır. Bu tıpkı "onlara cehennemden döşekler, üstlerinde örtüler vardır" (Araf, 41) ayeti gibidir. Bu görüş, Enes (radıyallahü anh)'e aittir. Said İbn Cübeyr ne Cenab-ı Hakk'ın "Gömlekleri katrandandır" (İbrahim, 50) ayetinden hareketle, bu aadeyle, "ateşte eritilmiş bakır elbiseler" manasının kastedildiğini söylemiştir. Bu aade, "Sura da üfürülmüştür (...) Herkes, beraberinde sürücü ve şahid bulunduğu katile gelmiştir." (Kaf, 20-21) ayeti gibi, mazi sığasıyla getirilmiştir. Çünkü, ahirete dair aayter, olmuş bitmiş şeyler mesabesindedir. 2) Cenâb-ı Hakk'ın başlarının üzerine de, kaynar su dökülecektir onların. Bununla, karınlarının içinde ne varsa hepsi, derileri de eritilecektir" ayetinin ifade ettiği husustur. "Hamim", kaynar su demektir. Nitekim, İbn Abbas (radıyallahü anh): "Şayet o sudan, dünyanın dağlarına bir damla düşmüş olsaydı, onu eritirdi" demiştir. Yusharu "eritilir" demektir. Yani onların başlarına o kaynar su döküldüğünde, onun, bedenin içinde yapacağı tahribat, dışında yapacağı tahribat gibi olur. Böylece de o, tıpkı onların derilerini eritip yok ettiği gibi, bağırsaklarını ve iç organlarını da eritir. Bu, "bağırsaklarını parça parça iden kaynar sudan içirilen" (Muhammed, 15) ayetindeki manadan daha beliğ ve etkilidir. 3) Cenâb-ı Hakk'ın "Onlar için demirden sopalar vardır" ayetinin ifade ettiği husustur. "sopa, kamçı" anlamına gelir. Nitekim bir hadiste "Şayet, o demir sopalardan, kamçılardan bir tanesi yeryüzüne konulsaydı, onu (kaldırmak için) insanlar ve cinler de bir araya gelselerdi, onu yerinden kaldıramazlardı Müsned, 3/29. buyu rulmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın Ne zaman oradan, ızdıraptan dolayı çıkmak isterlerse, yine oraya döndürülürler" buyruğuna gelince, bil ki "iade" ancak çıktıktan sonra söz konusu olabilir. Buna göre mana, "Ne zaman oradan, ızdıraptan dolayı çıkmak isterler, böylece de çıkarlarsa, yine oraya döndürülürler" şeklinde olur. Çıkmanın ifade ettiği mana ise, (daha önce de belirttiğimiz gibi), Hasan el-Basri'den rivayet edilen şu husustur: "Cehennem, aleviyle onlara çarpıp, böylece de onları, yükseltip derken onlar onun en üzerinde bulunduklarında, orada demir sopalarla başlarına vurulur. Böylece de, derinliği yetmiş yıl olan cehenneme yuvarlanırlar. Ve onlara, "Yangın (cehennemin) azabını tadın" denilir, harik: yok edici, büyük ve yoğun, kalın ateş alevi" anlamındadır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, müminler hakkında da, şu dört hükmünü zikretmiştir. 1) Mesken. Bu Cenâb-ı Hakk'ın "Şüphesiz ki Allah, iman edip de güzel güzel amellerde bulunanları altından ırmaklar akıp duran cennetlere sokacak" ayetinden anlaşılandır. 2) Zinet, süs. Bu da, "Orada bunlar, altın bileziklerle, incilerle bezenecekler" ayetinin ifade ettiği manadır. Böylece Allah, Hak kendisini, ahirette o müminleri, dünyada iken kendilerine haram kıldığı bu nimetlere ulaştıracağını beyan buyurmuştur. Eğer, onların içinde dünyada iken, bunları kendilerine helâl kılmış olduğu kimseler varsa, onlar da yine bu hususta onlara ortak olurlar. Çünkü dünyada iken kadınlara sayılan bu şeylerden helâl kılınanlar, ahirette cennetlikler için meydana gelecek şeylere nisbetle, önemsiz ve son derece cüzidirler. 3) Giysiler. Bu da, "Orada giyecekleri de ipektir" ayetinin ifade ettiği husustur. 4) "Onlar sözün en güzeline götürülmüşlerdir" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu hususta da şu izahlar yapılmıştır. a) "Sözün en güzeli" kelime-i şehâdet getirmektir. Çünkü, Cenâb-ı Allah, "Güzel bir kelime, kökü sabit ve dalı semâda olan güzel bir ağaç gibidir" (ibrahim, 24) ve "Güzel kelimeler ancak O'na yükselir" (Fatır. 10) buyurmuştur. Bu da, "Kendisine çok hamdedilen (Allah'ın) yoludur, sıratıdır." Çünkü Cenâb-ı Hak,Şüphesiz ki sen, herhalde doğru bir yolun rehberliğini yapıyorsun " (Şura. 52) buyurmuştur. b) Süddî: "Bu sözle kastedilen Kur'ân'dır" derken; c) İbn Abbas (radıyallahü anh), Atâ'nın rivayetine göre: "Bu, o cennetliklerin, "Bize va'dinde sadık kalan, bizi cennetten neresini dilersek konmak üzere bu yere mirasçı yapan Allah'a hamdolsun" (Zümer, 74) şeklindeki sözleridir" demiştir, d) Onlar, ahiret yurduna vardıklarında, Allah tarafından kendilerine gelen, nimetlerinin, sevinçlerinin, esenliklerinin devamlı olacağı ile alâkalı müjdelere nail edilirler ki bu da, Hakk'ın, "... melekler de her bir kapıdan onların yanına sokulacaklar. "Sabrettiğiniz şeylere mukabil sizlere selâm! Dârın en güzel sonucudur bu! (derler)" (Hacc, 23-24) ayetinin ifade ettiği husustur. e) Buna göre bu hususta yapılabilecek başka bir izah da şudur. Bedeni ilgi ve - İnasebetler, beşerî ruhların, kudsî alemle ilgi kurmalarında bir perde ve bir engel gibidirler. Binâenaleyh o ruhlar, bedenlerinden ayrıldıklarında, perdeler kalkar ve ilahî nurlar parlamaya başlar. İşte bu ilahî nurların zuhur gitmesi, Cenâb-ı Hakk'ın "onlar sözün en güzeline götürülmüşlerdir. Kendisine çok hamdedilenin doğru yoluna iletilmişlerdir" ifadesinden kastedilen husustur. İşte bu nurlar, O'nun, "Onlar sözün en güzeline götürülmüşlerdir" ifadesinden kastedilendir. 25Muhakkak o küfredenler, Allah'ın yolundan ve -ziyaret edilmesinde gerek i gerek misafir olanları müsavi kıldığımız- Mescid-i Haram'dan alıkoymakda olanları... kim orada zulm ile ilhada yeltenirse biz ona pek acıklı bir azâb taddırırız". Bil ki, Allahü teâlâ, kafirlerle müminterin arasını ayırdıktan sonra hem mukaddes ilan ettiği evinin büyüklüğünden, hem de o kafirlerin küfrünün büyüklüğünden bahsederek, "Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in getirdiklerini inkâr edip, onun yolundan ve Mescid-i haramdan men edenler yok mu" buyurmuştur. Bu men etme işi, hicretten ve cihaddan men etme ile meydana gelmiştir. Çünkü onlar bunu bir türlü kabul edememişlerdir. Burada şöyle bir sual vardır: Cenâb-ı Hak, geleceğe ait bir ifade olan, ifadesini geçmiş zamana ait bir ifade olan, ifadesine nasıl atfetmiştir? Buna şu iki açıdan cevap verebiliriz. a) Kendisinden ne hâl ne de gelecek kastedilmeksizin, "her zaman ve her vakit, devamlı bir biçimde ihsanda bulunduğu" manası kastedilerek, "Falanca, fakirlere iyilikte bulunuyor, güçsüzlere, zayıflara yardım ediyor" denilebilir. Buna göre sanki "kafir olanlardan beklenen, onların Allah'ın yolundan men etmeleridir" denilmek istenmiştir ki, bunun benzeri olan başka bir ifade de, "Bunlar, iman edenlerdir, Allah'ı zikretmek gönülleri huzur ve sükûna kavuşanlardır. Haberiniz olsun ki, kalbler ancak zikrullâh ile huzur bulur" (Rad, 28) ayetidir. b) Ebu Ali el-Farisî şöyle der: "Ayetin takdiri, "Geçmişte inkâr edenlere gelince, onlar şu anda da, alıkoyuyor ve men ediyorlar" şeklindedir ki, bu ifadeyle, onların hem şu anda hem de gelecekte yaptıkları şeyler dahil olur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Mescid-i Haram'dan ifadesine gelince, bu da "onlar o mü'minler Mescid-i Haram'dan da alıkoyuyorlar" demektir. İbn Abbas (radıyallahü anh): "Bu ayet, Ebu Süfyân Ibn Harb ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar, Allah'ın Resulünü, Hudeybiye yılında Mescid-i Haram'dan, umre yapmaktan ve kurban kesmekten men etmişlerdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, umre için ihrama girmiş olduğundan, onlarla savaşmak istemişti. Daha sonra onlar, ertesi yıl hac yapılmak üzere, onunla anlaşmışlardı" demiştir. Cenâb-ı Hakk'ın "ziyaret edilmesinden gerek yerli, gerek misafir olanları müsavi kıldığımız' ifadesine gelince, bununla ilgili birkaç mesele vardır: Ebu Ali el-Farisî şöyle der: "Bunun manası şudur: "Biz o Mescid-i Haram'ı, insanlar için dinî emirlerin ifa edildiği bir yer ibadet mekânı kıldık." Cenâb-ı Hakk'ın ifadesi bir mubtedânın başa geçmiş haberi olmak üzere merfû olup, kelamın takdiri şeklindedir. Buna göre ayetin takdirî manası, "insanlar için bir ibadet yeri kıldığımız o Mescid-i Haram'da, yerlisi yabancısı denktir" şeklindedir. Asım ve Ya'kûb kelimesinin "kıldı" kelimesinin mefûlü kabul ederek (......) şeklinde okumuşlardır. Çünkü fiili, iki mefûl alır. Allah en iyi bilendir. "Akif" orada ikâmet eden, orada her zaman bulunan demektir, "badi" ise, ortaya çıkan, görünen arızî olan demek olup, bu da orayı özleyen yabancılar anlamındadır. Sazı kimseler, "Ayetteki "akif" lafzına her ne kadar Mescid-i Haram'ın yerlilerinden nasa dahi, ibadette bulunmak için oraya gelen, oradan ayrılmayan, oraya yakın tirşeler de dahildir" demişlerdir. Alimler, ayette bahsedilen bu iki sınıf insanın, kendisinde eşit oldukları şey hakkında ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak İbn Abbas (radıyallahü anh), rivayetlerinin birinde: "Bu ikisi, Mekke'de oturma ve orada konaklama hususunda eşittirler. Binâenaleyh, onlardan ansı bulunduğu o yere, diğerinden daha fazla lâyık ve müstehak değildir. Ancak ne var ki, onlardan birisi, oraya daha önce gelmiştir" demiştir ki, bu Katâde ve Sa'id İbn Cübeyr'in de görüşüdür. Bunlara göre, Mekke'deki evleri kiraya vermek, onları satmak haramdır. Bunlar görüşlerine, hem ayet, hem de haberle istidlalde bunmuşlardır. Ayetten delilleri, işte bu ayettir. Çünkü onlar şöyle demişlerdir: Mekke arazisi, özel mülkiyete tâbi değildir. Çünkü o arazi, özel mülk edinilmiş asaydı, o zaman orada hem yerli, hem de yabancı denk ve müsavi olamazlardı. Binâenaleyh, bu ikisi denk ve müsavi olduklarına göre, bunun hükmünün, Mescidlerin hükmü gibi olduğu sabit olmuş olur. Haberden delilleri ise Hazret-i Peygember (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Mekke, kendisine önce ulaşanlara mubahtır" hadisidir. Bu, İbn Ömer, Ömer İbn Abdilaziz, Ebu Hanife ve İshâk el-Hanzeli (radıyallahü anh)'nin görüşüdür. Buna göre, ayetteki Mescid-i Haram ifadesiyle Haram'in tamamı saaterilmiş olur. Çünkü, kendisinden "belde" manası murad edilerek, Mescid-i Haram sözünün zikredilmiş olması caizdir. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın "Kulunu, bir gece Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya kadar götüren (Allah) münezzehtir" ifadesidir. Burada da delil vardır ki, bu da ayetteki âkit ifadesidir. Çünkü bununla, "ikâmet eden, mukîm" kastedilmiştir. O kimsenin ikameti ise, Mescid-i Kaan'da değil, tam aksine evlerde olur. Binâenaleyh "Cenâb-ı Hak, Mescid-i Haram sözünü zikretmiş, bununla da Mekke'yi murad etmiştir" denilmesi gerekir. İkinci bir görüşe göre, Allah, insanları Mescid-i Haram'da ibadet etme hususunda eşit kıldı. Mühim olanın, misafiri bundan men etmesi caiz olmadığı gibi, aksi de söz konusu değildir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ey Abd-i Menaf oğulları, sizden her kim, insanların işlerinden birinde yetkili olursa o beyti tavaf eden, yahutta, gece veya gündüzün herhangi saatinde namaz kılan birisini asla alıkoymasın, men etmesin!" Tirmizi. Hacc 42 (3/220). buyurmuştur. Bu, Hasan el-Basri ve Mücâhid ile Mekke'nin evlerinin satılabileceğini ileri sürenlerin görüşüdür. Şafiî (radıyallahü anha) ile İshak el-Hanzelî arasında Mekke'de bir münakaşa cereyan eder. İshak el-Hanzeli, Mekke'nin evlerinin kiraya verilmesine müsada etmez. Şafiî (r.h) Cenâb-ı Hakk'ın: "Haksız yere yurtlarından çıkarılanlar" (Hac 40) ayetiyle istidlât ederek şöyle der: "Bu demektir ki "dâr" kelimesi, hem sahibine, hem de başkasına nisbet edilir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Mekke'yi fethettiği gün "Kim kapısını kitler de (bize karşı koymazsa) o emindir, güvencededir" Müsned, 2/292, S38. buyurmuştur. Yine O: "Ukeyloğulları bize bir ev, avlu bıraktı mı?" Buhâri, Hacc 44; Müslim, Hacc 439 (2/984). buyurmuştur. Ömer İbnu'l-Hattâb (radıyallahü anh) da, bir hapishane satınalmıştı. Şimdi sen onu, malikinden aldığını mı zannediyorsun, yoksa sahibi olmayandan mı?" İshak el-Hazetî şöyle der: "Bu delilin beni susturduğunu anlayınca, görüşümden vaz geçtim." Ayetteki el-âkif kelimesinden dolayı, "Mescid" lafzını Mekke manasına hamledenlerin görüşüne gelince, bu tutarsızdır, zayıftır. Çünkü "âkif" sözüyle bazan, ya devamlı ya da genellikle orada itikafa giren, oradan ayrılmayan kimseler kastedilir. Binâenaleyh, onların ileri sürdükleri şey gerekmez. Ayetteki "âkif" sözüyle, Mescid-i Harama yakın olan ve her vakit orada ibâdet etme imkanı bulan kimselerin kastedilmiş olması da muhtemeldir. Binâenaleyh sözü, bu ihtimaller bulunurken, zahirinden çevirmenin anlamı yoktur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Kimi orada zulm ile ilhâda yeltenirse" ifadesine gelince, bununla ilgili birkaç mesele vardır: "Gelmek" anlamında olan vürüd masdarından olmak üzere, yâ'nın fethasıyla, yerid şeklinde de okunmuş olup, buna göre mana, "kim orada, bir ilhâd yaparsa, işlerse" şeklinde olur. Hasan el-Basrî'den de: "kim orada, Mescid-i Haramda, bir ilhâd meydana getirmek isterse" manasında olmak üzere,şeklinde takdir yaptığı rivayet edilmiştir. Binâenaleyh, zarflardaki genişlik ve mecazî kullanışlardan dolayı tıpkı "gece gündüz (işiniz) hilekârlıktır" (Sebe, 33) ifadesinde olduğu gibi, böyle bir izafet sahihtir. Buna göre mana, "Kim orada zalimce, ilhâdda bulunmak isterse" şeklinde olur. "İlhâd", doğru yönden dönmek demek olup bu kelimenin ilk anlamı, mezarcının mezarda yaptığı "lahd" e dayanır. Müfessirler "ilhad" hususunda şu izahları yapmışlardır: 1) İlhad, şirk demektir, yani "Kim şirk koşmak için Allah'ın Harem'ine sığınırsa, Allah onu azablandırır" demektir. Bu, İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan gelen rivayetlerden biridir ve aynı zamanda Atâ b. Ebi Rabah, Sa'id b. Cübeyr, Katâde ve Mukatil'in görüşüdür. 2) İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: "Bu ayet, Abdullah b. Sa'd hakkında nazil oldu. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ondan müslüman olmasını istedi, ama o müşrik olarak dönüp gitti. Ayet, aynı zamanda Kays b. Oabâbe hakkında nazil olmuştur. Mukâtil şöyle der: "Bu ayet, Abdullah b. Hatal hakkında nazil olmuştur. Çünkü o ensardan birisini öldürüp kâfir olarak Mekke'ye kaçmıştı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke fethi günü, onun kâfir olarak öldürülmesini emretti. 3) Allahü teâlâ'nın yasakladığı avı öldürmek demektir. 4) İkramsız olarak ve ikramlıya helal olmayan şeyleri irtikâb ederek Mekke'ye Harem'e) girmek demektir. 5) İhtikârdır. Bu görüş, Mücâhid ve Sa'id b. Cübeyr'den rivayet edilmiştir. 6) Mescid-i Harâm'ı imâr etmekten insanları alıkoymaktır. 7) Atfl'ya göre, bir kimsenin alış-verişinde, "Hayır, vallahi... Evet, vallahi" aemesidir. Abdullah b. Ömer (radıyallahü anh)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Kendisinin birisi Bölgesinde, birisi Harem Bölgesi'nde iki kıl çadırı vardı. Ailesini cezalandırmak iğinde, onları Hill'deki çadırda cezalandırırdı. Bunun üzerine kendisine sorulduğunda o: "Biz, insanın "Hayır, vallahi" Evet, vallahi" demesi gibi, ilhâdlarda " demiştir. 8) Muhakkik âlimlere göre, "zulum ile ilhad" ifadesi, bütün günahları içine alan gvıel bir sözdür. Çünkü büyük olsun, küçük olsun, her türlü günah, orada diğer şarlerde yapılanlardan daha büyük sayılır. Hatta İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Aden'deki bir adam eğer, Beytullah'da bir günah işlemeye niyetlense, Allah ona (bile) elim azabı taddırır." Mücâhid de: "Orada yapılan iyiliklerin mükafaatı kat kat olduğu gibi, kötülüklerin cezası da kat katdır" demiştir. Buna göre eğer, Hak teâlâ'nın, "Biz ona pek acıklı bir azab taddırırız" ifadesi, hertürlü isyan (günah) hakkında söylenmesi uygun olmayan bir ifade olduğu halde, burada nasıl söylenmiştir" denilirse, biz deriz ki: "Her azabın elim (pek acıklı) olduğunu kabul neyiz. Fakat azabın dereceleri, günahın derecesine göre değişir. Ayetteki ifadesindeki bâ harf-i cerr'i hakkında şu iki izah yapılmıştır: 1) Evlâ olan ve Keşşaf Sahibinin de tercihi olan görüşe göre, lafızları, aynı manada (müteradif) iki ayrı "hal"dirler. Fiilin mef'ûlü ise, içine girebilecek her şeyi kapsaması için, açıkça zikredilmemiştir. Buna göre Allahü teâlâ sanki, "Kim orada, âdil olmayan, zalim (haksız) bir istekte bulunursa, ona elim bir azab taddırırız" buyurmuştur ki bu da, "Orada bulunana yakışan, kendine hâkim olması, yapmak istediği ve kafasına koyduğu herşeyde, doğruluk ve adalet yolunu takib etmesidir" demektir. 2) Ebû Ubeyde, bunun mecazi kullanılışı basız olaraktır. O halde, ayetteki bu "bâ " zâiddir. "İlhâd", bir işten başka bir işe, birşeyden başka birşeye meyletmek, kaymak manasına olduğu için, Allahü teâlâ buradaki "ilhâd" ile, zulme kaymayı kastettiğini beyân etmiş ve işte bundan ötürü, bunun peşisıra (zulüm ile) kelimesini getirmiştir. Çünkü büyük-küçük her türlü masiyet (günah) zulümdür, işte bundan dolayı Hak teâlâ, "Hiç şüphesiz şirk, en büyük zulümdür" (Lokman, 13) buyurmuştur. Ayetteki "Biz ona pek acıklı bir azab taddırırız" ifadesi, bir tehdiddir. Bununla ilgili birkaç mesele vardır: Bu ayetin, Abdullah b. Hatal hakkında nazil olduğunu söyleyen, şöyle der: "Buradaki "azab" ile, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın onu Mekke'nin fethi günü öldürtmesi kastedilmiştir. Halbuki ayeti umûmî (genel) mana üzere anlamak mümkün olduğunda, onu tahsis etmek (sınırlamak) doğru değildir. Dolayısıyla bu ifade ile, âhiretteki azabın kastedilmiş olması gerekir. Çünkü ahiret azabı, insanların tehdid olundukları şeylerin en büyüğüdür. Bu ayet, insanın uzuvlarının yaptığı fiillerinden dolayı azaba müstehak olacağı gibi, zulmü (haksızlığı) sırf düşünüp niyetlemesinden ötürü de azaba müstehak olacağını gösterir. Alimler, ayetin başındaki irme edatının haberinin ne olduğu hususunda şu iki görüşü ileri sürmüşlerdir: 1) Ayetin takdiri, "kâfir olan, Mescid-i Haramdan alıkoyan ve orada ilhâdı arzu edenlere, Biz pek acıklı bir azab taddırırız" şeklindedir. Binâenaleyh cümlesi, her iki cümle (yani başında irme ve men bulunan cümleler) ile ilgilidir. 2) Bu edatın haberi, şart cümlesi olan yani men ile başlayan cümlenin cevabından anlaşıldığı için hazfedilmiştir. Buna göre ayetin takdiri, "Kâfir olanlara ve Mescid-i Haram'dan alıkoyanlara Biz elim bir azab taddırırız. Orada bir günah irtikâb eden herkes, işte böyle olur" şeklindedir. İbrahim (aleyhisselâm)'ın Kabe'yi Hazırlaması 26Âyetin tefsiri için bak:29 27Âyetin tefsiri için bak:29 28Âyetin tefsiri için bak:29 29"Hatırla o zamanı ki Biz, Beytullahm yerini İbrahim (aleyhisselâm)'e; "Bana hiçbirşeyi şirk koşma, Beytimi tavaf edenler, kıyamda duranlar, rükû ve secde edenler içın iyice temizle" diye mekan yapmıştık." İnsanlar için de haca ilân et. Gerek yaya, gerek uzak yoldan gelen arık develer üstünde binitli olarak sana gelsinler. Böylece kendilerine ait menfaatlere şâhid olsunlar. Allah'ın rızık olarak onlara verdiği, dört ayaklı davarlar üzerine, malum olan günlerde Allah'ın adını anıp (kessinler). İşte bunlardan yeyin, yoksulu ve fakiri doyurun. Sonra kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler o Beyt-i Atik'i (Ka'be'yi) tavaf etsinler". Bil ki ayetteki ... ifadesi, "Beytullah'ın yerini, İbrahim için bir mercî yni orayı imâr etmek ve orada ibadet yapmak için bir mekan kıldığımızı hatırla " takdirindedir. "Beyt", Nûh Tufanında göğe yükselmişti ve o zaman kırmızı yakuttandı. Teâlâ, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'a onun yerini etrafındaki ve üstündeki şeyleri açan bir rüzgar göndererek bildirdi. Böylece Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), Beytullah'ı ilk yeri (temelleri) üzerine inşâ etti. Şu da rivayet edilmiştir: "Allahü teâlâ, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'a, Beytutlah'ın yerine pop, onu yeniden inşâ etmesini emretti. Hazret-i ibrahim (aleyhisselâm) gidip onu aradı, ama yerini Mam ismi. Derken Allahü teâlâ, eni ve genişliği bakımından Beyt-i Haram Myüklüğünde, konuşan, başı, dili ve iki gözü bulunan bir bulut gönderdi. Bu bulut, Ey İbrahim, benim büyüklüğümde, benim hizama onu inşâ et" dedi. Hazret-i İbrahim a-s)'da yapmaya başladı. Sonra bulut kayboldu. Bu konuda şöyle bazı sorular söz konusudur: Birinci Soru: ifadesindeki edatının, en-i müfessıre ("diye" manasına) olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh, şirkten nehyetmek ve Beyt'i temizlemeyi emretmek, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'ı o mekanda yerleştirmenin bir tefsiri (sebebi) nasıl olabilir? Cevab: Hak Subhanehû ve Teâlâ, "Biz, Beyti, İbrahim için bir mekan (merci) yaptı" buyurunca, sanki, "Beytullah'ın onun için bir merci olması ne demek?" diye soruldu da, bunun üzerine, "bu, onun kalbiyle Beytullah'ın Rabbini belirlemesi, O'nu eş ve ortaklardan tenzih etmesi, kalıbıyla (bedeniyle) de, Beytullah'ı putlardan ve heykellerden temizlemesi demektir" diye cevap verildi. İkinci Soru: Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) zaten Allah'a şirk koşmadığı halde, Cenâb-ı Hak niçin, "Bana şirk koşma" demiştir. Cevab: Bu, "ibadetinde, Buna şerik koşma. Beytimi yaparken de, Benim rızamdan başka şey düşünerek, şirke düşme" demektir. Üçüncü soru: Beytullah, daha önce imâr edilmemişken, Cenâb-ı Hak nasıl, "Beytimi... iyice temizle" demiştir? Cevab: Belki de orası bir sahra (boşluk) idi ve insanlar oraya çeşitli pisliklerini ve çer-çöplerini atıyorlardı. İşte bundan dolayı, Allahü teâlâ ona, Beytini oraya inşâ etmesini ve orasını o pisliklerden temizlemesini emretmişti, yahut da orası ma'mur (yapılmış) vaziyette idi ve insanlar onun içine putlarını yerleştirmişlerdi. Bundan dolayı Hak teâlâ Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'a, orayı yıkmasını ve yeniden yapmasını emretmiştir ki işte putlardan temizleme budur. Şöyle de denilebilir: Bu "sen orayı yaptıktan sonra, oraya yakışmayan şeylerden, yani şirkten ve kötü sözlerden temiz tut" demektir. Ayetteki, "Tavaf edenler, kıyamda duranlar için" ifadesine gelince, İbn Abbas (radıyallahü anh): "(Beyti) tavaf edenler" ifadesine Mekke'li olmayanlar, "Kıyamda duranlar" ifadesine, Beyt'e (Mekke'de) mukim olanlar, "Rükû ve secde edenler" ifadesine de, "namaz kılan herkes", manası vermiştir. Bazıları da, "Kıyamda duranlar' ifadesine "namaz kılanlar" manası vermişlerdir. Çünkü namaz kılan kimsenin, namaz esnasında kıyam, rükû ve secdeyi birarada yapması gerekir. Allah en iyi bilendir. Hak teâlâ'nın "insanlar içinde haca ilân et" ifadesi ile ilgili birkaç mesele var: İbn Muhaysın, fiili "bildir" manasında (......) şeklinde okumuştur. Bu emrin kime olduğu hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür: Birinci görüş: Ekseri müfessirlere göre, burada emir İbrahim (aleyhisselâm)'adır. Çünkü o Beytullah'ı yapıp bitirince, Allahü teâlâ ona, 'İnsanlar içinde haca ilân et" buyurdu. O da bunun üzerine, "Ya Rabbî sesim nereye ulaşır ki?" deyince, Cenâb-ı Hak, "ilan etmek (seslenmek) sana, onu ulaştırmak da Bana aittir" buyurdu. Böylece Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) Safa tepesine (bir başka rivayete göre Ebû Kubeys tepesine, bir başka rivayete göre de "Makam"'a) çıktı ve "Ne diyeyim,,amâ sesleneyim?" diye sordu. Bunun üzerine Cebrail (aleyhisselâm), "Lebbeyk Allahümme Lebbeyk" de" dedi. İşte böylece ilk telbiyede bulunan Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'dır. Bir başka rivayete göre o, Safa Tepesine çıkıp, "Ey insanlar, Allah Beyt-i Atik'e haccetmenizi sze farz kıldı" diye seslendi. Bu seslenişi, yer ile gök arasında bulunan bütün varlıklar duydu. Onun seslenişini duyan herşey, "Lebbeyk Allahümme Lebbeyk" demeye asşladı. Bir başka rivayette de Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'ın şöyle seslendiği yer almıştır: "(Ey insanlar), Allah sizi cennetiyle mükafaatlandırmak, cehenneminden kurtarmak için, Beyt-i Haram'ı ziyaret etmeye (hacca) davet ediyor." Bunun üzerine o gün, erkeklerin bünde, kadınların rahimlerinde olanlar ve taşlar, ağaçlar, köyler, şehirler, tepeler veya topraklar gibi, sesinin ulaştığı her varlık onun bu çağrısına karşılık verdi." Mücahid ise şöyle der: "Kıyamete kadar haccedecek herkese, Allah bu nidayı buyurmuştur. Binâenaleyh bu seslenişe bir kere icabet eden bir kere, iki kere icabet eden iki, daha fazla icabet eden daha fazla hacceder. Binâenaleyh İnsana iki veya sara fazla haccın nasib oluşu, o icabetinin sayısına göredir." Ibn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Cenâb-ı Hak, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)' a sunu ilân etmesini emredince, dağlar ona boyun eğdi, tevazu gösterdi, köyler onun için ayağa kalktı (kulak kesildi)." Kadî Abdulcebbâr şöyle der: "(Bazı kimselerin), "Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'ın bu çağrısına taş-toprak, yani herşey icabet etti" şeklindeki izahları, tuhaf bir izahtır. Çünkü çağrı cansızlar için değil, ancak hacc ile emrolunmuş olanlar için yapılır. Doğuda ve batıda olan bütün insanların, onun bu çağrısını duymalarına gelince, bu ansız değildir. Çünkü Allahü teâlâ, bu çağrıyı kuvvetlendirip, aradaki engelleri taktırdığında, böyle şeyler peygamberler zamanında olabilir. İkinci görüş: Ayetteki, "ilân et" emrinin muhatabı olan, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. Bu, Hasan el-Basri'nin görüşüdür ve Mu'tezile'nin ekserisi de bunu tercih etmişlerdir. Mu'tezile bu hususta şu şekilde istidlal etmişlerdir: "Kur'ân'da yer alan muhatabının Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğu söylenebilecek her kitabın, böyle kabul edilmesi evlâdır. Ayetteki, "Hatırla o zamanı ki Biz, Beytullahı İbrahim'e mekan yapmıştık" önce geçmiş olması, "İlan et" emrinin Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'a yönelik olmasını gerektirmez. Çünkü biz baştaki bu ifadenin "Ey Muhammed hatırla o zamanı ki" takdirinde (manasında) olduğunu söylemiştik. Binâenaleyh takdir edilen (mukadder olan) bu şey sanki açıkça söylenmiş gibidir. Bu sebeble Allahü teâlâ, "İlan et" deyince bu hitab Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e de yönelik olur." Mu'tezile bu görüşlerine binâen, "İlan et" ifadesinin tefsiri hususunda suntan söylemişlerdir: 1) Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e insanlara haccı öğretmesini emretmiştir. 2) Cübbâi şöyle der: "Hak teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e telbiyeyi açıkça söylemesini ve böylece de herkese kendisinin haccettiğini ilan etmesini, böylece de onların kendisi ile birlikte haccetmelerini sağlamasını emretmiştir. Çünkü ayetteki, "sana gelsinler" ifadesinde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in haccetmesi ve bu hususta uyulan kimse olması, manasının kastedildiğine bir delâlet (işaret) vardır." 3) Bu, Allahü teâlâ tarafından, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e haccın farz kılınışının başlangıcıdır. Hak teâlâ'nın "Gerek yaya, uzak yoldan gelen arık develer üstündeler üstünde binitli olarak sana gelsinler" ifadesi ile ilgili birkaç mesele vardır: "Ricâl", "yayalar" demek olup, müfredi tıpkı, "Niyâm" (uyuyanlar) kelimesinin müfredinin "nâim" lafzı olması gibi, "râcil" dir. Bu kelime, râ'nın zammesi ile şeddeli veya şeddesiz olarak rücal veya rüccâl şekillerinde de Ibn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre ayetteki ifadesi, "binitli olarak" demektir. masdarı, zayıflamak manasınadır. Arapça'da denilir. Buna göre ayetteki bu ifadenin manası, "uzun yoldan geldikleri için zayıflamış olan develer üzerinde" şeklindedir. Cenâb-ı Hak, devreleri cemi kabul ederek ki bu kelimenin çoğulu dir, fiili, cemi müennes olarak (gelirler) şeklinde kullanılmıştır. Çünkü ayetteki, (......) ifadesi (......) takdirindedir. Böylece bu cümlenin fiili, "küll" (hepsi) kelimesinin manasından ötürü cemi getirilmiştir. Binâenaleyh Allahü teâlâ, eğer bu kelimenin lafzının müfred oluşundan ötürü, fiili de rnüfret olarak getirmiş olsaydı, bu da doğru olurdu. Fiil, "Rical" ve "Rukbân" kelimelerinin sıfatı olarak şeklinde de okunmuştur. "Fecc" iki dağ arasındaki yol demektir. Sonra bu kelime, mecazî olarak her türlü yol manasında kullanılmıştır. "Amîk" "uzak" demektir. İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) bunu (uzak) şeklinde okumuştur. Nitekim Arapça'da Derin kuyu" denilir. Buna göre ayetin manası, "Sana yaya olarak veya her arık (zayıf) deve üzerinde binitli olarak gelebilmeleri için, haccı ilân et" yani "Onların sana bu iki şekilde gelebilmeleri için, sunu ilan et" şeklindedir. Yahut da bu ifade ile, "ilan et" şeklindedir. Yahut da bu ftade ile, "ilan et, çünkü onlar sana bu iki şekilde geleceklerdir" manası kastedilmiştir. Allahü teâlâ, hacca yaya gelmenin daha şerefli olduğunu bildirmek için, önce yayaları zikretmiştir. Sa'id b. Cübeyr, sened ile birlikte Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Binitli olarak hacca gidenin, binitinin attığı her adım karşılığı yetmiş hasene (sevab) vardır. Ama yaya olarak hacceden kimse için ise, Harem hasenatından yediyüz rasene (sevab) vardır. "Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Ey Allah'ın Resulü, Haremin hasenatı da ne demektir?" denildiğinde O (sallallahü aleyhi ve sellem), "Bu, (herbiri) yüzbin hasene dengi olan bir hasene (sevab)tır. Kenzu'l-Ummal, 5 (11793). Zur buyurdu." Bu ayetin muhatabı Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) olduğu için, kelimeyi "Sana (...) gelirler" şeklinde getirmiştir. Binâenaleyh kim hacc için Mekke'ye gelirse, sanki onun Du nidasına (ilanına) cevab verdiği için Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'a gelmiş olur. Ayetteki "Böylece kendilerine ait menfaatlere şâhid olsunlar." Malum günlerde Allah'ın adını ansınlar" emri ile ilgili birkaç mesele vardır: Birinci mesele: Cenâb-ı Hak, "İnsanlar içinde haccı ilen et" buyurup, haccı emredince, "Böylece kendilerine âit menfaatlere şâhid olsunlar" ifadesi ile de bu emrinin hikmetini anlatmıştır. Alimler bu ifadede bahsedilen menfaatler hususunda değişik izahlar yapmışlar, bazıları bunu dünyevî menfaatler manasına hamletmişlerdir. Bu da onların hacc günlerinde yaptıkları ticaretlerdir. Bazıları da bunu âhiret menfaatları, yani ilahî af ve mağfiret manasına hamletmelerdir.Bu görüş Muhammed el-Bâkır'dan rivayet edilmiştir. Diğer bazıları ise bu menfaati, kar iki manaya birden hamletmişlerdir. Evlâ olan da bu görüştür. "menâfi" Çünkü Cenâb-ı Hak bununla gerek dini, gerek dünyevî olmak üzere diğer ibadetlerde bulunmayan ancak o ibadette bulunabilen bir takım özel menfaatleri kastetmiştir. "Zebh" ve "Nahr" (Kurban kesme) yerine, "Allah'ın adını ansınlar" denilmiştir. Çünkü Müslüman, bir hayvan kestiğinde ve kurban ettiğinde mutlaka Allah'ın adını anar. Bu ifadede kendisi ile Allah'a yaklaşılan şeylerde (böyle ibadetlerde) asıl maksadın Allah'ın isminin anılması olduğuna ve bu şeylerde müşriklere muhalefet edilmesine bir dikkat çekme vardır. Çünkü müşrikler, hayvanları putlar ve heykeller için kesiyorlardı. Nitekim Mukâtil: "Bir hayvan kestiğinde kıbleye dönmüş olarak, "Allah'ın adıyla. Allah en büyüktür. Ey Allah'ım senden (geldi), sana (adıyorum)" de" demiştir. Kelbî buna şunu eklemiştir: "Hayvan kesen bununla biriikte şunu da söyler:"Şüphesiz benim namazım da, kurban ve ibadetlerim de, hayatım da, ölümüm de âlemlerin Rabbi Allah'ındır"(En'am. 162). Kaffâl da şöyle der: "Kurbanları kesmek ve kanlarını akıtmak suretiyle Allah'a ibadet eden kimse, canına denk bir şeyi kendine karşılık fidye verme konumundadır. Sanki o, mesela kurban ettiği o koyunu, Allah'ın rızasını elde etmek ve kusurlarının neredeyse canının alınmasına denk hâle geldiğini itiraf ederek, canına bedel verir." Alimlerin çoğu, ayetteki "malum günler"tabiri ile, zilhicce ayının on günü, "Sayılı günler"(Bakara, 203) tabiri de "teşrik günlerinin (arefe günü ile kurban bayramının dört gününün) kastedildiği görüşündedirler. Bu Mücâhid, Atâ, Katâde ve Hasan el-Basrî'nin görüşü olup, aynı zamanda Sa'id b. Cübeyr'in İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan yaptığı bir rivayettir. Yine bu Şafii (r.h) ve Ebû Hanife (r.h)'nin tercihidir Bu görüşte olanlar, şöyle delil getirmişlerdir: "Bu günler insanlar katında haccın vaktinin bu günlerin sonlarında olması hasebiyle, bilinmesine aşırı arzu gösterilmesinden dolayı, bilinen "malum" olan günlerdir. Haccın menfaatleri içinde bu on günlük vakit yine ma'lumdur. Mesela arefe ve meş'ar-ı haram günleri gibi... O on günden, kurban kesilecek vakitler de eyyâm-ı nahir de ma'lumdur." Atâ'nın rivayetine göre ise İbn Abbas (radıyallahü anh): "Bu günler, kurban bayramı günü ile, ondan sonraki üç gündür" demiştir. Bu görüşü Ebû Müslim tercih ederek şöyle der: "Çünkü bu günler, kurban bayramı gününden sonra da Araplarca ma'lumdur ki bunlar, eyyâm-ı nahirdir. Ebû Yusuf ve İmam-ı Muhammed'in görüşü de böyledir. Hak teâlâ'nın "dört ayaklı davarlar" ifadesi hakkında Keşsâf Sahibi şöyle der: "Behime, karada olsun, denizde olsun, her dört ayaklı canlıyı ifade eden müphem (kapalı) bir ifadedir. Binâenaleyh bu kelime, "en'âm" lafzı ile açıklanmıştır. Enam da, deve, sığır, koyun ve keçi demektir. Ayetteki "İşte bunlardan yiyin" emri hakkında bazı alimler, "Bu, vücûb (farz oluşu) ifade eder. Çünkü câhilliye arapları, fakirlere karşı böbürlenmek için kestikleri bu hayvanlardan yemiyorlardı. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak müslümanlara, hem kâfirler gibi yapmamak, fakirlerle eşit olmak ve hem de tevâzuyu yürürlüğe koymak için, ondan yemelerini emretmiştir" derler. Ekseri âlimler ise, bu eririn vucûb ifade etmediği kanaatindedirler. Ve şöyle derler: "Kim kurban keser ve Harem'e kurban gönderirse, Hak teâlâ'nın, "işte bunlardan yeyin, yoksulu ve fakiri doyurun" emrinden ötürü, kestiği hayvanın yarısını yemesi, yarısını da tasadduk etmesi güzel olur." Bazıları da şöyle der: "O, kestiği hayvanın üçte birini yer, üçte birini tasadduk eder, üçte birini de (sonra yemek üzere) bırakır." Şafii (r.h)'ye göre ise, yemek mustehab, yedirmek vâcibtir. Binâenaleyh bir kimse, estiği kurbanın tamamını yedirse (tasadduk etse), bu onun için yeterlidir, (yani emri yerine getirmiş sayılır). Ama hepsini yese, bu yeterli olmaz. Bu hüküm nafile kurbanlar içindir. Hacet kıran, haccı temrettu kurbanlarında, haçta ihramlı iken yapılmaması gereken şeyleri yapmadan dolayı, hacda tırnak kesmek ve traş olmadan ötürü meydana gelen yasak çiğnemeleri savmak için kesilen kurbanlarda, adak ve kefaret kurbanları gibi vâcib kurbanların etinden kesen yiyemez. Hak teâlâ'nın "Yoksulu ve fakiri doyurun" emrinin "vücub" (farziyet) ifade ettiğinde şüphe yoktur. "Bâis", alabildiğine sıkıntı içinde olan; ise, güç durumda olmadan dolayı iyice zayıf düşmüş kimsedir. Bu kelime, omurgalardan herbiri manasına olan ifadesinden alınmadır. İbn Abbas se şöyle der: "Bâis, sıkıntıda oluşu elbisesinden ve yüzünden anlaşılan, fakir ve (yoksul olup da) bu kadar olmayandır. Binâenaleyh fakir, elbisesi temiz (ve görünüşte) yüzü zengin gibi olandır. Hak teâlâ'nın "Sonra kirlerini gidersinler" ifadesine gelince, Zeccac şöyle der: "Dilciler, "tefes"in manasını tefsirden öğrendiler" Müberred de, "Arap dilinde "tefes"in kökü insana bulaşan ve temizlenmesi gereken her pislik" manasına olup, ayette bununla (haccı tamamlayanın) bıyıklarını ve tırnaklarını kesmesi, koltuk altı kıllarını yolup, kasıklarını traş etmesi kastedilmiştir. Ayetteki fiilin ifade ettiği "kaza" işi ile de bu pisliğin giderilmesi kastedilmiştir" demiştir. Kaffâl, Niftaveyh'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Fasih bir bedeviye (......) ayetinin manasını sordum. O, "Kur'ân'ı tefsir edemem. Fakat biz, bir kimseye, "Ne kadar pissin, ne kadar kirlisin" manasında (......) deriz "dedi." Daha sonra Kaffal: "Bu, Zeccâc'ın görüşünden daha doğrudur. Çünkü görüş, menfi söyleyenin değil, müsbet söyleyenin görüşüdür. Ayetteki "Adaklarını yerine getirsinler" ifadesi, fâ'nın şeddesi ile şeklinde de okunmuştur. Sonra bu ifade, haccetmenin insana vâcib kıldığı, hacla ilgili çeşitli emirleri yerine getirme manasına gelebileceği gibi, sözlü olarak yaptığı nezirlerden dolayı insanların kendilerine vâcib kılmış oldukları şeyleri yerine getirme manasına da olabilir. Bu ikincisi doğruya daha yakındır. Çünkü kişi, hacc veya umre yaptığında kendisine vâcib kılmaması halinde, haccdan dolayı vacib olmayacak hedy (kurban) ve benzeri şeyleri, kendine vâcib kılar. Binâenaleyh Allahü teâlâ ona, bu şeyleri yerine getirmesini emretmiştir. Hak teâlâ'nın "O Beyti Atiki tavaf etsinler" ifadesi ile, farz (vâcib) olan ifâza ve ziyaret tavafı kastedilmiştir. Bu tavafın, vakfeden, şeytan taşlamadan ve traştan sonra olmasına, yine bunun Kurban'ın ilk günü mü, yoksa sonraki günlerde mi olup olacağı meselelerinde, birçok detay vardır. Kâ'be'ye Beyt-i Atik (Eski ev) denmesinin sebebleri şunlardır: 1) Atîk, eski demektir. Çünkü o ev, insanlar için yapılan en eski (ilk) beyt (ev)dir. Bu görüş Hasan el-Basrî'nindir. 2) O ev, zorba meliklerin hükümranlığından muhafaza edilmiş, "ıtk" edilmiş yani azade tutulmuştur. Çünkü orayı yıkmak için yola çıkan nice zorbaları, Allah engellemiştir. Bu, İbn Abbas (radıyallahü anh) ve İbn Zübeyr (radıyallahü anh)'in görüşüdür. Bunlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Ebrehe oraya yöneldiğinde, başına gelen geldi" dediğini rivayet etmişlerdir. Buna göre eğer "Haccac Kâ'be'ye musallat olmuştur?" denilirse, cevaben deriz ki: "Haccâc, bizzat Kâ'be'ye zarar vermeyi istememiş. Fakat (savaştığı) Abdullah b. Zübeyr (radıyallahü anh) oraya sığınmış. O da onu oradan çıkarmak için, orayı yıkmaya baş vurmuş. Ama sonra onu yeniden yapmıştır." 3) Orası asla mülk edilememiştir. Bu görüş İbn Uyeyne'nindir. 4) Orası, suya garkolmaktan azade olmuştur. Bu görüş de Mücâhidindir. 5) Atik, iyi, güzel, şerefli demektir. Bu görüşe göre, bu kelime, Arapların "iyi kuş,' iyi tay" manasında kullandıkları tâbirlerinden alınmadır. Bil ifadelerinin başındaki lâm, emir lamıdır. İbn Kesir. Nafi ve çoğu kıraat imamlarına göre bu lâm, sükûn ile okunurken, Ebû Amr bunları kesre ile harekeleyerek okumuştur. 30Âyetin tefsiri için bak:32 31Âyetin tefsiri için bak:32 32"İşte (emir) budur: Kim Allah'ın hurumatına saygı gösterirse, bu Rabbi indinde kendisi için hayırdır. Karşınızda okunagelenler müstesna, diğer davarlar size helâl kılındı. O halde, murdardan, putlardan kaçının,yalan sözden çekinin. Allah'ın hanifleri, ona şirk koşmayanlar olarak. Kim Allah'a eş koşarsa, yüksekten düşüp parçalanmış ve kendisini kuş kapmış, yahut rüzgarın uzak yere attığı şey gibi olur. Bu böyledir. Kim Allah'ın şe'âirine saygı gösterirse, şüphesiz bu kalblerin takvasındandır". Keşşaf Sahibi şöyle der: "Ayetin başındaki, zalik "işte bu" ifadesi, mahzûf bir mübtedânın haberi olup takdiri, "iş ve durum, işte budur" şeklindedir. Bu tıpkı bir yazarın, bir konuda yazıp sonra bir başka konuya geçmek istediğinde, "Bu böyledir, bu budur" demesi gibidir. Hurumat: Saygısızlık edilmemesi gereken ve Cenâb-ı Hakk'ın işte bu vasıfta hacc ile ve diğer dinî şeylerle ilgili olarak mükellef tuttuğu şeylerin tamamıdır. Binâenaleyh, bu ifadenin, O'nun bütün teklifleri hususunda genel bir ifade olması muhtemel olduğu gibi, bunun hac'la ilgili hususi bir ifade olması da muhtemeldir. Zeyd Ibn Eşlemin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hurumal (haramlar) beş tanedir. Haram olan Ka'be, Mescid-i Haram, Belde-i Haram, Şehr-i Haram (haram ay) ve Meşar-i Haram" Kelamcılar şöyle demişlerdir: Nafileler, Allah'ın haramları içine girmezler. Çünkü Cenâb-ı Hak, "bu Rabbi indinde kendisi için hayırdır" buyurmuştur. Ki bu, "O, bunların yerine getirilmesi ve muhafaza edilmesi, gözetilmesi gereken şeyler olduğunu bildiği için, bunları tazim etmek, onun için hayırlıdır" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbi indinde" kaydı geriye bırakılan bir mükâfaatın bulunduğuna delâlet eder. Çünkü, olup biten meydana gelen hayırlar hususunda, "Rabbi indinde" denilmez. el-Esamm ise şöyle demiştir: "Bu, "Bunu tazim etmesi, buna aldırmamasından, onun için daha hayırlıdır" anlamındadır." Daha sonra Cenab-ı Hak yine, haccın hükmünü beyan etmeye başlayarak,"... diğer davarlar size helâl kılındı" buyurmuştur. Kişi, ihrama girmenin, anlamaya vs. şeyleri haram kıldığını görünce, davarların da haram kılındığını zannedebilir. Böylece Allahü teâlâ, ihrama girmenin, "en'âm" hususunda müessir olmadığını beyân buyurmuştur. O halde "en'âm" helâl kılınmıştır. Bundan, Allah'ın kitabında okunan ve "en'âm 'dan haram kılınanlar müstesna tutulmuştur ki, bu da, Maide sûresinde zikredilen şu ayetlerin ifade ettiğidir: "Ey iman edenler, bağlandığınız akitleri yerine getirin. Siz ihramlı olduğunuz halde avlanmayı helâl saymamak ve size, okunacak olanlar hariç kalmak şartıyla davarlar size helâl edildi. Ölü... üzerimize haram edilmiştir" (maide, 1-3) hitaplarıyla En'âm süresindeki, "Üzerlerine Allah'ın ismi anılmayanlardan yemeyin" (En'âm, 121) ayetidir. Daha sonra Allah hurumâtına saygı duymaya teşvik edip, ona saygı duyanları övgüyle yâd edince, bunun peşinden putlardan ve yalan sözden kaçınma ile ilgili emrini getirmiştir. Çünkü, Allah'ı birlemek ve doğru sözlü olmak, hayırların en büyüğüdür. Cenâb-ı Hak şirki ve yalan söylemeyi aynı çizgide ele almıştır. Çünkü şirk de, yalan söz nevindendir. Çünkü müşrik, heykellerin ve putların ibâdete müstehak olduklarını iddia etmektedir. Binâenaleyh, Allah sanki şöyle demek istemiştir: "O halde, yalan sözlerin başını ve temelini oluşturan putlara ibadet etmekten ve yalan sözlerin tamamından Içtinâb edin, kaçının. Çünkü bunlar, daima çirkin ve kötü oldukları için, bunlardan hiçbir şeye yaklaşmayın." O halde, kişinin kendi tarafından icâd ettiği, putlara ibâdet etme hususunda, bu kabilden olan şeyler hakkındaki düşüncen nedir ki? Putlara ve heykellere, "necis-pis" oldukları için, "ricsun" denilmemiştir. Çünkü onlardan kaçınmanın vücübu pislikten kaçınmanın vacib oluşundan daha kuvvetli ve onlara tapmakdan, pisliklere bulaşmaktan daha büyük bir şeydir." Daha sonra Esamm, sözüne devamla şöyle der: "Allah o putları bu şekilde nitelemiştir. Çünkü, put perestlerin putlara tapınmalarındaki adetleri onların üzerine kan sürüp akıtmaya yönelmek şeklindedir." Bu, uzak bir görüştür. Cenâb-ı Hakk'ın, putları bu şekilde vasfetmesinin, onları tahkir etmek ve hafife almak için olduğu da ileri sürülmüştür ki bu, doğruya daha yakındır. Cenâb-ı Hakk'ın, "putlardan" ifadesi, kendinden önce geçen rics kelimesinin beyânı ve onun temyizidir. Bu birisinin tıpkı "Yanımda yirmi dirhem bulunmaktadır" demesi gibidir. Çünkü rics kelimesi kendisinde bulunan mübhemlikten dolayı, her şeyi içine alır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak sanki, "Putlar olan pislikten, necasetten kaçının" demek istemiştir. Bununla, (bu ifadenin başındaki min edatının beyâniyye değil de, teb'iziyye olduğu sanılarak) o putların bir kısmı pis değildir manası kastedilemez. Zûr ziyaret etmek anlamına gelen, zavr ve meyletmek, yönelmek, yapmak anlamında olan izvirâr kökündendir. Bu tıpkı ifk (yalan, uydurma) kelimesinin, birisi bir şeyi çevirdiğinde söylenilen "efikehû-onu çevirdi" kelimesinden olması gibidir. Müfessiner, ayetteki "yalan söz" ifadesinin ne demek olduğu hususunda şa şu açıklamaları yapmışlardır: 1) Bu, onların "bu helâldir, bu haramdır" demeleri ve benzeri iftiralarıdır. 2) Bu, yalan yere şehâdet etmektir. Çünkü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle (yaptığı) rivayet edilmiştir: "O, bir gün sabah namazını kıldırdı. Selâm verince ayağa kalktı ve yüzünü cemaate çevirerek: "Yalan yere şehâdet etmek, Allah'a şirk koşmaya denk olan, (bir günahtır)" buyurdu ve bu ayeti okudu. 3) Bu, yalan söylemek ve iftirada bulunmaktır. 4) Bu, cahiliyyedekilerin, telbiye ederlerken, "Lebbeyk... Senin şerikin yoktur. Bir şerikin vardır ki, sen ona malik olursun, o sana mâlik olamaz" demeleridir. Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'ın hanifleri, O'na şirk koşmayanlar olarak" ifadesine gelince, bunun ne demek olduğu; bazılarına göre müstakim olmak olduğu, bazılarına göre de hakka meyletmek olduğu, daha öne geçmişti. Ama, bununla burada kastedilen ise "ihtâs" olduğunun ileri sürülmesidir. Buna göre, Cenâb-ı Hakk şarki şöyle demek istemiştir: "Emrettiğim ve nehyettiğim bu işlere, O'na başkasını şirk koşacak bir tarzda değil de, bir olan Allah'a ibadet edercesine sarılın, tutunun!" şte bundan dolayı Cenâb-ı Hakk, "Ona şirk koşmayanlar olarak" buyurmuştur ki, ona yakışanın, yaptığı ibadetlerde ihlâslı olması olduğuna delâlet eder. Böylece Cenâb-ı Hak, kafirin kendi nefsine zarar verdiğini ona fayda veremediğini beyan etme hususunda küfür hakkında daha fazlasını söylemeye gerek bırakmayan iki misâl getirmiştir ki, bu da O'nun "Kim Allah'a eş koşarsa, yüksekten düşüp parçalanmış kendisini kuş kapmış, yahut rüzgâr uzak yere atmış şey gibi olur" şeklindeki buyruğudur. Keşşaf sahibi şöyle der: "Eğer ayetin bu ifadesi "teşbih-i mürekkeb" Kabul edilerse, buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Kim Allah'a şirk koşarsa, o kendisini, ondan öte daha şiddetli bir helak olmayan yok oluşla helak etmiştir." Çünkü Cenâb-ı Hak müşriğin halini, gökten düşüp de, kendisini kuşların kaptığı oerken parça ve cüzleri onların kursaklarında dağılıp yok olduğu; yahut da, şiddetli bir kasırganın esip de, böylece onu, çok derin helak uçurumlarına sürüklediği kimsenin durumuna benzetmektedir. Yok eğer buradaki teşbih, 'teşbih-i müferrak" kabul edilirse, o zaman şöyle denilebilir: Cenâb-ı Hakk, imanı yükselme hususunda semâ'ya; imanı terkedip Allah'a şirk koşanı da, semâdan düşene; onun fikirlerini darmadağınık eden hevâ ve hevesleri, onu kapan kuşlara, onu dalâlet vadilerine atan şeytanı da,eşerek onu yok edici ölüm vadilerine fırlatan rüzgara benzetmiştir." Hâ'nın, tı'nın ve fânin kesresiyle "Fetehıttıfihı't-tayru" şeklinde de okunmuştur ki, bu Hasan el-Basrî'nin kıraati olup, bunun aslı "Tehtetıfuhu'dur. Rîh kelimesi er-riyâh (rüzgârlar) şeklinde de okunmuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak (c.c), daha önce geçenleri tekid ederek, "Bu böyledir, kim Allah'ın şeairine saygı gösterirse (...)" buyurmuştur. Alimler, "şeâir"in ne demek olduğuna ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları, bu kavramın içine her ibadet girer, derken, bazıları da: "Hayır aksine bu, haccın menâsikidir" demişlerdir. Diğer bazıları da: "Hayır, bununla özellikle "hedy-kurbaniık hayvan" kastedilmiştir" demişlerdir ki, "Şeâir" de aslolan, kendisiyle bir şeyin tanınıp seçildiği alâmet, nişanlar manasıdır. Binâenaleyh, biz, "şeâir"i, hacda kesilen kurbanlar manasına alırsak, bu durumda onlara saygıyı şu iki şekilde açıklayabiliriz: 1) O kurbanların, iri cüsseli vücud yapılarının güzel, besili, pahal olanını tercih etmesi, ve onları alırken, fiyat indirme teklifinde bulunmamasıdır. Çünkü onlar, üç şeyde pahalı alışveriş yapıyorlar ve fiyat indirme teklifini de hoş karşılamıyorlardı. Bunlar, "hedy" (kurbanlık koyun), udhiyye (kurbanlık sığır ve deve) ve köle azadı. İbn Ömer (radıyallahü anh) babasından şunu rivayet etmiştir: Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), Mekke'ye üçyüz dinar değerinde, çok kıymetli ve asil bir (erkek deve) göndermek ister. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'da, bunu satıp onun parasıyla (daha az kıymetli olan) dişi bir deve satın almasını ister. Ama Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu bundan nehyeder ve der ik: "Hayır, onu gönder!" der. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, içinde burnunda altından bir burunsalık olan Ebu Cehil'in erkek devesinin de olduğu yüz dişi deve gönderir. 2) Bunlarla Allah'a yaklaşmak ve onları Beyt-i Muazzam'a kurban edilmek üzere sevketmek suretiyle Allah'a itaat etmenin, kendisine mutlaka önem verilmesi ve hakkında yarışılması zorunlu olan büyük bir iş olduğuna inanmasıdır. Çünkü "bunlar, kalblerin takvasındandır." Yani, "Bunlara saygı göstermek, kalbleri takvalı olan kimselerin fiillerindendir" demektir. Bu manaya göre, bu kelimelerin muzafları hazfedilmişlerdir. Çünkü mana, ancak bunların takdir edilmesiyle doğru olur. Zira, herbir parçayı mutlaka, bağlı bulunduğu ifadeye raci kılmak gerekir. Ayette "kalbler"e yer verilmiştir. Çünkü münafık bazan, muttaki olduğunu açıklar. Ancak ne var ki, onun kalbi böyle bir ittikâdan boş olunca, tâatlan edâ konusunda ciddi olmaz. Ama, kalbinde takvanın yer etmiş olduğu ihlâslı kimselere gelince, bunlar tâatlan edâ hususunda, alabildiğine ihlâslıdırlar. Buna göre şayet birisi, "Allah'ın, bu hayvanları kesme hususuna bu denli önem vermesinin hikmeti nedir?" derse, bunun cevabı Cenâb-ı Hakk'ın şu ayetleridir. Kurban ve Diğer Hac İbadetleri 33Âyetin tefsiri için bak:35 34Âyetin tefsiri için bak:35 35"Onlarda muayyen bir zamana kadar sizin için menfaatler vardır. Sonra varacakları yer Beyt-i Atikdir. Biz her ümmet için kurban kesmeyi meşru kıldık, ta ki kendilerini rızıklandırdığı dört ayaklı davarlar üzerine Allah'ın adım ansınlar. İşte sizin tanrınız bir tek Tanrıdır. O halde O'na teslim olun. (Habibim) sen muti ve mütevazi olanları müjdele. Allah anılınca onların kalbleri korkar. Onlar kendilerine isabet eden musibetlere sabredenlerdir. Namazı dosdoğru kılanlardır. Kendilerini rızıklandırdığımiz şeylerden harcarlar". Bil ki Hak teâlâ'nın Onlarda muayyen bir zamana kadar sizin için menfaatler vardır" ayetinin ifade ettiği mana, ancak önceki ayetteki, "şeâir" lafzının, kendisinde kesim vaktine kadar menfaatler bulunan "hedy" (kurbanlık hayvan) manasına hamledilmesine uygun düşer. Bunu "haccın diğer vâcibleri (farzları)" manasına alanlar ise, bu ayete, "sizin için onlarda, yani o vâciblere (emirlere) sımsıkı sarılmada, mükellefiyetin son bulacağı zamana kadar menfaatler vardır" şeklinde mana verirler. Birinci mana, ekseri müfessirlerin görüşüdür. Bunun doğruya daha yakın olduğu hususunda şüphe yoktur. Bu görüşe göre ayetteki menfaatler" ifadesi: süt, nesil, yapağı ve binit olarak istifade etme gibi şeylerle izah edilir. Ayetteki, "Muayyen bir zaman kadar" kaydı ile ilgili olarak şu iki görüş ileri sürülmüştür: 1) Bu "sizler bu hayvanlardan, onlara kurban ve hedy adını vereceğiniz zamana tadar istifade edebilirsiniz. Onlara böyle ad verdikten itibaren ise, onlardan istifade etme hakkınız yoktur" demek olup, İbn Abbas (radıyallahü anh), Mücâhid, Ata, Katâde ve Dahhâk'ın görüşüdür. 2) Diğer bazıları da şu şekilde mana vermişlerdir: "Sizin o kurbanlık hayvanlardan, onlara "hedy" (kurban) adını verseniz bile, ihtiyaç duyduğunuzda binmek, mecbur Kaldığınızda sütlerinden içmek suretiyle, o belli zamana yani onları kurban etmenize kadar, yararlanabilirsiniz." Bu mana da, İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan olup, İmam Şafiî'nin tercihidir. Bu görüş daha uygundur. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Onlarda, yani şe'âirde sizin için menfaatler var" buyurmuştur. O hayvanlara, "hedy" denmezden önce, "şe'air"den sayılmazlar. Ebû Hureyre (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şunu rivayet etmiştir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) geçim sıkıntısı içinde olduğu halde Mekke'ye kurban edilmek üzere bir bedene (deve veya sığır) götürmekte olan bir adama rastladı ve ona "o hayvana bin" dedi. Adam, "Ey Allah'ın Resulü bu hedydir" deyince yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Yazıklar olsun sana, ona bin" Buhârî, Hacc 112; Tirmizi. Hacc 72 (3/254). buyurdu. Câbir (radıyallahü anh) de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in '"Hedylerinize, binecek başka bir hayvan buluncaya kadar, normal bir biçimde binin " Müslim, Hacc, 375-376 (2/B61). buyurduğunu rivayet etmiştir. Ebû Hanife (r.h), bu hayvanların faydalarının sahibinin mülkü olmadığı hususunda şöyle bir istidlalde bulunmuştur: "Bu kimsenin, hedylerini başkasına binmek için ücretle vermesi caiz değildir. Binâenaleyh eğer o onların menfaatlerinin maliki olmuş olsaydı, diğer mülklerinin menfaatleri gibi, bunların menfaatleri hususunda icâre (kira) akdi de yapabilirdi." Bu istidlal zayıftır. Çünkü "ümnvü" veled"in satılması mümkün değildir. Fakat ondan sahibi istifâde edebilir. Bu hususta da böyledir. Ayetteki "Sonra varacakları yer Beyt-i Atikdir" cümlesi, "sizin için.heydlerinizde, gerek dini, gerek dünyevî açıdan, pek çok menfaatlar vardır. Bu menfaatlerinizin en büyüğünün "mahalli" Beyt-i Atik'dir, yani o hayvanların kesilmelerinin vâcib oluş vakti, Beyt-i Atik'a varıp dayanır" demektir. Bu tıpkı. "Ka'be'ye ulaşan bir hedy" (Maide, 95) ayeti gibidir. Netice olarak diyebiliriz ki ayetteki "mahilluha" kelimesi "O kurbanlık hayvanlarının kesim zamanlarınin geldiği yer" manasınadır. "Beyt-i Atik" ile, harem bölgesinin tamamı kastedilmiştir. Bunun delili, "Artık bu yıllardan sonra (o kâfirler) Mescid-i Haram'a" yani bütün harem bölgesine "yaklaşmasınlar" ayetidir. Bu görüşe göre, kurbanlıkların kesim yeri, Mekke'nin tamamıdır. Fakat Mekke, Mina'ya kadar, kan akıtılmaktan münezzehtir. Minâ da Mekke'dendir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Mekke'nin her geniş yeri, caddesi sokağı, kurban kesim yeridir. Yine Minâ'nın her geniş yeri de, kesim yeridir" İbn Mace, enasık, 73 (2/1013); Ebu Davud, Savm, 5(2/297) buyurmuştur. Kaffal: "Bu, Mina'ya ulaştırılması gereken hedylerle ilgilidir. Fakat nafile kurbanlıklar, eğer Mekke'ye ulaşmadan sakatlanır veya ölecek hâle gelirlerse, onların kesim yeri işte orasıdır" demiştir. Hak teâlâ'nın "Biz, her ümmet için kurban kesmeyi, Allah'ın adını ansınlar diye meşru kıldık" ifadesi, "Biz, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) zamanından itibaren bütün sonraki her geçmiş ümmete, bir çeşid kurbanı meşru kıldık" demektir. Cenâb-ı Hak insanların Allah'ın adını kurban keserken anmaların, kurban kesmenin illet ve hikmeti kılmıştır. Arapların putlarına kurban ettikleri şeyler, tıpkı "zibh" ve "zebiha" kelimeleri gibi ve "diye ifade edilir. Âsim dışındaki bütün küfe imamları, kelimeyi Sîn'in kesresi ile (......) şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları, "nüsûk" manasında, masdar mimi olarak, sîn'in fethası ile menseken" (kesmek) şeklinde okumuşlardır. Sîn'in kesresi ile olan da ism-i mekan (kurban kesilecek yer) olur. Cenâb-ı Hakk'ın "İşte sizin tanrınız bir tek tanrıdır" cümlesinin kendinden öncekilerle münasebeti hususunda şu izahlar yapılmıştır: a) İlâhınız tektir. Mükellefiyetler ise, maslahatların değişik olmasından dolayı, zamanın ve şahısların değişmesinden ötürü değişmiştir. b) İlahınız tek bir ilahtır. O halde kestiğiniz hayvanların üzerine, Allah'ın adından başkasını anmayınız, "O halde O'na teslim olun" yani, kesinlikle bir şirk kokusunun dahi bulunmayacağı bir biçimde, bu anmayı sadece O'na has kılıp, aslı olun." Bununla, insanın bütün mükellefiyetlerde, sadece Allah'a inkıyâd etmesi kastedilmiştir. Kim Allah'a inkiyâd ederse, "muhbit" (mütevâzi) olur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, hemen bu cümlenin peşisıra "Sen muti ve mütevazı olanları müjdele" buyurmuştur. "Muhbit", mütevâzi ve huşûlu olan demektir. Ebû Müslim şöyle der: "Muhbit"in gerçek manası, düz bir yerde olan kimsedir. Birisi düz bir yerde olduğunda denildiği gibi, denilir. O halde "habt" düz yer demektir. Müfessirlerin bu hususta değişik izahları vardır: a) Muhbit, mütevâzi demektir. Bu, İbn Abbas ve Katâde'nin görüşüdür. b) Bu, ibadetlerinde sa'y-u gayret gösterenler demek olup, bu Kelbî'nin gömüşüdür. c) İhlaslılar demektir. Bu görüş, Mukâtil'indir. d) Allah'ı zikretmekle itminan bütan ve salih olan kimselerdir. Bu görüş de Mücâhid'dendir. e) Bunlar, zulmetmeyenler, zulme uğradıklarında ise, intikam almayanlardır. Bu görüş Amr b. Evs'indir. Ayetleri Dinleyip Huşu Duyanlar Sonra Cenâb-ı Hak bunları, "Allah anılınca onların kalbleri korkar' diye tavsif etmiştir. Böylece onların üzerinde, Allah'ın ikâbından duyulan endişeler ile Allah için duyduktan huşu ve huzûları müşahede edilir. Bu korkunun insan üzerinde iki neticesi vardır: a) Kötülüklere karşı sabır ki bu, ayetteki "Onlar kendilerine isabet edenlere ve Allah'dan olan şeylere sabredenlerdir" ifadesi ile anlatılmıştır. Çünkü kötülükler; hastalıklar, sıkıntılar ve musibetler gibi, sabredilmesi gereken şeylerdir. Müslümanlara, zalimler tarafından yapılan kötülük ve musibetlere sabretmek vâcib değildir. Aksine bunları savuşturmak mümkün olduğunda, savaşmakla da olsa onları savuşturmak gerekir. b) Hizmet (ibadet) ile meşgul olmak. İnsana göre, en kıymetli şey canı ile malıdır. İnsanın canı ile hizmeti (ibadeti) namazıdır. Bu da ayetteki, "Namazı dosdoğru kılanlar" ifadesi ile anlatılır. Mal ile yapılan hizmet (ibadet) ise "Kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden harcar, infâk ederler" ifadesi ile anlatılmıştır. Hasan el-Basrî, nûnu gözeterek, nasb ile ayeti (......) şeklinde okurken, Ibn Mes'ûd aslı üzere (......) şeklinde okunmuştur. Allah Kanı Değil, Takvayı İster 36Âyetin tefsiri için bak:37 37"Biz, kurbanlık develeri de sizin için, Allah'ın şe'âirinden kıldık. Onlarda, sizin için hayır vardır. O halde onlar ayakta durup boğazianırlarken, üzerlerine Allah'ın adını anm. Yanları üstü düştükleri vakit de, onlardan hem kendiniz yeyin, hem ihtiyacını gizleyen, gizlemeyip dilenen fakirlere de yedirin. Onları, şükredesiniz diye, böylece size musahhar kıldık. Onların ne etleri, ne kanları hiçbir zaman Allah'a erişmez. Fakat sizden O'na sadece takva(nız) ulaşır. Size olan hidayetine karşı Allah'ı büyük tanımanız için o, bunları böylece size musahhâr kılmıştır. Muhsinleri müjdele". Bil ki "Büdn" ifadesi ile ilgili birkaç mesele var: Bu, tıpkı "huşb-haşebe" (odun, odunlar) gibi, "bedene"nin çoğuludur. Kurbanlık develere bu isim, bedenlerinin büyük olmasından ötürü, Hareme kurbanlık gönderildiklerinde verilir ki, bu özellikle deve manasınadır. Fakat Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Deve de yedi kişi için (kurban kesilebilir) sığır da yedi kişi için kurban kesilebilir" Müslim, Hacc, 138 (2/882); Tirmizi, Hacc, 66 (3/248) dediği zaman, sığırı da buna katmıştır. Bir de Cenâb-ı Hak, "Yanlan üstü düştükleri vakit" buyurmuştur ki bu da deveye has tir ifadedir. Çünkü sığır değil, ancak deve ayakta kesilir (böylece yan üstü düşer). Bazı kimseler de: "Büdn, hac ve umrede, Allah rızası için kesilen deve ve sığırlar demektir. Sığır da, bedeni büyük olduğu için bu ismi almıştır. Binâenaleyh evlâ olan, sığırın da bu ifadeye dâhil olmasıdır. Koyuna gelince, her ne kadar hacda kurban edilmesi caiz olsa bile, bu ifadenin içine girmez. Çünkü onun cüssesi küçüktür. Dolayısıyla ona "bedene" denmez" demişlerdir. Hasan el-Basri, tıpkı "semerenin çoğulu olan sümür (meyveler, ürünler) lafzı gibi, bu iki zamme ile vel-büdüne şeklinde okurken, ibn Ebi İshâk iki zamme, nûnun şeddesi ve vakıf ile vel-büdünne şeklinde okunmuştur. Bu kelime, tıpkı Hak teâlâ'nın (Yasin, 39) ayetinde olduğu gibi, nasb ve ref ile vel-büdne,vel-büdnü şekillerinde okunmuştur. Allah en iyi bilendir. Bir kimse, "Allah için, üzerime bir bedene kesmek vâcib olsun" diye (nezr) ettiğinde, onun bunu Mekke dışında kesmesi caiz midir? Ebû Hanife (r.h) ve İmâm-ı Muhammed (r.h) "caizdir" derken, İmam Ebu Yusuf (r.h): "Mekke dışında kesmesi caiz değildir" demiştir. Alimler "hedy" nezreden kimsenin, cnu mutlaka Mekke'de kesmesi gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. Bir kimse, "Allah için üzerine bir cezur (kurban) kesmek vâcib olsun" dediğinde, bu kurbanı istediği yerde kesebilir. Ebu Hanifa (r.h) şöyle der: "Bedene, "cezûr" (kesilecek deve) gibidir. Binaenaleyh bu adakta bulunan kimsenin, bunu istediği yerde kesebifmesi gerekir. "hedy" böyle değildir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Ka'beye ulaşan bir hedy" (Mâide, 95) buyurarak Ka'be'ye (Harem'e) ulaşmayı, "hedy"in sıfatı olarak zikretmiştir." Ebû Hanife (r.h) ona şöyle cevab verir: "Kurbet (Allah'a yakınlık kazanmak ve ibadet etmek) için kesilen her hayvanın Haremde kesilmesi şart değildir. Çünkü kurban da "kurbet" için kesilir, ama her yerde kesilebilir." Hak teâlâ'nın "Onları... sizin için kıldık" ifadesine gelince, bil ki Allahü teâlâ develeri yaratıp, onların hacca kurbanlık olarak gönderilmeleri gerektiğini bildirince, "Onları sizin için, Allah'ın şeâirinden kıldık" demesi yerinde olmuştur. Ayetteki "Onlarda, sizin için hayır vardır" cümlesi ile ilgili açıklama, daha önce geçen, "Onlarda sizin için menfaatler vardır" ayetinde geçen açıklama gibidir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlarda, sizin için hayır vardır" cümlesi, bir teşvik gibi olunca, bununla murad edilenin, ahiret mükafaatı olması daha evlâ olur. İnsan Allah'ın kendisinde pek çok hayır ve menfaatin bulunduğuna şehâdet ettiği şeye ne kadar da düşkündür! Cenâb-ı Hakk'ın emrine gelince burada takdiri, "onları keserken üzerlerine Allah'ın ismini anın" şeklinde olan bir hazf bulunmaktadır. Müfessirter şöyle demektedirler: Bu, o hayvan boğazlanırken (nahr) veya kesilirken (zebh) (Allah'ın adıyla) (Allah büyüktür) Ey Allah'ım, Sen'den yine sana" denilmesidir. Cenâb-ı Hakk'ın "ayakta durup" ifadesine gelince bu, "ayakta oldukları halde" anlamındadır. Çünkü ön ve arka ayaklarını saf saf ve dizi dizi yapmışlardır. Bu ifade, "üç ayağı üzerine durup, dördüncüsünü de tırnağı üzerine dikmesi manasına gelen (suf ûnu'l-feresi) tabirinden olmak üzere (savâfine) şeklinde de okunmuştur. Çünkü, "deve"nin ön ayaklarından biri bağlanır, böylece de o, üç ayağı üzere durur. Yine bu ifade sırf Allah rızası için oldukları halde, müşriklerin yaptığı gibi, onları keserken, onların üzerine anılan Allah'ın ismine hiçbir şeyi ortak koşmayın anlamında olmak üzere "savâfiye" şeklinde de (şaz olarak) okunmuştur. Artır İbn Ubeyd'in vakf yaparken teleffuz edilen ıtlak harfinin yerine tenvin ile (savâfiyen) şeklinde okuduğu da rivayet edilmiştir. Yine bazılarından, bu kelimenin, Arabların tıpkı "Yayı, onu yontanına ver" (yani, işi ehline ver) deyimleri gibi, şeklinde (yani, "sırf bu iş için yaratılmış oldukları halde" anlamında) okunmuştur. Onların saf saf olmalarının hikmetinin ise, onların bakanların gözüne çok görülmeleri, böylece de muhtaç olan kimselerin gönüllerinin kuvvetlenmesi ve onları bu şekilde boğazlarken Allah'a yaklaşmanın ecrinin daha büyük olması, Allah'ı ululama (tekbir) O'nun şeâir ve isminin yüceltilmesinin ortaya çıkmasını sağlaması olması, uzak değildir. Cenâb-ı Hakk'ın "Yanlan üstü düştükleri vakit de" cümlesine gelince, bil ki "vücubu'l-cünüb" o havyanın "yere düşmesi" anlamındadır. Bu ifade, yıkıldı, düştü" manasına gelen ifadesiyle, güneş battığında söylenilen, ifadesinden alınmıştır. Buna göre mana, "O, yere düştüğünde, yuvarlandığında" şeklinde olup, buda o hayvanın canı çıkmaya taşladığında meydana gelir. Cenâb-ı Hakk'ın "onlardan hem kendiniz yeyin" emrine gelince biz, ulemanın, bu kurbanlardan etleri yenilmesi caiz olanlar hususundaki ihtilafları Zikretmiştik. Cenâb-ı Hakk, "hem ihtiyacını gizleyen, hem de gizlemeyip dilenen fakirlere de yedirin" buyurmuştur. (el-kâni) kelimesi, "dilenci, dilenen" demektir. Nitekim Arapça'da bir kimse dilenip istediğinde, denilir Ebu Ubeyd şöyle der: "el-kâni topluluğunun içinde olup da onların lütufta tutunmalarını taleb eden ve onların bağış ve atiyyelerini isteyen kimsedir." Ferra şöyle der: kani' kelimesinin ikinci manası, "kanaatkârlığından dolayı istemeyen kimse" şeklindedir. Nitekim Arapça'da bir kimse kendisine verilene razı olup da fazlasını istemediği zaman denilir. (el-Mu'terru) kelimesine gelince, (izin) istemeksizin sataşıp alan manasında olduğu ileri sürüldüğü gibi, bunun izin isteyerek sataşıp alan manasında olduğu da ileri sürülmüştür. el-Ezherî, ibnu'l-A'rabi'nin şöyle dediğini nakletmiştir "Birisi, birisine, kendisine bağışta Sulunmasını istemek için geldiğinde, "Aravtu fulânen'arartuhû- 'aravtuhû-iğteraytuhû" denilir. Yine Ebu Ubeyd şöyle demiştir: Doğruya en yakın olanı şudur: Kani' istemeksizin ve asılmaksızın, kendisine verilene razı olan, mu'terr ise, sataşan, isteyen ve zaman zaman kendisine bağışta bulunulmasını taleb eden kimsedir. Böylece o, kendisine verilen şeyle asla tinemeyip kanaat edemediğine delâlet eden hareketlerde bulunmuş olur." Hasan et-Basrî (ve'l-mu'teri) şeklinde okurken (el-kani) şeklinde okumuştur. (......) kelimesi "Başkası değil de, ancak kendisi razı olan kimse" anlamındadır. Nitekim Arapça'da denilir. Cenâb-ı Hakk'ın "Onlan, böylece size musahhar küdık" buyruğuna gelince, bunun manası şudur: "Bu hayvanlar, kendisine güç yetirmemiz mkansız olan yırtıcı ve diğer hayvanlardan, daha iri cüsseli daha büyük ve daha güçlü kuvvetlidirler. Binâenaleyh, bu demektir ki Allahü teâlâ deveyi ve sığırı kendilerinde stediğimiz biçimde tasarrufta bulunabileceği bir tarzda yaratmıştır ki bu da, gerek dinimiz gerekse dünyamız açısından büyük bir nimettir." Bize olan bu nimetini beyan edince, bundan sonra Cenâb-ı Hak buyurmuştur ki, "Şükretmeniz için" anlamındadır. Mu'tezile şöyle der: "Bu Allah'ın lerkesin şükretmesini istediğini gösterir. O halde bu ifade, ehli sünnetin dediği gibi, "Allahü teâlâ bunu ancak itaat edeceği malûm olan kimselerden ister" manasına değil de, "itaat ve isyan eden herkesten, emrolundukları her şeyi ister" manasına delâlet eder" Bu hususla ilgili görüşler defalarca geçmişti. Cenâb-ı Hakk'ın "Onların ne etleri, ne kanlan hiçbir zaman Allah'a erişmez" ifadesine gelince bununla ilgili birkaç mesele vardır: Anlatıldığına göre, kurban hususundaki cahilliyye âdeti, şu şekilde idi: Onlar, o kurbanların kanlarını ve etlerini, putları ve Ka'be'nin duvarlarına sürüyorlardı. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, kurban kesmenin maksadının ne olduğunu beyân ederek, "Onların ne etleri, ne kanlan hiçbir zaman Allah'a erişmez. Fakat sizden O'na sadece takva(nız) ulaşır" buyurmuştur. Böylece de, kurban kesen kimsenin sözünden, kesmesinden ve bununla görev ve farzlardan, kendisine ulaşan ve yükselen şeyin, etin ve kanın kendisi değil de, Allah'tan ittikâ etme olduğunu beyân buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, herhangi bir şeyin kendisine ulaşmakla vasfedilemeyeceği malumdur. O halde, bu ifadeden maksad, bütün bunların, ecirlerinin yazılacağı yere varıp ulaşmasıdır. Mananın böyle olduğuna, "Güzel kelimeler ancak O'na yükselir. Onu da iyi amel yükseltir" (Fatır, 10) ayeti delâlet eder. Mu'tezile'nin Görüşünün Değerlendirilmesi Mu'tezile şöyle der: "Bu ayet şu hususlara delâlet eder: 1) Kişinin faydalandığı şey kesmesiyle yararlandığı cisim (kurbanlık) değil, onun fiilidir. 2) Allahü teâlâ, bütün bunlardan müstağnidir. O'nun maksadı ancak, kulunun emirlerine sımsıkı sarılma hususunda sa'y ü gayret göstermesidir. 3) Kul, kanlar ve etler demek olan cisimlerden istifâde edemeyip, ancak takvasından faydalanmış olunca, takvasının da bir fiil olması gerekir. Aksi halde, onun takvası da, kurbanın etleri ve kanlan mesabesinde olmuş olur. 4) Cenâb-ı Hak kabulü, takva şartına bağlayıp, büyük günah sahibi de, muttaki olmayınca onun amelinin makbul olmaması ve onun mükafatının bulunmaması gerekir. Cevap: İlk ikisine gelince, bunlar doğrudur. Üçüncüsü ise bizim "dâi ve ilim" delili ile reddedilir. Dördüncüsüne gelince, büyük günah sahibi her ne kadar mutlak manada muttaki değil ise de, ancak ne var ki o, ihlâsla yapmış olduğu taatter hususunda müttakidir. Binâenaleyh, onun taatının da makbul olması gerekir. İşte bu noktada bu ayet, Mu'tezile'nin aleyhine olan bir haline gelir. Yakûb hariç, bütün kıraat imamları, yâ ile ve (......) şeklinde okumuşlardır. Yakûb ise, her iki yerde de tâ ile okumuştur. Binâenaleyh, fiili tâ ile müennes okuyan, Kelimenin lafzından dolayı, müzekker olmayan ise, fiil ile faili arasına giren fasıladan dolayı böyle okumuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O, bunları böylece size müsahhar kılmıştır" buyurmuştur. Ki bu, "O, hayvanları, Allah'ı ululayasınız diye müsahhar katmıştır" demek olup bu da bizim o hayvanları keserken, kesimden önce ve kesimden sonra, Cenâb-ı Hakk'ın bize gösterdiği,beyan ettiği ve açıkladığı bir biçimde yapmış olduğumuz tazimlerdir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, emrine sımsıkı sarılanlara bir va'd şeklinde olmak üzere, tıpkı bundan önce, "Sen, muti ve mütevazı olanları müjdele" (Hac, 34) buyurduğu gibi, "Muhsinleri müjdele" buyurmuştur. "Muhsin" güzel ameller apan, ona sımsıkı sarılan ve böylece de, bundan dolayı çok mükafaat elde edeceğinden, kendi kendisine iyilik yapmış olan kimse, demektir. 38Âyetin tefsiri için bak:41 39Âyetin tefsiri için bak:41 40Âyetin tefsiri için bak:41 41"Şüphesiz ki Allah, iman edenleri müdafaa edecektir. Allah, hiyanetkâr ve nankör olan hiçkimseyi sevmez. Kendileriyle mukatele edilenlere, uğradıkları o zulümden dolayı İzin verildi. Şüphesiz ki Allah onlara yardım etmeye kemâliyle kadirdir. Onlar, haksız yere ve sırf "Rabbimiz Allah'dır" diyorlar diye, yurtlarından çıkarılmışlardır. Allah, bazı insanları bazısıyla def etmeseydi, içlerinde Allah'ın ismi çokça açılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler muhakkak ki yıkılıp giderdi. Yardım edenlere, muhakkak ki Allah da yardım eder. Şüphesiz ki Allah güçlüdür ve yegâne galiptir. Onlar, eğer kendilerine yeryüzünde bir iktidar mevkii verirsek, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederler, kötülükten vaz geçirmeye çalışırlar. İşlerin neticesi Allah'a aittir". Bil ki Allahü teâlâ, hac için gerekli olan şeyleri, onun menâsikini ve ondaki dünyevî-uhrevî faydaları beyan edip, ayrıca daha önce kâfirlerin müslümanları hac'dan alıkoyduklarını zikretmiş olunca, bunun peşinden bu alıkoymayı izâle eden ve haccetme imkanını veren şeyin beyanını getirerek Şüphesiz "ki Allah, iman edenleri müdafaa edecektir" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Ebû Cafer, Şeybe ve Nafi hem bu ifadeyi, hem de Hfc ifadesi elif ile okurlarken, İbn Kesir ile Ebû Amr, her iki ifadeyi de elifsiz olarak okumuşlardır. Hamza, Kisai ve Asım bu ifadeyi elif ile (......) şeklinde okurlarken, diğerini de (......) şeklinde okumuşlardır. Kim bu ifadeyi elifle (......) şeklinde okursa bunun manası, "Allah kafirleri mü'minlerden def etme, savuşturma hususunda hiçbir şeyi eksik bırakmaz, her şeyi yapar" şeklinde olur. Halil şöyle der: Arapça'da hem denildiği gibi "Allah senden, kötülükleri uzak tutsun diye def etsin" de denilir. Ama, sığasının kullanılması daha güzeldir." Cenâb-ı Hak bu ifadesiyle kimlerden savuşturacağını zikretmiş, fakat gerçek te O, her ne kadar müşriklerin eziyyetini savuşturuyor idiyse de, daha büyük, daha etkili ve daha genel, kapsamlı olsun diye savuşturduğu, def ettiği şeyden bahsetmemiştir. İşte bundan dolayı, hemen bu ifadenin peşinden "Çünkü Allah, hiyanetkâr ve nankör olan hiçkimseyi sevmez" buyurmuş, böylece de bu ifadesiyle o mü'minlerden, vasfı böyle olan kimselerin hile ve tuzakları def ettiğine dikkat etmiştir. Mukatil der ki: Ayetin manası şudur: "Allah Mekke kâfirlerine karşı, Mekke'de mü'minleri müdafaa eder. Hicretten önce mü'minler Mekke müşriklerince işkence edildiklerinde mü'minler onları gizlice öldürmek hususunda Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den izin istemişken, o da ondan menetmişti. Bu ayet, müminlerin kâfirlere galib geleceğini ve onların eziyyetlennın kendilerinden savuşturulacağım, müminlere müjdelemektedir. Bu tıpkı, "Onlar size ezadan başka asla bir zarar yapamazlar" .(Al-i İmran, 111), "Şüphesiz biz peygamberlerimize ve iman edenlere yardım edeceğiz" (Mü'min, 51), "Muhakkak ki onlar, kesin olarak mansur (ve muzaffer)dirler" (saffat, 172) ve "Seveceğiniz daha nice (nimetler): Allah'dan nusret ve yakın bir fetih" (Saf, 13) ayetleri gibidir. Cenâb-ı Hakk'ın "Çünkü Allah, hıyanetkâr ve nankör olan hiç kimseyi sevmez" beyanına gelince bu, "Allahü teâlâ'nın, iman eden kimselerden (müşriklerin eziyyetini) savuşturmasının sebebinin, O'nun onların alıkoymalarını sevmemiş olması olduğunu açıklaması anlamındadır. Bu da, onların çok hâin ve nankör olmalarıdır. Yani onların, Allah'ın emanetleri hususunda çokça hain, nimetleri hususunda da çokça nankör olmalarıdır. Bunun bir benzeri de "Allah'a Resulüne hıyanet etmeyiniz. Emanetlerinize de hıyanet etmeyiniz" (Enfal, 27) ayetidir. Mukatil: "Onları, tek yaratıcının varlığını kabul ettiler, ama O'ndan başkasına ibâdet edip tapındılar. Binâenaleyh, bundan daha büyük bir hainlik var mıdır?" demiştir. Cenâb-ı Hakk'ın "Kendileriyle mukatele edilenlere, uğradıkları o zulümden dolayı izin verildi" ayetine gelince, bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Medineliler, Basralılar ve Hafs'ın rivayetine göre Asım, elifin dammesiyle üzine şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamlar, "Allah onlara savaş hususunda müsade etti" manasında olmak üzere, elifin fethasıyla ezine şeklinde okumuşlardır. Medinelilerle Asım, fâ'nın fethasıyla yukatelûne şeklinde okumuşlardır. Ibn Kesir, Hamza ve Kisaî elifin fethasıyla ezine tâ'nın kesresiyle yukâtilûne şeklinde okumuşlardır. (Bu kıraate göre) Ferrâ ve Zeccâc, ayetin manasının, "Allah müşriklerle savaşmaya düşkün olan kimselere, gelecek için izin verdi" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Fetha ile okuyanlara göre ayetin takdiri, "kendisiyle savaşılanlara, savaş konusunda izin verildi" şeklinde olur. Ayette takdiri (......) şeklinde olan bir hazf bulunmaktadır. Binâenaleyh (......) ifadesi kendisine delâlet ettiği için, kendisine izin verilen şey (savaş hususunda) hazfedilmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın "uğradıkları zulümden dolayı" ifadesine gelince, bu "onlara, mazlum olmaları sebebiyle savaş hususunda müsade edildi" manasındadır. Savaşmalarına müsade edilenler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabıdır. Mekke müşrikleri, onlara alabildiğince eziyyet ediyorlardı. Onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e dövülmüş, yaralanmış olarak geliyor kendilerine zulmedildiğini ona arzediyor ve böylece de, bu zulmün intikamının alınmasını talep ediyorlardı. Ama, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara, 'Sabırlı olun, çünkü ben savaşmakla emrolunmadım" diyordu. Bu iş, hicret edinceye kadar devam etti. İşte bunun üzerine Allah bu ayeti inzal buyurdu ki bu ayet, yetmiş küsur ayette gelen nehy'den sonra savaşa müsaade hükmü getiren ilk ayettir. Bu ayetin, hicret etmek üzere Mekke'den ayrılıp da, Mekke müşriklerine yollan kesilen ve bu vesile ile kendilerine vuruşma izni verilen mümin bir topluluk hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın "Şüphesiz ki Allah onlara yardım etmeye, kemaliyle kadirdir" ifadesine gelince, bu Allahü teâlâ'nın o müminlere yardım edeceğine dair bir va'didir. Bu,bir kimsenin diğeri ve "Eğer bana itaat edersen, seni ödüllendirmeye gücüm yeter" demesine benzer ki o bu sözüyle sadece mutlak anlamdaki kudreti kastetmemiş, tam aksine aynı zamanda, kudretiyle bu yardımı yapacağını da kastetmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın "Onlar haksız yere ve ancak, "Rabbimiz Allah'dır" diyorlar diye, yurtlarından çıkarılmışlardır" ifadesine geline, bil ki Allahü teâlâ, mazlum oldukları için onların savaşmalarına müsade ettiğini beyan edince, o zulmü de "Onlar haksız yere ve ancak, "Rabbimiz Allah'dır" diyorlar diye, yurtlarından çıkarılmışlardır" buyurarak beyan etmiştir. Böylece Allahü teâlâ kâfirlerin müminlere olan zulmünü şu iki şeyle açıklamıştır. a) Onların onları, memleketlerinden çıkarmaları. b) Onların onları, "Rabbimiz Allah, demeleri sebebiyle çıkarmaları. Bu iki şeyden her biri de, alabildiğine bir zulümdür. İmdi şayet, "Rabbimiz Allah'dır" ifadesi de, hakka dahil olduğu halde, daha nasıl "haksız yere" ifadesinden istisna edilmiştir?" denilirse biz deriz ki: kelamın takdiri şöyledir: O kafirler o müslümanları, çıkarmayı ve sürmeyi değil de, karar kılıp yerleşmeyi gerektiren tevhidin dışında herhangi bir gerekçe olmaksızın sürüp çıkarmışlardır. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "sizin bizden hoşlanmayışmız (ın sebebi) Allah'a iman etmiş olmamızdan (...) başka (birşey) değildir"(Maide.59) ayetidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, dinini koruma hususundaki âdet ve örfünüz işte bu olduğunu da "Allah, bazı insanları bazısıyla def etmeseydi, işlerinde Allah'ın ismi çokça anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler muhakkak ki yıkılıp giderdi" ayetiyle beyân etmiştir. Nâfi şeddesiz olarak "Le hudimet" şeklinde okurken, diğer kıraat imamları şeddeli olarak "le huddımet" şeklinde okumuşlardır. Burada birkaç soru sorulabilir. Birinci soru: Cenâb-ı Hakk'ın, kendisine nisbet ettiği bu "def etme" ile ne kastedilmiştir. Cevap: Bu, kendisinin dinine mensub olanlara, kafirlerle savaşmaları için müsade etmesidir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki şöyle demek istemiştir: "Şayet, müminlere, kâfirlerle cihât etmeleri hususunda izin vermek, düşmanlarına karşı onlara yardım etmek suretiyle Allah'ın müminler vasıtasıyla müşrikleri def etmesi olmasaydı, o zaman şirk ehli din mensuplarına hükümran olur ve o din mensuplarının ibadet ettikleri o mahalleri muattal hale getirir, harabeye çevirirdi. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hak bunları, din merisublarının ibadete ve ibadet mahallerini yapmaya zamana bulabilmeleri için, din düşmanlarıyla savaşılmasını emretmek suretiyle def etmiştir. İste bu itibarla her ne kadar müslüman olmayanlara ait olsa dahi havra, kilise ve manastır ifadesine yer verilmiştir." Müfessirler bu hususta diğer başka açıklamalar da yapmışlardır. 1) Kelbî, "Allah, peygamberleri sayesinde müminlerden; mücahidler sayesinde de cihada katılmayanlardan (şekleri def eder)" demiştir. 2) Ebu'l-Cevzâ, Ibn Abbas (radıyallahü anh)'nın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Allah, iyilikte bulunanlar sayesinde, kötülük edenlerden, namaz kılanlar sayesinde, kılmayanlardan, tasadduk edenler sayesinde, etmeyenlerden ve haccedenler sayesinde de haccetmeyenlerden (kötülükleri def eder)" İbn Ömer, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Allah, salih ve müslüman bir kişi sayesinde, aile efradından ve komşularından olmak üzere, yüz kişiden (kötülükleri) def eder" dediğini, sonra da bu ayeti okuduğunu rivayet etmiştir. 3) Dahhak, İbn Abbas (radıyallahü anh)' in, "Allah, İslâm dini ve müntesipleri sebebiyle, zimmilerden (kötülükleri) def eder" dediğini nakletmiştir. 4) Mücahid ise: "Allah, şahitler sebebiyle hak ve hukuktan, kısas sebebiyle canlardan kötülükleri def eder" demiştir. Havra İle Kilisenin Mescidle Zikredilmesi İkinci soru: Cenâb-ı Hak niçin, yahudi ve hristiyanların ibadethâneleriyle, müslümanların ibadethanelerini birarada zikretmiştir? Cevap: İşte senin sorduğun bu sorudan dolayı, alimler ihtilaf ederek şu açıklamaları yapmışlardır: 1) Hasan el-Basri: "İfadeler değişik olsa dahi, bütün bu mekânlarla, müminlerin ibadethaneleri kastedilmiştir" demiştir. 2) Zeccâc şöyle der: "Şayet, Allah'ın insanların bir kısmını bir kısmıyla def etmesi olmasaydı, her peygamberin şeriatında namaz kılınan mahaller yıkılırdı. Binâenaleyh, şayet böyle bir savuşturma ve def etme işi olmasaydı, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) zamanında, onun şeriatına göre namaz kılınan havralar, Hazret-i İsa (aleyhisselâm) zamanındaki manastırlar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanındaki mescidter yıkılır, yerle bir edilirdi. İşte buna göre Cenâb-ı Hak, kitaplarının tahrif edilmelerinden ve neshedilmelerinden önceki dönemde hak üzere oldukları zaman, bu def etme işini yapmışlardır." 3) Bilakis bununla "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanındaki o manastırlar yıkılırdı" manası kastedilmiştir. Çünkü bunlarda her halükârda, Allah'ın ismi anılmaktır. O halde bu manastırlar putlara tapılan yerler mesabesinde değillerdir. Savamı, Biya', Salavat Kelimeleri Üçüncü soru: Ayette geçen kelimeleri hangi manalara gelirler? Cevap: Alimler bu hususta da şu izahları yapmışlardır. 1) Savamı hristiyanların biya yahudilerin salavat sabitlerin ve mesacid de, müslümanların ibadethaneleridir. Bu görüş, Ebu'l-Âliye (radıyallahü anh)'a aittir. 2) Savami hristiyanların ibadet mahalleri olup bu onların sahrada, çölde tenhalarda yapmış oldukları ibadethaneleri (yani manastırlar)dır. Biya ise yine hristiyanlara ait olup, bu da onların şehirlerde yaptıkları mabedleri (yani kiliseler)dir. Salavat da, yahudilere ait ibadet mahalleridir. Zeccâc salavat kelimesinin İbranice'de "salûtâ" şeklinde geçtiğini söylemektedir. 3) Savami' sabiilerin, hristiyanların (......) da, biya' yahudilerin ibadethaneleridir. Bu görüş, Katâde'nindir. 4) Bütün bunların hepsi de, mescidlerin adlarıdır. Bu görüşde, Hasan el-Basrî'dendir. Mescidlere Savami denilmesinin sebebi müslümanların onları, "savami' sığınak, gölgelik, itikâf mahalli" edinmelerinden dolayıdır. Biya denilmesine gelince, bu isim mescidlere benzetme yoluyla verilmiştir. Salavat kelimesinin manası ise, "şayet böyle bir def etme olmasaydı, namaz diye bir şey kalmaz ve mescidler de harab olurdu" şeklindedir. Dördüncü soru: "Salavat" onu özellikle müslümanların namazı, manasında tevil edenlere göre, nasıl yıkılabilir? Cevap: Bu hususta da şu izahlar yapılmıştır. 1) Namazın yerle bir edilmesiyle onun ibtal edilmesi ve onu kılanların yok edilmesi kastedilmiştir. Bu, Arapların tıpkı, birisinin iyiliğine teşekkür edeceği yerde, nankörlükle mukabele ettiğinde, kullandıkları "Falanca, falancanın ihsanını " şeklindeki sözleri gibidir. 2) Bilakis bununla, namaz kılınan yerler kastedilmiştir. Çünkü, namaz kılınan yerler yıkılabilir. Bu tıpkı, ehli ve içindekiler murad edilerek, "beldeye sor" (Yusuf, 82) denilmiş olması gibidir. 3) Ayette bahsedilenlerin ekserisi, yıkılması mümkün olan şeylerden olduğu için, bu ifadeye yıkılamayanların da ilave edilmesi caiz olmuştur. Bu, Arapların tıpkı her ne kadar mızrak boynuna asılmasa da, kullanmış oldukları, "Falanca, kılıcını ve mızrağını boyuna asmış (kuşanmış) olarak geldi" demeleri gibidir. Beşinci soru: Cenâb-ı Hakk'ın "içlerinde Allah'ın ismi çokça anılan" ifadesi, sadece "mescidler" sözüyle mi alâkalıdır, yoksa hepsiyle mi? Cevap: Kelbî ve Mukatil bu ifadenin hepsiyle alâkalı olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Allahü teâlâ'nın ismi bu gibi mahallerde çokça anılır. Doğruya yakın olan ise, bu ifadenin, orada Allah'ın çokça anılmış olmasından dolayı, mescidlerin şanını yüceltmek için özellikle mescidler hakkında getirilmiş olmasıdır. Altıncı soru: Cenâb-ı Hak niçin biya' ve savamı kelimelerini, mesacid kelimesinden önce getirmiştir? Cevap: Çünkü bunlar, var olma bakımından daha öncedirler. Bunun Cenâb-ı Hakk'ın "(...) onlardan bir kısmı da Allah'ın izniyle hayratta öncü olandır" (Fatır.32) terlerinin olduğu gibi, söyleniş bakımından sonraya bırakıldığı da ileri sürülmüştür. Bir de, tefekkürde ilk olanın, amelde son olmasından ötürüdür. Binâenaleyh, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), peygamberlerin en hayırlısı, ümmeti de ümmetlerin en hayırlısı olunca, "hiç şüphesiz onlar, onların sonuncusu olmuşlardır. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Biz önde giden sonuncularız" Kenzu'l-Ummal, 12 / 34 485. buyurmuştur. Dine Yardımcı Olana Allah'ın Yardımı Cenâb-ı Hakk'ın "Dinine yardım edenlere, muhakkak ki Allah da yardım eder" ifadesine gelince, bazı kimseler bu ifadeye, Allah'ın dinine yardım etmek maksadıyla cihâdı can-ü gönülden kabul ederek ona yardım edene, muhakkak ki Allah yardım eder" manasını verirken, diğer bazıları, "Hayır bu ifadeyle, Cenâb-ı Hakk'ın dininin diğer emirlerini de yerine getirenler kastedilmiştir" demişlerdir. Onlar, bu açıklama ve tefsirleri, Allah'a hakiki manada yardım etmek mümkün namadığı için yapma cihetine gitmişlerdir. Binâenaleyh, Allah'a yardım ile, onun anine yardım etmek manası kastedilmiştir. Bu tıpkı, "Allah'ın dostları", "Allah'ın düşmanları" ifadelerinde yapılan açıklamalar gibidir. Cenâb-ı Hakk'ın, "yardım edenlere muhakkak ki Allah da yardım eder" ifadesinde, hali ve durumu böyle olan kimselere, ilahi yardım va'di bulunmaktadır. Allah'ın kuluna yardım etmesi ise, muzaffer olanın, deliller ve beyyineleri açıklayanın, bilgi, irfan ve taat kazanma hususunda yardım talep edenin o olabilmesi için, onu düşmanları karşısında desteklemesidir. Yine bu ifadede, ilahî yardımı ve zaferin kendilerine va'dolunmuş olmasından dolayı, cihada teşvik bulunmaktadır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, mü'minlere va'dettiği o yardıma gücünün yettiğini, bu hususta hiçbir engel tanımadığını beyan etmiştir ki, bu da O'nun "Aziz" ifadesinden anlaşılmaktadır: Çünkü "Aziz", küçük düşürülemeyen zulme uğratılamayan ve yapmak istediği şeyden alıkonulamayan demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, ilk ayette kendilerine izin verdiği kimseleri niteleyerek, "Onlar eğer kendilerine yeryüzünde bir iktidar mevkii verirsek (...)" buyurmuştur ki buradaki "imkan verme" ile güç ve mahtûkat üzerinde, hükmün geçerliliği ve nüfuzu kastedilmiştir. Çünkü, bu ifade hakkında ilk akla gelen başkası değil budur. Bir de biz bu ifadeyi, "kudretin aslı" manasında hamledecek olsaydık, o zaman, bütün insanlar böyle oturdu. Bu durumda da, ceza sadedinde, buna terettüp eden o dört şey batıl olmuş olurdu. Çünkü iş yapmaya kadir olan herkes bu şeyleri yapamaz. Bunun böyle olduğu sabit olunca şimdi biz diyoruz ki: Bu ifâdeyle kastedilenler, muhacirlerdir. Zira, Cenâb-ı Hakk'ın ifadesi, önce geçenlerin, yani "yurtlarından çıkarılmış olanlar"ın sıfatıdır. Halbuki Ensar, yurtlarından çıkarılmamıştır. Binâenaleyh ayetin manası şu şekilde olur: "Allah, muhacirleri, şayet onlara yeryüzünde güç ve iktidar verirse, işte bu dört işi yapmakla, yapabilme kudretiyle vasfedilmiştir. Bu dört şeyde, namazları dosdoğru kılmak, zekât vermek, iyiliği emredip kötülükten nehyetmektir. Ama ne var ki Allah'ın dört halifeye böyle bir kudret verip onlara bu gücü nasib ettiği sabittir. Binâenaleyh onların, bu dört şeyi yerine getirmiş olmaları gerekir. Onları, her türlü marufu emredip her türlü kötülükten nehyettiklerine göre, onların hak üzere bulunmuş olmaları gerekir. Binâenaleyh bu ayeti, işte bu bakımdan o dört halifenin "İmamlığına delâlet eder. Bu ayeti, sadece Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'a hamletmek uygun değildir. Çünkü ayet, hepsine birden delâlet etmektedir. Cenâb-ı Hakk'ın "işlerin neticesi Allah'a aittir" ifadesinde, bahsi geçenlerin iktidar ve mülklerinin, kesinlikle meydana geleceğine bir delâlet bulunmaktadır. Sonra er veya geç, bütün işler Allah'a varıp dayanır. Çünkü o, hiçbir zaman hakimiyeti son bulmayandır. İşte bu da, bizim yukarda söylediklerimizi tekid etmektedir. 42Âyetin tefsiri için bak:46 43Âyetin tefsiri için bak:46 44Âyetin tefsiri için bak:46 45Âyetin tefsiri için bak:46 46"Eğer seni tekzib ediyorlarsa, onlardan evvel Nûh kavmi, Âd, Semûd, ibrahim kavmi, Lût kavmi ve Medyen ahâlisi de (peygamberlerini) tekzib etmişlerdir. Musa bile tekzib edilmiştir. Nihayet Ben o kâfirlere bir mühlet verdim de, sonra onları yakaladım. (Bak) Benim inkârım nasılmış! (Evet) nice memleketler vardır ki zulümlerinde devam edip dururlarken, Biz onları imha ettik, şimdi duvarları tavanlarının üstüne çökmüştür ve kuyu(ları) muattal bırakılmış, yüksek sarayları da (bomboş kalmıştır). Yeryüzünde gezip ulaşmadılar mı ki, böylece düşünecek kalblere, bu suretle işitecek kulaklara sahib olsunlar. Fakat hakikat şudur ki yalnız (maddi) gözler kör olmaz, fakat (asıl) sinelerin içindeki kalbler kör olur". Bil ki Allahü teâlâ, biraz önce, kâfirlerin müminleri haksız yere memleketlerinden çıkardıklarından, bu yüzden müslümanlara o kâfirlerle savaşmaları için müsâde soğinde, peygamberine ve mü'minlere yardımı garanti ettiğinden bahsedip, bütün lerin varıp dayanacağı yerin kendisi olduğunu belirtince, kavmi tarafından yalanlama benzeri kötülüklerle kendisine hem de mü'minlere yapılan eziyetlere sabretmesi hususunda, peygamberini teselli etme yerini tutacak ifadeleri getirerek, "Eğer onlar seni yalanlıyorlarsa, bilesin ki onlardan önce yaşamış diğer ümmetler de peygamberlerini tekzib etmişlerdir" buyurmuş ve onlardan yedisini saymıştır. Musa (aleyhisselâm)'ın Buradaki Özelliği İmdi eğer, "Cenâb-ı Hak niçin ayette, diğerleri gibi, "Musa (aleyhisselâm)'ın kavmi de yalanladı" dememiş, "Musa (aleyhisselâm) bile tekzib edildi" demiştir?" denilirse, buna şu şekilde cevab veririz: 1) Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ı, kavmi olan İsrailoğulları tekzib etmemiş esas olarak kavminin dışındakiler, yani Mısırlı kiptiler (Firavun ve milleti) yalanlamıştır. 2) Sanki her kavmin, peygamberini yalanladığı, ifade edildikten sonra, şöyle denilmek istenmiştir: "Musa (aleyhisselâm) bile, onca açık delillerine ve büyük mucizelerine rağmen yalanlanmıştır. Ya diğer peygamberler için ne düşünürsün?" Hak teâlâ'nın "Nihayet Ben o kâfirlere bir mühlet verdim" ifadesi, "Ben onlara, bence malum olan bir zamana kadar mühlet tanıyordum. Fakat sonra onları cezamla kıskıvrak yakalıyorum" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın "(Bak), Benim inkârım nasılmış?" ifadesi, bir istifhâm-ı takriri olup, "Benim onlara, münker (yani akıllarına hiç gelmeyecek tarzda) azab etmem nasılmış görsünler. Bu kesin olarak meydana gelmeyecek midir. Tabiî ki meydana gelecekti. Ben onlara olan nimetimi nikmete (cezaya), kesreti (çokluğu) kıllete, hayatı memâta(ölüme), mamurluğu harabiığa çeviremem mi (Elbette çeviririm). Ben düşmanlarına karşı peygamberlerime yardım ve yeryüzünde imkan verme hususundaki bütün va'dlerimi yerine getirmedim mi? Binâenaleyh Ey Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), senin tavrın da, bütün bu yapılanlara karşı sabır olmalı. Çünkü ben (birtakım) maslahat ve hikmetlerden ötürü onlara mühlet veriyorum. Kalbe zor gelse (nefse ağır gelse) bile buna razı ve teslim olmak gerekir" demektir. Bil ki hali Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in halinden daha aşağı olan kimseler için, bunlardan daha az şeylerle bir teselli meydana gelir. Ya peygamber o yüce makam ve mevkii ile, kim bilir nasıl bir teselli bulur? Fakat her zaman kâfirler, tarafından peygamberin kederini artıracak işler yapılıyordu. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, peygamberini zaman zaman sabra davet ederek, sünnetini yine sürdürmüştür. Yalanlayıcıların kimler olduğu ve ne tür bir "köklerini kazıma" azabı ile helak olundukları hususlar daha önce açıklanmıştı. Bu Ümmetin İstisal Azabından Esirgenmesi Burada incelenmesi gerekli olan bir husus da şudur: Bu ayet, Allah Subhânehu ve Teâlâ'nın kökü kazıma azabı dışında Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ve kavmine, diğer peygamberler ile kavimlerine yaptığı her türlü muameleyi yapacağına delâlet etmektedir. Hasan el-Basri şöyle der: "Kökünü kazıma azabının ümmet-i Muhammed'den uzak tutulmasının sebebi bu azabın şu iki şeye bağlı olmasından ötürüdür. a) Allah katında inkârın ulaştığı son bir nokta vardır ki kim o noktaya varıp dayanırsa, Allah ona bu azabı verir; varıp dayanmayana ise onu vermez. b) Hak teâlâ, içlerinden imân edecek bir tek kimse bile bulunmayacağını bildiği kavimlere bu azabı verir. Fakat bu iki şart bulunduğunda, yani inkâr o noktaya ulaşıp, Allah da onlar içinde iman edecek hiç kimsenin bulunmadığını bildiğinde, peygamberlerine emreder, böylece de o peygamberler, o ümmetleri için bedduada bulunurlar. Allah da onların dualarını kabul edip, kavimlerini köklerini kazıyacak bir azabla cezalandırır. İşte bu, "Hatta o peygamberler (kavimlerinin imanından) ümidlerini kestikleri zaman" (Yusuf, 10) kaydı ile Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'a hitaben söylediği, "Kavminden gerçek iman etmiş olanlardan başkası asla imân etmeyecektir" (Hud, 36) ifadesinden kastedilen manadır. Allah onlara böyle azab ettiği zaman, içlerindeki mü'minleri ondan kurtaracak (istisna edecektir). Çünkü O, "(Azab) emrimiz geldiği zaman, Hûd'u da, beraberindeki mü'minleri de, Bizden bir rahmet olarak selâmete erdirdik, onları ağır azabtan kurtardık" (hûd. 58) buyurmuştur. Bil ki bu mesele daha önce geçmişti. Binâenaleyh tekrar etmenin faydası yok. Buna göre eğer: "Cenâb-ı Hakk'ın, kâfirlere bu dünyada verdiği isti'sâl (kökünü kazıma) azabı, nasıl "nekir" (münker, hiç görülmedik ve alışılmadık bir şey) olarak nitelenmiştir?" denirse, biz deriz ki: Bu azab, başkalarını caydırıcı ve bu azabı gerektiren şeyleri yapmaktan menedici birşey olduğu için "nekir" (caydırıcı) olmuş olur. Cenâb-ı Hakk'ın "Nice memleketler vardır ki, Biz onlar imha ettik!" beyanına gelince, bununla ilgili birkaç mesele vardır: Bazı kimseler ayetteki (nice) lafzı ile, "çok" manasında (......) lafzının manasının kastedildiğini söylemişlerdir Yine bunun, "nice memleketler" demek olan manasında olduğu söylenmiştir. Birincisi daha uygundur. Çünkü bu mana, daha fazla caydırıcılık ifade etmektedir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, yalanlayan kavimlerin durumlarını anlatıp, onların cezalarını (daha dünyada iken) peşin verdiğini zikredince, bunun peşinden detaylı olarak ele alınmamakla birlikte, böylesi nice kavimler geçmiş olduğunu gösteren bir ifade kullanmıştır. İbn Kesir, Küfe'liler ve Medineli'ler, fiili nûn ile "Biz, onları helak ettik" şeklinde okurlarken, Ebu Amr ve Ya'kub tâ ile "Ben, onları helak ettim" şeklinde Flardır ki bu, bir önceki ayetteki "(Ben) mühlet verdim" ve "(Ben) yakaladık" rinden ötürü (yani onlara uygun olduğu için), Ebu Uboyd'in de tercihidir. Buradaki (onu, onları) zamiri, "O memleketlerdeki halkları" manasınadır. Bunun böyle olduğuna, daha önce de bahsettiğimiz gibi, ayetteki "Onlar, zalim kaydı da delâlet etmektedir. Bununla, memleketlerin bizzat kendilerinin helakleri manası da kastedilmiş olabilir. Binâenaleyh onların helak edilmelerine, bulunan insanların helaki de dâhildir. Çünkü inen azab o beldeleri yerle bir edecek dereceye vardığında, oradakiler de helak olur. Ama önceki mana daha doğrudur. Tabiri Hak teâlâ'nın "Şimdi duvarları tavanlarının üstüne çökmüştür” ifadesi ile ilgili olarak şu iki soru sorulabilir: Birinci soru: Bu ifade ne demektir? Keşşaf sahibi şöyle der: "Evin tavanı, çadır veya gölgelik gibi, seni gölgeleyen (güneşten koruyan) her yüksek şey, "Arş" diye; düşen, herşey de "hâviye" diye ifade edilir. Hâviye ifadesi "yıldız aktı" manasına kullanılan deyimindendir. Yahut da "Evin içinde kimse yok" manasındaki " deyimindeki "bomboş" manasınadır. Binâenaleyh eğer "hâviye"yi, "düşen, akan" diye tefsir ettiğimizde, ayetin manası, "O beldeler tavanları üzere düşmüştür, yani o beldelerin tavanları, yere uçmuş, sonra duvarları yıkılarak, yerdeki tavanın üstüne düşmüş" şeklindedir. Yok eğer bu kelimeyi, "bomboş, ıssız" manasına tefsir edersek, ayetin manası, "o beldeler, evlerin tavanları yerinde, yıkılmamış olduğu halde, insansız ve ıssız kalmış" şeklinde olur." Keşşaf sahibi sözüne şöyle devam eder: "Bunun, haber ba'de haber (peşpeşe iki haberden ikincisi) olması da mümkündür. Buna göre sanki. "O beldelerin evlerinin tavanların uçmuş, ama duvarları ayakta" denilmektedir ki bu da, "Tavanlar yeryüzüne uçmuş, böylece duvarların diplerine inmiş, duvarlar ise uçan tavanların üzerine yıkılmakla yüzyüze olduğu halde ayakta duruyor" demektir Netice olarak diyebiliriz ki bu ayet, o beldelerin ibret alınabilecek bir şekilde kaldıklarına delâlet ediyor. İkinci soru: Bu iki cümlenin yani cümlelerinin ayet içinde i'rab bakımından mahalli nedir? Cevab: Birincisi, "hal" olarak mahallen olmayan "Biz onları imha ettik" cümlesine atfedildiği için i'rabtan mahalli yoktur. Ebû Müslim şöyle der: "Buna göre mana, "Helak ettiğimiz nice memleketler vardır ki, onların halkı zâlim idi. Fakat şimdi o yerleri ıssız" şeklindedir. Ayetteki "Kuyuları muattal bırakılmış yüsek sarayları (da bomboş)" ifadesi ile ilgili birkaç mesele vardır: Hasan el-Basrî yine "atıl bırakılmış" manasında olmak üzere, if'âl babından olarak (......) şeklinde okumuştur. "Muattale"nin manası şudur: O kuyu içinde su tutabilecek bir biçimde sağlam ve kendisinden su içilebilir bir halde olduğu halde, o beldenin halkı helak olduğu için, suyundan istifâde edilmez halde kalmıştır. (......) Tabiri "Meşid"in manası hususunda ise şu iki görüş ileri sürülmüştür: 1) Bu, "O sarayların, yapılırken harcına kireç katılarak sağlamlaştırılmıştır demektir. Çünkü kireçle yapılan yapılar, "Şeyd" adını alır. 2) Bu, yüksek, uzun demektir, yani Allahü teâlâ, onların bu beldeleri büyük güçlüklerle yapmalarına ve onlar sayesinde konfor elde etmelerine rağmen, inkârlarından ötürü o yerleri bu hale getirdiğini beyan buyurmuştur. Allah binbir güçlükle yaptıkları ve su içtikleri kuyuları da, içeni ve su çekeni kalmayacak şekilde âtıl bırakmıştır. Yine kireçle sağlamlaştırıp, kat kat yükselttikleri o köşklerini de, içlerinde oturan hiç kimse kalmamış, ıpıssız ve ama ortada dimdik olarak bırakmıştır. Böylece Cenâb-ı Hak bütün bunları ders alabilen ve düşünebilen kimseler için bir ibret kılmıştır. Bu ifadede alâ harf-i cerrinin (......) (ile, birlikte) manasına alınmasının daha evlâ olacağına bir işaret vardır. Çünkü ifadenin takdiri, duvarları dimdik olduğu halde, bununla birlikte tavanları uçmuştur" şeklindedir. Bunların bu halde kalmasının, daha fazla ibret alınma vesilesi olacağı malumdur. Bu tıpkı, "Elbet siz de sabah-akşam onların (yurdlarına) uğruyorsunuz" (Saffet, 137) ayetinde anlatıldığı gibidir. Doğrusunu en iyi Allah bilir. Salih (aleyhisselâm) ve Hadramevt Ebu Hureyre (radıyallahü anh) şunu rivayet etmiştir: "Hazret-i Salih (aleyhisselâm), kendisine iman etmiş olan dört bin kişi ile birlikte bu kuyunun yanına konaklamış. Allahü teâlâ onları, o azabtan kurtarmıştı. İşte onlar Hadramevt'te idiler. Oraya bu isim şundan ötürü verilmiş: Hazret-i Salih (aleyhisselâm) oraya gelmiş ve orada ölmüştür. Orada, o kuyunun yanında Salih (aleyhisselâm)'in kavminin yaptığı ve "Hadura" denen bir şehir vardı. Onlar oraya, Hasır b. Cilâsı emir (İdareci). Sencâribi de onun veziri kılmışlar; orada bir müddet ikâmet etmişler, sonra küfre sapıp (yine) putperest olmuşlardı. Derken Allahü teâlâ onlara, Hanzele b. Satvan'ı peygamber olarak göndermiş. Ama onlar onu çarşıda öldürmüşler. Bunun üzerine Allahü teâlâ da onları helak etmiş, kuyularını ve yaramaz bırakıp, köşklerini harabeye çevirmiştir. "İmam Ebu'l-Kâsım el-Ensâri: Bu rivayet şaşırtıcıdır. Çünkü ben, Şam'da Akke denilen yerde, Hazret-i Salih (aleyhisselâm)'in kabrini ziyaret ettim. Binâenaleyh oraya nasıl "Hadramevt" denilebilir" demiştir. Ayetteki "Yeryüzünü gezip dolaşmadılar mı ki, böylece düşünecek kalblere, bu suretle işitecek kulaklara sâhib olsunlar" ifadesine gelince, bunun burada zikrediliş maksadı daha iyi ibret almanın ne ile olacağını anlatmaktır. Çünkü ibret almada, bizzat görmenin önemli bir yeri vardır. Bu husustaki haberleri duyup dinlemenin de ibret almada tesiri vardır. Fakat bu iki husus, yani hem görme hem duyma, ancak kalbin düşünmesi ile birlikte olursa, mükemmel ve tam olur. Çünkü görüp duyup da, ama düşünüp ibret almazsa, görüp-duyduğundan kesinlikle ibret alamaz. Ama duydukları-gördükleri şeyler üzerinde düşünürse, mutlaka istifade eder. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak "Hakikat şudur ki: yalnız (maddi) gözler kör olmaz, fakat (asıl) sinelerin içindeki kalbler kör olur" buyurmuştur. Buna göre o sanki şöyle demektedir: "Onların gözlerinde bir körlük yoktur. Çünkü onların gözü görüyor. Fakat körlük onların kalblerindedir. Zira onlar gördüklerinden istifâde etmiyor, ders ve ibret almıyorlar." İşte bu noktada şöyle birkaç soru sorulabilir: Birinci soru: Ayetteki, "Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı?" ifadesi, yolculuğa çıkmayı emretme manasına gelir mi? Cevab: Muhtemeldir ki onlar hiç sefere (yolculuğa) çıkmıyorlardı. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, inkârları sebebiyle imha ettiği kimselerin yıkılıp gittikleri o yerleri görsünler, onların eserlerini ve izlerini seyretsinler, böylece ibret alsınlar diye, yolculuk yapmaya, gezip-görmeye teşvik etmiştir. Yine muhtemeldir ki onlar gezip, bunları görüyorlardı, fakat ibret almıyorlardı. Dolayısıyla onlar, gezmeyen ve görmeyenler gibi sayılmışlardır. İkinci soru: Ayetteki "Gözler kör olmaz" ifadesindeki hâ nasıl bir zamirdir? Cevab: Bu, zamir-i şa'n ve kıssadır, müzekker ve müennes olarak gelebilir. Nitekim İbn Mes'ud (radıyallahü anh) bunu şeklinde (müzekker olarak) okumuştur. Bunun, "el-Ebsâr" (Gözler) lafzının açıkladığı müphem bir zamir olması da caizdir. Üçüncü soru: Herkes kalblerin göğüslerde olduğunu zaten bildiği halde, ayette "sudur" (sineler) lafzının zikredilmesindeki hikmet nedir? Cevab: Bilinen şey, körlüğün gözbebeğinde olmasıdır. Binâenaleyh alışılmışın hilafına olarak, kalbte körlük olduğu söylenince, daha fazla izaha ihtiyaç duyulmuştur. Bu tıpkı senin, "Geçmek, nüfuz etmek kılıca ait bir şey değildir. O senin iki çenen arasında bulunan diline aittir" demene benzer. "Senin iki çenen arasındaki" sözün, dil için iddia ettiğin o tesirin bir izahı ve isbatıdır. Çünkü bu "Geçerliliğin yeri, başkası değil orasıdır" demektir. Böylece şöyle demek istersin: "Ben tesiri yanılarak ve unutarak kılıçtan nefyedip dile vermedim. Bunu bile bile yaptım." Bana göre burada yapılabilecek bir başka izah da şudur: Kalb, bazan düşünmeden kinaye (mecaz) kılınır. Bu mesela Cenâb-ı Hakk'ın "Şüphesiz ki bunda kalbi olan kimseler için bir öğüt (ibret alınacak birşey) vardır" (Kaf, 37) ayetinde olduğu gibidir. Bazı kimselere göre, tefekkürün (düşünmenin) yeri beyindir. İşte bu sebeble Hak teâlâ, tefekkürün yerinin beyin değil kalb (göğüs) olduğunu beyan etmiştir. Kalb ve İlim Arasındaki İlişki Dördüncü soru: Ayet, aklın, ilim olduğuna, ilmin yerinin de kalb olduğuna delâlet eder mi? Cevab: Evet. Çünkü Hak teâlâ'nın, "düşünecek kalbler" ifadesi ile ilim kastedilmiş olup, "Böylece (bununla) düşünecek" ifadesi, kalbin âdeta bu düşünmenin aleti olduğuna delâlet eder gibidir. Binâenaleyh kalbin, düşünmenin yeri sayılması gerekir. Cahilliğe de "körlük" denir. Çünkü câhil kimse, şaşkın olduğu için, 47Âyetin tefsiri için bak:49 48Âyetin tefsiri için bak:49 49'Senden azabın acele gelmesini isterler. Allah vadinden asla caymaz. Hakikat şudur ki Rabbinin katında bir gün, sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir. Zulümde devam edip dururken kendisine mühlet verdiğim nice memleketleri, sonra yakaladım. Dönüş ancak Banadır. De ki: "Ey insanlar ben, size ancak gelecek tehlikeleri apaçık anlatanım". Bil ki Allahü teâlâ, onların içinde bulundukları tekzibin (yalanlamanın) en öüyüğünün, ilahi azabın hemen gelmesini istemek suretiyle istihza etmeleri olduğunu Delirterek, "senden azabın acele gelmesini isterler" buyurmuştur. Bu ifadede, "kârlarına devam etmeleri halinde, Hazret-i Paygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onları azabla tehdid edeceğine bir delâlet vardır. Bir de onların, "Eğer sadıklardan idiysen, bize melekleri getirsen ya" (Hicr, 7) şeklindeki sözleri de buna delâlet etmektedir. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Allah vadinden asla caymaz" buyurmuştur. Çünkü azab tehdidi va'idi), dünyada değil de ahirette olmuş olsaydı, onun hemen gelmesini istemek bir "hulf" gibi olmuş olurdu. Allahü teâlâ sonra, aklı olanların ahiret azabının hemen gelmesini istemesinin uygun olmadığını belirterek yani, "Onların başlarına gelen azabtan ve o azabın şiddetinden ötürü, Rabbin katındaki yani ahiretteki bir gün, çok ve şiddetli elemler içinde kalmaları ve azab olunmaları halinde, onlara bin yıl gibi gelir" buyurmuştur. Cenâb-ı Allah böylece ahiret azabının bu özellikte olduğunu eğer bilselerdi, hemen gelmesini istemeyeceklerini beyân buyurmuştur. Bu, Ebu Müslim'in görüşü olup, bu husustaki en güzel izahtır. Bu hususta yapılan ikinci izah şudur: Bununla, ahiretteki hesâb günlerinin uzun nacağı anlatılmak istenmiştir. Bu da, mana itibarıyla bir önceki izaha yakındır. Çünkü kısa bir gün, sıkıntılar içinde geçtiğinde insana çok uzun gelir. Binâenaleyh ya uzun günler sıkıntı içinde geçince, nasıl böyle olmaz? Günlerinin uzunluğu böyle olan o azabın hemen gelmesini istemek, aklı olanın yapacağı birşey değildir. Bu husustaki üçüncü İzah da şudur: Allah katında, bir gün ile bin yıl aynıdır. Çünkü O, hiçbirşeyin acze düşüremeyeceği bir kadirdir. Dolayısıyla onlar bir gün mühlet verilmesini akıldan uzak görmediklerine göre, bin yıl mühlet verilmesini de uzak görmezler. Hak teâlâ'nın "Zulümde devam edip dururken kendisine mühlet verdiğim nice memleketler vardır" ifadesiyle, "zulümlerine devam etmelerine rağmen, helak edilmeleri ertelenen ve bu geri bırakmışlarına aldanan nice memleketler vardır. Ama başlarına gelen azabı indirerek onları sonra kıskıvrak yakalarım. Fakat Benim huzuruma gelinceye kadar azablan geri bırakılmıştır" manası kastedilmiştir. Bu son cümle, ayetteki "Dönüş ancak Banadır" ifadesinin tefsiridir. İmdi eğer denilirse ki: "Allahü teâlâ niçin önce, "Nice memleketler vardır ki zulümlerinde devam edip dururlarken, Biz onları helak ettik" (Hacc, 45) buyurup, sonra bu ayette de, "Zulümde devam edip dururken kendisine mühlet verdiğim nice memleketler vardır" buyurarak, birincisini fa-i ta'kibiyye ile bunu ise vâv edatı ile getirmiştir?" böyle denilirse, biz deriz ki: Birincisi, "Bak Benim inkârım nasılmış" ifadesinden bedel olarak gelmiştir. Ama bu ikincisinin hükmü, daha önce geçen ve vâv ile ma'tûf olan iki cümlenin ve cümlelerin hükmü gibidir. Hak teâlâ'nın "De ki: "Ey insanlar ben size ancak gelecek tehlikeleri apaçık anlatan bir uyarıcıyım" ifadesi, "Allah, peygamberine onları inzâr ve ikâz etmeye devam etmesini, onların alaylı bir uslûbla azab-ı ilâhinin hemen gelmesini isteyişlerini, kendisini inzâr ve korkutmayı sürdürmekten alıkoymasını ve onlara, "Ben inzâr için gönderildim. Sizin bununla alay etmeniz, beni bundan alıkoymaz" demesini emretmiştir" manasınadır. Allah'a Karşı Çıkanların Cezası 50Âyetin tefsiri için bak:51 51"İşte hem iman eden, hem de salih amellerde bulunanlar (var ya), mağfiret ve bitmez tükenmez rızık onlarındır. Ayetlerimiz hususunda mü'minleri aciz bırakmak gayesiyle koşuşanlara (gelince), onlar da cehennemlik olacaklardır". Bil ki Allahü teâlâ Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e o kâfirlere "Ben, apaçık bir uyarıcıyım" demesi gerektiğini beyân edince, peşisıra yine ona, onlara ilahî va'd ve va'idleri bildirmesini emretmiştir. Çünkü kişi, itaat edenlere va'di, âsilere de va'idi anlatmak suretiyle ancak "münzir" olur. İşte bu sebeble Cenâb-ı Hak, "İşte hem imân eden, hem de sâlih amellerde bulunanlar (var ya)" buyurmuş ve böylece iki vasfı birlikte zikretmiştir ki bu, amel-i sâlihin, "iman" isminden hariç olduğuna bir delildir ve bununla Mu'tezile'nin görüşü bâtıl olur. İmana, kalbin inanması ve lisânın ikrarı ile olan herşey dâhildir. Amel-i sâlihe ise, her vacibin (farzın) yerine getirilip, her haram ve mahzurlu olan şeyin yapılmaması girer. Cenâb-ı Hak daha sonra, bu iki vasfı birlikte toplayanlara, kendisinin de mağfiret ile rızk-ı kerimi (bitmez tükenmez rızkı) birlikte vereceğini beyan buyurmuştur. Mağfiret, ya küçük günahların bağışlanması, yahut tevbe edilen büyük günahların bağışlanması, veyahut da tevbe edilmeksizin büyük günahların bağışlanması demektir. İlk ikisi, hasmımız (Mu'tezile'ye) göre, Allah'a vâcibtir. Halbuki vâcib olan birşeyi yerine getirmek, mağfiret (bağışlama) diye adlandırılamaz. Bu sebeble mağfiret olarak geriye üçüncüsü kalır. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, ehl-i kıbleden olanların büyük güniannı affetmesidir. Rızk-ı kerim İse, Allahü teâlâ'nın vereceği mükafaatın (büyüklüğüne) ve O'nun keremine bir işarettir. Bu vasıfların, selbî sıfatlardan olması muhtemeldir. Bu da, insanın burada, çalışmaktan ve bunu elde etmek için sıkıntılara katlanmaktan, bu sebeble de bir takım günahları ve alçaklıkları irtikâb etmekten uzak olmasıdır. Bunun sübutî sıfatlardan olması da söz konusudur. Böyle oluşu da, bu rızkın, zarar şaibelerinden azade, devamlı, çok, saygı ve yücelikle içice bir rızık oluşudur. Evlâ olan, "kerim"i bütün bu sıfatlara delâlet eden bir vasıf kabul etmektir. İşte mü'minlerin durumunun izahı budur. Kâfirlerin durumunu ise Cenâb-ı Hak, "Ayetlerimiz hususunda mü'minleri âciz bırakmak gayesiyle koşuşanlara (gelince)" buyurmuştur ki bununla onların, ayetleri reddetme ve yalanlama hususundaki gayret ve ileri çabaları kastedilmiştir. Çünkü onlar bu ayetlere, sihir, şiir ve geçmiş ümmetlerin masalları demişlerdir. Arapça'da tıpkı yürüyen kimsenin, en son takat ve gücünü kullandığında denilmesi gibi herhangi bir işte son noktasına kadar gücünü kullanan kimseye, artık gücünün sonuna geldiği için, mecazî olarak denilir. Cenâb-ı Hak burada, mecazi olarak ayetlerini zikretmiş ve bununla o kâfirlerin, ayetlerini yalanlamalarını kastetmiştir. Keşşaf sahibi şöyle der: "Birisi bir kimsenin işini düzeltmek veya bozmak için sa'yü gayret gösterdiğinde denilir." (......) ifadesine gelince, birisi birisini acze.düşüreceğini umduğu zaman kullanılan fiilinden alınmadır. Alimler, bununla o kâfirlerin Allah'ı yahut peygamber ve mü'minleri acze düşürmeye uğraşmaları manasının kastedildiğini söyleyerek ihtilaf etmişlerdir. Daha doğru olan, ikinci manadır. Çünkü onlar eğer Allah'a inanmıyorlarsa, Allah'ı âciz bırakmayı düşünmeleri imkansızdır. Yok eğer Allah'a inanıyorlarsa, yine Allah'ı acze düşürmeye ve O'na galib gelebileceklerine inanmaları uzak bir ihtimaldir. Binâenaleyh onların Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i çeşitli hile ve tuzaklarla acze düşüreceklerini sanmaları daha doğrudur. "Bununla kâfirlerin, Allah'ı acze düşürmeyip uğraşmaları kastedilmiştir" diyenler, şu izahları yapmışlardır: 1) Bununla, öldükten sonra dirilmeyi inkâr ettikleri için, Rablerinin azabından ve hesabından kaçarak, Rablerine galib gelmeye uğraşmaları kastedilmiştir. 2) Onlar, başkalarını, Allah'ı tasdik etmekten alıkoyuyor ve tehdid ile, teşvik ile onları imandan vazgeçirmeye çalışıyorlardı. 3) Onlar, insanların kalblerine şüpheler sokmak suretiyle Allah'ı acze düşürmeye uğraşıyorlardı. Bu izahlardan birincisine şu şekilde cevap verilir: Birşeyin aslını inkâr eden, "o şeyi yapan kimseye gâlib gelme" ile nitelenemez. Ayeti bu manaya alanların, ayette kastedilen mananın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in haber verdiği haşr ve neşr hususunda o kâfirlerin ona (aleyhisselâm) galib geleceklerini sanmaları olduğunu söylemeleri gerekir. İkinci ve üçüncü izaha da şöyle cevab veririz: Galip gelme, baskın çıkma, gerçekte Allah'a karşı değil, peygamber ve ümmetine karşı olan bir husustur. Ayetteki "Onlar, cehennem yaranıdırlar" ifadesi ile, o kafirlerin bu işe devam edecekleri anlatılmak istemiştir. Cenâb-ı Hak onları bu işe devam etmelerinden ötürü, yarana (yani arkadaşa) teşbih etmiştir. Bu ayette, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) önce mü'minleri müjdelemiş, sonra kâfirleri inzâr etmiştir. Binâenaleyh normalde "Ey insanlar ben sizin için bir beşir (müjdeleyici) ve bir nezirim (uyarıcıyım)" de" denilmesi gerekirdi?" denilirse, biz deriz ki: Bu ifade, müşriklerle ilgilidir. Buradaki "Ey insanlar" çağrısı da kafirler ile ilgilidir ki bunlar, haklarında, "(Onlar) yeryüzünü gezip dolaşmadılar mı?" denilen ve ilahi azabın hemen gelmesini istedikleri bildirilen kimselerdir. Bu ayette mü'minlerden ve onların mükafaatlarından bahsedilişi ise, işte bu kâfirlerin öfke ve sıkıntılarını artırmak içindir. Şeytanın Parazit Yapmaya Çalışması 52Âyetin tefsiri için bak:57 53Âyetin tefsiri için bak:57 54Âyetin tefsiri için bak:57 55Âyetin tefsiri için bak:57 56Âyetin tefsiri için bak:57 57"Biz senden evvel hiçbir resul, hiçbir nebi göndermedik ki o, arzu ettiği zaman şeytan, onun dileği hakkında bir fitne atmış olmasın. Nihayet Allah, şeytanın ilki edeceği (o fitneyi) giderir, ibtal eder. Yine Allah ayetlerini sabit kılar. Allah, hakkıyla bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir. Şeytanın atacağı (fitneyi), kalblerinde bir maraz bulunanlara, yürekleri katılaşmış banlara bir imtihan (vesilesi) yapmak içindir. Hiç şüphe yok ki o zalimler, derin bir ayrılık içindedirler. Bir de bu, kendilerine ilim verilenlerin, onun muhakkak Rabbinden olan bir gerçek olduğunu bilip de ona, iman etmeleri ve kalblerinde tam bir itminan hasıl olması içindir. Şüphesiz ki Allah, iman edenleri doğru bir yola iletir, inkâr edenler ise, kendilerine o saat ansızın gelinceye, yahut kısır bir günün azabı çatmcaya kadar, onun hakkında devamlı bir şek içinde kalırlar. O gün mülk, Allah'ındır. Aralarında o hükmeder. Artık iman edenler güzel güzel ameller işleyenler naim cennetlerinin içindedirler. Kafir olup da bizim ayetlerimizi yalan sayanlar ise işte onlar; onlar için ise, hor kılıcı bir azâb vardır". Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz senden evvel hiçbir resul, hiçbir nebi göndermedik ki : arzu ettiği zaman şeytan, onun dileği hakkında bir fitne atmış olmasın" ifadesine ?e- -ze, bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Resul İle Nebinin Aynı Olduğunu Söyleyenler Bazı kimseler, "Resul, kendisine vahiy yoluyla fısıldanılan ve resul olarak gönderilen (kitab verilen) nebi ise, resul olarak gönderilmeyen, ancak ilhama mazhar olan ya da rüyasında gerçeği (rüyay-ı saliha) görendir" demişlerdir. Bazı kimseler İse, "Her resul nebidir, fakat her nebi, resul değildir" demişlerdir ki bu, Kelbî ve Ferrâ'nın görüşüdür. Mu'tezile de: "Her resul, nevi, her nebi de resuldür. Aralarında bir fark yoktur" der ve birinci görüşün yanlışlığına şu şekillerde delil getirir: 1) Bu ayet, nebî'nin, bazan "mûrsel" (resul olarak gönderilmiş) olacağına delâlet etmektedir. Cenâb-ı Hakk'ın "Biz hangi memlekete bir peygamber gönderdi isek" (Araf, 94) ayeti de böyledir. 2) Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, bazan nebi, bazan da Resul diye hitab etmektedir. Binâenaleyh işte bu durum, bu iki şey arasında bir aykırılığın bulunmadığına dikkat çekmektedir. Birinci görüşe göre yani (her resul nebidir, ama her nebî resul değildir, diyenlere göre) bu iki ifade arasında bir aykırılık bulunmaktadır. 3) Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "nebilerin sonuncusu olduğunu" (Ahzab, 40) açıkça belirtmiş, (bunun için, apaçık bir biçimde "nebî" kelimesini kullanmıştır). "Nebî" lafzı, ya haber manasına gelen nebe kelimesinden türemiştir, yahut da Arapların 'yükseldi" manasına gelen (nebâ) kelimesindendir. Halbuki bu iki mana, ancak "risâlet" görevinin üstlenilmesiyle meydana gelir. İkinci görüşe gelince bil ki bu açıklamalardan hiçbiri, o görüşü ibtal etmez. Tam aksine bu ayet de, o görüşe delâlet eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu ayette, "nebî" lafzını "resul" lafzına atfetmiştir ki bu, bu iki kelime arasında bir ayrılık ve başkalığın bulunmasını gerektirir. Ve bu, '"amm" olanın, hâs olana atfı kabilindendir. Cenâb-ı Hak bir başka ayetinde de, "Halbuki biz evvelki (ümmet)ler içinde de nice peygamber gönderdik" (Zuhruf, 6) buyurmuştur ki bu da, onun nebî olduğuna, müteakiben Allah'ın onu resul kıldığına delâlet eder ki, bu da yine bizim görüşümüze delâlet eder. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Resuller ne kadardır?" denildiğinde de, "Çok kalabalık, yüzyirmidört bin!" Cevabını vermiştir. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, şimdi biz diyoruz ki: Alimler resul ile nebî arasıdaki farkı ortaya koymak için şunları zikretmişlerdir: a) Nebilerden resul olanlar hem mucizesi, hem de kendisine indirilmiş olan bir kitabı olandır. Resul olmayan nebî ise, kendisine indirilmiş olan bir kitabı olmayıp, kendisinden önce indirilmiş olan bir kitaba (iman etmeye) davet etmekle emrolunar kimsedir. b) Mucizesi, kitabı bulunan ve kendisinden önceki şeriati nesheden kimse resul, du özellikleri bulunmayan ise, resul olmayan nebidir. Bu görüşte olanların, nesheden kitab getirmedikleri için, Hazret-i İshak, Yakûb'u, Eyyûb'u, Yunus'u, Harun'u, Davud'u ve Süleyman (aleyhisselâm)'ı resul olarak kabul etmemeleri gerekir. c) Kendisini açıkça meleğin geldiği ve ona, insanları dine davet etmeyi emrettiği Tise resul,böyle olmayıp da, tam aksine kendisinin peygamber olduğunu rüyasında gören, yahutta resullerden birisinin, kendisinin Allah'ın elçisi olduğunu haber verdiği ise, resul olmayan nebidir. İşte bu görüşlerden evlâsı budur. Müfessirler bu ayetin sebeb-i nüzulü hususunda şunu nakletmişlerdır: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kavminin kendisinden yüz çevirdiğini görüp, onların kendilerine getirdiği şeyden uzaklaştıklarını müşahede etmesi ona ağır gelince, (içinden) Allah'ın kendisiyle kavminin arasını uzlaştıracak bu iki tarafı birbirine yaklaştıracak bir şey getirmesini temenni etti. Bu da onun, onların iman etmesini çokça arzulamasından ileri geliyordu. Derken bir gün cemaati kalabalık olan Kureyş meclislerinden birinde oturdu. Ve o gün Allah'dan kendisine, onları kendisinden uzaklaştıracak bir şeyin gelmemesini arzu ve temenni etti. Ama derken, Allahü teâlâ Hecm sûresini inzal buyurdu. Bunun üzerine de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sûreyi okumaya başladı. "Lât, Uzzâ ve üçüncüsü olan diğer Menât... Söyleyin bize" (necm, 20) ifadelerine gelince şeytan onun diline "O yüce kuğular (tanrıçalar), işte onların şefaat etmeleri umulur" ifadelerini kattı. Kureyş bunu duyar duymaz sevindiler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ayetleri okumayı sürdürdü; derken sûrenin tamamını okudu. Müteakiben de, hem kendisi hem o secde ettiği için mûslümanlar, hem de, (o gün) Kabe'de bulunan müşrikler secdeye kapandılar. Derken, Velîd İbn Muğire ile Ebû Uhayha, yani Said İbnu'l-Asi hariç, Mescid'de bulunan bütün mümin kafir herkes secde etti. Zira bu ikisi çok ihtiyar oldukları ve secde edemedikleri için, yerden bir avuç toprak almışlar, onu alınlarına kaldırmış ve toprağa secde etmişlerdi. Derken duydukları bu şeyden ötürü sevinçli olarak Kureyşliler dağılmış ve, "Muhammed, ilahlarınızı (putlarınızı) en güzel bir biçimde andı" demişlerdir. Akşam olunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Cebrail (aleyhisselâm) gelmiş ve "Ne yaptın? Benim, Allah'dan sana getirmediğimi ve sana söylemediğimi, sen o Kureyş'e okudun!" demiş, bunun üzerine de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) alabildiğine kederlenmiş ve Allah'dan çok korkmuştur. Derken işte, Cenâb-ı Hakk'ın "Biz senden evvel hiçbir resul, hiçbir nebi göndermedik ki (......) ayeti nazil olmuştur. Bu, zahire tutunan müfessirlerin tamamının söylediği rivayettir. Garanik Rivayetinin Asılsızlığı, Ayetlerden Deliller Tahkik erbabına gelince onlar, bu rivayetin asılsız uydurma olduğunu söylemişler ve bu hususta Kur'ân'dan, sünnetten ve akıldan delit getirmişlerdir. Kur'ân'dan şunlardır: 1) "Eğer (peygamber söylemediğimiz) bazı sözleri bize karşı kendiliğinden uydurmuş olsaydı, elbette onun sağ elini kapıverir, sonra da muhakkak ki, onun kalb damarını kapardık" (Hakka, 44-46) ayeti. 2) "De ki: onu kendiliğinden değiştirmem benim için olmayacak şeydir. Bu, vahyoluna gelenden başkasına uymam" (Yunus, 15) ayeti. 3) O'nun, "Kendi nevasından söylemez o. O, kendisine ilkâ edilegelen bir vahyden başkası değildir" (Necm, 3-4) ayetidir. Binâenaleyh şayet Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu ayetin hemen peşinden, "O putlar, yüce kuğulardır" sözünü söylemiş olsaydı, o zaman o anda, Cenâb-ı Hak yalancı olmuş olurdu ki iddia eden hiçbir müslüman yoktur. 4) "Onlar sana vahyettiğimizden başkasını uydurup bize iftira edesin diye seni bile nerdeyse fitneye düşüreceklerdi, o takdirde seni dost edineceklerdi" (İsra. 73) ayetidir. Bazılarına göre (kâde) fiilinin manası, iş henüz meydana gelmediği halde, o işin öyle olmasının yaklaşıverdiğini bildirmektir. (Ayette bu tabir kullanıldığına göre, demek ki bu iş gerçekleşmemiştir). 5) "Eğer sana sebat vermiş olmasaydık, sen onlara biraz meyledecekdin" (İsra, 74) ayetidir. (Levlâ) kelimesi başka bir şeyin bulunmaması sebebiyle herhangi bir şeyin vücud bulmadığını ifade eder. Binâenaleyh bu ifade, bu azıcık meylin dahi bulunmadığına delâlet eder. 6) "Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle (yaptık)" (Furkân, 32) ayetidir. 7) "Seni okutacağız da, (asla) unutmayacaksın"(Alâ, 6) ayetidir. Sünnetten delillere gelince şunlardır: Muhammed İbn İshâk İbn Huzeymeden rivayet edildiğine göre, olan bu hadise sorulduğunda o: "Bu, zındıkların bir uydurmasıdır" dedi ve bu hususta bir kitâb tasnif etti. İmâm Ebu Bekir Ahmed İbn el-Hüseyin el-Beyhaki ise; "Böyle bir hadise, nakl cihetinden sabit ve kesin değildir" demiş, sonra da bu hadisenin ravileri hakkında konuşmaya başlayarak onların "ta'n" edilmiş kimseler olduğunu belirtmiştir. Hem Buhari (radıyallahü anh), Sahih'inde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Necm sûresini okuduğunu, orada bulunan müslüman-müşrik, ins-cins herkesin secde ettiğini rivayet etmiş, ama onun bu rivayetinde Garanik Kıssası yer almamıştır. Bu hadis, kendisinde Garanik Kıssası asla bulunmaksızın, daha pekçok tarikten rivayet edilmiştir. Akli delillere gelince, bunlar da pekçok yöndendir. 1) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, putlara saygı duyduğunu söyleyen herkes, kâfir olur. Çünkü, onun en büyük gayretinin, putperestliği kaldırma hususunda olduğu zaruri 2) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, nübüvvetinin ilk anlarında, müşriklerin her durumda kendisine sataşıp el uzattığı bir dönemde, onların eziyyetinden güven içinde, Ka'be'de Kur'ân okuyup namaz kılması mümkün değildir. O ancak Ka'be'de onların bulunmadığı gece vakti boş bir zamanda namaz kılabiliyordu. Binâenaleyh, işte bu durum zahire tutunan müfess iri erin bu açıklamasını ibtâl eder. 3) Müşriklerin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e düşmanlıkları öylesine ileri bir derecede idi ki, işin aslını araştırıp emin olmaksızın sırf bir cümleyi işitmiş olmakla yetineceklerini kabul etmek mümkün değildir. Binâenaleyh, müşrikler nezdinde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kendilerine muvafakat ettiği dahi henüz anlaşılmamışken, daha nasıl onlar Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onların ilâhlarını ululadığında ittifak etmiş ve böylece de secdeye kapanmış olabilirler. (Böyle bir şey olamaz). 4) Dördüncü delil, "Nihayet Allah, şeytanın ilkâ edeceği (o fitneyi) giderir, ibtal eder. Yine Allah, ayetlerini sabit kılar" ayetidir. Bu böyledir, zira Allah'ın, şeytanın ilkâ ettiğini, kattığını, peygamberden izâle etmek suretiyle ayetlerini sabit kılıp sağlamlaştırması, beraberine şüphenin kaldığı bu ayetlerle onu neshetmesinden daha Kuvvetlidir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, Kur'ân'a Kur'ân olmayanın karışmaması için, ayetlerini sağlamlaştırmak istediğine göre, şeytanı bundan men edip, böyle bir şeye asla yaklaştırmaması, öncelikle gerekir. 5) Bu hususta yapılan izahların en kuvvetlisi olan bu açıklamaya göre şayet biz, bunun olabileceğini söylemiş olsaydık, o zaman onun şeriatına dair güven ortadan kalkar ve biz, herbir hüküm ve kanun hususunda da böylesi bir ihtimalin geçerli olabileceğini tecviz etmiş olurduk. Ayrıca bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Ey peygamber. Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan, elçiliğini tebliğ etmiş olmazsın. Allah seni insandan koruyacaktır" (Maide,67) buyruğunu da iptal ederdi. Çünkü, vahyi eksiltmekle onu artırmak, ilâvede bulunmak arasında bir fark bulunmamaktadır. Bütün bu izahlar sayesinde, kısaca bu kıssanın uydurulmuş olduğunu anlamış bulunuyoruz. Bu mevzuda en ileri derecede söylenebilecek söz şudur: Bir kısım müfessirler bu hadiseyi zikretmiştir, ancak ne var ki onların sayısı tevatür derecesine aşmamıştır. Haber-i vahid ise, mütevatir olan aklî ve naklîdelillere karşı duramaz. Biz şimdi tafsilata geçiyor ve diyoruz ki: Arapça'da "temenni" ifadesi şu iki anlamda kullanılır: a) Kalbin temennisi... b) Kıraat, okumak. Nitekim Cenâb-ı Hakk "Onların içinde ümmiler de var ki, kitabı bilmezler. (Bütün bildikleri) ancak bir sürü emani'dir." (Bakara, 78) buyurmuştur. Burada emanî: Kıraat demektir. Zira "ümmî", Kur'ân'ı mushaftan okumayı bilmez, o sadece okunduğu zaman, onun kıraat edildiğini anlar. Nitekim şair Hassan "Gecenin başında, Allah'ın kitabını temenni etti (okudu, gönlünden geçirdi), sonundaysa kaderlerin kazası (ölüm) ile karşılaştı" demiştir. "Kıraat'a, "umniyye" denilmesinin sebebinin şu olduğu ileri sürülmüştür: "Çünkü, Kur'ân okuyan kimse, bir rahmet ayetine geldiğinde, o rahmetin tahakkuk etmesini temenni eder. Azab ayetine geldiğinde de, bununla sınanmamasını temenni eder." Ebu Müslim de, şöyle der: "Temenni takdir etmek demektir. Temenni (......) kökünden, "tefa'ul" babının masdarıdır. "el-meniyyetu" ise, insanın, Allah'ın takdir ettiği vakitte ölmesi demektir. Nitekim Arapça'da "Senin için takdir etti" manasında "Menâ'llâhu leke" denilir. Dil alimleri ise ummiyet "kıraat" anlamındadır" demişler ve, Hassân'ın beytiyle istidlal etmişlerdir ki, bu da yine sonunda, az önce bahsettiğimiz temel manaya raci olur. Çünkü, tilâvette bulunan kişi, harfleri takdir eder ve onları, yavaş yavaş birbiri peşine telaffuz eder. Binâenaleyh, bu araştırmamızdan hareketle, sonuç olarak diyebiliriz ki: ummiyet kelimesi, ya kıraat ya da "düşünce, hatıra gelen şey" manasındadır. "Okuma" Manasını İleri Sürenler Biz bu kelimeyi kıraat anlamında ele aldığımızda, (görürüz ki) burada şu iki görüş vardır: 1) Allahü teâlâ bu kelime ile, Resulullahın kıraatte yanılmasının mümkün olduğunu zira okuyana bazı durumların arız olabileceğini kasdetmiştir. Yoksa garanik hakkında nakledilen "İşte o yüce kuğular (tanrıçalar). Onların şefaatleri umulur" sözünü kasdetm em iştir, 2) Bununla, bu kelimenin onun kıraatinde vaki olması, bulunması kastedilmiştir. Bu görüşü savunanlar da, birkaç vecih üzere İhtilaf etmişlerdir. Birinci vecih: Bu ifadeyi, ne Hazret-i Peygamber, ne şeytan ve ne de herhangi bir kimse konuşmuştur. Hazret-i Peygamber Necm sûresini okuyunca, mesele kâfirlere kanşık gelmiş ve onları, Hazret-i Peygamberin kimi lafızlarını rivayet ettikleri şeklindeki sözleri sanmışlardır. Bu, âdette de cari olduğu gibi, bazı kelimelerin söylenildiği biçimin dışında vehmedilip anlaşılması suretiyle olmuştur. Bu izahı, bir grup kimse benimsemiştir, ama şu sebeplerden dolayı zayıftır: a) Bu gibi şeylerde böylesi bir vehim ancak, Örfe göre duyulması mümkün olan şeylerde söz konusu olur. Ama duyulmamış şeylerde böyle bir vehim olmaz. b) Eğer bu böyle olmuş olsaydı, böylesi bir vehim bazı dinleyiciler için tahakkuk eder, bazıları için ise etmezdi. Çünkü örf, büyük bir kalabalığın aynı anda maddî şeylere dair aslı esası olmayan, fasit bir hayal üzerinde ittifak etmelerine manidir (Bu, örfen imkansızdır). c) Eğer bu böyle olsaydı, bu iş şeytana nisbet edilemezdi. İkinci vecih: Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: "Bu söz, şeytanının sözüdür. Bu, o cin şeytanının, Hazret-i Peygamber'den dinlenilen sözün cinsinden olduğu zannedilsin diye, Peygamberin, bu sûreyi okurken durakladığı yerlerde, onun okumasının arasına kendiliğinden bu sözü söylemek suretiyle sokmuş olduğu bir kelâmdır. Cinlerin ve şeytanların konuştukları hususunda bir muhalefetin bulunmayışı da, bu hususu destekler. Binâenaleyh, o şeytanın tıpkı Hazret-i Peygamberin sesi gibi bir ses çıkarıp, onun konuşması sırasında ve susması durumunda bu kelimeleri söylemiş olması imkansız değildir. Bu sebeple orada bulunanlar, tıpkı Hazret-i Peygamberin sesi gibi bir ses duyup, başka bir şahıs görmedikleri için, bunun Hazret-i Peygamberin sözü olduğunu zannetmişlerdir. Hem sonra bu, Hazret-i Peygamber'e ait bir iş olmadığı için, onun peygamberliğini de zedelemez." Bu da zayıftır. Çünkü sen, dinleyicilere peygamberin sözü gibi gelecek bir biçimde, peygamberin konuşması esnasında şeytanın konuşabileceğini söylersen, böyle bir ihtimal, peygamberin konuşmuş olduğu herşeyde söz konusu olur ki, bu da, şeriatın tamamından güven ve itimadın kalkması neticesine götürür. İmdi şayet, "Böyle bir ihtimal, şeriatın tamamı hususunda vardır. Ancak ne var ki, böyle bir şey vaki olmuş olsaydı, bu hadisede karışıklığı gidermek için yapıldığı gibi, Allah'ın hikmeti, bu durumun ortaya konulmasını gerektirirdi" denilirse, biz deriz ki: "Müteşabih ayetlerde olduğu gibi, ihtimalleri gidermek, Allah'a vacib değildir. Bu, Allah'a vacib olmayınca da, hepsi hakkında böyle bir ihtimal mümkün olur." Üçüncü vecih: Bu sözü söyleyenin, insan şeytanlarından bazılarının olduğunu ileri sürülmesidir ki, bu insan şeytanları da kafirlerdir. Çünkü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sûreyi okurken, bu ayetlere gelip, onların ilâhlarının isimlerini saymaya başlayınca, -ki onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in o putları diline dolayıp kınamasının, onun bir adeti olduğunu biliyorlardı-, orada bulunanlardan birii, dedi. Böylece durum, oradakilerin gürültü yapıp çokça bağırmalarından ve, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i yanıltmak, O'nun kıraatini bastırmak istemelerinden ötürü, o topluluk tarafından yanlış anlaşıldı. Belki de bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) namazda iken vuku bulmuştur; çünkü o kafirler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) namazda tken ona yaklaşıyorlar, kıraatini dinliyorlar ve onun namazını bozmaya çalışıyorlardı. Şu da ileri sürülmüştür: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Kureyş'e Kur'ân okuduğunda, ayetlerin fasılalarında dururdu. Binâenaleyh, oradakilerden bazıları, bu duraklamalar esnasında bu sözü katmış olabilir. Böylece oradakiler bunun, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından okunduğunu sanmışlardır... Daha sonra Cenâb-ı Hak bunu, herşeyden önce, onun vesvesesiyle meydana geldiği için, şeytana nisbet etmiştir. Bir de Allah (c.c) bu sözü söyleyenin bizzat kendisini şeytan addetmiştir. Bu da, şu iki sebepten dolayı zayıftır. a) Eğer durum böyle olsaydı, o zaman peygamberin, şüpheyi ortadan kaldırmak, hakkı açıklamak, bu sözü söyleyeni susturmak ve bu kelimenin o söyleyen kişiden sudur ettiğini ortaya koymak için, gerekli açıklamada bulunması gerekirdi. b) Eğer böyle yapmış olsaydı, öncelikte de bunun nakledilmesi gerekirdi. Buna göre eğer "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu sûrenin tamamını, böyle bir bir ilâvede bulunmaksızın ümmetine ulaştırdığı, bu da tarif edip tanımladıktan sonra namazdaki yanılmasının bir karışıklığa sebebiyet vermesi gibi, herhangi bir karışıklığa sebebiyet vermediğinden, böyle yapmamıştır" denilirse, biz deriz ki: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hayatta iken, onun zamanında Kur'ân, henüz tamamlanmamıştı. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ayetler nazil oluyor, gelenler de sûrelere ilâve ediliyordu. Binâenaleyh, böyle bir ilave olmaksızın o sûrenin okunması, karışıklığın giderilmesinin bir sebebi olamaz. Hem şayet böyle bir şey olmuş olsaydı, müfessirlerin rivayet ettiğine göre peygamber, Allah tarafından böyle bir itaba maruz kalmazdı. Bu Sözün Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Mal Edilmesi Dördüncü vecih: Bu sözü söyleyen, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. Binâenaleyh bu şu üç şekle muhtemeldir. Çünkü peygamber bu ifadeyi, ya yanılarak, yahut zorlanarak, yahut da iradî ve ihtiyarî bir biçimde söylemiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu kelimeyi yanılarak söylemesine gelince, bu Katâde ve Mukâtil'den rivayet edildiği gibidir. Çünkü Katâde ve Mukatil şöyle demişlerdir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Makam-ı İbrahim'de namaz kılıyordu. Derken, onu hafif uyku bastı. Bu anda da onun dilinden bu iki kelime çıkıverdi... Sûreyi bitirince de, secde etti ve Mescid'de bulunan herkes de secdeye kapandı. Müşrikler, duydukları şeyden dolayı ferahladılar. Derken, Peygamber'e Cebrail (aleyhisselâm) geldi ve o sûreyi okumasını istedi. (Tilke'l-garanik) cümlesine varınca, Cebrail, "Ben sana bunu getirmedim" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu ayet (Hac, 52) nazil oluncaya kadar mahzun oldu. Bu da şu sebeplerden dolayı zayıftır: a) Böyle bir yanılma mümkün olsaydı bu, diğer yerlerde de caiz olurdu. Bu durumda da, şeriat'a güven diye bir şey kalmazdı. b) Yanılan kimseden, sûrenin veznine, üslubuna ve manasına uygun olan böylesi lafızların sâdır olması mümkün değildir. Çünkü biz, zorunlu olarak biliyoruz ki, bir kimse yüksek sesle bir kaside okusa, o kimseden o kasidenin veznine, manasına, ve üslubuna uygun bir beyit o sadır olacak bir biçimde yanılması mümkün değildir. c) Farzedelim ki Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu, yanılarak söylemiştir. Daha nasıl olur da, bunu Cebrail'e okurken, bu onun dikkatini çekmez. Bunun olamayacağı açıktır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bunu zorla söylemiş olması ihtimaline gelince, -ki bazı kimseler "şeytan Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i böyle konuşmaya mecbur etmiştir" demişlerdir-, bu da şu sebeplerden dolayı olamaz: a) Şeytan, şayet Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında böyle bir şeye kadir olsaydı, onun biz insanların üzerindeki iktidarı daha fazla olurdu. Böylece şeytanın insanları zorla dinden çıkarması gerekirdi. Ve yine bizden birisinin konuştuğu şeyin ekserisi, şeytanın mecbur etmesiyle olmuş olurdu. b) Şeytan, şayet böyle bir icbar etmeye kadir olsaydı, böyle bir ihtimalin varlığından dolayı vahye karşı itimat kalmazdı. c) Bu, Cenâb-ı Hakk'ın şeytanın söylediğini naklettiği şu ayetin delaletiyle de batıldır: "Zaten benim, sizin üzerinizde hiçbir hükmüm, nüfuzum da yoktur. Yalnız ben, sizi çağırdım, siz de bana hemen icabet ettiniz. O halde kusuru bana yüklemeyin. Kendinizi kınayın " (ibrahim, 22) çünkü Cenâb-ı Hak, "Hakikat şudur ki, :man edenler ve Rablerine güvenip dayananlar üzerinde onun hiçbir hakimiyeti yoktur. Onun zoru ancak, onu yâr edinmekte olanlara"(Nahl, 99-100) ve "(şeytanın ağzından) "onların hepsini, toptan, muhakkak ki azdıracağım. Ancak onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların müstesna" (Hicr, 39-40) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ihlaslıların seyyidi, Önderi olduğunda ise şüphe yoktur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bunu kendi iradesile söylemiş olması ihtimaline gelince Su noktada şu iki izah yapılabilir: a) Biz, "Böyle bir iddia batıldır" deriz. b) "Bu söz batıl değildir" der, (kabul ederiz). Birincisine göre, alimler bu hususta şu iki açıklamayı zikretmişlerdir: Birinci açıklama: Atâ'nın rivayetine göre İbn Abbas (radıyallahü anh), şöyle der: "Kendisine el-Ebyad" denilen bir şeytan, Cebrailin kılığında gelmiş, bu kelimeyi Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e atmış, o da bunun üzerine bunu okumuştur. Müşrikler bunu duyunca, bu onların hoşuna gitmiş. Bunun üzerine Cebrail gelerek, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den "arza" yapmasını istemiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sûreyi okuduğunda, bu cümleye gelince, Cebrail, "daha bunu, ben getirmedim" demiş, bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Onu bana, senin kılığında olan birisi getirdi ve benim dilime attı" demiştir. İkinci açıklama: Bazı cahiller "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) müşriklerin iman etmelerini çokca istediği için, bu kelimeyi kendiliğinden sokmuş, daha sonra da bundan vaz gacmiştir" demiştir. Bu iki görüşe hiçbir müslüman kesinlikle rağbet etmez. Çünkü birincisi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in masum olan melek ile, necis, pis olan şeytanı birbirinden ayıramaması, ikincisi de onun vahiy hususunda hıyanette bulunduğu neticesine götürür ki, bunların herbiri de dinden çıkmaktır. "Bu söz batıl değildir" şeklinde olan ikinci izaha göre, burada da şu açıklamalar yapılabilir. 1) "el-Garanik" ile melekler kastedilmiştir. Çünkü bu (sûre), melekleri vasfetmek için İndirilmiş olan bir sûredir. Binâenaleyh müşrikler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bu sözüyle onların ilahlarını (putlarını) kastettiği vehmine kapılınca, Allah bunun tilâvetini neshetti. 2) Bununla, istifhâm-ı inkarî kastedilmiş olup, buna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sanki, "onların şefaatları hiç umulur mu?" demek istemiştir. 3) Şöyle de denilebilir: Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "sapmayasınız" anlamında olmak üzere (Nisa. 176) ayetinde olduğu gibi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) cümleyi olumlu kurmuş, ama olumsuz manayı kastetmiştir. Bu, tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın "ona herhangi bir şeyi şirk koşmanız" anlamında, En'âm, 151 ayetinde olduğu gibi, olumsuz zikredilip müsbet mananın murad edilmesi gibidir. Bu son iki açıklamaya şu şekilde itiraz edilebilir: Bu tevile binâen, şayet böyle bir şey caiz olacak olursa, yine aynı tevile binâen onların Kur'ân'ın tamamında namazda veya (aksini kastederek) kefime-i küfrü söylemeleri niçin caiz olmasın? Ancak ne var ki, dinde aslolan, bunlaın hiçbirinin caiz olmamasıdır. Çünkü Allahü teâlâ peygamberlere delil getirmiş ve onları, risalet görevi için seçmiştir. Binâenaleyh onlar için, bu hususta ta'n olunacak ya da nefret edilecek bir şey caiz olamaz. Nefret ettirme hususunda bu gibi şeyler, kötü huylu olma, hikaye yazma ve şiir söyleme gibi, Cenâb-ı Hakkk'ın yapılmamasına teşvik ettiği şeylerden daha büyüktür. Böylece "Bunlar yüce kuğulardır" sözü ile ilgili olarak yapılan bu izahlarla, bunun yalan ve uydurma olduğu kesin kes ortaya çıkmış oldu. Yaptığımız bütün bu izahlar, ayetteki "temenni"yi, okuma manasına aldığımızda söz konusu olur. Fakat bunu "düşünme ve kalbin arzusu" manasına tefsir ettiğimizde, mana "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), her ne zaman arzu ettiği şeylerden birisini temenni etmeye kalkıssa, şeytan ona bâtıl vesveseler verir ve onu uygun olmayan şeylere davet eder. Derken Allahü teâlâ, şeytanın bu vesvesesini bertaraf edip, peygamberini onun vesvesesine iltifat etmemeye muvaffak kılar" şeklinde olur. Alimler bu vesvesenin ne şekilde olduğu hususunda, şöyle değişik izahlar yapmışlardır: a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) müşriklerin putlarını övmek ve böylece onlara yaklaşmak arzusunda idi. Çünkü o, onlarla ülfet edip, dostluk kurarak (onlara dini anlatmayı) arzu ediyordu ve bu arzuyu hep içinde taşıyordu. Derken uyukladığı bir sırada, işte bu ilaveyi farkında olmaksızın kendisi yapmıştır. Bu izaha inanmak da, insanı dinden çıkaran bir husustur. Bunun izahı daha önce geçmişti. b) Mücahid şöyle demiştir: "Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), vahyin kendisine gecikmeksizin, hızlı bir şekilde inmesi arzusunda idi. Cenâb-ı Hak işte bu arzusunu, vahyin hâdise ve belâ gibi şeylerdeki maslahatlara göre indiğini belirterek silmiştir. c) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in vahiy geldiğinde, eğer gelen vahiy mücmel (kapalı) ise, onun te'vili (açıklaması) hususunda düşünmüş olması, işte o sırada şeytanın, peygamberin arzu etmediği şeyleri onun sözlerine katmış olması muhtemeldir. İşte bu sebeble Cenâb-ı Allah, şeytanın kattığı şeylerin batıl olduğunu gösterip bunu sildiğini, Kendisinin irade ettiği manaları deliller ve mucizelerle sapasağlam kıldığını beyan buyurmuştur. d) Ayetin manası şöyledir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Allah'a yaklaştıracak bir iş yapma arzu ve isteğinde olduğunda, şeytan arzuladığı şeye ters olan hususları onun aklına atardı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) işte bu hususlarda, Allah'a rucû eder, Allah'a sığınırdı. Bu tıpkı, "Takvaya erenlere, şeytandan herhangi bir ârıza (fit) iliştiği zaman, iyice düşünürler. Bir de bakarsın ki onlar (hakikati) görüp bilmişlerdir" (A'raf, 201) ve "Eğer şeytandan bir fit gelip seni dürterse, hemen Allah'a sığın"(A'raf, 200) ayetleri gibidir. Bazı kimseler, "ümniyye" lafzının, kalbin arzu ve temennisi manasına hamledilmeyeceğim ileri sürerek şöyle demişlerdir: "Eğer bu böyle olsaydı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in aklına gelen bir şey, kâfirler için bir fitne olamazdı. Bu da Hak teâlâ'nın "(Bu), şeytanın atacağı (fitneyi) kalblerinde bir maraz (hastalık) bulunanlara ve yürekleri katılaşmış olanlara bir imtihan (vesilesi) yapmak içindir" ayetinin manasının bâtıl olmasını gerektirir." Buna şu şekilde cevap verilir. Şu uzak bir ihtimal değildir: Bu temenni kuvvetli olup, zihin de bununla meşgul olunca, zahirî fiillerinde bîr yanılma olabilir ve yanılma, kâfirler için bir fitneye (deneme vasıtası olmaya) dönüşebilir. Bu konudaki son sözümüz budur. Bu incelemenin neticesi şuraya varır: Bu Ayetten maksad şudur: Allah, gönderdiği resulleri bilerek hata işlemekten korusa da, onların yanılmadan veya şeytanın vesvesesine maruz kalmadan koruyacağına dair bir garanti vermemektedir. Resullerinin bu husustaki durumu, diğer insanların durumu gibidir. Binâenaleyh bu hususta o peygamberlere ilimlerine dayanarak (bilerek) yaptıkları şeylerde uyulması gerektiği beyan edilmektedir. İşte ayetteki ihkâm (muhkem ve sabit kılma) budur. Ebu Müslim şöyle der: "Ayetin manası, "Allah, ancak dilediği zaman bir peygamber gönderir" şeklindedir. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Biz, insanlara melekleri değii, ancak kendilerinin cinsinden peygamberler gönderdik. Biz, vahyi okurken (tebliğ ederken) şeytanın vesvesesinden ve peygamberin zihnine, vahye ters şeyleri atıp katmasından ve onu, vahyi ezberlemekten alıkoymasına imkan olmayan, peygamberler gönderdik." Böylece bu Allah'ın, peygamberine vahyi, vahyi ezberleyip muhafazaya devam ettirdiğini, ona dosdoğru olan vahyi öğrettiğine ve şeytanın bâtıl şeylerini bildirdiğine delildir." Ebu Müslim sözüne devamla şöyle der: "Hak teâlâ'nın daha önce geçen "De ki: "Ey insanlar ben sizin için apaçık bir nezirim" (Hacc, 49) ayeti de, bu manayı güçlendirir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki peygamberine, kâfirlere hitaben "Ben sizin için bir nezir (uyarıcı ve korkutucuyum). Ne var ki melek değil, bir insanım. Allah bir meleği benim gibi peygamber olarak göndermez. Aksine şeytanların vesvese verebileceği erkekleri (peygamber olarak) gönderdi" demesini emretmiştir. İmdi eğer: "Bu mana, meleklerin yanılma ihtimali bulunmadığı zaman doğru olur" denilirse, biz deriz ki: Melekler, derece bakımından peygamberlerden daha üstün olurlarsa onların şeytanın, vesvesesi ile peygamberlere tesir etmesinden, meleklere de tesir edebilecekleri neticesi çıkmaz. Bil ki Hak teâlâ, bu vesvesenin ne olduğunu açıklayınca bunun peşinden şu iki bahsi getirmiştir. Birinci bahis: Vesvesenin nasıl giderildiği konusu... Bu ayetteki, "Allah şeytanın kattığı şeyleri ibtal eder" cümlesiyle anlatılmakta olup, bununla o vesveselerin hem kendilerinin hem de tesirlerinin bertaraf edildiği kastedilmiştir. Bu ayette bahsedilen "nesh" (ibtal), hükümler ile ilgili olan şer'i manadaki nesh değil, lüğavi manadaki "nesh"tir. Ayetteki "Yine Allah âyetlerini sabit kılar (muhkemleştirir)" cümlesine gelince, eğer ayetteki "temenni" okuma (Yani okumayı temenni) manasına alınırsa buradaki "ayât" ile, Kur'an'ın ayetleri kastedilmiş olur. Aksi halde bu, yanılma caiz olmayan delillerin hükümleri manasına hamledilir. İkinci Bahis Allahü teâlâ, o vesvesenin tesirini beyan edip önce onun kafirler üzerindeki etkisini, ikinci olarak da mü'minler üzerindeki etkisini açıklamıştır. Kâfirler üzerindeki etkisi "Şeytanın atacağı (fitneyi) bir imtihan vesilesi yapmak" ifadesi ile anlatılmaktadır. Bu ifadeyle bu işin son derece uzak bir ihtimal olduğu kastedilmiştir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, yanılabileceği ortaya çıktığında kafirlere düşen, yanılgıyı kasıttan ayırd etmek ve kastı olanın doğru, yanılgı olanın ise bazan yanlış olacağını anlayabilmeleri için, bunu inceden inceye araştırmak olmalıydı. Hak teâlâ'nın "Kalblerinde bir maraz bulunanlara, yürekleri katılaşmış olanlara" ifadesi ile ilgili şu iki soru sorulabilir. Birinci soru: Cenâb-ı Hak niçin "kalblerinde bir maraz olanlara bir imtihan vesilesi yapmak için" buyurarak, bunun bu kimselere mahsus olduğunu bildirmiştir?" Cevab: Çünkü bunlar, küfürlerinden dolayı, bunu durup düşünme ihtiyacı duyarlar. Mü'minler ise, bunu daha önce bilip, inandıkları için, bunu düşünmeye ihtiyaç hissetmezler. İkinci soru: Kalbin hastalığı ne demektir? Cevab: Bu, şek ve şüphedir ve bu hastalığa uğramış olanlar, Cenâb-ı Hakk'ın "Onların kalblerinde bir hastalık vardır" (Bakara, 10) ayetinde bahsettiği gibi, münafıklardır. "Kalbleri katılaşmış olanlar" ifadesi ile de, içleri ve dışları ile cahilliklerini sürdüren müşrikler kastedilmiştir. Hak teâlâ "Şüphe yok ki o zâlimler, derin bir ayrılık içindedirler" ifadesi ile, o münafık ve müşrikleri kastetmiştir. Onların zâlim, ayrılık içinde bulunma.mücadeleci, düşman ve haktan uzak olmak hususlarında birbirlerine denk olduklarını göstermek için, "Onlar" zamiri yerine açıkça "O zalimler" denilmiştir. Mü'minler üzerinde bu vesvesenin tesiri ise ayette ayette "Bir de bu, kendilerine ilim verilenlerin, onun muhakkak Rabbinden olan bir gerçek olduğunu bilsinler" ifadesi ile anlatılmıştır. Buradaki "onun" zamirinin neyi gösterdiği hususunda şu üç izah yapılmıştır: a) Bu, "şeytanın attığı şeylerin neshinin (ibtalinin)" manasınadır. Bu görüş Kelbî'nindir. b) ifadesi, "O, Kur'ân'ın hak olduğunu (bilsinler) manasınadır. Bu Mukatil'in görüşüdür. c) Bu, "Şeytanın bu vesveseyi atmasının, doğru yani mümkün olduğunu bilsinler" manasınadır. Fakat bize göre bu, şu manayadır. Allahü teâlâ, hem mülkünde, hem de milkinde hangi tasarrufta bulunursa, o haktır." Mu'tezile'ye göre ise: Allah, hakimdir. Binâenaleyh O'nun bütün fiilleri doğrudur. Dolayısıyla mü'minler buna inanırlar. Kalbleri de takdir edilenin mutlaka gerçekleşeceğini ve herkese, ne için yaratıldı ise, onun kolaylaştırıldığını bildikleri için kalbleri mutmain olur, itaat eder. Bir de Cenâb-ı Hak, imân edenleri, dinleri konusundaki mütesâbih hususları anlamaya çalışmaya, muhkem kaidelerin gerektirdiği mücmellerden müşkil olanları, sahih te'viller (yorumlar) ile araştırmaya sevketmiştir. Böylece onlara, (bu hususta) ne bir şaşkınlık ne de bir şüphe arız olur." Ayetteki (......) tenvin ile (......) şeklinde de okunmuştur. Allahü teâlâ, önce kâfirlerin, ikinci olarak da mü'minlerin halini anlatınca tekrar kâfirlerin halini açıklamaya dönerek "inkâr edenler ise, onun hakkında yani Kur'ân veya o peygamber hakkında devamlı bir şekk içinde kalırlar" buyurur. Bu da, kıyamete kadar geçecek asırların, böylesi insanlardan hiçbir zaman hali olmayacağına delâlet eder. Hak teâlâ'nın "Kendilerine o saat (kıyamet) ansızın gelinceye kadar" ifadesindeki, "bağteten", "ansızın, hiç beklenmedik bir zamanda" demektir. Cenâb-ı Hak, kıyametin kopuşunun, onların küfürlerinin varıp dayanacağı son nokta olduğunu, kıyamet koptuğunda ise ister istemez iman edeceklerini beyân buyurmuştur. Ayetteki "yahut kısır bir gönün azabı çatıncaya kadar" cümlesindeki "kısır gün" ile ne kastedildiği hususunda alimler değişik izahlar yapmışlardır. Bu hususta ki görüş vardır: a) Bu, Bedir Günü'dür. Cenâb-ı Hak harb gününü, şu dört sebebten ötürü "akim" (kısır) diye nitelemiştir: 1) Anaların çocukları o gün öldürülür ve böylece onlar, sanki baştan beri kısırmış gibi, hiç doğurmamış gibi olmuş olur. 2) Savaşanlara, "harbin oğulları" denilir. Binâenaleyh onlar öldürüldükçe, harb günü de mecazen kısırlıkla nitelenir. 3) Bu kelime, kendisinde hayır olmayan demektir. Nitekim, yağmura sebeb olmayan, ağaçları aşılamayan rüzgara da "akim rüzgar" denilir. 4) Bu, büyük ve müdhiş olma hususunda dengi ve benzeri olmayan demektir. Bedir Günü böyledir, çünkü o gün, melekler de savaşmıştır. b) Bu, kıyamet günüdür. Kıyamet gününün "akim" diye tavsif edilmesinin sebebleri şunlar olabilir: 1) Kâfirler o günde hiçbir hayır görmezler. 2) Orada, gece denen birşey yoktur. Dolayısıyla bu gün, tıpkı kadının çocuk doğurmaktan uzak olmaya devam etmesi gibi, (geceyi doğurmaktan uzak olmaya) devam eder. 3) O gün, her hamile kadın çocuğunu düşürür. Dolayısıyla onda hiç hamilelik söz konusu olmaz. Bu ikinci görüş daha evlâdır. Çünkü Allahü teâlâ'nın, Bedir Günü'nü murad ederek, "Yahut kısır bir günün azabı çatıncaya kadar, inkâr edenler onun hakkında, devamlı bir şek içinde kaklar" demiş olmasını geçerli saymak doğru değildir. Çünkü o kâfirlerin Bedir'den sonra da şekk ve şüphe içinde kaldıkları malumdur. İmdi eğer: Allah kıyametten bahsedip, siz de ayetteki "yevmin akim"i yine kıyamet manasına alırsanız, o zaman lüzumsuz bir tekrar söz konusu olur" denilirse, biz deriz ki: "Bu bir tekrar değildir. Çünkü "saat", kıyametin işaretleridir, yevm-i akim ise, kıyametin bizzat kendisidir. Durum bu soruyu soranın dediği gibi olsa bile, bu bir tekrar olmaz. Çünkü birincisinde kıyamet, ikincisinde de o günün azabı kastedilmiştir. "Saat" ile, herkesin ölüm zamanının, "yevm-i akimin azabı" ile de, kıyamet gününün (dehşetinin) kastedilmiş olması da muhtemeldir. Hakimiyetin Allah'a Ait Olduğu Gün Ayetteki "O gün mülk Allah'ındır" cümlesi "yevm-i akim"in, kıyamet günü olduğunun en kuvvetli delillenndendir. Hak teâlâ bu ifadesi ile, o günde Kendisinden başka hiçbir mâlikin bulunmadığını anlatmıştır. Bu, Allah'ın, işleri başkasına havale ettiği (geçici mülkiyet verdiği) dünya günlerinin aksinedir. Allahü teâlâ, o gün onlar arasındaki yegane hakimin kendisi olduğunu, kendisi dışında hiçbir hakim bulunmayacağını beyân etmiştir ki bu insanları günah işlemekten caydırıcı bir ifadedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak onlar arasında nasıl hükmettiğini, mü'minlerin na'im cennetlerine kâfirlerin ise rezıl-rüsvay edici azaba gireceklerini haber vermiştir. Cennet ve cehennemin nasıl olduğu, hususlarının izahı daha önce yapılmıştı. "Eğer (o gün) ifadesindeki tenvin, hangi cümleye bedel gelmiştir? denilirse biz deriz ki: Bu ya takdirindedir, yahut da, "inkar edenler ise, onun hakkında devamlı bir şekk içinde kalırlar" ayetinden ötürü takdirindedir. 58Âyetin tefsiri için bak:62 59Âyetin tefsiri için bak:62 60Âyetin tefsiri için bak:62 61Âyetin tefsiri için bak:62 62"Allah yolunda hicret edip de sonra öldürülmüş veya ölmüş olanları, Allah muhakkak güzel bir rızık ile rızıklandıracaktır. Çünkü rızık verenlerin en hayırlısı muhakkak ki Allah'dır. O, her halde bunları hoşnud olacakları bir yere sokacaktır. Muhakkak ki Allah alîm ve halîmdir. Bu böyledir. Kim kendisine yapılan ukubete, misliyle karşılık verirse ve sonra yine zulüm ve tecâvüze maruz kalırsa, Allah muhakkak ona yardım eder. Hiç şüphesiz Allah afüvv ve gafurdur. Bu böyledir. Çünkü Allah geceyi gündüzün içine sokar. gündüzü de gecenin içine sokar. Gerçekten Allah semî ve basîrdir. Bu böyledir. Çünkü Allah, hakkın tâ kendisidir. Onların, O'nun dışında taptıkları şeyler ise gerçekten bâtılın tâ kendisidir. Şüphesiz ki Allah yücedir, çok büyüktür". Bil ki Allahü teâlâ. kıyamet günü mülkün kendisinin olduğunu, mahlûkat arasında hükmedeceğini ve mü'minleri Cennete koyacağını belirtince, bunun peşinde muhacirlere yönelik o yüce va'dini zikretmiştir. Muhâcirler'in şanını yüceltmek için de "Hicret edenler" buyurmuştur. Alimler, bu ifadeyle kimlerin kastedildiği hususunda ihtilaf etmişler ve bazıları: "Bunlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yardım etmek ve Allah'a yaklaşmak için Medine'ye hicret edenlerdir" derlerken, diğer bazıları: "Hayır, bunlar din-i ıslama yardım etmek için cihad eden, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'le birlikte savaşanlar, yahut seriyelerde yer alanlardır. Bundan dolayı Hak teâlâ bunun peşisıra "kıtal"dan bahsetmiştir" derler Diğer bazıları da, bunu her iki manaya birden hamletmişlerdir. Alimler bir başka açıdan da ihtilaf edip, bazıları: "Bunlar belli bir topluluktur" demişlerdir. Mücâhid, "bu ayetin, hicret etmek için Mekke'den Medine'ye doğru yola çıkan, ama müşrikler tarafından izlenip, böylece onlarla savaşan bir kısım müslüman hakkında nazil olduğunu" rivayet etmiştir. Ama ayetin zahiri, umumilik ifade etmektedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak onlara verdiği rızkı ve meskeni anlatmıştır. Rızıktarını "Onları, Allah muhakkak güzel bir rızık ile rızıklandıracaktır. Çünkü rızık verenlerin en hayırlısı muhakkak ki Allah'dır" buyurarak anlatmıştır. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır. "Güzel rızkın", nâim cennetleri, olduğunda şüphe yoktur. Esamm, bunun tıpkı Hazret-i Şuayb (aleyhisselâm)'ın, "o, bana Kendisinden güzel bir rızık ihsan etti" (Hûd, 88) şeklindeki sözünde olduğu gibi, ilim ve anlayış olduğunu söylemiştir. Binâenaleyh bu, dünyevi bir rızıktır. Ahiretteki rızık ise cennetir. Kelbt, güzel rızık ile, helâl rızkın kastedildiğini, bunun ise ganimet olduğunu söylemiştir. Bu son iki izah zayıftır. Çünkü Allahü teâlâ, bu güzel rızkı, savaşmalarından ve ölümden sonra, Allah yolundaki hicretlerine bir mükafaat olarak zikretmiştir. Savaşıp öldükten sonraki mükafaat ise, na'im cennetleridir. Kur'ân'daki her va'de erişmek için, büyük günahlardan kaçınma şartı gerekir. Çünkü bir muhacir, eğer büyük bir günah işleyecek olsaydı, biz ehl-i sünnete göre, onun hakkındaki hüküm Allah'ın meşietine bağlı olur, Mu'tezile'ye göre ise, kesinkes cennetliklerden hariç kalır. Buna göre şayet, "Durum sizin dediğiniz gibi ise hicret eden kimsenin bu va'd hususunda, diğer mü'minlere üstünlüğü nedir?" denilirse, biz deriz ki: Onların üstünlüğü ortadadır. Zira onlara mûkafaatın en büyüğü verilecektir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "içinizde, fetihten evvel (Allah yolunda) harcayan ve muharebe eden kimseler diğerleriyle bir olmaz. Onlar derece itibarıyla (fetihten) sonra harcayan ve muharebe edenlerden daha büyüktür" (Hadid. 10) buyurmuştur. Binâenaleyh kâfirlerin kuvvetli ve hücumlarının çok şiddetli olmasına rağmen, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i güçlendirmek ve dinine yardım maksadıyla, onunla birlikte hicret edip, evlerini barklarını, çoluk-çocuklarını terkeden kimselerin bu hareketlerinin, dinin kuvvetlenmesinin bir sebebi gibi olduğu malumdur. Bu izaha göre, muhacirleri bağırlarına basıp, onlara yardım ettikleri için, muhacirlerin peşisıra, kendilerinin de zikredilip, övülmeleri için, ensarın derecesinin büyük olduğu ortaya çıkar. Alimler, her türlü rızkın Allah katından olduğunu bilinmesinden ötürü, ayetteki "Rızık verenlerin en hayırlısı muhakkak ki Allah'dır" ifadesinin ne demek olduğu hususunda, şu değişik izahları yapmışlardır: 1) Bu, farklılık hiç kimsenin gücünün yetemeyeceği şeyleri ancak Cenâb-ı Allah'ın verebilmesinden ötürüdür. 2) Bununla, Hak teâlâ'nın, rızık vermede esas ve temel olduğu, başkalarının ise ancak Allah'ın kendilerine verdiği rızıktan, başkalarına vererek rızıklandırabilecekleri manası kastedilmiştir. 3) Başkaları, rızkın bizzat yaratıcısı ve meydana getiricisi manasında değil, bir elden başka ele nakleden manasında rızık vericidir. 4) Başkaları rızık verdiğinde, verdiği sayesinde faydalanmak için bunu verir. Bu, ya bir görevi yerine getirmek için, yahut bununla bir medh-ü senaya müstehak olmak için, yahut da karakterinde bulunan merhamet duygusunu yatıştırmak için olur. Binâenaleyh bir insan, birisine rızık verdiğinde (iyilik yaptığında), onun karşılığını umar. Ama Hak teâlâ'ya gelince, kemâl (tamlık ve mükemmellik), O'nun zâti sıfatıdır. Dolayısıyla O, hiçbir şey ile yeni bir kemal elde etmez. Bu sebeble O'ndan kaynaklanan rızık, sırf bir ihsan (iyilik) olur. 5) Başkaları bu rızkı, böyle bir işi yapma arzusu kalbinde doğunca verir. Bir istek se kalbine Allah'dan doğar. Binâenaleyh gerçekte o rızkı verici o değil, Allah olmuş olur. 6) Kendisine rızık verilmiş olan kimse rızık verenin minneti altındadır. Allah'ın minneti, tahammül bakımından başkalarının minnetinden çok kolaydır. Binâenaleyh O, rızık verenlerin en hayırlısı olmuş olur. 7) Başkası rızık verdiğinde, eğer Allahü teâlâ rızık verilene çeşitli duygulan ve o rızıktan istifâde edebileceği sıhhati, gözü ve selâmeti vermemiş olsaydı, onun sundan istifadesi mümkün olmazdı. Dolayısıyla gerekli faydanın tahakkuk edebilmesi çın, Allah'ın verdiği rızık başkalarınkinden önce olmuş olur ve başkalarının rızkı, Allah'ın verdiklerine bağlı olmuş olur. Fakat Allahü teâlâ'nın rızkı, hiçkimsenin rızkına muhtaç ve bağlı değildir. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın, rızık verenlerin en hayırlısı (Hayru'r-râzıkîn) olduğu ortaya çıkar. Mu'tezile şöyle der: "Bu ayet, şu üç şeye delâlet eder. a) Allahü teâlâ'nın kadir olduğuna... b) Allah 'dan başkasının da rızıklandırabileceğine ve mülk verebileceğine, çünkü eğer başkası da kudretli bir fail olmasaydı, ayetteki bu ifade doğru olmaz. c) Rızık olan şeyin, ancak helâller olduğuna. Çünkü ayetteki, "Rızık verenlerin en hayırlısı" ifadesi, o rızık verenlerin övüldüğünü göstermektedir?" Bunlara şöyle cevap verilir: "Kulun, kudret sahibi olduğunda münakaşa yoktur. Çünkü biz ehf-i sünnete göre, kudret artı sebeb, fiilin meydana gelmesinde müessirdir. Ve bu da istilzam (gerektirme) manasındadır. Üçüncü husus ise, lafzî bir münakaşa olup, bununla ilgili açıklamamız daha önce geçmişti. Cenâb-ı Hak "Sonra öldürülür veya ölürse (...)"buyurup bu iki sınıfın va'd bakımından eşit olduklarını bildirince, bazı kimseler, muhacirlerden cihadda ölenle, yatağında ölenin durumunun eşit olduğunu iddia etmişlerdir. Eğer onlar ayetin zahirinden bunu çıkarmışlarsa, ayetin zahirinde buna delâlet eden birşey yoktur. Çünkü bunların va'd bakımından aynı olduklarını söylemek, ne bir üstünlüğe, ne de bir eşitliğe delâlet etmez. Bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın mü'minleri birlikte zikredişinin, böyle birseye delâlet etmemesi gibidir. Yok eğer bu iddiada olanlar, bunu başka bir delilden çıkarmışlarsa, o başka. Çünkü Enes (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Allah yolunda öldürülen ve öldürülmeksizin, Allah yolunda ölen kimseler, hayır ve mükafaat bakımından ortaktırlar" ortaklık, eşitliği ihsas ettirir. Aksi halde bunların özellikle zikredilmelerinin bir faydası kalmaz. Şu da rivayet edilmiştir: Bir gurup sahabe: "Ey Allah'ın Resulü şunlar şehid olup gittiler. Allah'ın onlara ne hayırlar verdiğini biliyoruz. Biz de tıpkı onlar gibi seninle birlikte cihâd ediyoruz. Binâenleyh seninle birlikte ölürsek, bize ne var?" dediler. İşte bunun Üzerine Allah bu iki ayeti indirdi. Dolayısıyla bunlar, bir eşitliğin olduğuna delalet eder. Çünkü onlar ücretlerinin miktarlarının ne olduğunu sormuş olduklarına göre, ayetten eşitlik manası anlaşılmayacak olsa, ayetin verdiği cevab, tam bir cevab olmamış olur. Allah onların meskenlerini'de "O, her halde bunları hoşnud olacakları bir yere sokacaktır. Muhakkak ki Allah alim ve halimdir." Buyurarak anlatmıştır. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele var: "Müdhal" kelimesi, "if'al" babından mimin zammesiyle böyle okunmuştur. Binâenaleyh bunu, mimin fethası ile "Medhal" şeklinde okuyanlara göre de, yer manası kastedilmiştir. Allah Yolunda Olanların Mükâfatı Onların hoşnud olacakları yerin eğriliği, büğrülüğü, pürüzü, çatlaklığı bulunmayan ve yetmişbin kanat kapısı olan, bembeyaz inciden, çadır (şeklinde bir ev) olduğu söylenmiştir. Ebul-Kasım el-Kuşeyrî şöyle der: "Bu, Allahü teâlâ'nın o kimseleri cennete, hiç bir sıkıntıya uğratmadan sokmasıdır." İbn Abbas (radıyallahü anh) da şöyle der: "Allahü teâlâ, onlar cennette, gözlerin daha önce görmediği, kulakların daha önce hiç duymadığı ve hiç kimsenin aklına hayaline gelmeyen şeyleri gördükleri için hoşnud olacaklar ifadesini kullanmıştır. Binâenaleyh onlar ondan hoşnud olmuşlar ve oradan ayrılmak istememişlerdir. Şu ayetler de bunun benzeridir. "hoşunuza gitmekte olan meskenler" (Tevbe, 24), "Razı olunan bir hayat" (Kâria. 7) "Razı olmuş ve razı olunmuş olarak, Rabbine dön (Ey nefis)" (Fecr, 27), ve "Adn cennetlerindeki hoş ve güzel evler ile Allah'dan olan rızâ, daha büyük (ve kıymetlidir)" (Enfal. 72). Eğer, "Muhakkak ki Allah alim ve halimdir" ifadesi ne demektir ve öncesi ile münasebeti nedir? "denilirse, biz deriz ki: "Bu "O, onların müstehak olduklarını hakkıyla bilir ve onlara onu fazlasıyla verir" manasına gelebileceği gibi, "O, onların hoşnud olacakları şeyi bilir ve bunu onlara cennette verir." manasına da gelebilir. "Halim" ile, "O, halim olduğu için, günah işleyenlerin cezasını hemen peşin vermez, aksine tevbe edebilmeleri ve böylece cenneti hakedebilmeleri için, onlara mühlet verir" manası kastedilmiştir. Hak teâlâ'nın "Bu böyledir. Kim kendisine yapılan ukubete (kötülüğe) misliyle karşılık verirse ve sonra yine zulüm ve tecâvüze maruz kalırsa Allah muhakkak ona yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, afvedici ve mağfiret edicidir" ifadesiyle ilgili birkaç mesele var: Bunun başındaki zalike (Bu) lafzının neye işaret olduğu hususunda yine bu sûredeki aynı lafızlar hakkında yapılan açıklamalar aynen yapılmıştır. Zeccâc buna: "Bu, yani öldürülen veya ölen muhacirlerle ilgili olarak sana bildirdiğimiz va'di yerine getirme işi" manasını vermiştir. Ayetteki bu ifade, "Kim, kendisine karşı savaşanla savaşır, sonra da o hicret etmeye, vatanından ayrılmaya mecbur etmek suretiyle ve savaşı ilk başlatarak, savaşan bu kimseye tecâvüzde bulunulmuş olursa" manasınadır. Mukatil şöyle der: Bu ayet, Muharrem'in son iki gününde müslümanlarla karşı karşıya gelen ve birbirlerine şöyle diyen bir kısım müşrik hakkında nazil olmuştur: "Muhammed Ashabı, haram aylarda savaşmayı kerih görürler. Dolayısıyla onlara hücum edelim." Bunun üzerine müslümanlar, müşriklerden haram aylarda oldukları için savaştan vazgeçmelerini istemişlerdir. Ama müşrikler buna aldırmayıp savaşmışlardır. Onların müslümanlar üzerine bağyi (zulüm ve tecavüzü), işte budur. Müslümanlar (mecburen) onlara karşı koymuş ve böylece ilahi yardıma mazhar olmuşlardır. O müslümanların kalblerine, haram aylarda savaşma hususunda çeşitli düşünceler gelmiştir. İşte bunun üzerine, Cenâb-ı Hak bu ayeti indirerek, onları bağışladığını bildirmiştir. Burada şöyle birkaç soru sorulabilir: Birinci soru: Ayetin, kendinden öncekilerle münâsebeti nedir? Cevab: Allahü teâlâ sanki, "Benim, âhirette bu va'di onlara vermenin yanısıra, dünyada iken de haksızlık edenlere karşılık onlara yardım da yaparım" demek istemiştir. İkinci soru: Bu ifade sadece muhacirlerle mi, yoksa onlarla birlikte diğer bütün mü'minlerle mi ilgilidir? Cevab: Doğruya en yakın olanın, bunun her iki gurupla da ilgili olmasıdır. Çünkü daha önce her iki gurubtan da bahsedilmiştir. Allahü teâlâ bunu "Allah muhakkak ona yardım eder" beyanıyla anlatmıştır. Halbuki öldürüldükten ve öldükten sonra, artık bunun dünyada olması mümkün değildir. Üçüncü soru: Ayetteki ukubet ceza ile ne murad edilmiştir? Cevab: Bu hususta şu iki izah yapılmıştır: a) Bununla Mekke müşriklerinin, Mekke'den hicret edenlere karşı, peşlerine düşmek ve bazılarını engelleyip geri çevirmek gibi yaptıkları işler kastedilmiştir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, kim o kâfirlere kendisine yapılanı aynen yaparsa, onlara karşı ona yardım edeceğini beyan etmiştir. Bahsedilen bu yardım da ayeti kısas manasına değil de, kâfirlerle savaşma manasına alanların görüşünü güçlendirir. Çünkü ayetin zahiri, ancak bu manaya uygundur. b) Ayet, kısas ve yaralamalar hakkında olup, Medenî'dir. Bu, Dahhâk'ın görüşüdür.. Dördüncü soru: Onların ilk olarak yaptıkları niçin ukubet (karşılık-ceza) diye nitelendirilmiştir? Cevab: Bununla ikincisi arasında olan münasebetten ötürü, birincisine ukubet ismi verilmiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Kötülüğün karşılığı, ona denk bir kötülüktür"(Sura,40) ve "Münafıklar Allah'a oyun etmek İsterler. Halbuki O, onların oyunlarını başlarına geçirendir" (Nisa, 142) ayetlerinde olduğu gibidir. Beşinci soru: Cenâb-ı Hakk'ın "Hiç şüphesiz Allah, afüvv ve gafurdur" ifadesinin, kendinden önceki ifadelerle münasebeti nedir? Cevap: Bu hususta şu izahlar yapılabilir: 1) Cenâb-ı Hakk, haksızlığa uğrayan kimseyi, "Fakat kim afveder, barışı sağlarsa mükafaatı Allah'a aittir" (Şura, 40), "... sizin bağışlamanız takvaya daha yakındır" (Bakara, 237) ve "Bununla beraber kim sabreder, örter (bağışlar) sa işte bu, şüphesiz ve elbet azm olunacak işlerdendir" (Şura, 43) ifadeleriyle, haksızlık yapanı afvetmeye teşvik etmiştir. Binâenaleyh o bu (mendûb) işi yerine getirmezse, bu o zaman bir tür kötülük olur. Buna göre Cenab-ı Hak sanki, "Ben senin yaptığın bu kötülükten meydana gelen günahını afvettim. Çünkü bu hususta mendûb olanın yanında, ötekini sana yapılanın mislini yapmaya müsade eden de benim" demek istemiştir. 2) Allah (c.c) her ne kadar haksızlık edene karşı, haksızlığa uğrayan kimseye yardım etmeyi tekeffül etmiş ise de, ancak ne var ki O, bunun yanısıra kişiye daha evlâ olan bağışlamayı, afvetmeyi de teklif etmiştir. Böylece Cenâb-ı Hak, bu iki sıfatı da açıklamış olur. 3) Cenâb-ı Hak (c.c) afv ve mağfiret kelimesini zikretmek suretiyle, kendisinin cezalandırmaya da kadir olduğuna işarette bulunmuştur. Çünkü, bu sıfatlarla ancak, bu sıfatların zıddına kadir olan kimse vasfedilebilir. Altıncı soru: Cenâb-ı Hakk'ın "Bu böyledir. Çünkü Allah, geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar" ifadesinin kendinden önceki ifadelerle münasebeti nedir? Cevap: Buna şu iki açıdan cevap verilebilir: 1) Zâlikeyani, "Bu yardım işi, kendisinin kadir olması sebebiyledir. O'nun, gece ve gündüzün yaratıcısı ve onlarda dilediği gibi tasarruf edici olması da, O'nun çok üstün kudretinin delillerindendir. Binâenaleyh O'nun, o gece ve gündüz içinde cereyan edenleri bilmesi ve onlara kadir olması gerekir. Durum böyle oluncada o, ona yardıma kadir olur ve bunu yapar da" demektir. 2) Bununla, "Cenâb-ı Hakk'ın böyle bir yardıma kadir olmasının yanısıra, dünyada gece ve gündüzün birbirini izlemesi ve onların birbiri içine sokulması gibi, yaptığı şierle dünyada nimetler verir" manası kastedilmiştir. Yedinci soru: Gecenin gündüze, gündüzün geceye sokulması ne demektir? Cevap: Bu hususta şu iki izah yapılmıştır: 1) "Güneşin batmasıyla, bu karanlık o ışığın yerini; güneşin doğması ile de, o ışık bu karanlığın yerini alır" demek olup, bu tıpkı bir evin, kandille aydınlanması kendil bulunmadığı zaman da, karanlık olmasına benzer. 2) Cenâb-ı Hak (c.c) bu ifade ile, onların birinin müddetini uzatıp diğerini kısalttığını kasteder. Sekizinci soru: Cenâb-ı Hakk'ın "Gerçekten Allah, semî ve basirdir" ifadesinin kendinden önceki ifadelerle münasebeti nedir? Cevap: Bununla, "O, başkasının kadir olamadığı şeylere kadir olduğu gibi, duyulan ve görülen şeyleri de bilir, kuşatır. Binâenaleyh, bu hususta O'na engel olabilecek yoktur" manası kastedilmiş olup, bu görülen ve duyulan (yasak) şeyleri yapmaya yeltenmekten, sakındırma gibidir. Dokuzuncu soru: Ayetteki "Bu böyledir. Çünkü Allah hakkm tâ kendisidir" cümlesinin manası ne demektir? ve bunun daha öncekilerle münasebeti nedir? Cevap: Bu hususta şu iki izah yapılmıştır: 1) Bununla: "Bu şeylere kadir olmaya dair geçmiş olan o vasıf, Allah'ın hak olmasından dolayı tahakkuk etmiştir" manası kastedilmiş olup bu da, "O, değişmesi zeval bulması imkansız olan ve zâtı gereği var olan bir varlıktır. Binâenaleyh, hiç şüphesiz ki, O va'dini ve vaidini yerine getirir" demektir. 2) "O'na yapılan ibadetler haktır. O'ndan başkasına yapılan ibadetler ise batıldır" demektir.Bu."Sizin beni kendisine davet ettiğinizin dünyada da, ahirette de muhakkak ki hiçbir daveti yoktur"(Mümin, 43) ayeti gibidir. Onuncu soru: Cenâb-ı Hakk'ın "Şüphesiz ki Allah, yücedir, çok büyüktür" ifadesinin kendinden öncekilerle münasebeti nedir? Cevap: "el-Ali" kelimesi, "mağlup edilemeyen, kahir ve muktedir" demektir. Böylece Cenâb-ı Hak bu ifadesiyle kendisine ibadet etmeye teşvik etmek, başkasına ibadetten men etmek için, zarara ve faydaya, kendisi dışında tapınılanların değil de, ancak kendisinin kadir olduğuna dikkat çekmiştir. "el-Kebîr" kelimesine gelince bu, "kudret ve saltanatında azim, büyük ulu olan odur" demek olup, bu da O'nun kudretinin mükemmeliğini ifade eder. Cenâb-ı Hakk'ın "Allah muhakkak ona yardım eder" ifadesine gelince, bu gaybtan haber vermedir. Çünkü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu şeyleri, Cenâb-ı Hak nasıl bildirmisse öylece bulmuştur. Binâenaleyh bu da bir mucize olmuş olur. Şafii (r.h) şöyle der: "Yakan kimseyi yakarız, boğanı boğarız" Ebu Hanife (r.h) ise, "Hayır kılıçla öldürülür" demiştir. Şafii (r.h), bu ayetle şu şekilde istidlal etmiştir: "Çünkü Allahü teâlâ, mazluma kendisine yapılan haksızlığın misliyle mukabele ve muamele de bulunması için müsade etmiş ve bu hususta da ona yardım va'detmiştir." Nafi ve İbn Amir, hem burada hem Lokman, Mü'minûn ve Ankebût sûrelerinde, tâ ile (......) şeklinde okurlarken, İbn Kesir ve Ebu Amr, bu fiili bu ayetlerde, haber cümlesi olarak yed'ûne şeklinde okurlar. Çünkü Arablar, bazan hitabtan gaibe bazan da gâibten hitaba geçerler (iltifat). 63Âyetin tefsiri için bak:66 64Âyetin tefsiri için bak:66 65Âyetin tefsiri için bak:66 66"Görmedin mi, Allah gökten su indirir: yeryüzü yemyeşil oluverir. Şüphe yok ki Allah çok lütufkârdır. Hakkıyla haberdardır. Göklerde ne var, yerde ne varsa, O'riundur. Gerçekten, Allah müstağnidir, bihakkın hamde ancak kendisi layıktır. Görmedin mi, Allah yerde ne varsa, onları, ve emriyle denizde akıp gitmekte olan gemileri sizin hizmetinize vermiştir. Semâyı, izni olmadıkça yerin üzerine düşmekten o tutuyor. Şüphe yok ki, Allah insanları çok esirgeyicidir, çok merhametlidir. O, size hayat veren, sonra sizi öldürecek daha sonra da yine diriltecek olandır. Gerçek şu ki insan, çok nankördür". Bil ki Allahü teâlâ gece ve gündüzü meydana getirip, bunların müddetlerini sürekli olarak değiştirmesi gibi işleriyle, daha önce kudretine işarette bulunup, böylece de nimetlerine dikkat çekince, bunun peşinden kudret ve nimetine delâlet eden diğer ifadeleri getirmiştir ki bunlar altı tanedir. Birincisi: Cenâb-ı Hakk'ın "Görmedin mi, Allah gökten su indirir, yeryüzü yemyeşil oluverir" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Alimler, "görmedin mi?" tabiri ile ilgili olarak şu üç izahta bulunmuşlardır: 1) Bununla, gerçek anlamda görmek kastedilmiştir. Çünkü gökten inen yağmur su gözle görülür. Yine yeryüzündeki bitkilerin yemyeşil olması da görülen bir durumdur. Binâenaleyh, ifadeyi hakiki manaya hamletmek mümkün olduğunda, bunu yapmak daha uygunolur. 2) İstifham kabul edilerek bununla, "Sana haber verilmedi mi, bildirilmedi mi?" manası kastedilmiştir. 3) Bununla, "Bilmedin mi?" manası kastedilmiştir. Birinci görüş, zayıftır. Çünkü su, yağmur, her ne kadar gözle görülür bir şey ise de, ne var ki Allah'ın, gökyüzünden o yağmuru indirici olması görülmez. Bunun böyle olduğu sabit olunca, bu ifadeyi "ilim" manasına almak gerekir. Zira, bu görmeden kastedilen ilimdir. Çünkü, görmeye ilim bitişmediğinde, o görme işi, adeta tahakkuk etmemiş gibi olur. Tıpkı, "sebzeli"ve "vahşi hayvanlı yer" (yeşillik yeşermiş) kelimeleri gibi, aynı vezinde şeklinde de okunmuştur. Burada şöyle birkaç soru sorulabilir: Birinci soru: Ayette niçin, beklendiği üzere mazi değil de, muzari buyurulmuştur? Cevap: Bu şöyle bir nükteden dolayıdır: Bu, o yağmurun eserinin, uzun bir süre devam ettiğini anlatmak içindir. Bu, senin tıpkı "Falanca bana, falan yıl, ikramda bulunmuştu. Şimdi ben de, sabah akşam ona teşekkür ediyorum" demen gibidir. Binâenaleyh, şayet sen "sabah akşam teşekkür ettim" demiş olsaydın, bu önceki ifadenin yerini tutmazdı. İkinci soru: Bu kelime, istifhamın cevabı olarak niçin mansûb değil de, merfû okunmuştur? Cevap: Şayet mansûb olsaydı, o zaman bu cümle kastedilenin aksini ifade etmiş olurdu. Çünkü bunun manası, yeşilliğin bulunduğunu söylemedir. Binâenaleyh, nasb ile okunmakla, bu mana yeşilliğin olmadığını söyleme haline dönüşmüş olur.Bunun misali de senin arkadaşına "Benim sana ikramda bulunduğumu görmedin mi? Gördün ki teşekkür ediyorsun" demen gibidir. Şayet sen "fe teşkure" şeklinde okuyacak olursan, sen onun teşekkür etmediğini, bu sebeple, kusur ettiğinden, onu şikayet ettiğini belirtmiş olursun. Ama, bunu merfû okursan, sen onun, teşekkür ettiğini ifade etmiş olursun. Üçüncü soru: Ebû Müslim'in dile getirdiği üzere niçin Allahü teâlâ bunu, öldükten sonra diriltmeye kadir olduğuna delil olarak getirmiştir? Cevap: Bu ifadenin bu manaya gelmesi muhtemel olduğu gibi, Cenâb-ı Hakk'ın bu ifadeyle yine, kudretinin büyüklüğüne o nimetinin bolluğuna dikkat çekmiş olması da muhtemeldir. Dördüncü soru: Ayetteki "Şüphe yok ki Allah, çok lütufkârdır. Hakkıyla haberdardır" ifadesinin daha önceki kısımla münasebeti nedir? Cevap: Buna birkaç bakımdan cevap verilebilir: 1) Cenâb-ı Hak, bu ifadesiyle kullarına merhamet ettiğini işte rahmetinden ötürü böyle yaptığını kullarının bundan büyük bir fayda elde ettiklerini kastetmiştir. Çünkü yeryüzü yemyeşil olup semâ da yağmur yağdırdığında bu, bütün çeşitleriyle, tüm canlıların yaşamasına bir sebep olmuş olur. "el-Habir" kelimesinin manası ise, "O, canlıların maslahatlarının miktarını bilir, ne fazla ne de eksik yapmaksızın, tam buna göre yapar" demektir. 2) İbn Abbas: "Allah, kullarının rızıklarını verme hususunda latif, onların kalblerindeki ümitsizliği bilme hususunda da habîrdir" manasını vermiştir. 3) Kelbî: "Allah, fiilleri hususunda latîf, mahlûkatının amelleri hususunda da habirdir" derken. 4) Mukâtil, "Allah bitkileri bitirmek suretiyle latif, mahlûkatının keyfiyetini bilme hususunda da habîrdir" demiştir. İkincisi, Ayetteki "Göklerde ne var, yerde ne varsa O'nundur. Allah, müstağnîdir, bihakkın hamde, ancak kendisi layıktır" cümlesinin ifade ettiği husus olup bu, "Herşey, kendisine boyun eğmiş ve O'nun onda tasarrufundan kaçınmamaktadır. O, herşeyden, hatta hamdedenlerin hamdinden bite müstağnidir. Çünkü O, zâtı gereği kâmildir. Zâtı gereği kamil olan ise, bütün hususlarda, kendisi dışında kalanlardan müstağnidir. Ancak ne var ki O, canlıları yaratıp, hikmeti gereği mutlaka yağmur yağdırıp, böylece de bitkiler bitirmesi gerektiğinden, onlara olan ihtiyacından dolayı değil, canlılara acımak ve onlara inamda bulunmak için, bütün bu şeyleri yaratmıştır. O'nun inamı, kendisine yönelik o bir fayda ve maksattan uzak olunca, hamdedilmeye müstehak ve layık olmuştur" demektir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak sanki, "Ben, her şeyden müstağni olduğum için, bütün bunları sırf lütufta bulunmak için yapıyorum. Böyle olan ise hamde müstehak olur. Binâenleyh, Benim kendisine hamdedilen olmam gerekir" demek istemiştir. İşte bundan dolayıdır ki O, "Gerçekten Allah, müstağnidir, bihakkın hamde, ancak kendisi layıktır buyurmuştur. Üçüncüsü, Ayetteki "Görmedin mi, Allah yerde ne varsa (...) sizin hizmetinize vermiştir"cümlesinin ifade ettiği husustur. Yani, "O size, yerde bulunan herşeyi boyun eğdirdi" demektir. Binâenaleyh, taştan daha katı, demirden de sert, ateşten daha heybetli hiçbir şey yoktur. Ama, o bütün bunları sizin emrinize vermiştir. Yeme, binme, üzerinde yük taşıma ve kendilerine bakmak suretiyle istifade etmemiz açısından, bütün hayvanları da size râm etmiştir. Binâenaleyh, şayet Cenâb-ı Hak (c.c) onca kuvvetlerine rağmen deveyi ve sığırı, en zayıf insanın bile, onlara hakim olup onlardan yararlanabilecek bir biçimde müsahhar kılmasaydı, bu bir nimet olamazdı. Dördüncüsü, Cenâb-ı Hakk'ın emriyle denizde akıp gitmekte olan gemileri" buyruğunun ifade etmekte olduğu husus. Doğruya en yakın olan, bu kelamın takdirinin, "Denizde hareket etmesi için, gemiyi de size ram kıldı" şeklinde olmasıdır. O'nun, gemiyi müsahhar kılmasının keyfiyyeti ise, suyu ve rüzgârı, onun hareket etmesi için müsahhar kılması itibariyledir. Binâenaleyh, şayet su ile rüzgâr bu vasıfta olmasaydı, gemi hareket edemez, tam aksine ya batar, ya durur, yahutda bozulup kırılırdı. Böylece Allah hem bununla, hem kendisinden gemilerin yapıldığı şeyi yaratmakla, hem de nasıl yapılacağını beyân etmek suretiyle, nimetine dikkat çekmiştir. Cenâb-ı Hak bu ayette "emriyle" ifadesini getirmiştir. Çünkü rüzgâr vasıtasıyla o gemiyi hareket ettiren kendisi olunca bu iş, mecazî olarak "O'nun emri" ne nisbet edilmiştir. Allahü teâlâ bu icraatı "emri"ne değil de, fiiline nisbet edebilir, Allah şöyle şöyle yaptı" diyebilirdi. Fakat "emri" ile olduğunu ifade etmek, tazim gayesini daha fazla hissettirir. Nitekim hükümdarlarda bu üslubu tercih edegelmişlerdir. Besincisi, Cenâb-ı Hakk'ın "Semayı, izni olmadıkça yerin üzerine düşmekten O tutuyor. Şüphe yok ki, Allah insanlara çok şefkatli, çok merhametlidir" ayetinin ifade ettiği husus. Bil ki, Önceki nimetler ancak bununla kemâle erer. Çünkü "semâ" meleklerin meskenidir. Binâenaleyh, hem kesif, hem de ağır olması gerekir. Böyle olan şeyin ise eğer bir mâni yoksa, mutlaka düşmesi gerekir. Bu delil, akta gelen şeylerin zahirine bina edilmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın ifadesine gelince, Kûfeliler, bu ifadenin takdirinin "düşmemesi için" şeklinde olduğunu söylerlerken Basralılar "düşmesinin uygun görülmemesinden ötürü" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Yapılan bu takdirler, kelamî bir meseleden dolayı olup, bu da irade etmenin veya istememenin ademe taalluk edip etmemesi meselesidir. İlgisi olmadığını söyleyenler, birinci tevili yapmışlardır. Buna göre mana, "O, o gökyüzünü düşmemesi, düşüp de, inam ettiği o nimetleri ibtal etmemesi için tutuyor" şeklinde olur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphe yok ki, Allah insanlara çok şefkatli, çok merhametlidir" cümlesine gelince, bu "hem dünyevî, hem dinî menfaatleri kapsayan bu nimetleri inam edenin lütfü, inam ve ihsanda, had noktaya varmıştır. O halde bu demektir ki o, raûf ve rahimdir" demektir. Altıncısı, "O, size hayat veren, sonra sizi öldürecek, daha sonra da, sizi yine diriltecek olandır. Gerçek şu ki insan çok nankördür" ayetinin ifade ettiği husus olup bu, "Kendisine bu işleri musahhar kılan ve ona bu nimetleri veren, onu dirilten zattır" demektir. Böylece Cenâb-ı Hak, ayetteki birinci diriltme ifadesiyle, biraz önce anlatılanlar muvacehesinde, dünyayı bize inam ettiğine, öldürme ve ikinci diriltme ifadeleriyle de, bize dinî nimetleri verdiğine dikkat çekmiştir. (Biz, yukarda anlatılanlar muvacehesinde dedik), çünkü Allahü teâlâ dünyayı, diğer halleri itibariyle, ahiret için yaratmıştır. Aksi halde bu şekilde bir nimet vermenin bir manası olmazdı. Bu şu şekilde de izah edilebilir: Şayet ahiret işi olmasaydı, ziraatin, onun külfetlerine katlanmanın, hayvanlara binmenin, onları kesmenin vs. şeylerin bir anlamı olmazdı. Tam aksine Cenâb-ı Hak, ekme ve sulama külfeti olmaksızın, onu vasıtasız yaratırdı. Allah, sayesinde dinî konularda ibret alınsın diye, sünnetini bu şekilde icra etmiştir. Cenâb-ı Hak bu nimetlerini detaylı bir biçimde anlatınca, "Hakikat şu ki insan, çok nankördür" buyurmuştur. Bu tıpkı kişinin, çocuğuna yaptığı lütuf ve ihsanlarını, teker teker dile getirip sonra da onu, küfrân-ı nimetten men etmek ve teşekküre sevketmek için, "çocuk, babasının lütuf ve ihsanlarına karşı ne kadar da nankördür)" demesi gibidir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak bu ifadeyi kafirler hakkında getirmiş, böylece onların bu nimetleri ellerinin tersiyle ittiklerini, nankörlük ettiklerini ve nimetlerin durumu apaçık olmasına rağmen, o nimetleri yaratanı tanımadıklarını beyân buyurmuştur ki, bu ifadenin bir benzeri de, "Kullarımdan (hakkıyla) şükreden azdır" (sebe, 13) ayetidir. İbn Abbas (radıyallahü anh) Bu ayette geçen "İnsan" ile kâfir olan kişi kastedilmiştir" derken, yine o "Burada bahsedilen insan, el-Esved İbn Abdilesed, Ebu Cehl, el-As ve Ubeyy İbn Haleftir" demiştir. Ama bütün münkirleri içine atması düşüncesiyle birinci izah, yani genel anlamı ifade ettiği tercihe daha şayandır. 67Âyetin tefsiri için bak:69 68Âyetin tefsiri için bak:69 69"Biz her ümmete tutacakları bir ibadet yolu gösterdik. O halde emirde seninle asla münazaa etmesinler. Sen Rabbine davet et. Çünkü sen, şüphesiz dosdoğru bir hidayet üzerindesin. Eğer seninle mücadele ederlerse de ki: "Allah, yapmakta olduğunuzu çok iyi bilendir. Hakkında ihtilaf edegeldiğiniz şeylere ait hükmünü aranızda, Allah kıyamet günü verecektir" (Hac, 67-69). Bil ki Cenâb-ı Hak, biraz önce nimetlerinden bahsedip ve kendisinin, işlerinde kafir olup şükretmeyenler olsa bile, kullarına karşı raûf ve rahim olduğunu beyân edince, bunun peşinden, mükellef tutmak suretiyle verdiği nimetleri zikrederek "Biz her ümmete tutacakları bir ibadet yolu gösterdik" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Bu ifadenin başından vâv hazfedilmiştir. Çünkü bu ifadenin, kendinden öncekilerle münasebeti yoktur. Dolayısıyla, hiç şüphesiz atıf harfi hazfedilmiştir. Mensek kelimesiyle alakalı olarak şu görüşler ileri sürülmüştür: a) İbn Abbas: "Bununla, kurban kestikleri bayram kastedilmiştir" derken, b) Mücahid: "Bununla, kurbanların kendisi kastedilmiştir Çünkü bu lafız, kurbanlar için kullanılır" demiştir. c) Bununla, ibadetleri edâ etmek için alışmış oldukları, belirli mekân vea belirli zaman kastedilmiştir. d) Bu kelime, "şeriat" ve "yol" demektir. Bu görüş de, Atâ'nın rivayetine göre İbn Abbas'a ait olup, Kaffal'in tercih ettiği görüştür ki bu, "Sizden herbiriniz için bir şeriat, bir yol tayin ettik" (Maide, 48) ayetinden dolayı doğruya en yakın olanıdır. Bir de, bu kelime ibadet manasına gelen nüsük kelimesinden alınmıştır. Binaenaleyh, bu ifade her türlü ibadeti içine aldığına göre, onu tahsis etmenin anlamı yok. İmdi şayet, "keşke siz bu kelimeyi, "kesmek boğazlamak" manasına alsaydınız. Çünkü örfe göre, bu kelimeden, boğazlamak, kesmek anlamı kastedilir. Ve yine, keşke siz, bu kelimeyi, "ibadet yeri ve zamanı" manasına alsaydınız" denilirse, birincisine şu şekilde cevap veririz: Biz, bu kelimenin örfe göre "kesme" manasına tahsis edilmiş olduğunu kabul etmiyoruz. Bunun delili, hac'da yapılan diğer şeylerin de, "menâsik" diye vasfedilmiş olmalarıdır. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "ibadetlerinizi benden alınız, öğreniniz" Müslim, Hacc, 310 (2/943); Keşfu'l-Hafa 1/379 buyurmuştur. İkincisine de şu şekilde cevap verebiliriz: Ayetteki buyruğundan maksad "ibâdet yeri, ibâdet zamanı" manasından çok, "ibâdetin kendisi" manasına daha uygun düşer. Bir takım kimseler, bu ifade ile Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında, meselâ Yahudi ve Hristiyanlar gibi, bir şeriata tutunan, ona bağlanan kimselerin kastedildiğini iddia etmişlerdir. Ama bununla ister izleri kalsın isterse kalmasın, bütün ümmetlerden ibadet eden herkesin eşit olarak kastedilmiş olmaları imkansız değildir. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın ifadesi, şu anda İbadet etmeseler dahi, o ümmetleri vasfeder gibidir. Cenâb-ı Hakk'ın O halde, emirde seninle asla münazaa etmesinler" buyruğuna gelince, bu kelime (yenzianneke) şeklinde de okunmuştur. Bu okuyuşa göre mana, "Dininde sebat et ki, onlar seni dininden ayırmak için, bu hususta tuzak kurabileceklerini ummasınlar" şeklinde olur. Bu kelimenin şeklindeki okunuşuna göre, bu hususta da, şu iki izah yapılabilir: a) Zeccac'a göre bu, onları münazaa etmekten bir nehivdir. Bu tıpkı senin "onunla dövüşme" manasında "Falanca, seninle dövüşmesin" demek gibidir. b) Bununla, "onların sana uymaları ve sana muhalefet etmemeleri gerekir. Çünkü, şu anda iş, senin şeriatına göre ve senin şeriatının, kendisi dışında kalan her şeyi -esnetmiş olması hakikati üzerine dayanmıştır" manası kastedilmiştir. Böylece Cenâb-ı Hak sanki geride kalan bütün ümmetleri, adetleri üzere kalmaktan, örflerini sürdürmekten nehyetmis, onları Hazret-i Peygamber'e uymaya mecbur etmiştir. İşte bundan dolayı, "Sen, Rabbine davet et" buyurmuştur. Yani, Bu çağrını, herkese yap; herhangi bir ümmete tahsis etme. Çünkü, onların hepsi senin ümmetindir. Binâenaleyh onları şeriatına davet et. "çünkü sen, şüphesiz dosdoğru bir hidayetin tâ üzerindesin " demektir. Ayette geçen hudâ" kelimesiyle, dinin bizzat kendisinin kastedilmesi muhtemel olduğu gibi, dinin delillerinin kastedilmiş olması da muhtemeldir ki, bu daha evlâdır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Onları bu dine çağır. Çünkü sen, delil bakımından apaçık bir yol üzerindesin" demek istemiştir. İşte bundan dolayı da "Eğer seninle mücadele ederlerse" buyurmuştur. Bu, "şayet onlar, bu delillere nazar etmekten, onları incelemekten çekişme, karşı koyma ve örflerine bağlanıp kalma yoluna dönerlerse, sana gerekli olan şeyi beyan ettim ve ortaya koydum.Bu şeyde senin, "Allah, yapmakta olduğunuzu çok iyi bilendir" demendir. Çünkü delilleri izah etmenden sonra geriye, kabul edenler için cennet ve mükafaat ile; reddedenler için cehennem ve cezası arasında dönüp dolaşan kıyametin hükmüne dair bir vaid ve sakındırma kabilinden olan böyle bir söz söylemen kalmıştır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak "Hakkında ihtilaf edegeldiğiniz şeylere ait hükmünü aranızda, Allah kıyamet günü verecektir" O zaman da sizler, hakkı batıldan ayırdedip anlamış olacaksınız" buyurmuştur. Allah en iyisini bilendir. 70Âyetin tefsiri için bak:72 71Âyetin tefsiri için bak:72 72"Bilmedin mi ki Allah, gökte ve yerde ne varsa bilir. Bu muhakkak, bir kitabtadır. Gerçekten bu, Allah'a göre pek kolaydır. Onlar, Allah'dan başka hakkında hiçbir hüccet indirmediği, kendilerinin dahi bir bilgilerinin bulunmadığı şeylere taparlar. O zalimlerin hiçbir yardımcısı yoktur. Karşılarında açık açık ayetlerimiz okunduğu zaman, o kâfirlerin suratlarında, İnkâr (alâmetlerini) görüp tanırsın. Kendilerine, ayetlerimizi okuyanlara nerdeyse saldırıverecek olurlar! De ki: "Şimdi bundan daha çok kötü bir şeyi haber vereyim mi? Ateştir! Allah bunu, o küfür edenlere va'detmiştir. O, ne kötü bir mercidir". Bil ki Allahü teâlâ, biraz önce, "Allah kıyamet günü, aramızda... hükmünü verecektir" buyurunca, bunun peşinden, Kendisinin herkesin hak ettiği şeyi bildiğini ve onların arasında hükmetmek için kendisinden sudur eden bu hükmün zulüm ile değil, adaletle sadır olduğunu bildiren ifadeyi getirmiş ve peygamberine, "Bilmedin mi ki Allah, gökte ve yerde ne varsa bilir" demiştir. Burada birkaç mesele vardır. "bilmedin mi?" diye başlayan cümle, istifham lafzıyla getirilmiş olan bir ifade olup, ancak ne var ki bu peygamberin kalbini bir takviye, ona va'dde bulunma ve, her türlü fiillerinin Allah katında mahfuz ve malûm olup, Allah'dan gizli kalmayarak unutulmayacağını bildirmek suretiyle de, kâfirleri tehdit etmek manasındadır. Diğer kullar da kastedilerek, hitâb, Hazret-i Peygambere yapılmıştır. Birde, risâlet Allahü teâlâ'nın her türlü malûmatı bildiğini o peygamber bildikten sonra sabit olur. Çünkü, eğer bu sabit olmamış olsaydı, o peygamberin doğruyu yalanla karıştırması mümkün olurdu. Bu durumda da, mucizeler izhâr etmek, peygamberin sıdkına delil olmazdı. Hal böyle olunca da, peygamberin işte bu hususu bilmemesi imkansız olur. Binâenaleyh ayetteki bu hitabın, peygamberin yanısıra başkalarına da olduğu sabit olmuş olur. Cenâb-ı Hakk'ın "Bu muhakkak, bir kitabtadır" ifadesine gelince, bu hususta şu iki açıklama yapılmıştır: 1) Ebu Müslim'in görüşü olup, buna göre "kitab"ın manası, "korumak, muhafaza etmek, zabt u rapt altına almak, bağlamak" şeklinde olur. Nitekim sen, deriden olan su kabını dikip, böylece de içindekini muhafaza ettiğinde dersin. Binâenaleyh, hem bunun; hem de "kitâb" in insanlar arasındaki manası, "muamelelerini muhafaza edip korumak"tır. Hak teâlâ'nın, "Bu muhakkak ki bir kitabtadır" ifadesi de "bu, o kitabta mahfuzdur, kayıtlıdır" manasındadır. 2) Cumhurun görüşüne göre, göklerde ve yerde meydana getirdiği herşeyi Allah, levh-i mahfuz'da yazmıştır. Cumhur bu görüşün daha evla olduğunu ileri sürerek şöyle demişlerdir: "çünkü birinci görüş, iştikak ettiği kelimeye nazaran her ne kadar ooğru ise de, lafzı bilinen meşhur manasına hamletmek gerekir. "Kitab"ın, kendisine bir takım şeyler yazılı olan şey manasına olduğu malumdur. Binâenaleyh onu bu manaya hamletmek daha evladır. Eğer, "Bu, Allah'ın ilminin o kitabtan elde edildiği vehmini verir. Bir de "Bu kitabın zikredilmesinin hikmeti nedir?" denilirse, birinci hususa şöyle cevap veririz: O şeyleri, vücuda gelen bütün eşya ve hadiselere tam uygun bir şekilde o kitaba yazmak, Hak teâlâ'nın ilmi konusunda, bu yazmaya ihtiyacı olmadığını gösteren delillerin başında yer alır. İkincisine de şöyle cevap verebiliriz: Melekler o kitaba nazar edip, sonra da hadiselerin, varlık âlemine orada yazılı olana uygun olarak girdiklerini görünce bu, o melekler için Hak teâlâ'nın herşeyi bildiğine dair bir başka delil olmuş olur. Ayetteki "Gerçekten bu, Allah'a göre pek kolaydır" cümlesi, "O'nun, hepsi de gayb alemine ait şeyler olmasına rağmen, bütün hadiseleri kaydetmiş olduğunu ifade eder. Bu ise, mahlukların yapması, imkansız olan işlerdendir. Fakat Allah'ın bunların olmasını dilediği anda onların vücuda geldiğini bildirmek için Allahü teâlâ böylece ifade buyurmuş, "kolaydır" demiştir. Amma biz biliriz ki bu kelime biz insanlar hakkında işin bize ağır veya kolay gelmesini ifade etmek için kullanılır ve Allahü teâlâ, böyle şeyden münezzehtir. Şirk Nakil ve Akil Delilden Mahrumdur Daha sonra Allahü teâlâ, onca büyük nimetlerine ve alabildiğine açık delillerine rağmen, kâfirlerin yaptıkları şeyi anlatarak "Onlar, Allah'dan başka hakkında hiçbir hüccet indirmediği, kendilerinin dahi bir bilgilerinin bulunmadığı şeylere taparlar" buyurmuş ve böylece onların Allah'dan başkasına tapmalarının ne nakli bir delile -ki bu, ayetteki "(Allah'ın) hakkında hiçbir hüccet indirmediği" ifadesinden anlaşılmaktadır- ne de akli delile dayanmadığını gösterir -ki bu da ayetteki "Kendilerinin dahi bir bilgilerini bulunmadığı şeyler" ifadesi ile anlatılmaktadır-. Durum böyle olmayınca, bu taklidden, cehaletten veya bir şüpheden kaynaklanmış olur. Dolayısıyla bu durumdaki her söz ve görüşün, bâtıl olması gerekir. Bu sebeble, işte bu açıdan bu ifade kâfirin bazan kendisinin kâfir olduğunu bilmese bile kâfir olduğuna delâlet eder. Bu aynı zamanda, taklidin de kötü olduğunu gösterir. Ayetteki "Zalimlerin hiçbir yardımcısı yoktur" ifadesi ile ilgili olarak şu iki izah yapılmıştır: a) "O kâfirler için, bu dünyada bazan yardım gördükleri gibi, ahirette Allah'dan onlar için intikam alacak hiç kimse yoktur." b) "Onların inkârlarını haklı gösterecek, delilden bir yardımcıları yoktur. Çünkü deliller, ancak hak (gerçek) için bulunur." Mu'tezile, şefaatin olamayacağına bu ayeti delil getirmiştir. Bu husustaki görüşümüz malumdur. Hak teâlâ "Karşılarında, yani biraz önce bahsi geçen zalimlere açık açık ayetlerimiz okunduğu zaman" buyurmuştur. Buradaki "ayetler" ile, Kur'ân kastedilmiştir. O ayetler akli delilleri ve hükümlerin izahını ihtiva ettikleri için, Cenâb-ı Hak onları "açık açık ayetler" diye tavsif etmiş, cehaletlerine rağmen, dikkatleri delillere çekilip, kendilerine mucizeler gösterildiğinde yüzlerinde inkâr alâmetlerinin göründüğünü bildirmiştir. Yüzlerinde görünen inkâr alâmetleri ile, yüzlerinde öfke ve kızgınlık alâmetlerinin belirmesi kastedilmiştir. Keşşaf Sahibi şöyle der; "Münker, sataşmaktan, kızmaktan, geçimsizlikten ve inkârdan ötürü, yüzde beliren çok kötü şekillerdir. Bu tıpkı, "mükrem" kelimesinin, masdar manasına gelmesi gibidir. Ayetteki ta'rifu (bilirsin) fiili, meçhul olarak tu'refu (bilinir) şeklinde de okunmuştur. Müfessirlerin, bu ifade hususunda çeşitli açıklamaları vardır: 1) Kelbî: "Sen onların yüzlerinde, Kur'ân'dan hoşlanmadıklarının işaretlerini görürsün" der. 2) İbn Abbas (radıyallahü anh): "Sen onların yüzlerinde, zorbalık ve kibir emareleri görürsün" der. 3) Mukatil: "Onlar Kur'ân'ın Allah'dan olduğunu inkâr ettiler" manasını verir. Hak teâlâ'nın "Onlar, neredeyse saldırıverecek olurlar" ifadesi ile ilgili olarak, Halil, Ferra ve Zeccac şöyle demişlerdir: " 'Satv' kıskıvrak yakalamak, üzerine çullanmak demektir. Buna göre mana, "o kafirler, hitab olundukları o ayetleri alabildiğine inkâr ettikleri için, sanki onu okuyanı yakalayıp, çullanmak isterler" şeklindedir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, kafirlerin peygamberlere ve mü'minlere karşı diretip isyan ettiklerini nakletmiş. Sonra da Resulüne o kafirlere ilâhi tehdidi bildirmesini emrederek "De ki: "Şimdi bundan daha çok kötü bir şeyi haber vereyim mi? Ateştir" buyurmuştur. Keşşaf Sahibi şöyle der: "Ayetteki ifadesi, "Sizin, insanlara öfkelenmeniz ve onlara sataşmanızdan", yahut da Size okunan ayetlerden dolayı, olan hoşnutsuzluğunuzdan ve can sıkıntınızdan daha kötü" demektir. O halde, ayetteki bu ifadeyle ilgili olarak şu iki izah yapılabilir: a) Bu, "Kötü fiilleriniz sebebiyle, kendinizi içine attığınız o cehennem ateşi, bu ayetler okunduğunda yüzünüzde beliren o öfke ve sıkıntınızdan daha ileridedir" demektir. b) Bu, sizinle mücâdele eden kimselere yapmayı düşündüğünüz şeylerden, daha şiddetlidir. Çünkü sizin onlara yapabileceğiniz en ileri şey, öldürmektir. Ama bunun neticesinde onların varacağı yer cennettir. Siz İse, bu yüzden, kurtuluş olmayan o ebedi cehenneme gireceksiniz. Ayetteki, "en-Nâr" kelimesinin i'rabı hakkında, Keşşaf sahibi şöyle der: "Bu, mahzûf bir mübtedâ'nın haberi olarak merfûdur. Buna göre sanki birisi, "Bundan daha kötüsü nedir ki?" demiş ve buna cevaben, "O cehennemdir" takdirinde, (......) denilmiştir. Bu "ihtisas"dan ötürü, nasb ile (......) ifadesinden bedel olarak da cerr ile de okunur." Hak teâlâ sonra, küfürleri üzere ölmeleri halinde o kafirlere va'dettiği şeyi de, "O ne kötü bir varış yeridir!" diye beyân buyurmuştur. Keşşaf sahibi şöyle der: "Ayetteki (......) ifadesi, müste'nef bir cümle olabileceği gibi, (......) (cehennem) kelimesinin mübtedâ, bunun onun haberi olması da muhtemeldir. 73Âyetin tefsiri için bak:74 74"Ey insanlar size bir misal getirildi. Şimdi onu dinleyin: Allah'dan başka "taptığınız şeyler, bir sinek bile yaratamazlar, hepsi bu iş için biraraya gelseler de... Eğer sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri de alamazlar! isteyen de âciz, istenen de... Onlar Allah'ın kadrini hakkıyla ölçemediler. Şüphe yok ki Allah kâmil kuvvet sahibidir ve mutlak gâlibtir". Bil ki Allahü teâlâ biraz önce ve kâfirlerin, Allah'dan başka hakkında ne bir delilleri, ne de bir bilgileri olmayan şeylere taptıklarını beyan buyurunca, bu ayette de onların görüşlerinin bâtıl olduğunu gösteren delillere yer vermiştir. Ayetteki "Bir misal getirildi" deyimi ile ilgili şöyle birkaç soru vardır: Birinci soru: Cenâb-ı Hakk'ın getirdiği (bildirdiği) şey, bir misal değildir. Binâenaleyh onu niçin, misal (mesel) diye nitelemiştir? Cevab: Ekseri mesellerde, enteresan ve hoş bir nükte (incelik) bulunduğu için, böyle olan her söz "mesel" olarak adlandırılabilir. İkinci soru: Ayetteki, "misal getirildi" ifadesi geçmişi anlatan bir ifadedir. Halbuki Cenâb-ı Hak, bunu şu anda yapmaktadır? Cevab: Söylediği şeyler, daha önce bilinmekte olan şeyler olduğu için, böyle söylemesi caizdir ve bu şekilde söylemesi, daha önce geçmiş bir işi anlatma gibi olur. Hak teâlâ'nin "Şimdi onu dinleyin" buyruğu "Onu hakkıyla düşünün, ondan ibret alın" demektir. Çünkü sırf dinleme fayda vermez. Fayda veren şey, aynı zamandan onu düşünüp, ondan ibret almaktır. Bil ki sinek, son derece güçsüz ve ehemmiyetsiz olduğu için, Cenâb-ı Hak bunu, kafirlerin görüşlerinin batıl oluşuna şu iki açıdan delil getirmiştir: 1) Ayetteki "Allah'dan başka taptığınız şeyler, bir sinek bile yaratamazlar, hepsi bu iş için biraraya gelseler de" ifadesiyle. Bu ifade hem yâ ile, hem tâ ile (taptıkları şeyler) ve (taptığınız şeyler) şeklinde okunduğu gibi, (tapılan şeyler) şeklinde meçhul olarak da okunmuştur. Bu ifadedeki len edatı, geleceği nefyetmede asıldır. Ama bu aynı zamanda, gelecek zamanı te'kidli olarak nefyeder (olumsuz kılar). Buna göre Cenâb-ı Hak sanki: "Bu tapılan şeyler biraraya gelseler bile, önemsiz ve küçük birşey olmasına rağmen, bir sineği dahi yaratamazlar. Dolayısıyla aklı olan kimseye, onları ma'bûd edinmesi nasıl uygun düşer?" demektedir. Ayetteki "Hepsi bu iş için biraraya gelseler bile" ifadesi hal olarak mansubtur. Cenâb-ı Hak sanki, onların biraraya gelip, güçlerini birleştirmeleri mümkün olsa bile, o sineği yaratmaları imkânsızdır. Ya onların tek tek olmaları durumundaki halleri nasıldır? demektedir. 2) Ayetteki "Eğer sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geride alamazlar" ifadesi ile... Allahü teâlâ sanki, "Yaratma ve varetme bir tarafa, bundan daha kolay olanı ele almak istiyorum. Mesela o sinek, o tapılanlardan birşey kapıp götürse, onlar o şeyi bile, o sinekten geri alamazlar" demektedir. Bil ki birinci delil, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ın ve meleklerin ilah olamayacaklarını gösterme hususunda, tutunulmaya elverişlidir. İkinci delil ise, buna elverişli değildir. İmdi eğer, "Bu istidlal, ya o putların, yaratan, bilgili, düşünebilen ve canlı varlıklar olmadıklarını göstermek içindir, yahut da onların saygıdeğer olmadıklarını ortaya koymak içindir. Birincisi olamaz, çünkü onların böyle olmadıkları zaten açıkça bilinmektedir. Binâenaleyh bu hususta delil getirmenin ne faydası var. İkincisi hususa gelince, ayetteki istidlal bunu ifade etmez. Çünkü onların canlı olmadıklarını söylemek saygı değer olmamalarını icabettirmez. Çünkü saygı yönleri çoktur. Zira o kâfirler, putların ya yıldızların şekillerinde olan bir takım büyüler olduklarına, yahut meleklerin ve geçmiş peygamberlerin heykelleri olduklarına inanıyor, o meleklere ve geçmiş peygamberlere tazim niyetiyle onlara saygı duyuyorlardı" denilirse, bu na şu şekilde cevap verilebilir: "Putların, kendilerinden bir takım fayda ve zararların meydana gelebilecek yıldızların kalıbında olan tılsımlar oluşu düşünesine gelince, ayetteki bu ifade böyle birşeyin asılsız olduğunu gösterir. Çünkü o putlar, kendi kendilerine bile böyle ufacık, yani kendisini o sinekten korumaya bile gücü yetemeyeceğine göre, başkasına hiç faydası olmaz. Bu putların, meleklerin veya geçmiş peygamberlerin timsalleri olmasına inanılmasına gelince, Allah'dan başkasına duyulan ta'zim ve saygının, Allah'a duyulandan daha az olması gerektiği, akıllarda iyice yerleşmiş bir husustur. Halbuki o kafirler, onlara atabildiğine (sonsuz) saygı duyuyorlardı. İşte bu durumda, putlarla Allahü teâlâ'nın arasının, ta'zim bakımından eşit tutulduğu ortaya çıkar. Dolayısıyla onlar kınamaya ve zemme müstehak olmuşlardır. Ayetteki "İsteyen de aciz, istenen de" ifadesi ile şu iki görüş vardır: 1) Bundan murad, tapılan putlar ve o sinektir. Binâenaleyh put, yaratması ve kendisinden kapılan şeyi geri alması istendiği zaman, bundan aciz kalacağı için, "İsteyen" sinek de, "istenen" mesabesindedir. 2) "İsteyen", putperestler, "istenen" ise, ya putların kendisi, yahut onlara yapılan ibadettir. Bu ihtimal, daha kuvvetlidir. Çünkü put, hakiki manada isteyen olamaz. Aksine ancak takdir yapılarak bu mana elde edilebilir. Ama burada hakiki manada böyledir. Ancak ne var ki burada da bir mecaî vardır. Çünkü put için zayıf olma söz konusu değildir. Zira zayıflık-güçsüzlük, ancak kuvvetli olabilecek varlıklar söz konusudur. Burada bir üçüncü izah da şudur. "Ayetteki zayıf oldu-aciz kaldı" deyimindeki aciz kalış kuvvet bakımından değildir. Bu, o inancın çirkinliğinin ortada olmasından ötürüdür. Bu, mesela münazara esnasında kişiye, "Bu görüş, ne kadar zayıf! Bu izah ne kadar tutarsız!" denilmesi gibidir. Hak teâlâ'nın "Onlar, Allah'ın kadrini hakkıyla ölçemediler" ifadesi, "Onlar, O'na gerçek manada ta'zim göstermediler" demektir. Çünkü onlar, son derece değersiz o putları, ma'bûd olmada O'na eş koştular. Bu cümle, En'am Sûresi (91. ayette) tefsir edilmişti. O, hiçbirşey kendisine imkansız olmayacağı biçimde kuvvetli ve hiçkimsenin kendisine galib gelemeyeceği bir biçimde azizdir. Binâenaleyh O'nun ortaklarının olduğu nasıl söylenebilir? Kelbî, hem bu ayetin, hem de En'âm sûresindekinin.bir gurup yahudi hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Bu yahûdiler, Malik b. es.Sayf, Ka'b b. el-Eşref, Ka'b b. Esed ve benzerleridir. Allah onlara lanet etsin. Çünkü onlar şöyle demişlerdi: "Allah, gökleri ve yeri yaratma işini bitirince, onları yaratmadan ötürü yoruldu. Bundan dolayı sırtüstü yatıp, ayak ayak üstüne atıp istirahat etti." İşte bu söz üzerine, o yahûdileri yalanlamak için hem bu ayet, hem de "Bize, hiçbir yorgunluk isabet etmez"(Kâf. 38) ayeti nazil oldu. Bil ki bu şüphelerin kaynağı, "teşbih" (müşebbihe) inancını benimsemektir. Binâenaleyh müşebbihenin söylediğinin aksine, Cenâb-ı Hakk'ın zâtını diğer zatlara (varlıklara) benzemekten; sıfatını, Kerrâmiyenin söylediğinin aksine, diğer varlıkların sıfatlarına benzemekten ve Mu'tezile'nin söylediğinin aksine, fiillerini mahluklarının fiillerine benzemekten yani bir maksaddan ötürü yapılmaktan, bir sebebe dayalı olmaktan keza övgü veya kınamaya konu teşkil etmekten tenzih etmektir. İmam Ebu'l-Kâsım el-Ensâri (r.h) şöyle der: "Hak teâlâ sıfatları kuşatılamaz, vasıfları çok yüce bir zattır. Bundan dolayı vehimler O'nu tasavvur edemez, fikirler O'nu tam anlayamaz, akıllar O'nu birşeye benzetemez, zaman O'nu idrâk edemez, yönler onu kuşatamaz. Zatı, samedî; sıfatları da sermedîdir." 75Âyetin tefsiri için bak:76 76"Allah, hem meleklerden, hem insanlardan peygamberler seçer. Şüphesiz Allah, (herşeyi) hakkıyla işiten, kemâliyle görendir. Onların önlerindekini de, arkalarındakini de O bilir. Bütün işler ancak Allah'a döndürülür". Bil ki Hak teâlâ ulûhiyyetle ilgili şeyleri daha önce sununca, bu ayette de peygamberlikle ilgili hususları zikretmiştir. Mukâtil şöyle der: "Velid b. Muğire: "Kur'ân, aramızdan, gele gele ona mı indi" deyince, Cenâb-ı Hak işte bu ayeti indirdi." Burada şöyle iki soru sorulabilir: Birinci soru: (......) ifadesinin başındaki "min", "ba'ziyyet" manasındadır. Binâenaleyh bu ifade, meleklerin hepsinin gönderildiğini gösterir. Halbuki, "Melekleri elçiler yapan Allah'a hamdolsun" (Fâtır, 1) ayeti, bütün meleklerin elçi (peygamber) olarak gönderildiğini gösterir. Dolayısıyla bu iki ayet arasında bir çelişki söz konusudur? Cevab: Bu ayetle, ademoğullarına elçi olarak gönderilen meleklerin kastedilmiş olması, mümkündür. Bunlar da, Cebrail, Mikâil, İsrafil, Azrail ve Hafaza melekleri, gibi (Allah'ın salat ve selamı onlar üzerine olsun), büyük meleklerdir. Bütün meleklerin elçi olduğunu bildiren ayet ise meleklerin biribirlerine olan elçiliklerini (haberci oluşlarını) anlatmaktadır. Binâenaleyh iki ayet arasındaki zahiri çelişki, bu şekilde ortadan kalkar. İkinci soru: Hak teâlâ, "Eğer Allah bir çocuk edinmek isteseydi, elbet yaratıklarından dilediğini seçerdi" (Zümer, 4) buyurmuştur. Bu ifade O'nun çocuğunun seçilmiş olmasını gerektirir. Tefsirini yaptığımız ayet de, meleklerin ve bazı insanların seçilmiş olduklarını gösterir. Dolayısıyla, iki ayetten Allah'ın çocuğu olduğunu kabul etme neticesi çıkar? Cevab: Hak teâlâ'nın, birinci ifadesi her çocuğun seçildiğine delâlet eder. Ama her seçilenin O'nun çocuğu olduğunu göstermez. Binâenaleyh bu ayetin, seçilmişlerin varlığına delâlet etmesinden o seçilenlerin O'nun çocuğu olması gerekmez. Ayetle ilgili bir başka İzah da şöyledir: Bundan murad, Allah'tan başka, mesela meleklere ibadet edenleri, susturmaktır. Allahü teâlâ sanki önceki ayette, putperestlerin görüşlerinin, bu ayette de melekperestlerin görüşlerinin bâtıl olduğunu göstermiş ve böylece meleklerin derece ve mertebelerinin yüceliğinin, onların Hanlığından değil, Allah'ın onları ibâdet için seçmesinden kaynaklandığını beyân buyurmuştur. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki onların Allah'ın yanısıra melekleri de ma'bûd saymalarından ötürü, Allah'ı gerçek manada takdir edip, ululamamış olduklarını beyân etmiştir. Öndekini de Sondakini de Bilir Cenâb-ı Hak sonra, Kendisinin söylenilenleri duyan, yapılanları gören bir zat olduğunu, "Şüphesiz Allah (herşeyi) hakkıyla işiten kemâliyle görendir" ifadesi ile anlatmıştır. İşte bundan ötürü, hemen peşisıra "Onların önlerindekini de, arkalarındakini de O bilir" buyurmuştur. Bazıları buna, "O, dünyada olanı ve olmayanı bilir" manası verirlerken, bazıları "önlerindekini" ifadesine "âhiret işlerini", "arkalarındakini" ifadesine de "dünya işlerini" manasını vermişlerdir. Hak teâlâ, bunun peşisıra da "Bütün işler ancak Allah'a döndürülür" ifadesini getirmiştir. Dolayısıyla "önlerindekini de, arkalarındakini de o bilir" ifadesi, Allah'ın ilminin tamlığına; "Bütün işler ancak Allah'a döndürülür" ifadesi de, kudretinin tamlığına. ulûhiyyete ve hükümde tek olduğuna işarettir. Her iki ayetin toplamı, insanı günaha yeltenmekten alabildiğine alıkoymayı kapsar. Allah'ın Müslümandan Beklediği 77Âyetin tefsiri için bak:78 78"Ey iman edenler, rükû edin, secde edin, Rabbinize ibadet edin, hayır işleyin, tâki felaha eresiniz. Allah uğrunda hakkıyla cihâd edin. Sizi o seçti. Dinde üzerinize hiçbir güçlük de yüklemedi. Babanız ibrahim'in dininde olduğu gibi. Size daha evvel de, bu (Kur'ân'da) da, peygamber sizin üzerinize şâhid olsun, siz de insanlar üzerine şâhidler olasınız diye, Allah Müslüman adını verdi. Artık dosdoğru namaz kılın, zekat verin, Allah'a sarılın. O, sizin mevlânızdır. O ne güzel mevlâ, ne güzel yardımcıdır!". Bil ki Hak teâlâ önce ulûhiyyetten, sonra nübüvvetten bahsedince, peşisıra şeriatlarından bahsetmiştir. Şeriatıyla ilgili ifadeleri şunlardır: a) Emrolunanların kimler olduğunu belirleme b) Emrolunan şeylerin kısımları, c) Emirleri kabulu gerektiren hususların zikri, d) Bu mükellefiyetin te'kid edilmesi Birincisi, yani emrolunanın belirlenmesi, ayette "Ey iman edenler" ifadesi ile anlatılan husustur. Bu hususta iki görüş ileri sürülmüştür. 1) Bu ifade ile, ister mü'min ister kâfir olsun, bütün mükellefler kastedilmiştir. Çünkü bunların teklifi, bütün mükellefler için geneldir. Binâenaleyh bunu sadece mü'minlere ait saymanın manası yok. 2) Bu ifade ile, sadece mü'minler kastedilmiştir. Bunun böyle olduğunun delilleri şunlardır: a) Herseyden önce bu ifade, bu manayı açık olarak göstermektedir. b) Allahü teâlâ bundan sonra, "Sizi o seçti", "Size müslüman adını O verdi" ve 'İnsanlar üzerine şâhidler olasınız" ifadelerini getirmiştir. Bu bahsedilenler, ancak mü'minlere uygun düşer. Bu konuda söylenecek en son söz şudur: Mademki bu mükellefiyetler herkes için gerekli ise, özellikle mü'minlerin zikredilmesinin faydası nedir? Fakat biz, mü'minlerin özellikle zikredilmiş olmaları, bu mükellefiyetlerin onların dışındakiler için söz konusu olmadığını göstermez. Aksine bu ayet, bu mükellefiyetlerin özellikle mü'minlere has olduğuna, diğer başka ayetlerde herkesin bu mükellefiyetlerle yükümlü olduklarına delâlet etmektedir. Şöyle de denebilir: "Bu özellikle zikredilmenin faydası şudur: Hitab yeniden umûmi olarak gelip, onu da sadece mü'minler kabul edince, onları bu kabullenmeyi sürdürmeye bir teşvik ve bu işi yüklenme hususunda bir şereflendirme olsun diye, Allah özellikle mü'minlere hitâb etmiştir. İkincisini, yani emrolunan şeylerin kısımlarını Allahü teâlâ, şu dört şey olarak zikretmiştir: a) Namaz... Bu, ayetteki "Rükû edin, secde edin" ifadesi ile anlatılmıştır. Bu böyledir. Çünkü namazın farzlarının en kıymetlisi rükû ve secdedir. Namaz, âdeta bu iki farz üzerine bina edilmiştir. Dolayısıyla bu ikisinin söylenmesi, bizzat namazın söylenmesi gibidir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şunu söylemiştir: "Müslümanlar, bu ayet nazil oluncaya kadar ilk yıllarında (namaz kılarken) sadece rükû ederler, secde etmezlerdi. b) Ayetteki, "Rabbinize ibadet edin" ifadesinin anlattığı husus. Alimler buna şu manaları vermişlerdir: 1) "Ona ibadet edin, başkasına etmeyin." 2) "Diğer emredilen ve yasaklanan şeyler hususunda Rabbinize İbadet edin." Rükû, secde ve diğer taatlarınızı, Allah'a ibadet maksadıyla yapınız. Çünkü bunları sırf yapmak yeterli değildir. Zira bunlarla, Allah'a ibadet maksadı güdülmezse, mükafaata nail olmada, faydalı olmazlar. İşte bundan ötürü, Cenâb-ı Hak bu cümleyi, "Rükû edin, secde edin" cümlelerine atfetmiştir. c) Ayetteki "Hayır işleyin" emridir. İbn Abbas (radıyallahü anh): "Cenâb-ı Hakk'ın bu ifadeyle (mükellefiyetlere) sıla-i rahim ve güzel ahlakı da eklemiştir" der. Bana göre bu tertib (sıralama) hususunda yapılacak en güzel izah şöyledir: Namaz, ibadetlerden bir türdür. İbadet de hayırlardan bir türdür. Çünkü hayırlı (iyi) fiiller, Allah'ın emirlerine saygı göstermek demek olan, "Ma'bûda hizmet" ile ihsan demek olan "mahlûka rahmet"e ayrılır. Bu ihsana iyilik (hayır), şer'an iyi olan şeyler, fakirlere yardım ve insanlara güzel söz söyleme de girer. Buna göre Allahü teâlâ, sanki şöyle demek istemiştir: "Ben sizi namazla, hatta namazdan daha kapsamlı olan ibadetle, hatta ibadetten daha kapsamlı olan hayır ile mükellef tuttum." Hak teâlâ "taki felaha eresiniz" buyurmuştur. Bunun "Felaha ermeniz için" manasında olduğu da söylenmiştir. Felah (kurtuluş), âhiret nimetlerini elde etmek demektir. İmam Ebu'l-Kâsım el-Ensâri şöyle der: terecci (belki) manasını ifade eder. Çünkü İnsan, farzları edâ ederken, nadiren kusursuz olur. Dolayısıyla o, yaptığı ibâdetin, Allah katında makbul olup olmadığını yakînî olarak bilemez. İnsanların neticesinin ne olacağı da belli değildir. Bir de herkes ne için yaratılmış ise, ona o iş kolaylaştırılmıştır. d) Ayetteki "Allah uğrunda hakkıyla cihâd edin" ifadesi ile anlatılan husus. Keşşaf sahibi şöyle der: ifadesi, "Allah'ın zâtı uğrunda, ve O'nun için" demektir. Nitekim Arapça'da "Gerçekten ve cidden âlim" manasında denilir. Ayetteki ifadesi de bunun gibidir. Burada birkaç soru vardır. Cihadın Allah'a Tahsisinin Sebebi Birinci soru: Normal olarak (Allah yolunda layıkı veçhile cihâd edin) veya (Allah yolunda yapmanız gerekli olan tarzda cihad edin) denilmesi icâb ederdi. Nitekim Allahü teâlâ buyurmuştur. Binâenaleyh böyle bir izafetin manası nedir? Cevap: İzafet iki kavram arasındaki en ufak bir ilişki sebebiyle olabilir. Binâenaleyh cihâd, O'nun rızası için ve O'ndan ötürü yapıldığı için, Allah'a tahsis edilince, bunun O'na izafe edilmesi de doğru olmuştur. İkinci soru: Bu ayette bahsedilen cihâd, nedir? Cevap: Bu hususta şu izahlar yapılmıştır: 1) Bununla, hassaten kâfirlerle savaşma murad edilmiştir. Buna göre ifadesinin manası, "Bunu dünyada nam kazanmak veya ganimet elde etmek gibi dünyevi arzulardan dolayı değil, ancak ibadet maksadıyla yapınız" demektir. 2) Bununla onların, başlangıçta savaştıkları gibi, sonunda da aynı şekilde savaşmaları murad edilmiştir. Çünkü onların, ilk dönemlerdeki savaşları daha ezici ve güçlü idi. Ve onlar, bu hususta meselâ Bedir'de yaptıkları gibi, daha kararlı idiler. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'ın, Abdurrahman ibn Avf'e "Sen bizim, Cenâb-ı Hakk'ın ayetini "Allah yolunda, tıpkı ilk zamanda cihâd ettiğiniz gibi, zamanın nihayetinde de tam hakkıyla cihâd ediniz" şeklinde okuduğumuzu bilmiyor musun?" dediği rivayet edilir. Bunun üzerine Abdurrahman da, "Ey mü'minlerin emiri, bu ne zamandır?" dediğinde, Hazret-i Ömer, Ümeyye oğulları emir, Muğire oğulları da vezir oldukları zaman" cevabını vermiştir. Bil ki, Kur'ân'a böyle bir ilavede bulunmak, pek tuhaf bir şeydir. Aksi halde tıpkı benzerlerinin nakledildiği gibi, bunun da nakledilmesi (sallallahü aleyhi ve sellem) gerekirdi. Eğer bu rivayet sahih ise o zaman bu açıklamanın, Hazret-i Peygamber tarafından Kur'an olarak değil de, ayete bir tefsir olarak söylendiğini düşünmek gerekir. İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın da, bu ayeti "İlk başlangıçta cihâd ettiğiniz gibi Allah uğrunda şimdi de hakkıyla cihâd ediniz" şeklinde okuduğu, bunun üzerine Hazret-i Ömer'in ona, "Kendileriyle cihâd etmemiz emredilenler kimlerdir?" dediğinde İbn Abbas'ın, "Kureyşli iki kabile; Manzum ve Abd-ı Şems" diye cevap verdiği Hazret-i Ömer'in de hemen, "Doğru söyledin" dediği rivayet edilmiştir. 3) İbn Abbas, ifadesine, "Allah uğrunda, herhangi bir kınayanın kınamasından korkmayınız, çekinmeyiniz" manasını vermiştir. 4) Dahhâk, bu ifadeye, "Ona yaraştığı biçimde Allah için amel işleyiniz" manasını vermiştir. 5) Bu, Eliniz, diliniz ve mümkün olan her türlü yollarla harbetmek suretiyle, Allah'ın dinini ihya ve hukukunu bihakkın yerine getirme hususunda, bütün imkânlarınızı kullanınız ve kendinizi hevâ'ya uymaktan, haksızlığa meyletmekten alıkoyunuz" manasındadır. 6) Abdullah İbn Mübarek ifadesi, nefis ve nefsin arzularıyla mücahede etmektir manasındadır. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Tebük Gazvesi'nden döndüğünde "En küçük cihâddan en büyük cihada döndük" buyurmuştur. En uygun mana ise, bu ifadenin, bütün mükellefiyetler manasına hamledilmesidir. Binâenaleyh, kişinin emrolunduklarını yapmaya, nehyolunduklarından kaçmaya devam etmesi, ve sürdümesi bir cihâttır. Üçüncü soru: Mukâtil ve Kelbi'den nakledilen ve tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'dan, nasıl ittikâ edilmesi gerekiyorsa, öylece korkun" (al-i İmran, 102) ayetini, "Allah'dan gücünüzün yettiğince ittikâ edin" (Tegabun, 16) ifadesiyle neshedildiğinin söylenmesi gibi, bu ayetin de yine aynı ifadeyle (Tegabun, 16) neshedildiğinin söylenmesi doğru mudur? Cevap: Bu, uzak bir ihtimaldir. Çünkü, mükellefiyet, kudrete bağlıdır. Zira, Cenâb-ı Hak, "Allah hiçbir nefse, gücü yettiğinden başkasını yüklemez" (Bakara, 286) buyurmuştur. O halde, nasıl olur da Allah: '"Gücünüzün yetmeyeceği bir biçimde Allah yolunda cihâd ediniz" der! Hem, başlangıçta cihâd son derece çetin ve zor tutulmuş, öyle ki bir kişi on düşmanla savaşmak zorunda kalmış, derken Allah bu hükmünü "Allah şu anda sizin yükünüzü hafifletti" ayetiyle hafifletmişken, daha bunun yanında, Cenâb-ı Hakk'ın, o cihâdı takat getirilemeyecek bir biçimde farz kılması caiz olur mu ki, bunun neshedildiği söylenebilsin? Üçüncüsü, bu emirlerin kabul edilmesini gerektiren şeylerin izahına geline, bunlar da şu üç şeydir: 1) Cenâb-ı Hakk'ın "Sizi o seçti" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu, "Mükellef tutmak, Allah'ın, kuluna bir şeref bahşetmesi demektir. Binâenaleyh O, sadece size bu şerefi bahşedince, size şereflerin en büyüğünü tahsis etmiş, sizi endi hizmeti ve tâatıyla meşgul olmanız için seçmiştir. Binâenaleyh bundan daha yüce rütbe var mıdır? Bunun üzerinde bir mutluluk var mıdır?" demektir. Bu kelimenin manasının, "O size hidâyetini, desteğini ve kolaylığı tahsis etmiştir" şeklinde olması da muhtemeldir. Cenâb-ı Hakk'ın "Dinde üzerinize hiçbir güçlük de yüklemedi" beyanına gelince bu, adeta şu (mukadder) sorunun bir cevabı gibidir: Mükellefiyet sizin bahsettiğiniz gibi, her ne kadar bir şereflendirme ve bir görevse de, ancak ne var ki bu nefislere cidden zor gelen bir husustur." İşte bu sebeple Cenab-ı Hak, bu soruya "Dinde üzerinize hiçbir güçlük de yüklemedi" ayetiyle cevap vermiştir. Rivayet olunduğuna göre Ebu Hureyre (radıyallahü anh): "Cenâb-ı Hak, bizi zina etmekten, hırsızlık yapmaktan men ettiği halde, daha nasıl "Dinde üzerimize hiçbir güçlük de yüklemedi" buyurmuştur?" deyince Ibn Abbas (radıyallahü anh): "Evet, ne var ki, İsrailoğulları üzerine yazılan ağır ceza (ısr) sizden kaldırılmıştır" diye cevap vermiştir. Burada şöyle birkaç soru sorulabilir: Birinci soru: Arapça'da esasen harec ne demektir? Cevap: İbn Abbas (radıyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre o, Hüzeyl Kabilesinden bazı enselere: "Siz, aranızda harec ismini neye verirsiniz?" deyince, onlar "harec, aşmak, daralmak demektir" cevabını vermişlerdir. Yine Hazret-i Aişe (radıyallahü anh)'den şu rivayet edilmiştir: "Allah'ın Resulüne harec kelimesinin ne demek olduğunu sordum da o: "Sıkışmak, daralmak" cevabını verdi" İkinci soru: Bu ayette geçen harec kelimesiyle ne kastedilmiştir? Cevap: Bununla ruhsatların kullanılmasının kastedildiği söylenmiştir. Binâenaleyh, ayakta namaz kılamayan kimse, oturarak kılsın; bunu yapamayan da, ima ile kılın. Cenâb-ı Hak, yolcu olan kimseye orucunu yemesini ve namazlarını kısaltmasını mübah kılmıştır. Bir de, Allah (c.c), kulunu mübtelâ kıldığı her günah için, o felahlardan ya tevbe etmesi ya da keffâret vermesi suretiyle bir çıkış yolu göstermiştir. İbn Ömer (radıyallahü anh)'nın da "kime bir ruhsat verilir, o da o ruhsatı kullanmaktan yüz çevirirse, kıyamet gününde insanlar arasında hükmedilinceye kadar, bir ejderha ağırlığı (kadar bir yükü) yüklemekle mükellef tutulur" dediği rivayet edilmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de, "iki ihtimal bir araya geldiğinde, onların Allah'a en sevimli olanı, onların en kolay olanıdır" Benzeri, Müslim, Fezâil, 77-78 (4/1813). dediği rivayet edilmiştir. Ka'b'ın da: "Allah, bu ümmete sadece peygamberine vermiş olduğu üç şey vermiştir: Onları insanlara şahid kılmış, dinleri hususunda onlara bir zorluk çıkarmamış ve: "Bana dua edin, size icabet edeyim "(Mu'min. 60) buyurmuştur" dediği rivayet edilmiştir. Üçüncü soru: Mu'tezile, "teklif-i mâla yutâk"ın olmayacağı hususunda bu ayetle istidlal ederek şöyle demiştir: "Allah, kafirde ve günahkâr kimsede, küfrü ve masiyeti yaratıp, sonra da bunları ona yasaklamış olsaydı, bu en büyük zorluk olurdu. Halbuki bu ayetin sarih ifadesiyle böyle bir zorluğun olmadığı bildirilmiştir." Cevap: Cenâb-ı Hak o kimseye küfrünü terketmesini emredip; onun küfrünü terketmesi de Allah'ın ilminin cehalete dönüşmesini gerektirince Allah mükellef olan o şahsa, kendi ilmini cehalete dönüştürmesini emretmiş olur ki bu en büyük zorluklardan bir tanesi olmuş olur. Binâenaleyh, her iki tarafta eşit olunca, bu soru zail olur. 2) Cenâb-ı Hakk'ın "Babanız İbrahimin dininde olduğu gibi. Size daha evvel, müslüman adını vermişti" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ifadedeki (......) kelimesinin mansûb olması hususunda da şu iki izah yapılmıştır: a) Ferrâ'ya göre bu kelime, kendinden önce geçenlerin ihtiva ettiği şeyin anlamından ötürü mansûb kılınmıştır. Buna göre sanki "Dininiz size, babanız İbrahim'in dinini geniş tutulması gibi, geniş tutuldu" denilmek istenmiştir. Daha sonra muzâf durumunda olan (......) kelimesi hazfedilmiş, muzaf ileyh durumunda olan (......) kelimesi, muzaf in irabını alarak (millete) olmuştur. b) Bu kelime, medh ve tazim'den dolayı mansûb kılınmıştır. Yani "Dininize yani babanız İbrahim'in o güzel dinine sarılın" demektir. Bil ki, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in dininden bahsedilmesi, bu mükellefiyet ve dinî hükümlerin aynı zamanda, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'ın da şeriatı olduğunu dikkat çekmek içindir. Çünkü Araplar, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in soyundan oldukları için, onu severler. Binâenaleyh, bu hususta dikkat çekmek, onların bu dini kabul etmeye hazır hale gelmelerine bir vesile ve vasıta gibi olmuş olur. Burada da şöyle birkaç soru sorulabilir: "Babanız İbrahim" Denilmesinin İzahı Birinci soru: Cenâb-ı Hak niçin, "Babanız İbrahim'in dini" buyurmuştur? ve niçin, bu kitabın içine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında bulunup da, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) soyundan olmayan müminler dahil olmasın? Cevap: Buna şu iki açıdan cevap verilebilir: a) O zamanda bulunanların ekserisi mesela Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onun kabilesi ve bütün Araplar, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) soyundan olunca, bu caiz olmuştur. b) Bu, Hasan el-Basrî'nin izahı olup buna göre, Allahü teâlâ, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in müslümanlar nezdindeki saygınlığını, tıpkı babanın çocuğu yanındaki saygınlığı, kadınlarının saygınlığını da, annelerin saygınlığı gibi addetmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onun zevceleri, annelerinizdir" (Ahzâb. 6) buyurmuştur. İkinci soru: Bu ifade Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dininin, tıpkı Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'ın dini gibi, onunla aynı olmasını gerektirir. Böylece de bu demektir ki Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kendine has, muayyen bir şeriatı yoktur. Bu hususu Cenâb-ı Hakk'ın, "Hanif olan İbrahim'in dinine uyasın diye" (Nahl, 123) ifadesi de tekid eder. Cevap: Bu ayet, bu hitâb putperestlere karşı yapılmıştır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Allah'a ibadet etmek ve putları bırakmak, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in dinidir" demek istemiştir. Ama, şeriatların tafsilatlarına gelince, bunların burayla ilgisi yoktur. Üçüncü soru: Cenâb-ı Hakk'ın "Size daha evvel... müslüman adını verdi" ifadesi ne demektir? Cevap: Bu hususta da şu iki açıklama yapılmıştır: a) Buradaki zamir Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e racidir. Çünkü her peygamberin, kabul olunmuş bir duası vardır. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in duası da, "Ey Rabbimiz, ikimizi de sana teslimiyette sabit kıl. Soyumuzdan da müslüman bir ümmet çıkar" (Bakara, 128) şeklindeki duasıdır. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in duasını kabul etmiş ve o ümmeti, Hazret-i Muhammed(sallallahü aleyhi ve sellem)'in ümmeti yapmıştır. Yine rivayet olunduğuna göre İbrahim (aleyhisselâm) "Allah Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'t, benim dinim gibi olan bir dinle peygamber olarak gönderecek ve o, ümmetine müslümanlar adını verecek" şeklinde haber vermiştir. b) Bu zamir, tıpkı (......) ifadesindeki zamir gibi, Allah'a racidir. Atâ, İbn Abbas (radıyallahü anh)'nın bu ayete şu manayı verdiğini rivayet etmiştir: "Allah, sizi daha önce yani bütün semavi kitablarda; bunda, yani Kur'ân'da size müslümanlar ismini vermiştir." Bu izah, doğruya daha yakındır, çünkü Cenâb-ı Hak "Peygamber sizin üzerinize şahid olsun, siz de insanlar özerine şahidler olasınız diye" buyurmuş, böylece işte onları bu maksattan dolayı isimle indirdiğini beyan buyurmuştur ki, böyle yapmak ancak Allah'a yakışır. Buna, Übeyy İbn Ka'b'ın bu ayeti "Allah size bu ismi verdi" şeklinde okuyuşu da bir delildir. Buna göre mana, "Cenâb-ı Hak hem Kur'an'dan önceki diğer kitablarda, hem de Kur'ân'da sizi ümmetlere üstün kıldığını ve bu ayette bahsedilen şehâdetten dolayı da, bu güzel ismi, size ad olarak verdiğini buyurmuştur. Binâenaleyh Allah bu ikramı hassaten size verince, O'na ibadet edin ve O'nun mükellefiyetlerini reddetmeyiniz" şeklinde olur ki, teklifleri kabul etmeyi gerektiren üçüncü sebep de, işte budur. Hazret-i Peygamberin, bize; ümmetinin de bütün insanlara nasıl şahit oldukları meselesine gelince, bu husus, Bakara sûresinde geçmişti ve biz işte bu ifadeden, "icmâ'ın bir delil olduğunu gösteren hususu çıkarıp almıştık. Dördüncüsü, yani gelen hükümleri tekid makamına gelen şeylerin izahı ise "Artık dosdoğru namaz kılın, zekât verin, Allah'a sardın" ayetiyle anlatılan husustur. Yani O'nun aklî, nakit delillerine; lütuf ve himayesine, korumasına sarılın, sığının" demektir. Buradaki "zekât" kelimesiyle, eliflâm "and" ifade ettiği için, farz olan zekât kastedilmiştir. Ibn Abbas (radıyallahü anh), "Allah'dan (sizi) bütün haramlardan koruyup muhafaza etmesini isteyiniz" demiştir. Kaffal da: "Allah'ı sakınmanız gereken şeylere karşı haminiz (koruyanınız) edininiz. Çünkü O, sizin Mevlâ'nızdır, o sizin efendinizdir. Sizde tasarruf eden o'dur; o, ne güzel mevlâ ve güzel yardımcıdır" demiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Ben sizin Mevlânızım; hatta Ben sizin, yardımcınızım. Ben size, yeterimi" demek istemiştir. Bil ki Mu'tezile bu ayetlerle birkaç bakımdan istidlalde bulunmuştur. 1) Cenâb-ı Hakk'ın "... siz de insanlar üzerine şahidler olasınız diye" ifadesi Allah'ın herkesin iman etmesini istediğine delâlet eder. Çünkü Allah kulları üzerinde, o, sizin insanlar üzerine şahit olmanızı istediğine göre, muhakkak ki O, sizin hepinizin adil ve salih olmanızı istemiştir. Halbuki biz, o insanların içinde, fasıkların olduğunu da biliyoruz. Binâenaleyh bu, Cenâb-ı Hakk'ın, fasık kimseden de adil olmasını istediğine delâlet eder. 2) Cenâb-ı Hak "Allah'a sardın" buyurmuştur. Binâenaleyh, şerrin kendisinden sudur ettiği kimseye sığınmak nasıl mümkün olur? . 3) Ayetteki "işte ne güzel Mevlâ o" ifadesidir. Çünkü, şayet Cenâb-ı Hak ehl-i sünnetin dediği gibi, kullarının ekserisini, onlarda küfrü ve fesadı meydana getirip sonra da onlara azâb etmek için yaratmış olsaydı, o zaman O, güzel bir Mevlâ olmaz, tam aksine, en şerli mevtalardan daha şerli olurdu. Bu durumda da O'nun, "ne kötü Mevlâ" diye vasfedilmesi gerekirdi ki, bu olamaz ve batıldır. Binâenaleyh bu, Cenâb-ı Hakk'ın, o insanların tümünden iyiliği güzeli ve salâhı istediğine delâlet eder. Buna göre eğer, "Sadece müminler için ne güzel yardımcı olduğu gibi, sadece mü'minler için ne güzel bir mevta olması niçin caiz olmasın?" denilirse, biz deriz ki: Cenâb-ı Hak, hem mü'minlerin hem de kâfirlerin Mevlâ'sıdır. Binâenaleyh, "O, müminler için ve güzel mevlâ, kâfirler içinde ne kötü Mevlâ'dır" denilmesi gerekir. Eğer onlar, böyle bir şeyin olabileceğini söylerlerse, Kur'ân'ı ve icmâ'ı reddetmiş, açıkça da Allah'a yakışmayan bir söz söylemiş olurlar. 4) Cenâb-ı Hakk'ın "Size daha evvel de... müslüman admı o (Allah) vermişti" ifadesi bir takım serî isimlerin bulunduğuna ve onların Allah tarafından olduğuna delâlet eder. Çünkü bunlar, eğer sadece bir lehçe olsalardı, özellikle bunlar Allah'a nisbet edilemezlerdi. Mu'tezile'nin, "Cenâb-ı Hakk'ın, Ümmet-i Muhammed'in şahid olmasını istemesi, o'nun o Ümmeti-i Muhammed'in adil olmasını istemiş olmasını gerektirir" şeklindeki birinci deliline cevap olarak şöyle diyebiliriz: Eğer bir şeyi irade etmek, o şeyin levâzımını da istemiş olmayı gerektirseydi, kâfirlerin iman etmesini istemek, Allah'ın cahil olmasını istemiş olmayı gerektirirdi (İstilzam). Böylece de Cenâb-ı Hakk'ın, kendisinin cehaletini istemiş olması neticesi çıkardı. Eğer bu bunu gerektirmiyorsa, sizin sözünüz sakıt olmuş, düşmüş olur. Mu'tezile'nin, "Allah'a sarılın" ifadesinden çıkardıkları delile de şu şekilde cevap verilebilir: Bu da sizin aleyhinize olarak variddir. Çünkü Cenâb-ı Hakk, fâsıkın kalbinde şehveti yaratmış, onu kuvvetlendirmiş, fâsıkın arzu duyduğu şeyi yaratmış, onu o şeye yaklaştırmış, aradaki bütün engelleri kaldırmış, sonra da fâsıka ins ve cins şeytanlarını musallat kılmış ve o, hiç şüphesiz o kimsenin fücura ve sapıklığa düşeceğini bilmiştir. Halbuki bu dünyada böyle yapan herhangi bir kimse, "İyi bir mevlâ" değil, "kötü bir mevlâ" olmuş olur. Şayet, görünmeyenin görünenlere kıyaslanması doğru olsaydı, bu sizin aleyhinize olarak tecelli eder, gerekli olurdu. Eğer bu batılsa, sizin görüşünüzde, tamamiyle sakıt olur. |
﴾ 0 ﴿