2

"Zina eden kadın ve zina eden erkeğe, bunlardan herbirine yüzer değnek vurun. Eğer Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız, Allah'ın dinini onlara uygulamanıza merhametiniz mani olmasın. Mü'minlerinden bir zümre de bunların cezalandırılmasına şâhid olsun".

Bil ki ayetteki ifadeleri Halil ve Sibeveyh'e göre "Zâni ve zaniye (ile ilgili hüküm), Allah'ın size farz kıldığı şeylerdendir". Yani, "Onlara celde vurun" manasında olmak üzere, haberleri mahzûf mübtedadırlar. Ayetteki (değnek vurun) kelimesinin bunların haberi olması da mümkündür. Bu iki kelimenin başındaki elif-lâmlar, şart manasını taşıyan (kim) manasına oldukları için, haberlerinin başına fâ gelmiştir. Çünkü ifadenin takdiri "Hangi kadın ve erkek zina ederse, onlara değnek vurun" şeklindedir. Bu tıpkı senin, "Kim zina ederse, ona değnek vurun" demen gibidir. Bu iki kelime, zahirde olan fiilin açıkladığı mukadder bir fiil ile (iştigâl ile), mansub olarak da okunmuşlardır. Yine yâ'sız olarak şeklinde de okumuştur.

Bil ki bu ayetle ilgili söz, şu iki çeşitte toplanır:

a) Şer'î hükümlerle alâkalı olanlar:

b) Akliyat (aklî delillerle) ilgili olanlar... Şimdi biz bu iki konuya, inşaallah, gücümüzün yettiğince eğilelim:

Bu Hükmün Nakli Yönü

Birinci çeşit: Bu, şer'î hükümlerle ilgili olanlardır. Bil ki zina haramdır ve büyük günahlardandır. Buna şunlar delâlet eder:

1) Allahü teâlâ, "Onlar Allah'ın yanında başka bir tanrıya daha tapmazlar, Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar, zina etmezler. Kim bunlardan (birini) yaparsa, cezaya çarpar" (Furkan, 68) ayetinde, zinayı, şirk ve cana kıyma ile birlikte zikretmiştir. Yine Hak teâlâ, "Zinaya yaklaşma! Çünkü o bir hayâsızlıktır, kötü bir yoldur" (Isra, 32) buyurmuştur.

2) Allahü teâlâ, iftira ve içki içme cezasının aksine, zinada tam yüz değnek vurulmasını farz kılmış, bu hususta recmi (taşlayarak öldürme) hükmünü getirmiş, mü'minleri bu hususta merhamet etmekten nehyetmiş, teşhir için, bir grubun uygulanan cezaya şâhid olmasını emretmiş ve o gurubun mu'minlerden olması gerektiğini bildirmiştir. Çünkü fasıklar kendi kavimlerinin salih kişilerinden daha fazla utanıp ders alırlar.

3) Huzeyfe (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir. "Ey insanlar cemaati, zinadan sakının. Çünkü onda, üçü dünya, üçü de âhiret ile ilgili altı özellik var. Dünya ile ilgili olanlar şunlardır: O, arı namasu, vakarı yok eder, fakirlik getirir ve ömrü noksanlaştırır. Ahiretle ilgili olanlar ise, Allah'ın gazabı, kötü bir hesap ve cehennem azabıdır."

Abdullah (b. Mes'ud) (radıyallahü anh)' dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ey Allah'ın Resulü Allah katında hangi günah büyüktür?" Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "O seni yaratmış olduğu halde, O'na şirk koşman" cevabını verdi. Ben, "Sonra hangisi?" dediğimde o, "Seninle beraber (rızkını) yer korkusuyla, çocuğunu öldürmen" dedi. Ben, "Sonra hangisi?" dediğimde de, "Komşunun hanımıyla zina etmendir" buyurdu. Buhari, Tevhid, 40; Müslim, İman. 141-142 (1/90-91). Bunun üzerine Allahü teâlâ, bu sözü tasdik için, "Onlar Allah'ın yanında başka bir tanrıya daha tapmazlar, Allah'ın haram kıldığı cana, haksız yere kıymazlar, zina etmezler" (Furkan. 68) ayetini indirdi.

Bil ki tefsir etmekte olduğumuz ayette, şu hususları incelemek gerekir:

a) Zinanın mâhiyetini (ne demek olduğunu),

b) Zinanın hükümlerini,

c) Zinanın, o hükümleri gerektirmesi için, nazar-ı dikkate alınması gereken şartları,

d) Zinanın yapıldığının anlaşılabileceği yolları,

e) Ayetteki, "değnek vurun" emrinin muhataplarının kimler olduğu;

f) Zinada emredilen recm ve celde cezalarının nasıl uygulanacağı konuları...

Zinanın Mahiyeti

Birinci konu: Bu, zinanın mahiyeti ile ilgilidir. Bazı âlimlerimiz, zinayı şeyle tarif etmişlerdir: "Zina, bir cinsel uzvu, tabiat itibarıyla arzu duyulan ve fakat kesinlikle haram olan bir ferce sokmak demektir." Bu konuyla ilgili birkaç mesele var:

Livata (eşcinsellik) Zina mıdır?

Âlimler, livataya (homoseksüelliğe) de "zina" denilip, denmeyeceği hususunda ihtilaf etmişlerdir: Bazıları, "Evet" demişler ve buna, hem "nass"dan, hem "mana"dan (dilden) delil getirmişlerdir. Nassdan delil, Ebu Musa'l-Eş'ârî (radıyallahü anh)'nin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet ettiği şu hadistir: "Erkek, erkeğe geldiğinde (livata ettiklerinde) ikisi de zânidir." Kenzü'l-Ummal, 5/13103 Bu görüşte olanların manadan delilleri İse şudur: Livâta, hem şekil, hem esas itibarıyla, tıpkı zina gibidir. Şeklen zina gibi oluşu şundan dolayıdır: Çünkü zina, bir cinsel uzvu tabiat itibarıyla arzu duyulan ve fakat kesinlikle haram olan bir ferce sokmaktır. Dübür de, bir "ferc"tir. Çünkü kadının önüne ferc denilmesi, oradaki boşluktan ötürüdür. Aynı boşluk (yarık-delik), dübürde de vardır. Bu konuda söylenecek en ileri şey şudur: Örfen livâtaya, zina denilmez. Fakat bu, dilin aslına, kelimenin kullanılışına zarar vermez. Mesela "tıp" dan bir ilim olduğu halde, "Bu tabib, fakat âlim değildir" denilmesi gibidir. Esas bakımından olan benzerliğe gelince, zina, sırf haram yolla, tab'an arzu duyulan bir yerde, şehveti teskin etmektir. Aynı durum, livatada da sözkonusudur. Çünkü o ön ve arka, arzu duyulan mahallerdir. Zira bu iki yer, şehvetle ilgili, sıcaklık, yumuşaklık ve giriş yeri darlığı gibi, Özellikler bakımından müşterektirler. İşte bundan ötürü, bazıları "İnsan tabiatı, bu iki mahalli farklı görmez. Haram ve helallik açısından, bunları birbirinden ayıran şeriattır" demişlerdir. Bunlar, livâtaya da "zina" isminin verilebileceğini söyleyenlerin delilleridir.

Ekseri âlimler ise, İivatanın (haram olmakla birlikte), "zina" ismine dâhil olmadığını söylemiş ve buna şu delilleri getirmişlerdir:

1) Yaygın örfe göre, birisine livata, diğerine zina denir. Aslolan, bu örfe riayet etmektir.

2) Bir kimse zina etmeyeceğine yemin etse, fakat livatada bulunsa, yeminini bozmuş olmaz.

3) Sahabe, İivatanın hükmü hususunda ihtilaf etmişlerdir. Hâlbuki onlar, dili (Arapça'yı) iyi biliyorlardı. Binâenaleyh eğer, livata'ya "zina" ismi veriliyor olsaydı, zinanın cezası hususunda, Kur'ân'daki ayet onları ihtilaftan ve bu konuda ictihâd etmekten alıkordu.

Birinci görüşte delil getirilen hadise gelince, oradaki zina, "günah" manasına hamledilmiştir. Bunun delili, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Kadın, kadına gelse (sevicilik etseler), ikisi de zâniyedir" Buhâri, Nikâh, Müaned, 2/326, 447. ve "Eller zina eder, gözler zina eder" Musned 2/343. 344. hadisleridir. Birinci görüşe sahip olanların yaptığı kıyas (mukayese), uzak bir izahtır. Çünkü ferce, her ne kadar boşluğundan ötürü "ferc" ismi verilmiş ise de, her boşluk (ve yarık) bulunan şeye "ferc" denmez. Aksi halde, ağzın ve gözün de "ferc" diye isimlendirilebilmesi gerekir. Hem sonra Araplar, yıldıza parladığı için "necm" demişler ama, her parlayan şeye "necm" dememişlerdir. Yine Araplar, ana karnındaki yavruya, saklı ve gizli olduğu için "cenîn" adını vermişlerdir, ama her saklı ve gözükmez şeye bu ismi vermemişlerdir.

Eşcinselin Hükmü

Bil ki Şafii (r.h)'nin livata hakkında iki görüşü vardır:

1) Bunlardan doğrusu şudur: Livata yapana, zina cezası uygulanır. Binâenaleyh o kimse eğer evli ise, recmedilir, bekâr ise, yüz değnek vurulur ve bir yıllığına sürgün edilir.

2) Livata yapanlar, ister evli-ister bekâr olsunlar, ikisi de öldürülür. Çünkü İbn Abbas (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Kimi, Lût (aleyhisselâm)'un (kâfir) kavminin işi gibi iş yaparken bulursanız, faili de mefûlü de öldürünüz'. Tirmizi, Hudûd, 25 (4/58).

Bu kişinin nasıl öldürüleceği hususunda şu şekiller ileri sürülmüştür:

a) Onun boynu, tıpkı mürted gibi, koparılmaksızın kesilir.

b) Taşlanarak öldürülür, yani recmedilir. Bu, İmâm Malik, İmam Ahmed b. Hanbel ve İshâk (b. Rahû'ye)'nin görüşüdür.

c) Üzerine duvar yıkılarak öldürülür. Bu görüş Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh)'dan gelmektedir.

d) Dağın tepesinden, uçurumdan aşağı atılarak öldürülür. Bu da Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'dan gelmektedir. Onlar, bu görüşleri, Hak teâlâ'nın, Lût (aleyhisselâm)'un kavmini bu şekillerde helak etmesinden ötürü söylemişlerdir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "(Şehirlerinin) üstünü altına getirdik. Üzerlerine de balçıkdan pişirilmiş bir taş (yağmuru) yağdırdık" (Hicr, 74) buyurmuştur. Ebu Hanife (r.h)'ye göre ise, livata yapana hadd vurulmaz, aksine ta'zir cezası verilir.

Livatada mefûl olana ise, eğer akıllı baliğ ve gönüllü olarak bu işi yapmışsa, failin öldürüleceğine hükmedersek, hadisten ötürü bu da aynen, failin öldürüldüğü gibi öldürülür. Yok eğer, "faile zina cezası gerekir" hükmünü verirsek, o zaman, ister evli-ister bekar olsun, mefûte yüz deynek vurulur ve bir yıl sürgün edilir. Mefûlün, evli bir kadın olması halinde recmedilerek öldürüleceği söylenmiştir. Ama bu hüküm yanlıştır. Çünkü o, arkasının kullanılmasına müsâde ettiği için, "muhsan" olmaz. Binâenaleyh ona, erkeğin mefûl olması halindeki gibi, zina cezası gerekmez.

Şâfli (r.h)'nin livata yapanlara hadd gerektiği hususundaki delilleri şunlardır:

1) Livata, ya mahiyet itibarıyla zinaya denktir yahut da bu mahiyetin levazımı (ayrılmaz vasıfları, esasları) hususunda ona denktir. Durum böyle olunca, ona zina haddi gerekir. Bu mukaddimelerden (öncüllerden) birincinin izahı şöyledir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Erkek, erkeğe geldiğinde, ikisi de zânidir" buyurmuştur. Binâenaleyh bu ifade, lûtilik yapanın da zâni olduğunu göstermektedir. Bir mahiyete, "mutabıkı" olarak delâlet eden lafız (kelime), o mahiyetin bütün levazımının husulüne de "iltizâmi" olarak delâlet eder. Mutabıki ve iltizamı delâletler, delâlet etme bakımından aynıdırlar. Dolayısıyla "zina" mahiyetinin mevcud olduğuna delâlet eden lafız, aynı zamanda onun bütün levazımının (ayrılmaz vasıflarının) bulunduğuna da delâlet eder. İşte bu noktada bakılır: Eğer zina ismi (mahiyeti), livatada da var ise, o da, "zina eden kadın ve zina eden erkeğe, bunlardan her birine yüzer değnek vurun" ayetinin hükmüne dâhil olmuş olur. Yok eğer livatada, zina mahiyeti tahakkuk etmemiş ise, o zaman zina mahiyetinin levazımının bulunmuş olması gerekir. Çünkü bir mahiyetin bulunduğunu gösteren kelimenin, o mahiyetin bütün levazımının da bulunduğunu gösterdiği sabittir. Mahiyet hakkında, bununla amel edilmemiştir. Binâenaleyh bunun, o mahiyetin bütün levazımına delâlet etme hususunda, amel edilen bir şey olarak kalmaya devam etmesi gerekir. Haddin vâcib oluşu, zinanın levazımından, (ayrılmaz vasıflarındandır), Binâenaleyh bu haddin, livata için de söz konusu olması gerekir. Bu konuda, en ileri söz şudur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, "Kadın, kadına gelse (sevicilik etseler), ikisi de zâniyedir" hadisinde, zina olarak bahsedilen durum için, bu hüküm uygulanmamıştır. Fakat burada, bu hükümle amel etmemek, erkek-erkeğe olan durumda da amel etmemeyi gerektirmez.

2) Lûtinin katli vacip olup onun recmedilerek öldürülmesi gerekir. Bu mukaddimelerden birincisinin delili, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Kim, Lût'un (kâfir) kavminin işi gibi iş yaparsa, faili de mefûlü de öldürün" hadisidir. İkinci mukaddimenin delili ise şudur: Onu öldürmek farz olduğuna göre, zina işlemiş olması gerekir. Aksi halde onu öldürmek caiz değildir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Bir müslümanın kanı, ancak şu üç sebebin birinden ötürü helâl olur (öldürülür)" buyurmuştur. Konumuz olan meselede, ne imandan sonra küfür (yani irtidâd), ne de haksız yere birisini öldürmüş olma yoktur. Dolayısıyla, bu hadisede, evlilikten sonra zina durumu olmamış olsaydı, Lûti'nin öldürülmemesi gerekirdi. Bu, evlilikten sonra yapılmış zina sayıldığına göre, bu hadisten ötürü recm gerekeceği sabit olur.

3) Biz, livatayı zinaya kıyas ediyoruz. Bu hususta, ikisinde de müşterek olan nokta ise şudur: Tab'ı bir lezzet duyulduğu için, insanı zinaya sevkeder. Zina ise, çirkin bir iştir. Dolayısıyla, yasaklanması uygundur. Zina haddi (cezası)da, zinadan alıkoymaya münasib bir cezadır. Zina ile livata arasında şu iki bakımdan fark vardır:

a) Zinada, insanı ona sevkeden pek çok sebeb vardır. Binâenaleyh bunun meydana gelmesi, daha fazla fesada sebebiyet verir. Bundan dolayı, zinadan caydırıcı şeylere daha fazla ihtiyaç vardır.

b) Zina, nesebin bozulmasına, belirsiz hale gelmesine sebeb olur. Bunlar şehveti kesilmemiş ihtiyar kadınlarla yapılan cinsi münasebette de bu iki hususun söz konusu olmadığı söylenerek cevab verilir.

Ebu Hanife (r.h) de, görüşüne şunları delil getirmiştir:

1) Lûtilik, daha önce de bahsedildiği gibi, "zina" değildir. Binâenaleyh Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Bir müslümanın kanı, ancak şu üç sebebin birinden ötürü helal olur" hadisinden ötürü, öldürülmemesi gerekir.

2) Lûtilik, ne şer'î bir engelleyici (caydırıcı) hükme ihtiyaç duyulma bakımından, ne de cinayet (suç) olarak zinaya denk değildir. Binâenaleyh cezası bakımından da ona denk olamaz. Şer'î bir engelleyiciye ihtiyaç duyulmama hususunda ikisi arasında bir eşitliğin bulunmayışının delili şudur: Livataya, faili arzu duysa bile, mefûlü, tab'an buna arzu duymaz. Fakat zina böyle değildir. Çünkü zinaya sevkeden sebebler, her iki tarafta da mevcuttur. Zina ve Uvâtanın, suç olarak birbirlerinin dengi olmayışlarına gelince, zinada nesebin kaybolması, belirsiz hale gelmesi söz konusudur. Livatada ise böyle birşey yoktur. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, Livatanın ceza bakımından, zinaya denk olmaması gerekir. Bir de delil, haddin, zararı olduğu için, yürürlüğe konulmasını nefyeder. Fakat bu prensib ile zina konusunda amel edilmemiştir. Binâenaleyh bu prensibin livata konusuda, aslı üzere devam etmesi gerekir.

3) Zinanın cezası, sanki kadına verilmiş olan mehrin karşılığıdır. Binâenaleyh lûtilikte bir mehir olmadığına göre, hadd (cezası) da olmaz.

Ebu Hanife'nin birinci deliline şöyle cevap veririz: "Lûtilik, her ne kadar mahiyeti açısından zinaya denk olmasa da, hükümleri açısından denktir" ikinci delile şöyle cevab veririz: "Her ne kadar mefûl livataya arzu duymasa bile, bu failin aşırı istek ve arzusundan dolayı yapılır. Çünkü insan, yasaklanan şeylere meyyaldir. Üçüncü delile de şu şekilde cevap veririz: Bu ikisi arasında, mutlaka müşterek bir nokta vardır. Allah en iyi bilendir.

Hayvanla Cinsi Münasebet

Ümmet-i Muhammed, hayvanlarla cinsi münasebette bulunmanın haram olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.

Böyle bir münasebette bulunanın cezası hususunda, İmam Şafii tarafından şu görüşler belirtilmiştir:

Bu kimseye, zina haddi (cezası) gerekir. Binâenaleyh evli ise, recmedilir; bekarsa, yüz sopa vurulup, bir yıl sürgüne gönderilir.

b) Evli de olsa, bekâr da olsa, bu kişi öldürülür. Çünkü İbn Abbas (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir. "Kim bir hayvanla cinsi münasebette bulunursa, onu öldürün, onunla birlikte o hayvanı da öldürün' Tirmizi Hudûd, 23 (4/57); Ebu Davud, Hudûd, 29 (4/159).

Bunun üzerine İbn Abbas'a, "Ya o hayvanın suçu ne?" denildiğinde o, "Zannediyorum ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu sırf, maruz kıldığı o muamele sebebiyle etinin yenilmesini mekruh gördüğünden ötürü söylemiştir, diye cevap verir.

c) Şafii'den nakledilen en doğru görüşe göre -ki aynı zamanda Ebu Hanife, Mâlik, Sevri ve Ahmet b. Hanbel (r.hm)'in de görüşüdür- o kimseye "ta'zîr" cezası gerekir. Çünkü şer'î cezalar, nefsin temayül edip, arzu ettiği (bazı) şeylerden onu caydırmak için meşru kılınmıştır. Bu fiil ise, nefsin (normalde) arzu duyamayacağı şeylerdendir.

Alimler, İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edilen şu yukarıdaki hadisi, senedi zayıf olduğu için, zayıf kabul etmişlerdir. Böyle bir hadisin var olduğu farz edilse bile, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet edilen şu rivayetle tezad teşkil eder: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), yemek maksadının dışında, hayvanları kesmekten (Öldürmekten) nehyetmiştir.

Tazir Gerektim Haller

Kadınları fuhuşta çalıştırarak haram kazanç elde etmenin, ölü kimse ile cinsi temasta bulunmanın ve el ile istimna yapmanın cezası sadece tazirdir.

Zina Hakkında Hüküm

İkinci konu: Bu, zinanın hükümleri hakkındadır. Bil ki İslâm'ın ilk yıllarında zinanın cezası, evliler ve dullar için, müebbed hapis; bakire için ise söz ile eziyet vermekti. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kadınlarınızdan fuhşu irtikâb edenlere karşı içinizden dört şâhid getirin. Eğer şehâdet ederlerse, onları ölüm alıp gotürünceye kadar yahut Allah onlara bir yol gösterinceye kadar, kendilerini evlerde alıkoyun, (hapsedin). Sizlerden fuhşu irtikâb edenlerin her ikisine de eziyet edin. Eğer tevbe eder ve hallerini düzeltirlerse, artık onlara (eziyetten) vazgeçin" buyurmuştur. Hak teâlâ sonra bu hükmünü neshetti, (evliler ve) dullar için cezayı recm, bekârların zina cezasını da yüz değnek ve sürgün kılmıştır. Binâenaleyh şimdi bu iki meseleyi ele alalım:

Haricilerin Recmi İnkâr Etmeleri

Hariciler recmi kabul etmezler ve bu hususta şu delilleri ileri sürerler:

a) Allahü teâlâ, "O (cariyeler) evlendikten sonra bir fuhuş irtikâb ettiler mi o vakit hür kadınlar üzerine olan cezanın yarısı (verilir)" (nisa, 25) buyurmuştur. Binâenaleyh eğer evlilere recm cezası gerekseydi, kölelerin recminin, bunun yarısı olması gerekirdi. Fakat recmin yarısı olmaz.

b) Hak teâlâ Kur'ân'da küfür (inkâr), adam öldürme ve hırsızlık yapma gibi çeşitli günah ve isyanlardan bahsetmiş, fakat bunların hükümlerini, zinanınki kadar tafsilatlı bildirmemiştir. Baksana Cenâb-ı Hak, "Zinaya yaklaşmayın" buyurarak zinayı yasaklamış, sonra da bütün günahlarda olduğu gibi, peşisıra bunun cezasının cehennem olduğunu bildirmiş; üçüncü olarak sopalamaktan bahsetmiş; dördüncü olarak da bir grub mü'minin ceza verilirken orada hazır olmasını emretmiş; beşinci olarak "Allah'ın dini hususunda merhametiniz tutmasın" ifadesi ile de, o zâniye acımayı nehyetmiştir. Sonra altıncı olarak, müslüman bir kimseye zina iftirasında bulunana seksen değnek vurulmasını farz kılmış ve böyle bir cezayı, zinadan daha büyük oldukları halde, katillik ve kâfirlik iftirasında bulunanlar için vermemiştir. Yedinci olarak, "Onların şâhidliklerini ebediyyen kabul etmeyiniz" (Nûr, 4) buyurmuş; sekizinci olarak da, kendi hanımına zina isnadında bulunan kimseler için mulâaneyi (lanetleşmeyi) gerektiren ve (yalancı olanın) Allah'ın gazabına müstehak olması gibi cezalardan bahsetmiş; dokuzuncu olarak zâniye bir kadını ancak zâni bir erkeğin veya bir müşriğin alabileceğini söylemiş; onuncu olarak da zinanın tesbiti için, dört şahit bulunması gerektiğini bildirmiştir. Binâenaleyh ister az ister çok olsun zinanın hükümleri hususunda böylesine detaya inildiğine göre, bunun hükümlerinin en ileri derecesi olan recmin ihmâl edilmesi, zikredilmemesi caiz olmaz. Eğer recm meşru kılınmış olsaydı, izi ve tesiri çok olur, herkesçe bilinirdi. Allahü teâlâ, Kur'ân'da bunu açıkça zikretmediğine göre, bu onun farz olmadığını gösterir.

c) Hak teâlâ'nın "Zina eden kadın ve zina eden erkeğe, bunlardan herbirine yüzer değnek vurun" ayeti, bütün zina edenlere celde vurulmasının farz olduğunu gösterir. O zinâkârların bazısına, haber-i vahide dayanarak, recmin gerekli olduğunu söylemek ise, Kur'ân'ın bu umûmi nassının (hükmünün), haber-i vâhid ile tahsisini (sınırlandırılmasını) gerektirir ki bu caiz değildir. Çünkü Kur'ân'ın metni kesindir, haber-i vahidin metni ise kesin değildir. Kesin olan ise, zannî olandan üstündür.

Recmin Sübûtu

Müctehid imamların ekserisi, evli birisi zina ederse, recmolunacağı hususunda şu şekilde istidlal etmişlerdir: Herşeyden önce, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bu recm cezasını uyguladığı tevatür ile sabittir. Ebu Bekr er-Razi şöyle der: "Recm cezasının uygulandığını, Hazret-i Ebu Bekr, Hazret-i Ömer, Hazret-i Ali, Câbir b. Abdullah, Ebu Sa'id el-Hudri, Ebu Hureyre, Büreyde-el Eslemî, Zeyd b. Hâlid ve diğer birçok sahabe rivayet etmiş, haber vermişlerdir. Bu râvilerin bazısı, Ma'iz'in recmedildiği hadisesini rivayet etmişler, bazıları da Zahmiyye ve Gamidiyye'nin recmedilme hadisesini nakletmişlerdir. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh): "Eğer insanlar, "Ömer Allah'ın kitabına fazladan şeyler kattı" diyecek olmasalardı, bu recm hükmünü Kur'ân'ın içine yazar (yazdırır)dım" demiştir.

Recmi İnkâr Edenlere Cevap

Haricîlerin görüşlerine şu şekilde cevap verebiliriz: "Onların, "Zinanın cezası sadece celde (yüz sopa)dır" şeklindeki görüşlerine karşı şöyle deriz: "Bu takdirde, yani evlilerin zinasının cezasının recm olduğu söylenecek olursa, Kur'ân-ı Kerim haber-i vâhidle tahsis edilmiş olur" şeklinde bir iddia ileri sürülüyorsa, biz deriz ki: Aksine Kur'ân'ın bu nassı, haber-i vâhidle değil, mütevatir hadisle tahsis edilmiştir. Çünkü biz, recm hükmünün tevatür yoluyla rivayet edildiğini beyan etmiştik. Hem sonra biz, Usûl-u Fıkıh'da, Kur'ân'ın haber-i vahid ile tahsisinin de caiz olduğunu anlattık.

Haricilerin ikinci delillerine karşı cevaben deriz ki: Maslahatların değişmesi sebebiyle, şer'î hükümlerin değişmesi uzak görülecek birşey değildir. Binâenaleyh belki de recmin farz olmasını gerektiren o maslahat, bu husustaki o ilk ayetlerin nüzulünden sonra ortaya çıkmıştır.

Üçüncü delillerine şu şekilde cevap veririz: Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin, zina cezası olarak celde ve recmi birlikte uyguladığı rivayet edilmiştir ki bu, İmam Ahmed, İshak ve Davud(u Zahiri'nin) tercihi olan uygulamadır. Bunlar, bu iki cezanın birlikte uygulanması gerektiği hususunda şu delilleri ileri sürmüşlerdir.

1) Bu ayetin, umûmi (genel) oluşu celdenin, mütevâtir haber de recmin uygulanmasının farz olduğunu gösterir. Bu iki hüküm arasında bir tezad da yoktur. Dolayısıyla cemedilmeleri, (birlikte uygulanmaları) gerekir.

2) Hazret-i Peygambar(sallallahü aleyhi ve sellem), "Bekâr, bekâr ile zina ederse, bunların cezası yüz değnek ve bir yıl sürgündür. Evli evli ile (dul dul ile), bu işi yaptığında ise cezaları, yüz değnek ve taşla recmdir" Buhari. Vekale. 13; Müslim, Hudûd. 25. buyurmuştur.

3) Ebu Bekr er-Râzi, Ahkamu'l-Kur'an'ın da, İbn Cüreyc'den, o da Ibn Zübeyr'den, İbn Zübeyr de Câbir (radıyallahü anh)'den şunu rivayet etmiştir: "Bir erkek bir kadınla zina etmişti. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) emir verdi ve onlara sopa vuruldu. Sonra, bu erkeğin evli olduğu haber verilince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu sefer onun recmedilmesini emretti."

4) Rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Ali (radıyallahü anh), Şerâha el-Hamedaniyye ye celde cezası uygulamış, sonra recmetmiş ve müteakiben: "Ona, Allah'ın kitabına göre sopa vurdum, Resûlullah'ın sünnetine göre de recmettim" demiştir.

Bil ki müçtehidlerin ekserisi, evli kimsenin recmedileceği, fakat sopa vurulmayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Onların bu husustaki delilleri şunlardır:

1) Asîf (işçi) kıssası. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ey Üneys şu adamın karısının yanına git, eğer (zinasını) itiraf ederse, onu recmet" Müslim, Hudûd, 12 (3/1316). buyurmuş ve celdeden bahsetmemiştir. Eğer recm ile birlikte celde de gerekseydi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), mutlaka bundan da bahsederdi.

2) Ma'iz hadisesi, çeşitli şekillerde rivayet edilmiştir. Ama o rivayetlerin hiçbirinde, recm ile birlikte celdeden bahsedilmemiştir. Binâenaleyh eğer, recmin yamsıra celde (sopa) da gerekseydi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mâ'iz'e önce celde vururdu. Eğer ona celde vurmuş olsaydı, recm olunuşu rivayet edildiği gibi, bu da rivayet olunurdu. Çünkü rivayet edilme bakımından, biri diğerinden daha evlâ değildir. Gamidiyye Kıssasında da durum böyledir. Çünkü o, zina ettiğini ikrar etmiş, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, çocuğunu doğurduktan sonra onu recmettirmiştir. Eğer ona sopa (celde) cezası da uygulanmış olsaydı, bu da nakledilirdi.

3) Zühri'nin, Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe'den, onun da İbn Abbas (radıyallahü anh)' dan rivayet ettiğine göre, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Aradan uzun zaman geçer de, birisi kalkıp, "Biz Allah'ın kitabında recm hükmünü görmüyoruz" der ve böylece Allah'ın indirdiği bir farzı, insanlar terkederek sapıtır diye endişe ediyorum. Çünkü biz, "Yaşlı (evli) bir erkek ve kadın zina ederlerse, onları kesinlikle recmedin " şeklinde (bir ayet) okuyorduk. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), recm cezasını uyguluyordu. Ondan sonra bizler de uyguladık." Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) böylece, Allah'ın recmi farz kıldığını haber vermiştir. Binâenaleyh eğer recm ile birlikte celde cezası da gerekseydi, o mutlaka bunu da zikrederdi.

Recmin yanısıra celdenin de uygulanacağını söyleyen kimselere şöyle cevap veririz: Onlar bu hususta ayete tutunmuşlardır. Hâlbuki ayet, muhsan (evli) olanlarla ilgilidir. Kur'ân'ın umûmi hükmünü, mütevâtir haberle tahsis etmek imkânsız değildir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Evli evli ile (dul dul ile), bu işi yaptığında ise cezalan yüz değnek ve taşla recmdir" hadisine gelince, belki de bu, "Ya Üneys, şu kadına var, eğer zinasını itiraf ederse, onu recmet" hadisinden önce söylenmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, zina eden bir kadına önce cetde vurup, sonra recmetmesi meselesine gelince, belki de Hazret-i Peygamber önce, evli olduğunu bilmediği için sopa vurdu. Sonra onun evli olduğunu öğrenince, onu recmetti. Bu, aynı zamanda Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin tatbikatıyla ilgili rivayete de bir cevaptır. Bütün bunlar cevap hususunda söylenebilecek şeylerdir. Allah en iyi bilendir.

Bekâr Zaninin Cezası

Şafii (r.h), bekâra uygulanacak zina cezasında, celde ve sürgünün birlikte olacağını söylerken; Ebu Hanife (r.h), bunun cezasının sadece celde olduğunu, sürgünün ise imâmın (devlet başkanının) re'yine bırakıldığını söylemiştir. İmâm Mâlik ise, zâni erkeğin hem sopalanıp, hem sürgün edileceğini, zâniye kadının ise sopalanacağını, ama sürgün edilmeyeceğini söylemiştir. Şafiî (r.h)'nin delili, Ubâde (radıyallahü anh)' nin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)' den rivayet ettiği şu hadistir: "(Zinakârlar hakkındaki hükmü) benden alıp (öğrenin), benden alıp (öğrenin): Allah o (zina eden) kadınlar için işte bir ol gösterdi: bekâr ile zina ederse, bunların cezası yüz değnek ve bir yıl sürgündür. Evli evli ile (dul dul ile) bu işi yaptığında ise, cezalan yüz değnek ve taşla recmdir. Müslim. Hudûd, 12 (3/1316).Buna, Ebu Hureyre (radıyallahü anh) ile Zeyd b. Hâlid (radıyallahü anh)'in rivayet ettikleri şu husus da delâlet etmektedir. Bir adam, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldi ve "Ya Resulullah, oğlum falanca adamın hakkına tecâvüz etti, hanımıyla zina etti. Buna karşılık, bir köle ve yüz koyunu (o adama) fidye olarak verdim. Daha sonra bilenler, oğlumun cezasının yüz değnek ve bir yıl sürgün, o kadının cezasının ise recm olduğunu söylediler. Aramızdaki hükmü ver" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Canım elinde olan Zât'a yemin ederim ki, hiç şüphesiz aranızda Allah'ın kitabıyla hükmedeceğim. O koyunlar ve köle sana geri verilecek. Oğlunun cezası yüz sopa ve bir yıl sürgündür" buyurdu ve sonra Eşlem Kabilesi'nden birisine dönerek, "Ey Üneys, şu adamın karısının yanına git, eğer zinasını itiraf ederse, onu recmet" Buhâri, Ahad. 1; Müslim, Hudûd, 25 (3/1325). dedi.

Hanefiyeye Göre Sürgün Cezası Yok

Ebu Hanife (r.h) ise, sürgünün olmayacağı hususunda şu izahları yapmıştır:

1) Sürgünü gerekli görmek, ayetin hükmünü nesh demek olur. Halbuki Kur'ân, haber-i vâhidle neshedilemez. Hanefîler bu neshi şu üç şekilde izah etmişlerdir:

a) Cenâb-ı Hak, celde (sopa)yı, zina hadisesine, fâ edâtıyla bağlamıştır. Fâ edatı ise, ceza (cevap) içindir. Fakat dil âlimleri şöyle derler: "Allah'dan başkasına yemin etmek, hem bir şart, hem bir ceza (cevap) söylemek demektir." Dil âlimleri, şartı, başına İn (eğer) kelimesinin dâhil olduğu şey; cezayı (cevabı) da, başına fâ harfi gelen şey olarak izah etmişlerdir. Ceza kendisiyle kifayetin (yeterliliğin) meydana geldiği şeye denilip, Arapların, "Biz ona yettik" manasında söyledikleri (......) şeklindeki deyimlerinden alınmıştır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)

"O sana yeter. Ama senden sonra hiç kimse için yeterli olmaz" buyurmuştur. "Su ve ot, deveye yetti" denilişi de bu köktendir. Kendisiyle birlikte başka bir ceza gerekli olmazsa, ancak o zaman "celde" ile yetinme meydana gelmiş olur. Binâenaleyh celdenin yanısıra başka bir cezayı gerekli görmek celdenin yeterli olmadığını kabul etmek olur.

b) Ayette bahsedilen sadece celde olduğuna göre, cezanın tamamı budur. Binâenaleyh eğer biz, celde ile birlikte sürgünün de olması gerektiğini söylersek, o zaman celde cezanın tamamı değil, bir kısmı olmuş olur ki, bu da celdenin cezanın tamamı oluşu hususunu nesh demek olur.

c) Celdenin, cezanın tamamı olması halinde, buna o zâninin şâhidliğini kabul etmeme de cezaya dâhil olur. Binâenaleyh eğer celdeyi, cezanın bir kısmı sayacak olsak, o zaman bu hüküm zail olmuş olur. Böylece de sürgünün gerekli görülmesinin, bu ayetin neshi demek olacağı sabit olur.

2) Ebu Bekr er-Râzi şöyle der: "Eğer celdenin yanısıra, sürgün de gerekseydi, bu ayeti okurken sahabenin, ayeti duydukları zaman, celdenin cezanın tamamı olduğunu sanmamaları için. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onları bundan haberdâr etmesi gerekirdi. Eğer böyle olmuş olsaydı, bu sürgün hükmü, tıpkı ayetin hükmünün herkesçe bilinmesi gibi bilinirdi. Sürgün ile ilgili rivayetler bu dereceye ulaşamayıp, aksine âhâd yollardan geldiğine göre, bunun söz konusu olmadığı anlaşılır.

3) Ebu Hureyre (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, cariyeler hakkında şöyle dediğini rivayet etmiştir: "(Bir câriye) zina ederse, ona celde vurun. Yine zina ederse, yine celde vurun. Yine zina ederse yine celde vurun. Sonra onu, bir yulara bile olsa satın gitsin. Buhâri, Hudûd. 36: Müslim, Hudûd, 30-32 (3/1328).

Bir başka rivayette ise "(Sahibi) ona haddi uygulasın. Bu ceza verişinden dolayı ayıplama olmaz" Buhari, Itk 17. buyurulmuştur. Bu hadislerle şu şekilde istidlal edilmektedir: Eğer sürgün de söz konusu olsaydı, o zaman Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), sopanın yanında bunu da zikrederdi.

4) Câriye hakkında sürgün ya meşru kılınmıştır, ya kılınmamıştır. Bunun meşru kılınmış olması mümkün değildir. Çünkü bundan, kendisinden bir suç sâdır olmadığı halde efendisinin zarara uğraması söz konusu olur. Bu ise caiz değildir. Bir de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Sonraonu, bir yulara bile olsa satın gitsin" buyurmuştur. Eğer onun sürgünü gerekseydi, satılması mümkün olmazdı. Çünkü sürgün edildikten sonra, satın alana teslimi mümkün değil. Sürgünün câriye için meşru olmamış olması da mümkün değildir. Çünkü Hak teâlâ, "Onlara, hür kadınlar üzerine olan cezanın yarısı verilir" (nisa, 25) buyurmuştur.

5) Eğer sürgün sadece erkek hakkında meşru olmuş olsaydı, o zaman kadın hakkında da ya meşru olurdu, ya olmazdı. İkinci ihtimal söz konusu olamaz. Çünkü suçtaki eşitlik, her ikisi hakında da vardır. Eğer kadın hakkında bu sürgün meşru olmuş olsaydı, o zaman bu iş ya sadece onun için uygulanırdı, ya da mahremi olan birisiyle birlikte uygulanması gerekirdi. Birincisi, hem naklî, hem aklî delilden ötürü caiz değildir. Nakli delil, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Bir kadının, yarımda mahremi olmaksızın yolculuk etmesi helâl değildir" Müslim. Hacc, 413, 424 (2/975).hadis-i şerifidir.

Aklî delil ise şudur: Şehvet, kadınlarda daha çoktur. Dinî hüküm ve cezalarla caydırma, inanan ve samimi olan insanlar için geçerlidir. Çünkü kadınların genel olarak zina etmemeleri, başlarındaki muhafız erkeklerin varlığına ve yakınlarından utanmalarına bağlıdır. Sürgün etmekle ise kadın, yakınlarının ve koruyucularının elinden çıkmış olur. Böylece kendisini tanıyanlardan uzaklaştığı için hayâsı azalır ve zina kapısı açılır. Kadınlar genellikle fakirdirler. Yolculukta fakirlikleri ve ihtiyaçları daha fazla dur. Bütün bunların hepsi, fuhuş kapısının o kadına açılmasına sebeb teşkil etmiş olur.

"Biz o kadını ya kocasıyla, ya bir mahremiyle birlikte sürgüne göndeririz" demek de mümkün değildir. Çünkü suçsuzu cezalandırmak, "Hiç kimse, hiç kimsenin günah yükünü yüklenmez" (İsra, 15) ayetinden ötürü caiz değildir.

6) Hazret-i Ömer'in, Rabl'a b. Ümeyye h. Halefi içki içmesinden ötürü Hayber'e sürdüğü; Rabi'a'nın Bizans İmparatoru Hirakl'e kaçtığı, bunun üzerine Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in: "Bundan sonra artık hiç kimseyi sürgün etmeyeceğim" dediği rivayet edilmiştir. Hazret-i Ömer, bu ifadesinde zina (işleyeni) müstesna tutmamıştır. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin de, bekârlar hakkında şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bunlar zina ettiklerinde, celdelenirler (sopalanırlar), ama sürgün edilmezler. Çünkü onları sürgün etmek, fitne sebeblerindendir."

İbn Ömer (radıyallahü anh)'den de, kendisinin zinakâr bir cariyesinin olduğunu, bundan dolayı ona celde(sopa) vurduğu, ama onu sürgün etmediği rivayet edilmiştir. Binâenaleyh eğer sürgün etmek zina cezasında gerekli birşey olsaydı, bu husus büyük sahabilere saklı ve gizli kalmazdı.

7) Rivayet olunduğuna göre bir ihtiyar, bir cariyenin üzerinde, onun ayıp yerinde günaha girerken yakalandı. Bu adam Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e getirildi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Ona yüz sopa vurunuz" dedi. Bunun üzerine, "O buna dayanamaz" denildi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Üzerinde yüz salkım bulunan bir hurma salkımı (dalı) alın, ona onunla (bir kere) vurun ve bırakın gitsin" İbn Mace, Hudud, 18 (2/859) buyurdu. Eğer sürgün gerekli olsaydı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) mutlaka onu sürgün ederdi. İmdi eğer, "O hareket edemeyen güçsüz bir kimse olduğu için, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onu sürgün etmemiştir" denilirse, biz deriz ki: "O zaman Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, onu üzerine bindirip sürgüne göndereceği bir hayvanı, Beytülmal'den kiralaması gerekirdi. Buna göre, "Belki de o kimse, o hayvana binmekten de âcizdi" denilirse biz deriz ki: "Zinaya gücü yeten, nasıl olur da, hayvana binip üzerinde durmaya kadir olamaz."

8) Sürgün etmek, öldürmenin bir eşidir. Çünkü Hak teâlâ, "Kendinizi öldürün yahut yurtlarınızdan çıkın" diye yazsaydık" (Nisa, 66) buyurmuş ve böylece ikisini birbirine denk olarak zikretmiştir. Binâenaleyh bekar bir kimsenin, zina etmesi halinde, Allahü teâlâ onu öldürmeyi meşru kılmadığına göre, bunun dengi olan sürgünün de meşru kılınmamış olması gerekir.

Bunlardan birincisine şöyle cevap verilir: Allah'ın kelâmında, (ilgili ayette), cetdeyi emreden ifadenin başına (fâ) edatının getirilmesinden başka bir husus söz konusu değildir. "Başına bu edat gelen ifâde, (şartın) cezasıdır" şeklindeki söz, ne Allah'ın sözü, ne de Resûlullah'ın sözüdür. Aksine bu, bir kısım edebiyatçıların görüşüdür. Dolayısıyla bu, delil olmaz. Onun İkinci olarak söylediği, "Eğer sürgün meşru olsaydı, celde zina cezasının bütünü olmazdı" şeklindeki görüşüne karşı deriz ki: "Sürgün işinin zail olduğu hususunda bir niza (münakaşa) yok. Çünkü hiçbir şeyin isbatı, var olan o şeyin yokluğunun zail olduğunu gerektirmekten daha az değildir. Fakat burada zail olan şer'i bir hüküm değil, aksine sırf berâ'at-i asliyyedir. Bu gibi zail oluşların, haber-i vâhid ile isbatı imkânsız değildir. Biz, "zail olan, sırf asli yokluktur" dedik. Çünkü celde cezasının olduğunu söylemek, sürgün cezasının olduğunu söylemek ile, sürgünün yanısıra celdenin olduğunu söyleme arasında, müşterek bir mefhumdur. Her iki kısım arasında, müşterek miktar ise, iki kısımdan biri ile anlaşılamaz.

O halde, celdenin olduğunu söylemede, kesinlikle, sürgünün ne gerekli olduğuna ne de gerekli olmadığına dâir bir işaret yoktur. Fakat sürgün etmeme, beraat-i asliyyeye nazaran aklen bilinmiştir. Dolayısıyla haber-i vahid gelip, sürgünün gerekli olduğuna delâlet edince, celdenin farziyetine delalet eden lafzın mana ve medlullerinden hiçbirini izale etmemiş, sadece beraat-i asliyyeyi izale etmiştir. "Fakat celdenin tek başına yeterli olması, onun yalnız başına zina cezasının tamamı olması ve insanın şahidliğinin kabul edilmemesinin buna dayanması gibi hususlar, bu cezaya ilavenin nefyine tâbidir. Binâenaleyh bu nefy işi, aklen malum olunca, bu husustaki haber-i vahidi kabul etmek de mümkündür. Bu tıpkı şuna benzer: Eğer farzlar, beş tane olsaydı, mükellefiyetten kurtulmak onları edaya dayanırdı. Şâhidliğin kabul edilmesi hususunda, başka bir şey ilave edilecek olsaydı, onun haber-i vahid ve kıyasla isbatının yanısıra, mükellefiyetten kurtulma ve şahidfiği kabul işi, o fazlalığı edaya varıp dayanırdı. İşte burada da böyledir. Ama şayet Cenâb-ı Hak, "Celde, sopa, "hadd"in tamamıdır" demiş olsaydı ve biz de, sadece bu "hadd"in, cezanın, şehadetin reddedilme sebebi olduğunu bilmiş olsaydık, işte bu noktada, ek, ilave bir cezanın bulunduğunu isbat hususunda, "haber-i vâhid" kabul edilmezdi. Çünkü ilâve bir cezanın bulunmadığı, mütevatir şer'î bir delil ile sabit olmuştur.

İkincisine şu şekilde cevap verebiliriz: Eğer onun ileri sürmüş olduğu şey, doğru olmuş olsaydı, o zaman ifadesi umumî olan ayeti tahsis eden herşeyin, meşhur olma açısından bu ayetin mertebesine çıkması gerekirdi. Hâlbuki böyle olmadığı malumdur.

Üçüncüsüne şöyle cevap verebiliriz: Hazret-i Peygamber'in, "Sonra, onu satınız" sözü, "takib" (hemen, derhal) manasını ifade etmez. Belki de o cariye, önce sürgün edilmiş, sürgün edildikten sonra da satılmıştır.

Dördüncüsüne şu şekilde cevap verebiliriz: Bu, Tirmizî'nin, el-Câmi'inde rivayet ettiği şu hadise terstir: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), sopaladı "celde" vurdu ve sürgün etti. Ebu Bekir de, sopa vurdu ve sürgün etti."

Besincisine de şu şekilde cevap verebiliriz: Kölenin sürgün edilmesi hususunda, Şafii (r.h)'nin iki görüşü bulunmaktadır:

a) Sürgün edilmez. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Sizden birisinin cariyesi zina ettiğinde, ona hadd uygulasın " Kenzü'l-ummâl, 5/13114. buyurmuş, fakat sürgün etmeyi emretmemiştir. Bir de, sürgün etmek, eziyyet vermek ve sıkıntı çektirmek içindir. Halbuki köle olan kimse için, sürgün etmede eziyyet bulunmaz. Çünkü o, (zaten) elden ele dolaşmakta, satılmaktadır. Bir başka husus da, kölenin sağladığı menfaatlerin efendisine ait olmasıdır. Binâenaleyh, kölenin sürgün edilmesinde, efendisine zarar verme söz konusudur.

b) Daha doğru olanı, bu görüşe göre sürgün edilir. Çünkü Cenâb-ı Hak, " o vakit üzerlerine hür kadınlar üzerindeki cezanın yarısı verilir" (Nisa, 25) buyurmuştur. Her ne kadar efendisi zarar görse dahi, mürted olması sebebiyle kölenin öldürülmesi ve zina ve iftira sebebiyle sopalanması durumunda olduğu gibi, efendisinin göreceği zarar nazar-ı dikkate alınmaz. Binâenaleyh, o halde ne kadar süreyle sürgün edilir? İşte bu hususta iki görüş vardır:

1) Altı ay sürgün edilir. Çünkü bu da bölünmeyi, yarılanmayı kabul eder. Nitekim onun sopalanma cezası da, hürlerin cezasının yarısıdır.

2) Bir yıl süreyle sürgün edilir. Çünkü sürgün etmenin gayesi, onu huzursuz etmek ve korkutmak olup, bu da kişinin yaratılışıyla alâkalı olan bir husustur. Binâenaleyh, bu hususta tıpkı ilâ ve "ünne" (cinsi münasebetten acizliğin) müddeti gibi, hür ve köle, eşit olur.

Altıncısına şöyle cevap verilir: Kadın, yalnız başına sürgün edilemez, tam aksine mahremiyle birlikte sürgün edilir. Eğer mahremi, o kadınla birlikte çıkıp gitme fedakârlığını göstermezse, mahreminin ücreti Beytü'l-mâl'den ödenir. Yok, eğer onun bir mahremi yoksa, tıpkı kendileriyle birlikte hacca gidebildiği gibi, güvenilir kadınlarla birlikte sürgün edilir. Onun, "Sürgün etmek, o kadına zina kapısını açar" şeklindeki sözüne gelince, biz bunu kabul edemeyeceğimizi beyan ederiz. Çünkü zinanın ekserisi, ülfetle, ünsiyyetle ve kalbi bu işe yöneltmekle olur. Hâlbuki bu hallerin, bu şeylerin ekserisi ise, sürgün ile yok olur, atalete uğrar. Çünkü insan bu durumda, bir tedirginliğedir yorgunluğa ve bir bitkinliğe düşer. Binâenaleyh, böylece de, zina etmeğe zaman bulamaz.

Yedincisine de şu şekilde cevap verilir: Hayvana binmekten (yolculuktan) aciz olan insanın, zinaya kadir olması niye uzak görülsün?

Sekizincisine de şu şekilde cevap verilir: Tazir kasdı ile sürgün mümkündür. Sizin (sekizinci) iddianız bu esasla nakzedilir. Allah en iyisini bilendir.

Eliflamın Umum İfade Edip Etmemesi

İmamlar, Cenâb-ı Hakk'ın, "Zina eden kadınla zina eden erkekten " ifadesinin, bütün zinakârlar hakkında, o hükmü ifade ettiği hususunda ittifak etmişlerdir. Ancak ne var ki onlar, bu delâletin keyfiyyeti hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olmak üzere kimileri, "Zina eden erkek lafzı, umûm ifade eder" demişlerdir. Halbuki tercihe sayan olan, umûm ifade etmediğidir. Bunun delilleri şunlardır:

a) Bir kimse veya "Elbiseyi giyindim, suyu içtim" dediğinde, onun bu sözü umûm ifade etmez.

b) Bu ifadeyi, kendisiyle çoğul kelimelerin tekit edildiği şey ile tekid etmek, caiz değildir. Binâenaleyh, "Adam, bana topluca geldi" denilemez.

c) Bu gibi kelimeler, çoğul olan sıfatlarla da sıfatlanamazlar. Binâenaleyh, "Bana, fakirler olan adam geldi" ve "Fazıl kimseler olan fakih konuştu" denilemez. Ama Arapların "İnsanlar beyazlar olan dirhemi, yani gümüşü ve, sarılar olan dinarı yani altını tükettiler" şeklindeki sözlerine gelince, hep böyle olmaması deliliyle, mecazdır. Yine, eğer "Sanlar olan dinar" ifadesi hakikat olsaydı, tıpkı "sanlar olan dinarlar" ifadesi hakikat olduğunda, "san dinarlar" ifâdesi mecaz olacağı gibi, o zaman, "sarı dinar" ifadesinin de mecaz olması gerekir.

d) O zinâkâr erkek, bu zinakar erkeğin bir parçasıdır. Binaenaleyh, bu zinâkâr erkeğe sopayı gerekli kılmak, o zina eden erkeğe de sopayı gerekli kılmadır. Binâenaleyh, şayet o zina eden erkeğe sopayı gerekli kılmak, her zina eden erkeğe sopayı gerekli kılmak demek olsaydı, o zaman zina eden bu erkeğe sopayı gerekli kılmak zina eden her erkeğe sopayı gerekli kılmayı neticelendirirdi. Böyle olmadığına göre, onların söylemiş oldukları o şey batıl olmuş olur.

İmdi şayet, "Mutlak lafız, ancak "tayîn" lafzından âri olmak şartıyla umûm ifade eder. Yahut da, mutlak lafız, her ne kadar umumiliği iktiza etse bile, ancak ne var ki "tayin" lafzı, hususiliği gerektirir" denilmesi niçin caiz olmasın?" denilirse, biz deriz ki: Birincisi batıldır. Çünkü yokluğun, tesirde bir payı bulunmaz. İkincisi de, bir çelişkiyi gerektirir ki, bu da aslolanın zıddıdır.

e) "İnsan ancak gülen varlıktır" cümlesini ele alalım. Bu cümlede geçen İnsan sözünden "bütün insanlar" anlaşılsaydı, bu tıpkı "her insan gülen varlıktır" demek durumunda olurdu. Hâlbuki bu, mütenakız bir durumdur. Çünkü bu ifade, insan olmanın, her bir insana hasredilmesini gerektirir. Hasnn manası ise, başkasında değil, sadece onda sabit olmasıdır. Binâenaleyh, bu ifade, herbir insan şahsının başka bir şey değil, sadece gülen olduğu neticesini verir. Karşı taraf buna şu iki şekilde delil getirmiştir:

a) Bu gibi ifadelerden, istisna yapılabilir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Muhakkak insan kat'i bir ziyandadır. Ancak iman edenlerle güzel güzel amellerde bulunanlar böyle değil" (asr, 2-3) buyurmuştur. Hâlbuki istisna, yapılmaması halinde, sözün muhtevasına girecek şeyleri, o sözden çıkarmak için yapılır.

b) Eliflâm, tarif içindir. Hâlbuki bu tarif, mahiyetin tarifi için değildir. Çünkü mahiyetin tarifi, zaten ismin kendisiyle tahakkuk etmiştir. Yine bu tarif, bizatihi bir şeyin tarifi için de değildir. Çünkü lafızda buna bir delâlet bulunmamaktadır. Yine bu tarif, hususilik derecelerinden herhangi birisi için de yapılmamıştır. Çünkü bu derecelerin bir kısmı, diğer bir kısmından daha üstün değildir. Binâenaleyh bunu hepsinin tarifi manasına hamletmek gerekir.

Bunlardan birincisine şu şekilde cevap verebiliriz: O istisna, mecazi bir istisnadır. Bunun delili ise, "Müminler hariç, insanı gördüm" denilmesinin -doğru olmadığıdır. İkincisine de şu şekilde cevap verilebilir: Senin bu sözün, eliflâmın, ' cemi sığalarına gelmesiyle bir müşkillik arzeder. Binâenaleyh, şayet onun burada tekid için gelmiş olduğunu söylersen, işte orada da böyledir. Bazı kimseler de şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Hakk'ın ifadesi her ne kadar lafzı bakımından umûm ifade etmese bile, ancak ne var ki bu ifade, bu umumiliği karineler bakımından ifade etmiştir. Bu, şu iki sebeptendir:

a) Hükmün, müşterek bir vasfa dayanması, o vasfın, o hükmün illeti olduğunu gösterir. Hele hele vasıf, uygun bir vasıfsa. İşte, burada böyledir. Binâenaleyh bu, zinanın, o haddin farz olmasının illeti ve sebebi olduğuna delâlet eder. Bu sebeple de, "Her ne zaman zina hadisesi gerçekleşirse, illet malûlünden ayrılamayacağı gerekçesiyle, "celde"nin farziyyeti de tahakkuk eder" denilmesi gerekir.

b) Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesinden, ya bütün zina yapanlar yahut da onların bir kısmı kastedilmiştir. Eğer ikincisi olursa, ayet mücmel olur. Ayetin mücmel oluşu ise, kendisiyle amel etme fırsatına mani olur. Ancak ne var ki, onunla amel etmek emredilmiştir. Vacibin (farzın), ancak kendisiyle tamamlandığı şey de, vacib (farz)dır. Binâenaleyh, kendisiyle amel edilebilmesi için, bu ifadeyi umumiliğe hamletmek gerekir. Allah en iyisini bilendir

Recm Veya Celde Gereken Haller

Üçüncü konu: Zinanın bazan recmi, bazan da celdeyi gerektirmesi hususunda nazar-ı dikkate alınan şartlar hakkındadır. İmdi, biz deriz ki: Ulemâ, zinanın, bu iki hükmü (yani bazan recmi, bazan celdeyi) gerektirici olmasının, akıl ve buluğ şartına bağlı olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Binâenaleyh, çocuğa ve deliye, ne recm ne celde gerekmez. Hâlbuki bu iki şart, bu iki hükme has olmayıp, tam aksine bunlar, bütün şerl cezalarda nazarı dikkate alınmışlardır. Bunların recmi gerektirmesine gelince, aklın ve buluğa ermenin yanısıra, diğer şu şartların da mutlaka bulunması gerekir:

Recm'in Şartları

Birinci şart: Hürriyet... Âlimler, kölenin kesinlikle recmedileceği hususunda icmâ etmişlerdir. İkinci şart: Sahih, muteber bir nikâhla evlenmiş olma. Binaenaleyh, "ihsan" vasfı, mitk-i yeminle cinsi münasebette bulunmak, şüpheli bir vat'da, cinsi münasabette bulunmak fasit bir nikâhla tahakkuk etmez.

Üçüncü sıfat: Duhul (Halvet ve Zifaf). Bu vasfın mutlaka bulunması gerekir, çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Dul (evli) dul ile (münasebette bulunduklarında recmedilirler)" buyurmuştur. O kadın, ancak vat' (münasebet) ile dul olur. Burada şu iki mesele ortaya çıkar.

Birinci Mesele

(Sahih) bir nikâhla münasebette bulunmanın, buluğ, hürriyet ve akıl vasıflarına bağlanmış olması şartı var mıdır? Bu hususta şu iki izah yapılmıştır:

a) Bu, şart değildir. Hatta bir köle, bir cariye ile sahih bir nikahla münasebette bulunsa, yahut da o, deli veya küçükken münasebette bulunsa, sonra da buluğa erse (akıllansa), bundan sonra zina etse, bu kimseye recm gerekir. Çünkü bu, kendisiyle ilk koca için helalliğin meydana geldiği bir münasebettir. Binâenaleyh tıpkı bulûğa ermesi (akıllanması) halindeki münasebet gibi, bununla "muhsan" oluş vasfı meydana gelir. Bir de nikâh akdi, bulûğa ermeden veya deli iken olabilir. Binâenaleyh, cinsi münasebette bulunma da böyledir.

b) Nassın zahiri olup en doğru olan ve aynı zamanda Ebû Hanîfe'nin de benimsediği görüşe göre, (sahih) bir nikâhla münasebette bulunmanın, buluğ, hürriyet ve akıl vasıflarının tahakkukundan sonra olması şarttır. Çünkü Ebu Hanîfe, en mükemmel bir biçimde, yani sahih bir nikâhla münasebette bulunmayı şart koşunca, o bu münasebette bulunmanın kemâl halinde, (buluğa erdikten sonra ve delilik halinin dışında) olmasını da şart koşmuştur.

İkinci Mesele

Kemâl vasfı, her iki taraf için mi nazar-ı dikkate alınan bir vasıftır, yoksa onlardan herbirinde, arkadaşının değil de sadece kendisinin kemâli mi nazar-ı dikkate alınır? Bu hususta da iki görüş bulunur:

a) Bu, her iki taraf için de nazar-ı dikkate alınan bir husustur. Öyle ki, bir çocuk, baliğ, hür ve âkile bir kadınla cinsi münasebette bulunsa, o çocuk o kadını muhsan, evli yapamaz. Bu, Ebu Hanîfe ve İmam Muhammed'in görüşüdür.

b) Her birinde, bizzat kendisinin kemali nazar-ı dikkate alınır. Bu, Ebu Yusuf (r.h)'un görüşüdür.

Birinci görüşün delili şudur: Bu, cinsi münasebette bulunan iki taraftan birisi için, "muhsan" olmayı ifade etmeyen bir münasebette bulunmadır. Binâenaleyh, tıpkı cariyenin vat' edilmesi gibi, diğerinde de "muhsan" olmayı ifade edmez.

İkinci görüşün delili ise şudur: Tarafların, nikâh yapılırken, muhsan sıfatı üzere bulunmaları şart değildir. Duhûl esnasında da bu şart değildir.

Dördüncü şart: Müslüman olma, Şafii (r.h) ve Ebu Yusuf'a göre, zinanın recmi gerektirmesi hususunda şart değildir. Ebu Hanîfe (r.h) ise, bunun şart olduğunu söylemiştir.

Şafii'nin delilleri şunlardır:

a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Onlar cizyeyi kabul ederlerse, onlara müslümanların lehine olanların onların da lehine olduğunu; müslümanların aleyhine olanların onların da aleyhlerine olduğunu haber verin, söyleyin" Ebu Davud, Cihad, 90 (3/37) benzeri hadis. buyurmuştur. Zinaya yeltenmesi halinde, kişiye recmin vâcib olması, müslüman aleyhine olanlar cümlesindendir. Binâenaleyh, eşitliğin sağlanabilmesi için, zımminin de böyle olması gerekir.

b) Mâlikin Nâfî'den, Nâfiin de İbn Ömer'den rivayet ettikleri şu hadistir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), zina eden bir yahudi erkekle, zina eden bir yahudi kadını recmetti. Binâenaleyh bu noktada, şu söylenebilir: Hazret-i Peygamber, bu hükmü, ya kendi şeriatına göre vermiştir, yahut da kendinden öncekilerin şeriatına göre vermiştir. Eğer birincisi olursa, bununla nasıl istidlal edileceği açıktır. İkincisi de böyledir. Çünkü o, O'nun için bir şeriat olmuş olur.

c) Kâfir kimsenin zina etmesi, müslüman kimsenin zina etmesi gibidir. Binâenaleyh kâfire müslümana ne gerekiyorsa, aynı ceza gerekir. Bu böyledir, çünkü zina haram ve çirkindir. Dolayısıyla insanları bundan menetmek (caydırıcı cezalar koymak) uygun olur. Recmi gerekli kılmak, zinadan caydırmaya elverişli bir cezadır. Geriye sadece küfür ve iman bakımından olan farklılık kalmaktadır. Küfür, her nekadar cinayetin (suçun) ağırlaştırılmasını gerektirmese de, onun hafifletilmesini de gerektirmez.

Ebu Hanîfe (r.h)'nin delilleri ise şunlardır:

1) O, ayetteki "Zina eden kadınla, zina eden erkekden herbirine" ifadesinin, umûm oluşuna sarılmıştır. Bu ayet ile, müslüman hakkında amel etmek vâcibtir. Fakat zımmide bulunmayan bir manadan (sıfattan) ötürü, bununla onun hakkında amel etmek vâcib değildir. İkisi arasındaki farkın izahı şudur: Taşlarla recmetmekle zina edeni öldürmek, büyük bir cezadır. Dolayısıyla bu ceza, ancak büyük bir suça karşılık söz konusu olur. Suç ise, cani (suçu işleyen) hakkında, küfrân-ı nimette bulunmasından dolayı aklen ve şer'an büyüktür. Aklen büyük oluşu şöyledir: Günah, bir küfran-ı nimet (nankörlük)tür. Nimetler daha çok ve daha büyük olduğu zaman, onlara karşı nankörlük de o derecede daha büyük ve daha çirkin olur. Şer'an büyük oluşu da şöyledir: Allahü teâlâ, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hanımları hakkında, "Ey Peygamber zevceleri, içinizden kimi açık bir terbiyesizlik ederse onun azabı iki kat artırılır" (Ahzab, 30) buyurmuştur. Binâenaleyh, Allahü teâlâ'nın nimetleri, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hanımları hakkında daha çok tahakkuk ettiği için, onlar hakkındaki ilâhî azab tehdidi de daha çok olmuştur.

Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında Cenâb-ı Hak, "Eğer sana sebat vermiş olmasaydık, sen onlara (belki) biraz meyledecektin. O takdirde ise biz, dirimin de katmerli, ölümün de katmerli (acısını) sana tamracaktık muhakkak" (İsra, 74-76) buyurmuştur. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e verilen nübüvvet, en büyük bir nimet olduğu için, ondan sâdır olabilecek herhangi bir masiyet de o nisbette büyük olur. Allahü teâlâ'nın, evli müslümana olan nimeti, zımmiye olan nimetinden daha çoktur. Binâenaleyh müslümanın işleyeceği günah daha büyük demektir. Bu sebeble de onun cezasının daha şiddetli ve ağır olması gerekir.

2) Zımmi, "muhsan" oluştan sonra zina etmemiştir. Binâenaleyh, onun katledilmesi gerekmez. Bu iki cümleden birincisinin izahı şöyledir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Kim, Allah'a bir göz açıp-kapama süresi kadar bile şirk koşarsa muhsan olmaz" Darekutni, 3/147.buyurmuştur. İkinci cümlenin, izahı şudur: Muhsan olmayan müslümanın katli vacib değildir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Müslüman bir kişinin kanı, ancak şu üç şeyden biri sebebiyle mubah olur" Buhâri, Diyât, 6. buyurmuştur. Müslümanın hali böyle olunca, zımminin de böyle olması gerekir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Onlar (zimmîler) cizye akdini (anlaşmasını) kabul ettikleri takdirde, müslümanların lehine ve aleyhine olan şeylerin, onların da lehine ve aleyhine olduğunu onlara bildir" Ebu Davud, Cihad, 90 (3/37) benzeri hadis buyurmuştur.

3) Biz, kazf cezasında nazar-ı dikkata alınan "muhsan"lıkta, müslüman oluşun nazar-ı dikkate alındığında müttefikiz. Binâenaleyh recm cezasında nazar-ı dikkate alınan muhsanlık da böyledir. Bu ikisi arasındaki cihet-i câmı'a (müşterek nokta) ise, bahsettiğimiz "nimetin mükemmel ve büyük oluşu"dur.

Bunlardan birincisine şu şekilde cevap veririz: Bu ifadeden, evli müslümanlar tahsis edilmiştir. Evli zımmiler de böyledir. Bu görüşte olanların, mü'minler üzerindeki rnmetin fazla ve büyük olduğu şeklindeki görüşlerine karşı deriz ki: İslâm nimeti, kulun desbi ile elde edilmiştir. Binâenaleyh bu, ilave (fazladan) bir hizmet (ibadet) gibi olmuş olur. Hizmetin fazlalığı ise, mazeret sebebi olmasa bile hiç olmazsa, cezanın fazlalığına sebep sayılmamalıdır. İkincisine de şu şekilde cevap veririz: Zımminin, müşrik olduğunu kabul etmiyoruz. Onun müşrik olduğunu kabul etsek bile, "ihsan" kelimesi ile bazan evlilik murad edilir. Çünkü Hak teâlâ, "Muhsan olan kadınlara iftira edenler" (Nûr, 4) buyurmuştur. Yine Hak teâlâ'nın "O kadınlar (cariyeler) muhsan olurlarsa" (Nisa, 25) ayeti, "evlenirlerse" diye tefsir edilmiştir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, diyoruz ki: Evli zımmi de, bu tefsire göre muhsandır. Binâenaleyh Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Muhsan olduktan sonra zina" ifadesinden ötürü, bunun da recmedilmesi gerekir. Müslüman hakkındaki hüküm işte bu vasfa dayanmaktadır. Dolayısıyla bu, bu vasfın, recm hükmünün illeti olduğunu gösterir. Bu vasıf, zımmide de vardır. Dolayısıyla bunun onun hakkında da recm hükmünü gerektirici olması icâb der. Üçüncüsüne de şu şekilde cevap verilir: Kazf (iftira) cezası, iftira edilene bir iyilik olsun diye, bu arı (utancı) defetmek içindir. Kâfir ise, iyiliğe, ikrama ve şerefinin korunulmasına lâyık değildir. Buradaki durum ise böyle değildir. Allah en iyi bilendir.

Celde ile alakalı olanlara gelince, bu hususta birkaç mesele vardır:

Celde ile İlgili Hükümler

Âlimler, kölenin recmedilemeyeceği ve celdelenemeyeceği hususunda ittifak etmişlerdir. Cariyelere, muhsan kadınlar için gerekli cezanın yarısının söz konusu olduğu ise Kur'ân'ın nassı ile sabittir. Binâenaleyh şüphesiz âlimler, zâniye cariyenin de, elli değnek ile cezalandırılacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Kölelere gelince, zahiriler dışındaki âlimlerin çoğu, zâni kölenin de elli sopayla cezalandırılacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü onlar şöyle demişlerdir: Hak teâlâ'nın "Zina eden kadınla, zina eden erkekten her birine" ayetinin umûmi oluşu, köle ve cariyeye de yüz değnek vurmayı gerektirir. Fakat nass, câriye hakkında, bu cezanın yarısının söz konusu olduğunu bildirmiştir. Binâenaleyh şimdi biz, köleyi cariyeye kıyaslayacak olursak, bu, kitabın umûmi ayetini kıyas ile tahsis etmek olur ki, caiz değildir.

Onlardan bazıları da şöyle demişlerdir: "Câriye evli iken zina ederse elli değnek, evli değilken zina ederse yüz değnek vurulur." Bunlar bu fikre, Hak teâlâ'nın, "Her birine yüzer değnek vurun" ayetinin zahirinden hareketle varmışlar ve "Eğer o kadınlar (cariyeler) muhsan olurlarsa o vakit özerlerine hür kadınlar üzerindeki cezanın yarısı verilir" (Nisa, 25) ayetindeki "muhsan olurlarsa" ifadesinin, "evlenirlerse" manasına geldiğini söylemişlerdir.

Zımmiye Celde Vurulur

Şafii ve Ebu Hanife (r.h), "zımmiye celde vurulur" derken, İmam Mâlik (r.h),"zımmiye celde cezası uygulanmaz" demiştir. Bizim delillerimiz şunlardır:

1) Cenâb-ı Hakk'ın, "Zina eden kadınla, zina eden erkekten herbirine" ayetinin umûmi oluşu.

2) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Sizden birinizin cariyesi zina ettiğinde, o ona celde vursun " Kenzü'l-Ummâl, 5/13114. hadisi şerifi. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ellerinizin altında bulunan (kölelerinize) hadleri uygulayınrı Ebu Dâvûd, 33 (4/160). buyurmuş, zımmi ve müslümanı birbirinden ayırdetmemistir.

3) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), zina eden bir yahûdi çiftini recmetmiştir. Binâenaleyh bu recm, eğer Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şeriatından kaynaklanmış ise, ulaşmak istediğimiz netice hasıl olmuş demektir. Yok eğer yahûdi şeriatından kaynaklanmış ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yaptığı için bu, artık onun şeriatından da olmuştur. Bu meselenin özü, kâfirlerin şer'î hükümlerin furûu ile muhatap olduklarına varıp dayanır.

Zinanın Delilleri

Dördüncü bahis: Bu, kişiden zinanın sâdır o'duğuna delâlet eden şeyler hakkındadır. Bil ki zinanın sadır olduğu, şu üç şeyden biri ile bilinir:

a) İmâmın (yetkili, olanın) bunu bizzat görmesi ile.

b) Zina edenin itirafı ile.

c) Şahidlerin, o kimse aleyhine şahidlik etmesiyle.

Kâdinin Bilgisine Dayanması

Birincisine, yani imâmın bizzat onu görmesine gelince, âlim Muhyi's-Sünne Muhyi's-Sünne lakabı 516/1122 yılında vefat eden el Beğavî'ye ait olup. Şafii fıkhına dair eserinin ismi Tenzibu'l-Ahkam'ır (ç). "Kitabu't-Tehzib"inde bu hususta şöyle der: "Kâdinin, kendi bilgisine dayanarak hüküm vermekten kaçınması gerektiğinde İhtilaf yoktur. Mesela, bir kimse, bir başkası üzerinde hakkı (alacağı) olduğunu iddia etse ve bu hususta bir delil getirse, kadı da, o kimsenin, alacaklı olduğu kimseyi ibra etmiş olduğunu, yani onda alacağı olmadığını söylediğini bilse; bu kimse, o kimsenin falanca vakit babasını öldürdüğünü iddia etse, ama kâdi onun babasını, bu iddiadan sonra diri olarak görse yahut bu kimse bir kadınla evlenmiş olduğunu iddia etse, ama kâdi adamın o kadını boşadığını duysa, kâdinin bu bilgileri ile, bu hususta şâhidler getirse bile, hüküm vermesi caiz olmaz. Kâdinin kendi bilgisiyle hükmetmesi caiz midir? Mesela, bir kimse birisinde bin lira alacağı olduğunu iddia etse ve kâdi de, onun ona borç verdiğini görmüş olsa; yahut aleyhine iddiada bulunulan kimsenin, bunu ikrar ettiğini duymuş olsa, bu hususta şu iki görüş ileri sürülmüştür:

Caizdir Diyenler

Birinci görüş: En doğru olan bu görüşe göre, Ebu Yusuf, İmam Muhammed ve İmam Müzeni (r.h) şöyle demişlerdir: "Kâdinin (hâkimin), kendi bilgisine dayanarak hüküm vermesi caizdir. Çünkü kâdinin sözleri hakkında, zann-ı galib üzere olduğu halde, şahidlerin şâhidliği ile hükmetmesi caiz olduğuna göre, kesin bir bilgi üzere olduğu halde, gördüğü ve duyduğu ile hükmetmesi haydi haydi caizdir. Şafii (r.h) de, "Risâle"sinde şöyle demektedir: "Ben, iki şâhidden daha kuvvetli olan bilgimle; bir şâhid ve yeminden daha kuvvetli olan iki şâhid ile yahut da bir erkek iki kadın şâhid ile ve ceza vermekten ve yemini reddetmekten daha kuvvetli olan bir şâhid ve bir yemin ile hüküm veririm."

Caiz Değil Diyenler

İkinci görüş: "Kâdi konu hakkındaki bildiği şeyle hükmedemez." Bu, İbn Ebi Leyla'nın görüşüdür. Çünkü bir töhmete kapı açmamak, kazada (hüküm vermede) şarttır. Töhmete kapı açmama ise, mâli cezalarda gerçekleşemez. Fakat ukûbatta, bakılır; eğer bu, kısas ve kazf (iftira) cezası gibi, kul haklarından ise, bu hususta mâli konulara dayandırılarak hâkim, kendi bildiğine göre hüküm verebilir mi? Eğer burada, "hüküm veremez" dersek, beri tarafta haydi haydi veremez. Aksi halde, bu hususta iki görüş vardır: Aradaki fark şudur: Allah'ın hukuku (hakları), müsamahaya (fazla derinlemesine incelememeye) bina edilmiştir. Her iki görüşe göre de, kâdinin (hâkimin), idare ettiği belde ve idare ettiği zaman ile başkası arasında, ilim elde etmesi bakımından bir fark yoktur.

Ebû Hanîfe (r.h) ise şöyle der: "Eğer kâdi, ıdâre ettiği beldede ve idare ettiği zamanda, (o meselede) bir bilgi elde etmiş ise, bu bilgisine göre hüküm verebilir. Aksi halde veremez." Biz de diyoruz ki: "Bilgi, bu durumların farklı oluşu ile değişmez. Dolayısıyla durumların farklı oluşuna göre, hükmün değişmemesi gerekir." Allah en iyi bilendir.

2. Delil: Kişinin İkrarı

İkinci yola, yani ikrara gelince, İmam Şafii (r.h): "Zinayı bir defa ikrar bile, haddi (cezayı) gerektirir" derken, Ebû Hanîfe (r.h): "Hayır, aksine dört defa, dört ayrı yerde ikrar gerekir" demiştir. Ahmet b. Hanbel ise: "Mutlaka dört kere ikrar gerekir. Ama bunların, dört ayrı mecliste (yerde) veya tek bir mecliste (yerde) yapılmasında bir fark yoktur" der.

Şafii'nin delili, şu iki şeydir:

a) 'Asif (işçi) hadisesi. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Eğer itiraf ederse, onu recmet" buyurmuştur. Bu, tek bir itirafın bile, recm cezasının uygulanması için yeterli olduğunun delilidir.

b) Zina eden, bunu ikrar ettiğinde, ona cezası gerekir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Zahire göre hükmet" buyurmuştur. Tek bir ikrar ise, zahiri ortaya kor. Hele hele, böyle konularda. Bu böyledir. Çünkü zinayı ikrar etmekten caydırıcı şeyler çok kuvvetlidir. Zira bu, o anda bir utanç, peşisıra da şiddetli bir ceza sebebidir. Yalan söylemekten caydırıcı unsurlar da mevcuttur. Dolayısıyla bütün bu caydırıcı unsurlar birlikte bulunduğunda, itiraftan geri durmak kuvvet kazanır. Böylece o kimsenin böyle bir ikrara yönelmesinin, bu işin doğru olmasından ötürü olduğu sabit olur. Bu ortaya çıkınca da, hem hadisin hem ayetin muhtevasına girmiş olur. Yahut da biz bu hususu, kişinin adam öldürdüğünü veya mürted olduğunu ikrar etmesine kıyaslarız.

Ebu Hanife (r.h)'nin delilleri ise şunlardır:

1) Mâ'iz hadisesi. Ebû Hanife, bunu şu birkaç açıdan delil getirmiştir:

a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Mâ'iz'den ilk (itirafında), onu duymamazlıktan gelmiştir. Eğer Mâ'iz'e bundan dolayı had (ceza) gerekseydi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) duymamazlıktan gelmezdi. Çünkü hüccet tamam olduktan sonra, Allah'ın hadlerini yerine getirmemek caiz olmaz.

b) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Sen, kendi aleyhine dört kez şehâdette bulundun" buyurmuştur. Eğer tek İtiraf, haddi gerektirmede dört itiraf gibi olsaydı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu sözü lağu (boş ve lüzumsuz) olurdu.

c) Hazret-i Ebu Bekir es-Sıddik (radıyallahü anh)'in, Mâ'iz (radıyallahü anh)'e, üç ikrarından (itirafından) sonra, "Eğer dördüncü kez itirafta bulunacak olursan, Resulüllah seni mutlaka recmettinr" dediği rivayet edilmiştir.

d) Büreyde et-Eslemi (radıyallahü anh)'nin: "Biz Peygamber ashabı, "Eğer Mâ'iz dört defa itirafta bulunmasaydı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu recmedmeyecekti" der dururduk" dediği rivayet edilmiştir.

2) Onlar, ikrarı şâhidliğe kıyas etmişlerdir. Binâenaleyh zinada, ancak dört şâhid gerekli olduğu gibi, itiraf (ikrar)da da, böyledir. Bu hususta cihet-i camia (müşterek nokta) ise, bu fuhşun haberini mümkün olduğu kadar gizlemeye gayret etmektir.

3) Zina, ancak dört şâhidle yahut da "lian"da olduğu gibi dört yeminle reddedilir. Binâenaleyh zinanın, dört itiraf neticesinde sabit olmuş olması gerekir. İşte bu özelliği ile zina, diğer haklardan ayrılır. Çünkü diğer haklar, tek bir yeminle reddedilebilir, dolayısıyla da bunlar tek bir ikrarla sabit olur.

Birinciye şöyle cevab verilir: Hadiste, sadece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, dört şehâdetle hükmettiği meselesi yer almaktadır. Bu ise, tek bir şâhidlikle hüküm vermeye ters düşmez.

İkinciye şöyle cevap verilir: Bu ikisi arasındaki fark şudur: Kendisine iftira edilmiş kimse, zina ettiğini bir kerectk bile kabullendi mi, iftira eden kimseden hadd-i kazf düşer. Eğer bu tek itirafla zina sabit olmamış olsaydı, iftira edenden ceza düşmezdi. Bu, tıpkı iki kişinin bir zina hadisesine şahit olmaları halinde, iki şahadetle zina isbat edilemeyeceği için, iftira eden kimseden haddin (iftira cezasının) sakıt olmaması gibidir. Allah en iyi bilendir.

3. Yol: Şahidlik

Üçüncü yol, şahidlik yoludur. Âlimler, zinanın isbatı hususunda mutlaka dört şahidin bulunmasının gerekli olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Buna, "Kadınlarınızdan fuhşu irtikâb edenlere karşı içinizden dört şahid getirin"(Nisa, 13) ayeti delâlet eder. Bu husustaki geniş izahımız, inşaallah, "Sonra da dört şahid getiremezlerse" (Nur, 4) ayetinin tefsirinde gelecektir.

"Değnekleyin!" Emrinin Muhatapları

Beşinci bahis: Bu ayetteki, "Deynek vurun" ifadesiyle, kimlere hitab edildiği hususundadır. Ümmet-i Muhammed, bu ayetle devlet başkanına (İmâm halifeye) hitab edildiği hususunda ittifak etmiştir. Sonra bu ayete dayanarak, âlimler müslümanların bir halifesinin bulunmasının farz ve şart olduğunu söyleyerek şöyle demişlerdir: "Çünkü Hak teâlâ, bu haddin (cezanın) yerine getirilmesini emretmiştir. Âlimler de bunu, ancak halifenin yerine getirebileceği hususunda ittifak etmişlerdir. Mutlak vacibin, ancak kendisi ile tamamlandığı şey, eğer mükellefin kudreti dâhilinde ise, aynı şekilde vâcibtir. Dolayısıyla başlarına bir halife seçmek, müslümanlara vâcibtir. Bu delilin izahı, "Erkek hırsızın ve kadın hırsızın ellerini kesin" (maide, 38) ayetinin, Burada geriye şu üç mesele kalıyor:

Efendinin Kölesine Hadd Uygulaması

Şafii (r.h): "Efendi kölelerine haddi (seri cezaları) uygulayabilir" demiştir ki bu, İbn Mes'ûd, İbn Ömer,

Fatıma ve Âişe (radıyallahü anha)m)'nin görüşüdür. Ebu Hanife, Ebu Yusuf, İmam Muhammed ve Züfer (r.hm.)'e göre, kölenin efendisi bu yetkiye sahib değildir. İmam Mâlik ise şöyle demiştir: "Efendi, zina etme, içki içme ye iftira hadlerini ona uygulayabilir. Ama hırsızlıktan ötürü onun elini kesemez. Bunu ancak imam (devlet başkanı ve onun yetki verdiği birisi), kesebilir. Bu aynı zamanda Leysin görüşüdür.

Şâfli (r.h)'nin delilleri şunlardır:

1) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ellerinizin, altındaki köle ve cariyelere hadleri uygulayın" Ebu Davud, Hudûd, 33 (4/160). buyurmuştur. Ebû Hu rey re (radıyallahü anh)'den. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Sizden birinin cariyesi zina ederse, o ona celde vursun " Kenzü'l-Ummâl. 5/13114. (bir diğer rivayette) "ona hadd vursun."

Ebu Bekr er-Râzi (el-Cessâs) şöyle der: Bu hadislerde, (sizin söylediğiniz) bu hususa bir delil yoktur. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Sağ ellerinizin altında olan kimselere (köle ve cariyelerinize) hadleri uygulayın" hadisi, tıpkı: "Zina eden kadınla, zina eden erkekten her birine yüzer deynek vurun" ayeti gibidir. Hâlbuki bu ayetten maksadın ise, bu zina fiilinin, hadd (ceza) uygulanabilmesi için imama (halifeye) iletilmesinin gerekli olduğu, bunun muhatabının imamlar olduğu ve imamların, bu işi yapanlara cezayı uygulayabilmeleri için, diğer inşaların da bu gibi hadiseleri imamlara iletmekle mükellef oldukları malumdur. İşte Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu hadisi, aynı manaya gelir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Sizden birinin cariyesi zi'nâ ederse, o ona celde vursun" hadisi şerifine gelince, her celde bir "had" değildir. Çünkü bazan celde (sopa) "ta'zir" için de olabilir. Binâenaleyh "ta'zir"i uyguladığımızda, hadisin gereğini tastamam yerine getirmiş oluruz.

Buna şöyle cevap veririz: Cessâs'ın, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Hadleri uygulayın" ifadesi, haddin yerine getirilmesini emreden bir ifadedir. Dolayısıyla "Bu ifade, "Hâdisenin imama iletilmesi "manasınadır" şeklindeki görüşü, hadisin zahirini bırakmadır. Bu konuda, en son söz şudur: Ayetteki, "Değnek vurun"emrinde zahiri mana terkedilmiş (buna mecazi mana verilmiştir). Fakat ne var ki, ayette zahiri mana terkedildi diye, hadisin de zahiri manasının terkedilmesi gerekmez. Cessâs'ın: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Ona celde vursun" hadisi ile, "ta'zir" kastedilmiştir" şeklindeki görüşü de yanlıştır. Çünkü zinadan bahsedildikten sonra zikredilen celde ile ancak zina haddi manası anlaşılır.

2) Sultan (imam-halife), köleye haddi uygulayabildiğine göre, kölenin efendisi bu işi haydi haydi yapabilir. Çünkü efendinin köle ile olan ilgi ve münasebeti, sultanın ilgi ve münasebetinden daha kuvvetlidir. Zira mülkiyyet, halifeye yapılan biat akdinden daha güçlüdür. Bir de, efendilerin köleler üzerindeki velayetleri (yetkileri), sultanın tebaasına olan velayetinin üstündedir. Öyle ki mesela bir cariyenin efendisi ve babası mevcud olsa, onu evlendirme velayeti (yetkisi), babasına değil efendisine aittir. Hem sonra baba da, nikah velayeti hususunda sultandan önce gelir. Dolayısıyla efendi, sultandan, birkaç derece daha ileridir. Bu sebeble efendi cezaları köleye uygulamaya daha ehildir. Bir başka husus da, bu makamda efendinin, imamın sahib olamayacağı tasarruflara (hak ve yetkilere) sahib oluşudur. Binâenaleyh efendinin, bu hususta daha evlâ olduğu sabit olur.

Celde Uygulayabilir

3) Efendinin, köleye ta'zir cezasını vermeye yetkili olduğunda müttefikiz. Binâenaleyh "had" de böyledir. Çünkü her ne kadar bunlardan hadlerin miktarı şer'an belirlenmiş, ta'zirlerin miktarı belirlenmemiş ise de herbiri diğerinin eşidir.

Efendi Uygulayamaz Diyenler

Ebu Bekir er-Râzi (el-Cessâs), Ebû Hanife'nin mezhebine şu delileri getirmiştir:

1) Cenâb-ı Hakk'ın, "Zina eden kadınla zina eden erkekten herbirine yüzer değnek vurun" ayetinin bütün insanlara değil de, sadece imamlar (devlet reisleri) için bir hitab olduğu hususunda şüphe yoktur. Dolayısıyla ayetin takdiri (mecazi) manası, "Ey imamlar (halifeler) ve kâdiler (hakimler), onlardan herbirine yüzer değnek vurun" şeklindedir. Cenâb-ı Hak bu ayette, kendilerine bu hadler uygulanacak olan hür ve köleleri ayırmamıştır. Binâenaleyh hürlere ve kölelere, cezayı uygulamada efendilerin değil de, sadece imamların yetkili olmuş olması gerekir.

2) Eğer efendinin kölesinin aleyhine, hırsızlık yaptı diye şâhidlik edenlerin şâhidliğini dinleyip, sonra onun elini kesme yetkisi olsaydı ve o şâhidter de sonra bu şahidliklerinden vazgeçselerdi, o zaman şâhidlere "tazmîn" cezasını uygulama yetkisine de sahib olması gerekirdi. Çünkü şâhidlere, "tazmin" cezasını uygulamak, hâkimin onların yaptığı şahadete göre verdiği hükümle alakalıdır. Çünkü eğer hâkim onların şahadetlerine göre hüküm vermemiş olsa, o zaman o şâhidler herhangi bir şeyi tazmin etmezlerdi. Bu durumda da, hâkim, kendi verdiği hükümden ötürü, o şâhidlere tazminin gerekli olduğuna hükmetmiş olurdu ki, bu batıldır. Çünkü hiç kimsenin kendisi için hükmetme yetkisi yoktur. Böylece efendinin, işte bu şekilde kölesinin aleyhine olan beyyineleri (şâhidlikleri) dinleme ve onun elini kesme yetkisi olmadığını anlamış oluyoruz.

3) Kölenin mâliki (efendisi), mülküne olan sevgisinden ötürü, çoğu kez haddi tam manasıyla uygulayamaz. Böyle bir töhmet (ihtimal) söz konusu olunca, bu işin ona bırakılmaması gerekir.

"Uygular" Diyenlerin Delilleri

Birincisine şöyle cevab verilir: Ayetteki "Değnek vurun " emri açıkça imamlara yapılmış bir hitab değildir. Fakat bu, dolaylı olarak onlara bir hitabtır. Çünkü imamdan başkasının bu işi üslenemeyeceği hususunda icmâ oluştuğu için, bu hitabı imamlara yönelik kabul ediyoruz. Burada imamın bunu üstlenemeyeceği hususunda bir icma ise oluşmamıştır. Çünkü esas münakaşa konusu budur.

İkincisine de şöyle cevab verilir: Muhyi's-sünne, "Tehzib" adlı kitabında şöyle der: "Efendinin, hırsızlık veya yol kesicilik yaptığı için kölesinin elini kesme yetkisi var mıdır?" Bu hususta şu iki izah yapılmıştır:

1) Bunlardan en doğrusuna göre, böyle bir yetki söz konusudur. Çünkü Buveyti, bir rivayette, buna dâir açıklamada bulunmuş ve İbn Ömer (radıyallahü anh)'in, zina yaptığı ve içki içtiği için kölesine celde vurduğu gibi, hırsızlık yapan bir kölesinin elini kestiğini rivayet etmiştir.

2) Hayır, el kesme cezasını uygulama imama aittir. Celde ise böyle değildir. Çünkü efendi, celde nevinden cezalarda yetkilidir: Mesela ta'zirde olduğu gibi. Ama o, kesme nevinden cezalarda yetkili değildir. Daha sonra o sözüne şöyle devam eder: Kölesine uyguladığı her türlü cezayı efendi, ancak kölesinin o suçu itiraf ettiği sabit olduğunda uygulayabilir. Binâenaleyh eğer kölenin işlediği bu suça dâir bir beyyine (delil) bulunursa, efendi bu husustaki şâhidlikleri dinleyebilir mi? İşte bu hususta da iki görüş vardır:

a) Dinler. Çünkü efendi, kölenin itiraf etmesi durumunda haddi uygulayabildiğine göre, tıpkı imâm gibi, beyyine (delil ve şâhidlik) ile de bu hakka sahibtir.

b) Hayır, dinleyemez. Aksine bu ancak hâkimlerin yetkisindedir.

Üçüncüsüne de "senin bu görüşün, ta'zir cezası ile tenakuz teşkil eder" diye cevab veririz.

İmam Olmadığında Hadler

İmam olmadığı zaman, insanlardan hiçbirinin bu hadleri uygulama yetkisi yoktur. Aksine evlâ olan insanların, bu işi yerine getirecek sâlih bir kimse seçmeleridir.

Harici (Asi) Hâkimin Hadde Yetkisi

İdareye el koyan (mütegallib) bir harici (âsi) hadleri uygulayabilir mi? Bazıları, onun bu yetkisi olduğunu söylerken; bazıları: "Hayır, onun bu yetkisi yoktur. Çünkü bizim velayetini, izâle etmemiz gerekmeyen bir kimse tarafından hadlerin yerine getirilmesi, bu işi sâlih bir kimseye bırakmamızdan daha uzak bir iştir" demiştir.

Celdenin Tatbiki

Altıncı bahis: Bu, hadlerin nasıl yerine getirileceği hususundadır. Celde cezasına gelince, bil ki ayette sadece "celde" lafzı ver almaktadır Binâenaleyh hu ifade şiddetli, hafif, bütün uzuvlara veya bazı uzuvlara uygulanacak celde manasında, müşterek bir lafızdır. Dolayısıyla bu durumda ayette, bu kayıdlara (şekillere) dâir bir ipucu yoktur. Aksine ayetin gereği, bu sorumluluktan sopayı vuranın nasıl kurtulacağı meselesidir. Çünkü bu kimse, emrolunduğu bir şeyi yerine getirmektedir. Dolayısıyla sorumluluktan kurtulması gerekir. Keşşaf Sahibi şöyle der: "Celde lafzında, acının ve sızının, etin içine işlememesi gerektiğine bir işaret vardır. Çünkü "celd", deriye vurmak demektir. Nitekim Arapça'da tıpkı hâ'nın fethası ile, "sırtına vurdu" manasında demen gibi, "onun derisine yani karnına, başına vurdu" denilir. Fakat bu celdenin maksadının, menetmek (zinadan caydırmak) olduğunu bildiğimiz için ve caydırıcılığın da hafif sopa ile olmayacağını bildiğimiz için, âlimler bu celdenin nasıl olacağı hususunda, kıyas yoluyla hüküm belirtmişlerdir." Burada birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Celde Cezasında Elbise Çıkarılmaz

Muhsan (evli) kişi, elbisesi çıkarılmadan celdelenir. Fakat bu celdenin, bundan doğacak acının, o insana ulaşması gerekir. Onun elbiselerinden fazla olanları ve kürkü çıkarılır. Rivayete göre"Ebu Ubeyde b. el-Cerrâh (radıyallahü anh)'a, bir adam had uygulanmak üzere getirildi. Adam, elbisesini (gömleğini) çıkarmaya koyuldu ve: "Bu günahkâr bedenime, üzerinde gömlek bulunduğu halde vurulması doğru olmaz" dedi. Bunun üzerine Ebu Ubeyde: "Ona elbisesini çıkarmasını söylemeyin" dedi ve ona elbisesinin üzerinden celde vurdu." Kadına gelince, bu cezanın uygulanması için elbisesini çıkarmanın caiz olmadığında ihtilaf yoktur. Aksine açılmaması için, elbisesi iyice düğmelenir, bağlanır ve bu işi yine bir kadın yapar.

İkinci Mesele

Bu kimse bağlanılmaz; aksine elleriyle korunabilmesi için, bağlanmadan bırakılır. Erkek ayakta iken, kadın ise oturur vaziyette olarak had uygulanır. Ebu Yusuf (r.h) şöyle der: İbn Ebi Leyla, iftira eden kadına, kadın ayakta olduğu halde sopa vurdurdu da, Ebû Hanîfe, onun hata ettiğini söyledi."

Üçüncü Mesele

Celde Esnasında Vuruş Şekli.

Ne yaralayacak kadar yeni, ne de acıtmayacak kadar eski olmavan, orta durumda bir kamçı ile bu ceza uygulanır. Yine ne şiddetli ne de zayıf olan, ikisi ortası bir vuruşla vurulur. Ebu Osman en-Nehdi şunu rivayet etmiştir: Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'e, bir adam had vurulmak için getirildi. Sonra da şiddetli (kuvvetli ve sert) bir kamçı getirilince: "Bundan daha yumuşağını getirin" dedi. Bunun üzerine, ona daha yumuşak bir kamçı getirilince: "Hayır, bundan biraz sertini istiyorum" dedi. O zaman, ikisi arası orta sertlikte bir kamçı getirildi. O da buna razı oldu."

Dördüncü Mesele

Kamçılar, (vuruşlar), uzuvlara dağıtılarak vurulur, aynı yere vurulmaz. Âlimler, bunu vuranın yüz, karın ve avret mahalli gibi, tehlikeli yerlere vurmaktan sakınması gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. Şafii (r.h)'ye göre, başa vurulabilir. Fakat Ebû Hanife (r.h), başa vurulmaması gerektiğini söylemiştir ki bu, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin görüşüdür..

Şafii (r.h)'nin delili şudur: Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) "Ben, başlara da vururum. Çünkü şeytan oradadır" demiştir. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in, ısrarla ve rahatsız edici bir şekilde "Zâriyat"ın ne demek olduğunu soran Sabig b. Useylin başına (kamçıyla) vurduğu rivayet edilmiştir.

Ebu Hariffe (r.h)'nin delili ise şudur: Biz, yüze vurulamayacağı hususunda (sizinle) müttefikiz. Baş da böyledir. Bu ikisi arasında müşterek nokta ise, hem hüküm, hem de manadır. Hükme gelince, dövmenin tesirinden ötürü, başta meydana gelen, ayıp ve kusurlar, tıpkı yüzde meydana gelen kusurlar gibidir. Bunun delili şudur: Başta ve yüzde meydana getirilen, (kemiğin gözükeceği bir biçimde) derin yaralamalarla diğer yaralamaların hükmü aynıdır. Bu ikisi, bedenin diğer yerlerindeki yaralamalardan farklıdırlar. Çünkü başın ve yüzün dışındaki böylesine derin yaralamalarda, hâkimin hükmü gerekir. Burada, başta ve yüzde meydana gelen yaraların cezası olan "Erş" (ceza) gerekmez. Binâenaleyh, başın ve yüzün, vurmaktan ve dövülmekten korunmaları gerektiği ve farz olduğu hususunda eşit olmaları gerekir. Manaya gelince, bu yüze vurmada gözlere karşı işlenen bir suç söz konusu olduğu için, yüze vurmaktan men edildiği içindir. Böyle bir hususiyet, başta da bulunur. Çünkü başa vurmadan dolayı, gözler kararır. Ve çoğu kez bu vurmadan dolayı, gözde su meydana gelir. Yine, bu vurmadan ötürü, aklın karışması da söz konusudur.

Şafii mezhebinin âlimleri buna şu şekilde cevap vermişlerdir: Yüz ile başa vurma arasında, fark bulunmaktadır. Çünkü yüze vurulduğunda, alın kemiği ince olduğu için, çoğu kez kırılır. Ama kafatası böyle değildir. Çünkü son derece serttir. Bir de, göz, son derece şeffafdır. Binâenaleyh, göze vurmalar, körlük meydana getirir. Hem, yüze vurmak, burnu da kırar. Çünkü burun, ince kıkırdakdan meydana gelmiştir. Aynı zamanda, yüze vurmak dişleri de kırar; çünkü dişler şeffaf kemiksi maddeden yapılmıştır. Keza, yüze vurma halinde, beyine yakın olduğu için tehlikeli bölge olan yanaklara da değebilir. Binâenaleyh, bu vurmanın tesiri, hızlı bir biçimde beyin kütlesine intikal edeceği için, buralara vurmak da son derece tehlikelidir. Hâlbuki bütün bunlar, başa vurmada söz konusu değildir.

Cezanın Günlere Dağıtılması Konusu

Şayet, hadd cezası için vurulan kamçılar, mesela hergün bir veya iki kamçı vurmak gibi, kendisiyle şerl cezanın tahakkuk etmeyeceği bir biçimde (günlere) dağıtılacak olsa, bunlar sayılmaz. Ama hergün yirmi veya daha fazla vurulursa, o zaman hesap edilir, sayılır. Evlâ olan, bu cezanın, (günlere) dağıtılmamasıdır.

Hamile Kadının Cezası

Hamile bir kadına bu tür şer'î bir ceza uygulamak gerektiğinde, o kadın çocuğunu doğurmadıkça, bu ceza uygulanamaz. İmran İbn el-Husayn, şunu rivayet etmiştir: Cüheyne Kabilesinden bir kadın, hamile olduğu halde, zînâ suçundan dolayı Hazret-i Peygamber'e geldi ve: "Ey Allah'ın Nebisi! Şer'î cezayı hak ettim, onu bana uygula!" dedi. Bunun üzerine Allah'ın nebisi de, o kadının velisini çağırdı ve: "Ona güzel muamelede bulun, çocuğunu doğurduğunda, onu bana getir" dedi, velisi de böyle yaptı. Kadın gelince, Allah'ın nebisi, o kadına üzerindeki elbisesini bağlamasını, düğmelemesini emretti. Daha sonra, Hazret-i Peygamber kadın hakkındaki emrini verdi, kadın da böylece recmedildi. Sonra da, o kadının namazını kıldı. Çünkü bütün bunlardan maksat, (kişileri) telef etmek değil, eğitmek ve terbiye etmektir.

Hastanın Durumu

Şayet, hasta bir kimseye şer'î ceza olarak, değnek vurmak gerekirse bakılır. Eğer onda, başağrısı, zayıflık ve doğurma gibi, gitmesi umut edilen bir hastalık varsa, bu iş o kimse iyileşinceye kadar ertelenir. Bu tıpkı, bir kimseye şayet kendisine bir şer'î ceza veya el kesme gibi hadd uygulanmışsa, bu şeyin tesiri geçinceye, iyileşinceye kadar, o kimseye başka bir şerf cezanın uygulanmaması gibidir. Yok, eğer o kimsede iyileşmez türden akciğer ve müzmin hastalıklar kabilinden bir hastalık bulunursa, bu ceza ertelenmez. Ona, kamçıyla da vurulmaz. Çünkü o, bunun (tesirinden) ölebilir. Hâlbuki maksat ve gaye onun ölümü değildir. Bu hususta ihtilaf yoktur: ister zina ettiği sırada sağlığı yerinde olup sonra hastalanmış olsun, isterse hasta iken zina etmiş olsun. Tam aksine, üzerinde yüz salkım bulunan bir hurma salkımı (dalı)yla vurulur. Böylece bu vuruş yüz değneğin yerini tutmuş olur. Nitekim Cenâb-ı Hak Hazret-i Eyyûb (aleyhisselâm)'ın hadisesinde de, "Eline bir demet sap al da onunla vur. Yemininde durmadık etme" (Sad, 44) buyurmuştur. Ebû Hanîfe (r.h)'ye göre ise bu kimseye o kamçıyla vurulur. Bizim, (Şafiilerin)delili, rivayet edilen şu husustur: "Yatalak bir adam, bir kadınla zina etti. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber emretti de, ashâb-ı kiram, yüz salkımı olan (bir dal) aldılar ve ona bununla tek bir kere vurdular." Bir de, namaz çeşitli durumlara göre, farklı farklı haller alınca, haddin de böyle durumlara girmesi haydi haydi mümkündür.

Sekinci Mesele

Hadd cezası, havanın mutedil olduğu bir zamanda uygulanır. Binâenaleyh, eğer bu ceza, sıcağın veya soğuğun şiddetli olduğu bir zamanda uygulanmak istenirse, bakılır. Eğer bu hadd, recm ise, tıpkı hastalık esnasında uygulandığı gibi, bu zaman da uygulanır. Çünkü bu haddin, cezanın maksadı, (zaten) onu öldürmektir. Bu recmin, o kimsenin ikrarı ile sabit olması halinde, havanın mutedil olması veya iyileşmesi ümit edilen hastalığın iyileşmesine kadar tehir edilebileceği de ileri sürülmüştür. Çünkü o, recm uygulamasının herhangi bir noktasında, her an ikrarından vazgeçebilir. Hâlbuki bu durumda recm, onun bedeninde iz bırakmış ve sıcağın-soğuğun şiddeti ile hastalık da, onun helak edilmesine, bir tür yardımcı olmuşlardır. (Yani, bu unsurların recme karışmaması için ertelenebileceği söylenmiştir). Ama recmin "beyyine" ile (şahitlerin şehâdetleri ile) sabit olması durumu böyle değildir. Çünkü bu ceza artık sakıt olmaz. Ama uygulanacak ceza, "celde" (sopa) olursa, tıpkı hastalık halinde bu cezanın uygulanmaması gibi, iyice sıcak ve iyice soğuk zamanlarda da yerine getirilmesi caiz olmaz. Recme gelince, bu hususta birkaç mesele vardır:

Recmde Devlet Temsilcisi

Şâftl ve Malik (r.h), imamın, kişilerin recmedilmesi esnasında bulunup bulunmamasının caiz olduğunu şahitlerin de bulunmasının gerekli olmadığını söylerken Ebû Hanîfe (r.h) şöyle demiştir: "Eğer zina hadisesi "beyyine" ile sabit olmuşsa, recmi uygulamaya ilk önce şahitlerin, sonra devlet başkanının (veya yetkilinin),sonra da diğer insanların başlaması gerekir. Eğer bu zina hadisesi kişinin kendi ikrarı ile sabit olmuşsa, recme önce devlet başkanı, daha sonra da diğer insanlar başlar." Şafii (r.h)'in delili Hazret-i Peygamber'in, Mâiz'le Gamkiyye'nin recmedilmelerini emredip, sonra da bizzat kendisinin onların recmedilişlerinde bulunmayışıdır.

Suçu itiraftan Rûcu Etme

Eğer zina hadisesi, kişinin ikrarı ile sabit olmuşsa, kişi de her ne zaman ikrarından vazgeçerse, haddin bir kısmı ister uygulansın isterse uygulanmasın, haddin uygulanması bırakılır. Bu, Ebû Hanîfe (r.h), Sevrî, Ahmed İbn Hanbel ve İshak'ın görüşüdür. Hasan el-Basri, İbn Ebi Leylâ ve Dâvûd ise onun ikrarından rücuunun kabul edilemeyeceğini söylemişlerdir. İmam Malik'den ise, bu hususta iki rivayet gelmiştir.

Birinci görüşün delili şudur: Mâiz'e taşlar isabet ettiği zaman o kaçmıştı. Bunu (bilahare) öğrenen Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "onun yakasını bırakmalı değil miydiniz!" buyurdu.

Recmin Uygulanması

Kadın için açılıp saçılmamasını temin gayesiyle göğüslerini aşan boyda bircukur kazılır ve böylece taşlanır. Ama erkek için böyle bir çukur kazılmaz. Çünkü Ebu Said el-Hudri şunu rivayet etmiştir: "Maiz Hazret-i Peygamber'e geldi ve: "Ya Resulullah! Ben bir fahişeyle cinsi münasebette bulundum. Binâenaleyh bana, o cezayı uygula" dedi. Hazret-i Peygamber ise, birkaç kez onu geri çevirdi. Sonra da, kavmine sorunca onlar: "Biz bunda bir sakınca görmüyoruz" dediler. Bunun üzerine bize, onu recmetmemizi emretti. Derken, biz onu Garkad mıntıkasına götürdük. Ama biz onu ne bağladık, ne de onun için bir çukur kazdık." Razi sözüne devamla şöyle der: "Biz onu, kemiklerle, özlü çamurlarla (keseklerle) ve çakıl taşlarıyla taşladık. Derken, o kaçtı, biz arkasından kovaladık. Harre (Medine yakınında bir bölge ismi) denen mıntıkanın ortalarına geldi ve karşımıza dikildi. Böylece biz onu, yığılıp kalıncaya kadar, o Harre'nin büyük kaya parçalarıyla taşladık." Bundan istidlal edilecek husus ravinin: "Biz onu bağlamadık ve biz ona çukur kazmadık. O, kaçtı" şeklindeki sözleridir. Demek ki, o şayet bir çukurda olsaydı, o buna imkan bulamayacaktı.

Cezadan Sonra Namaz ve Defin

Kendisine ceza uygulanmasından dolayı ölen kimse yıkanır. Tekfin edilir, namazı kılınır ve müslümanların kabristanlığına gömülür.

İşte, bu ayetle ilgili şer'î hükümlerin açıklanmasına dair söylemek istediğimiz şeylerin tamamı budur.

Ceza Hakkında Akil Meseleler

Bu konudaki akli meselelere gelince: Bil ki, bazı kimseler şöyle demektedir: Bedenin, pekçok parçadan meydana geldiğinde şüphe yoktur. Binâenaleyh, ya bedenin herbir parçasında başlıbaşına bir hayat, bir ilim ve bir kudret bulunur veyahut da bütün cüzlerinde tek hayat, tek ilim ve tek kudret bulunur. İkincisi, tek bir "araz"ın pekçok mahalde bulunmasının imkânsız olması sebebiyle, imkânsızdır. Binâenaleyh, haliyle, geriye birinci şık kalır. Durum böyle olunca da, bedenin herbir parçası, başlıbaşına canlı, âlim ve kadir olmuş olur.

Bunun böyle olduğu sabit olunca, şimdi biz diyoruz ki: Zina fiilini işleyen o adamın sırtı değil, avret mahallidir. Binâenaleyh, daha nasıl Hâkim olan zatın sırtına vurmayı emretmesi güzel ve yerinde olabilir? Bir de, bazan insan zinaya yöneldiği sırada zayıf, cansız ve kansız olur; daha sonra, şişmanlar; gelişir. Binâenaleyh, zina fiilinden uzak olduğu halde, bu sonradan meydana gelen kısımların incitilmesi nasıl caiz olabilir? Buna göre şayet birisi, "Bu, şu iki bakımdan reddedilmiştir:

1) Bedenin her bir parçası, başlı başına fail ve başlı başına hayy, diri değildir. Böyle olması imkânsızdır. Tam aksine, dirilik, ilim ve kudret tek bir cüzde bulunur, sonra da bu tek cüz, dirilik, âlimlik ve kadirlik hükmünün (vasfının) parçaların tümüne geçmesini sağlamıştır. Böylece de, bedenin tümü, tek canlı, tek âlim ve tek kadir oluvermiştir. Böyle olması halinde, bu soru ortadan kalkar.

2) Şöyle denilebilir: "Fail, muharrik ve müdrik olan, cisim ve cismani olmayan bir şeydir ki bu, ancak bu bedeni idare eden şeydir. Böyle olması halinde de, bu soru ortadan kalkar" diyebilir. Böyle diyene şöyle cevap verilebilir:

Cevap: Birincisi tutarsızdır. Çünkü ilim, tek bir cüz ile kaim olup, (onda bulunduğunda), bu durumda ya bedenin meydana geldiği parçaların tümü ile tek bir âlimiyet (bilme hali) bulunmuş olur ki, bu durumda da, tek bir sıfatın pekçok mahalde bulunması neticesi ortaya çıkar ki, bu olamaz. Yahut da, her bir parçada başlıbaşına bir âlimiyet (bilme hali) bulunmuş olur ki, böylece de, zikredilen mahzur geri dönmüş olur.

İkincisi de son derece uzak bir ihtimaldir. Çünkü o kötü işi yapan, bedenden fırlamış şu uzuv olduğuna göre, daha niçin ceza olarak bu bedene vurulmaktadır? diye sorulabilir. Bil ki, şerfhükümlerin gayesi, kişilerin menfaatlerine olan şeyleri görüp gözetmektir. Biz, serî cezaların bir caydırıcılık ifade ettiğini biliyoruz. O halde, maksat hâsıl olmuş olur. Allah en iyisini bilendir.

Şefkat Cezayı Engellemez

Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'ın dini hususunda, acıyacağınız tutmasın" ifadesine gelince, bu hususta iki mesele bulunur:

Birinci Mesele

Re'fet, rikkat-i kalb ve merhamet demektir. Kırşat imamlarının hemen hepsi, hemzenin sükûnu ile (Re'fetun) şeklinde okumuşlardır. Bu kelime, hemzenin fethası ile (reefetun) şeklinde okunduğu gibi, vezninde olmak üzere şeklinde de okunmuştur.

İkinci Mesele

Bu ifadenin, "Haddi" atâlete uğratmak veya noksan yapmak suretiyle, sizi herhangi bir merhamet almasın" şeklinde olması muhtemel olup, buna göre mana, "şefkat ve merhametinizden dolayı Allah'ın hadlerini atâlete uğratmayın ve onları yerine getirmeyi ihmal etmeyin" şeklinde olur. Bu mana ve görüş, Mücahid, İkrime ve Said İbn Cübeyr'e ait olup, Ferrâ ve Zeccâc'ın da tercihleridir.

Bu ifadeden kastedilen mananın, "Celde'nin hafifletilmesi suretiyle, sizi herhangi bir merhamet ve şefkat tutmasın" şeklinde olması da muhtemel olup, bu da Said İbnu'l-Müseyyeb, Hasan el-Basri ve Katâde'nin görüşüdür. Bu ifade, her iki manaya da muhtemel bir ifade olup, birincisi daha uygundur. Çünkü ayette bahsi geçen şey, celde'nin bizzat kendisi olup, onun keyfiyetinden bahsedilmemiştir. Binâenaleyh, celde'yle ilgili şeyin de onunla alakalı olması gerekir. Bu konuda örnek olarak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kâfidir. Çünkü "Şayet, "Muhammed'in kızı Fatma da hırsızlık etmiş olsaydı, onun da elini keserdim" Buhari, Fezâilü'l-Ashab, 18, Müslim, Hudûd, 8-9 (3/1315). buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, "Allah'ın dini hususunda" ifadesiyle de, dinin herhangi bir şeyi yapmayı gerektirmesi halinde, kişinin kendi merhamet ve şefkatini, o şeyin aksi istikametinde kullanmasının doğru olmayacağına dikkat çekmiştir.

Ayetteki "Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız" ifadesi, Allah ve O'nun dini için kişileri coşturma (tehyîc) ve onların öfkelerini galayana getirme kabilinden bir ifadedir.

Cübbai, bu ayetin takdirî manasının, "Eğer müminseniz, hadleri yerine getirmekten geri durmayın" şeklinde olduğunu, bunun da, Mürcie'nin söylediğinin aksine, farzları yerine getirmekle meşgul olmanın, İmandan olduğuna delâlet ettiğini söylemiştir.

Buna şöyle cevap verilir: Merhamet ve şefkat ancak, insan kendi tabiatı ile, evlâ olanın o cezaların yerine getirilmemesi olduğuna hükmetmesi halinde meydana gelir ki, bu durumda böyle bir kimse dini inkâr etmiş olur ve imandan çıkmış olur. Nitekim hadiste şöyle varid olmuştur: "Şer'î cezadan bir kamçı noksan yapan bir yönetici, bu işi yapan kişi huzura çıkarılır da ve ona, "bunu niçin yaptın?" denilir. O da bunun üzerine, "Senin kullarına olan merhametinden dolayrcevabım verir. Bunun üzerine ona, "Sen, onlara benden daha mı merhametlisin?" denilir ve cehenneme atılması emredilir. Yine, şer'î cezada bir kamçı fazla vuran kimse de huzur-u ilahiye getirilir. Ve ona da, "Bunu niçin yaptın?" denilir. O da, "Sana isyandan vazgeçsinler diye" cevabını verince, Cenâb-ı Hak, "Sen bu hususta, benden daha mı adil ve hâkimsin?" der, onun da cehenneme atılmasını emreder.

Cezanın Aleniliği

Cenâb-ı Hakk'ın "Müminlerden bir zümre de, bunların azabına şahit olsun" emrine gelince, bununla ilgili birkaç mesele vardır.

Birinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, "Müminlerden bir zümre de, bunların azabına şahit olsun" sözü, zahirî vücub ifade eden biremirdir. Ancak ne var ki fukaha, şöyle demiştir: "Orada bir topluluğun bulunması, müstehab olup, bunun gayesi, kendisinde daha fazla caydırıcılık bulunduğu ve sopa vuran kimseden töhmeti de kaldırdığı için, haddin yerli yerince ifa edildiğini ilandır. Bu ayet-i kerimede geçen, "zümre, taife" ifadesiyle, şahitlerin kastedildiği de ileri sürülmüştür. Çünkü onların şehadetlerini sürdürdükleri anlaşılsın diye, onların orada bulunmaları gerekir.

Taife Ne Demektir?

Âlimler, "taife"nin en azı hususunda ihtilaf ederek, şu görüşleri belirtmişlerdir:

a) Bu, tek bir kimsedir. Bu görüş, Nehai ve Mücahid'e ait olup, bunlar Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer müminlerden iki zümre birbiriyle döğüşürlerse" (Hücurat, 9) ifadesiyle istidlal etmişlerdir.

b) "Taife"nin en azı, iki kişidir. Bu, İkrime ve Atâ'nın görüşüdür. Bunlarda, "O halde, kimi de -din ve şeriat ilimlerini iyice öğrenmeleri ve kavmleri kendilerine geldikleri zaman onları Allah azabıyla korkutmaları için- (gitmeyip kalmalıdırlar)" (Tevbe. 122) ayetiyle istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Her üç, bir fırkadır, gruptur. Üçün dışında kalan ise, bir veya ikidir. İhtiyat, en fazlasını almayı gerektirir."

c) Taifenin en azı üçtür. Bu da Zühri ve Katâde'nin görüşü olup, bunlar da şöyle demişlerdir: "Taife, tıpkı bir şeyin etrafını kuşatan bir cemaat gibi, bir halka oluşturan gruptur. Bu halkanın meydana gelmesinden gerekli olan en az sayı ise, üçtür."

d) Taifenin en azı, zina şahidlerinin sayısı olan, dörttür. Bu da, İbn Abbas ve Şafii (radıyallahü anh)'nin görüşüdür.

e) Taifenin en azı ondur. Bu da, Hasan el-Basri'nin görüşüdür. Çünkü mükemmel sayı ondur.

Ceza Hk. Azab Lafzının Kullanılması

Bunun "azab" diye adlandırılması, bir ceza olduğunu ifade eder. Aynı sebebten dolayı (nekâlen) diye adlandırıldığı gibi, tekrar yapmaya mani olduğu için de, 'azab" diye isimlendirilmiş olabilir. Cenâb-ı Hak, "müminlerden" kelimesi ile de, şehadet eden o kimselerin işte bu vasıfta olmaları gerektiğine dikkat çekmiştir. Çünkü onlar, böyle bir vasfı taşıyınca, onların orada bulunmalarının caydırıcılıktaki tesiri artar. Ve yine, onların görüp müşahede ettikleri haberlerin tesiri ve kıymeti büyür de, böylece kendisine sopa vurulan kimse, onların bulunmaları sebebiyle, halinin iyice duyulacağından korkar. Böylece bu bulunma, daha başta bu işe teşebbüs etmeme halini temin eder. Allah en iyi bilendir.

2. Hüküm: Zâni Zâniyeyi Nikâhlar

İkinci hüküm, Cenâb-ı Hakk'ın

2 ﴿