MÜ'MİNUN SURESİYüzonsekiz ayet olup, Mekkîdir. 1Âyetin tefsiri için bak:11 2Âyetin tefsiri için bak:11 3Âyetin tefsiri için bak:11 4Âyetin tefsiri için bak:11 5Âyetin tefsiri için bak:11 6Âyetin tefsiri için bak:11 7Âyetin tefsiri için bak:11 8Âyetin tefsiri için bak:11 9Âyetin tefsiri için bak:11 10Âyetin tefsiri için bak:11 11"Müminler muhakkak felah bulmuştur. Onlar ki namazlarında huşu içindedirler. Onlar ki boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler. Onlar ki zekat (vezifelerini) yaparlar. Onlar ki, ırzlarını koruyanlardır. Şu var ki, zevceleriyle yahu ellerinin altındaki cariyelerle münasebetleri bundan müstesnadır. Çünkü böyle olanlar kınanmış değillerdir. O halde, kim bunların ötesini isterse, şüphe yok ki onlar, haddi aşanlardır. O mü'minler ki onlar, emânetlerine ve ahidlerine riayetkardırlar. Onlar ki namazlarına devam ederler, işte onlar, kalıcıdırlar". Bil ki, Cenâb-ı Hak, şu yedi vasfı birarada bulunduranlar için, kurtuluşun tahakkuk edeceğine hükmetmiştir. Bu yedi sıfatın izahına girmeden önce, şu iki bahsi mutlaka ele almamız gerekir. Kad Edatının Anlamı Birinci bahis: Ayetin başındaki kad, mâ edatının zıddıdır. Çünkü kad olması beklenenin olduğunu bildirir. Mâ ise, onu nefyeder olmadığını bildirir. Müminlerin bu tür bir müjdeyi beklediklerinde şüphe yoktur. Bu müjde de, onlar için böyle bir felahın tahakkuk etmiş olduğunu haber vermektir. Binâenaleyh o müminlere bekledikleri o şeyin tahakkuk ettiğine delâlet eden bir ifadeyle hitâb edilmiştir. Felah'ın Manası İkinci bahis: "Felah" kişinin umduğunu elde etmesi demektir. Felahın, hayır içinde bulunmak, kalmak olduğu da ileri sürülmüştür. "eflaha" kelimesi, tıpkı "ebşere" kelimesinin, o kişinin bir müjdeye girdiğini, müjdelendiğini bildirmesi gibi, bu kelime de kişinin felaha girdiğini, felaha girdiğini gösterir. Bunun, "Onu felaha erdirdiği, ulaştırdı" manasında olduğu da söylenmiştir. Talha İbn Musarrif'in bu fiili meçhul olarak ufliha şeklinde okuması da, bunu gösterir. Yine bu zât yâ "Beni pireler yedi" lehçesinden ötürü; ya da, "Önce müphem bırakmak sonra da, tefsir etmek kaidesinden dolayı, şeklinde de okumuştur. Kurtulan Müminlerin Sıfatları Müminlerle ilgili birinci sıfat: 1) İman. Bu el-Mü'minûn "müminler" kelimesinin ifade ettiği husus olup, imanın ne demek olduğu hususundaki sözümüz, Bakara Sûresinde geçmişti. Namazda Huşu İkinci sıfat, "Onlar kî namazlarında huşu içindedirler" ayetinin ifade ettiği husustur. Alimler, "huşû"un ne çeşit bir fiil olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları onu, "korkmak, ürpermek"gibi, Kalbi fiillerden addederken, bazıları bunu, hareket etmeme, sağa sola dönmeme gibi, uzuvlarla alâkalı fiillerden saymışlar, bazıları da bununla bu iki tür fiilin kastedildiğini söylemişlerdir ki, evlâ olanı da budur. Binâenaleyh, namazında huşu içinde olan kimsenin Mabûd'a karşı kalb ile ilgili olan fiillerden sonsuz huşu ve tezellülün, tevazünün bulunması; yapılmaması gereken fiillerden de, namazda bulunanın zihninin Cenâb-ı Hakk'ın ululamanın dışında, herhangi bir şeye iltifatın bulunmaması gerekir. Ve yine namazda huşu içinde bulunan kimsenin uzuvlarla ilgili fiillerden, onun hareketsiz olması, başını önüne eğip secde yerine bakması vb. fiiller ile, yapılmaması gereken fiillerden de, onun sağa sola dönmesi vb. şeylerin bulunmaması gerekir. Ancak ne var ki, insan üzerinde müşahede edilen huşu, ancak uzuvlarla ilgili olanıdır. Çünkü, kalble ilgili olanlar görülemez. Hasan el-Basrî ve İbn Sîrin şöyle demişlerdir: Müslümanlar, namazlarında, gözlerini semâya doğru dikiyorlardı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'de böyle yapıyordu. Bu ayet inincede, başını önüne eğdi ve onun bakışları, namazgahının dışına taşmadı." Şayet, "Şimdi siz bunu, (huşu ve huzûun), namazda vacib olduğunu mu söylüyorsunuz?" denilirse, biz deriz ki, bu bize göre vacibdir. Bunun delilleriyse şunlardır: 1) Cenâb-ı Hak, "Kur'ân'ı iyici düşünmezler mi? Doğrusu onların kalbleri üzerinde, kilitler vardır" (Muhammed, 24) buyurmuştur. Halbuki manaya vakıf olmadan düşünme ve tedebbür olamaz. Cenâb-ı Hakk'ın, (Muhammed, 4) emrinin manası da, "O Kur'ân'ın hayranlık uyandıran yönlerine ve manalarına vakıf ol!" demektir. 2) Cenâb-ı Hak, "Beni hatırlamak ve anmak için, dosdoğru namaz kıl" (Tahâ, 14) buyurmuştur. Emrin zahiri ise vücub ifade eder. Halbuki gaflet, anma ve hatırlamanın : adıdır. Binâenaleyh, bütün namazı süresince gaflet içinde olan Kimse, daha nasıl Allah'ı anmak için, namazını dosdoğru kılmış olur? 3) Cenâb-ı Hak "Gafillerden olma" (Araf, 205) buyurmuştur. Nehyin zahiri de, -aramlığı ifade eder. 4) Cenâb-ı Hak, "... ne dediğinizi bilmedikçe" (Nisa, 43) buyurmuştur. Bu ayet, sarhoşun namazdan nehyedilmesinin illetidir. Bu demektir ki sarhoş da, dünyaya ehemmiyet veren ve ona iyice dalmış olan gafil kimseler arasına sokulmuştur. 5) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Huşu ancak, namazında uzuvlarını) hiç kımıldatmayan ve tevazu içinde olan kimseler için tahakkuk eder" buyurmuştur ki, buradaki innemâ kelimesi, hasr ifade eder. Yine Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm)"Namazı, kendisini fuhşiyyattan ve münkerâttan alıkoymayan kimse ancak, Allah'a olan uzaklığını olur" Cami'us-Sağir, 2/181. buyurmuştur. Halbuki gafil kimsenin namazı, kendisini fuhşiyyattan men etmez. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Namaza duran nice kimse vardır ki, onun bu durmasından eline geçen pay, yorgunluk ve argınlıktır" Müsned, 2/373. buyurmuştur. Hazret-i Peygamber bu ifadesiyle, (namazında ruhen) gafil olan kimseyi kastetmiştir. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "(Huşu içinde olmayan) kulun kıldığı namazından elde ettiği şey, sadece (namazda ouşunun) şuurunda olduğu anların sevabı yazılır" Müsned, 2/373.buyurmuştur. 6) Gazali (r.h) şöyle der: "Namaz kılan kimse, hadiste de varid olduğu gibi, Rabbine münacaat içindedir. Halbuki, gaflet ile söylenen söz, kesinlikle münacât olmaz." Bunu şu şekilde açabiliriz: İnsan, zekâtını gaflet içinde verdiğinde, zekâttan elde edilmek istenen şeylerden sadece şunlar tahakkuk eder: a) Kişinin, mala karşı olan düşkünlüğünü kırması; b) Fakiri zenginleştirmesi... Oruç da, nefsî kuvvetleri ezer, Allah'ın düşmanı olan hevâ ve hevesin hücumunu kırar. Binâenaleyh, kişi gafil olmakla beraber, maksatlar yine de hasıl olur. Hac da, birtakım zor fiilleri ihtiva eder. Hac'da ise kalb ister hazır olsun, isterse olmasın, hac ibadetinde kendisiyle imtihanın tahakkuk ettiği bir nevi mücahede bulunmaktadır. Namaza galince, namazda sadece zikir, kıraat, rükû, sücûd, kıyam ve kuûd bulunmaktadır. Zikir, kişinin Allah'a karşı yakarışıdır. Binâenaleyh, bu münacattan kastedilen, onun ya tam münacat olmasıdır veyahutta sırf o harfler ve seslerdir. Bu ikinci kısmın fasit olduğunda şüphe yoktur. Çünkü dili, anlamsız, saçma sapan şeylerle kımıldatmada, sahih bir maksad aranamaz. Böylece, bundan maksadın münâcat olduğu sabit olur. Bu münacat da ancak, dilin kalbteki yalvarış ve yakarışı ifade etmesi, onu ortaya koymasıyla tahakkuk eder. Binâenaleyh kalb, bu ifadenin anlamından gafil isa, daha nasıl, "Bizi, sırât-ı müstakime ilet"(Fatiha, 5) ifadesiyle hangi talepte bulunabilir? Hatta ben şöyle diyorum: Bir kimse yemin etse ve, "Allah'a yemin ederim ki ben, falancaya teşekkür edeceğim, onu medhû sena edip öveceğim ve ondan, ihtiyacımı talep edeceğim" dese, sonra da (o kişi bu manalardan gafil olduğu halde) bu manalara delâlet eden bu lafızlar, o gün onun dilinden dökülse, o kimse, yemini yerine getirmiş olmaz. Yine bu lafızlar, karanlık bir gecede o kimse orada olup, bu kimse de, onun orada olduğunu bilmediği ve onu görmediği bir halde, onun dilinden dökülse, o kimse yine yeminini yerine getirmiş olmaz ve onun bu sözü, bu İşe kalbiyle hazır olmadığı sürece, karşı tarafa bir hitab olmuş olmaz. Yine bu kelimeler, karşı taraf güpegündüz orada bulunuyorken, o kimsenin lisânından dökülüverse, ancak ne var ki bu sözleri söyleyen kimse herhangi bir düşünceye iyice dalmış olduğu için gafil ve konuşurken hitabı o kimseye bizzat tevcih edemediği için, yeminini yerine getirmiş olmaz. Kıraat'dan maksadın, bir takım zikirler, hamd ü senalar, yalvarıp yakarmalar olduğu hususunda; bunlara muhatab olanın da, Allah olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh kalb, gaflet perdesiyle kapalı olup, o kimse de Allah'ın celâl ve kibriyasından gafil bulunsa, sonra da lisânı, alışkanlıktan ötürü hareket ediverse, bu yalvarıp yakarmalar kabul olunmaktan ne kadar uzaktır. Rükû ve secdeye gelince, bunlardan maksad da Cenâb-ı Hakk'a ta'zimdir. Gafletle yapılan tazim Allah'ı tazim sayılsaydı, Allah yerine önüne konulan puta tazimi de bundan farksız olurdu. (Yani: bilmeyerek puta tazimi tazim sayılamayacağına göre, gafil olarak Allah'ın huzurunda durması da tazim sayılmaz). Bir de böyle bir ta'zim tahakkuk etmeyince, geriye sadece belin ve başın hareket etmesi kalır. O namazda dinin direği olmasını gerektiren, bir meşakkat ve küfür ile imanın arasını ayıran bir özellik kalmamış olur. Namaz; hac, zekat, cihad ve diğer zor taatlerden daha önceki sırada yer alır. Taatler içerisinde yalnız namazt, terketmekte ısrar edene ölüm cezası verilir. Halbuki gafletle kılınan namazın, bu zor taatlerin önüne geçmesinin manası kalmaz. Netice olarak diyebiliriz ki her insan bu büyük özellikleri görüp müşahede etmenin, sırf zahiri ameller olmadığına buna bu münacatın gayesinin de eklendiğine kesinkes hükmeder. Binâenaleyh bütün bu açıklamalar namazda mutlaka kalbî bir huzurun olması gerektiğine delâlet eder. 7) Fakihler, cemaatle veya tek başına namaz kılan kimsenin, namaz sonundaki selamı ile, kimlere selam vermeye niyet edeceği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu kimse, yanında olanlara mı, yanında olmayanlara mı yahut her ikisine de mi selama niyetlenir? (Bu iş, inceleme konusu olmuştur) Namazın sonu demek olan selamın manası üzerinde düşünmeye ihtiyaç hissedildiğine göre, namazdan esas olarak kastedilen, tekbir ve teşbihlerin manasını düşünmeye haydi haydi ihtiyaç vardır. "Huşu Şart Değil" Diyenlere Red Hasım, "Huzu ve huşunun şart koşulması, fakihlerin ihtilafına mebni olduğu için, buna iltifat edilmez" diye delil getirmiştir. Buna birkaç yönden cevap verilir: a) Bize göre namazda kalbin huzuru, namazın caiz oluşunun yeterliliğinin şartı değil, kabulünün şartıdır. "Yeterli" olmadan kastımız, o namazın kazasının gerekmemesidir. "kabul"den kastımız ise, namaz için mükafaatın tahakkuk etmesidir. Halbuki Fakihler o namazın, mükafaatının tahakkukunu değil, yeterli olup olmayışını incelerler. Bizim bundan maksadımız ise mükafaat meselesidir. Bunun dünyadan bir örneği şudur: Birisi senden bir elbise ödünç alsa, sonra onu güzel bir şekilde geri verse, bu kimse sorumluluktan çıkmış ve övgüyü haketmiş olur. Fakat aynı adam o elbiseyi seni hafife alarak sana fırlatıp atsa, bu da sorumluluktan çıkmış olur. Ama övgüyü değil zemmi haketmiş olur. Tıpkı bunun gibi, bir kimse ibadetini, ta'zim ile yerine getirse, hem farzı yerine getirmiş, hem mükâfaata müstehak olmuş olur. Fakat ibadetlerini hafife alan kimse de, zahiren farzı yerine getirmiş olur, ama zemmi hakeder. b) Biz, böyle bir icmayı kabul etmiyoruz. Çünkü kelâmcılar, namazda mutlaka huzur ve huşunun bulunması gerektiğinde ittifak etmişler, bu hususta şöyle istidlalde bulunmuşlardır: "Allah'a secde, taat; putlara secde ise küfürdür. Bunlardan herbiri ise, gerek zâtı, gerek levazımı (vasıfları-şekilleri) itibarıyla, diğeri gibidir. Dolayısıyla secdenin, bu iki şekilden birisinde, sayesinde taata dönüştüğü, diğerinde de masiyete dönüştüğü bir vasfın bulunması gerekir. Bu vasıf ise, secde edenin kastı, niyeti ve iradesidir. Kasıttan maksad, o fiillerin Allah'ın emrine imtisal duygusu ile yapılmasıdır. Böyle bir duygu ise, ancak kalb huzurlu olunca bulunabilir. İşte bundan ötürü kelâmcılar, namazda mutlaka kalb huzurunun bulunması gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. Fakihler'den Ebu'l-Leys (r.h.) ise "Tenbîhu'l-Gâfilin" adlı eserinde şunu belirtir; "Namazdaki kıraatin tam oluşu, hatasız ve tefekkürle (manası düşünülerek) okunuşudur. Gazali (r.h.) da, Ebu Talib el-Mekkî'nin, Bişrü'l-Hafi'den, "Kim namazda huşu içinde olmazsa, namazı fâsid olur" dediğini rivayet ettiğini yazmıştır. Hasan el-Basrî (r.h.)'nin de: "Kalbinin huzurlu ve haztr olmadığı her namaz, (mükafaata değil) cezaya doğru hızla gider" dediği rivayet edilmiştir. Mu'az b. Cebel (r.h.)'in: "Kim. namazda iken, şuurlu olarak etrafındakileri tanımaya çalışırsa, o namaz kılmıyor demektir" dediği rivayet edilmiştir. Yine müsned bir hadiste, Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir. "Kul hazan namaz kılar. Ama o namazının altıda biri, hatta onda birifnin mükafatı) kendisi için yazılmaz. O kul için namazından, sadece (namazda oluşunun) şuurunda olduğu anların sevabı yazılır." Abdulvâhid b. Zeyd de şöyle der: "Alimler, kulun kıldığı namaz'dan, onun için sadece şuurlu olarak (gafil olmaksızın) kıldığı kısımların sevab temin ettiği hususunda ittifak etmişlerdir" demiş ve bu hususta bir icmâ bulunduğunu iddîa etmiştir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, deriz ki: Farzedelim ki bütün fakihler, gafil olarak (şuursuz) kılınan bir namazın da caiz olduğunu söylediler. Peki, Kelamcılar ve ehl-i takva, bu husustaki işi, daha dar tutmuş olmuyorlar mı? Dolayısıyla keşke ihtiyatlı olanı yapsan. Çünkü âlimlerden biri, imamlığı tercih etmiş. Kendisine bunun sebebi sorulunca, o: "İmâma uyan (muktedi) olmam hâlinde fatihayı okumayacağım için, İmam-ı Şâfl'nin, imam ile birlikte onu okuması halinde de, İmam Ebu Hanife'nın bana çıkışmasından korkarım. Bu ihtilaftan canımı kurtarmak için imameti tercih ettim." Boş Şeylerden Uzak Dururlar Üçüncü sıfat: Bu, "Onlar ki boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler" ayetinin ifade ettiği husustur. Buradaki "lağv" ile ilgili olarak şu açıklamalar yapılmıştır: 1) Buna, her türlü haram ve mekruh işler ile, insanın yapmaya mecbur olmadığı (bazı) mubah işler girer. 2) Bu, sadece haram işleri ifade eder. Bu görüş, birincisinden daha sınırlıdır. 3) Bu, özellikle konuşmada vaki olan masıyetlerdir. Bu da, ikinci görüşe göre, daha dardır. 4) Bu, yapılması mecbur olmayan mubah işlerdir. Bu görüşü benimseyen, "Allah, yeminlerinizdeki lağvden dolayı, sizi hesaba çekmez" (Bakara. 225) ayetini delil getirerek, "Binâenaley bu, kendisinden sorumlu tutulacak günahlar manasına hasıl hamledilebilir" demişlerdir. Önceki görüşleri ileri sürenler de, "Lağv, ilgi edilen her şeye denir. Dolayısıyla dinen lağvedilmesi gereken herşey, bu şekilde, nitelendirilebilir. Bu sebeble, her haramın lağv olması gerekir. Hem sonra "lağv", bazan, "küfür" manasına gelir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O kâfirler şöyle dediler: Kur'ân-ı dinlemeyin. O'nun hakkında lağviyyat (manasız yaygaralar) yapın..." (Fussilet, 26) buyurmuştur. Bazan da, "yalan manasına gelir. Nitekim Allahü teâlâ, "O (cennette), hiçbir lağv (yalan) duymazsın"(Gâşiye. 11) ve "Onlar, orada ne bir lağv, ne günaha sokacak bir şey işitmezler" (Vakıa. 25) buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak, müminleri bu tür lağviyattân yüz çevirdikleri için, övmektedir. Bunlardan yüz çevirmek ise, böyle şeyleri yapmamak, bunlardan hoşlanmamak ve bunları yapanlarla içli-dışlı olmamakla mümkündür. İşte bu manada Cenâb-ı Hak, "Onlar, boş ve kötü lakırdıya rastladıkları zaman, şerefli olarak, (yüz çevirip) geçerler" (Furkân, 72) buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ o mü'minleri, "namazlarında huşûlu olan kimseler" diye tavsif edince, mükellefiyetin iki temeli olan ve insan nefsine çok ağır gelen fiil ve terki (yapmaları ve yapmamaları) bir arada bulundurdukları için, bunun peşisıra onları, "lağviyattân yüz çevirenler" olarak tavsif etmiştir. Allah en iyi bilendir. Zekâtı İfa Ederler Dördüncü Sıfat: Ayetteki, "Onlar zekât (vazifelerini) yapanlardır" ayeti ile anlatılan sıfat... Ayetteki bu "zekat"la ilgili olarak şu iki görüş ileri sürülmüştür: a) Ebû Müslim'e göre, zekat övgüye değer ve beğenilen her iş hakkında kullanılır. Mesela, "Tezekkî eden (nefsini temizleyen), hiç şüphesiz felaha ermiştir." (A'la, 14) ve "Nefsinizi temize çıkarmayın (tezkiye etmeyin)" (Necm, 32) ayetlerinde olduğu gibi... Maldan çıkarılıp verilene de zekat denilmesi, bu temizleme manasından ötürüdür. Çünkü zekat da nefisleri günahtan temizlediği için bu ismi almıştır. Zira Cenâb-ı Hak, "Onların mallarından zekat al ki, bununla kendilerini temizlemiş, o mallarını bereketlendirmiş olasın" buyurmuştur. b) Ekseri âlimler ise, bununla, bilhassa mallarda verilmesi farz olan hak, yani bildiğimiz zekat manası kastedilmiştir. Bu, daha doğrudur. Çünkü bu kelime, şeriat örfünde, bilhassa bu manada kullanılır. Eğer, "Fasih bir ifadede: "O zekatı yaptı denilmemesi gerekir" denilirse, biz deriz ki: Keşşaf Sahibi şöyle söyler: "Zekat, madde ismi olarak da, mana (mefhum) ismi olarak da kullanılır. Buna göre madde, zekat veren kimsenin, zekatı verilecek mallardan ayırıp fakire verdiği miktardır. Mana ismi oluşu, zekat veren kimsenin yapmış olduğu bu tezkiye (manevî temizlik) işinin ismi oluşudur. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın kastettiği ve zekat verenleri bu işin yapıcısı olarak ifâde ettiği şeydir. Bu hususta zaten, başka ifade de kullanılmaz. Çünkü bu masdar, fiil ile (bir iş ismi ile) açıklanır. O işi yapana, onun faili denir. Nitekim, vurana, vurmanın faili; öldürene, öldürmenin faili, zekat verene de, zekâtın faili denir. Buna göre, buradaki zekat ile, zekat olarak verilen malın ismi olması caizdir. Dolayısıyla burada "edâ" lafzı muzaaf olarak takdir edilir." Eğer, "Allahü teâlâ Kur'ân'da, namaz ile zekâtı hep birlikte zikretmiştir. Bu ayette niçin, ikisininin arasını, "Onlar, boş ve faydasız şeylerden yüz çeviricidir" ifadesi ile ayırmıştır" denilirse biz deriz ki: "Boş ve faydasız şeylerden yüz çevirmek, namazın tamamlayıcısı olan hususlardandır. Irzlarını Korurlar Beşinci Sıfat: Bu, "Onlar, ırzlarını koruyuculardır. Şu varki zevcelerine yahut elleri altındaki cariyelerle münasebetleri bundan müstesnadır; böyle olanlar, kınanmış değillerdir" ayetinin anlattığı sıfattır. Bu ifade ile ilgili bir kaç soru var: Birinci Soru: niçin denilmeyip an yerine ala kullanılmıştır? Cevab: Ferrâ, ifadesinin manasında olduğunu söylemiştir. Keşşaf Sahibi bu hususta şu üç izahı yapmıştır: 1) Bu ifade, "hal" yerinde olup, "zevceleri üzerine veli ve kâim olanlar" takdirindedir. Bu, tıpkı, "Falanca, falanca kadına hâkimdir." demen gibidir. Bunun bir benzeri de, Ziyadpranın valisi oldu" manasında denilmesidir. Arapların, "Falan kadın, falancanın (nikâhı) altındadır" şeklindeki sözleri de bu manadadır. Bundan ötürü kadına mecazen firâş (döşek) ismi verilmiştir. Buna göre ayetin manası, "Onlar, evlenip birleşmeleri ve (cariyelerden) odalık edinmeleri hâli müstesna, diğer bütün gayr-i meşru hallerden ırzlarını (uçkurlarını) korurlar" şeklinde olur. 2) Bu, ifadesinden anlaşılan mahzûf bir şeyle alakalıdır. Buna göre sanki, "Onlar, zevceleri dışında yaptıkları münasebetlerden dolayı) kınanırlar "yani" kendilerine helâl kılınmışların dışındaki her türlü cinsî münasebetten ötürü kınanırlar. Ancak bu helâl olanlardan dolayı kınanamazlar" denilmektedir. Bu, Zeccâc'ın görüşüdür. 3) Alâ harf-i cerrinin mutaallakı, hâfızûn kelimesidir. (Yani "Onlar, ancak zevcelerine devam ederler" manasında.) Mut'a Nikâhının Haramlığı İkinci Soru: Bu ayet, imam Kasım b. Muhammed'den rivayet edildiğine göre mut'a nikahının haram olduğuna delâlet eder mi? Cevab: Evet. Bunun izahı şöyledir: Mut'a ile alınan, adamın zevcesi sayılmaz. Dolayısıyla helâl olmaması gerekir. Biz o kadının, adamın gerçek zevcesi olmadığını söylüyoruz. Çünkü bu ikisi, birbirlerine âlimlerin ittifakıyla, vâris olamazlar. Dolayısıyla eğer o onun zevcesi olmuş olsaydı, aralarında bu varislik söz konusu olurdu. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Sizin için. zevcelerinizin (ölüp) geride bıraktığı malların yarısı vardır" (Nisa, 12) buyurmuştur. Mut'a ile alınan kadının, alanın gerçek zevcesi olmadığı sabit olduğuna göre bu ayetteki, "Zevceleri yahut ellerinin altındaki cariyeler müstesna " ifadesinden ötürü, mut'anın helâl olmaması gerekir. Allah en iyi bilendir. Üçüncü Soru: İnsanın, hanımı ve cariyesinden, hayız ve iddet gibi hallerinde; yine cariyesini başkasıyla evlendirdiğinde, iddet halinde iken, onlardan istifâde edilmesi haram değil mi? Bir de, köle de (ellerinin altındaki) şeylere dâhil değil mi? Bunlara şu iki bakımdan cevab verilmiştir: a) İmam Ebû Hanife (r.h)'a göre, olumsuz bir cümleden yapılan istisna, her zaman olumlu mana ifade etmez. Ebû Hanife bu görüşüne, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Temizlik (abdest) olmadan namaz olmaz" ve " "(Kızın) velisi olmadan, nikâh olmaz' Buharî, Vudû. 2; Nikah, 36. hadislerini delil getirmiştir. Çünkü sırf abdestin bulunması, namaz kılınmış olmasını; yine velinin bulunması, nikâhın kıyılmış olmasını gerektirmez. Bu hadislerdeki istisnanın faydası, hükmedilen şeyi değil, hükmü istisna etmektir. Buna göre, ayetteki "zevcelerine ve elleri altında mâlik olduklarına karşı (olan durum) müstesna" şeklindeki ifade, "Bu ikisi hariç, onların nerkesten ırzlarını korumaları gerekir. Çünkü Ben, bu ikisinin hükmünü olumlu yahut ofumsuz olarak henüz belirlemedim" manasınadır. 2) Biz, olumsuz cümleden yapılan ististânın olumlu manaya geleceğini kabul etsek Dile, bu hususta son söz, "Bu, deliller ile tahsis olunan (sınırlanan), umûmî bir ifadedir. Dolayısıyla, ayetteki bu umumilik, tahsis edildiği noktaların dışında, geçerliliğini sürdürür" demektir. Hak teâlâ'nın "Şüphe yok ki onlar haddi aşanlardır" buyruğu, "Onlar haddi aşmada, en uç, en aşırı noktaya varmışlardır" demektir. Sözlerinde (Ahidlerinde) Dururlar Altıncı Sıfat: Hak teâlâ'nın "Onlar, emanetlerine ve ahidlerine riayetkardırlar" ifadesinin anlattığı sıfat... Nafî ve İbni Kesir, "emânet", müfred olarak (......) şeklinde okumuşlardır. Bil ki güvenilen ve üzerinde anlaşılan şey, emanet ve ahd ismi verilir. Hak teâlâ'nın, "Allah size emanetleri ehline vermenizi emrediyor" (Nisa. 58) ve "Emânetlerinize hainlik etmeyin" (Enfal, 27) ayetleri de bu manadadır. Manalar (sıfatlar) değil de, "ayn" olan şeyler (bizzat mallar) "edâ" edilir, yerine geri verilir. Binâenaleyh buna göre, güvenilip, verilen şey, emanetin bizzat Kendisi olmuş olur. Ahd ise, insanın, kendisini Rabbine yaklaştıracak şeyler hususunda yapmayı taahhüd ettiği şeylerdir. Allahü teâlâ'nın emrettiği şeylere de ahd denir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah imân etmemizi, bize ahdetti, yani emretti" diyenler (Al-i imrân. 183) buyurmuştur. "Riayetkar", birşeyi korumak ve ıslah için, ona devam eden, üzerinde duran demektir. "Sürünün raisi (çobanı)" ve "Raiyyenin râîsi" ifadeleri de bu manadadır. Nitekim Arapça'da, "Onu kim üzerine alır" manasına denilir. Emaneti Gözetirler Bil ki emanet, yapılmaması hiyânet sayılan herşeyi içine alır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah'a ve peygamberine hainlik etmeyin, yoksa emânetlerinize hainlik etmiş olursunuz" (Enfal. 27) buyurmuştur. İnsana, güvenilip havale edilen ibadetler de emanetlerdendir. O halde, bütün ibadetler, emanet sözüne dahildir. Çünkü ibadetler, ya, oruç, cünüblükten gusül ve güzel abdest alma gibi, asılları itibarıyla gizli olur, yahut da nasıl yapılacakları itibarı ile gizli olur. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "İnsanların en hâini, namazını tastamam ve dosdoğru kılmayandır" buyurmuştur. İbn Mes'ûd (radıyallahü anh)'ın da: "Dininizde, kaybedeceğiniz ilk umde, emânet (duygusu), son umde de namazdır" dediği rivayet edilmiştir. İnsanın, fiil veya söz olarak üstlendiği herşey emânet sayılır. Binâenaleyh onlara riayet etmesi gerekir. Emânet olarak bırakılan şeyler, anlaşmalar ve ikisiyle ilgili hususlar gibi... Söylendiği zaman, kölelerin ve hanımların haram (azâd ve boş) olduğu sözler de, emânet sayılır. Çünkü kişiye, bu sözleri hususunda güvenilir. İnsanın, emânetleri gözetmesi, onlara gasb ve benzeri yollarla hainlik etmemesi de emânete dâhildir. "And" sözcüğüne ise, çeşitli anlaşmalar, yeminler ve adaklar girer. Böylece Cenâb-ı Hak, kurtuluşun gerçekleşmesi hususunda bu tür şeylere riayet etmenin ve onların haklarını yerine getirmenin nazar-ı dikkate alındığını beyân buyurmuştur. Namaza Devam Ederler Yedinci Sıfat: Bu, ayetteki "Onlar, namazlarına devam ederler" ifadesinin anlattığı husustur. Cenâb-ı Hak, namazla ilgili ifadeyi tekrar getirmiştir. Çünkü huşu ve namaza, devam, birbirinden farklıdır ve birbirini gerektirmez. Zira huşu, namaz kılan kimsenin, namazı edâ esnasında takındığı bir sıfattır. Namaza devam ise, namaz kılan kimse, onu hakkıyla yerine getirmediğinde de olabilen bir durumdur. Belki de buradaki "devam" ile kastedilen, namazın vakti, temizliği gibi şartlarını ve rükünlerini hakkıyla yerine getirmek ve tastamam yapmak kastedilmiştir. Böylece, bu insanın sanki bir âdeti hâline gelmiş olur. Cennete Varis Olacaklar Allahü teâlâ, bu yedi sıfatın tamamını sayınca "işte onlar, vâris olanların tâ kendileridir. Onlar Firdevs (cennetine) vâris olacaklardır" buyurmuştur. Burada birkaç soru var: Cennete Miras Denilmesinin İzahı Birinci Soru: Cenâb-ı Hak niçin, cennetliklerin elde edecekleri, mükafatları ve cenneti niçin "miras" olarak isimlendirmiştir? Halbuki Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki Allah mü'minlerden, canlarını ve mallarını, cennet mukabilinde satın almıştır" (Tevbe. 111) ayetinde, cennetin o mü'minlerin hakkı olduğunu bildirmiştir. Buna birkaç şekilde cevap verilir: 1) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet edilen şu husus, bu konuda söylenilen en açık sözdür: "Cenâb-ı Hak her bir mükellef için, isyan etmeleri halinde cehennemde, itaat etmeleri halinde cennette hakedecekleri yerler hazırlamış ve bunlara birer işaret vurmuştur. Binâenaleyh o mükelleflerden kimi imân edip, kimi inkâr edince, inkâr edenlerin cennetteki yerleri, iman edenlere geçmiş gibi olur. Böylece de, onların mükafaatları kesin mahrumiyet demek olan cehenneme varışları, bu kimselerin ölümü gibi olur. İşte bu, bu açıdan miras diye adlandırılmıştır. Nitekim, fakihler ölenin, geride bıraktığı mallar ile ileride sahib olabileceği düşünülen şeyler arasında, kendisine vâris olunma bakımından bir fark bulunmadığını söylemişlerdir. Yine fakihler, gerçek manada mâlik olunmadığı halde, katil (öldürme) sebebiyle vâcib olan diyete de vâris olunacağını söylemişlerdir. İşte Fakihlerin bu fetvaları da, bizim söylediğimiz şeyi destekler. Eğer, "Allah, cennetliklerin müstehak olacakları herşeyi miras diye nitelemiştir. Sizin dediğinize göre ise, bu mirasa, itaatkar olsalardı kâfirlerin hakedecekleri şeyler de girmektedir" denilirse, biz deriz ki: "Cenâb-ı Hakk'ın, O mü'min için bi zâtihi takdir ettiği o makam ve mevkiin aynısını, itaat etmesi halinde, o kâfir için de bir makam, bir mevki kılması imkansız değildir. Çünkü bu, bu durumda o makam ve mevkilere bir ilave demektir. Dolayısıyla o kâfir iman ettiği takdirde, bu makam ve mevki ona geçer. 2) Cennetin o mü'minlere, hesabsız ve sınırsız sunulması, tıpkı malın vâris olana geçmesine benzer. 3) Cennet, atamız Âdem (aleyhisselâm)'in yurdu idi. Binâenaleyh o, onun soyuna geçince sanki miras gibi olur. Zikredilmeyen Mükellefiyetler İkinci Soru: Cenâb-ı Hak, oruç, hac ve taharet (temizlik) gibi, bütün farzları saymışken, bu yedi sıfatı taşıyan mü'minlerin felaha ulaşacaklarını bildirmiştir? Cevab: Ayetteki, "Onlar, emanetlerine ve ahdlerine riayetkardırlar" ifadesi, Allah'ın bütün emir ve yasaklarını, daha evvel de açıkladığımız gibi, içine alır. Taharetle ilgili vecibeler de, beş vakit "namaza devam edenler" ifadesine dahildir, çünkü bunlar, namazın şartlarındandır. Bu Ayet Hasr İfade Eder mi? Üçüncü Soru: Hak teâlâ'nın, İşte onlar vâris olanların tâ kendileridir" buyruğu cennete bunlardan başka hiç kimsenin girmeyeceğini gösterir mi? Cevab: Ayetteki bu söz, hasr (sadece) manası ifade eder. Fakat bu mana ile hüküm çıkarılmaması gerekir. Çünkü küçüklerin delilerin, çocukların, hurilerin ve "Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bundan başkasını, dilediği kimse için bağışlar" (Nisa, 8) ayetinden ötürü, ehl-i kıblenin günahkârlarının da, atfedildikten sonra cennete girecekleri sabittir. Firdevs Cenneti Ne Demektir? Dördüncü Soru: Cennetlerin hepsine mi "Firdevs" denir? Cevab: Firdevs, Habeşce'de "Cennet" demektir. Bu kelimenin aslen Rumca olduğu söylenmiştir. Ebû Musa el-Eşârî (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Firdevs Rahman (Allah'ın) sarayıdır, onda nehirler ve ağaçlar vardır" buyurduğunu rivayet etmiştir.Ebû Umâme (radıyallahü anh) da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Allah'dan Firdevsi isteyiniz. Çünkü o, cennetlerin en yücesidir. Kanzu'l-Ummal, 2/3184Firdevs'te olanlar Arş'ın duyarlar" dediğini rivayet etmiştir. Beşinci Soru: Bu ayet, o mü'minlerin bu sıfatlara sahib olmalarından dolayı mü'min olduklarına delâlet eder mi? Cevab: Kadî, (Mu'tezili) görüşüne göre, durumun böyle olduğunu iddia etmiştir. Çünkü onlara göre iman, bütün farzların yerine getirilmesine verilen serî bir İsimdir. Biz (Ehl-i Sünnet'e) göre ise, bu ayet buna delâlet etmez. Çünkü ayetteki, "Mü'minler muhakkak felah bulmuştur.Onlar ki (...)" ifadesi, tıpkı "İnsanlar felah buldu : zekiler, âdiller" sözü gibidir. Binâenaleyh bu, zekiliğin ve adaletin, insanın insan olmasına dâhil olduklarını göstermez. İşte ayette de böyledir. Cennetin Mü'minler Lehinde Konuşması Altıncı Soru: Hazret-i Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)in "Allahü teâlâ, Adn cennetini yaratına, ona "Konuş" dedi O da, "Mü'minler muhakkak felah bulmuştur" dedi" Cami'us-Saağir. 2/127dediği rivayet edilmiştir. Ka'b da şöyle demiştir: "Allah, Hazret-i Adem'i (Kudret) eliyle yarattı. Tevratı, eliyle yazdı. Tûbâ ağacını eliyte dikti. Sonra o Tûbâ ağacına, "Konuş" dedi. O da, "Mü'minler muhakkak felah bulmuştur" dedi. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Kul, güzelce abdest alıp, namazını vaktinde kıldığında ve namazın rûkularına, secdelerine ve vakitlerine tam riayet ettiğinde, namaz, "Bana devam edip, beni koruduğun gibi, Allah da seni korusun " der ve ona şefaat eder. Fakat kul, namazını zâyî ettiğinde, (hakkıyla, tastamam kılmadığında), namaz, "Beni zâyî ettiğin gibi, Allah 'da seni zâyî etsin " der. işte bu namaz, tıpkı eski bir elbise gibi dürülüp, bükülür ve sahibinin yüzüne çarpılır" Cami'us-Saağir. 2/127 buyurduğu rivayet edilmiştir? Cevab: Cennetin konuşması, ile, onun mü'minler için hazırlanmış oluşu Kastedilmiştir. Onun hazır oluşu, sanki konuşması kabul edilmiştir. Bu tıpkı, "(Gökler ve yerler) "İsteye isteye geldik. (Ey Rabbimiz)" dediler. "(Fussilet, 11) ayetinde olduğu gibidir. Cenâb-ı Hakk'ın cenneti eliyle yaratması meselesine gelince, Bununla, o yaratma işini başkasına bırakmayıp bizzat yaptığı anlatılmak istenmiştir. Namazın, kendisini hakkıyla yerine getirenleri övmesine gelince, bu, imkân açısından, cennetin konuşmasından daha uzaktır. Çünkü namaz bir takım hareket ve hareketsizliklerden ibaret olup, konuşup düşünmesi mümkün değildir. Binâenaleyh bu ifâde ile, bir teşbih (benzetme) yapılmıştır. Bu tıpkı, iyilikte bulunana, insanın, "senin bana yaptığın iyilik, teşekkürümü konuşuyor (istiyor)" demesi gibidir. Cennet Şimdi Mevcut mu? Yedinci Soru: Bu ayet, Firdevs cennetinin yaratılmış olduğunu gösterir mi? Cevab: Kâdî şöyle der: "Hak teâlâ'nın, "Onun yemişleri devamlıdır"(Ra'd, 3) ayeti, cennetin, mahlûk (yaratılmış) olmadığına delâlet eder. Dolayısıyla bu ayeti te'vil etmek gerekir. Buna göre, Cenâb-ı Hak sanki şöyle demek istemiştir: "Kıyamet günü, Allahü teâlâ, cenneti mü'minlere miras olarak yaratır (yani miras kılar)." Yahut da Allah cenneti yarattığında, cennet, "Cehennem ashabı, cennet ashabına şöyle seslenir"(A'raf, 50) ayetini te'vil ettiğimiz gibi sözler söyler." Kâdî'nin bu görüşü zayıftır. Çünkü onun, ayette yaptığı takdir (ve te'vil), "Onun yemişleri devamlıdır" (Ra'd, 35) ayetinde yaptığı takdirden daha evlâ değildir. Hem sonra, bu cennetin yemişleri, âhirette devamlıdır manasına gelir. Dolayısıyla bu iki ayetin, zahirî manaları çelişki teşkil edince, cennetin mahlûk olduğu hususunda, Hak teâlâ'nın, "O, muttakîler için hazırlandı" (Al-i imran, 133) ayetine sarılırız. İnsanın Yaratılışı 12Âyetin tefsiri için bak:16 13Âyetin tefsiri için bak:16 14Âyetin tefsiri için bak:16 15Âyetin tefsiri için bak:16 16"Celalim hakkı için Biz, insanı çamurdan bir hulâsadan yarattık. Sonra onu, sarp ve metin bir karagâhta bir nutfe yaptık. Sonra o nutfeyi bir alaka hâline getirdik. Sonra o alakayı, bir çiğnem et yaptık. O bir çiğnem eti de, kemikler hâline getirdik ve kemiklere et giydirdik. Sonra onu bir başka yaratışla inşâ ettik, yaratıcıların en güzeli olan Allah'ın şânı ne yücedir! Sonra siz, bunun arkasından hiç şüphesiz ölüler olacaksınız. Sonra siz kıyamet günü muhakkak diriltilip, kaldırılacaksınız". Allah'ın Kudretinin Delilleri Bil ki Hak teâlâ önceki ayette kullarına ibadeti emredip; ibadet yapma da ancak yaratıcı Allahı tanıdıktan sonra mümkün olduğu için, bunun peşinden kendisinin varlığına, celâl ve vahdaniyet sıfatları ile muttasıf olduğuna delâlet eden hususları zikretmiş ve bu delillerden şu çeşitlere yer vermiştir: Birinci Çeşit: Bu, insanın yaratılışının ve fıtratının oluşunda geçirdiği devre ve mertebelerle istidlal ediştir. Bu mertebeler dokuzdur: İnsanın Topraktan Yaratılışı Birinci Mertebe: Bu, ayetteki "Celalim hakkı için biz, insanı çamurdan bir hulâsadan yarattık" ifadesi ile anlatılan husustur. "Sülâle", öz demektir. Çünkü bu, o bulanıklığın içinden süzülüp çıkan şeydir. (fuale) kalıbı, azlığa delâlet eder. (kesinti) ve (süpürüntü) kelimeleri de bu vezindedir. Müfessirler bu ayette geçen "iman" kelimesiyle kimin kastedildiği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak İbn Abbas, İkrime, Katâde ve Mukâtil bununla Hazret-i Adem'in kastedildiğini söylemişlerdir. Binâenaleyh, bu demektir ki Adem, çamurdan olan bir özden süzülmüştür; zürriyeti de, "hakir bir sudan" (Murselat. 20) yaratılmıştır... Sonra biz sonra onu (...) kıldık ifadesindeki (onu) zamirini, "Adem'in zürriyeti" anlamındaki insana raci kılarız. Çünkü insan sözü, hem Adem'i, hem de çocuklarını kapsar. Başkaları da şöyle demişlerdir: "Bu ifadedeki "insan" ile Adem'in zürriyeti kastedilmiştir. Ayette geçen (tin) sözü de, Adem (aleyhisselâm)'ın ismidir. "Sülâle" ise, menî keseciklerinde toplanıp bir araya geldiklerinde "menî" olan ve uzuvlara saçılmış olan çamur zerreleridir. "Bu tefsir, Cenâb-ı Hakk'ın, "insanı yaratmaya da çamurdan başlayandır. Sonra O, bunun zürriyetini hakîr bir sudan meydana gelen nutfeden yapmıştır" (Sedce. 7-8) ayetine de uygundur. Bu husustaki bir başka izah da şudur: İnsan, nutfeden, nutfe de dördüncü hazmın artıklarından meydana gelir. Bu böyledir, çünkü o gıdalardan neşet etmiştir. Bu gıdalar da, ya hayvansal ya da bitkisel olur. Hayvansal gıdalar da, bitkisel gıdalara dayanır. Bitkiler de, yerin ve suyun özünden meydana gelirler. Binâenaleyh bu demektir ki insan gerçekten, çamurun özünden meydana gelmiştir. Sonra bu öz, yaratılışın ve fıtratın safhalarından geçtiğinde, menî haline gelir. Bu açıklama, ayetin lafzına da uygundur. Binâenaleyh, bu konuda zoraki izahlara girmeye gerek yoktur. Beşinci Mertebe: "O bir çiğnem eti de, kemikler haline getirdik" ayetinin ifade ettiği husus olup, "Biz onu bu hale getirdik" demektir. İbn Âmr, (......) kelimesini ('azmen) şeklinde okumuştur ki, yine bununla da çoğul manası kastedilmiştir. Nitekim melekler de safsaf (geldiler)" (Fecr, 22) ayetinde de böyledir. Altıncı Mertebe: Ayetteki "ve o kemiklere et giydirdik" kısmının ifade ettiği husustur. Bu böyledir, zira et, kemikleri örtmektedir. Bundan dolayı, o eti, kemiklerin kisvesi ve giysisi gibi addetmiştir. Yedinci Mertebe: Ayetteki "Sonra onu bir başka yaratılışla inşa ettik" cümlesinin ifâde ettiği husus olup bu, "Biz onu, ilk yaratılışından çok farklı olan bir başka yaratışla yarattık inşâ ettik" demektir. Çünkü, Cenâb-ı Hak onu, cansızken, canlı, konuşmazken, konuşur; duymazken, duyar ve görmezken görür hale getirmiş, onun hem içini hem de dışını, güzelce yapmıştır. Hatta, onun her uzvu ve her parçasını vasfedenlerin nitelemelerinin ve şerh edenlerin de açıklamalarının tam olarak kuşatamıyacağı, bir yaratış hârikası ve hikmetin eşsiz bir eseridir. Avfî, İbn Abbas (radıyallahü anh)'nın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ayetin ifadesine göre, Cenâb-ı Hakk'ın, insanın doğumunu müteakib, o çocuğu çocukluk çağından tam delikanlılık çağına girinceye kadar muhtelif merhalelerden geçirmesi; ve bu dönemden sonra da ölünceye kadar onda anlayış ve akıl gücünü yaratması kastedilmiştir." Bu görüşün delili bundan hemen sonra gelen, "Sonra siz, bunun arkasından hiç şüphesiz ölüler olacaksınız" buyurmuş olmasıdır. Bu mana, İbn Abbas ve İbn Ömer'den rivayet edilmiştir. Cenâb-ı Hak, onda ruhu yaratmasını ve yaratılışın, tamamlanmasını onu inşa etmek kabul ettiği için, enşe'nâhulnşa ettik" demiştir. Alimler şöyle demişlerdir: "Bu ayette, Nazzam'ın: "insan, beden değil, ruhtur" şeklindeki görüşünün batıl olduğuna, bir delâlet bulunur. Çünkü Cenâb-ı Hak, insanların bu sıfatlardan meydana geldiğini beyan buyurmuştur. Yine bu ayette, "insan, bölünmeyen ve cisim olmayan bir şeydir" diyen, felsefecilerin görüşlerinin batıl olduğuna dair bir delâlet bulunmaktadır. Cenâb-ı Hakk'ın beyanının manası, "Allah yüce oldu" demektir. Çünkü, "bereket" kelimesinde, "uzama ve artma anlamı vardır. Bir şeye ilave edilen şey, onun üstüne çıkmış, âlî olmuş demektir. Bunun manasının, "Bütün bereket ve hayırlar, Allah'dandır" şeklinde olması da caizdir. Bu kelimenin aslının, "Sebat" anlamına gelen (el-bürûk) kökünden olduğu da söylenmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Beka, devam ve bereket, ne varsa hepsi O'ndandır. Binâenaleyh O, tazim edilmeye ve övülmeye müstahaktır" demek istemiştir. Ahsenu'l-Halikîn Cenâb-ı Hak "yaratanların en güzeli" buyurmuştur ki bu, "Allah, takdîr edenlerin en güzelidir" demektir, "halik" kelimesi kendisine delâlet ettiği için, ((......) şeklindeki) temyiz hazfedilmiştir. Burada, şöyle birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Mu'tezile şöyle der: "Şayet Cenâb-ı Hak, fiilini takdîr ettiğinde onun yaratıcısı olmasaydı, O'nun hakkında, "yaratıcıların en güzeli" denilmezdi. Bu tıpkı, kulları arasında, hükmedip merhametli olan kimselerin bulunmaması halinde, O'nun hakkında, hükmedenlerin en hâkimi ve merhamet edenlerin de en merhametlisi denilmesinin caiz olmaması gibidir. Arapça'da "halk' yanılarak ve gafil olarak değil de, kendisini yapandan ölçülmüş ve takdir edilmiş olarak sadır olan her türlü fiile verilen isimdir. Kullar da, bunu bazen böyle yapabilir" Ka'bî şöyle der: "Bu ayet, her ne kadar kulun halik olduğuna delâlet ediyor ise de, ancak ne var ki, kula bu vasıf, mutlaka olarak değil mukayyet olarak verilebilir. Bu tıpkı, "Evin efendisi" denilip de izâfetsiz olarak (Rabbın) demlememesi gibidir. Yine köle efendisine, "O, benim rabbimdir" diyemez. Cenâb-ı Hak, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ı, "çamurdan kuş biçiminde bir şey yapmakla" vasfettiği için böyle demiştir de denilemez... Çünkü biz buna şu iki açıdan cevap verebiliriz: 1) Ayetin zahiri; Cenâb-ı Hakkın, bir çok yaratıcı içinde en güzel yaratıcı olmasını gerektirir. Binâenaleyh bunun sadece Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ya hamletmek doğru olmaz. 2) Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ın, yaratmakla nitelenmesi doğru olunca, diğerlerinin de yaratmakla nitelenmeleri doğru olur... Mu'tezile'ye Red Alimlerimiz, Mu'tezile'nin bu gördüşlerine şu şekilde cevap vermişlerdir: 1) Bu, ayet, "Allah her şeyin yaratıcısıdır" (Rad. 16) ayetiyle çelişki teşkil eder. Binâenaleyh, bu ayeti, "o, sizin inanç ve zannınıza göre yaratanların en güzelidir" manasına hamletmek gerekir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "bu, O'na göre pek Kolaydır" (Rum, 27) ayeti gibidir ki bu, "sizin inanç ve zannınıza göre, bu O'na daha kolaydır" demektir. 2) Hâlık takdir eden, demektir. Çünkü halk kelimesi, takdir etmek anlamındadır. Ayet de, Allah'ın, takdir edenlerin en güzeli olduğuna delâlet etmiş olur. Halbuki takdirde, "zannetmek, ölçmek biçmek, değerlendirmek" manası vardır. Binâenaleyh du mana, Allah hakkında düşünülemez. O halde ayet, müteşabihattan olmuş olur. 3) Ayet, kulun, takdir eden manasında "hâlık" olduğuna delâlet ediyor. Peki daha sen niçin, kulun, "icâd eden" anlamında hâlık olduğunu söylüyorsun? Şerrin Yaratılması Mu'tezile şöyle der: Ayet, Cenâb-ı Allah'ın yarattığı her şeyin, güzel, hikmetli ve doğru olduğuna delâlet eder. Aksi halde, O'nu, "Ahsenü'l-hâlikîn" diye nitelemek caiz olmaz. Durum böyle olunca da, O'nun, küfür ve masiyetin yaratıcısı olmaması gerekir. Bu sebeple, o küfür ile ma'sıyetinin yaratıcısının, kul olması gerekir. Cevap: Bazı kimseler, ayetten anlaşılan "güzellik" manasını, o işin terkîb ve telifini sağlam, muhkem yapmak manasına hamletmişlerdir. Şayet biz, bu manayı, bu kimselerin dedikleri manaya alacak olursak, o zaman bize göre, Allah'dan olan her şey güzel olmuş olur. Çünkü O'nun üzerinde bir emir ya da bir yasak yoktur ki, bu, onun bu işi yapmasına mâni olsun. İbn Ebî Serh Kıssası Kelbî, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Abdullah İbn Sa'd İbn Ebî Şerh, Hazret-i Peygamberin yanında bu ayetleri yazıyordu. Hazret-i Peygamber... ifadesine gelince, Abdullah, bu ifâdenin manası karşısında teaccüb ederek dedi Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Yaz, işte bu şekilde nazil oldu" deyince, Abdullah şüpheye düştü ve: "Eğer Muhammed söylediği şeyler hususunda doğru sözlü ise, bilin ki, tıpkı ona vahyolunduğu gibi, bana da vahiy geliyor; yok eğer yalancı ise, onun dininde hayır yok!" dedi ve: "Mekkeye kaçtı. Onun, kâfir olarak öldüğü ileri sürüldüğü gibi, Mekke'nin fethi günü müslüman olduğu da ileri sürülmüştür. Bu zat Mekke fethi sırasında Müslüman olmuş, Amr İbnu'l-As'dan sonra h.25 yılında Mısır valisi tayin edilmiş, sonra Trablusgarb'dan Tanca'ya kadar Kuzey Afrika fethinin Kumandanı olmuş Hazret-i Alği'nin hilefetine kadar Valiliği devam etmiştir.(radıyallahü anhnhüm) zirikli, A'lam, 4/220-221 Vahyin Hazret-i Ömer'i Te'yidi Sald İbn Cübeyr, İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bu ayet nazil olunca, Ömer İbnu'l-Hattâb dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber:"Ey Ömer, işte bu şekilde nazil oldu" buyurdu. Hazret-i Ömer şöyle derdi: "Rabbim bana, dört yerde muvafakat etmiştir. Makam-ı İbrahim'in gerisinde namaz kılma talebimde: kadınların örtülmesi talebimde; benim, peygamberin hanımlarına, "Ya vazgeçersiniz, ya da Allah ona, sizden daha hayırlısını verir" şeklinde dememde... Çünkü Cenâb-ı Hak bunun üzerine, "Rabbinin ona, sizden daha hayırlılarını' vermesi umulur..." (Tahrim, 5) ayetini inzal buyurmuştur. Dördüncüsü olarak da, dedim de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "işte böyle nazil oldu" buyurdu. Arifler, "Cenâb-ı Hakk'ın, "Onunla pekçoğunu saptırır, onunla pekçoğunu da hidayete erdirir..." (Bakara, 26) buyurduğu gibi, bu olay Hazret-i Ömer'in saadetine, Abdullah'ın da bedbahtlığına sebep olmuştur..." demişlerdir. İcaz Hakkında Asgari Mikdar Buna göre şayet, "Bütün rivayetlere göre, her ne olursa olsun, beşer de tıpkı, doğrudan doğruya Kur'ân'ın nazmı gibi olan bir ifadeyi söyleyebiliyormuş.. Bu da, Abdullah'ın da zannettiği gibi, Kur'ân'ın mucize oluşunu zedeler..." denilirse, buna şöyle cevâp verilir: O söylenilen mikdar, kendisinde icazın zuhur etmeyeceği bir mikdarda olursa, bu olabilir. Binâenaleyh, Abdullah'ın bu şüphesi sakıt olmuş olur. Sekizinci Mertebe: Cenâb-ı Hakk'ın "Sonra siz, bunun arkasından hiç şüphesiz ölüler olacaksınız" ayetinin ifade ettiği husustur. Ibn Ebi Able ve İbn Muhaysın, (le mâitune) şeklinde okumuşlardır ki, ile arasındaki fark şudur: "Meyyit", tıpkı hayy kelimesi gibi, devamlılık ifade eden bir sıfattır. "Mâit" ise, hudûsa delâlet eder. Mesela sen, "Zeyd şimdi ölüdür", Zeyd, yarın ölecektir" dersin. Bu tıpkı, yine senin "Zeyd ölecek.." demen gibidir. Bu tıpkı,"Deyyık" ve "Dâik" denilmesi gibidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "bu yüzden yüreğin dar olarak" (Hûd, 12) buyurmuştur. Dokuzuncu Mertebe: "Sonra siz, kıyamet günü muhakkak diriltilip kaldırılacaksınız" ayetinin ifade ettiği husustur. Binâenaleyh bu demektir ki Allah hayatı sona erdirmek demek olan öldürme ile, yok edip fani kıldığı şeyi yeniden hayata döndürme demek olan ba'sı, inşâ ve icadın yanısıra, kendisinin yüce kudretine delil kılmıştır. Burada birkaç soru sorulabilir: Ayetle İlgili Bazı Sorular Ölüm Olmasaydı Birinci Soru: Ölümün hikmeti nedir? Ahiret nimetleri ve mükafatları, keşke dünya nimetleriyle de birleşseydi ya! Böylece bu, daha fazla bir inam olmuş olurdu... Cevab: Bu, mükellefler için bir fesat kaynağı olur; çünkü O, kişinin taatlar uğrunda katlandığı o sıkıntıların mükâfatını hemen vermiş olsaydı, kişinin o taatları yapması Allah'a itaat için değil, o faydaları elde etmek için olmuş olurdu. Bunu şu da açıklar: Şayet namaz kılıp oruç tutan kimseye: "Bunu yaptığında, biz seni şu anda cennete sokacağız" denilmiş olsaydı, o bu işi sırf cenneti elde etme maksadıyla yapmış olurdu, şte bu sebeple Allah ahiret mükâfatını tehir etti ve kul, menfaat için değil, Rabbine taat duygusuyla ibâdet eden birisi olsun diye, bu mükâfatı,kulu önce öldürüp sonra da onu diriltmek suretiyle, biraz daha uzaklaştırdı. Kabir Azabı Hakkında İkinci Soru: Bu ayet, kabir azabının olmadığına delâlet eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Sonra siz bunun arkasından hiç şüphesiz ölüler olacaksınız. Sonra siz kıyamet günü, muhakkak diriltilip kaldırılacaksınız" buyurmuş, bu ikisi arasında kabirdeki ölümle dirimden bahsetmemiştir. Cevab: Buna şu iki açıdan cevap verebiliriz: a) Bu iki hayatın zikredilmesinden üçüncüsünün yokluğu neticesi çıkmaz. b) Bu üç nevin zikredilmesinin maksadı, icad, öldürme ve tekrar diriltmedir: Dahsedilmeyen de, yeniden diriltme cinsindendir. İkinci delil: Yedi Gök 17İkinci Delil: Bu, Allah'ın göklerin yaratılışını delil göstermesi olup, bu husus ayetiyle ifade edilmektedir. "Celalim hakkı için biz sizin üstünüzde yedi yol yarattık. Biz, yaratmaktan gafil değiliz" Ayetteki (......) deyiminin manası, "Yedi kat gök" demektir Ruhlara, birbirlerinin üzerinde olma anlamında, tetavuk edip peşpeşe geldikleri için, (Taraik) denilmiştir. Nitekim Arapça'da bir kimse, bir pabucu başka bir pabucunun üzerine koyup birbirine kapatıverdiğinde, iki elbiseyi birbiri üzerine giydiğinde, denilir. Bu, Halil, Zeccac ve Ferrâ'nın görüşü olup, Zaccac: "Bu Cenâb-ı Hakk'ın "Tabaka tabaka yedi (kat) göğü..." (mülk, 3) ayeti gibidir" demiştir. Ali İbn İsa da: "Bunlar; çıkışta, inişte ve uçuşta meleklerin yolları olduğu için, bu ismi almışlardır" derken, diğerleri de: "Bunlara, kendilerinde yıldızlar hareket ettiği için, "yıldızların yolları" anlamında böyle denilmiştir..." demişlerdir. Bunların bu şekilde bize nimet olmalarının izahı ise şöyledir: "Allahü teâlâ orasını, oradan yağmur indirme suretiyle, hem bizim rızıklarımızın yeri, hem de meleklerin karargahı kılmıştır. Bir de, orası mükâfatların (yazılıp çizildiği), koyulduğu yerdir. Ve, peygamberlerin gönderilmesinin ve vahyin nüzulünün mekânıdır..." Yaratmada Gaflet Yok Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz, yaratmaktan gafil değiliz" ifadesine gelince, bu hususta da şu izahlar yapılmıştır: a) Yani, "Biz gafil değiliz. Tam aksine biz, o yedi kat göğün onların üzerine düşüp de onları imha etmemesi için, o mahlukatımızı muhafaza ediyoruz" demektir. Bu, Süfyân İbn Üyeyne'nin izahı olup, tıpkı, "Şüphesiz ki Allah gökleri ve yeri zeval bulmalarından (korumak için bizzat) tutmaktadır" (Fatır. 41) ayeti gibidir. b) Yani, "Biz, onlara rızık ve bereketlerini, oradan indirmek için, o yedi kat göğü mahlükatın üzerinde yarattık" demek olup, bu da Hasan el-Basrî'ye aittir. c) Yani, "Bunları biz yarattık. Binâenaleyh, bizim bunlan yaratmamız, kudretimizin mükemmel olmasına delâlet eder" demek olup, Cenâb-ı Hak ilminin mükemmel oluşunu da, "Biz, yaratmaktan gafil değiliz" ayetiyle beyân etmiştir. Bu da, "Biz onların amellerinden, sözlerinden ve gönüllerinde sakladıkları şeylerden gafil değiliz" demektir ki, işte bu ifade şiddetli bir men ve zecr ifade eder. d) Yani. "Biz, gökleri yaratmadan gafil değiliz. Tam aksine biz, onlar, üzerinde sürdürüyoruz" demektir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "O Rahman'ın yaratışında hiçbir nizamsızlık göremezsin " (Mülk, 3) ayeti gibidir. Ayetin Verdiği Dersler Bilki, bu ayet, şu birkaç meseleye davet etmektedir: 1) Bir Yaratıcı'nın varlığına. Çünkü, bu cisimlerin ilk sıfatları üzere kalmaları mümkin iken, ona zıt olan bir başka sıfata geçmeleri, mutlaka, onları böyle yapan bir varlığın bulunduğuna delâlet eder. 2) Tabiat görüşünün yanlışlığına... Çünkü, o sıfatlardan herhangi biri, şayet tabiat gereği meydana gelmiş olsaydı, aynı kalması ve değişmemesi gerekirdi. Şayet, "O sıfatlar, tabiat değiştiği için değişmiştir" dersen, o zaman o tabiat da, bir yaratıcı ve mucide muhtaç olur. 3) Alemi idare edenin, kadir ve alim olduğuna... Çünkü "mûcib-i bizzat" (ihtiyar sahibi olmayıp fiillerini gayrı iradî yapan)dan ve câhil olandan, böylesi hayranlık verici şeyler zuhur edemez. 4) O'nun, bütün malûmatı bildiğine, hertürlü mümkinata kadir olduğuna... 5) Hem ayetin sarîh, açık ifadesine, hem de o failin, hertürlü mümkinata kadir olup hertürlü malûmatı bilen birisi olduğu için, O'nun o cüzleri, evvelindeki gibi yeniden iade etmeye kadir olması gerektiğine bakarak, haşrin ve neşrin olabileceğine... 6) Allah'ı tanımanın taklidî değil, istidlali olması gerektiğine, aksi halde bu dillerin anlamsız olacağına... Üçüncü Delil: Yağmur 18Âyetin tefsiri için bak:20 19Âyetin tefsiri için bak:20 20Üçüncü Çeşit: Yağmurun yağması ve bitkilere nasıl tesir ettiği ile istidlal de bulunmak... "Gökten, yetecek kadar su indirdik de, onu yerde iskân ettirdik. Hiç şüphesiz ki, biz onu gidermeye de kadiriz. İşte bununla sizin için, hurmalıklardan, üzümlükterden nice bahçeler bağlar yaptık ki içlerinde sizin için, birçok yemişler bulunmaktadır. Onlardan yersiniz de... (sizin için) Tûr-i Sina'dan çıkan bir ağaç da yarattık ki, o, yağı ile ve yiyen kimselere bir katıkla beraber biter" , Bil ki, su başlıbaşına bir nimet olup, bunun yanısıra da, nimetlerin meydana gelmesinin sebebi olduğu için, şüphesiz ki Cenâb-ı Hak, önce suyu, peşinden de suyla meydana gelen nimetleri zikretmiştir. Ayetteki "Gökten de, yetecek kadar su indirdik " ifadesinde yer alan, "semâ"nın ne demek olduğu hususunda alimlerimiz ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak müfessirlerin ekserisi şöyle demiştir. "Allahü teâlâ yağmuru, hakikaten gökten indirir... Ayetin lafzından anlaşılan mana budur, "Semâdadır rızkınız ve vadolunduğunuz şey" (zariyat. 22) ayeti de bunu teyit eder." Bazıları da, bu ayetle, bulutun kastedildiğini, Cenâb-ı Hakk'ın, yüksekliğinden dolayı buluta bu ismi verdiğini söylemişlerdir. Buna göre mana şöyle olur: Allahü teâlâ, suyun küçük unsurlarını yerin derinliklerinden denizlere; denizlerden de, gökyüzüne yükseltir. Böylece o zerrecikler, işte bu yükseltme sayesinde tatlı, saf bir su haline gelir. Derken o zerrecikler biraraya gelir, böylece de oluşumlarını tamamlarlar. Sonra da Allahü teâlâ onları, ihtiyaca göre indirir. Eğer böyle olmasaydı o su parçacıkları yerin derinliklerine yayılmış oldukları için o sulardan; tuztu olduğu içinde denizin sularından yararlanamazlardı... Denizin sularını yeryüzünde akıtmanın'da imkânı yoktur. Çünkü, denizler alabildiğine derindirler" Bil ki, bütün bu izahları ancak, hür ve irade sahibi bir failin olmadığını ileri sürenler yaparlar. Ama, O'nu ikrar edenlerin, bunlardan hiçbirine ihtiyaçları yoktur. Ayetteki (......) ifadesine gelince bu, "Kendisiyle, zarardan emin olacakları ve böylece de, gerek ziraat, gerek dikme,gerekse içme açısından çeşitli, menfaatler elde edecekleri miktarda" demektir. Yahut da bunun anlamı, "Bizim bildiğimiz, onların ihtiyaç ve maslahatlarına göre" şeklindedir. Cennetten Gelen Nehirler Ayetteki "onu yerde iskân ettirdik..." cümlesine gelince bu, "Biz onu yeryüzüne yerleştirip sabit kıldık" anlamındadır. İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allahü teâlâ, cennetten beş nehir indirmiştir ki, bunlar Seyhun, Ceyhun, Dicle, Fırat ve Nil nehirleridir. Daha sonra Cenâb-ı Hak hem bu nehirleri hem de Kur'ân-ı Kerim'i Yecüc ve Mecüc çıktığı zaman ref eder, kaldırır" Ayetteki "Hiç şüphesiz ki, biz onu gidermeye de kadiriz..." cümlesine gelince, bu, "Biz, onu indirmeye kadir olduğumuz gibi, onu gidermeye ve kaldırmaya da kadiriz..." demektir. Keşşaf Sahibi şöyle der: "Ayet-i kerimedeki ifadesi nekire kelimelerin, ifadede son derece etkili olduğunu gösteren ifâdelerden birisi olup, Cenâb-ı Hak, fasi için, bunu sonraya bırakmıştır." Buna göre mana, "Biz onu, dilediğimiz herhangi bir şekilde ve istediğimiz herhangi bir yolla gidermeye kadiriz..." şeklinde olup, böylesi ifâdede de, o gideren zâtın iktidarının mükemmel olduğu ve hiçbir şeyin kendisine zor gelmediğini bildirmek amacı bulunur. Bu ifâde, yeniden yaratmayı anlatma hususunda, "Deki: Eğer suyunuz yerin dibine savuşup giderse kim akar bir su getirir, (bana) söyleyin" (Mülk, 30) ifadesinden daha baliğdir. Yaratılan Meyveler Cenâb-ı Hak (c.c), nimetlerinin büyüklüğüne, o suyun yaratılmasıyla dikkat çekince, akabinde o sudan meydana gelen nimetleri zikrederek 'İşte bununla sizin için, hurmalıklardan üzümlüklerden nice bahçeler, bağlar yaptık" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, menfeatlarının çokluğundan dolayı, öncelikle hurma ve üzüm bağlarından bahsetmiştir. Çünkü bunlar, yaş ve kuru olarak. hem yiyecek, hem katık, hem de meye yerine geçerler. Ayetteki "İçlerinde, "yani cennetlerde "sizin için birçok yemişler bulunmakatir" ifadesine gelince bu, "Orada hurma ve üzüm bağları olduğu gibi, pekçok yemişler de bulunmaktadır" demektir. "Onlardan yersiniz" buyruğu hakkında şöyle der: "Bu ifadenin, Arabların, "Onlar onlardan meydana gelen yiyecek ve rızıkları yiyorlar" anlamında olmak üzere "Falanca, edindiği işten ve yaptığı sanatından yer içer" şeklindeki söz kabilinden olması muhtemeldir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Bu cennetler, sizlerin kendilerinden geçindiğiniz çeşitli rızıklarınız ve maişetlerinizdir" demek istemiştir. Tûr'ı Sîna Cenâb-ı Hakk'ın, "(Sizin için) Tur-ı Sina'dan çıkan bir ağaç da yarattık..." beyanına gelince bu, bir önceki ifadede bulunan lafzına atıftır. Yine bu ifadenin başındaki kelime, takdiri, "O ağaç da, sizin için yarattığımız şeylerdendir" şeklinde olmak üzere, muahhar mübtedâ olarak merfû da okunmuştur. Keşşaf Sahibi şöyle der: "Gerek Tûr-ı Seyna'e, gerek Tûr'i Sinine ifadelerindeki Tûr kelimesi, ya isimleri Seynâ ve Sin'in olan, bir mıntıkaya muzaf olarak kullanılmıştır veyahutta, bunun muzâf olduğunu söyleyenlere göre, "İmru'l-Kays" ve "Ba' lebekke" kelimeleri gibi, muzâf ve muzâfun ileyhiden meydana gelmiş bir terkib olarak, bir dağın adıdırlar. (......) kelimesinin sinin kesre ile okuyanlar, ve ücmeliğinden (Yabancı menşe'li kelime olduğundan), veyahutta yine marifeliğinden ve müennes olmasından dolayı gayr-münsarıf yapmışlardır Çünkü bu kelime, "arazî, toprak parçası" kelimesi ile tevil edilmiştir. (Fi'lâe) kalıbının elifi, tıpkı ve (Hırbâe) kelimeleri gibi müenneslik alâmeti değildir. Bu kelimenin sin'ini fethalı okuyanlar, bunu gayr-ı munsarıf yapmamışlardır. Çünkü bunun elifi, tıpkı (......) kelimesinde olduğu gibi, müenneslik içindir. Bunun, Filistin'de bir dağ olduğu ileri sürüldüğü gibi, Mısır'la Eyle arasında bulunduğu da söylenilmiştir. Hazret-i Musa'ya da, buradan seslenilmiştir. A'meş bu kelimeyi, kasr ile, "Seyna" şeklinde okumuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, "o yağı ile... biter" ifadesine gelince, bu, hâl mahallinde bir ifade olup, "kendisinde yağ bulunduğu halde biter" demektir. Bu tıpkı, ordusuyla beraber emir de at bindi" manasında olan denilmesi gibidir. Bu kelime, ifâl babından (Tunbitu) şeklinde de okunmuştur ki, bunun şu iki izahı yapılabilir: a) (......) de (......) anlamındadır. Nitekim Züheyr "İhtisas sahiplerinin, onların evlerinin etrafında, küme küme olduklarını gördüm. Hatta, yenilikler bitince bile (bu böyledir)" demiştir. b) Bu kelimenin mefûlû mahzûf olup, "Kendisinde yağı olan zeytinlerini bitirir" şeklindedir. Müfessirler şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Hak, bu bitirme işini, zeytinler diğer yerlere oradan dağılıp yayıldığı ve, büyük kısmı da orada bulunduğu için, bu dağa nisbet etmiştir. Ayetteki "bir katıkla...." ifadesine gelince. Bu, ayetteki "dühn" (yağ) kelimesine ma'tûf olup, "yiyenler için bir katık" manasınadır. "Sıbğ" ve "Sıbâğ", kendisiyle boyanılan şey yani boya demek olup, yani ekmek boyanan madde" demektir. Sözün özü şudur: Allahü teâlâ, bu ağaç ile verdiği nimetlere dikkat çekmiştir. Çünkü bu ağaç, kendisiyle taze tane halinde ve içinde yağ depolanmış olduğu halde, kendisinden çokça istifâde edilen zeytin meyvesi ile, sıkılmak ve ondan çok yararlı olan zeytinyağının çıkarılması ile de faydalanılır. 4. Delil: Davarlar 21Âyetin tefsiri için bak:22 22Dördüncü Çeşit: Canlıların halleriyle istidlal olup, şu ayetin ifade ettiği husustur: "Davarlarda da sizin için elbette bir ibret vardır. Karınlarının içinde bulunanlardan size içiririz. Onlarda size daha bir çok faideler vardır. Onlardan yersinizde. Hem onların, hem de gemilerin üstüne binersiniz". Bil ki Allahü teâlâ davarlardaki, ibret noktalarından kısaca bahsetmiş. Sonra bunun peşinden şu dört detayı getirmiştir. a) Ayetteki "Karınlarının içinde bulunanlardan size içiririz" ifadesinin anlattığı husus.. Bununla, o hayvanların sütlerinden elde edilen, türlü türlü istifâdeler kastedilmiştir. Bundan ibret alınacak şey şudur: O sütler, davarların memelerinde birikiyor ve hayvanın işkembesindeki yiyecekler ile kanı arasından Allah'ın izniyle süzülüp çıkıyor ve insanın iştahını çeken bir temizlik, renk ve tada bürünüp, bir güzel gıda oluyor. Dolayısıyla kim, bununla Allah'ın kudret ve hikmetine istidlalde bulunursa, bu husus dinî nimetlerden sayılmış olur. Kim de bunlardan istifade ederse, bu da dünyevî nimetlerden olur. Binâenaleyh davarın karnından süzülüp memesinde biriken sütü, güzel bir içecek olarak olarak görürsün. Fakat onu kestiğinde, içinde bir süt emaresi göremezsin. Bu da, Allah'ın kudretinin büyüklüğüne delâlet eder. Keşşaf Sahibi: şöyle der; "Bu ifade, "davarlar, sizi suluyor" manasında, meftun tâ ile (......) şeklinde okunmuştur." b) Ayetteki "Onlarda size daha bir çok faideler vardır" ifadesinin anlattığı husustur. Bu da, onları satmak, ve paralarından ve benzeri şeylerinden faydalanma ile olur. c) Ayetteki "Onlardan yersiniz..." ifadesinin anlattığı husus... Yani, "canlı iken onlardan istifâde ettiğiniz gibi, kestikten sonra da etinden yiyerek onlardan istifâde edersiniz. d) Ayetteki "Hem onların hem de gemilerin üstüne binersiniz" ifadesinin anlattığı husus... Bu böyledir, zira kara taşımacılığında develerden yapılan istifade, tıpkı denizde gemilerden elde edilen istifade gibidir. İşte bundan ötürü, hem buna şükredilsin, hem de bundan delil çıkarılsın diye, Allahü teâlâ bu ikisini, nimet olarak birlikle zikretmiştir. Nuh (aleyhisselâm)'ın Kıssası Bil ki Hak Subhânehû ve Teâlâ, birliğinin delillerini beyân edince, peşisıra, başka sürelerde de âdeti olduğu gibi, birtakım kıssalar getirmiştir. Bu kıssalar şunlardır. Birinci Kıssa,Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'un Kıssasıdır. 23Âyetin tefsiri için bak:25 24Âyetin tefsiri için bak:25 25"Celalim hakkı için Nuh'u kavmine, (Peygamber olarak) gönderdik ve o: "Ey kavmim, Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka hiçbir tanrınız yok. Ittikâ etmeyecek misiniz?" dedi. Bunun üzerine, kavminden, ileri gelen kâfir bir güruh şöyle dedi: "Bu, sizin gibi bir insandan başkası değildir. O aranızda sivrilmek, üstünlük taslamak istiyor. Eğer Allah dileseydi, elbette, melekler indirirdi. Biz evvelki atalarımızdan böyle bir şey duymadık. Kendisinde delilik olan bir adamdan başkası değildir. O Binâenaleyh bir müddete kadar onu gözetleyin" Bazı kimseler şöyle demişlerdir: Nûh (aleyhisselâm)'un esas ismi, "Yeşkur" idi. Şu sebeblerde'n dolayı sonraları ona Nûh denilmiştir: a) Kavminin helakine duâ ederken, kendi kendine çokça "nevha" yaptığı, ağlayıp sızladığı için... Allahü teâlâ, bu dualarından dolayı kavmini tufan ile helak etti. O da buna pişman oldu. b) Oğlu hakkında Rabbine müracaat ettiği için... c) Cüzzamlı bir köpeğe rastladı ve ona: "Ey çirkin şey, oşt..." dedi. Bundan dolayı, Cenâb-ı Allah tarafından, kınandı ve Allahü teâlâ ona, "Onu yarattığım için beni mi, yoksa o köpeği mi ayıpladın" diye vahyetti. Alemlerin (özel isimlerin), isim oldukları şahıs ve varlıklarda, herhangibir sıfatı göstermedikleri sabit olduğu için, bütün bu izahlar müşkildir, uzaktır. Tevhide Daveti Hak Teâla'nın "Allah'a kulluk edin" ifadesi, "Allahü teâlâ, Nuh'u, bir olan ilaha ibadete insanları davet işiyle vazifelendirip, Nuh'un da insanları buna davet etmesi ancak herşeyden önce O ilâhı tanımaya çağırmakla mümkün olmuştur. Çünkü tanınmayan ve bilinmeyene ibadet mümkün değidir. İbadet ancak, ibadet edilecek olan bilindikten sonra, mümkün ve farz olur" demektir. Ayetteki "Sizin O'ndan başka hiçbir tanrınız yok" ifadesi, "Allah'dan başkasına ibadet caiz değildir. Çünkü O'ndan başka ilah yoktur. İbadete yakışan, yaratmak, hayat vermek ve benzeri şeyleri yaparak in'âm edene, iyilikle karşılık vermektir. Binâenaleyh bu in'âm ancak Hak teâlâ tarafından yapılabildiğine göre, daha nasıl ne zararı, ne faydası olmayan şeylere ibadet edilebilir? Ayetteki gayruhu kelimesi, hem "ilah" kelimesinin mahalline göre, ref ile, hem lafzına göre, cer ile okunmuştur. Sonra bu davet, o kavme fayda vermeyip, Allah'dan başkasına ibadetlerine devam edince, Hazret-i Nuh (aleyhisselâm) onları, "ittikâ etmeyecek misiniz?" diye sakındırmıştır. Çünkü bu, onların içinde bulunduktan inanç ve hareketlerden vazgeçmeleri için, bir men ve ilâhi cezaya düşmekten sakındırmayla yapılan bir tehdiddir. Kavminin İtirazları Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'ın peygamberliğini inkâr hususundaki şu şüphelerini nakletmiştir. Onun Sade İnsan Olması Birinci Şüphe: Bu, onların "Bu, sizin gibi bir insandan başkası değildir" şeklindeki sözleridir. Bu şüphe,şu iki manaya gelebilir: a) Şöyle denebilir: "Nûh, kuvvet, anlayış, ilim zenginlik, fakirlik, sıhhat ve hastalık bakımlarından, diğer insanlar gibi olduğuna göre, onun Allah'ın peygamberi olması imkansızdır. Çünkü Peygamberin, mutlaka Allah katında değeri büyük birisi ve Allah'ın sevgili kulu olması gerekir. Seven kimsenin, mutlaka kendini sevene daha fazla derece ve şeref vermesi lâzımdır. Binâenaleyh Nûh (aleyhisselâm)'da böyle şeyler olmadığına göre, onun peygamber olmadığını anlıyoruz" b) Şöyle de denebilir: "Bu insan, her hususta sizin gibidir. Fakat, bunun kafasına riyaset sevgisi düşmüş ve lideriniz olmak istemiştir. Buna çâre olarak da, peygamberliğini iddiadan başka birşey bulamamıştır. İşte bu, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'ın kavminin, onun peygamberliğini tenkid hususunda bir şüphe olmuştur. Bu ihtimal, Cenâb-ı Hakk'ın söylediklerini haber verdiği, "O, aranızda sivrilmek, size karşı üstünlük taslamak istiyor" şeklindeki sözleriyle de kuvvet kazanır. Bu söz, "O, size üstünlük taslamak ve size başkan olmak istiyor" demektir. Bu tıpkı, "Onlar dediler ki: "... Bu yerde devlet ikinizin (elinde) olsun diye mi bize geldiniz?" (Yûnus, 78) ayetinde olduğu gibidir. Melaike'nin Resul Olması İkinci Şüphe: Onların "Eğer Allah dileseydi, elbette melekler indirirdi" şeklindeki sözleri. Bunun izahı şöyledir: "Allahü teâlâ eğer, insanlığa doğru yolu göstermek isteseydi, bu maksadı daha fazla temin edecek şeyi yapardı. Melekleri peygamber olarak göndermenin, bu maksadı elde etmede, onlara bir insanı peygamber olarak göndermeden daha kuvvetli olduğu malumdur. Çünkü meleklerin şanları,yüce kuvvetleri fazla ve ilimleri çok olduğu için, mahlûkat onlara daha çok boyun eğer, itaat eder ve onların peygamberliğinden şüphelenmezler. Binâenaleyh Allah, bunları göndermediğine göre, hiçbir peygamber göndermediğini anlamış oluruz. Bu Tebliğin, Mazide Olmadığı Üçüncü Şüphe: Bu, onların "Biz evvelki atalarımızdan bunu duymadık "şeklindeki sözleridir. Ayetteki, "bunu" ifadesi, ya Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'ın (peygamberliği) meselesine, yahut, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'ın Allah'a ibadete teşvik için onlara söylediği sözlere işarettir. Buna göre mana, "Biz böyle bir söz duymadık" Yahut, "Biz, insan olduğu halde, Allah'ın peygamberi olduğunu iddâ eden birisini hiç duymamıştık" şeklindedir. Onların bu şüphelerini şöyle izah edebiliriz: "Onlar, kendi din ve inançları hususunda, sadece taklide ve atalarının dediklerine dayanıyorlardı. Dolayısıyla Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'ın peygamberliği hususunda, bu yollarda bir işaret göremeyince, onun yanlış olduğu neticesine vardılar" Kâdî şöyle der: "Onların, bu sözle Hazret-i Nûh aleyhisselâm)'ur peygamber olarak gönderilmiş bir elçi olduğunu kastetmiş olmaları da muhtemeldir. Çünkü onların atalarının zamanında, bir fetret devrinin (peygamber nurundan mahrum bir dönemin) bulunmuş olması imkansız değildir. Yine onların bu söz ile, kendilerinin, bir olan Allah'a ibadete çağrılmalarını yadırgamalarını da kastetmiş olabilirler. Çünkü ataları putlara tapıyorlardı. Cinnet İddia Etmeleri Dördüncü Şüphe: Bu, "Kendisinde delilik olan bir adamdan başkası değildir. O...." şeklindeki sözleridir. Cinnet, delilik veya cin manasınadır. Çünkü halkın câhilleri, mecnûnlar hakkında, cin çarpmasından ötürü, aklının zail olduğunu söylerler. Bu, avam nezdinde, çokça kabul gören bir şüphedir. Çünkü Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm)'de, kavminin alıştığı şeylerin aksine olarak bu işi yaptığında, ileri gelenler ve liderler avam halka, "O delirmiş. Delirmiş, cin çarpmış olan, nasıl peygamber olabilir" diyorlardı. Fiyasko Beklemeleri Besinci Şüphe: Onların "Binâenaleyh bir müddete kadar onu gözetleyin" şeklindeki sözleridir. Bunun, kendinden önceki cümle ile alakalı olması muhtemeldir. Buna göre sanki, "O bir mecnun... Dolayısıyla işinin neticesi, deli olduğu iyice ortaya çıkıncaya kadar sabredin. Eğer iyileşirse ne alâ, aksi halde öldürürsünüz" denilmektedir. Bu cümlenin, müstakil bir söz olması da muhtemeldir. Bu da onların, milletlerine "sabredin, eğer o gerçekten bir peygamber ise, Allah ona yardım eder, destek olur. Biz de o zaman ona tabî oluruz. Yok eğer yalancı ise, Allah onu yardımsız bırakır. İşini çürüğe çıkarır. Biz de böylece ondan kurtuluruz" demeleri manasınadır. Cenâb-ı Hakk'ın, onlardan naklettiği şüphelerin tamamı budur. Bil ki Hak teâlâ, bu şüphelere, zaten çok çarpık, yanlışlıklan ortada olduğu için cevab vermemiştir. Zira akıllı olan her insan bilir ki Resul, melek cinsinden olmasıyla Peygamber olmaz, diğer insanlardan farklı olarak mucizelerinin bulunmasıyla peygamberliği belli olur. Binâenaleyh ister melek cinsinden, ister beşer cinsinden olsun, mucize izhar etmesiyle peygamberliği anlaşılır. Hatta peygamberin, önceki sürelerde geçtiği gibi, insan cinsinden olması daha evladır. Çünkü aynı cinsden olma, ülfet ve ünsiyet sebebidir. Nûh (aleyhisselâm)'ın kavminin ileri gelenleri "O, aranızda sivrilmek ve size karşı üstünlük taslamak istiyor" şeklindeki sözleri ile eğer, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'ın, kavminin kendisine itaat etmesi için, kendisinin onlardan daha şerefli olduğu ortaya koymayı isteğini kastediyorlarsa, (bilin ki) bu tür hareket tarzı peygamber için zaten gereklidir. Yok eğer onları bu sözleriyle, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'ın kibir, zorbalık ve boyun eğdirmek için, onlara üstünlük tasladığın kabul ediyorlarsa, (bilin ki) peygamberler böylesi şeylerden kesinlikle uzaktırlar. Onların, "Biz, bunu duymadık" şeklindeki sözleri, "taklid yoluna bağlı olmaksızın, birşeyin yok olduğu neticesine varmaktır ki bu da son derece düşüktür, yanlıştır. Çünkü herhangi bir şeyin yokluğunu, gelenekte bulunmasına dayanarak ispatlama, iddasıdır ki son derece değersiz bir istidlaldir. Zira taklidin (geleneğin) varlığı bir şeyin varlığına delil olmaz. Öyleyse yokluğu nasıl olur da ademine delil olabilir? Onların, "Kendisinde delilik olan" şeklindeki sözlerine gelince, bilin ki onlar yalan söylemişlerdir. Çünkü onlar, kesinkes onun aklının mükemmel ve tam olduğunu biliyorlardı. Onların, "Binâenaleyh bir müddete kadar onu gözetleyin" şeklindeki sözleri de zayıftır. Çünkü onun peygamber olduğuna dair bir delil ve mucize olursa, onların o anda, derhal, onun sözünü kabul etmeleri gerekir ve bunu, onun devletinin (gücünün) ortaya çıkmasına bağlamak caiz olmaz. Çünkü devlet (güç), gerçeğe delâlet etmez. Yok eğer, onun peygamber olduğunu gösterecek bir mucize ortaya çıkmazsa da, devleti (gücü) ortaya çıksa da, çıkmasa da, onun sözünü kabul etmek caiz olmaz. İşte bütün, cevab olarak bu hususlar, son derece açık ve ortada olduğu için, Hak teâlâ bu cevabları Kur'ân'da belirtmemiştir. Nuh (aleyhisselâm)'a Verilen Talimat 26Âyetin tefsiri için bak:30 27Âyetin tefsiri için bak:30 28Âyetin tefsiri için bak:30 29Âyetin tefsiri için bak:30 30"O (Nûh), "Ya Rabbi, onların beni yalanlamalarına mukabil, sen bana yardım et." dedi. Biz de ona şöyle vahyettik: "Bizim nezâretimiz ve vahyimiz ile gemi yap." Nihayet (helaklerine dâir) emrimiz gelip de o fırın kaynaymca, ona her ikişer çift ile aileni alıp (geminin) içine gir, aleyhlerine söz geçmiş olanlar müstesna. O zulmedenler hakkında bana hiçbir şey söyleme. Çünkü onlar boğulacaklardır. Artık sen maiyyetinde bulunanlarla beraber, geminin üstünde doğrulunca şöyle de: Bizi o zâlimlerden kurtaran Allah'a hamdolsun" (şöyle de) de: "Rabbim, beni bereketli bir yere kondur. Sen konuk edenlerin en hayırlısısın. Şüphe yok ki bunda nice ibretler vardır. Biz, elbette imtihana çekenleriz" . Ayetteki "Ya Rabbî onların beni yalanlamalarına mukabil, sen bana yardım et" ifadesi ile ilgili şu açıklamalar yapılmıştır: 1) Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'a yardım, onların helaki demektir. Buna göre sanki o: "Ya Rabbî, beni tekzîb ettikleri için onları helak et" demiştir. 2) "Beni tekzib etmelerine karşı, bana yardım et." Bu tıpkı, "şu şuna mukabil, şu şunun yerine" demen gibidir. Buna göre mana, "Onların beni yalanlamalarından doğan kedere karşılık, onlara karşı bana yardım etme tesellisini ver" şeklindedir. 3) "Bana, onlar için va'dettiği azabı yerine getirerek yardım et." Bu azab da, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'ın onlara, "Ben sizin için, büyük bir günün azabından korkuyorum" (A'raf, 59) dediğinde, onların onu bu hususta tekzib etmeleri sebebiyle olandır. Cenâb-ı Hak, onun duasını kabul edin "Biz de ona şöyle vahyettik: "Bizim nezâretimizde gemi yap." buyurmuştur. Yani "Bizim muhafazamız ve korumamız altında" demektir. Sanki Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) ile birlikte, ona sataşılmasın, işini bozmasınlar diye, Allah tarafından bizzat onu koruyan bir muhafız bulunmaktadır. Arapların "Onun üstünde Allah tarafından, onu gözetip koruyan bir göz vardır" şeklindeki sözü de bu manadadır. Binâenaleyh bu ayet, müşebbihe'nin "şüphesiz Allah, Âdem'i suretinde yarattı" Buhari, Isti'zan, 1; ,Müslim, Birr, 115 (4/2017). hadis-i şerifine tutunmadaki görüşlerinin yanlışlığına delâlet eder. Çünkü (ikiden çok) gözlerin varlığı buna manîdir. Alimler, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'ın, gemiyi nasıl yaptığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, onun marangoz olduğu, gemi yapımını bildiği ileri sürüldüğü gibi, Cebrail (aleyhisselâm)'ın ona gemi yapmayı öğrettiği ve nasıl yapılacağını ona anlattığı da söylenmiştir. Ayetteki, "Bizim nezâretimiz ve vahyimiz ile" ifadesinden ötürü, bu ikinci görüş doğruya daha yakındır. Emr Kelimesinin İzahı Hak teâlâ'nın "Emrimiz geldiğinde" ifadesine gelince, bil ki "emir" sözü, bir işi sözlü olarak, üstten gelmek suretiyle isteme manasında "hakikat" tir. Bu kelime, aynı şekilde, "hakikat" olarak "büyük iş" manasına da gelir. Bu ikincisinin delili şudur: Mesela sen, "Bu, manaları arasında zihnin dönüp dolaştığı bir emirdir." dediğinde, bu işin, o manalarda hakikat olduğuna delâlet eder. Bunun geniş izahı, el-Mahsul fi'l- Usûl kitabımızda yapılmıştır. Bazı kimseler de, Cenâb-ı Hak, bu gemi yapma işine, büyüklüğünü ve önemini göstermek için "emir" adını vermiştir. Bu tıpkı, " (Allah) göğe ve arza "ikiniz de ister İstemez gelin" buyurdu. Onlarda, "isteye isteye geldik" dediler" (Fussilet, 11) ayetinde olduğu gibidir. Tennûr'un Manası Ayetteki "Fırın kaynadı" ifadesindeki "tennûr"un manası hususunda âlimler ihtilâf ettiler. 1) Ekserisi bunun, şu bildiğimiz Fırın ve tandır manasına olduğunu söylemişlerdir. Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'a: "Suyun fırından kaynadığını gördüğünde, sen ve bereberindekiler gemiye binin" denilmiş. Su, fırında (tandırda) kaynayıp fışkırınca, hanımı bunu ona haber vermiş. O da gemiye binmiş. Bu fırının, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'ın (yani ondan kalma) fırın olduğu, taştan olduğu ve Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'a miras kalmış olduğu rivayet edilmiştir. Yine bu fırının (tandırın) nerede olduğu hususunda da ihtilaf edilmiştir: Şa'bî'nin bunun Küfe Mescidi'nde, girişte sağ'da, Kinde kapısının hizasında olduğunu söylediği rivayet edilmiştir. Yine Nûh (aleyhisselâm)'ın o gemiyi, bu mescidin ortasına rastlayan yerde yapmış olduğu da söylenmiştir. Bu fırının, Şam'da, "Aynu Verde" denilen bir yerde olduğu söylendiği gibi, Hindistan'da olduğu da ileri sürülmüştür. 2) Bu ifade, bütün yeryüzü manasınadır. Bu görüş Ibn Abbas (radıyallahü anh)'a aittir. 3) Bu, yeryüzünün en yüksek yeri manasınadır. Bu görüş de Katâde'den rivayet edilmiştir. 4) Hazret-i Ali (radıyallahü anh) buna, "Fecr doğduğu, Şafak attığ zaman" manasını vermiştir. Tandırın (fırının) kaynamasının, bu zamanda olduğu söylenmiştir. 5) Bu, tıpkı Arapların "Tandır iyice kızdı" şeklindeki deyimleri gibidir... 6) Hasan el-Basri: "Tennûr içine suyun aktığı biryer olup, geminin en alçak yeridir" demiştir. Bunlardan birinci görüş doğrudur. Çünkü delil olmaksızın, bir sözün hakiki manasını bırakıp ona, mecazî mana vermek caiz değildir. Bil ki Allahü teâlâ, tandırın (fırının) kaynamasını, kaynadığında hem kendisinin, hem kavminden imân edenlerin kurtulmasını isteyerek gemiye binmesi için, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'a bir işaret kılmıştır. Hak teâlâ'nın ifadesi, "Ona bin, içine gir" demektir. Nitekim Arapça'da hem kendi girdi, hem başkasını girdirdi" manasında denilir. Her Canlıdan İki Eş Ayetteki "her ikişer çiftten" ifadesi, "O, hayvanların nesli tükenmesin diye, Mevcud olan hayvanlardan bir çift, yani bir erkek bir dişi al" demektir. Onlardan her biri bir zevç (eş) tir. Yoksa avamın zannettiği ve kullandığı gibi, "zevç", iki manasına gelmez. Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) doğuran ve yumurtlayan hayvanlardan (çiftler) almıştır. Her ümmetten, yani her türden bir çift manasında olmak üzere, (......) şeklinde okunmuştur. "İsneyn' ise, "zevceyn" kelimesini te'kid eden ve iyice açıklayan bir kelimedir. Hak teâlâ'nın "Aleylerine söz gelmiş olanlar müstesna ehlini de (al)" ifadesi, "Ehli iyalini de gemiye bindir" demektir. edatı, zararlar için, aleyhte olan şeyler için kullanılır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kazandığı, onun lehinedir, iktisâb ettiği aleyhinedir" (Bakara. 286) buyurmuştur. Ehl Kelimesi Bil ki bu ayet, şu iki şeye delâlet eder: a) Allahü teâlâ'nın Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'a, ailesinden olmasa da, diğer mü'minleri gemiye bindirmesini emrettiğine delâlet eder. Ayetteki "ehl" (aile) sözü ile gerek neseb, gerek sebeb (evlilik gibi sebebler) cihetinden, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'ın yakınları değil de, bütün imân edenlerin kastedildiği söylenmiştir. Ama bu görüş tutarsızdır. Zira aksi halde, bu ifâdeden, "Aleyhine söz geçmiş olanlar müstesna" şeklinde bir istisna yapılması caiz olmazdı. b) Cenâb-ı Hak, "O zulmedenler hakkında bana hitabta bulunma " buyurmuştur. Hak teâlâ, bununla, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'ın oğlu Kenan'ı kastetmiştir. Çünkü Allah, kâfirleri helak edeceğini haber verince, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'ı onlardan bazıları hakkında, istekte bulunmaktan nehyetmesi gerekmiştir. Çünkü eğer Cenâb-ı Hak, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'ın o husustaki duasına icabet edecek olsa. Kendisinin doğru haberini yalana çevirmiş olacak; yok eğer icabet etmeyecek olsa, o zaman da bu, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'ın değerini küçültme olacak. Halbuki Allah, "Çünkü onlar boğulmuşlardır" yani "Bu boğulma işi, kesin olarak onların başına gelecektir" buyurmuştur. Hak teâlâ "Artık sen, maiyyetinde bulunanlarla beraber, geminin üstünde doğrulunca..." buyurmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: "Gemide seksen kişi vardı. Bunlar, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) ve Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'ın boğulmayan diğer hanımı, Sam, Ham ve Yâsef adlarındaki oğulları, bunların üç hanımı ile yetmişiki mü'min idi. O halde bütün mahlûkat o gemide olanların soyudur." Ayetteki "Şöyle de: "Bizi o zâlimlerden kurtaran Allah'a hamdolsun" ifadesi ile ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Cenâb-ı Hak, "Deyiniz" değilde, "de", buyurmuştur. Çünkü Hazret-i Nûh (aleyhisselâm), onların peygamberleri, onların önderleri idi. Dolayısıyla bu söz kendisinde nübüvvetin üstünlüğünü belirtmek, rubûbiyyetin kibriyasını ortaya koymak ve bu hitaba ancak melek ve peygamberlerin erişebileceği bildirme gibi inceliklerin bulunmasının yanısıra Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'ın şahsında onlara da denilmiş gibidir. Vasıtaya Binerken Zikir Katâde şöyle der: "Allah size gemiye binerken, "Onun akıp gidişi de, demir atışı da Allah'ın adıyla olur" (Hûd, 41) demenizi, hayvana binerken, "Bunları bize musahhar kılan Allah'ı tesbih ederiz. Yoksa biz bunlara güç yetiremezdik" (Zuhruf, 13) demenizi ve bineğinizden inerken de, "Rabbim beni bereketli bir yere indir. Sen, indirenlerin, konuk edenlerin en hayırlısısın" demenizi öğretmiştir. Ensardan bir zat da şöyle der: "Cenâb-ı Hak peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) "Rabbim beni sıdk girdirilişiyle girdir. Sıdk çıkarışı ile çıkar "de" "(isrâ, 80) ve "Kur'ân okuduğun zaman, şeytan-i racim'den Allah'a sığın"(nahl, 98) buyurmuştur. Buna göre Hak teâlâ sanki insanlara, her hallerinde, Allah'ı zikirden ve O'na sığınmaktan gafil olmamalarını emretmiştir. Üçüncü Mesele Bu söz, Nûh (aleyhisselâm)'ın kavminin kâfirlerinin hal ve hareketlerinin çok çirkin ve saçma olduğunu ifade eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, onlar için dua etmeyi Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'a yasakladıktan sonra, onları helak etmesine ve onlardan kendilerini kurtarmasına karşılık Allah'a hamdetmelerini emretmiştir. Bu tıpkı, "işte bu suretle o zulmedenlerin soyu sopu kesilmişti" (En'am, 45) ayetinde ifade edildiği gibidir. Cenâb-ı Hak, onların gemiye binişlerini boğulmaktan kurtarma saymıştır. Çünkü O, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'a işte bu gemi sayesinde, hem kendisini, hem ona tabî olanları kurtaracağını bildirip öğretmişti. Binâenaleyh Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'ın, Cenâb-ı Hakk'ın kendisini işte bu fiili sebebiyle emin kılmış olması açısından, "Bizi kurtaran Allah'a hamdolsun" demesi doğru ve yerinde olmuştur. Hak teâlâ, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'un kavminin zâlim olduğunu söylemiştir. Çünkü onlardan sâdır olan küfürleri, öncelikle kendi nefisleri için bir zulümdür. Zira Hak teâlâ, "Hiç şüphesiz ki şirk en büyük bir zulümdür" (Lokman, 13) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'a kavmini helak etmesinden dolayı, hamdi emredince, kendisi için de duâ edip, "Rabbim, beni bereketli ber yere kondur" demesini emretmiştir. Bu kelime, inzal (masdar) manasına, (......) şeklinde de okunmuştur. Bu ifade tıpkı Hak teâlâ'nın, "O, bunları hoşnud olacakları bir yere sokacaktır" (Hacc, 59) ayetinde olduğu gibidir. Âlimler burada yer alan "menzil" ile ne kastedildiği hususunda değişik görüşler belirtmişlerdir: 1) Bununla, bizzat geminin kendisi kastedilmiştir. Binâenaleyh kim o gemiye binerse, gemi onu, kavminin başına gelen helakten kurtarır. 2) Bununla Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'ı gemiden çıkışını müteakib, yeryüzünde bereketli bir yere kondurup konaklaması kastedilmiştir. Birinci görüş daha doğrudur. Çünkü Hak teâlâ, ona böyle duâ etmesini, gemide iken emretmiştir. Dolayısıyla, ayette bahsedilen menzilin (konaklama yerinin), başka yer değil, orası olması gerekir. Daha sonra Hak teâlâ, "Sen konuk edenlerin en hayırlısısın" ifadesi ile, hernekadar Cenâb-ı Hak konuk edenlerin, konaklandıranların en hayırlısı ise de, bu konaklandırma işinin Allah'dan olabileceği gibi, başkaları tarafından da olabileceğini beyân etmiştir. Allah Konuk edenlerin en hayırlısıdır. Zira O, konuk ettiği kimseleri, diğer halleri hususunda da korur ve o kimseden hükmünün ve hikmetinin gereği olarak her türlü kötülüğü defeder. Daha sonra Allahü teâlâ, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) ve kavmine âit olarak anlattığı bu şeylerde, imana davet ve küfürden menetme hususunda, bir takım ayetlerin, delillerin ve ibretlerin bulunduğunu beyân etmiştir. Çünkü böylesi sulan ortaya çıkarmaya, sonra onları yok etmeye sadece ve sadece, herşeye gücü yeten bir kadir muktedir olabilir. Bu hâdisenin, Hazret-i Nuh'un sözüne uygun bir şekilde meydana gelmesi de, yine büyük bir mucizedir. Kâfirleri yokedip, inanan ve itaatkar olanları yeryüzünde bırakmak, ibret "Biz, elbette imtihana çekenleriz" ifadesi ile, "Biz, elbette daha önce geçen hadiseler ile sizi imtihan ederiz" manası kastedildiği gibi, bununla, "daha sonraki şeylerden ötürü imtihana çekeriz" manası da kastedilmiş olabilir. Bu ikincisi doğruya daha yakındır. Çünkü ayet, istikbâl (gelecek zaman) manasını ifade etmede, hakiki mana gibidir. Dolayısıyla ayet bu manaya alındığında şunlar ileri sürülebilir: 1) Bununla ileride mükellef olacak kimseler kastedilmiştir. Binâenaleyh mana, "Mükellef kılacağımız kimselerin, bahsettiğimiz şeylerden ibret almaları gerekir" şeklinde olur. 2)Mana, "Peygamberleri tekzib etme hususunda Nuh'un kavminin yolunu benimseyenleri, cezalandıracağız" şeklindedir. 3) Mana, "Peygamberlerini yalanlayanları boğma ve benzeri şekillerde cezalandırdığımız gibi, bütün boğmaların bundan dolayı olduğu zannedilmesin diye, -azan azab etmek için değil, bir maslahat ve hikmetten ötürü, yalanlayıcı olmayanları da suda boğmak suretiyle imtihan ederiz" şeklindedir. Hud ve Salih (aleyhisselâm)'ın Kıssaları 31Âyetin tefsiri için bak:41 32Âyetin tefsiri için bak:41 33Âyetin tefsiri için bak:41 34Âyetin tefsiri için bak:41 35Âyetin tefsiri için bak:41 36Âyetin tefsiri için bak:41 37Âyetin tefsiri için bak:41 38Âyetin tefsiri için bak:41 39Âyetin tefsiri için bak:41 40Âyetin tefsiri için bak:41 41"Sonra onların ardından başka bir nesil yarattık. Onlara da, aralarında, kendilerinden bir peygamber gönderdik" Allaha kulluk edin, sizin, O'ndan başka hiçbir tanrınız yoktur. Sakınmayacak mısınız?” (dedi). Onun kavminden, kendilerine dünya hayatında refah verdiğimiz kaldı inkâr eden, ahirete kavuşmayı yalan sayan bir güruh dedi ki: "Bu, sizin gibi bir beşerden başkası değildir. Sizin yediklerinizden yiyor, içtiklerinizden de içiyor. Eğer kendimiz gibi bir insana boyun eğerseniz andolsun ki, bu takdirde siz, Mutlaka hüsrana uğrayanlar olursunuz. O size, öldüğünüz ve bir toprak, bir kemik olduğunuz vakit muhakkak ki (diri halde yeniden) çıkarılacağınızı mı vadediyor? Korkutula geldiğiniz o şey, ne kadar uzak, ne kadar uzak! Hayat bizim şu dünya hayatımızdan başkası değildir. Ölürüz, yaşarız.. Biz, tekrar diriltilecek de değiliz. O, Allah'a karşı yalan düzen bir adamdan başkası değildir, biz onu tasdik ediciler değiliz." (O peygamber): "Rabbim, dedi, beni yalanlamalarına mukabil, sen bana yardım et." Allah buyurdu ki; "Az bir zaman sonra, muhakkak ki pişman olacaklar onlar." İşte onlar, o müthiş sayha (çığlık) hak olmak üzere, hemen yakalayıverdi de, bir çerçöp haline getirdik onları... Artık lanet olsun zalimler güruhuna". Bil ki bu kıssa, hem İbn Abbas (radıyallahü anh)'nın hem de müfessirlerin ekserisinin görüşüne göre Hûd (aleyhisselâm)'a ait bir kıssadır. Onlar bu görüşlerine hem Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Hûd (aleyhisselâm)'a ait olan: "Düşünün ki O, sizi Nûh kavminden sonra hükümdar yaptı"(Araf, 69) sözü ile, hem de, Hûd (aleyhisselâm) kıssasının, hem Araf sûresinde hem Hûd (aleyhisselâm) hem de Şuârâ sûresinde, Nûh (aleyhisselâm)'ın kıssasının peşisıra getirilmiş olmasıyla istidlal etmişlerdir. Bazıları da, bu kıssayla, Salih ve Semûd (aleyhisselâm)'ın kavimlerinin kastedildiğini söylemişlerdir. Çünkü onu yalanlayan kavmi, "sayha" ile helak olanlardır. Ama, duanın keyfiyyetine gelince bu, tıpkı Nûh (aleyhisselâm)'ın kıssasında geçtiği gibidir. Burada şöyle birkaç soru sorulabilir: Birinci Soru: (ersele) fiilinin hakkı, tıpkı, (veccehe-yöneltti), (enfeze-bitirdi, infaz etti) ve (bease-gönderdi) vb. fiiller gibi (-ilâ) ile müteaddi olmaktır. Binâenaleyh, daha niçin bu fiil Kur'ân-ı Kerîm'de bazan "ilâ", bazan da "fi" harf-i cerleriyle müteaddi olmuştur? Bu meselâ Cenâb-ı Hakk'ın (Ra'd,30) (sebe, 34) (Mü'minûn.32) ayetlerinde böyledir. Bir başka yerde de, (Araf, 66) buyurulmuştur?... Cevap: Bu fiil, ile mütaddî olduğu gibi ile müteâddî olmaz. Ancak na var ki, ayetlerdeki (ümmet) ve kelimeleri, gönderme işinin' mahalli, yeri manasını tazammun etmişlerdir. İşte, ayni manada olmak üzere, fiili de, "Eğer dileseydik muhakkak ki her kasabaya uyana birer (peygamber) gönderirdik" (Furkan, 51) ayetinde de, (-fi) ile kullanılmıştır. İkinci Soru: Bazılarının "Sakınmayacak mısınız?" cümlesinin daha önceki kısımla bir ilgisi yoktur. O, bunu onlara, kendisini yalanlamalarını ve, onlara hüccet getirmesinden sonra reddetmelerini müteakiben işte bu esnada onları, üzerinde bulundukları durum hususunda korkutmak için söylemiştir ki bu, "Sizler, kendisiyle sizi uyarmış olduğum o azâb korkusundan ötürü, bu yoldan kaçınmayacakmısınız, ittikâ etmeyecek misiniz?" demektir..." şeklindeki sözleri doğru mudur? Cevap: Bunun, önceki ifadeyle ilgili olması mümkündür. Çünkü, o onların, Allah'a ibadet etmekten yüz çevirdiklerini ve putlara ibâdetle meşgul olduklarını görmüş, işte bunun üzerine de onları, Allah ibadet etmeye çağırmış ve putlara ibâdete yönelmeleri sebebiyle duçar olacakları İlahî cezadan onları sakındırmıştır. Hûd Kavminin Vasıflan Sonra bil ki Allahü teâlâ, o kavmin hem vasıflarını, hem de sözlerini nakletmiştir. Vasıflarına gelince bu, vasıfların en kötüsü olan şu üç şeydir: a) Halik olan Allahü teâlâ'yı inkâr etmek. Bu mana, ayetteki, "... inkâr ettiler" cümlesiyle kastedilendir. b) Kıyamet gününü inkâr ki bu da, ayetteki "ahirete kavuşmayı yalan saydılar" cümlesinden kastedilendir. c) Dünya sevgisine ve arzusuna dalıp gitmek ki bu da, "... kendilerine dünya hayatında refah verdiğimiz halde" buyruğundan kastedilendir. (......) fiilinin anlamı, "onlara nimetler verdik" demektir. Kıssanın Anlatımında Nüanslar İmdi, şayet "Allahü teâlâ, Hazret-i Hud (aleyhisselâm)'ın kavminin, Hazret-i Hûd (aleyhisselâm)'a karşı vermiş olduktan cevaplan, hem Araf sûresinde, hem de Hûd sûresinde vavsız olarak "Kavminin ileri gelenlerinden kâfir bir cemaat de, "Biz seni muhakkak bir beyinsizlik içinde görüyoruz seni muhakkak yalancılardan sanıyoruz" dedi" "Bunun üzerine kavminden küfredenlerin elebaşlan, "Biz seni kendimiz gbi bir insandan başka olarak görmüyoruz" (hud, 27) şeklinde zikretmiş burada ise vâv ile getirmiştir. Binâenaleyh, bu ikisi arasındaki fark nedir?" denilirse biz deriz ki: Vâvsız olanlar, "O halde kavmi ne cevap verdi?" şeklinde bir soru soranın takdir edilmesi ve bu soruya mukabil de, "... şöyle şöyle denildi" denilmesine göredir. Ama vâvlı olanlarına gelince bu da, kavminin dediklerinin, Hazret-i Hûd (aleyhisselâm)'ın söylediği söze atfedilmiş olmasından dolayıdır. Buna göre mana, "Bu hadisede, hem bu hak ve gerçek söz, hem de bu batıl söz birarada bulunmuştur" şeklinde olur. O Kavmin Şüphe ve İtirazları O kavmin şüphelerine gelince bunlar da şu iki şeydir: Peygamberin Beşer Olması a) Onların "Bu, sizin gibi bir beşerden başkası değildir. Sizin yediklerinizden yiyor, içtiklerinizden de içiyor" şeklindeki sözleri olup, bu şüphenin izahı birinci kıssada geçmiştir. Onların ifadeleri "içtiğiniz şeylerden" demektir. Yahut da, bu ifâdeden, makabli kendisine delâlet ettiği için, ikinci kez gelecek olan (......) kelimesi hazfedilmiştir. Ve yine bu onların "Eğer kendiniz gibi bir insana boyun eğerseniz, andolsun ki, bu takdirde siz, mutlaka hüsrana uğrayanlar olursunuz" şeklindeki sözleridir. Böylece onlar, o peygambere tâbi olmayı hüsran addetmişler, ama putlara tapmayı ise böyle addetmemişlerdir. Yani, "şayet siz ona, karşılığında, sizin için bir menfaat bulunmaksızın itaat ederseniz, işte bu hüsranın ta kendisi olur" demektir. Haşri İnkâr Etmeleri b) Onların, haşr ve neşrin doğruluğunu tenkit etmeleri, daha sonra da, Hazret-i Hûd (aleyhisselâm)'un bu fikirleri getirmiş olmasından dolayı, onun nübüvvetini ta'n etmiş olmalarıdır. Maşrın sıhhati hususundaki ta'n ve tenkitleri, onların "O size, öldüğünüz ve bir toprak, bir kemik olduğunuz vakit, muhakkak ki, amellerimizin karşılığını görmek üzere, diri olarak (yeniden) o çıkarılacağınızı mı vadediyor?" şeklindeki sözleridir. Sonra onlar, bu kadarla da yetinmemiş, buna onun son derece imkânsız olduğunu söylemeyi de ilâve etmişlerdir ki, bu da onların korkutulageldiğiniz o şey, ne kadar uzak, ne kadar uzak!.." şeklinde sözleridir. Sonra onlar bu şüphelerini "Hayat, bizim şu dünya hayatımızdan başkası değildir. Ölürüz, yaşarız..." şeklindeki sözleriyle tekid etmişlerdir. Onlar, "Ölürüz, yaşarız" şeklindeki sözleriyle tekbir şahsı kastetmemiş, tam aksine bazılarının öldüğünü, bazılarının doğduğunu; hasrın, neşrin ve yeniden dirilmenin olmadığını murat etmişlerdir. İşte bundan dolayı da "Biz, tekrar diriltilecekler de değiliz" demişlerdir. Onlar, hasrın doğru olacağını, ta'n etmeyi bitirince de, buna Hazret-i Hûd (aleyhisselâm)'un nübüvvetini ta'n etmeyi de katarak, şöyle demişlerdir: "O bu batıl şeyleri getirdiğine göre, şüphesiz ki o, Allah'a yalan uydurup düzmüşlerdir." Daha sonra, Hazret-i Hûd (aleyhisselâm)'un nübüvvetini ta'n eden bu şüpheyi izah edince de, bunun peşinden onu tasdik ediciler değiliz" demişlerdir. Çünkü o kavmin, küfrün liderleri olan o kimselere, tâbi olan kimselerdirler. Bil ki Allahü teâlâ, çürüklüğü son derece açık olduğu için, bu iki şüpheye cevap vermemiştir. Birinci şüphenin zayıflığının izahı, (birinci) kıssada geçmişti. İkinci şüpheye gelince, bu da onların, hasrı imkânsız bir şey görmelerindendir... Halbuki haşr; şu iki sebepten dolayı, imkânsız görülmez: a) Allahü teâlâ, bütün mümkinâta kadir olup, bütün malumatı da bildiğine göre, haşre ve neşre de kadir olmalıdır... b) Eğer, Öldükten sonra dirilme olmasaydı, o zaman, bu dünyadayken güçlülerin güçsüzlere musallat olmaları zulüm olurdu. Ki bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Çünkü, o saat şüphesiz gelecektir. Ben onu, hemen açıklayacağım geliyor ki, herkes neye çalışıyorsa, kendisine onunla mukabele edilmiş olsun" (Tahâ. 15) ayetinde de buyurduğu üzere, Hakîm olan (Allah'a) uygun düşmez. Burada birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Ayette, ikinci (......) tekîd içindir. Bununla birincisinin arasının, zarf ile (yani (......) ifadesiyle) fasledilmesi güzeldir. (......) kelimesi ise birinci (......) kelimesinin haberidir. İbn Mesûd'un kıraatinde de (......) şeklindedir. (Heyhâte) kelimesi, hem tâ'nın fethası, hem tâ'nın kesresi ile, hem de bu iki okunuşa göre tenvinti tenvinsiz ve, vakıf yapılarak sükûn ile (Heyhat heyhat) şeklinde okunmuştur. Üçüncü Mesele Ayetteki ifadesindeki (......) kelimesi, kendisiyle ne kastedildiğinin, ancak kendisinden sonra gelmiş beyanıyla anlaşılan bir zamir olup, bu ifâdenin aslı "Hayat ancak dünya hayatımızdır" şeklindedir. Daha sonra (......) kelimesi (......) kelimesinin yerine konulmuştur. Çünkü haber, buna delâlet etmektedir... Şairin "O nefistir ki, ona ne yöklersen, o katlanır..." şeklindeki sözü de, böyledir. Buna göre mana, "Hayat sadece bu hayattır" şeklindedir. Bir de, olumsuzluk ifâde eden (-in), cinse delâlet eden "hayat" manasında olan zamirin başına gelmiş ve onu nefyetmiştir. Böylece de, kendisinden sonra gelenin cinsini nefyeden lâ gibi olmuştur. Bil ki, o peygamber, büyük ve küçüklerin, kendisinin sözünü kabul edeceklerinden ümidini kesince, Rabbine sığındı ve "Rabbim, beni yalanlamalarına mukabil, sen bana yardım et" dedi. Bunun tefsiri, yukarda geçmişti. Derken Cenâb-ı Hak, Hûd (aleyhisselâm)'ın isteğine icabet ederek Az bir zaman sonra, muhakkak bir pişman olacaklar" buyurdu. Doğruya en yakın olanı, bununla şu mananın Kastedilmiş olmasıdır: "Onlara, helak olacaklarının emareleri göründü. İşte o esnada, kabul etmedikleri için, kendilerinden bir nedamet ve tekassür meydana geldi, ama o vakit ümitsizlik halindeki iman zamanı idi. Binâenaleyh, bu pişmanlıkları onlara fayda vermedi..." Sayha'nın Anlamı Cenâb-ı Hak, onların üzerine indirdiği o helaki de, "işte onları, o müthiş "sayha" (çığlık), hak olmak üzere, hemen yakalayıyerdi" ifadesiyle açıklamıştır. Alimler, bu ifâde de yer alan "sayha"nın ne olduğu hususunda da şu izahları yapmışlardır: 1) Cebrail (aleyhisselâm) onlara bağırdı.. Bu bağırma çok şiddetli olduğu için, işte onlar o zaman, hemen anında öldüler. 2) İbn Abbas: Sayha, "recfe" (sallantı, sarsıntı) demektir" der. 3) "Sayha" azabın ve ölümün bizzat kendisidir. Bu tıpkı ölen kimse hakkında, "Duâ etti, (Allah da) kabul etti..." denilmesi gibidir. Bu görüş de, Hasan el-Basrî'ye aittir. 4) Bu, insanların kökünü kazıyan bir azâbtır. Nitekim şair "Zaman, Bermek oğullarına öyle bir çığlık attı, (onların kökünü kazıdı ki), o çığlığın şiddetinden dolayı onlar çeneleri üzere, yüzükoyun düşüverdiler" demiştir. Bunlardan birinci madde, daha uygundur. Zira bu maddede kelimeye (mecazî değil), hakîkî mana verilmiştir. Ayetteki ifâdesine gelince bu, "Cenâb-ı Hak onları, adaletle helak etti" demektir. Bu senin, bir kimse, verdiği hükümlerde adil olduğu zaman Falanca hak ile hükmeder" demene benzer. Mufaddatda, bu kelimeye, "savuşturulmayacak bir şekilde" manasını vermiştir ki, bu tıpkı "ölüm sarhoşluğu (kaçınılmaz bir biçimde) geldi" (Kaf. 19) ayeti gibidir. "... bir çerçöp haline getirdik" cümlesine gelince, (......) kelimesi selin getirmiş olduğu çürümüş ve siyahlaşmış yaprak ve kütüklerdir. Nitekim "Sonra da onu simsiyah çerçöp haline getirendir" ayeti de böyledir. Cenâb-ı Hakk'ın Artık lanet olsun zalimler güruhuna" ifadesi ile İlgili iki mesele vardır Birinci Mesele (......) ve benzeri kelimeler fiilleri yerinde zikredilen masdarlardır. Bunlar, Sibeveyh'in de dediği gibi, açıkça getirilmeyen fiillerle mansûb olan masdarlar cümlesindendir. O halde bu ifadenin takdiri "... adamakıllı helak oldular, lanete uğradılar" şeklindedir. Nitekim Arapça'da, tıpkı (Doğru yolu buldu. Doğru yolu bulmak...) denildiği gibi, de denilir. İkinci Mesele Bu ifade, "hayır ve iyiliklerden uzaklaştırma" demek olan, "lanet" kelimesi gibidir. Allahü teâlâ bunu, onları hafife alıp onları hor ve hakîr kılma üslûbunda getirmiştir. Allah, onların başına bu azabı, ahirette onların başına gelecek olan nimet ve mükafatlardan uzak olma azabının, kendilerinden sonrakilere bir ibret olsun diye, şu anda başlarına gelenden daha büyük olduğunu göstersin diye İndirmiştir. Üçüncü Kıssa: Yalanlama Adeti 42Âyetin tefsiri için bak:44 43Âyetin tefsiri için bak:44 44"Sonra onların peşinden de başka başka nesiller yarattık. Hiçbir ümmet, vaktini öne alamayacağı gibi, (bundan) geri de kalamazlar sonra, peyderpey (diğer) peygamberlerimizi gönderdik. Hangi ümmete peygamberi geldiyse onu yalanladılar. Biz de, onlardan kimini kiminin arkasına takdık ve onları, hikâyelere çevirdik... Artok iman etmeyen kavme lanet olsun" Bil ki, Allah (c.c.). Kur'ân-ı Kerîm'deki kıssaları, biraz önce de geçtiği gibi, bazan detaylı; burada olduğu gibi de, bazan kısaca anlatır. Bununla Lût, Şuayb, Eyyüb ve Yusuf (aleyhisselâm)'ın kıssalarının kastedildiği ileri sürülmüştür. Cenâb-ı Hakk'ın "Sonra onların peşinden de başka başka nesiller yarattık" ifadesine gelince, bu, "Allah, memleketleri, mükelleflerden hali ve boş tutmamıştır. Onları yaratmış ve mükellefiyet çağına getirmiştir. Derken onlar, dünyayı mamur etme hususunda kendilerinden öncekilerin yerini tutmuşlardır" demektir. Ecel Meselesi Ayetteki "Hiçbir ümmet vaktini öne alamıyacağı gibi, (bundan) geri de kalamazlar" ifâdesine gelince, her ne kadar "ecel" kelimesi, mutlak zikredildiği zaman onunla ölüm zamanının kastedildiği açık ise de, ayetteki bu ifadeyle, onların yaşama ve mükellef olma vakitleri (ecelleri) kastedilmiş olabileceği gibi, bununla o ümmetin ölüm ve helak edilme zamanlan da kastedilmiş olabilir. Bölyece Allahü teâlâ, her ümmetin, hayat ve ölümleri hususunda, öne alınamayan, geriye de bırakılamayan mukadder bir ecelleri bulunduğunu beyan buyurmuştur. O, bu beyanı ile, kendisinin, eşya meydana gelmeden önce onları bildiğine ve o eşyanın, kendi ilmine uygun olarak meydana geldiğine dikkat çekmiştir. Bunun bir benzeri de, "Şüphe yok ki Allâhm (tayin ettiği) müddet gelince geri bırakılmaz" (Nûn, 4) ayetidir. Burada, şu iki mesele ele alınabilir. Birinci Mesele Ehli sünnet alimleri, bu ayetin, maktulün, kendi eceliyle öldüğüne delâlet ettiğini söyleyerek şöyle demişlerdir: "Şayet o, ölüm zamanı gelmediği halde öldürülmüş olsaydı, o zaman ecel öne alınmış veya geriye bırakılmış olur ki, bu da bu nassa aykırı olur." İkinci Mesele Kabî şöyle der: "Cenâb-ı Hakk'ıni ifadesinden, "Onlar, iman etmemeleri halinde, azâbları için belirlenmiş olan o vakti ileri geçemezler, ondan geri de kalamazlar" Cenab-ı Hak, onların kökünü ancak, onların inatlarını artıracaklarını, kendilerinden hiçbir hayır gelmeyeceğini, hayatta kalmaları halinde başkasına hiçbir faydaları olmayacağını, yok edilmesi halinde, başkalarına hiçbir zararın dokunmayacağını bildiği zaman kazır, yok eder..." demek olup, bu tıpkı Nûh (aleyhisselâm)'ın "Eğersen onları bırakırsan kullarını yoldan çıkarırlar. Kötüden, öz kâfirden başka da evlat doğurmaz (lar)..." (Nûh, 27) demesi gibidir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra, peyderpey (diğer) peygamberlerimizi gönderdik..." buyruğuna gelince bu, "Biz, onları ardarda yarattığımız gibi, peygamberler de onlara, ayni şekilde ardarda gönderilmiştir..." demektir. İbn Kesir, tenvinli olarak (Tetran) şeklinde okurken, diğer kıraat imamları, tenvinsiz olarak (Tetra) şeklinde okumuşlardır ki, dilcilerin ekserisinin tercih ettiği, bu ikinci kullanıştır. Çünkü Bu kelime, "uymak, tâbi olmak" anlamına gelen, Vpy Muvâtere ten), masdarından olmak üzere (Fa'lâ) veznindedir. Bu kalıb ise, tıpkı ve kelimeleri gibi, tenvin almazlar. Bu ifâdenin başındaki tâ da, vâv'dan bedeldir. Çünkü bu kelime, "tek, yalnız" manasına gelen, (el-vitra) kelimesinden alınmıştır. Vahidî şöyle der: "Bu kelime, her iki kıraata göre de, ya mefûlün mutlakdır. yahutta, hâl yerine getirilmiş olan bir isimdir. Çünkü mana, (kelimenin takdiri), (Mütevâtiraten-ardarda gelenler olmak üzere) şeklindedir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Hangi ümmete peygamberi geldiyse onu yalanladılar..." ayetine gelince bu, "Onlar, peygamberlerini yalanlama hususunda, Allah'ın, suda boğma, ya da sayha ile helak ettiği ve biraz önce de bahisleri geçen kimselerin yoluna girdiler" demektir. İşte bu manadan dolayı Cenâb-ı Hak "Biz de, onlardan kimini kiminin arkasına takdık" buyurmuştur. Yani, "helak olma hususunda..." demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "ve onları, hikâyeye çevirdik" ayetindeki idâtf-î (ehâdise) kelimesinin, (el-hadîsu) kelimesinin çoğulu olması mümkündür. "Allah Resulünün hadisleri..." kelimesindeki "ehâdisu" kelimesi de, "el-hadîs" kelimesinin çoğuludur. Buna göre mana, "Cenâb-ı Hak, onları helak etme hususunda öyle bir noktaya vardı ki, onlar o noktada adeta sözlere döndüler. (Onlardan sadece sözle bahsedilir oldu). Bu sebeple onlardan ne bir şahıs, ne bir iz görünmez oldu. Onlardan geriye ancak, dillerde dolaşan ve böylece de ibret alınan söz kaldı" şeklinde olur. Bunun, tıpkı "udhûketu" (gülünç şey) ve "u'cûbetu" (şaşırtıcı şey) kelimeleri gibi, (uhdûsetun) kelimesinin çoğulu olması da mümkündür. Uhdûse, insanların, oyalanmak, eğlenmek için, aralarında birbirlerine anlattıkları şeydir, masaldır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bir beddua, zem ve kınama üslubuyla olmak üzere, "Şimdi, iman etmeyen kavme lanet olsun" buyurmuş, bununla, onların bu dünyada helak edildikleri gibi, ahirette de ebedî olmak üzere azaba uğratılarak helak olmalarının da gözetilip beklendiğine işaret etmiştir ki bu, şiddetli bir tehdittir. Dördüncü Kıssa: Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın kıssadır: 45Âyetin tefsiri için bak:49 46Âyetin tefsiri için bak:49 47Âyetin tefsiri için bak:49 48Âyetin tefsiri için bak:49 49"Daha sonra Musa'yı ve biraderi Harunu, bunca mucizelerimizle ve apaçık hüccetimizle Firavun'a ve onun ileri gelenlerine gönderdik de, kibirlerine yediremediler. Onları, mütekebbir ve zorba adamlar idi. Onun için dediler ki; "Kavimleri bize kölelik edip dururken, bizim gibi olan iki beşere iman mı edecek misiz?!" İşte onları yalanladılar ve, helak edilenlerden oldular. Andolsun ki, biz Musa'ya, belki hidayete kavuşurlar diye o kitabı verdik". Ayetlerden Burada Maksad Alimler, bu ayette yer alan "ayetlerimiz" tabiriyle neyin kastedildiği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak İbn Abbas (radıyallahü anh): "Bunlar, şu dokuz mucizedir: Asâ, Yed-i Beyzâ, çekirge, bit veya kene, kurbağa, kan, denizin yarılması, kıtlık içinde geçen yıllar ve ürünlerin noksan laşmast" der. Hasan el-Basrî ise: "Bu tabirle "dinimiz" anlamı kastedilmiştir" demiş ve şu şekilde istidlal etmiştir: "Şayet bu ifâdeyle, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın mucizeleri kastedilmiş olup, "apaçık hüccet" ifadesiyle de yine mucizeleri kastedilmiş olsaydı, bu durumda bir şeyin kendi kendisine atfedilmiş olması gerekirdi..." Doğruya en yakın olanı, birincisidir: Çünkü, bu ifâde, peygamberlerle birlikte zi kredi İd iğinde bundan, mucizeler kastedilir. Onların bu husustaki istidlaline gelince, buna da şu birkaç yönden cevap verilebilir: 1) "Apaçık bir hüccet" ifadesiyle, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın en kıymetli ve en büyük mucizeleri kastedilmiş olabilir ki bu da, Asâ mucizesidir. Çünkü buna, Asâ'nın yılana dönüşmesi, sihirbazların uydurup öne sürdükleri sihirleri yutuvermesi, denizin yarılması, kendisiyle taşa vurulmak suretiyle, gözelerin ve suların fışkırması, onun Musa (aleyhisselâm)'a bekçi olması, mum olması, meyveli ağaca dönüşmesi, kova ve ip olması vb. nice pekcok mucize de taalluk etmektedir. İşte bu üstünlüklerin Asâ'ya tahsis edilmesinden dolayı Asâ müstakil olarak zikredilmiştir. Bu tıpkı Bakara, 98 ayetinde "melekler" ifâdesine Cebrail ve Mikaîl de dahil olmasına rağmen, Cebrail ve Mikaîl kelimelerinin ayrıca atfedilmesi gibidir. 2) "Ayetlerimiz" kelimesiyle, o mucizelerin kendisi; "sultan-ı mübîn" tabiri ile de, onların Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın doğruluğuna delâlet etme keyfiyetleri kastedilmiş olabilir. Bu böyledir, zira bunlar, her ne kadar "ayetler, mucizeler" olma hususunda peygamberlerin diğer mucizeleriyle bir müştereklik arzetseler bile, bunlar Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın (nübüvvetine, kuvvetle) delâlet etmelerindeki kuvvet bakımından diğerlerinden farklıdırlar. 3) "Apaçık hüccet" ile, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın, bir yaratıcının varlığına, kendisini peygamberliğini isbata ve, onlara asla kıymet vermediğine dair yapmış olduğu istidlal hususunda onlara üstün gelişi kastedilmiştir. Bil ki, bu ayet, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın mucizelerinin ayni zamanda Hazret-i Harun (aleyhisselâm)'un da mucizeleri olduğuna ve aralarında nübüvvetin de müşterek olduğu gibi mucizelerin de müşterek olduğuna delâlet etmektedir. Firavunun Evsafı ve İtirazları Firavun ve kavminin önce sıfatlarını, sonra da onların şüphelerini zikretmiştir. Onların sıfatları şu iki şeydir: 1) Kibir ve büyüklenme taassup. 2) Dünya işlerinde durumları ileri, yüksek olan bir topluluk olmaları. Bu ifâdeyle, onların sayı ve kuvvet bakımından güçtü kuvvetli olmalarının kastedilmesi de muhtemeldir. Hizmetçilerinin Dini Diye İnanmamaları Onların şüphelerine gelince, bu onların "kavimleri bize kulluk edip dururken, bizim gibi olan bir beşere iman mı edecek misiz?!" şeklindeki sözlerinin ifade ettiği husustur. Keşşaf Sahibi şöyle der; "Cenâb-ı Hak, "Sizler, o halde onlar gibi olursunuz" (nisa. 140) deyip de (Emsaluhum) demeyip ve "Siz, hayırlı bir ümmetsiniz" (Al-i İmrân. 110) deyip de, demediği gibi, burada da dememiştir. Bütün bunlar, îcaz (kısa anlatım) in, Arablara, "iksâr", (çok söz söylemeden) daha sevimli olmasından kaynaklanmaktadır. Bu ayetle ileri sürülen şu iki hususa dayanır. a) Onların, beşer olmaları. Ki bunun cevabı, daha önce geçmiştir. b) Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ve Harun (aleyhisselâm)'un kavminin, Firavun ve kavmini adeta hizmetçileri ve köleleri olması. Ebu Ubeyde, Arabların, hükümdara yaklaşmak için dalkavukluk yapan herkesi, onun kulu kölesi gibi adlandırmaktadır. Şöyle denilmesi de muhtemeldir: O Firavun, ulûhiyyet iddia ediyordu. Böylece de o, insanların kendisini kulları, ve onların ona gösterdikleri itaatin gerçek manada bir tapınma olduğunu iddâ ediyordu. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu şüphe onların gönüllerinde olabildiğince büyüyünce, onların yalanlamalarını açık bir biçimde ortaya koyduklarını beyan etmiştir ki, bu da ayetteki "işte onları yalanladılar" cümlesinden kastedilen husustur. Bu yalanlama, onların helak olmalarının bir sebebi gibi olduğu gibi cümlesini fâ-ı takibiyye ile buna atfederek şöyle demiştir: "Onlar, Allah'ın haklarında boğulma hükmünü verdiği kimselerdendi. Çünkü boğulma işi, yalanlamanın hemen peşisıra olmamıştır. Onların yalanlamalarının hemen peşinden gelen şey, Allahü teâlâ'nın onların uygun bir vakitte böyle boğulmalarına hükmetmesidir. Tevrat'ın Verilmesi Cenâb-ı Hak "Andolsun ki; Biz Musa 'ya, belki hidayete kavuşurlar diye, o kitabı verdik" buyurmuştur. Kadî şöyle der "Bu, "Allah, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'a Tevrat'ı, kavminin yalanlamasından ötürü vermemiştir. O, onlar sayesinde hidayete ersinler diye Tevrat'ı vermiştir. Binâenaleyh onlar, bu büyük ve önemli açıklamaya rağmen, inkarlarında ısrar edip, bunu sürdürdükleri için, helaki haketmişlerdir" demektir." Keşşaf Sahibi, bu açıklamaya itiraz ederek şöyle der: "Belki onlar" kelimesindeki "onlar" zamirinin, Firavun ve adamlarına râcî sayılması caiz (doğru) değildir. Çünkü Tevrat İsrâiloğullarına, Firavun ve adamlarının boğulmasından sonra verilmiştir. Bunun delili Hak teâlâ'nın, "Andolsun ki Biz evvelki nesilleri helak ettikten sonra Musa'ya, o kitabı verdik" (Kasas. 43) ayetidir. Binâenaleyh doğru mana: "Biz Musa (aleyhisselâm)'a böylece onlar, o kitabın hükümleri ve va'z-u nasihatlarıyla amel etsinler diye o kitabı verdik" şeklindedir. Öyleyse Cenâb-ı Hak, bu ifâdede Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın ailesini ve kavmini kastederek, "Musa (aleyhisselâm)'a kitabı verdik" demiştir. Bu tıpkı, kavimleri murad edilerek, "Hasım, Sakîf" denilmesi gibidir. Beşinci Kıssa Hazret-i İsa (aleyhisselâm) Ve Hazret-i Meryem Kıssasıdır 50"Meryem'in oğlunu da, anası (Meryem'i) de bir ayet kıldık. Onları, düz ve akarsuya mâlik bir tepede barındırdık". Onlara "Ayet" Denilmesinin İzahı Bil ki Meryem'in oğlu, Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'dır. Allahü teâlâ, onu babasız yaratıp, daha bebek iken beşikte iken konuşturduğu ve onun eliyle, anadan doğma körleri ve ataca hastalarını iyileştirip, ölüleri canlandırdığı için, bir ayet (mucize) olarak bildirmiştir. Hazret-i Meryem (aleyhisselâm)'a gelince, Allahü teâlâ onun da, Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'a erkeksiz olarak hâmile kaldığı için, bir mucize kılmıştır. Hasan el-Basrî şöyle der: Hazret-i İsâ (aleyhisselâm) gibi, annesi Meryem'de daha bebek iken konuşmuştur. Bu, Hak teâlâ'nın, "Bu Allah katındandır. Çünkü Allah, dilediğine hesapsız rızık verir" (Al-i İmran, 37) ayetinden anlaşılan husustur. Hazret-i Meryem (aleyhisselâm), aynı zamanda bebek iken hiç kimsenin memesinden süt emmemistir. Kadî: "Eğer bu böyle ise, o zaman bu Hazret-i Zekeriyâ (aleyhisselâm)'ın bir mucizesi olmuş olur. Çünkü Hazret-i Meryem (aleyhisselâm), bir peygamber değildir, olamaz" demiştir. Biz de diyoruz ki, "Kâdi bu sözü, onlarca (mu'tezile'ce) hem irhâs, hem de evliyanın kerameti caiz (mümkün) olmadığı için söylemiştir. Fakat bize göre, bu ikisi de caizdir. Binâenaleyh Kâdi'nin söylediği söze İtibar edilmez. Doğruya en yakın olan, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Meryem (aleyhisselâm) ile Hazret-i isa'yı, bizzat doğumları itibarıyla, birer ayet (mucize) kılmıştır. Çünkü Hazret-i İsâ (aleyhisselâm), babasız doğmuş; Hazret-i Meryem (aleyhisselâm) de onu ersiz doğurmuştur. Binâenaleyh onların her ikisi de, doğumda alışılmış âdet olan şeyi bozan, bu enteresan noktada müşterektirler. Yapılan bu izahın, daha doğru olduğuna şu iki şey delâlet eder: 1) Hak teâlâ, "Meryem'in oğlunu da, anası (Meryem'i) de bir ayet kıldık" buyurmuştur. Çünkü mucize onların elinde değil, bizzat kendilerinde zuhur etmiştir. Binâenaleyh bu, ölüleri diriltme gibi, Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'ın elinde zuhur eden mucizeler manasına anlaşılmasından daha evlâdır. Çünkü bu doğum hadisesi, hem Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'da hem de Hazret-i Meryem (aleyhisselâm) de tahakkuk eden bir mucizedir. Yine onların her ikisinin beşikte iken konuşmaları da böyle bir mucizedir. Fakat bunlar dışındaki mucizeler, Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'da değil, onun elinde zuhur eden mucizelerdir. 2) Allahü teâlâ, "iki ayet" dememiş, "bir ayet" demiştir. Binâenaleyh bu ifadeyi, ancak ikisinin toplamı ile, ikisinin müşterek oldukları bir hususa hamletmek daha evladır. Bu müşterek husus da, sadece Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'da olan mucizeler değil, her ikisinin ortak olduğu doğum hadisesidir. Rabve'nin İzahı Hak teâlâ'nın "Onları düz ve akarsuya mâlik bir tepede barındırdık" ifadesi, "Biz, bir "rabve" yi onların sığınağı kıldık" demektir. Bu kelime, râ'nın üç türlü harekesi ile, rabve, ribve ve rubve ve rubâve, ribâve, rebâve kelimelerinin hepsi de, "yüksek yer, tepe" manasınadır. Katâde ve Ebu'l-Âliye, bu yerin, Beyt-i Makdis arazisi olan, "İliyâ" olduğunu söylerken; Ebu, Hureyre (radıyallahü anh) burasının "Remle" olduğunu söylemiştir. Kelbî ve Ibn Zeyd, bu yerin Mısır olduğunu ileri sürerlerken, ekseri âlimler, bunun Dimeşk (Şam) beldesi olduğunu söylemişlerdir. Mukâtil ve Dahhâk da, bunun Şam'ın sulak arazileri olduğunu söylemişlerdir. Karar ve Main Kelimeleri "Karâr kelimesi, düz ve geniş toprak parçası manasınadır. Katâde, bu ifadeye, "meyveli ve sulu yer" manası vermiştir. Yani, "Orada yerleşmiş olanlar, meyveli olduğu için orada karar kılmış, kalmışlar" demektir. "Ma'in" ise, yeryüzünde akan su demektir. Böylece Hak teâlâ, Hazret-i Meryem'e verdiği nimetlerin mükemmelliğine, bu kısa özlü ifade ile işaret etmiştir. "Ma'in" kelimesinin manası hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür: 1) Bu kelime, ism-i mef'ûldür. Çünkü akarsu, ortada olduğu için, göz ile idrâk olunur (yani ma'îndir). Bu kelime, birisi birşeyi gözü ile gördüğünde kullanılan, tite fiilinden türemiştir. Ferra ve Zeccâc: "istersen sen bu kelimeyi, ma'ûn masdanndan, fa'îl vezninde bir isim de kabul edebilirsin. Bu durumda bunun aslı ma'n (suyun akışı) kelimesi olur. Ma'ûn ise, fâ'ûl vezninde olup, aynı köktendir" demişlerdir. Ebu Ali ise şöyle der: "Ma'în, inkiyâd edilen, karşı çıkılmayan kolaylık; ma'ûn ise, verene kolay olan demektir." Alimler şöyle demişlerdir: "Bu barındırmanın sebebi şudur: Hazret-i Meryem oğlu, İsâ (aleyhisselâm)'ı o tepeye götürmüş ve orada oniki yıl kalmıştır. O ikisini, Meryem'in amcaoğlu Yusuf götürmüştü. Hazret-i Meryem, kralları öldükten sonra ailesine, yurduna dönmüştür. İşte bu suredeki kıssaların sonu burasıdır. Allah en iyi bilendir. Resullere Verilen Emir 51Âyetin tefsiri için bak:56 52Âyetin tefsiri için bak:56 53Âyetin tefsiri için bak:56 54Âyetin tefsiri için bak:56 55Âyetin tefsiri için bak:56 56"Ey Resuller, temiz ve helâl olan şeylerden yeyin, güzel amellerde bulunun. Çünkü Ben, ne yaparsanız hakkıyla bilenim. Bu sizin tek olan ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyleyse Benden ittikâ edin (Beni sayın). Fakat o kavimler, dinlerde muhtelif fırkalara ayrılmak, her fırka kendi elindeki din ile böbürlenmek suretiyle parça parça oldular. Şimdi sen onlan bir zamana kadar, sapıklıkları içinde bırak. Onlar kendilerine yardım ettiğimiz mal ve evlâd ile kendilerine hemen aceleden hayır verdiğimizi mi sanıyorlar? Onlar işin farkında değiller". Toplu Emrin İzahı Bil ki ayetteki, "Ey Resuller" hitabı, zahiren bütün peygamberlere yöneliktir. Fakat bu mümkün değildir. Çünkü Peygamber değişik manalarda, ayrı ayrı gönderilmişlerdir. Binâenaleyh onların hepsine birden, böyle hitab edilebilir. İste bu problemden ötürü, âlimler bu ayeti şu değişik şekillerde izah etmişlerdir: 1) Bu, "Her peygambere, kendi zamanındaymış gibi, bu şekilde nida edildiğini ve dinleyenin, bu işin bütün peygamberlere bu şekilde nida edildiğine ve, bu tavsiyenin hepsine yapıldığına,binâenaleyh bu tavsiyenin benimsenip, amel edilmesi gerektiğine inanmaları için, bunun tavsiye edildiğini bildirmektir" demektir. 2) Bununla, Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) kastedilmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak bu ifadeyi, geçmiş peygamberlerin haber ve kıssaları sona erdikten sonra buyurmuştur. Fakat bunu cemi sigasıyla zikretmiştir. Bu tıpkı, bir kimseye, "Ey millet, benden eziyetinizi çekin" demek gibidir. Hak teâlâ'nın, Nu'aym b. Mes'ud'u kastederek, "Onlar öyle kimselerdir ki halk (yani Nu'aym) kendilerine şöyle demişti " (Al-i imran. 173) demesi de böyledir. Buna göre Hak teâlâ sanki, Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm)'e bu şekilde hitâb ederken, peygamber (aleyhisselâm)'in bu ağır mükellefiyetin sadece kendisi üzerinde olmadığını, aksine her peygamber için bulunduğunu anlayıp bilmesi için, bütün peygamberlerin bir arada bulunmaları halinde, işte bu şekilde bir hitaba muhatab olmalarını beyân etmiştir. 3) Muhammed b. Cerir (et-Taberî) ye göre buradaki "Resuller" ile, Hazret-i İsa (aleyhisselâm) kastedilmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, Hazret-i İsâ (aleyhisselâm)'nın, yeme-içme işlerini içeren yerini anlattıktan sonra böyle buyurmuştur. Bir de rivayet edildiğine göre, Hazret-i İsâ (aleyhisselâm), annesinin "gazimden", yani dokumacılığından yer içerdi. Birinci görüş, doğruya daha yakındır. Çünkü, ayetin lafzına daha uygundur. Bir de, Şeddad b. Eva'in kızkardeşi, Ümm-ü Abdillah'dan şu rivayet edilmiştir: Allah'ın Resulü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, oruçlu iken, sıcağın çok aşırı olduğu bir günde iftar zamanı, bir bardak süt gönderdim. Fakat o sütü bana geri göndererek: "Bu sana nereden geldi?" diye sordu. Ben de: "Koyunumdan" cevabını verdim. Sonra o yine gönderip: "O koyun nereden?" diye sordurdu. Ben: "O koyunu malımla (paramla) satınaldım" deyince, artık sütü kabul etti. Sonra bizzat Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına gidip: "Ya Resulellah, sütü niçin (önce) geri çevirdin? dedim. O, "Peygamberler bununla, yani sadece tayyib (helâl ve temiz şeyleri) yemekle ve sâlih amel etmekle emrolunmuşlardır" buyurmuştur, Kenzu'l-Ummal, 4/9250 Tayyibat Ne Demektir? Ayetteki "tayyibat" hususunda şu iki izah yapılmıştır: 1) Tayyibat, helâl olan şeyler demektir. Rızkdan tayyib olanların, helâl, saf (temiz) ve kavam olanlar olduğu söylenmiştir: Helâl kendisinde Allah'a isyan olmayan; saf, kendisinde Allah unutulmayan; kavam ise, nefsi gemleyen ve aklı muhafaza eden demektir. 2) Bu, yiyecek ve meyvelerden, leziz ve hoş olanlar demektir. Böylece Hak teâlâ, nübüvvet ve onun gereklerini yerine getirme herne kadar ağır olsa da, Peygambere, diğer insanlara mubah kıldığı gibi, tayyibatı yemeyi mubah kıldığını bildirmiştir. Bil ki Allahü teâlâ, Peygamberlerine, "Ey Resuller, tayyibâttan yeyin" buyurduğu gibi, Mü'minlere de, "Eyiman edenler, size rızık olarak verdiğimiz tayyibâttan yeyin" (Bakara, 172) buyurmuştur. Bil ki ayetteki, "Tayyibâttan yeyin" emrini "sâlih amellerde bulunun "emrinden önce getirmesi, sâlih amelden önce, helâl lokmanın bulunması gerektiğine (sâlih amelin, helal lokmaya bağlı olduğuna) delâlet eder gibidir. Ayetteki "Çünkü Ben, ne yaparsanız hakkıyle bilenim" cümlesi peygamberlere bildirdiği emre muhalefet etme konusunda bir sakındırmadır. Binâenaleyh bu, onca kıymetlerine rağmen, bu, peygamberler için bir sakındırma olduğuna göre, diğer insanlar için haydi haydi bir sakındırma olur. Hak teâlâ'nın "Şu sizin tek olan ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. öyleyse Benden ittika edin (Beni sayın)" emrini Enbiyâ suresinde tefsir etmiştik (92.ayet). Yine de bununla ilgili iki mesele var: İslâm Dininin Aslında Bir Olduğu Bu, "O peygamberler, helâl lokma yeme ve sâlih amellerde bulunmada ittifak ettikleri, ayni oldukları gibi, tevhid'de ve Allah'a isyan'dan ittikâ konusunda da müttefiktirler" demektir. Buna göre eğer, "Onların şeriatları muhtelif olduğuna göre, dinleri nasıl müttefik (aynı) olur?" denilirse, biz deriz ki: "Buradaki dinden murad, onların Allah'ın zâtı ve sıfatları konusunda ihtilâf etmeyişleri, aynı inançta oluşlarıdır. Şeriatlarına gelince, bunlardaki farklılığa, "dindeki farklılık" denilemez. Bu tıpkı temiz kadınlar ve hayızlı kadınlar hakkında "Mükellefiyetleri farklı farklı olsa dahi dinleri birdir" denilmesi gibidir. İşte burada da böyledir. Ayetteki, "Ben de sizin Rabbinizim. Öyleyse benden ittikâ edin" buyruğu buna delâlet eder. Böylece Cenâb-ı Hak, bununla, o peygamberlerin dinlerinin, Allah'ı tanıma ve O'na isyanda ittikâ etmede aynı olduğuna, şeriatları farklı olsa bile, bu hususta şeriatlarım farklılığının bir tesiri olmadığına dikkat çekmiş gibidir. İkinci Mesele Buradaki edat, müste'nef bir cümlenin başı olarak inne şeklinde meksur olunduğu gibi, li enne (Çünkü) manasında olarak enne şeklinde ve şeddesiz olarak ve den muhaffef şeklinde de okunmuştur. "Ümmetühüm" kelimesi, bunun haberi olarak merfûdur. Hak teâlâ'nın "Fakatr o kavimler işlerinde muhtelif fırkalara ayrılarak parça parça oldular" ifadesi, O Peygamberlerin ümmetleri, işlerini aralarında paramparça ettiler" demektir. Buradaki "parça parça oldular" ifadesinde, onların alabildiğine ihtilaf ettikleri manası yatmaktadır. "İşlerinde" ifadesi ile de, "din ile ilgili işlerinde" manası kastedilmiştir. Ayetteki, "zübür" kelimesi, "zebûr"un çoğulu olarak böyle okunmuştur. Bu, "Muhtelif kitablar" demektir, yani "onlar dinlerini çeşitli dinlere çevirdiler." Yine bu kelime, "Züber" şeklinde okunmuştur. Bu da, parçalar, bölümler, kısımlar demektir. Bu okuyuşa göre kelime, "Gümüş ve demir parçaları" ifadesinden alınmadır. Yine bu kelime, tıpkı "rusul" kelimesinin "ruslün" şeklinde kullanılışı gibi, bâ'nın sükûnu ile "zübran" şeklinde de okunmuştur. Kelbî, Mukâtil ve Dahhâk, Cenâb-ı Hakk'ın bu ifâde ile Mekke müşriklerini, mecûsî, yahûdi ve hıristiyanları kastettiğini söylemişlerdir. Her Ümmet Kendi Dinini Beğenir Hak teâlâ'nın "Her fırka kendi elindeki din de böbürlenmekte" ifadesi, "Onlardan her ümmet kendisine din edindiği şeyi beğenir, onunla neşelenir, gururlanır. Ancak kendisinin hak yolda ve kazançlı olduğunu, başkalarının hep batıl yolda, zararda ve hüsranda olduğunu sanır, buna inanır" demektir. Cenâb-ı Hak, onların, dinleri hususunda paramparça olduklarını belirtince, bunun peşinden tehdidini getirerek "Şimdi sen onları, bir zamana kadar, sapıklıkları içinde bırak" buyurmuştur. Bu hitab, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'edir. Buna göre Cenâb-ı Hak, "O kâfirleri, cehaletleri içinde bırak" demek istemiştir. "Gamre", insanın boyunu aşan su demektir. Buna göre, sanki onların içinde bulundukları cehalet ve şaşkınlıkları, akıllarını aşan ve boğan bir şey gibi olmuş olur. Hazret-i Ali (aleyhisselâm) bu, bu ifâdeyi (......) şeklinde okumuştur. Alimler hin (süre) kelimesi ile ilgili olarak şu izahları yapmışlardır: a) Ölene kadar, b) Görene kadar, c) Azaba kadar. Bu hususta adet şudur: Bu söz söylenir ve bununla bir pişmanlık manası kastedilir. Bu hasret ve pişmanlık da, Cenâb-ı Hak onlara, üzerlerinde oldukları dinlerin bâtıl, neticesinin kötü olduğunu bildirdiği zaman olur. Yine bu pişmanlık, âhirette hesab verirken tahakkuk eder. Yine bu kabir azabı esnasında sorguya çekilirken tahakkuk eder. Binâenaleyh bu ifade, bütün bu manalara hamledilmelidir. O kavim (kâfirler) dünyada büyük bir nimet içinde olunca, o nimetlerin, üzerinde oldukları (batıl) dinlerinden ötürü, kendilerine dünyada verilmiş bir mükafaat sanabilirler. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak durumurf hiç de böyle olmadığını beyan ederek "Onlar kendilerine yardım ettiğimiz; mal ve evlâd ile kendilerine hemen aceleden hayır verdiğimizi mi sanıyorlar" buyurmuştur. Buradaki fiiller, yâ ile, fâıli Allahü teâlâ olmak üzere (yardım etti, hemen verdi) şeklinde de okunmuştur. Bu okuyuşa göre ayetin manası şu iki şekilde olur: a) "Bu yardım etme, sırf isyanda ilerlesinler ve günahları artırsınlar diye olmuştur. Onlar ise, bunu kendilerine peşin verilmiş bir hayır ve mükafaat sanırlar" Buradaki ... (belki) ifadesi, "sanıyorlar mı" fiilinden ötürü getirilmiş bir istidrâktir ama onların zanlarını reddedip, doğrusunu belirtmek içindir.) Yani, "Onlar hayvanlara ne kadar da benziyorlar. Çünkü hayvanların akılları olmadığı için, bu verilen nimet üzerinde tefekkür edip, bunların bir istidrâç mı (azdırmak için verilen bir şey mi), yoksa hayırlarla yapılan gerçek bir yardım mı olduğunu anlayamazlar." Bu ayet tıpkı, "Onların ne malları, ne evlâdları seni imrendirmesin" (Tevbe, 55) ayetinde ifade edildiği gibidir. Yezid b. Meysere'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allah bir peygambere şöyle vahyetmiştir: "Kulum, kendisini Benden uzaklaştırması için, dünyayı vermemden ötürü sevinir mi? Bana yaklaşması için, dünyayı ondan alırsam sabırsızlık eder mi?" Yezid b. Meysere bunu rivayet ettikten sonra, tefsir etmekte olduğumuz ayeti okumuştur. Hasan el-Basrî'nin de şöyle dediği rivayet edilmiştir: Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'e Kisrâ'nın bilezilkteri getirilmiş. O da onu alıp, Süraka (radıyallahü anh)'ın koluna takmış ve bilezik omuzuna kadar çıkmıştır. Bunun üzerine Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) "Allahım ben senin peygamberinin senin yolunda infak etmek için eline mal geçmesini arzu ettiğini gördüm, biliyorum sen malı onun nazarında değersiz kıldın. Yine, Ebu Bekir (radıyallahü anh)'in de böyle kıymetli malları infâk etmekten hoşlandığını da biliyorum. Allah'ım bu, taraf-ı ilâhinden Ömer için bir tuzak (bir imtihan) olmasın" demiş ve peşine bu ayeti okumuştur. b) Hak teâlâ, onlara bu nimetleri, gönülleri herşeyden uzak olsun ve Hak aşkıyla meşgul olabilsinler diye vermiştir. Binâenaleyh durum böyle olduğu halde, onlar hakdan yüz çevirince, onların aleyhlerine gerekli olan hüccet kuvvet kazanmış olur. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Onlar işin farkında değiller" buyurmuştur. Gerçek Mü'minlerin Vasıfları 57Âyetin tefsiri için bak:61 58Âyetin tefsiri için bak:61 59Âyetin tefsiri için bak:61 60Âyetin tefsiri için bak:61 61"Hakikaten Rablerinin haşyetinden rikkate gelenler, Rablerinin ayetlerine iman etmede sebat gösterenler, Rablerine şirk koşmayanlar, Rablerinin huzuruna dönecekleri için yürekleri korkarak, vereceklerini verenler.. İşte bunlar, hayırlarda yarışırlar ve bunlar onun için taâ önde giderler.". Bil ki Hak teâlâ, öncekileri, "Onlar kendilerine yardım ettiğimiz, mal ve evlâd ile, kendilerine hemen aceleden hayır verdiğimizi mi sanıyorlar" buyurarak, tenkid edip, sonra da, "Onlar işin farkında değiller" buyurunca, bundan sonra, hayırlarda yanşan ve bunun farkında olanların özelliklerini saymıştır. Bunlar şu dört sıfattır: Haşyet Birinci Sıfat: Bu, ayetteki "Hakikaten Rablerinin haşyetinden rikkate gelenler" ifadesi ile anlatılmıştır. "Işfâk", alabildiğine rikkat ve zayıflığı bilme ile birlikte olan korku demektir. İşte bundan dolayı bazıları, "Cenâb-ı Hak, işfâk ve haşyeti, burada, te'kid için birlikte zikretmiştir" derken, bazıları da "haşyet" ilâhî azabtan korkma manasına atmışlardır. Buna göre mana, "Onlar, Rablarının azabından tirtir titreyenlerdir" şeklinde olur. Bu, Kelbî ve Mukatil'in görüşüdür. Bazıları da "işfâk", korkunun neticesi, semeresi manasına almışlardır ki bu netice de, taatı sürdürmek, ona devam etmek demektir. Buna göre mana, "Onlar, Rablerinden korkmalarından ötürü, O'na taata devam eden ve O'nun rızasını ciddiyetle elde etmeye çalışanlardır" şeklinde olur. Sözün özü şudur: "Haşyet"te, "işfâk" derecesine, yani haşyetin zirvesine varan kimse, dünyada Allah'ın gazabından, âhirette azabından çok korkar ve böylece günahlardan alabildiğince sakınır. Ayetlere İman İkinci Sıfat: Bu, ayetteki, "Rablerinin ayetlerine imân etmede sebat gösterenler" ifadesi ile anlatılmıştır. Bil ki Allah'ın ayetleri varlığı'na delâlet eden mahlûkatıdır. O ayetlere iman ise, onları tasdik etmek demektir. Onları tasdik etmek, eğer onlar var oldukları için ise, bu zaten iki kere iki dört edercesine malum ve açıktır, dolayısıyla böyle bir tasdikte bulunan kimse övgüye lâyık olmaz. Yok eğer, bunlar bir yaratıcının varlığının ayet ve delilleri ise, bu hususlar, kendilerine ancak üzerinde düşünmeyle ulaşılabilen şeylerden olur. İşte bunu yapan, böyle düşünen kimsenin, mutlaka bir yaratıcısının varlığını ve sıfatlarını, anlayıp, tanıması gerekir. Kalbte böyle bir bilgi tahakkuk edince, dil ile ikrar (bunu söyleme) zaten olur ki işte iman budur. Şirkin Her Çeşidinden Uzaklık Üçüncü Sıfat: Bu, "Rablerine şirk koşmayanlar" ifadesi ile anlatılan husustur. Bu ifade ile, Allah'ın birliğini tasdik edip, O'nun ortaklan olmadığını söyleme manası kastedilmemiştir. Çünkü bu mana, "Rablerinin ayetlerine iman etmede sebat gösterenler" ifadesinde mevcuttur. Aksine bununla şirk-i hafiye (gizli şirke) düşmeme kastedilmiştir. Bu da, insanın, ibadetlerinde ihlaslı olması, onların sırf Allah'ın rızası ve Zât-ı Bârîsi için yapması (riyaya düşmemesidir.) Allah en iyi bilendir. Taatin Kabul Endişesini Taşımak Dördüncü Sıfat: Bu, "Rablerinin huzuruna dönecekleri için yürekleri korkarak vereceklerini verenler" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu, "vermeleri gereken şeyi veren, infâk edenler" demektir. Binâenaleyh bu ifâdeye, ister zekât ve keffâret gibi, Allah'ın hakkı olan (farzlardan) olsun, isterse emanet, borç, çeşitli hak ve vazifeler gibi, insanların hakkı olan şeylerden olsun, verilmesi gerekli olan her hak girer. Cenâb-ı Hak böylece bunun ancak, onlar bunu yürekleri korkarak yaptıkları zaman fayda vereceğini beyan buyurmuştur. Çünkü noksan yapmak veya başka sebeblerden ötürü tam yerine getirememe endişesiyle ibadet eden kimse, işte bu korkusundan ötürü, o iba'deti hakkıyla yapabilmek için son derece gayret sarfeder. Hazret-i Aişe (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: "Rablerinin huzuruna dönecekleri için yürekleri korkarak vereceklerini verenler" ayetinin anlattığı kimseler, zina edip, içki içip, hırsızlık yapıp, bu işlerinden ötürü Allah'dan korkan kimseler midir?" diye sorunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Hayır, ey Sıddıkın (Ebu Bekir'in) kızı... Bunlar, namaz kılan, oruç tutan, tasadduk eden ve bu işlerinin yanısıra hep Allah korkusunu, kalblerinde taşıyan kimselerdir" diye cevap vermiştir. Bil ki bu sıfatların sıralaması, son derece güzeldir. Çünkü birinci sıfat, uygun olmayan şeylerden sakınmayı gerektiren şiddetli bir korkunun varlığına; ikinci sıfat taatlarda riyayı terke; üçüncü sıfat da, bu üç sıfatı birlikte bulunduran kimsenin taatlarını, kusurlu yapma endişesi içinde yaptığına delâlet eder. Bu ise, sıddîkların en ileri makamıdır. Cenâb-ı Hak o noktaya ulaşmayı bizlere nasib etsin. (Amin). İmdi eğer, "sizler, Hak teâlâ'nın "yürekleri korkarak" ifadesinin, "verenler"e mi, yoksa, daha önce sayılan bütün sıfatlara mı râcî olduğunu söylüyorsunuz?" denilirse, biz deriz ki: "Evlâ olan, bu ifâdenin, her dört sıfat ile de ilgili olmasıdır. Çünkü verme işi, diğer amellerden daha üstün değildir. Çünkü maksad, bütün bunların, kusurlu yapma endişesiyle duyulan bir korku içinde yapılmalarıdır. Binâenaleyh bu vasıfları taşıyan kimse, bu vazifeleri hakkıyla yerine getirmiş olur. Fakat, bu son ifadenin "yapacaklarını yapan" şeklinde okunması halinde, söylenecek söz açıktır. Çünkü bununla şu mana murad edilmiş olur: Onlar, günahlardan sakınma iman ve amele yönelme gibi, yaptıkları ve işledikleri herşeyi, acaba, kusurlu mu yapıyoruz endişesiyle yaparlar." Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu korkunun sebebinin ne olduğunu beyân etmiştir. Bu da onların, mükafaat görme, sorguya (hesaba) çekilme, defterlerin açılması, amellerin araştırılması, âhirette pişmanlığın fayda vermemesi ve oradaki hükmün Mâlikü'l-Mülk Allah tarafından olması gibi hususlardan ötürü, Rablerine döneceklerini bilmeleridir. Hayırlara Koşma ve Yarışma Cenâb-ı Hak, ihlaslı mü'minlerin bu sıfatlarını zikrettikten sonra, "işte bunlar hayırlarda yarışırlar" buyurmuştur. Bu hususta şu iki izah yapılmıştır: a) Bununla, onların taatlara alabildiğine arzu duydukları ve saygı (ihtiram) için değil de, vaktinden sapmasın, elden kaçmasın diye, o taatlara koşmaları, onları yapmada acele etmeleri kastedilmiştir. b) Onlar, dünyada iken, çeşitli fayda ve ikramların hemen verilmesini isterler. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Nihayet Allah onlara hem dünya nimetini, hem âhiretin güzel mükâfaatını verdi. Allah iyi hareket edenleri sever" (Al-i Imran, 143) ve "Biz ona dünyada bir güzellik vermişdik. Şüphesiz ki o, âhirette de mutlaka sâlihlerdendir" (Nahl, 122) buyurmuştur. Çünkü onlara, bunlar çabucak verilince, onlar da bunları elde etmek için çabuk hareket etmiş ve bunların hemen olmasını istemişlerdir." Bu izah, bir önceki ayete daha uygun olduğu için, son derece güzeldir. Çünkü bunda, kâfirler de bulunmadığı belirtilen sıfatların, mü'minlerde olması söz konusudur. Buradaki fiil şeklinde de okunmuştur. Hak teâlâ'nın (......) "ifadesi, ya Onlar, bu yarışmayı o hayırlar için yaparlar" yahut "Onlar insanlarla hayır hususunda yarışırlar" yahut da, "Onlar, bu hayırlar için yarışırlar" demektir. Yani onlar bu hayırlara, âhiretten önce koşup yetişirler. Çünkü bunlar onlara, dünyada, peşin olarak verilmiştir. Bu ifadenin, haberden sonra gelen ikinci haber olması da mümkündür. Buna göre tıpkı "Sen onun içinsin, o da senin için" denilmesi gibi, "Onlar hayırlar içindir" Yani birbirlerine uygunlar" manasınadır. Daha sonra "Onlar,- önde gidenlerdir" manasında denilmiştir. Takat Dışı Mükellefiyet Yok 62Âyetin tefsiri için bak:65 63Âyetin tefsiri için bak:65 64Âyetin tefsiri için bak:65 65"Biz hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasın' teklif etmeyiz. Cezaimizde hakkı söyleyen bir kitab vardır. Onlar asla haksızlığa uğratılmazlar. Hayır, onların kalbleri bundan, câhildir. Hem onların bundan başka bizzat işlemekte oldukları daha nice amelleri vardır. Nihayet refah içinde olanları, azab ile yakaladığımız vakit, hemen feryad edip, yardım isteyeceklerdir. Bugün boşuna sızlanıp yardım istemeyin. Çünkü siz, Bizden yana, yardım olunmayacaksınız". Vus' Kelimesinin izahı Bil ki Allahü teâlâ, ihlaslı mü'minlerin ibadet durumlarını zikredince, kulların emelleriyle ilgili şu iki hükmü zikretmiştir: 1) O, "Biz, hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını teklif etmeyiz" buyurmuştur." "Vus"un, ne demek olduğu hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür: a) Mufaddal, bunun "takat" manasına olduğunu söylerken, b) "tâkat"ın bir alt derecesi manasına olduğu da söylenmiştir. Bu ikinci görüş, Mutezile, Mukâtil, Dahhâk ve Kelbi'nin görüşüdür. Bunlar, bunun bu manada olduğuna şöyle delil getirirler: "Buna "vus" denmesi, insanın fiili bunu vus' ettiği, içine aldığı ve zorlanmadığı ve gücü ona dar gelmediğinden dolayıdır" Böylece Cenâb-ı Hak, o ihlaslı kimselerin, yapabildiklerinden çoğu ile mükellef tutulmadığını beyân buyurmuştur. Nitekim Mukâtil şöyle der: "Ayakta namaz kılamayan, oturarak; oturarak namaz kılamayan da imâ ile namaz kılsın. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Biz, hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını teklif etmeyiz" buyurmuştur." Mu'tezile bu ayete dayanarak, "teklif-i mâla yutâk"ın olamayacağını söylemiştir. Bu husustaki sözümüz daha önce geçmişti. 2) Hak teâlâ, "Nezdimizde hakkı söyleyen bir kitab var. Onlar asla haksızlığa uğratılmazlar" buyurmuştur. Bunun bir benzeri de, "Bu, sizin hakkınızda ancak hakkı söyleyen kitabımızda" (Casiye, 29) ve "(Bu kitab) küçük-büyük hiçbirşey bırakmamış, hepsini (tek tek) yazmış" (Kehf, 49) ayetleridir. Bil ki Hak teâlâ "kitabı", sanki açıklama yapan, konuşan bir kimseye benzetmiştir. Halbuki kitab konuşmaz. Fakat, hakkı söylediği zaman, konuşan ve içindekini dışa döken kimse gibi, kitab da adetâ içindekileri ortaya vurur. Buna göre eğer, "Bu kitabın kendilerine arz edildiği o kimseler, Allah'ın yatan söylemesinin imkansız olduğuna, yahut da yalan söyleyebileceğine inanırlar. Binâenaleyh eğer onlar Cenâb-ı Hakk'ın yalan söylemesinin imkânsız olduğuna inanıyorlarsa, böyle bir kitab olsa da olmasa da o'nun söylediği her şeyi doğru kabul ederler. Yok eğer onlar Cenâb-ı Hakk'ın yalan söyleyebileceğini düşünüyorlarsa, Allah o kitaba, yapılanın aksini yazabileceği için, o kitaba güvenmez. Dolayısıyla her iki duruma göre de, bu kitabın ne faydası var?" denilirse, biz deriz ki: Allah dilediğini yapar. Ama bununla beraber, meleklerden görevli olanlar için, bunda bir faydanın bulunduğu göz ardı edilemez. Ahirette Haksızlık Edilmez Hak teâlâ'nın "Onlar asla haksızlığa uğratılmazlar" ifâdesinin bir benzeri de, "Onlar (bütün) istediklerini hazır bulurlar. Rabbin hiçbir (kimseye) haksızlık etmez" (Kehf, 49) ayetidir. Mu'tezile şöyle der: "Zulüm (haksızlık), ya cezanın artırılması (fazla verilmesi), ya mükâfaatın noksan verilmesi, yahut rastgele azab edilme, yahut da insanlara, güçlerinin yetmeyeceği mükellefiyetleri yüklemek suretiyle olur. Böylece bu ayet, hem kulun, kendi fiillerinin yaratıcısı olduğuna, aksi halde ona azabetmenin bir zulüm olacağına, hem de Allahü teâlâ'nın, insanları güç yetirilemeyecek şeylerle mükellef tutmadığına delâlet etmektedir." Mu'tezile'ye şöyle cevab verilir: "Allahü teâlâ, (mesela) Ebû Leheb'i imanla mükellef tutup, iman da Cenâb-ı Hakk'ın haber verdiği her konuya inanmayı gerektirince ve Ebû Leheb'in iman etmeyeceği de O'nun haber verdiği şeylerden olunca, Ebû Leheb'i imanla mükellef tutmak, kendisini imân etmeyeceğine imân etmekle mükellef tutmak olur. Böylece, sizin ileri sürdüğünüz delil, aleyhinize döner." Kafirin Kalbinin Cahilliği Hak teâlâ'nın, "Hayır, onların kalbleri bundan câhildir" ifadesi ile ilgili olarak da şu iki görüş ileri sürülmüştür: 1) Bu, kâfirlerle ilgilidir. Çünkü, bu mü'minlere değil onlara uygun düşer. Zira, "Bundan câhildir" ifadesi ile, "Onlar, Kur'an'da beyân ettiğimiz şeyden câhildirler" yahut "Hakkı söyleyen o kitabtan câhildirler" veyahut da, "müşfiklerin vasfı olan şeyden câhildirler, habersizdirler" manası kastedilmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın "Hem onların, yani kâfirlerin bundan başka daha nice amelleri vardır" ifadesi, "Onların bu cahilliklerinden ve küfürlerinden başka, daha nice kötü işleri vardır" demektir. İşte bu noktada bazıları, "Allahü teâlâ, bununla onların o andaki amellerini kastetmiştir" derken, bazıları da, "Hayır, O bununla, onların gelecekteki amellerini kastetmiştir" demişlerdir. Bu ikincisi, doğruya daha yakındır. Çünkü, bunun peşinden geten, "Onlar, onu işlerler" cümlesi gelecek zamanı ifâde etmeye daha yakındır. Cenâb-ı Hak böyle buyurmuştur. Çünkü bu husus, Allah'ın ilminde, hükmünde ve Levh-i Mahfuz'da, bu şekilde belirlenmiştir. Binâenaleyh onların şaki olacakları hususunda, Allah'ın ezeli ilmi bulunduğu için, yüzünden cehenneme girecekleri amellerde bulunmaları gerekir. b) Ebû Müslim'in tercihine göre, bu ayetler mü'minlerin vasfı olarak belirtilen "müşfiklerin"sıfatlarıyla ilgilidir. Buna göre Allahü teâlâ, onların sıfatlarını saydıktan sonra, "Biz hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını teklif etmeyiz" buyurmuştur. Gücün yettiği en son şey ise, o "müşfiklerin" yaptıkları şeylerdir. Buna göre ayet nezdimizde, onların amellerini muhafaza eden, hakkı söyleyen bir kitab vardır. Onlar asla haksızlığa uğratılmazlar. Aksine onların yaptıkları her amellerinin mükafaatı eksiksiz verilir" manasındadır. Hak teâlâ'nın ayetteki, "Onların kalbleri bundan câhildir" ifâdesi de, yine o müşfikleri (mü'minleri) şaşkın olarak nitelendirmektedir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Onlar, bu korku ve endişeden ötürü, amellerinin makbul mu, merdud mu olduğu hususunda, şaşkın vaziyettedirler. Halbuki onların bundan başka, geçmişte yaptıkları ve yapacakları, nafile ve çeşitli hayırlardan daha nice amelleri vardır" buyurmaktadır. Daha sonra Allahü teâlâ, sözü yine, "Nihayet refah içinde olanları azab ile yakaladığımız vakit" buyurarak, kâfirleri anlatmaya döndürmüştür." Bil ki Ebû Müslim'in bu görüşü daha evlâdır. Çünkü sözü bilhassa, müşfiklerle (daha önce bahsedilmiş olan o mü'minlerle) ilgili bir manaya almak mümkün olduğunda, daha sonra gelen bir konuyla ilgili kılmaktan daha evlâdır. Kişi bazan. tıpkı amellerinin korunup kaydedildiği belirtilerek serden sakındırıldığı gibi, aynı üslubia bazan hayra da teşvik edilirler. Fikri-zikri hep âhiretle meşgul olduğu zaman, bazan insan "kalbi câhil kimse" diye de nitelenebilir ki bununla, onun kalbine, amellerinin makbul olup, olmadığı; yahut ibadetleri gerektiği gibi yapıp yapamadığı endişesinin hükümran oluşu kastedilir. Buna göre eğer, "O halde, ayetteki "bundan" ifadesiyle ne kastedilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: "Bu, mü'minlerin haşyet ve işfâklarına (endişelerine) ve bu iki hususun onların kalblerini tamamen sarmasına bir işarettir." Hak teâlâ'nın, "Nihayet refah içinde olanları azab ihe yakaladığımız vakit" ifadesi hakkında, Keşşaf Sahibi şöyle der: "Buradaki hattâ kendisinden sonra bir cümlenin başladığı, "hatta" dır. Bundan sonra gelen cümle ise, ayetteki şart cümlesidir. Bil ki buradaki hum (onlara) zamirinin, daha önce bahsedilmiş olan, kâfirlerle ilgili olduğunda şüphe yoktur. Çünkü azab, ancak onlara yakışır. Ayetteki "azab" hususunda da şu iki izah yapılmıştır: a) Bununla, Bedir günü o kâfirlerin başına gelen (hezimet) kastedilmiştir. b) Bununla, âhiret azabt kastedilmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, o kâfirlerden nimete garkolanların, başlarına bir azab geldiğinde, bunun şiddetinden ötürü nasıl bağırıp çağırdıklarını, feryad-u figan ettiklerini, yardım istediklerini beyan buyurmuştur. Onların başlarını yere eğdirmek için, işte o zaman, "Bugün boşuna sızlanıp yardım istemeyin. Çünkü siz, Bizden yana yardım olunmayacaksınız." Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın başınıza gelmesini murad ettiği şeyleri sizden geri çevirecek hiçbir güç-kuvvet yoktur" denilir. Allahü teâlâ bu beyanı ile, onların kıyamet günü böylesi bir pişmanlık ve hasrete düşeceklerine işaret etmek istemiştir. Bu onları bu dünyada inkârlarını bırakmaya ve imân ile taata yönelmeye bir teşvik gibidir. Çünkü onlar, şu anda bu teşvikten istifâde edebilirler. Bu Tebliği Nasıl Olur da Anlamıyorlar 66Âyetin tefsiri için bak:72 67Âyetin tefsiri için bak:72 68Âyetin tefsiri için bak:72 69Âyetin tefsiri için bak:72 70Âyetin tefsiri için bak:72 71Âyetin tefsiri için bak:72 72"Karşınızda ayetlerimiz okunuyordu da, siz bunu kibrinize yediremeyerek gerisin geri dönüyor, geceleyin de hezeyanlarda bulunuyordunuz. Bu hak sözü iyice düşünmediler mi hiç? Yoksa kendilerine, evvelki babalarına gelmemiş olan birşey mi geldi? Yahut kendi peygamberlerini kabul etmediler de onlar, şimdi onu inkar mı edecekler? Yoksa onda bir delilik var mı diyorlar? Bilakis o, onlara hakkı getirmiştir. Fakat onların çoğu hakkı çirkin görenlerdir. Eğer hak onların hevâ-ü heveslerine tâbi (ona göre) olsaydı, gökler ve her ikisinde bulunan kimseler muhakkak ki fesada uğrardı. Hayır, Biz onlara "zikirlerini getirdik. Onlarsa, "zikir" terinden yüz çeviriyorlar. Yoksa sen onlardan harç mı istiyorsun. İşte Rabbinin harcı, o daha hayırlıdır. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır". Kur'ân'a Karşı Tavırları Bil ki Allahü teâlâ, biraz önce o kâfirlere yardım etmeyeceğini beyan edince, bunun peşinden sebebini de getirmiştir. Bu sebeb şudur: Onlar, ne zaman Allah'ın ayetleri okunsa, şu üç şeyi yaparlar: a) Onlar gerisin geri dönüp giderler. Bu Hak'dan tamamen kaçıp uzaklaşanlar için bir darb-ı mesel (teşbih)tir. Bu,ayetteki, "Gerisin geri dönüyorsunuz" ifadesi ile anlatılmıştır. Yani "sizler, o ayetlerden ve okunan şeylerden, tıpkı ökçesi üzeri dönüp, gerisin geri giden kimse gibi, kaçıyorsunuz" demektir. b) Ayetteki, "Bunu kibrinize yediremiyerek" ifadesi ile anlatılan husustur. "Bunu" zamirinin neye râci olduğu hususunda şu izahlar yapılmıştır. 1) Bu, Beyt-i Atik'a veya Harem'e racidir. Onlar, "Bize hiçkimse galip gelemez, çünkü biz, Harem sakinlerindeniz" diyorlardı. Bu zamiri, onlara raci kılmayı sağlayan şey, onların Beyt-i Atıkla öğünmekle meşhur olmalarıdır. Onlar için bir övünç kaynağı olmasa bile, ancak onlar oranın idarecileri ve görevlileriydiler. 2) Bu ifâdeyle, "Bu gidip gelişle kibirlenerek" manası kastedilmiştir. 3) (......) deki bâ harf-i cerrinin, ifadesine taalluk etmesidir. Buna göre mana, "onlar, geceleyin, Kur'ân'ı dillerine dolayarak sohbet ediyorlardı" şeklinde olur. Bu üçüncü durum, Kur'ân kendilerine okunduğu zaman yaptıkları şeydir. Onlar, geceleyin Ka'be'nin etrafında toplanıyor, sohbet ediyorlardı. Onların genel olarak sohbetleri, Kur'ân'dan bahsetmek, onu sihir ve şiir diye adlandırmak ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e sövüp saymaktı. Onlar, Ka'be'nin etrafında bu tür hezeyanlarda bulunuyorlardı. (......) kelimesi, cemî manasına kullanılması hususunda, tıpkı (orada-bulunanlar) kelimesi gibidir. Bu ifade, (Summeran) şeklinde okunduğu gibi, (sâmiran yehcirûn) şeklinde de okunmuştur. Çirkin söz söylediği zaman bir kimse hakkında ifadesi kullanılır. Ha'nın fethasıyla "el-hecru", hezeyan ve saçmasapan söz, dammesiyle de "el-hucru", kötü söz demektir. Veyahut bu kelime, bir kimse hezeyanda bulunduğunda (Heccera) ifâdesinden alınmıştır. Onların İddialarının Çürütülmesi Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların hallerini vasfedince, onların bu tür şeylere yönelmelerinin mutlaka şu dört şeyden ötürü olduğunu beyan ederek reddiyede bulunmuştur: 1) Onların, Kur'ân'ın varlığının delili hususunda düşünmemeleri ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Yoksa Kur'ân'ı düşünmüyorlar mı?" (Muhammed. 24) ayetinden anlaşılan husustur. Böylece Cenâb-ı Hak, Kur'ân ismi verilen o sözün onlara malum olduğunu ve onların, Kur'ân'ın, fesahat bakımından Arabların kelâmından farklı olduğunu, tutarsızlıktan ve çelişkiden daima uzak olduğunu ve o Kur'ân'ın, Yaratıcıyı tanımayı ve bir bilmeyi gerektiren şeylere dikkat çekmesi açısından, bu hususta düşünme imkânları bulunduğunu; o halde batılı bırakıp hakka dönmeleri için, bu hususta düşünmemelerinin manasızlığını beyân buyurmuştur. 2) Peygamberlerin gelişinin, âdetin hilâfına bir iş olduğuna inanmaları. Ki bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Yoksa kendilerine, evvelki babalarına gelmemiş olan birşey mi geldi?" ayetinden anlaşılan husustur. Bu böyledir, zira onlar, ümmetlere peygamberlerin ardarda geldiğini, onlara mucizeler gösterdiklerini ve ümmetlerin bir kısmının yalanlayıp kökünü kazma azabıyla helak olduklarını biliyorlardı. Binâenaleyh bu durum onları, tasdikte bulunmaya çağırmaz, mı? 3) Onların, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) nübüvvet iddiasında bulunmadan önce, onun dürüstlüğünü ve güzel özelliklerini bilmiyor olmalarıdır. Bu, "Yahut kendi peygamberlerini kabul etmediler de onlar, şimdi onu inkar mı edecekler?" ayetinin ifâde ettiği husustur. Cenâb-ı Hak bu ifadeyle onların, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) risâlet iddiasında bulunmadan önce, onun son derece emin ve sadık olduğuna, yalan ve kötü huylardan iyice uzak olduğuna; onu "emin" diye adlandırmada ittifak ettikten sonra, nasıl da yine onların onu yalanladıklarına dikkat çekmiştir. Cinnet İsnad Etmeleri 4) Onların, onun deli (mecnûn) olduğuna inanıp, "Onu, peygamberlik iddiasında bulunmaya sevkeden şeyi onun deliliğidir" demeleridir ki, bu da Cenâb-ı Hakk'ın "Yoksa onda bir delilik var mı, diyorlar?" ayetinden kastedilen husustur ki, bunun da fasit olduğu ortadadır. Çünkü onlar, onun, insanların en akıllısı olduğunu, deli olanın bu denli kesin deliller ve mükemmel hükümler getiremiyeceğini, ona buğzedenlerin onu bu şekilde adlandırdıklarını, en kesin bir biçimde biliyorlardı. Bu hususta da şu iki izah yapılmıştır: a) Onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bu deliliği, o onların kendisine uymasını umduğu için nisbet etmişlerdi. Halbuki bu, onlara göre imkânsız bir şeydi. Bu nedenle de ona, delilik isnadında bulunmuşlardı. b) Onlar, bunu, halk tabakası Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e uymasın diye, onlara böyle bir hüküm vermek için, nisbet etmişlerdi. İşte bundan dolayı, onlar bu sözü, onu küçük düşürmek için isnat etmişlerdi. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bütün bu hususları sayıp döküp, yanlış oluşlarına da dikkat çekince "Bilakis o, onlara hakkı getirmiştir. Fakat onların çoğu hakkı çirkin görenlerdir" buyurmuştur. Bu, "onlar, taklide sarılıp, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini ikrar etmeleri halinde makamlarının elden gideceğini, riyasetlerinin haleldar olacağını bildikleri için, hakkı istememiş çirkin görmüşlerdir" demektir. Hak Kâfirlerin Hevasına Tabi Olmaz Buna göre şayet, "Cenâb-ı Hakk'ın, "Fakat onların çoğu" ifadesinde, onların azının, hakkı kerih görmedikleri manası mevcuttur" denilirse, biz deriz ki: Onların içinde kavminin alay etmesi endişesiyle yüz çevirerek imanı terkeden kimseler bulunmuyordu. Ve yine onlar, "Biz buna, hakkı kerih gördüğümüz için değil, bu, atalarımızın dinini terketmek olduğu için karşı çıkıyoruz" diyorlardı. Nitekim, Ebû Talib hakkında nakledildiği gibi. Daha sonra Cenâb-ı Hak, hakk'ın, nevaya tâbi olamıyacağına tam aksine,mükellefe düşenin, nevasını bırakıp hakka tâbi olması gerektiğini beyan buyurmuştur. Böylece o, hevâ'ya ittibâ etmenin, büyük bir fesada iletip götüreceğini beyan buyurarak "Eğer hak onların hevâ ü heveslerine tâbi (ona göre) olsaydı gökler yer ve her ikisinde bulunan kimseler muhakkak ki fesada uğrardı" demiştir. Bunun ne demek olduğu hususunda da şu izahlar yapılmıştır: a) O topluluk, hakkın, Allah'ın yanısıra birtakım başka ilahlar da edinmekte olduğunu sanıyorlardı. Ancak ne var ki, bu doğru olmuş olsaydı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Şayet kainatta Allah'dan başka ilahlar olsaydı, onlar fesada uğrardı" (Enbiyâ, 22) ayetini tefsir ederken, "temân'u" delilinde açıkladığımız gibi, yer ile gökte fesâd meydana gelirdi. b) Onların heva ü hevesleri, putlara tapmada ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i yalanlama hususundadır. Halbuki, bu iki husus da fesat kaynağıdır. Ayette bahsedilen "hak" İslâmdır. Binâenaleyh, ayetin manası, "şayet İslâm, onların sözlerine uymuş olsaydı, Allah, bu âlem kaldığı müddetçe, orada bir takım fesatların meydana geleceğini bilir. Ki bu, âlemin bozulmasını ve yok edilmesini gerektirir" şeklinde olur. c) Onların fikirleri, çelişiktir. Binâenaleyh hak, onların nevalarına uymuş olsaydı, tenakuz olurdu ve âlemin nizamı bozulurdu. Bu görüş, Kaffâl'indir. "Biz onlara "zikirlerini getirdik" ayetinde geçen "zikr" ile, Kur'ân ve delilleri kastedildiği ileri sürüldüğü gibi, bununla, "Hayır, onların şeref ve övünçleri, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sayesinde, ondan ötürüdür" manasının kastedildiği de söylenmiştir. Bu iki görüş, birbirine yakındır. Çünkü peygamberin gelmesinde, delillerin beyânı, delillerin gelişinde de, peygamberin beyânı vardır. Binâenaleyh, bunlar birbirleriyle ic-içedirler. Ayette bahsedilen "zikr" ile, va'z u nasihatta bulunup sakındırma manasının kastedildiği de ileri sürülmüştür. Yine bunun, onların temenni edip de, "Eğer nezdimizde evvelkilerden bir kitab olsaydı, elbet biz de Allah'ın ihlâsa erdirilmiş kullarından olurduk" (Saffat, 168-169) dedikleri şey olduğu da ileri sürülmüştür. Bu ifade, şeklinde de okunmuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın herhangi bir nefrete sebep olmaması için, onlardan herhangi bir şey ummadığını, beyân ederek, "Yoksa sen onlardan harç mı istiyorsun? İşte Rabinin harcı, o daha hayırlıdır. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır" buyurmuştur. Ayetteki (......) kelimesi şeklinde de okunmuştur: Ebû Amr İbn el-Alâ şöyle der: "harcı, senin tasadduk edip verdiğin: haraç ise, vermen gerekli olan şeydir." Bunun sebebi, harcın manasının, harâc'mkinden daha hususi olmasıdır. Bu senin, "Lafzın çokluğu, mananın çokluğuna delâlet eder" prensibinden hareketle "Topraktan alınan vergi" ve şahıstan alınan vergi" demen gibidir. İşte bundan ötürü, (......) şeklinde okuyanların kıraati güzel olmuştur. Buna göre mana, "Yoksa sen, onların hidayetlerine karşılık, halkın sana az bir bağış vermesini mi istiyorsun? Halbuki, Halık'ın çok olan bağış ve hibesi, daha hayırlıdır. Böylece Cenâb-ı Hak bu ifadeyle, bu töhmetin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında çok yakışıksız olduğuna, binâenaleyh, işte bundan dolayı onların. Onun sözünü kabul etmekten kaçınmalarının caiz olmayacağına dikkat çekmiştir. Böylece de Cenâb-ı Hak, bütün bu ayetleriyle onların asla mazur sayılmayacaklarına ve, her bakımdan önlerine (delillerden) set çekilmiş olduğuna dikkat çekmiştir. Cübbaî şöyle der: "Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesi, kullardan hiçkimsenin, O'nun gibi nimet ve rızık vermeye muktedir olamayacağına ve kullara lütfetme hususunda O'nunla boy ölçüşemiyeceğine delâlet ettiği gibi, yine bu ayet, onların birbirlerini rızıklandıracaklarına da delâlet eder. Aksi halde Cenâb-ı Hakk'ın, demesi caiz olmazdı" Münkirlerin Azgınlığı 73Âyetin tefsiri için bak:75 75"'Hakikatte sen onları, doğru bir yola davet ediyorsun. Ahirete iman etmeyenler, mutlaka yoldan sapanlardır. Eğer biz onlara acıyıp da kendilerindeki zararı giderecek olursak, yine serseri bir biçimde, azgınlıklarında muhakkak devam ve isnâd edeceklerdir" Bil ki, Cenâb-ı Hak, o kavmin metodunun çarpık, bozuk olduğunu beyân edince. bunun peşinden Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in getirdiği şeylerin doğru olduğunu açıklayan ifadeye yer vererek "Hakikaten sen onları, doğru bir yola davet ediyorsun" buyurmuştur. Çünkü, doğruluğuna delilin delâlet ettiği şey, doğruluk babında, dosdoğru bir caddeden daha beliğ ve etkilidir. ifadesine gelince bu, "Ahirete inanmayanlar, bu yoldan yüz çevirirler" demektir. Çünkü doğruluk yolu tektir. Ona muhalif olanlar ise pek çoktur. Cenâb-ı Hakk'ın "Eğer biz onlara acıyıp da kendilerindeki zararı giderecek olursak" ifadesine gelince, bu hususta şu izahlar yapılmıştır: a) Bununla, açlık ve diğer dünyevi zararlar kastedilmiştir. b) Bununla, öldürülme ve esir edilme zararları kastedilmiştir. c) Bu, ahiret sıkıntısı ve azabıdır. Böylece Cenâb-ı Hak, onların, inat ve İsrarda, artık dünya yurduna dönüşü olmayan bir noktaya vardıklarına ve, içinde bulundukları küfürlerinde alabildiğince israr ettikleri için, "Geri gönderilseler bile, yine vaz geçirilmek istendikleri şeylere döneceklerdir" (Enam, 28) ayetinde de ifâde edildiği gibi, ayni şeyi yine yapacaklarını beyân buyurmuştur. cümlesi ise bu, "Onlar şaşkın şaşkın, bu sapıklıklarını devam ettirirler" manasındadır. Ders Alınacak İlahi İcraat 76Âyetin tefsiri için bak:80 77Âyetin tefsiri için bak:80 78Âyetin tefsiri için bak:80 79Âyetin tefsiri için bak:80 80"Celalim hakkı için biz onları, evvelce (açlık) azabıyla yakaladık da, yine Rabblerine baş eğmediler. Onlar, yalvarıp yakarmazlar. Nihayet üzerlerine, azabı çetin bir kapı açtığımız vakit, onlar bunun içinde ümitsizlikle donup kalmışlardır. O, sizin için, o kulakları, o gözleri ve o gönülleri yaratandır. Ne az şükredersiniz. O, sizi, yeryüzünde yaratıp türetendir. Hepiniz ancak O'na dönüp toplanacaksınız. O, hem dirilten, hem öldürendir. Gece ile gündüzün birbirini takip etmesi de O'nun eseridir. Hala, aklınızı kullanamayacak mısınız?". Nüzul Sebebi Alimler ayetteki "Celalim hakkı için bizonları, azabla yakaladık" ifâdesi hakkında, şu şekiller de ihtilâf etmişlerdir: a) Sümâme İbn Esâl el-Hanefî, müslüman olup Yemame'ye katılınca, Mekkelilerden yiyeceği kesti. Böylece, Allahü teâlâ da onlara, birkaç yıl kıtlık verdi. Öyle ki, derileri, İaşeleri yediler. Derken Ebû Süfyân, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelerek: "Sen, alemlere rahmet olarak geldiğini iddia etmedin mi? Sonra da, atalarımı kılıçla, çoluk çocuğumu da açlıkla öldürdün. Allaha duâ et de, bu kıtlığı bizden kaldırsın" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) duâ etti, Allah da onlardan bunu kaldırdı. İşte bunun akabinde de bu ayeti indirdi. Buna göre mana, "Biz onları açlıkla da muaheze ettik. Ama onlar itaat etmediler." Başka İzahlar b) Bu, Bedir Günü, onların başına gelen, öldürülme ve esir edilme hadisesidir. Yani, "Bu, bunca şiddetine rağmen, onları imana sevkedmedi" demektir. Bu, el-Esamm'ın görüşüdür. c) Bununla, geçmiş ümmetlerden azaba duçar olanlar kastedilmiştir. (......) ifâdesindeki fail vâvının mercii ise müşrik Arablar olup, "onlar, Rablerine boyun eğmediler" manasındadır. Bu görüş de, Hasan el-Basrî'dendir. d) "Dünyadaki sıkıntı, mükellefe, ahiret sıkıntısından daha yakındır. Binâenaleyh, onlara dünyevi sıkıntılar tesir etmediğine göre, ahiret sıkıntısı da böyledir" demek olup bu da, onların, "geri gönderilseler bile, yine vaz geçirilmek istendikleri şeylere dönecekleri" (En'am, 28)'ne delâlet eder. Ayetteki "Nihayet üzerlerine, azabı çetin bir kapı açtığımız vakit" cümlesi hakkında şu iki izah yapılmıştır: 1) Bu, "Biz onlara, ölümden ve esir edilmekten daha şiddetli olan açlık kapısını açtığımızda" demektir. 2) Bu, "onlara cehennem ateşiyle azâb edildiğinde, işte o zaman ümitsizlikten dona kalırlar" demektir. Bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Kıyamet kopacağı gön günahkârlar, ümitsizlikten susacak" (Rûm, 12) ve "Onlardan hafifletilmeyecek. Onlar bunun içinde ümitsiz susacaklardır" (Zuhrûf, 75) ayetleri gibidir. "İblâs", her türlü hayırdan ümid kesmek demektir. Bunun, hasret içinde kalakalma olduğu da söylenmiştir. Burada şöyle bir kaç soru sorulabilir. Bazı Sorulara Cevaplar Birinci Soru: "İsteka ne" fiili hangi babtandır? Cevap: Bu kelime, "sükûn" kökünden ve istifâl babından fiil-i mâzî olup, bir oluştan başka bir oluşa, geçti" demektir. Bu tıpkı, bir halden bir hale geçme manasına kullanılan, fiili gibidir. Bu kelimenin, yine "sükûn" kökünden, ifti'âl babından fiil-i mazi olması da mümkündür. Ne var ki ayne'l-fiilinin fethası işba' yapılmıştır. İkinci Soru: Cenâb-ı Hak niçin bu fiili, mazi, fiilini muzârî olarak getirmiştir? Cevab: Çünkü mana, "Biz onları imtihan ettik ama, onlarda bu imtihan neticesinde bir istikânet, bir itaat göremedik. Bunların âdeti, kendilerine şiddetli azabın kapıları açılmadıkça yalvarıp yakarmamaktır" Şeklindedir. Ayetteki "fetehnâ" kelimesi, şeklinde de okunmuştur. Üçüncü Soru: Atıf, ayın cinsler arasında yapıldığı zaman güzel olur. Binâenaleyh ayetteki, "O, sizin için, o kulakları, o gözleri ve o gönülleri yaratandır" ifadesi ile. bundan önceki ifadeler arasında hangi münasebet vardır? Cevab: Hak teâlâ, sanki o kâfirlerin, delilleri dinlemekten, ibret almaktan ve hakikatleri düşünmekten alabildiğine yüz çevirdiklerini beyân buyurunca, uzuvlarını, yaratılış sebebi olan yerlerde kullanmayanların, adetâ onları yok saymış olduklarına dikkat çekmek için, müminlere, " Bütün bunları size verip, bu işlere muvaffak kılan O'dur" buyurmuştur. Bu tıpkı, "Ne kulakları, ne gözleri, ne gönülleri onlara hiçbir şekilde fayda vermedi" (Ahkaf, 26) ayeti gibidir. Bu, o kâfirlerin mahrum oluşunun ve mü'minlerin elde edişinin sadece Allah'dan olduğuna dikkat çekmek içindir. Bil ki Allahü teâlâ, nimetlerinin büyüklüğünü şu şekillerde beyan buyurmuştur: a) Kulak, göz ve kalb verdiğini bildirerek Hak teâlâ, bu üç uzuvu özellikle zikretmiştir. Çünkü istidlal, bunlarla yapılır. Daha sonra da, bu nimetlere karşı şükredenlerin az olduğunu haber vermiştir. Ebû Müslim şöyle der: "Bununla, "Az da olsa onların içinde şükredenler vardır" manası kastedilmemiştir. Bu tıpkı, nimeti inkâr eden kâfir kimselere "Falancanın şükrü ne kadar da az!" denilmesi gibidir" b) Ayette, "O, sizi yeryüzünde yaratıp türetendir" ifadesi ile anlatılan nimet. Ayetteki (......) kelimesine, (sizi yaratan) manası verilmiştir. Ebû Müslim, bunun "O, sizi yeryüzünde, birbirinizin zürriyeti olarak türetmiştir. Böylece çoğaltmıştır" manasına gelebileceğini ve tıpkı, "Ey Nûh ile beraber (gemide) taşıdığımız zürriyetler" (isra, 3) ayeti gibi olduğunu söylemiştir. Buna göre şimdi biz ayetin manasının, "O, sizi yeryüzünde, birbirinizden ürer hale getiren ve kıyamet günü de sizi, kendisinden başka hiçbir hâkimin bulunmadığı bir meydanda (mahşerde) toplayandır" şeklinde olduğunu söyleyebiliriz. Böylece onların orada toplanmaları, Allah için bir mekan manasında olmaksızın, Allah'a varıp toplanmaları kabul edilmiştir. c) Ayetteki "O, hem dirilten, hem öldürendir" ifadesi ile anlatılan husus. Bu, "Hayat nimeti en büyük nimetlerden olsa da sona ericidir. Hak teâlâ bu nimeti verse bile, bundan esas maksad, âhiret yurduna geçiştir. d) Ayetteki, "Geceyle gündüzün birbirini takib etmesi de O'nun eseridir" ifadesi ile anlatılan nimet. Bunun nasıl bir nimet olduğu malumdur. Daha sonra Hak teâlâ, bütün bu hususlara ibret nazarıyla bakmamaktan sakındırarak, "Hala aklınızı kullanamayacak mısınız?" buyurmuştur. Çünkü bu ifade, zecr ve tehdide delâlet eder. Bu kelime, (......) şeklinde de okunmuştur. Önceki Münkirleri Taklid 81Âyetin tefsiri için bak:83 82Âyetin tefsiri için bak:83 83"Hayır, onlar evvelkilerin dediği gibi dediler. Onlar, "öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuz zaman mı, gerçekten biz mi diriltilip kaldırılacak mışız?" Yemin olsun ki bize de, atalarımıza da bu va'd yapılmıştır. Bu, evvelkilerin masal ve efsânelerinden başka birşey değildir" demişlerdir". Bil ki Allahü teâlâ, birliğinin delillerini ortaya koyunca, bunun peşinden âhiretten bahsedip, "Hayır, onlar evvelkilerin dediği gibi dediler" delillerin bunca açık olmasına rağmen olduktan sonra dirilmeyi inkâr ettiler" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, bu ayetiyle, onların bunu, evvelkileri taklid ederek, inkâr ettiklerine dikkat çekmiştir. Bu da, taklid ile, başkasına câhilce uyarak söz söylemenin yanlış olacağına delâlet eder. Cenâb-ı Allah sonra onların şu iki şüphelerini nakletmiştir: a) "Öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuz zaman mı, gerçekten biz mi diriltip kaldırılacak mışız?" şeklindeki sözleri. Bu, meşhur, açık, malum bir sözdür. b) "Yemin olsun ki bize de, atalarımıza da bu va'd yapılmıştır" şeklindeki sözleri. Bununla onlar sanki şöyle demektedirler: "Bu va'd (tehdid), bu İpeygamber tarafından yapıldığı gibi, önceki peygamberler tarafından da yapılmıştır. Aradan uzun zaman geçmesine rağmen, tehdid olunan iş gerçekleşmeyince, onlar yeniden dirilmenin dünya hayatında olduğunu sanarak, "Bu, evvelkilerin masal ve efsânelerinden başka " birşey değildir" demişlerdir. "Esatir", ya "satır"ın çoğulu olan "esrâr"in çoğuludur, buna göre mana, "Bu, evvelkilerin, aslı esâsı olmayan şeylere dâir yazıp çizdikleri şeylerdendir" şeklinde olur. Yahut da bu, "ustûre" (efsâne, masal, hurafe) kelimesinin çoğuludur. Daha uygun olan mana da budur. Tevhide Davette Münkirlerin Sıkıştırılması 84Âyetin tefsiri için bak:90 85Âyetin tefsiri için bak:90 86Âyetin tefsiri için bak:90 87Âyetin tefsiri için bak:90 88Âyetin tefsiri için bak:90 89Âyetin tefsiri için bak:90 90"De ki: "Kimindir, o yer ve onun içindekiler? Biliyor musunuz?" "Allah'ındır" diyecekler. "O halde iyiden iyiye düşünüp de ibret alamaz mısınız siz?" de. (Yine) de ki: "Kim o yedi göğün Rabbi ve o, büyük Ars'ın sahibi?" "Allah'ındır" diyecekler. Sen de de ki: "Öyledir de, niçin ittikâ etmezsiniz?" De ki: "Herşeyin mülkü elinde bulunan kimdir? Dâima o, himaye ediyor, kendisi asla himayeye muhtaç olmuyor?" (Haydi söyleyin) biliyorsanız?" "Allah'ındır" diyecekler. De ki: "O halde nasıl olup da böyle büyüleniyorsunuz?" Hayır. Biz onlara hakkı getirdik. Onlar ise yalancıdırlar". Bil ki bu ayetlerin maksadı, Öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlere bir reddiye olabileceği gibi, putperestlere bir reddiye de olabilir. Çünkü putperestler de Allah'ı kabul ediyorlar, ama "biz, bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye putlara tapıyoruz" diyorlardı. Allahü teâlâ sonra, onlara şu üç şeyle delil getirmiştir: 1) "De ki: Kimindir, o yer ve onun içindekiler" ifadesi ile anlatılan husus. Bununla, öldükten sonra dirilme konusunda yapılan istidlalin izahı şöyledir: Allahü teâlâ, yeryüzünün, oradaki canlıların, onların hayat ve kudretlerinin ve diğer şeylerin yaratıcısı olduğuna göre, bütün bunları yok ettikten sonra, hepsini yeniden yaratmaya da kadir olması gerekir." Bununla, putperestliğin yanlışlığını gösterme konusundaki istidlali de şöyle izah edebiliriz: Gerekli ibadet, sizi, yeryüzünü ve orada bulunan bütün nimetleri yaratana karşı yapılan ibadettir. Yoksa ne zararı, ne faydası olmayanlara tapmak değil." Ayetteki, "İyice düşünüpde ibret almaz mısınız siz?" ifadesi ise, inanç ve dinlerinin bâtıl olduğunu anlamaları için, onları düşünmeye teşviktir. 2) "Kim o yedi göğün Rabbi ve o büyük Arş'ın sahibi?" cümlesi ile anlatılan husus. Bu ifâde ile, yukarıda geçen iki konuya yapılan istidlal, tıpkı birinci ifâdedeki gibidir. Fakat Allahü teâlâ, bunun peşinden, Allah'ın azabından ittikâ etmenin, korkup çekinmenin, ancak putperestliği bırakmak ve ölümden sonra dirilişe inanmakla olabileceğine dikkat çekmek için, "Öyledir de, niçin ittikâ etmezsiniz?" buyurmuştur. 3) "De ki: Herşeyin mülkü elinde olan kimdir?" cümlesi ile anlatılan husus. Bil ki Hak teâlâ önce yerden, sonra gökten bahsedince, ifadesini genelleştirerek "Herşeyin mülkü elinde olan kimdir?" buyurmuştur. "Meleküt" sözüne, mübalağa sigası olduğu için, hem mülk hem milk (hükümranlık ve sahiblik) girer. Allahü teâlâ, "Dâima O, himaye ediyor, Kendisi asla himayeye muhtaç olmuyor" buyurmuştur. Arapça da, "Falancaya, falancaya karşı yardım ettim ve ondan korudum" manasında (......) denilir. Binâenaleyh ayet "Allah dilediğine yardım ve destek verir. Ama onlardan hiç kimse, hiç kimseye, Allah'a karşı yardım edemez" demektir. Ayetteki, "O halde nasıl olup da böyle büyüleniyorsunuz" cümlesi, "Daha nasıl oluyor da, Allah'ı bir tanıyıp Ona itaat etme konusunda aldanıyor, tuzağa düşürülüyorsunuz" demektir. Burada tuzağa düşüren ise, ya şeytandır, ya insan'ın kendi nefsi hevâ ü hevesidir. Hak teâlâ sonra, "Doğrusu biz onlara hakkı getirdik" ifadesi ile, hem bu ayetler, hem de diğer ayet ve delillerde, onlara bunca delil getirdiğini, ama onların yine de yalanlamalarını ve yalanlarını sürdürdüklerini beyân buyurmuştur ki bu ifâde, bir tehdid ve va'îd yerine geçer. Bu fiil ayrıca hem zammeli (eteytühüm) yani (Ben onlara getirdim), hem de fethalı (eteytehum, yani "Ey Resulüm, sen onlara getirdin") şekillerinde de (şaz olarak) okunmuştur. (Ey Muhammed sen onlara getirdin) şekillerinde de okunmuştur. Burada şöyle bir iki soru sorulabilir: Birinci Soru: Ayetteki ilk cevabta başkası ile değil, lâm harf-i cerri ile, "De ki: Allah'ındır" şeklinde okunmuş: son iki cevabta ise "Allah" lafzı, Mekke, Medine, Küfe ve Şamlıların Mushaflarında, lamsız (harf-i cersiz.) "Allah" şeklinde; Basrahların mushafında ise, yine bu cevablarda da, lâm harf-i cerri "lillâhi" şeklinde de okunmuş (yazılmıştır). Binâenaleyh aradaki fark nedir? Cevab: Bunlar arasında, mana bakımından bir fark yoktur. Çünkü meselâ O'nun Rabbi kimdir?" ve "O kimin (kuludur)" ifadeleri de aynı manayadır. İkinci Soru: Cenâb-ı Hak niçin, "Biliyor idiyseniz?" buyurmuş ve sonra onlardan, "Allah diyecekler" diye bahsetmiştir. Burada bir tenakuz vardır? Cevap: Bir tenakuz söz konusu değildir. Çünkü "Biliyor idiyseniz" ifadesi onların bunu bilmelerini nefyetmez. Nitekim bazan münakaşa ve delil serdetme esnasında, muhatabın da böyle bildiğini te'kit etmek ve onu itirafa sevketmek için böylesi ifadeler kullanıldığı olur. Şirki İptal 91Âyetin tefsiri için bak:96 92Âyetin tefsiri için bak:96 93Âyetin tefsiri için bak:96 94Âyetin tefsiri için bak:96 95Âyetin tefsiri için bak:96 96"Allah hiçbir evlâd edinmemiştir. Onunla birlikte hiçbir tanrı da yoktur. Öyle olsaydı elbette her tanrı kendi yarattığını yanına alır ve elbette kimi kiminin üstüne çıkıp yükselirdi. Allah, onların bütün vasfettiklerinden münezzehtir. Gizliyi de, aşikârı da bilendir. O işte o, şirk koştuklan şeylerden çok yücedir. De ki; "Ya Rabbî, eğer onların tehdid edilmekte oldukları şeyi, mutlaka bana göstereceksen, o halde Rabbim, beni zâlimler güruhunun içinde bırakma!" Gerçekten, biz onlara va'd ettiğimiz sana göstermeye de elbette kadiriz. Sen, kötülüğü en güzelle defet. Biz onların neler vasfetmekte olduklarını çok iyi bileniz". Bil ki Hâk Teâlâ şu iki şeyi beyan etmiştir: a) "Allah hiçbir evlâd edinmemiştir." Bu, Allah'ın evlâd edinmesi iddiasının kâfirler tarafından söylendiğine dikkat çekmektedir. Çünkü onlardan bir gurup, meleklerin Allah'ın kızları olduğunu söylüyorlardı. b) "Onunla birlikte hiçbir tanrı yoktur." Bu da, o kâfirlerin putlara tanrı edinmelerine karşı bir sözdür. Cenâb-ı Hakk'ın bu sözle, hristiyanların ve senesi (mecûsî)lerin görüşlerinin batıl olduğunu göstermek maksadıyla söylemiş olması da muhtemeldir. Allahü teâlâ sonra, "Bu takdirde elbette her tanrı kendi yarattığını yanına alır ve elbette kimi kiminin üstüne yükselip çıkardı" buyurarak, gayet tutarlı bir delil getirmiştir. Bunun manası, "Bu takdirde o ilahlardan herbiri, yarattığı şeyle başbaşa kalır ve kendi bildiğine giderdi ve böylece her birinin mülkü, diğerininkinden ayrılmış olur. Dünya padişahlarında müşahede ettiğiniz gibi, birbirlerine gâlib gelirler ve böylece mülklerini birbirinden ayrılmış olurdu. Binâenaleyh siz, mülklerde bir ayrılığın eserini ve üstün geliş göremediğinize göre biliniz ki O, herşeyin melekûtu elinde olan tek ilahtır" şeklindedir. Buna göre eğer, (O takdirde) edatı, ancak bir cevap (şartın cezası) olan cümleye gelir. Binâenaleyh daha önce, bir soru ve şart cümlesi gelmediği halde, nasıl bu edat ve peşisıra gelen cümle bir cevab olarak gelmiştir?" denilirse, biz deriz ki: "Bu ifâdede mahzûf bir şart cümlesi var ve onun takdiri, "Eğer O'nun yanısıra başka ilahlar olsaydı, bu takdirde (...)" şeklindedir. Ayetteki, "O'nunla birlikte hiçbir tanrı da yoktur" ifadesi, bu mahzûf cümleye delalet ettiği için, hazfedil mistir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, kendisini o kâfirlerin bu sözlerinden, yani çocuğunun olduğunu söylemelerinden ve şirk koşmalarından "Allah onların bütün vasfem'klerinden münezzehtir" buyurarak tenzih etmiştir. Ayetteki, "Gizliyi de, aşikârı da bilendir O" ifadesinin başında bulunan, "âlim" kelimesi, "Allah" lafzının sıfatı olarak mecrûr, veya mahzûf mübtedâ'nın haberi olarak merfû okunmuştur. Bu, "Görünür-görünmez herşeyin bilgisi Allah'a mahsustur. Başkaları görünen şeyleri bilseler bile, onunla birlikte gaybı bilemezler. Bilinen-görünen şeylerden istifâde ise, ancak gaybı da bilmekle tam ve mükemmel olur" demektir. Bu, âdeta onları bir tehdiddir. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "işte O, şirk koştukları şeylerden çok yücedir" buyurmuştur. Daha sonra Allahü teâlâ, "Ya Rabbı, eğer onların tehdid edilmekte oldukları şeyi mutlaka bana göstereceksen, o halde Rabbim, beni zâlimler güruhunun izinde bırakma" ifadeleriyle, kendisine yalvarıp, yakarıp niyazda bulunmasını Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e emretmiştir. Keşşaf sahibi şöyle der: "Ayetteki (......) (yani (......) ile, nûn-u tekid, te'kid ifâde ederler. Yani, "Eğer bu olursa, mutlaka bana onlara va'dettiğin o azabı, dünya veya âhirette göster. Beni onlara eş, arkadaş kılıp, onların azabıyla azabetme" demektir. Tevazu ve Mahviyyet İmdi eğer, "Cenâb-ı Hakk'ın, mâsûm peygamberini, zâlimlerle beraber tutması nasıl caiz olabilir ki, O, Allah'dan kendisini onlarla beraber kılmamasını istiyor?" denilirse, biz deriz ki: "Kulun, kulluğunu ortaya koyması ve Rabbisine karşı tevâzusunu göstermesi için, Rabbinden, Rabbinin yapacağını bildiği şeyleri istemesi; yapmayacağını bildiği şeylerden, yine de O'na sığınması caizdir. Ebû Bekir es-Sıddîk (radıyallahü anh)'ın şu sözü, ne güzel bir sözdür: "Sizin en hayırlınız olmadığım halde başınıza idareci kılındım." Halbuki Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh), kendisinin onların (sahabenin) en efdali ve iyisi olduğunu biliyordu. Ama mü'min her zaman nefsini kırar,kendini küçük görür. Cenâb-ı Hak, biri şart cümlesinden, biri de ceza (cevab) cümlesinden olmak üzere, yalvarışı iyice ifade etsin diye, "Rabbim" kelimesini iki kere zikretmiştir. Hak teâlâ'nın "Gerçekten, Biz, onlara va'dettiğimizi sana göstermeye de elbette kadiriz" ifadesi ile ilgili, iki görüş var: a) Onlar, azab tehdidini kabul etmiyor ve bundan ötürü gülüşüyorlardı. İşte bunun üzerine onlara, "Allah va'dettiği (!) azabı yerine getirmeye kadirdir." denilmiştir. Bunun, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hayatından sonraya bırakılmış, dünyevî bir azab olması da muhtemeldir. İşte bundan ötürü bazıları bunun, bâğiler (âsîler) hakkında olduğunu söylerlerken, bazıları da bunun, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ettikten sonra mü'minlerin kendileriyle savaştığı kâfirler hakkında olduğunu söylemişlerdir. b) Bununla, âhiret azabı kastedilmiştir. Kötülüğe İyilikle Karşılık Hak teâlâ'nın, "Sen kötülüğü en güzelle defet. Biz onların neler vasfetmekte olduklarını çok iyi bileniz" ifâdesi ile, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kâfirlere karşı nasıl muamele edeceği öğretilmiştir. Böylece ona, onların yalanlamalarına, çeşitli ezâ ve cefalarına katlanması ve bütün bunları, selam vermek, delilleri en güzel bir biçimde beyân etmek gibi, güzel söz ve davranışlarla karşılaması emrolunmuştur. Cenâb-ı Hak ona, o kâfirlerin halini, kendisinden daha iyi bildiğini, buna rağmen onlardan nimetlerini kesmemesi gibi, onun da aynı şekilde, aynı yolda davranması gerektiğini beyân etmiştir. Keşşaf sahibi şöyle der: "Hak teâlâ'nın bu şekilde buyurması, "Kötülüğü iyilikle (savuştur)" denilmesinde daha belîğ (edebi)dir. Çünkü ayetteki ifadede, ism-i tafdil (en güzel ile, en iyi şekli ile) kullanılmıştır. Buna göre mana, "Onların kötülüklerine aldırma ve o kötülüklere mümkün olan en ileri iyiliklerle karşılık ver. Hatta o yapılan kötülüklere aldırmamak, iyilikte mukabele etmek ve bu hususta son takati kullanmak, hep birlikte yapıldığında, o kötülüğü karşılama hususunda, kat kat iyilik olmuş olur." Bu ayetin, seyf (kılıç) ayeti ile' mensûh olduğu ileri sürüldüğü gibi, muhkem (gayr-i mensûh) olduğu da söylenmiştir. Çünkü dini veya kişiliği (şahsiyeti) noksanlaştırmaya götürmedikçe, iyi geçinmek, yumuşak davranmak teşvik edilmiştir. Şeytan'a Karşı Sığınak 97Âyetin tefsiri için bak:100 98Âyetin tefsiri için bak:100 99Âyetin tefsiri için bak:100 100"Ve de ki: "Ya Rabbi, şeytanların dürtüştürmelerinden sana sığınırım. Ya Rabbî onların, yanımda bulunmalarından sana sığınırım." Nihayet onlardan her birine ölüm gelip çatınca diyeceklerdir ki: "Ya Rabbî, Sen beni geri gönder. Ta ki ben boşa geçirdiğim şey mukabilinde, iyi amelde bulunayım." Hayır, onun söylediği bu söz, boş laftan ibarettir. Önlerinde ise, diriltilip kaldırılacakları güne kadar bir engel vardır.". Bil ki Hak subhânehûve Teâlâ, peygamberini, "Sen, kötülüğü en güzelle defet" buyurarak eğitince, bunun peşinden, bunu yapmasını sağlayacak hususu zikretmiştir. Bu da, şu iki şeyden Allah'a sığınmaktır: a) Şeytanların hemezâtından. Hemezât, "Hemze" kelimesinin çoğulu olup, bu, "Savuşturmak, defetmek, şiddetli hareket ettirmek" demektir. Bu tıpkı, "hezz" (sallamak) ve "ezz" (fıkır fıkır kaynamak) kelimeleri gibidir. Binicinin mahmuzu manasında; "mihmâzu'r-râiz" deyimi de bundandır. Şeytanın hemezâtt, vesvese verip tuzağa düşürmesidir. Bu tuzak şeytan'dan Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında şu iki şekilde olabilir: 1) Vesvese vermek suretiyle. 2) Peygamberin düşmanlarını, ona eziyet etmeye teşvik suretiyle. Bu, mü'minler hakkında da böyledir. Çünkü şeytan mü'minleri de bu iki şekilde tuzağa düşürür. Allah'a yalvarıp yakaranın, kendisini şeytandan korumasını isteyenin, yaptığı ve yapmadığı şeyler hususunda uyanık olması ve bu düşünce içerisinde olması gerekir. Binâenaleyh Allah'a yalvarıp-yakarmanın bizzat kendisi, taatlara sımsıkı sarılmaya teşvik edici ve günahlardan alıkoyucu olmuş olur. Hasan el-Basrî şöyle der: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), namaza başladıktan sonra, üç defa "Lâilâhe illallah", üç defa da "Allahu Ekber" der. Sonrada "Allah'ım, şeytanın hemezâtından, hemzinden, nefsinden ve nefhinden sana sığınırım' Timizi. Mevakit 66 (2/10); Ibn Mace. ikame, 2 (1/265-266). derdi. Bunun üzerine "Ey, Allah'ın Resûlû, şeytanın hemzi ne demektir?" diye sorulduğunda, "Ademoğlunu yakalayan müvte yani cinnet (Sar'a)" buyurdu. "Onun nefsi ne?" denildiğinde "O, şiirdir" buyurdu. "Nefhi" ne? sorusunu da," O, kibirdir" cevabını vermiştir. b) Ayetteki "Ya Rabbî, onların yanımda bulunmalarından sana sığınırım " ifadesi ile anlatılan husus. Bu hususta şu iki izah yapılmıştır: 1) Hatırlayabilmesi tefekkür edebilmesi, yanılmasının az olması için, Kur'ân okurken, şeytanın kendi yanında bulunmasından sığınma. 2) Hayır, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bizzat (her zaman) onların bulunmasından Allah'a sığınmıştır. Çünkü şeytanın bulunması, vesveseye sebebtir. Bu tıpkı, birkimsenin "senin düşmanlığından, hatta seninle yüz yüze gelmekten, seni görmekten Allah'a sığınırım" demesi gibidir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, kendisine uykusuzluktan şikayet eden birisine şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Uyumak istediğinde "Gazabından, ikabından, kullarının şerrinden, şeytanların hemezatından ve benim yanımda bulunmalarından Allah'a ve O'nun tam kelimelerine sığınırım" de'." Tirmızi. Da'avat. 94 (5/541). Ölüm Esnasındaki Pişmanlık Hak teâlâ'nın "Nihayet onların her birine ölüm gelip çatınca" ifadesi ile ilgili bir kaç mesele vardır: Birinci Mesele Keşşaf Sahibi şöyle der: "Bunun başındaki edatı, önceki filine taalluk eder. Buna göre bu: "Onlar, bu kötü vasfedişlerini, bu vakte kadar sürdürürler" demek olup, bu ikisinin arasına giren ifadeler ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onlara aldırmamasını ve şeytan'ın, kendisini sabırdan ve akıllı davranmadan kaydırmaması hususunda Allah'dan yardım dilemesini te'kidli olarak emreden, bir ara cümledir. Allah en iyi bilendir. İkinci Mesele Alimler, "Nihayet onların her birine ölüm gelip çatıncaya kadar" ifadesinin kiminle ilgili olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, ekseri âlimler bunun kâfirlerle ilgili olduğu görüşündedirler. Dahhâk şöyle der: İbn Abbas'ın yanında oturuyordum. O, "zekat vermeyen ve haccetmeyen kimse ölürken, tekrar dünyaya dönmeyi İster" deyince, birisi: "Dünyaya tekrar dönmeyi, ancak kâfirler ister" dedi. Bunun üzerine İbn Abbas (radıyallahü anh): "Sana bu hususta Kur'ân ayetini okuyayım" dedi ve, "Herhangi birinize ölüm gelip de, "Rabbim, beni yakın bir müddete kadar geciktirseydin de sadaka verip dursaydım, iyi adamlardan olsaydım " demesinden evvel, size rızık olarak verdiğimizden infâk edin" (Münafikûn, 10) ayetini okudu. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'de şöyle buyurmuştur: "İnsana ölüm gelip çattığında, hak ve vazifelerinden yapmadığı bütün herşey önünde toplanır. İşte o anda, "Ya Rabbi beni dünyaya geri döndür, ta ki boşa geçirdiğim şey mukabilinde iyi olan şeyler yapayım" der." Doğruya daha yakın olan, birinci manadır. Çünkü mü'min, cennetteki yerini gördüğünde, bundan daha çoğunu temenni etmez. Eğer böyle olmasaydı, onların sevabça en aşağıda olanları, başkalarının elde ettiği, makam ve mevkii elde edememelerinden ötürü, şüphesiz kederlenir, gamlanırlardı. İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın delil olarak getirdiği ayet ise, mükafaat hâlini değil, dünya hayatının halini ifade eden bir ayettir. Binâenaleyh bu, bizim söylediğimiz manaya karşı bir delil olarak getirilemez. Alimler, dünyaya yeniden döndürülme isteğinin (kâfirlerce) ne zaman olacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ekseri âlimler, o kimsenin bunu, herşeyi görüp, müşahede ettiği zaman isteyeceği görüşündedirler. Çünkü kâfir bu noktada, ister istemez artık Allah'ı tanımış, kendisinin de âsî olduğunu bilmiştir. Yine o kimse, Cenâb-ı Hakk'ın, kendisine istemesi halinde, mutlaka ondan menedileceğini bildirmiş olması sebebiyle, çirkin (kötü) olanı mecburen yapmayacaktır. Durumu böyle olan kimse ise, işte bu mecbûrilik sebebiyle, kötülüklerden menedilmiş gibi olur. Dolayısıyla, yeniden dünyaya dönmek ister ve, "Rabbim beni geri gönder, tâ ki ben, boşa geçirdiğim şey mukabilinde, iyi amelde bulunayım" der. Bazı âlimler de, "Hayır, o bunu, âhirette cehennemi gördüğünde söyler" demişlerdir. Belki de bu görüşü ileri sürenler, Allah'ın, kitabında, ahiretle cehennemliklerin, dünyaya geri dönme talebinde bulunacaklarını haber vermesinden ötürü, bu ayetin zahiri manasını terketmişlerdir. Fakat bu, o kâfirlerin ölüm anında, herşeyi görüp anlamalarından ötürü, böyle bir geri dönme isteğinde bulunmalarına mani değildir. Allahü teâlâ, "Onlardan herbirine ölüm gelip çattığında, diyeceklerdir ki: Ya Rabbî beni geri gönder" buyurmuş ve onların bu sözlerini, ölümün gelip çatması zamanına bağlamıştır ki bu, mu'ayene (herşeyi görüp anlama) ânıdır. Dolayısıyla ayetin zahirî manasını terketmeye sebeb yoktur. Mûfred Muhatap Hakkında Cemi Alimler, ayetteki, "Beni geri gönderiniz" diye kime denildiği hususunda ihtilâf etmişler, bazıları bunların, canları alan melekter olduğunu, bu meleklerin bir gurup olduğunu bundan dolayı da cemi (çoğul) sigası ile ifade edildiğini söylerlerken, diğer bazıları da şöyle demişlerdir. Bazıları da, "Bununla Allahü teâlâ kastedilmiştir. Çünkü ayetteki, 'Rabbim" ifadesi, "Ya Rabbi" makamındadır. Bu ifade, (fiil) ta'zim (saygı) için cemi olarak getirilmiştir. Nitekim büyük olan da.ta'zimi ifade eden (büyüklüğü gösteren) lafızlarla hitab edip, mesela, "Biz yaptık, biz ettik" der. Şair de, "Eğer, istersem, kadınları sizden (yani "Sen'den") başkalarına yasaklarım"demiştir. Birinci görüşte olanlar, ayetteki "Rab" kelimelerini "Rabbe yemin olsun ki" manasına almışlardır. Buna göre sanki kâfir, herşeyi görüp müşahede ettiğinde, "Rabbimin hakkı için beni geri gönder" demiştir. İşte bu noktada şöyle birkaç soru sorulabilir: Bazı Sorular Birinci Soru: O kâfirler, artık o anda ister istemez kesin olarak, dini ve bu dine göre geri dönüş olmayacağını anladıkları halde, daha nasıl geri döndürülmeyi taleb etmişlerdir? Cevab: Bu, hernekadar böyle ise de, onların bu şekilde istekte bulunmaları imkansız değildir. Çünkü bu tür isteklerle meded umma, sonuçsuz kalacağı bilinse bile yerinde ve makul şeylerdendir. Fakat o kimsenin geriye dönüşü istemesinin, temenni (olmayanı isteme) yoluyla yapılmış olmasında bir imkansızlık yok. İkinci Soru: Ayetteki "Ta ki, olur ki iyi amelde bulunurum" ifadesi, ne manayadır? Bu şekilde, şüpheli bir ifadeyle geri dönme isteğinde bulunulabilir mi? Cevab: Buradaki (olur ki, belki) edatı ile, şek manası kastedilmemiştir. Çünkü o kimse, bu esnada, Allah'ın ona istediğini vermesi halinde, taata azmini göstermede alabildiğine gayret sarfetmektedir. Bu kelimeyle şek değil aksine, kendi kusurunu bilip, onun kötü neticesini anlayan için, bir darb-ı mesel ifade etmektedir. Buna göre sanki kâfir şöyle demektedir: "Bana, onları telâfi etme imkanını verirseniz, belki de telâfi edeceğim." Böylece bu kelimeyi, geçen kusurlarını telâfi edeceğine tam azimli olduğu bir durumda kullanmıştır. Şu da olabilir; Bu, geleceğe âit bir iş olduğu için, onlar da bu işin nasıl seyredeceğini bilemediklerinden, yakînî ve kesin bir ifadeyi değil de, ümid ve zan ifâde eden kelimeler kullanmışlardır. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Eğer onlar, (dünyaya) geri döndürüteelerdi, mutlaka nehyolunduklan şeyleri yine aynen yaparlardı" (En'am, 28) buyurmuştur. Üçüncü Soru: Ayetteki, "Boşa geçirdiğim, terkettiğim" ifadesiyle ne kastedilmiştir? Cevab: Bazıları, bununla, "Döndüğünde, Allah'ın hakkı olan (zekat v.s. gibi) şeyleri, yerine getirebilmek için, "geride bıraktığım mallar" manasını vermişlerdir. Ayetteki "terketme"den akla gelen, ölünce bıraktığı tarike (miras) tır. Diğer bazı âlimler de, aksine bununla, "Ben, yapamadığım şeyler hususunda, bu sefer iyi ve güzel Olan şeyleri yapayım" manası kastedilmiştir. Bu manaya, hem bedenî, hem malî, hem de hukukî mükellefiyetler girer. Bu görüş, doğruya daha yakındır. Çünkü onlar, sanki hayattayken yapamadıkları, ifsâd ettikleri (bozdukları) şeyleri İslah etmek (düzeltmek), telafi etmek ve isyan ettikleri işler hususunda da itaatta bulunmak için, tekrar dönüş istemişlerdir. Dördüncü Soru: Ayetteki (Hayır) lafzı ile ne kastedilmiştir? Cevab: Bu hususta şu iki görüş ileri sürülmüştür: a) Bu, istediklerini vermeme hususunda, adetâ onlara bir red cevabı gibidir. Bu tıpkı, olması uzak birşey isteyenlere, "Heyhat, neredeee!" denilmesi gibidir. Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Atsa (radıyallahü anhnha)'ya şöyle demiştir: "Mü'min âhirette melekleri gördüğü zaman, onlar ona, "Seni, dünya yurduna geri göndereceğiz (ister misin?)" derler. Mü'min, "Gamlar, kederler yurdu olan dünyaya öyle mi? Hayır, hayır asla (istemeyiz). Aksine Allah'a yönelip varmayı isteriz" cevabını verir. Kâfire de, "Seni dünyaya geri gönderelim mi?" denildiğinde, o, "Gönderin" der. Bunun üzerine ona, "Hangi şeyi yapmayı arzu ediyorsun (orada), mal biriktirmek mi, ağaç dikmek mi, bina yapmak mi; yoksa (kanallar açmak mı?)" denir. Oda, "Belki de yapamadığım şeyleri, (ibadetlerin), güzeliğini yapmak için" der. Bunun üzerine Cebbar Allah, "Hayır, olmaz" buyurur." b) Bunun, onların böyle söyleceklerini haber vermek için söylenmiş birşey olması ve bu haberin gerçek olduğunu gösterme üslûbunda bir söz olması muhtemeldir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki: "Gerçekten böyle söyleyenler olacaktır" demektir. demektedir. Doğruya en yakın olan birinci görüştür. Ayetteki "Onun söylediği bu söz, boş laftan ibarettir" ifadesi ile ilgili olarak şu izah yapılmıştır: 1) Pişmanlık o kâfiri iyice kuşattığı için, kendini böyle söylemekten alamamıştır. 2) "Bu sözü, o kendisi söylemiştir. Ama bu sözüne icabet edilemez ve sözüne değer verilmez." Hak teâlâ, "Önlerinde ise, diriltilip kaldırılacakları güne kadar bir engel vardır" buyurmuştur. "Berzah" engel-mânî demektir. Bu tıpkı, "O (iki deniz) arasında bir berzah var" (Rahman, 20) ayetindeki gibidir. Yani, "Onlar, yapamadıkları ibadetleri telâfi etmelerine manî olan, biraraya gelmelerini engelleyen öyle bir duruma düşmüşlerdir. Bu, onların ölümleridir." Yoksa bunun manası, "Onlar öldükten sonra dirilme gününde, geri döndürülecekler" şeklinde değildir. Bu öldükten sonra dirilme gününde, döndürülüp götürülüşün, ancak âhirete doğru olacağı bilindiği için, genel bir ümidsizliktir. Kıyametteki Müthiş Manzara 101Âyetin tefsiri için bak:105 102Âyetin tefsiri için bak:105 103Âyetin tefsiri için bak:105 104Âyetin tefsiri için bak:105 105"Sûra üfürüldüğü zaman, artık aralarında o gün, soyları soplan olmadığı gibi, birbirini sorup soruşturmazlar da. Artık kimin tartıları ağır gelirse, onlar korktuklarından emin, umduklarına nail olanların tâ kendileridir. Kimin de tartıları hafif gelirse, onlar kendilerine yazık edenlerdir. Bunlar, cehennemde ebedî kalacaklardır. Ateş yüzlerine vurup yakacak ve onlar orada dişleri sırıtıp kalacaklardır. Karşınızda ayetlerim okunup dururken, o ayetleri yalanlayan sizler değil miydiniz!?". Sûra Üflenmesi Bil ki Hak Sübhânehû ve Teâlâ, "Önlerinde ise diriltilip kaldırılacakları güne kadar, bîr engel var" buyurunca, o diriliş gününün hallerinden bahsederek, "Sûra üfürüldüğü zaman" buyurmuştur. Bu hususta şu üç izah yapılmıştır:' a) Sûr, üflendiğinde büyük bir ses çıkaran ve Allah'ın dünyanın harab olup, ölülerin yeniden dirilişi için alâmet (işaret) kıldığı bir âlettir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, ,içine üflenen bir boynuzdur" buyurduğu rivayet edilmiştir. b) Bundan murat, suver yani bütün suret ve şekillerdir. Buna göre mana, "Bütün suret, şekil ve bedenlere, ruhlara üflendiği zaman" şeklinde olur. Bu, Hasan el-Basrî'nin görüşüdür. Binâenaleyh bu kelime vavın fethası ile veya kesresi ile okunur. Ebû Rezin'in: "Bu kıraatin; "sûr" kelimesini, "sûref'in çoğulu olarak tefsir edenler için, bir delildir" dediğini rivayet edilmiştir. c) Sûra üfleme, kendisiyle öldükten sonra dirilmenin ve hasrın kastedildiği, mecazî bir ifadedir. Birinci görüş, habere, (hadîse) daha uygundur. Bir de Hak teâlâ'nın, "Sonra ona tekrar üflenir" (zümer, 68) ayetinde, "sûr" ile, ruhların bedenlere (suretlere) üflenip, diriltilmesi manasının kastedilmediğine bir delil vardır. Çünkü ruhun üftenişi, bir kere olur,tekrar etmez. O Gün Baba Çocuğa Sahip Çıkmaz Hak teâlâ'nın "O gün soyları soplan olmadığı gibi, birbirini sorup soruşturmazlar da" ifadesine gelince, şu malumdur ki Allah Subhânehû, onları yeniden dirilttiğinde, nesebleri bellidir. Çünkü diriltilenlerde babalık ve çocukluk özelliği vardır. Dolayısıyla gerçekte bu ifadeyle, onların arasında nesebin söz konusu olmayacağı manasının kastedilmesi mümkün değildir. Aksine bununla, nesebin hükmü (yani soy-soptan dolayı insanların birbirine yardımcı oluşu, koruyup kollaması) nefyedilmiştir. Bu da, şu birkaç açıdan söz konusudur. a) Bu sayede, insanlar arasında karşılıklı bir merhamet ve şefkatin oluşu, neseb gereğidir. Meselâ dünya da, "Allah aşkına, hısım-akraban, çoluk çocuğun başı için şöyle yap" denilmesi gibi. Böylece Allahü teâlâ, cehennemliklerden herbirinin, kendi canı derdine düşeceği ve bu halin, hısım-akrabaya bakmaya mâni olacağı için, nesebin orada söz konusu olmayacağını bildirmiştir. Dünyadaki durum da böyledir. Çünkü kişi, ne zaman büyük bir kedere düşerse, çocuğunu da, ana-babasını da unutur. b) Neseb sebebiyle dünyada övünmenin bulunuşu ve bazılarının, diğer bazılarının nesebinin nasıl olduğunu sorması, neseb gereğidir. Fakat insanlar âhirette bu işlere zaman bulamazlar. c) Bunun, çok şiddetli bir korkuyu anlatmak için istiare (mecaz) yoluyla kullanılmış olması da mümkündür. Buna göre bu, "Herkes kendi başının derdine düştüğü için, oğullarına kardeşlerine ve kendisini barındırmış olan soyuna sopuna bakamaz. Daha nasıl başka işlerle ilgilenebilsin?" demektir. İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) şöyle der: "Kıyamet günü köle ve cariyeler (erkek ve kadınlar), şâhidlerin huzurunda bekletilir. Bir münâdî şöyle çağırır: "Dikkât, şu falancadır. Binâenaleyh kimin onda hakkı varsa, gelsin hakkını alsın." Bu durumda kadın, kendisinin ya annesinde, ya kızkardeşinde, ya babasında, ya kardeşinde, yahut oğlunda veyahut da kocasında hakkı olduğu için sevinir. Çünkü "O gün soyları sopları olmadığı gibi, birbirini sorup soruşturmazlar da." Katâde'nin "Kıyamet günü insan, üzerinde hakkı bulunur endişesi ile, tanıdğı kimseleri görmekten daha kötü birşey yoktur" dediği ve sonra "O gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından kaçar" (Abese, 34-73) ayetini okuduğu rivayet edilmiştir. Şa'bî'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Hazret-i Âişe (radıyallahü anh), "Ya Resulellah, şimdi biz, kıyamet günü birbirimizi tanımayacak mıyız?" Çünkü ben Allahü teâlâ'nın, "O gün soyları soplan olmadığı gibi, birbirin sorup soruşturmazlar da" buyurduğunu görüyorum" deyince "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), yerde, her nefis (herşeyi) unutur: Her insana kitabı (amel defteri) verildiğinde, mizan başında ve cehennem köprüsü üzerinde" buyurmuştur. Bir Müşkilin İzahı Bazı dinsizler, bu hususu tenkid ederek şöyle derler: "Ayetteki "O gön soylar. sopları yoktur" ifadesi ve "Hiçbir hısım, bir hısımını sormayacak" (Meariç, 10) ayeti. "Birbirine yönelip, (hallerini) soruştururlar" (Tur; 25) ayetiyle, "(Onlar) birbirini tanıyacaklardır" (Yûnus, 45) ayetine terstir." Buna birkaç yönden cevab verilir: a) Kıyamet gününü süresi, (bizim yıllarımızla) ellibin yıldır. Bu süre içinde çeşitli zaman dilimleri ve haller vardır. Dolayısıyla onlar, o zaman ve hallerin bazısında birbirlerinin hallerini sorar, bazısında da korkunun şiddetinden ötürü şaşırıp kalırlar. b) Sûra ilk üfürütdüğünde, başlarının derdine düştükleri için, birbirini soruşturmaya fırsat bulamazlar. İkinci üflenişinde ise, birbirine yönelip, "Eyvah bize, uyuduğumuz yerden bizi kim kaldırdı? Bu, Rahmân'ın va'dettiği şey. Resuller (meğer) doğru söylemiş" (Yasin, 52) derler. c) Bununla, "Onlar, neseb (akrabalık) hukukunu gözeterek, birbirini sormazlar" manası kastedilmiştir. d) Bu, kâfirlerle ilgili bir ifâde olup, bu sorup soruşturmama da onların aşın korkuya düşmelerinden dolayı olur. Cenâb-ı Hakk'ın "Birbirine yönelip (hallerini) soruştururlar" (Tur, 25) ayeti ise, cennete girdiklerinde cennetliklerin hâlini anlatır. Bil ki Subhânehû, sûra üfürüldükten sonra hesabın başlayacağını, sa'id ve şakilerin hallerinin ortaya konacağını beyan buyurmuştur. Şu da söylenmiştir: Hak teâlâ, âhirette, sadece tartıların (amellerin tartısının) ağırlığına ve hafifliğine bakılacağını bildirdiğine göre, bütün mükelleflerin ya kurtuluşa eren cennetliklerden, yahut da cehennemliklerden olması gerekir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın bu buyruğu ile, "Mükellefler içerisinde, mükafaata veya cezaya müstehak olmayanlar, yahut da mükafaat ve cezası denk gelenler vardır" şeklindeki görüş yanlıştır. Sevapları Ağır Basanlar Kurtulacak Daha sonra Allahü teâlâ sa'id (iyi mutlu) kimselerin hallerini "Artık kimin tarhları ağır gelirse, onlar korktuklarından emin, umduklarına nail olanların taa kendileridir" buyurarak anlatmıştır. Bu ifadede ki "mevâzin" (tartı, teraziler) ile ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır. a) Bu, ilâhi adaletten bir kinayedir. b) Bu tartılar güzel ameller demektir. Binâenaleyh kim, kıymetli ve güzel işler yapmışsa, kurtulmuş, felaha ermişlerdir. Kim de, Hak teâlâ'nın, "O kâfirlerin amelleri dümdüz ve engin çöldeki bir serab gibidir ki susayan onun bir su olduğunu sanır. Nihayet o, buna ulaştığı zaman, onu gerçek bir şey olarak bulamaz" Nûr, 39; buyurarak anlattığı gibi, kıymetsiz şeyler yaparsa, o da cehennemde ebedî kalır. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: "Bu kelime, "mevzun" (ölçülmüş, tartılmış) kelimesinin çoğulu olup, "tartılmış ameller" demektir. Bu da, Allah katında kıymeti bulunan sâlih amellerdir. Çünkü Hak teâlâ, "O kâfirler için, kıyamet günü hiçbir ölçü tutmayacağız" yani amellerine bir kıymet vermeyeceğiz" (kehf, 105) buyurmuştur. c) Mevâzîn, ibresi, iki kefesi bulunan ve güzel şekillere bürünmüş olarak iyiliklerin ve en çirkin şekle bürünmüş olan kötülüklerin ayrı ayrı tartıldığı bir terazidir. Binâenaleyh iyilikleri ağır gelenler cennete, kötülükleri (günahları) ağır gelenler ise cehenneme sevkedilirler. Bu konuda geniş izahımız Enbiya sûresinin tefsirinde geçmişti. Şakilerin Vasıfları Cenâb-ı Hak, şakî (bedbaht-kötü) kimseleri ise, şu dört sıfatla tavsif etmiştir: 1) "Onlar kendilerine yazık edenlerdir" İbn Abbâs (radıyallahü anh), "Cennette onlar için hazırlanmış yerler ve makamlar mü'minlerin eline geçtiği için, onlar kendilerini aldatmışlardır" derler, bunun manasının, "Azaba duçar oldukları için, onların kendilerinden istifâde etmeleri imkansız olmuştur" şeklinde olduğu da söylenmiştir. 2) "Bunlar, cehennemde ebedî kalıcıdırlar." Bu ifadenin, kâfirlerin cehennemde ebedî kalacaklarını, anlatışı açıktır. Keşşaf sahibi şöyle der: "Bu ifade, ya, "Onlar kendilerine yazık edicilerdir" ifadesinden bedeldir (bu yazık edişi anlatmaktadır), yahut "Bunlar" kelimesinin ikinci haberidir, yahut da mahzûf bir "mübtedânın haberidir. 3) "Ateş (onların) yüzlerine vurup yakacak" İbn Abbas (radıyallahü anh): "Cehennem ateşi onların yüzlerine vurur ve etlerini ve derilerini yer bitirir" demiştir. Zeccac şöyle der: "Lefh" (vurma) ile "Nem" aynı manayadır. Fakat "Lefh"in tesiri daha çoktur. 4) "Onlar orada dişleri sırıtıp kalacaklardır" "Külûh", iki dudağın büzülüp çekilmesi ve dişlerden uzaklaşması demektir. Bu tıpkı senin, pişmiş kelle gördüğün hal gibidir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Ateş onu kebab eder. Üst dudağı, başının ortasına kadar büzülüp çekilir. Alt dudağı da göbeğine kadar sarkar' Tirmizi,Cehennem, 5 (4/706). rivayet edilmiştir. Bu ifâde, şeklinde de okunmuştur. Ayetlerden Ders Almayanların Sonu Allahü teâlâ, onların başına gelecek azabı anlattıktan sonra, o esnade azarlamak ve susturmak için, "Karşınızda ayetlerim okunup dururken, (bunca açık olan) o âyetleri yalanlayan sizler değil miydiniz?" yani şüphe yok ki böylece sizler, içine düştüğünüz o elim azabı haketmiş oldunuz" denileceğini haber vermiştir. Mu'tezile: "Bu ayet, onların cehennem azabına, kötü fiilleri yüzünden düştüklerine delâlet eder. Binâenaleyh eğer kulların fiillerini Allah yaratmış olsaydı, böyle denilemezdi" demiştir. Buna şu şekilde cevab verilir: Hem taata, hem isyana kadir olan kimseden, eğer günahlar, herhangibir müreccih (tercih ettirici sebeb) olmaksızın sudur etmişse, günahların ondan çıkışı ihtiyarî (isteğiyle) değil, tesadüfi olmuş olur. Binâenaleyh onlar sebebiyle ikâba müstahak olmaması gerekir. Yok eğer bir müreccihten ötürü meydana gelmişse, işte bu müreccih kulun fiilinden değildir. Aksi halde teselsül gerekir. Dolayısıyla bu durumda da, o kimseden taatların meydana gelişi de, ihtiyarî değil mecburî olurdu. Böylece de, sevaba müstehak olmaması gerekirdi. Cehennemlikler ve Cennetlikler 106Âyetin tefsiri için bak:111 107Âyetin tefsiri için bak:111 108Âyetin tefsiri için bak:111 109Âyetin tefsiri için bak:111 110Âyetin tefsiri için bak:111 111"Dediler ki: "Ey Rabbimiz, bedbahtlığımız bize galip geldi. Doğru yoldan sapanlar güruhu idik biz. Ey Rabbimiz, bizi buradan çıkar. Eğer (bir daha kötülüklere) dönersek artık zalimliğimizi biz de kabul ederiz." Allah buyurdu ki: "Yıhlıp gidin içerisine. Bana konuşmayın. Çünkü kullarımdan bir zümre vardır ki onlar, "Ey Rabbimiz, imân ettik, artık bizi affet ve bize merhamet et. Sen merhamet edenlerin en hayırlısısın" derlerken, siz, onları eğlence edindiniz. Nihayet, bu beni hatırlamayı size unutturdu. Siz, onlara gülüyordunuz. Ben, sabretmelerine karşılık, bugün onları mükafaatlandırdım. Şüphesiz onlar muradlarına erenlerin taa kendileridir". Bil ki Allahü teâlâ, "Karşımızda ayetlerim okunup dururken, o ayetleri yalanlayan sizler değil miydiniz?" buyurunca, kâfirler buna cevaben şu iki şeyi söylerler: 1) "Ey Rabbimiz, bedbahtlarımız bize gâlib geldi." Bu ifadeyle ilgili iki mesele vardır: Birinci Mesele Bu ifade, "Ey Rabbimiz, bize alışkanlıklarımız gâlib geldi" demektir. Bu, birisi senden birseyi aldığında, söylediğin, sözünden alınmadır. Şekavet, kötü netice demektir. Bu kelime, şîn'ın fethası ve kesresi ile, "şakvetüna - şıkvetünâ ve şekâvetü'nâ - şıkâvetünâ" şekillerinde okunmuştur. Ebû Müslim şöyle der: "Şıkve kelimesi tıpkı ceryü (akış) masdarından, (......) (suyun akışı) denilmesi gibi, "şekâ" masdanndandır. Kendisiyle bir hey'et ve durum kastedildiği halde, bazan fiilinin lafzı kullanılır ve sen, (güzel bir oturuş), (biniş) ve (oturuş) dersin ki bu hey'et (şekil) manasını ifade eder. Yine sen "Falanca güzelce yaşadı ve güzelce öldü" dersin. Ki bu ifâde, durum ve şekli anlatır. Binâenaleyh buna göre, "şıkve"den murad, bedbahtlık (şekavet) halidir. İkinci Mesele Cübbâî şöyle der: "Ayetten kastedilen mana şudur: "(Ey Rabbimiz), haram lezzetlerin peşine düşmemiz ve kötü şeylere düşkünlüğümüz bizi bu şekâvete sevketmiştir." Binâenaleyh bunda, müsebbebin (neticenin) ismi sebebe verilmiştir. Dolayısıyla bu ifade, bu hususta kendileri için bir mazeret olmadığını bildikleri için, onlar tarafından ileri sürülen bir mazeret olmayıp, kötü işleri hususunda Cenâb-ı Hakk'ın aleyhlerine getirdiği delilleri bir itiraf,bir kabuldür." Biz de deriz ki: Sen, ayetteki şekâveti, haram olan lezzetlerin peşine düşme manasına aldın. Halbuki onları arzu etme, ya o kâfirlerin ihtiyar ve iradeleriyle olmuştur, yahut böyle olmamıştır. Binâenaleyh eğer bu, onların istek ve iradeleriyle olmuşsa, bu irade ve ihtiyar muhdestir (yaratılmış, sonradan olmadır). Dolayısıyla, "Eğer bu irâde ve ihtiyar, herhangibir müessir olmadan meydana gelmiş ise, böyle bir durum, niçin bütün muhdesât (mahlûkât) hakkında caiz olmasın? Eğer bunların da böyle olduğunu (söylersen), bu durumda, bir yaratıcıyı isbat yolu kapanmış olur. Yok eğer bu irade ve ihtiyar, bir muhdise-mûcide (var ediciye) muhtaç ise, onun var edicisi, ya o kuldur, yahut Allahü teâlâdır. Bunun muhdisinin o kul olması, şu sebeblerden ötürü batıldır (imkânsızdır): a) Kutun kudreti, yapmaya da yapmamaya da uygundur. Dolayısıyla eğer, bu iradenin, kulun kudretinden sâdır olması, başka bir müreccihe varıp dayanıyorsa, bu husustaki problem geri döner ve teselsül gerekir. Yok eğer bir müreccihe dayanmıyorsa, bu durumda sen, mümkin bir işin, iki tarafından birisinin, herhangibir müreccih olmaksızın diğerine üstün gelebileceğini söylemiş olursun ki bu, bir yaratıcının varlığını isbat kapısını kapatır. b) Kul, o fiillerin kemiyet ve keyfiyetini (ne kadar ve nasıl olduğunu) bilemez. Birşeyi bilemiyen ise, onun muhdisi olamaz. Aksi halde sağlam ve muhkem yapmanın, onu yapanın ilmine delil oluşu batıl olur. c) Dünyada hiç kimse, cahilliği seçmeye razı olmaz. Aksine herkes ilim elde etmeye yönelir. Bu demektir ki kâfir de, ilim elde etmek ister. Dolayısıyla eğer fiilinin mucidi (var edicisi) kâfirin kendisi olsaydı, meydana getirmek istediğinin dışında birşeyin meydana gelmemesi gerekirdi, kâfir de, ilmi maksad edindiğine göre, cahilliği nasıl tahakkuk ediyor? Bu sebeble, dâî ve sârif'in (yapmaya ve yapmamaya götüren sebeblerin mucidinin Allahü teâlâ olduğu anlaşılır. Sonra o dâî eğer, hayra davet edip sevkediyorsa, bu saadet (mutluluk) olur; yok eğer şerre götürüyorsa. bu da şekavet (bedbahtlık, mutsuzluk) olur. 2) Kâfirlerin "Doğrusu yoldan sapanlar güruhu idik biz" sözü... Onların, peygamberleri ve ayetleri yalanlamaya yönelmelerine bir sebeb gibi kabul ettikleri bu dalâlet,eğer o yalanlama işinin bizzat kendisi ise, birşeyin sebebi olarak, yine kendisi zikredilmiş olur. Bu bâtıl olduğuna göre, geriye ayette bahsedilen bu sapıklığını, onların fiillerinin sebebi olan, başka birşey olması kalır. O başka şey de, onları sapıklığa (dalâlete) götüren sebebin yaratılmasıdır. O kâfirler, bu iki mazereti ileri sürdüklerinde, Allahü teâlâ onlara "Yıkılıp gidin (cehennemin) içerisine! Bana konuşmayın!" demiştir. Bu, "Allahü teâlâ ile münazara etmek caiz değildir. Hatta, "O yaptığından mes'ul değildir" şeklindeki görüşümüzün, açıkça ifâde edilmesi (net bir delili) dir. Kâdi şöyle der: "Ayetteki, "Ey Rabbimiz, bedbahtlığımız bize gâlib geldi" ifadesinde, onların itiraflarından başka bir mazeretlerinin olmadığına bir delâlet vardır. Binâenaleyh eğer onların küfürleri, Allahü teâlâ'nın yaratması ve iradesiyle olmuş olsaydı ve onlar da bunun böyle olduğunu bilmiş olsalardı, bunu en iyi hatırlayacak olanlar onlar olurdu ve bu, mazeret olarak ileri sürülmeye en uygun şey olurdu. İşte bundan dolayı diyoruz ki: Onların ileri sürdükleri bu şeylerin, itiraftan başka birşey olmadığını ve onların özür beyân edememe ile yüz yüze kaldıklarını, bundan dolayı Allahü teâlâ'nın onlara, "Yıkılıp gidin (o cehennemin) içerisine. Bana konuşmayın!" dediğini anlattık." Dünyaya Dönmek İstemeleri Ayetteki "Ey Rabbimiz bizi buradan çıkar. Eğer (bir daha o kötülüklere) dönersek artık zalimliğimizi biz de kabul ederiz" ifadesi, "Bizi, bu yurddan dünya yurduna geri çıkar. Eğer biz o zaman yeniden kötü ameller yapmaya başlarsak işte o zaman zalimliğimizi biz de kabul ederiz" demektir. İmdi, eğer, "Onlar, kendi cezalarının ebedî olduğunu bildikleri halde, nasıl böyle bir istekte bulunmuşlardır?" denilirse, biz deriz ki: Azabın şiddetinden ötürü, onların bunu unutup da, öyle bir geri döndürülme isteğinde bulunmuş olmaları mümkün olduğu gibi, bile bile, bir yardım ve ferahlama babından istemiş olmaları da mümkündür. Hak teâlâ'nın, emri, "Burada zelil olun ve bu azaba katlanın" demektir. Bu tıpkı, köpeğin menedildiğinde, boyun eğip, yatması gibidir. Nitekim Arapça'da "Köpeği kovdu, kendini alıkoydu, nefsini azarladı" denilir. Hak teâlâ'nın "Bana konuşmayın " ifadesi, bir nehiy (yasak) değildir. Çünkü âhirette bir mükellefiyet yoktur. Aksine bununla, "Azabın kaldırılması için, bana birşey söylemeyin. Çünkü o, ne kaldırılacak, ne de hafifletilecek" manası kastedilmiştir. Bunun, "onların söyledikleri son söz olduğu, artık bundan sonra cehennemin gazabtanışı, uğultusu ve köpeklerin havlamasına benzeyen seslerden başka ne bir ses, ne bir söz duyulmaz. Onlar artık ne anlar, ne anlatılırlar" manasında olduğu da söylenmiştir. Cehennemliklerin Diğer İstekleri İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Cehennemlikler, altı yerde duâ ve istekte bulunmuşlardır: Cehenneme girdiklerinde, bin sene, "Ey Rabbimiz, gördük işittik. Şimdi dünyaya bizi geri çevir" (Secde, 12) diye duâ edecekler, bunun üzerine, onlara, "Fakat Benden (sâdır olan) şu, "Cehennemi bütün cinlerden, insanlardan muhakkak dolduracağım"sözü (hükmü) hak olmuştur" (Secde, 13) diye cevab verilir. Onlar da, ikinci bir bin sene, "Ey Rabbimiz, bizi iki (defa) öldürdün, iki (defa) da dirilttin" (Mü'min, 11) diye nida ederler. Bu sefer de onlara, "Bunun sebebi şudur: Bir olarak Allah'a duâ edildiği zaman, siz İnkâr ettiniz" (Mû'min, 12) diye cevab verilir. Bunun üzerine onlar, üçüncü bir bin yıl, "Ey Mâlik! Rabbin bizi öldürsün" (Zuhruf, 77) diye (Cehennemin muhafızı olan meleğe) nida ederler. Onlara, "Siz, behemahal azabta kalacaksınız" diye cevap verilir. Onlar, dördüncü bir bin yıi, "Ey Rabbimiz, bize yakın bir müddete kadar mühlet ver" (ibrahim, 44) diye duâ ederler. Onlara, "Halbuki daha evvel siz (dünyada), kendiniz için hiç zeval olmadığına yemin etmemiş miydiniz?" (ibrahim, 44) diye cevab verilir. Onlar, beşinci bir bin yıl, "Ey Rabbimiz, bizi çıkar, (daha önce) yaptıklarımızdan bambaşka, sâlih amellerde bulunacağız" (Fatır, 37) diye dua ederler ve kendilerine, "Size (daha önce) aklını başına alacak olanın derlenip toplanmasına İmkan verecek kadar bir ömür vermedik mi?" (Fatır, 37) diye cevab verilir. Onlar, altınca bir bin yıl, "Rabbim, bizi dünyaya geri gönder" (Müminun, 9) diye duâ ederler. Bunun üzerine onlara, "Yıkılıp gidin (karşımdan). Bana konuşmayın, birşey söylemeyin!" denilir. Mü'minlerin Kâfirlerden Hakkı Çıkarılacak Daha sonra Hak teâlâ, onların bu feryad-ü figanlarının, korku ve dehşetlerinin, mü'minlerle ilgili birşeyden olduğunu beyân ederek "Çünkü kullarımdan bir zümre vardır ki onlar, "Ey Rabbimiz, iman ettik. Bizi affet, bize merhamet eyle, Sen merhamet edenlerin en hayırlısısın" derlerken, siz onlan eğlence edindiniz" buyurmuştur. Böylece Allahü teâlâ, onların azâb ediliş sebebi olan ve hayırlardan, güzel şeylerden uzaklaştırılmalarına sebeb olan şeylerden sadece birisini anlatmıştır. Bu da, onların mü'minlere yapmış oldukları muamelelerdir. Übeyy (radıyallahü anh), bunu (çünkü) manasında fetha ile (......) şeklinde okumuştur. Nâfi, Medine kurrâsı ve Âsımdan rivayetle Kûfe kurrası, Kur'ân'ın her yerinde, sinin zammesiyle o kelimeyi suhriyyen şeklinde okurlarken, diğer kurra, hem bu ayette, hem de sâd süresinde sinin kesresiyle, sıhriyyen şeklinde okumuşlar der. Halil ve Sibeveyh her iki kıraate göre de kelimenin, tıpkı, (......) ve (yıldız) kelimeleri gibi, aynı manaya iki lehçe olduğunu söylerlerken; Kıssaî ve Ferrâ, kelimenin kesreli şeklinin, "sözlü alay" manasına; zammell şeklinin ise, "alayetmek" manasına olduğunu söylemişlerdir. Mukatil şöyle der: Ebu Cehil, Utbe ve Ubey b. Halef gibi, Kureyş'in ileri gelenleri, Hazret-i Peygamberin ashabıyla alay ediyor ve Bilal, Habbâb, Ammar, Suheyb (radıyallahü anh) gibi fakir sahabîlerin üstüne gülüyorlardı. "Buna göre ayetin manası, "Sizler, O mü'minleri alay konusu edindiniz. Sizin, bu şekilde oluşları yüzünden onlarla meşgul olmanız, Beni unutmanıza sebeb oldu" şeklindedir. Bu mana, Hak teâlâ'nın, "Siz onlara gülüyordunuz" ifâdesi ile de desteklenir. Müminlerin Mükâfatı Daha sonra Cenâb-ı Allah, onlarda bu kederi ve pişmanlığı gerektiren şeyin ne olduğunu, mü'minlere mükafaat olarak verdiklerini anlatarak, "Ben sabretmelerine karşılık bugün onları mükafaatlandırdım. Şüphesiz onlar muradlarına erenlerin tââ kendileridir" buyurmak suretiyle beyân etmiştir. Hamza ve Kisâi, (......) kelimesini, kesreyle okurlarken, diğerleri fethayla okumuşlardır. Bunu kesreyle okumak, bunun müste'nef bir cümle olmasından ötürüdür, yani, "Onlar hiç şüphesiz, sabırlarından ötürü umduklarına nail olup, en güzel mûkafaata erdiler" demektir. Bu kelimenin meftun okunması ise, "mükafaatlandırdım" fiilinin ikinci mef'ûlü olmasından ötürüdür. Bunun, mukadder bir harf-i cerden dolayı mansub olmuş olması da mümkündür. Buna göre takdirî mana, "Onlara hakettikleri mükafaatı tastamam verdim, çünkü onlar muradlarına erenlerin taâ kendileridir" şeklindedir. Varlık Gayesiz Değildir 112Âyetin tefsiri için bak:116 113Âyetin tefsiri için bak:116 114Âyetin tefsiri için bak:116 115Âyetin tefsiri için bak:116 116"Buyurdu: "Yerde kaç yıl kaldınız", dediler ki: "Bir gün yahut, bir günün bir kısmı kaldık. Sayanlara sor şimdi." Buyurdu ki: "Az bir zaman kaldınız, eğer bilseydiniz." Sizi boş yere yarattığımız ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız? Gerçek Hükümdar olan Allah çok yücedir. O'ndan başka hiçbir tanrı yoktur, Arş-ı Kerimin Rabbidir". Bil ki bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Keşşaf sahibi şöyle der: "Kûfelilerin mushafında, bu ayetin başında (Dedi) lafzı vardır. Bu fiilin faili, ya Allahü teâlâdır, yahut da onlara bunu söylemesi ve sorması emredilen melektir. Mekke, Medine, Basra ve Şamlıların mushafında bu fiil, Deki: şeklindedir. Buna göre, fail, ya o melektir; yahut da cehennemliklerin liderlerinden biridir." Ahirette İnanmayanların Pişmanlığı Bu sorudan maksad, onları susturmak ve azarlamaktır. Çünkü onlar, dünyada yaşarlarken, âhirette yaşama diye birşeyin olmayacağı inancında idiler. Yaşamanın sadece dünyada olacağı fikrinde idiler ve ölümden sonra yokluğun ebedî olduğunu, yeniden dirilme diye birşeyin olmayacağın sanıyorlardı. Dolayısıyla, cehennemde yerlerini alıp, kendilerinin, içinde ebedt kalacakları, cehennemin sonsuz olduğunu artık iyice anlayınca, daha önce çok uzun ve sonsuz sandıkları o dünya hayatının, inkâr ettikleri bu âhiret hayatına nisbetle, çok önemsiz, adetâ hiç hükmünde olduğuna dikkat çekmek için, onlara "Yerde kaç yıl kaldınız?" diye sorulmuştur. İşte bu noktada onlar için, dünyada iken kesin olarak aksine inandıktan şeyden ötürü, bir pişmanlık başlar. Binâenaleyh bu sözden maksad, soru sormak olmayıp, aksine bahsettiğimiz bu husustur. Eğer, "cehenneme girdikten sonra artık yalan söylemeleri mümkün olmadığı halde, onların "Bir gün, yahut bir günün bir kısmı (kadar) kaldık" diye cevap vermeleri nasıl doğru ve yerinde olur?" denilirse, Uz deriz ki: Belki de onlar, başlarına gelen bunca dehşetlen dolayı, ne kadar kaldıklarını unutmuşlardır. Çünkü onlar, bu unutuşlarını itiraf ederek, "Sayanlara sor" demişlerdir. Ibn Abbas (radıyallahü anh) "sûrun iki üfürülüşü arasında dücâr edildikleri azab onlara dünyada ne kadar yaşadıklarını unutturmuştur" demiştir. Onların, "Bir gün yahut bir günün bir kısmı (kadar) kaldık" sözleriyle, içine düştükleri cehenneme ve taddıkları bu elim azaba nisbetle, dünya hayatlarını çok az ve değersiz görmeleri manasının kastedilmiş olduğu da söylenmiştir. Allah en iyi bilendir. Üçüncü Mesele Âlimler, bu sorunun hangi ikamet ile ilgili olduğu hususunda şu değişik görüşleri belirtmişler, bazıları, "Onların kalmaları, dünyada yaratılıp, yaşatılmalarıdır. Buna göre, ayet, "öğrensinler ve amel edebilsinler diye, onlara (dünyada) mühlet verildi, fırsat verildi" demektir. Onlar İse, Allahü teâlâ'nın dünyanın az bir meta, âhiretin ise esas yerleşilip kalınacak yurd olduğunu bildirmesinden dolayı, dünyadaki kalışlarının çok önemsiz ve az olduğunu söyleyerek cevab vermişlerdir." Bu görüşü benimseyenler görüşlerine şu şekilde delil getirmişlerdir: "Çünkü onlar, dünya hayatı dışında hiçbir hayatın olmadığını iddia ediyorlardı. Allahü teâlâ onları, yeniden diriltip, cehennem azabına düçâr ettiğinde, onlar bunu (kendi kendilerini) azarlamak için sordular. Çünkü burası, tevbihe daha uygundur." Diğer bazıları da, "Hayır, bununla, ölüm hâlinde (kabirde) kalış kastedilmiştir" demişler ve görüşlerine şu iki şeyi delil getirmişlerdir: 1) Ayetteki "Yerde ifâdesi, bu kalışın, kabirde olmasını gerektirir. Diri olan kimseye söylenecek uygun ifâde, değil (yer üzerinde) denilmesidir. Bu görüşte olanların bu delilleri, Hak teâlâ'nın (Yerde fesat çıkarmayın) (A'raf, 56) ayetinden dolayı, tutarsızdır. 2)Hak teâlâ'nın, "Kıyametin kopacağı gün günahkârlar, bir saattan fazla kalmadıklarına yemin ederler"(Rum,55) ayeti Cenâb-ı Hak bu ayetten sonra, onların bu hususta yalan söylediklerini beyan buyurmuş ve mü'minlerin onlara, "Andolsun ki Allah'ın kitabında (yazdığı) o tekrar diriliş gününe kadar kaldınız" (Rum. 56) dediklerini haber vermiştir. Kabir Azabı Hakkında Dördüncü Mesele Kabir azabını kabul etmeyenler, bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Ayetteki, "Yerde kaç yıl kaldınız?" ifadesi, hem onların dünyada (hayatta) iken kalışlarını, hem de yerin artında ölü olarak kalışlarını içine alır. Binâenaleyh eğer onlar kabirde azaba dûçâr edilmiş olsalardı, yeryüzünde kalış müddetinin çok uzun olduğunu bilirlerdi ve "Bir gün, yahut bir günün bir kısmı (kadar) kaldık" demezlerdi. Buna şu iki bakımdan cevap verilebilir: 1) Cevabın mutlaka, soruya göre olması gerekir. Halbuki onlara, kendisinden sonra sadece âhiret hayatı bulunan ölümden sorulmuştur. Bu ise, ancak kabir azabından sonradır. 2) Onlara, birlikte yaşadıkları kalışın sorulmuş olması da muhtemeldir. Binâenaleyh buna, onların birbirlerinden önce ölme meselesi girmez. Böylece de onların, bu cevabları kendilerince doğru olmuş olabilir. Ayetteki "Sayanlara sor şimdi" ifadesi ile ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır: a) Buradaki sayanlar ile, hafaza melekleri kastedilmiştir. Çünkü onların insanın amellerini ve yaşadıkları günleri sayıyor, yazıyor; ölüm vakitlerini, önce ölenlerin önceliklerini, sonra ölenlerin sonralıklarını tesbit ediyorlardı. İşte bu İkrime'nin bu ayetteki, "Sayanlara sor" ifadesini, "Hesab edenlere ser" diye tefsir edişinin sebebidir. b) Bu, "Dünyanın günlerini ve anlarım sayan meleklere sor" demektir. c) Mana, "Bunu, sayısını bilenlere sor. Çünkü biz, sayısını unuttuk" şeklindedir. d) Bu İsim, şeddesiz olarak, "Haddi asanlara, yani zalimlere sor" seklinde de okunmuştur. "Onlara sor, çünkü onlar da bizim gibi derler" demektir. e) Bu ifade, "Yaşlılara, eskilere, çok yaşamış olanlara sor. (Çünkü onlar bile, bunu bilemezler. Ya, diğerleri nasıl bilsin)" şeklindede okunmuştur. Ayetteki "Az bir zaman kaldınız" ifadesi, "Onlar, "Biz dünyada pek az kaldık" manasında, "Bir gün yahut bir günün bir kısmı kaldık" deyince, sanki onlara "Doğru söylüyorsunuz. Orada az kaldınız. Fakat o az zaman da bitti" denilmek istenmiştir" manasınadır. Böylece, yukarıdaki sorunun maksadının, âhiret yanında dünya günlerinin pek azlığını anlatmak olduğu ortaya çıkar. Hak Tealâ'nın "Eğer bilseydiniz" ifadesiyle, bu noktada, "Eğer öldükten sonra dirilmeyi ve haşri bilseydiniz, buna inansaydınız, bu dünya hayatı gerçekten azdı. Fakat âhireti inkâr edince, dünya hayatı pek uzun sandınız" demek istemiştir. Kâfirler Varlıklarının Gayesiz Olduğunu Sanırlar Daha sonra Hak teâlâ en büyük tevbihi (kınamayı) ihtiva eden sözün "Sizi ancak boş yere yarattığımızı mı ve gerçekten bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız" buyurarak getirmiştir. Bu ifadeyle ilgili şu iki mesele vardır: Birinci Mesele Keşşaf sahibi şöyle der: "Ayette ki "Abes" kelimesi tıpkı, (oyun oynayanlar olarak. (Enbiya, 16) ifadesi gibi, (Boş şeylerle uğraşanlar olarak) takdirinde bir haldir, yahut da, (Boş yere olsun diye yaratmadık) manasında mef'ûl bihdir." Hesap İçin Huzura Çıkma Hak teâlâ, kıyametin vasıflarını açıklayınca, bu husustaki sözünü, kıyametin varlığına delâlet eden şu delili getirerek bitirmiştir: Eğer kıyamet olmasaydı, itaat eden İsyan edenden; mü'min kâfirden; sıddîk zındıktan ayırdedilmezdi, İşte o zaman bu alemi yaratmak abes olmuş olurdu. "Allah'a dönme" İle, "O'nun dışında hiçbir mâlik ve hakim bulunmayan yere dönmek, varmak" manası kastedilmiştir, bir mekândan, bir mekana dönmek kastedilmemiştir. Çünkü mekân, Allah hakkında düşünülemez. Gerçek Hükümdar Allahdır Daha sonra Hak teâlâ, "Gerçek Hükümdar olan Allah çok yücedir" ifadesiyle, kendisini abeslerden, boş şeyler yapmaktan münezzeh olduğunu bildirmiştir. "Melik", hakimiyeti ve kudreti zeval bulmayan, eşyaya mâlik olan hükümdardır" Hak ise, hakimiyet ve mülk kendisi için hak olandır. Çünkü herşey varlığını ondan alır ve yine her şey O'na boyun eğer. O, son bulmayan, mülkü sona ermeyen bir varlıktır. Yine Cenâb-ı Hak, Kendisi dışında hiçbir ilah bulunmadığını, kendisi dışında kalanların yok olacağını, yok olanların ilah olamayacağını beyan buyurmuştur. Yine O, Kendisinin Kerim Arş'ın Rabbi olduğunu beyân buyurmuştur. EM Müslim şöyle der: "Ayette geçen, Arş ile meleklerin tavaf ettikleri Arş da dahil olarak bütün semavat (gökler) kastedilmiştir. Bununla, Allah'ın muazzam hakimiyeti (mülk-i azîmi) de maksud olabilir. Ekseri âlimler ise, "bu Arş ile, gerçek manadaki Arş kastedilmiştir. Cenâb-ı Hak, onu "kerîm" diye tavsif etmiştir. Çünkü rahmet, hayır ve bereket oradan inmektedir. Bir de Arş, Ekremü'l-Ekremin olan Allah'a nisbetie böyle tavsif edilmiştir. Nitekim, içerisinde oturanlar kerim olduğu zaman bir ev için de, "Kerim Ev" denilir. Bu ifade tıpkı, (Burûç, 15) Arş'ın Mecid (Yüce) sahibi" ifadesi gibi, "Arş'ın Kerim sahibi" şeklinde de okunmuştur. Şirkin Delili Yoktur 117Âyetin tefsiri için bak:118 118"Kim, Allah ile beraber diğer bir tanrıya, -bunun için hiçbir delili olmamasına rağmen- taparsa, onun hesabı ancak Rabbi nezdindedir. Gerçekten kâfirler korktuklarından emin, umduklarına nail olamıyacaklar. De ki: "Ya Rabbi, affet, merhamet eyle sen, merhamet edenlerin en hayırlısısın". Bil ki Allahü teâlâ kendisinin, Melik, Hak, kendisinden başka hiç bir ilah bulunmayan yegâne ilah olduğunu beyân edince, bunun peşistra "Kim, Allah ile beraber diğer bir tanrı iddiasında bulunursa, kendilerinin buna delilleri bulunmadığı için, bâtıl bir şey iddia etmiş olur" ifadesini getirmiş ve bununla, hakkında delil bulunmayan hiçbirşeyin isbat edilemeyeceğine dikkat çekmiştir. Bu da, tefekkürün doğru, taklidin ise yanlış olduğunu gösterir. Hak teâlâ sonra, bu iddia edenlerin cezasının büyük bir ikâb olduğunu, "Onun hesabı ancak Rabbi nezdindedir" buyurarak haber vermiştir. Buna göre Hak teâlâ sanki, "Onun cezası, Allah'dan başka hiç kimsenin hesab edemeyeceği bir noktaya varmıştır" demektedir. Ayetteki (......) ifadesi, hemzenin fethası ile de okunmuştur ki, buna göre mana, "Onun hesabı,felah bulamaması, kurtuluşa erememesidir" şeklinde olur. Cenâb-ı Hak bu sûreye "Müminler felah buldu" diye başlamış ve "Gerçekten, kâfirler felah bulamazlar" diye bitirmiştir. Bu başlangıç ile bu son arasındaki mesafe ne uzun bir mesafe! Daha sonra Cenâb-ı Allah, peygamberine "Ya Rabbi, affet, merhamet eyle" demesini ve kendisini, "sen merhamet edenlerin en hayırlısısın" diyerek medh-ü sena etmesini emretmiştir ki Allahü teâlâ'nın erhamu'r-râhimîn (merhamet edenlerin merhametlisi) oluşunun manası daha önce geçmişti. İmdi eğer, "Bu sonuç, kendinden önceki ifadelerle nasıl bir ilgi ve münasebet içindedir?" denirse, deriz ki: Çünkü Allahü teâlâ kâfirlerin durumlarının dünyada cehalet, âhirette de azab olduğunu beyan buyurunca, kendisine yalvarıp yakarılmasını, mağfiret ve rahmetinin delillerine iltica edilmesini emretmiştir. Çünkü, her türlü âfet ve belâlardan koruyan, O'nun mağfiret ve rahmetidir Şu rivayet edilmiştir: Mü'minûn sûresinin başı ve sonu, Arş'ın hazinelerindendir. Kim, onun ilk üç ayetiyle amel eder, son dört ayetinden va'z-u nasihat alırsa, şüphesiz o kimse necata ve felaha erer." Doğruyu en iyi bilen Allah'dır; dönüş ve varış O'nadır. Hamd, bir olan Allah'a, salât da, mahlûkatın en hayırlısı olan Efendimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, ehline, ashabına, zevcelerine ve ailesine olsun. |
﴾ 0 ﴿