5"Namuslu ve hür kadınlara (zina) iftirası atan, sonra (buna) dört şahid getiremeyen kimselerden (herbirine) de seksen değnek vurun. Onların şâhidliklerini ebediyyen kabul etmeyin. Onlar fâşıkların tâa kendileridir. Ancak bundan sonra tevbe eden ve (hallerini) düzeltenler müstesna. Çünkü Allah gafur ve rahimdir". Bil ki ayetin zahiri evli ve namustu kadınlara atılan iftiranın konusunu belirtmemektedir. "Atma" ifadesinin zikredilmesi zinaya delâlet etmez. Çünkü "iftira atan", bazan kadınlara, hırsızlık, içki içme ve küfür gibi şeyleri de isnad edip, iftira atabilir. Doğrusu, kesinliğe delâlet eden bir karinenin mutlaka bulunması gerekir. Âlimlerimiz ise, bu ifadeden muradın, zina isnadında bulunma olduğu hususunda icmâ etmişlerdir. Ayet-i kerimede buna delâlet eden şu birkaç ifade (işaret) vardır: 1) "Zina" ifadesi daha önce geçmiştir. 2) Cenâb-ı Hak, muhsanat kelimesini zikretmiştir ki bu, "iffetli ve namuslu kadınlar" manasınadır. Binâenaleyh bu, "iftira atma" ile kastedilenin, bu namuslu kadınlara, iffetliliğin zıddı olan birşeyi iftira etme olduğuna delâlet eder. 3) Ayetteki, "Sonra (buna) dört şâhid getiremeyen" ifadesi ki bu, "O kadınlara isnâd edip, iftira attıkları hususun doğruluğuna dâir dört şahid (...)" demektir. Bu sayıdaki şahidin ancak zina konusunda şart olduğu ise bilinmektedir. 4) Zinadan başka herhangi bir şeyin iftira edilmesi sebebiyle vâcib olmadığı hususunda icmânın bulunması. Bundan ötürü ayetteki bu iftira atmadan muradın, zina isnâd ve iftirasında bulunmak olduğu anlaşılmıştır. Bunu anladığın vakit, bil ki, bu ayet üzerinde konuşmak, iftirada bulunmak, iftirada bulunan ve iftiraya uğrayan kimseler konularına bağlıdır. Kazf (İftira) İle İlgili Meseleler Birinci konu, iftirada bulunmak hakkındadır. Bu konuda birkaç mesele vardır: Kazf Lafızları "Kazf"(iftira atma) lafızları, sarih, kinaye ve ta'riz olmak üzere üç kısımdırlar. Sarih (açık) olanı, iftira edenin, "Ey zâniye kadın!", "Ey kadın, zina ettin" yahut da'önün veya arkan zina etti" gibi bir ifade kullanmasıdır. Eğer o, "Bedenin zina etti" derse, bu hususta iki izah şekli vardır: 1) Bu, tıpkı "Elin zina etti" sözü gibi bir kinayedir. Zira zinanın hakikati, cinsiyet uzvu ile olmasıdır. Bedenin diğer yerleri ise, buna ancak bir araç ve vasıta olur. 2) En sahih olan görüşe göre, bu sarih bir ifadedir. Çünkü bu fiil ancak bütün bedenle olur. Cinsiyet uzvu ise, fiilin tahakkukunda bir alet ve vasıtadır. Kinaye lafızlarına gelince, bu da iftira edenin, "Ey fâsık kadın, ey fâcir kadın, ey habis kadın, ey kendini kiraya veren kadın, ey haramzade kadın" veya "Benim karım, kendisine dokunan (uzanan) hiçbir eli geri çevirmez." Bu gibi ifadeler ancak, söyleyen kimsenin bununla zinayı kastetmesiyle, bir iftira olur: Aynı şekilde birisi bir Arab'a, "Ey Nabat'h" dese, bu ifadede, eğer bununla iftira etme manasını kastetmiş olursa bir İftira olur. O kişi bu ifadesiyle iftira ve isnadda bulunmayı murad etmiş ise bu, o arabın annesi için bir iftira olmuş olur. Aksi halde olmaz. Fakat kişi, "Ben, bu sözle, oturduğu yer ve konuştuğu yer itibarıyla Nabat'h olmasını kastettim" der ve bu söze muhatab olan arabın annesi ise, onun bu sözle iftirayı murad ettiğini iddia ederse, muteber olan söz, o kişinin yeminle söyleyeceği sözdür. Bu konudaki ta'rizli ifadelere gelince, bunlar, bunları söyleyen iftirayı dileyerek söylemiş olsa bile, iftira sayılmaz. Bu, insanın şu sözü gibidir, "Ey helâl oğlu, helâl-zâde(!)", "Bana gelince, ben zina etmedim. Annem de zinâkar değildir." Bu, Şafii, Ebû Hanîfe, Ebu Yusuf, Muhammed. Züfer, İbn Şübrüme, Sevrî ve Hasan b. Salih'in (Allah hepsine rahmet etsin) görüşüdür. İmam Malik (r.h) ise, "Böyle bir (ta'rizden) ötürü hadd gerekir" derken, Ahmed b. Hanbel ve İshâk: "bu hoşnudluk durumunda değil de, kızgınlık halinde söylenirse, bir iftiradır" demişlerdir. Bize göre, ise ta'riz yoluyla "kazf'te (iftira isnadında) bulunma, hem iftira olabilir, hem başka birşey olabilir. Binâenaleyh bu durumda haddin vâcib olmaması gerekir. Çünkü aslolan berâet-i zimmet (sucsuzluk)tur. Bir şüpheden ötürü, bu asıldan dönülemez. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur. "Hadleri, şüpheler ile kaldırınız İbn Mâce, Hudûd. 5 (2/850) Benzeri hadis. (yani şüpheli bir durum olursa hadleri uygulamayın). Bir de hadler, zararları nefyeden nassın hilafına olarak meşru kılınmıştır. Sarih bir ifadeyle meydana gelen eziyet, ta'riz yoluyla yapılan iftiradan dolayı meydana gelen eziyetten fazladır. Bu görüşe muhalif dan, Evzâi'nin Zühri'den, Zühri'nin Salimden, onun da İbn Ömer (radıyallahü anh)'den rivayet ettiği şu haberle istidlal etmiştir: İbn Ömer (radıyallahü anh), "(Babam) Ömer, ta'riz yoluyla yapılan iftiralarda da had uygulardı" demiştir. Yine rivayet edildiğine göre, iki adam Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in zamanında birbirlerine sövdüler. Birisi diğerine, "Vallahi ne ben zinâkarım, ne de anam" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), sahabeyle istişarede bulundu. Onlardan biri: "Bu adam, anasını ve babasını medhetmiştir" derken, diğerleri: "Muhakkak ki bu adamın ebeveyninin bunlardan başka iyi özelliklen de vardır. (Niçin sadece bunu söyledi)" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Ömer o adama seksen değnek vurdu. Buna şöyle cevap verilir: Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in, tariz yoluyla söylenilen ifadenin hükmü hususunda, sahabeyle istişarede bulunmasında, onların nezdinde bu konuda vakıf oldukları bir bilginin bulunmadığına ve bu konuda rey ve ictihadlarıyla görüş belirttiklerine bir delâlet vardır. İftiranın Teaddüdü Bu, iftiranın birden fazla olması hakkındadır. Bil ki iftira eden, ya bir şahsa defalarca yahut bütün bir cemaata iftirada bulunabilir. Birçok kereler bir şahsa iftira etmişse bakılır, eğer mesela "defalarca "Sen Amr ile zina ettin" demek suretiyle tek bir zina fiilini murad etmiş ise, ona tek bir had gerekir. Yok, eğer, birincisi için vurulan hadden sonra, bu sözü ikinci kez söylerse, ikincisinden ötürü ta'zir cezası uygulanır. Eğer "Zeyd'le zina ettin." "Amr'la zina ettin" demek suretiyle bir kadına birçok zina isnadında bulunursa, bakılır, had çoğalır mı, çoğalmaz mı? Bu konuda iki görüş vardır: 1) Lafza (söylenen söze) göre, had de çoğalır (katlanır). Bir de bu, kul hakkına girer. Binâenaleyh bunda, borçlarda olduğu gibi, bir tedahül (iç-içe girme, biri diğerinin yerini tutma) meydana gelmez. 2) En doğru olan görüşe göre ise, bu iftiraların cezası tedahül eder. Binâenaleyh hepsine karşılık tek bir haddin uygulanması gerekir. Çünkü her ikisi de, hakeden kimseye uygulanacak, aynı cinsten bir had cezasıdır. Binâenaleyh zina cezalarında olduğu gibi, iftira cezalarının da tedahül etmesi gerekir. Eğer kişi, kendi hanımına birkaç defa zina isnadında bulunmuş ise en sahih görüşe göre burada, haddin katlanacağını söylesek de, söylemesek de, tek bir "li'an" yeterlidir. Fakat kişi, mevcud olmayan, orada bulunmayan birilerine iftira etmişse bakılır, eğer her bir kişiye, ayrı ayrı ifadelerle iftirada bulunmuşsa, her bir kişiden ötürü ayrı ayrı birer had uygulanması gerekir. Ebû Hanife (r.h)'ye göre ise, ona tek bir haddin uygulanması gerekir. Ebû Hanife (r.h)'nin görüşüne, Ebu Bekir er-Râci (el-Cessas), Kur'ân, Sünnet ve Kıyas'dan deliller getirmiştir: Kur'ân'dan delili, ayetteki "Namuslu ve hür kadınlara (zina) iftirası atan" ifadesidir. Bu, "iffetli kadınlara iftira atan herkese celde gerekir" demektir. Bu da, iffetli bir kadınlar grubuna iftira atan bir kişiye, seksen sopadan fazlasının vurulmamasını gerektirir. Binaenaleyh bir iffetli kadınlar topluluğuna iftirada bulunan bir kişiye, birden fazla cezanın (haddin) gerekli olduğunu söyleyen, ayete muhalefet etmiş olur. Bunun sünnetten delili, Ikrime'nin İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet etmiş olduğu şu haberdir: "Hilâl b. Ümeyye, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında hanımının Şürayh b. Sehmi ile zina ettiği isnadında bulunur. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Hayır, ya (buna) delil getirirsin, ya da sırtına had uygulanır" İbn Mâce Talâk, 27 (1/668); Ebu Davud, Talak, 27 (27273).buyurur. Böylece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hilâle, hem karısına, hem de Şüreyh b. Sehmâ'ya iftirada bulunduğu halde, tek bir had cezası gerektiğini bildirmiştir. Tâ ki li'an ayeti nazil oluncaya kadar. Li'an ayeti nazil olunca da, kişinin kendi hanımına yaptığı zina isnadında gerekli kılınan li'an, diğer kadınlara yapılan zina isnâd ve iftirasındaki hadd-i kazfin yerine geçmiştir. Bunun kıyasdan delili ise şudur: Haddi gerektiren diğer şeyler, o kişiden birçok kere sâdır olduğu zaman, ancak tek bir had gerekir. Bu tıpkı, birçok kere zina eden, içki içen ve hırsızlık yapan kimsenin durumu gibidir. Burada da durum aynıdır. Hepsinde müşterek özellik, zararın fazlalaşmasını önlemektir. Bunlardan birincisine şöyle cevap veririz: Ayetteki (......) kelimesi ile (......) kelimesi cemi siğalardır. Cemi (çoğul) olana, çoğul ile mukabelede bulunulduğu zaman, tekile de tekil ile mukabelede bulunulur. O zaman mana, "iffetli bir kadına, iftira eden bir kişiye had vacibtir" şeklinde olur. Bu takdirde Şafii (r.h)'nin bu ayeti delil getiriş sebebi ortaya çıkar. Bir de Cenâb-ı Hakk'ın, "Namuslu ve hür kadınlara (muhsanata) iftira atanlara, seksen değnek vurun" emri, değnek vurmanın namuslu kadınlara iftira atmaya ve bilhassa uygun olduğu zaman, bu hükmün o vasfa dayandığına delâlet eder. Çünkü bu bir illet ve sebebiyyeti hissettirmektedir. Binâenaleyh ayet-i kerime, bu vasfa sahib olması sebebiyle, bu isimlendirmeden ötürü, iffetli ve namuslu (muhsan) bir kadına iftira etmenin sopa cezasını gerektirdiğine delâlet etmektedir. Bu sabit olunca biz diyoruz ki: Birisi birisine iftira ettiği zaman, bu haddi gerektirir. İkinci kez iftira ettiğinde, bu ikinci iftiranın da haddi icâb ettirmesi gerekir. Sonra ikinci iftiranın neticesi olan cezanın, birinci iftiranın haddi olması caiz değildir. Çünkü bu birincisi, birinci iftiradan dolayı vâcib olmuştur. Zaten vâcib olanı, yeniden vâcib kılmak ise imkânsızdır. Dolayısıyla ikinci iftiradan ötürü ikinci bir had gerekir. Bu konuda söylenebilecek en ileri söz, bu ifadenin zinanın cezalarına delâlet ettiğinin söylenmesi di r. Fakat biz, bu delil ile burada amel edilmeyeceğini söylüyoruz. Çünkü zinanın cezası, İftiranın cezasından daha serttir. İkisi arasındaki fark ortaya çıkınca, ikisini aynı anda kabuletmek imkânsız olur. (Cessâs'ın) sünnetten deliline gelince, bu hadiste buna bir delil yoktur. Çünkü o ikisine tek bir lafızla iftira edilmiştir. Bu konudaki tafsilatlı açıklamamız, inşaallah gelecektir. Onun kıyasdan delili de fâsiddir. Çünkü hadd-i kazf (iftira cezası), kul hakkıdır. Bunun delili, bu cezanın ancak, iftira edilen kimsenin isteği üzerine uygulanmasıdır. Kul haklarında ise, zina cezasının aksine, tedahül olmaz. Zina cezası ise, Allah hakkıdır. Bütün bunlar, bir kimse bir cemaata, (topluluğa), onlardan herbirine, aynı şekilde ayrı ayrı iftira attığında söz konusudur. Ama onların hepsine birden tek bir ifade ile iftira atıp, "Sizler zinâkarsınız" yahut "sizler zina ettiniz" derse, bu durumda iki görüş vardır: Bunların en doğrusu, İmam Şafii'nin mesheb-i cedidi (sonraki görüşü) olan şu görüştür: İftira edilen o kimselerden herbiri için, iftira edene ayrı ayrı birer ceza gerekir. Çünkü bu, kul haklarından olup, birbirine tedahül etmez (biri diğerlerinin yerini tutmaz.) Bir de o kimse, onlardan herbirine bu iftirasıyla ayrı bir sıkıntı ve eziyet vermiş, böylece de, onların hepsine ayrı ayrı iftira etmiş gibi olmuştur. İmam Şafii'nin kadim (eski-önceki) görüşüne göre ise, onların hepsinden ötürü kullanılan iftira lafzına nisbetle tek bir had cezası gerekir. Çünkü tek lafız kullanılmıştır. Bu görüşlerden birincisi daha doğrudur. Çünkü bu, ayetin mefhumuna daha uygundur. Buna göre bir adam birisine, "Ey iki zinâkârın oğlu" dese bu tek ifadeyle o kişinin hem anasına, hem babasına bir iftira olmuş olur. Bunu söyleyene de iki hadd uygulanması gerekir. Kazf İsnadını Mubah Kılan Haller Bu, iftira ve isnadda bulunmayı mubah kılan haller hakkındadır. "Kazf", yasak (mahzur), mubah ve vâcib olmak üzere üç kısma ayrılır. Sözün özü şudur: Meydanda kocanın kabul etmek istemeyeceği bir çocuk yok ise, "kazf" vacib değildir. (Çocuk olsaydı, "kazf" de bulunmak vacib olacaktı). Mubah olur mu olmaz mı meselesine gelince, bakılır. Eğer koca, onu zina ederken bizzat gözleriyle görmüşse, ya da kadın, kendisi aleyhine zina yaptığını ikrar etmiş ve koca da, içinden onun doğru söylediğine kanaat getirmişse yahut sözüne güvenilir birinden bunu duymuşsa. yahutta duymamış ama insanlar arasında falancanın falanca kadınla zina yaptığ haberi yaygınlaşmış ve koca da adamı kadının evinden çıkarken ya da, bir evde kadınla birlikte görmüşse, İthamın pekişmesi, sağlamlaşması için, onun "kazf" da bulunması mubah olur. Ve "Bir adam "Ey Allah'ın Resulü, benim uzanan hiçbir eli geri çevirmeyen bir karım var!" deyince, Allah'ın Resulü, "Onu boşa!" buyurdu. Adam, "Onu seviyorum" deyince de, "öyleyse, nikâhında tut" buyurdu" şeklinde rivayet edilen haberden dolayı, onu nikâhında tutması ve fitneye hazır vaziyetini kontrol altında tutarak onun bu halini örtmesi caizdir. Ama bunu sözüne güvenilmeyen birinden duymuşsa, ya da haber insanlar arasında yaygınlaşmış, fakat koca o adamı hanımıyla birlikte görmemişse, ya da aksi olmuşsa, onun "kazf"da bulunması helal olmaz. Çünkü bunu sözüne güvenilmeyen bir kimse söyler de, söz dağılır. Ya da adam o kadının evine, ya bir kimseden korktuğu için veya hırsızlık için girmiş olabilir. Zina arzusuyla girmiş ama kadın bundan kaçınmış da olabilir. Cenâb-ı Hak, "O uydurma haberi getirenler, içinizden bir zümredir" (Nur, 11) buyurmuştur. Ama ortada, adamın kabul etmek istemediği bir çocuk varsa, bakılır. Eğer koca, hanımıyla cinsi münasebette bulunmamış olması ya da bulunup da ancak doğumun cima zamanından itibaren attı aydan daha kısa veya dört seneden daha fazla zamanda olması sebebiyle çocuğun kendisinden olmadığından kesinkes emin ise, o zaman ona, "li'ân, yaparak çocuğu reddetmesi gerekir. Çünkü nasıl kendi nesebinden olanı reddetmek haram ise, aynı şekilde başkasının nesebinden olanı da kendi nesebine katmak haram ve yasaktır. Çünkü Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Herhangi bir kadın eğer, onlardan olmayan birini (çocuğu) o kavme idhâl eder, girdirirse, hiçbir surette Allah'la münasebeti kalmamıştır; Allah da onu, cennetine sokmamıştır (sokmayacaktır) " Kenzü'l-Ummal, 5/13008. onlardan olmayan çocuğu bir kavme idhal etmek onlar arasına sokmak kadına haram olunca, aynı şekilde erkeğe de böyle olur. Çocuğu, cima vaktinden itibaren, attı aydan daha fazla veya dört seneden daha az bir zaman zarfında doğurması sebebiyle, çocuğun ondan olması muhtemel ise, bakılır. Eğer kadın hayz hali ile temizlenmemişse (istibrâ) yahut temizlenmiş, ama istibra vaktinden itibaren altı aydan daha kısa bir zamanı içinde doğum yapmışsa, o zaman onu zina ile itham etse bile, kocanın "kazf" da bulunması ve çocuğu reddetmesi helâl olmaz. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur, "Herhangi bir adam, kendisine doğru bakıp dururken çocuğunu inkâr ederse, kıyamet gününde Allah ondan gizlenir ve onu, önceki ve sonraki ümmetlerin huzurunda utandırır" Darimî, Nikâh, 42 (2/153). Ama kadın hayız hali ile temizlenmiş, istibrâ vaktinden itibaren altı aydan daha fazla bir zaman sonra da doğum yapmışsa, onun "kazf"da bulunması ve çocuğu reddetmesi mubah olur. Evlâ dam, yapmamastdır. Çünkü kadın, hamile olduğu halde, hayız kanı görebilir. Eğer hanımı, kendileri beyaz olduğu halde siyah olan bir çocuk doğurmak suretiyle, kendisine benzemeyen bir çocuk dünyaya getirmişse, bakılır. Koca, eğer hanımını zina ile itham etmemişse, çocuğunu reddetme hakkı yoktur. Çünkü Ebu Hureyre (radıyallahü anh) şunu rivayet etmiştir: "Adamın biri Hazret-i Peygamberce "Hanımım siyah bir oğlan doğurdu" der. Hazret-i Peygamber "senin develerin var mı?" diye sorunca, "Evet" der. "Renkleri nasıl?" diye sorunca, "Kızıllar" diye cevap verir. Hazret-i Peygamber, "Onlar içinde hiç kül rengi olanlar var mı?" diye sorunca, "Evet" cevabını verir. Hazret-i Peygamber, "Bu nasıl olmuş?" deyince, adam "damarı çekmiş" cevabını verince, Hazret-i Peygamber, "Muhtemelen bu da, bir damarına çekmiştir" buyurur. Ama adam, kadını zina ile itham eder ya da, bir adamla zinada bulunmakla itham eder, kadın da, adama benzeyen bir çocuk doğurursa, çocuğu reddetmesinin mubah olup olmadığına dair iki izah bulunur: a) Reddedemez. Çünkü damarı çeker. b) Bu hakkı vardır. Çünkü itham, şüphe ile de kuvvetlenmiştir İkinci Bahis: Bu, iftira atan hakkındadır. Burada birkaç mesele vardır: Zina isnad Edenin Hali Çocuk veya deli, hanımına veya yabancı bir kadına iftira attığında, bu ikisine, ne o anda, ne de buluğa erdikten sonra hadd" uygulanmaz. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Kalem yani sorumluluk, şu üç gruptan kaldırılmıştır" Buhâri, Hudûd, 22 buyurmuştur. Ancak ne var ki, kendilerinin temyiz kabiliyeti varsa, terbiye için, tazir edilirler (başka bir cezaya da muhatab olurlar). Binâenaleyh çocuğa, bu tazir cezası uygulanmasa, derken çocuk da buluğa erse, Kaffal, tazir cezasının düşeceğini ifade eder. Çünkü bu tazir cezası, onu edebsizlikten menetmek içindi. Hâlbuki bundan daha kuvvetli olan bir men edici meydana gelmiştir ki, bu da çocuğun buluğa ermesidir. İkinci Mesele Dilsiz bir kimsenin, anlaşılan bir işareti ve okunabilen bir yazısı bulunur da, bir kimse de, bu işareti veya bu yazısıyla bir kimseye iftira ederse, dilsiz olan bu kimseye hadd-i kazf gerekir. Onu, işaret veya yazıyla "mülaane" (li'an)de de bulunulabilir. Ebû Hanife (r.h)'ye göreyse, dilsiz kimsenin iftirası ve "li'ân"t sahih değildir. Şafii (r.h)'nin görüşü ayetin zahirine daha yakındır. Çünkü yazıyla veya işaretle iftirada bulunan kimse, "muhsan-evli, iffetli" bir kadına iftira atmış ve onu, utanç içine sokmuştur. Binâenaleyh, bu kimsenin, ayet-i kerimenin zahirinin ifade ettiği hükmün muhtevasına girmesi gerekir. Zira biz (şâfiiler) bu kimsenin iftirasını ve li'ân'ını, diğer hükümlere kıyaslamaktayız. Üçüncü Mesele Âlimler kölenin bir hüre iftira atması meselesinde ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak Şafii, Ebû Hanîfe, Malik, Ebu Yusuf, İmam-ı Muhammed, Züfer ve Osman "bu kimseye kırk sopa vurulur" hükmünü vermişlerdir. Sevri, Cafer İbn Muhammed'in babasından, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin "iftira atan köleye, kırk sopa vurulur" dediğini; Abdullah İbn Ömer'in de, "Ben, Ebu Bekir, Ömer, Osman ve ondan sonra gelen halifelerin hepsini, iftira eden köleye kırk değnek vurdururken gördüm, onlara bu halde yetiştim" dediğini rivayet etmiştir. Evzai ise, böylesi bir köleye seksen değnek vurulacağını ifade etmiştir ki, bu da İbn-i Mesûd'dan rivayet edilmiştir. Ömer İbn Abdulaziz'in, yalan söyleyen köleye seksen değnek vurduğu rivayet edilmiştir. Bu mesele, şu noktaya varıp dayanır: Bu ayet, seksen değnek vurulması hususunda, sarih bir ifadedir. Binâenaleyh, bu cezayı kim kırka indirgerse, onun bu husustaki dayanağı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar evlendikten sonra bir fuhuş irtikâb ettiler mi, o vakit üzerlerine hür kadınlar üzerindeki cezanın yarısı (verilir)" (Nisa, 25) ayetidir. Binâenaleyh bu ayet, zina eden cariyeye uygulanacak olan haddin, hür kimsenin cezasının yarısı olduğu hususunda açık bir nassdır. Daha sonra, bu görüşte olanlar, kölenin cezasını, zina haddinin yarısı olması hususunda, cariyeye kıyasladılar. Bunun akabinden de, iftirada bulunan kölenin cezasını, onun hakkındaki zina cezasının yarısı olması meselesine kıyasladılar ki bu da, bu işin neticesinin, Kitab'ın umumi ifadesinin, böylesi bir kıyasla tahsis edilmesi meselesine varıp dayanır. Dördüncü Mesele Âlimler, kâfir kimsenin de, Cenâb-ı Hakk'ın "Namuslu ve hür kadınlara iftira atan kimseler" (Nûr, 4) ayetinin muhtevasına girdiği hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü bu vasıf kâfiri de içine alır. Buna mani de yoktur. Binâenaleyh, yahudi olan kimse de, müslüman birisine iftirada bulunduğunda, seksen değnekle cezalandırılır. Allah en iyisini bilendir. İthama Maruz Kadın Üçüncü bahis: Kendisine iftira atılan kimse, (muhsana) hakkındadır. Ebu Müslim şöyle der: "el-İhsan sözü, hem evli kimse, hem de evlenmemiş olsa bile, namuslu olan kimseler için kullanılır. Çünkü Cenâb-ı Hak, Hazret-i Meryem hakkında "Namusunu koruyan o kadın, (Meryem)" (Enbiya.91) buyurmuştur. Bu kelime, avret mahallini, ferci korumak, men etmek ifadesinden alınmıştır. Binâenaleyh bir kadın evlendiğinde, ırzını ve namusunu, kocası hariç herkesten men eder, korur. Evlenmemiş kimseler ise bunu, (bila istisna) herkesten korur. Bu meseleye şu birkaç mesele daha dayanır: Birinci Mesele Ayetin zahiri, ister müslüman ister kâfir, ister hür isterse köle olsun, bütün namuslu ve iffetli kadınları şümulüne alır. Ancak ne var ki, fukaha şöyle demişlerdir: "İhsan (muhsan) olmanın şartları beştir: İslâm, akıl, buluğa erme, hürriyet ve iffetli olmak. Biz, bu konuda müslüman olmanın gerekli olduğunu söyledik. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Allah'a şirk koşan kimse, "muhsan"değildir" Darekutni, 3/147 buyurmuştur. Biz yine bu konuda, akıllı olmayı ve buluğa ermeyi nazar-ı dikkate aldık, çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuştur. Yine biz, bu konuda hürriyet vasfına itibar ettik, çünkü kölenin derecesi noksandır. Binâenaleyh köleye, zina ile ta'n edilmesi ağır gelmez. Biz bu konuda, o kimsenin zinadan korunmuş olmasını, namuslu olmasını da nazar-ı itibare aldık, çünkü bu ceza iftira eden kimseyi yalanlamak için konulmuş olan bir cezadır. Binâenaleyh, iftira edilen kimse zinâkâr olunca, ona iftirada bulunan bu kimse, bu iftira ve isnadında doğru olmuş olur. İftira edilen kimsenin, şüphe veyahut da fasit bir nikâhla vat' olunmuş, (üzerine duhûl vaki olmuş) bir kadın olması durumu da böyledir. Çünkü burada, helâl olma şüphesi bulunduğu gibi, zina şüphesi de bufunur. Binâenaleyh, iki şüpheden biri cinsî münasebette bulunan kimseden bu şüpheyi düşürdüğüne göre, diğeri de bu cezayı iftira eden kimseden de düşürür. Ayrıca biz şöyle diyoruz: Kâfire, deliye, çocuğa, köleye veyahut da, bir kadına iftira atmış olan bir kimseye iftira eden kimseye hadd uygulanmaz. Tam aksine bu kimseye, sadece eziyyet olsun diye, tazir edilir. Öyle ki, bir kimse gençliğinin ta başında bir kere zina etse, sonra tevbekâr olsa, halini islâh etse, salâh içinde yaşlansa, bu kimseye iftira atan kimseye hadd uygulanmaz. Yine bir kâfirin veya bir kölenin zina edip de, sonradan da kâfir olan müslüman, köle de hür olsa, bu ikisi hallerini de düzeltseler, sonra kalksa birisi bunlara iftirada bulunsa, durum yine aynı olup, bunlara iftira eden kimselere hadd cezası uygulanmaz. Ama küçükken veya deli iken birisi zina etse, sonra da küçük buluğa erse, deli olan da iyileşse, sonra kalksa birisi böyle kimselere iftirada bulunsa, iftira eden kimseye had uygulanır. Çünkü çocuğun ve delinin fiili zina sayılmaz. Bir kimse, "muhsan" olan birisine iftirada bulunsa, iftira eden kimseye ceza uygulanmadan önce, kendisine iftira edilen bu kimse zina etse, kendisine iftira eden o kimseden "hadd" sakıt olur, düşer. Çünkü (şu anda) bu kimseden böyle bir zinanın sadır olması, Önceki hali hususunda bir şüphe doğurur. Zira Allahü teâlâ, kulunun itk irtikab ettiği suçta, hemencecik onun bu suçunu yüzüne vurmayan ifşa etmeyen Kerim bir zâttır. Binâenaleyh, onun bu halinin ortaya çıkmasıyla, o kimsenin daha önce de böylesi şeylerle haşır neşir olduğu anlaşılmış olur. Rivayet edildiğine göre birisi, Hazret-i Ömer zamanında zina eder ve "Allah'a yemin ederim ki, bundan başka zina etmedim" der. Bunun üzerine Hazret-i Ömer, "Yalan söyledin, çünkü Allah, kulunu ilk günahında rezil kepaze etmez" der. Müzeni ve Ebu Sevr ise, "Sonradan meydana gelen zina hadisesi, müfteriden, "hadd" cezasını düşürmez" demişlerdir. Erkeğe Zina İsnadı Hasan el-Basrt, Cenâb-ı Hakk'ın. ifedesinin hem erkekleri hem de kadınları içine alan bir ifade olduğunu söylerken, diğer ulemâ bunu kabul etmeyerek şöyle demişlerdir: "Çünkü "el-muhsanât" kelimesi cem-i müennestir. Binâenaleyh, erkekleri içine almaz. Tam aksine, bu konuda "muhsan" erkeklerle "muhsana" kadınlar arasında herhangi bir farkın bulunmadığına, icmâ delâlet eder. Üçüncü Mesele "Muhsana" olmayan kadınlara iftira atmak, haddi değil, ta'zîr cezasını gerektirir. Ancak kendisine iftira atılan kimse, kendisine nisbet edilen fiille şöhret bulmuşsa, artık bu noktada ne hadd ne de ta'zîr söz konusudur. Cenâb-ı Hakk'ın ayetinin tefsiri hususundaki sözünün tamamı budur. Dört Şahitin Lüzumu Cenâb-ı Hakk'ın "Sonra dört şahit getiremeyen "ifadesine gelince bu hususta şu iki bahis söz konusudur: Birinci bahis: Bil ki Allahü teâlâ iftira atan kimse hakkında, dört şahit getiremediğinde şu üç şeyle hükmetmiştir: a) Seksen değnek vurulması. b) Şahadetinin batıl olması, kabul edilmemesi. c) Tevbe edinceye kadar, fasık hükmünü alması. İlim adamları, kişinin zina ettiğine dair delil getiremediğinde, sırf iftira atmış olmasından dolayı bu kimseye "hadd"in vacib olduğuna İttifak etmelerine rağmen, bu hükümlerin nasıl sübut bulacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Binaenaleyh, bu cümleden olarak bazıları o kimseye hadd uygulanmadan önce onun şehâdetinin bâtıl olduğunu ve o kimsenin fasıklık damgasını yediğini söylemişlerdir ki, bu Şafiî ve Leys Ibn Sa'd'in görüşüdür. Ebu Hanife, İmam-ı Malik, Ebu Yusuf, İmam-ı Muhammed ve Züfer ise, bu kimseye had uygulanmadığı sürece, onun şehâdetinin makbul olduğunu söylemişlerdir. Ebu Bekr er-Razi (el-Cessas), "Bu onların, "Kendisine hadd uygulanmadığı müddetçe, o kimse fasıklık damgasını yememiştir. Çünkü o kimse fasıklık damgasını yemiş olsaydı, onun sehâdeti caiz olmazdı. Zira fasıklık damgası, bu damgayı yiyen kimsenin şehâdetini ibtal eder" şeklindeki sözlerinin gereğidir" demiştir. Ebu Bekr er-Razi, Ebu Hanife'nin görüşünün doğruluğuna dair şu delilleri ileri sürmüştür: 1) Cenâb-ı Hakk'ın, "Namuslu ve hür kadınlara iftira atan, sonra dört şahit getirmeyen kimselere de seksen değnek vurun" emrinin zahiri, haddin farz olmasının, hem iftira atma hem de bu hususta şahit getirmeme hususlarına bağlı olduğunu iktiza etmektedir. Binâenaleyh, biz hadd hükmünü, sadece iftira atmaya bağlayacak olursak, bu, bu cezanın, (bahsettiğimiz) bu iki şeye bağlı olmasını zedeler ki, bu da, ayetin hilafınadır. Hem, celdenin farziyyeti, bu iki şeyin ikisine birden dayanmış olan bir hükümdür. Binâenaleyh, sırf o iki şeyden birisinin tahakkuk etmesiyle, haddin tahakkuk etmemesi gerekir. Bu tıpkı, bir kimsenin hanımına, "Eğer o eve girer ve falancayla konuşursan, sen boşsun" demesine benzer. Binâenaleyh, o kadın bu iki şeyden birisini yapıp diğerini yapmadığında, bu husustaki ceza (hüküm) tahakkuk etmez. İste burada da böyledir. 2) İftira atan kimseye, sırf iftirası sebebiyle yalancılık isnat edilemez. Durum böyle olunca, sırf iftirasından dolayı, şehâdetinin reddedil memesi gerekir. Bu iki cümlenin, birincisini şu üç yönden izah edebiliriz: a) Onun sırf iftira etmiş olması, şayet kendisinin yalancı olmasını gerektirmiş olsaydı, artık onun bundan sonra o kimsenin zina ettiğine dair getirdiği beyyinenin, delilin de kabul edilmemesi gerekirdi. Çünkü, onun yalan söylediğine dair hüküm verilmiştir. Onun iftira etmiş olmasından dolayı yalan söylediğine dair verilen hüküm ise, o kimsenin iftira edilen kimsenin zina ettiğine dair doğru söylediğinin doğruluğuna şehâdet eden kimselerin de şahitliklerinin batıl olduğuna hükmetmektir. Ulemâ, bu kimsenin getireceği delilin kabul edileceği hususunda ittifak edince, sırf iftira etmiş olmasından dolayı o kimsenin yalan söylediğine dair hüküm verilemeyeceği sabit b) Hanımına zina iftirasında bulunan bir kimsenin, sırf bu iftiradan dolayı, yalan söylediğine hükmedilemez. Aksi halde, bu kimse ile hanımı arasında "liân"laşmanın gerekli olduğuna hükmedilemezdi. O kimseye, kendisinin yalan söylediğine hükmedilmekle birlikte, hanımına attığı zina iftirası hususunda doğru söylediğine dair, Allah'a yemin etmekle emrolunup, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, karıkoca arasındaki "liân"laşmadan sonra s-jtf "Allah, sizi ikinizden birisinin yalana olduğunu biliyor. Binâenaleyh, sizden tevbe eden yok mu?" Müslim, Liân, 6(2/1132). buyurunca, böylece Hazret-i Peygamber belirlemeksizin, onlardan birisinin yalancı olduğunu haber verip, iftira edenin yalan söylediğine hükmetmemiştir Bu davranışta, sırf iftiranın, o kimsenin yalancı olmasını gerektirmediğine delil vardır. c) Cenâb-ı Hak, "Buna karşı dört şahit getirmeli değil miydiler? Mademki onlar şahitleri getiremediler, o halde onlar Allah indinde yalancıların ta kendileridir" (Nûr, 13) buyurmuş, sırf iftira etmiş olmalarından dolayı, onların yalan söylemiş olduklarına hükmetmemiştir. Binâenaleyh, bütün bu izahlarla iftira eden kimseye, sırf iftirası sebebiyle "yalan söyleme" hükmünün verilemeyeceği sabit olmuş olur. Durum böyle olunca da, sırf iftira atmış olmasından dolayı, bu kimsenin şehâdetinin batıl olmaması gerekir. Çünkü bu kimse yine âdil, yine güvenilirdir. Ondan sudur eden bu hal ise, bütün bu vasıflarına zıt değildir. Onun, adalet vasfı üzere kaldığı gerektiğine göre, şehâdetinin de kabul edilmiş olması, makbul olması gerekir. 3) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kendilerine kazf (iftira) cezası uygulanmış olanlar müstesna, müslümanlar birbirlerine karşı âdil şahidler (sayılırlar)" Keşfu'l-Hafâ. 2/209.Böylece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kendisine bu ceza uygulanmadıkça, itham eden kimsenin adalet vasfının devam ettiğini haber vermiştir. 4) İkrime İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan, Hilâl b. Ümeyye kıssası hususunda şunu rivayet etmiştir: "Hilâl b. Ümeyye, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına gelip hanımına zina isnadında bulununca Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Hilâle celde vurulur ve onun müslümanlar hakkındaki şâhidliği batıl olur (geçersizdir)" Müsned, 1/238. buyurmuş ve böylece Hilâlin şehâdetinin bâtıl oluşunun, ona celde uygulanmasından dolayı olduğunu haber vermiştir ki bu da sadece iftiranın onun şahadetini geçersiz kılmayacağının delilidir. 5) Şâfli (r.h), kazf şâhidliğinde bulunan kimselerin ayrı ayrı gelmeleri halinde de, bu şahidliklerinin kabul edileceğini iddia etmiştir. Binâenaleyh eğer sırf isnadda bulunmak, kişinin şehâdetini batıl kılmış olsaydı, artık daha sonra onunla birlikte üç kişi şahadet etse bile, bunun şahadetinin makbul olmaması gerekirdi. Çünkü bu kimse iftirası sebebiyle fâsık olmuş ve hakkında yalan söylediği hükmü verilmiş olur. Şâhidlerin ayrı ayrı gelmeleri durumunda, şahidliklerinin kabul edilmesinde ise, sırf iftiradan ötürü, şâhidliklerinin bâtıl olmamasını gerektiren bir husus yatmaktadır. Bu hususta İmâm-ı Şafii (r.h)'nin görüşünün izahı da şudur: Allahü teâlâ, dört şâhid getirmeme durumunda kazif işine, biribirlerine "vâv" (ve) harfi ile atfedilmiş, (ayetteki) üç hususu bağlamıştır. Vâv (ve) edatı ise, tertibi (sıra ile olma manasını) gerektirmez. Binâenaleyh o üç şeyin, biribirlerine dayanmamaları gerekir. Bu sebeble, onun sahidliğinin kabul edilmeyişinin, haddin (cezanın) uygulanmasına bağlanmaması gerekir. Had ister uygulansın ister uygulanmasın, o kimsenin sahidliğinin reddi gerekir. Zina Şahitliğinin Keyfiyeti İkinci bahis: Bu, zinaya nasıl şahidlik yapılacağı hususundadır. Cenâb-ı Hak, "Kadınlarınızdan fuhşa irtikab edenlere karşı içinizden dört şahid getirin"(Nisa, 15) ve "Namuslu ve hür kadınlara iftira atan, sonra da dört şahid getiremeyen kimselere seksen değnek vurun"(Nur, 4) buyurmuştur. Sa'd b. Ubâde (radıyallahü anh), "Ey Allah'ın Resulü, söyle bakayım, yani ben hanımımın yanında birisini yakalayacağım ve sonra dört şahid getirinceye kadar ona dokunmayacağım (öyle 'demiş. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Evet" buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Zinayı ikrar (itiraf) iki kişinin şahidliği ile sabit olur mu? Bu hususta iki görüş vardır: a) Tıpkı zina fiili gibi, birisinin zina yaptığını ikrar etmesi de dört şahid ile sabit olur. b) Bu, zina fiilinin aksine, iki şahidle de sabit olur. Çünkü fiile muttali olunmayabilir. Binâenaleyh bu hususta dört şahidin bulunması şart koşularak, ihtiyatlı olan yol tutulmuştur. Kişinin zinasını ikrarı ise, muttalî olunması zor olmayan bir iştir. İkinci Mesele O şahidler zina işine şehâdet ettiklerinde, o kadınla zina eden kimsenin ve zina edilen kadının kim olduğunu açıkçabelirtmeleri gerekir. Çünkü bu şahidler bazan o kimseyi, kendisine ait cariyesi üzerinde görüp, o cariyenin o şahsa yabancı bir kadın olduğunu sanabilirler. Yine o şâhidlerin "Evet, biz onun zekerini bunun ferci içinde, tıpkı sürme çekilen milin sürmedanlık (sürme kabı) içinde oluşu gibi gördük" demeleri gerekir. Binâenaleyh eğer onlar, onun zina ettiğine mukayyed olmayan mutlak bir ifade ile, sadece "zina etti" diye şahidlik ederlerse, bu husus sabit olmuş olmaz. Çünkü onlar (insanlar) çoğu kez, kadınla erkeğin bacaklarının birbirine dolama (girme) halini, zina olarak kabul ederler. Birisinin birisine iftira edip de, "O zina etti" demesi ise, böyle değildir, bu durumda hadd-i kazf gerekir. Bu hususta, açıklamada bulunması istenmez. Eğer bir kimse, kendisinin zina ettiğini itiraf ederse, bu hususta (nasıl zina ettiği hususunda) bir açıklamada bulunmasını istemek şart mıdır? İşte bu meselede şu iki görüş belirir. a) Evet, şahitlerden istendiği gibi, onun da açıklama yapması şarttır. b) İftirada olduğu gibi, açıklama istenmesi şart değildir. (Açıklama istenmeden cezası uygulanır.) Şahitlerin Toplu Halde Şahidliği Şafii (r.h), şahidlerin, dağınık veya toptu hakte gelmelerinde bir fark bulunmadığını ileri sürerken, onların ayrı ayrı gelip sahidlik etmeleri halinde, zina fiilinin sabit (isbatlanmış) olamayacağını, bu ayrı ayrı gelen şahidlere iftira cezası gerektiğini söylemiştir. Şafii (r.h)'nin delilleri şunlardır: 1) Dört şahid getirme işi onların, toplu veya dağınık halde gelmelerinde ve getirilmelerinde, müşterek (ortak) miktardır. Sayesinde müşterekliğin olduğu şeye delalet eden lafızda ise, sayesinde ayrılık bulunan şeye bir emare yoktur. Binaenaleyh onların dağınık, ayrı ayrı gelmelerine gelince, bu nassa göre yapılmış bir hareket olur. Dolayısıyla sorumluluktan kurtulunmuş olması gerekir. 2) Toplu halde geldiklerinde şahitlerin şahidliği ile sabit olan her hüküm, diğer hükümler gibi, ayrı ayrı gelip şahadet etmeleriyle de sabit olur. Hatta böyle gelmeleri daha evladır. Çünkü onlar, ayrı ayrı geldiklerinde, bu töhmetten ve biribirleriyle danışıklı olmalarından daha uzak olmuş olur. İşte bundan ötürü diyoruz ki: Hâkim şahidterin şahidliğinoen şüpheye düştüğünde, eğer onların şehâdetlerinde gizli bir nokta varsa, ona muttali olabilmek için, onları birbirinden ayırarak, ifadesini alır. 3) Onların birlikte aynı anda gelip şahidlik yapmaları şart değildir. Aksine onlar, kadinin huzurunda toplandıklarında, peşpeşe şahidlikte bulunurlarsa, bu şahidlikleri kabul edilir. Şahidlerin, kadi'nin kapısında toplanıp, sonra peş peşe içeri girip şahidlik yapmaları hali de böyledir. Ebu Hanrfe (r.h)'nin delili ise, şu iki yöndendir: 1) Tek bir şahid sahidlik ettiğinde, bu hususta dört şahid getiremezse, o kimseye iftira etmiş olur. Bu sebebte de, "Namuslu ve hür kadınlara iftira atan, sonra (bu babda) dört şahid getiremeyen" ayetinden ötürü, bu şahide hadd-i kazf gerekir. Bu konuda, en fazla söylenecek söz şudur: Onlar bu kazfî (iftirayı), "şahidlik" lafzı ile anlatmışlardır. Bu böyledir, çünkü bu başlıbaşına (tek başına), İftira cezasının düşmesi neticesine götürür. Çünkü iftira eden herkes şahidlik lafzını kullanmaktan aciz kalmaz. Böylece o da bunu, kendinden cezayı düşürmeye bir vesile yapmış olur ve onun iftira ile İlgili maksadı da tahakkuk etmiş olur. 2) Rivayet edilen şu husus da buna delildir: Muğire b. Şu'be'nin aleyhine, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in huzurunda şu dört kişi zina şahidliği yapmışlardır: Ebu Bekre, Nafi, Nefi ve dördüncüleri Ziyad. Bu Ziyad: "Ben, yerleşmemiş olan, dimdik bir dübür (kıç) yükselen (hızlı) bir nefes alış-veriş ve o kadının ayaklarını, tıpkı bir eşeğin iki kulağı gibi Muğire'nin omuzunda gördüm. Bundan ötesini bilmem" dedi. Böylece Hazret-i Ömer, o üçüne hadd-i kazf uyguladı ve onlarla birlikte buna başka şâhid olup olmadığını sormadı. Eğer Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), bundan sonra başka şahidler aramış olsaydı, o zaman beklerdi. Çünkü hadler (cezalar) beklenilen ve alabildiğine ihtiyatlı davranılan şeylerdendir. Eğer zinaya dört şahidden azı şahidtik etse, bu zina sabit (isbatlanmış) olmaz. Fakat şahidlere hadd-i kazf gerekir mi? Bu hususta şu iki görüş ileri sürülmüştür: 1) Gerekmez. Çünkü onlar sahidlik yapmak için gelmişlerdir. Bir de eğer biz bunlara had uygulayacak olsak, zina şahidliği kapısı kapanmış olur. Çünkü her bir şahid, arkadaşının kendisine muvafakat etmeyebileceği ve böylece de kendisine had uygulanabileceği hususunda şüpheye düşer, emin olamaz. 2) Daha doğru olan görüşe göre, Ebu Hanife (r.h) "Onlara hadd gerekir" demiştir. Bunun delili ise, "Üçüncü Meeele"de zikrettiğimiz o iki husustur. Yalancı Şahitlerin Durumu Birisi birisine iftirada bulunsa ve dört fasık kimseyi de buna şahid getirse onlar da bunun zina ettiğine şehadette bulunsalar, Ebu Hanife (r.h) bu hususta, iftira eden kimseden haddin düşüp, şahidlere had gerekmediğini söylerken, Şafii (r.h) iki görüşünün birinde, bunların hepsine had gerekeceğini söylemiştir. Ebu Hanife'nin görüşünün izahı şudur: Hak teâlâ, "Namuslu ve hür (muhsan) kadınlara iftira atan, sonra (bu babda) dört şahid getiremeyen" buyurmuştur. Binâenaleyh böyle bir kimse de, dört şahid getirmiştir. Ama bu sebeble buna had gerekmez. Bir de fasık şahidlik edebilir. Dolayısıyla şahidlerin, Kadi'nın huzurunda bulunmaları ile zina şahidliğinin şartlan tahakkuk etmiştir. Fakat onların şâhidlikleri, (fasıklık) töhmetinden ötürü kabul edilmemiştir. Dolayısıyla aleyhine sahidlik edilen kimseden haddin nefyedilmesi (kaldırılması) hususunda bu töhmete itibar ettiğimiz gibi, bu sahidlerden hadd-i kazfin nefyedilmesi hususunda da töhmetin nazar-ı dikkate alınması gerekir. Şafii (r.h)'nin görüşünün izahı ise şudur: Bu kimseler, sahidliğin kabul edilmesi hususunda nazar-ı dikkate alınan şartlara sahib değildirler. Dolayısıyla onlar "şahid" olamazlar. Geriye onlar "sırf iftiracılar" olarak kalakalmış olurlar. Ayetteki, "Sonra (bu babda) dört şahid getiremeyen" ifadesinin tefsiri hususunda sözümüzün sonu budur. Kazif Cezası Cenâb-ı Hakk'ın "Onlardan her birine seksen değnek vurun emri ile ilgili birkaç mesele vardır: "Değnek vurun" emrinin muhatabı zina ayetinde (Nûr, 2) de belirttiğimiz gibi, imam (devlet başkanı-halife) veya Şafii'ye göre, bu hususta yetkili olan kimse yahut da bir imam (başkan) bulunmadığında, müslümanların tayin ettiği (seçtiği) sâlih bir kimsedir. Bu Cezadan Muaf Olanlar Bu ayetin umûmi ifadesinde, şu gibi bazı durumlar tahsis edilmiş (ayetin hükmü dışında bırakılmıştır): a) Baba, çocuğuna veya kendisinin "nevâfil"inden (furûundan) birisine iftira ettiğinde, babaya çocuğunu veya böyle birisini öldürmesinden dolayı kısas gerekmediği gibi, (zina etti diye) evladına iftira eden babaya da had gerekmez. b) Zina iftirasında bulunan kimse köle olduğunda, buna gerekli olan ceza kırk değnektir. Mükateb köle ile ümmü veled cariyenin durumu da böyledir. Çünkü yarısı hür, yarısı köle olanın cezası ise, kölenin cezasının aynısıdır. c) İffetli ve namuslu bir câriye yahut da eskiden zina etmiş ama sonra tevbekâr olmuş bir kadın, dil açısından "muhsan" sayılırlar. Ama bununla birlikte, böylesi bir kadına iftira etmek de haddi gerektirmez. Üçüncü Mesele Âlimler şöyle söylemişlerdir: Hadler hususunda vurulabilecek en şiddetli vuruş, zina cezası vuruşu, sonra içki cezası vuruşu, sonra da iftira cezası vuruşudur. Çünkü iftira edene verilen cezanın sebebi, sıdka da kizbe de (doğruya da, yalan olmaya da) muhtemel bir sebebtir. Fakat bu kimse, namusların korunması ve onlara saygısızlıkta bulunulması için cezalandırılmıştır. Dördüncü Mesele İmam Malik ve Şafii iftira cezasının veraset yoluyla devam ettiği kanaatindedirler. Binâenaleyh kendisine iftira edilmiş kimse, had cezası tam uygulanmazdan ve iftira edeni affetmeden ölürse, mirasçıları, bu cezayı uygulatma hakkına sahihtirler. Onun iftirasının ta'zir cezasını gerektiren bir durum olması da aynıdır. Binâenaleyh bu ta'ziri uygulatma yetkisi de mirasçılara geçer. Tıpkı bunun gibi, kendisine iftira edilen kimsenin ölümünden sonra, iftira eden o ölene tekrar iftira etse, yine onun varisleri için, hadd talebinde bulunma hakkı doğar. Ebu Hanife (r.h)'ye göre ise, kazf cezasına vâris olunamaz ve bu iş, iftira edilenin ölümü ile sona erer. Şafii (r.h)'nin delili sudun Hadd-i kazif, kul hakkıdır. Çünkü iftira edilen kulun affı ile bu ceza düşer. Yine bu ceza o kulun, istemesi durumunda uygulanır. Bu hususta, iftira eden iftira ettiğini inkâr ettiğinde, aleyhine iftira edilen kimse yemin ederek (onun iftira ettiğini söyler). Bu, kul hakkı olduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Kim geride bir hak bırakırsa, bu hak vârislerine aittir" Müslim, Feraiz, 14, 17 (3/1237)hadis-i şerifinden ötürü, buna da vâris olunması gerekir. Ebu Hanife (r.h)'nin delili ise şudur: Eğer buna miras olunabilseydi, o zaman bunda karının ve kocanın belli bir payı olur. Bir de bu, kendisinde mal ve güvencenin (vesikanın) mevcut olmadığı bir haktır. Binâenaleyh tıpkı bir vekâlet, bir sözleşmede olmadığı gibi, bunda da veraset söz konusu olmaz. Ebu Hanife'nin birinci deliline şu şekilde cevap verebiliriz: Şafii mezhebine göre esahh (daha doğru) olan, o şeye tıpkı bir mal gibi bütün vârislerin mirasçı olmasıdır. Bunda ikinci vecih de şudur: Karı ile koca hariç, bütün vârisler bu hakka varis olurlar. Çünkü kanlık ve kocalık ölümle sona erer. Bir de haddin maksadı, soy-soptan (bütün sülaleden) bu utancı defetmektir. Bu ise karı-kocayı ilgilendirmez. Beşinci Mesele Birisi orada bulunmayan birisine hâkimin huzurunda iftirada bulunsa yahut da o adam orada değilken, kişi kendi hanımı için, o adamla zina ettiği iftirasında bulunsa, hâkimin iftira edilene haber yollayıp, "Falanca sana zina iftira ve isnadında bulunuyor. Bundan ötürü senin, onun hakkında hadd-i kazif hakkın doğuyor" diye haber vermesi gerekir. Bu tıpkı, bir kimsenin bir başka kimsede, haberi olmayan bir malı bulunması halinde, hâkimin bunu ona bildirmesi gerektiği gibidir. İşte bundan ötürü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Enis'i, "Falanca, oğluyla zina ettiğin iftira ve iddiasında bulunuyor" diye haber vermek için, bir kadına göndermiş, fakat onu o kimse o kadınla zina ithamından kurtulsun diye göndermemiştir. Şafii (r.h) şöyle der: "Bir kimse birisine zina iftirasında bulunduğunda, imamın (halifenin ve onun yetki verdiği birisinin), adam gönderip ondan bunu sorma hakkı yoktur. Çünkü Allahü teâlâ, "Birbirinizin kusurunu araştırmayın" (Hucurât, 12) buyurmuştur. Şafii, Bu ifadesiyle iftira edenin belli olmaması durumunu kastetmiştir. Bu mesela bir kimsenin hâkimin huzurunda, "İnsanlar, falancanın zina ettiğini söylüyorlar" demesi gibidir. Bu durumda hâkim, iftira edilen kimseye adam gönderip bunu ondan sormaz. Kazifin Şahidliği Ebediyyen Kabul Edilmez Hak teâlâ'nın, "Onların şahidliklerini ebediyyen kabul etmeyin" yasağına gelince, âlimler bu hususla ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, sahabe ve tabiînin ekserisi, böyle bir kimsenin tevbe etmesi halinde, bundan sonraki şahidliğinin kabul edileceği kanaatindedirler. Şafii (r.h)'ın görüşü de böyledir. Ebû Hanîfe, talebeleri, Sevri ve Hasan b. Salih (r.hm) ise, tevbe etse bile, iftira cezasına uğramış kimsenin şahidliğinin hiç bir zaman kabul edilmeyeceği görüşündedirler. Bu mesele, "Ancak bu (hareketten) sonra tevbe eden ve (hallerini) ıslah edenler müstesna"(Nûr, 5) ayetinin, kendinden önceki ayette bulunan hükümlerle mi, yoksa (4. ayetteki) son cümle ile mi alakalı olduğu meselesine dayanmaktadır. Binâenaleyh Ebû Hanife (r.h)'ye göre, "Pek çok cümlenin peşinden gelen istisna, onlardan en sonuncusuyla alakalıdır." İmam-ı Şafii'ye göre ise, bu istisna, geçen o cümlelerin hepsiyle alakalıdır. Biz bu meseleyi Usûl-ü Fıkıh'da özetledik. Fakat burada, inşaallah, burayla ilgili olan miktarını belirteceğiz. Tövbekâr Kazifin Şahitliği: Şafiiyyenin Delilleri Şâfii (r.h), bu kimsenin (tevbeden sonraki) şâhidliğinin kabul edileceğine dair şu delilleri getirmiştir: 1) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Günahtan tevbe eden, o hiç günahı yok gibidir" İbn Maca, Zühd, 30 (Z/1420).buyurmuştur. Günahı olmayanın şahidliği kabul edilir. O halde, tevbekâr olanın şahidliğinin de kabul edilmesi gerekir. 2) Kâfir iftira atar, sonra da kâfirlikten (imana) dönerse, bunun şahidliği (artık), icma ile kabul edilir. Binâenaleyh iftirada bulunan bir müslüman yaptığı bu iftiradan tevbe ederse, şahidliğinin artık kabul edilmesi gerekir. Çünkü müslümanın yaptığı iftira, kâfirin iftirasından, durum bakımından, daha ehven (hafif)' tir. Buna göre, "Müslümanlar, kâfirlerin (iftiralarından) üzüntü duymazlar. Çünkü onlar, zaten müslümanlara düşman olarak ve müslümanlar hakkında batıl (asılsız) ta'nlarda bulunmakla meşhurdurlar. Binâenaleyh kâfirin iftirası sebebiyle, iftira edilene bir müslümanın iftirasından dolayı dokunacak, ayıp ve utanç kadar bir ayıp ve utanç dokunmaz. Bu sebeble herhangi bir ar ve kusurun dokunmaması için müslüman iftira etmekten alabildiğine menedilmiştir. Bir de küfründen tevbe eden kimseye had gerekmez. Halbuki iftirasından ötürü tevbe edenden, bu hadd-i kazif düşmez." denilirse, biz deriz ki: İkisi arasında bu fark Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in. "Onlara, müslümanların lehine ve aleyhine olan şeylerin, onların da lehine ve aleyhine olduğunu (müslümanlar için hak ve vazife olan şeylerin, o nmmiler için de hak ve vazife olduğunu) haber ver" Ebu Davud. Cihad, 90 (3/37) benzeri hadis.hadis-i şerifi ile ilga edilmiştir. 3) Biz, inkârdan, adam öldürmekten ve zinadan tevbe eden kimsenin şahidliğinin makbul olduğu hususunda müttefikiz. İftirasından dolayı tevbe eden de böyledir. Çünkü bu günah, zinadan daha büyük değildir. 4) Ebu Hanife (r.h) hadd, iftira edilenin hakkı olmakla birlikte, iftira eden kendisine had uygulanmadan önce tevbe ederse, bu kimsenin şahidliğini kabul ediyor. Binâenaleyh had, tevbe ile kalkmıyor. Kendisine had uygulandıktan sonra, halini düzeltmiş ve kendisinden fasıklık ismi kalkmış olduğu halde, tevbe eden birisinin şahidliği haydi haydi kabul edilir. 5) Hak teâlâ'nın, "Ancak bu hareketten sonra tevbe edenler müstesna" (Nûr, 5) ifadesi, birkaç cümleden sonra zikredilmiş bir istisnadır. Binâenaleyh bunun, bütün o cümlelere ait bir istisna olması gerekir. Bunun delilleri şunlardır: a) Biz, herhangi bir kimsenin, "Eğer Allah dilerse (inşaallah), kölem hür, hanımım boş olsun" demesi halinde, bu "İnşaallah"ın, her iki cümleyle de alakalı olduğu hususunda müttefikiz. Durum, konumuz olan bu ayetteki istisnada da aynıdır. Bu durumda eğer: "Bu ikisi arasındaki fark şudur: "İnşaallah" sözü, o hususta herhangi bir şey sabit olmasın diye, sözün hükmünü kaldırmak için kullanılır. İstisna harfi (edatı) ile zikredilen istisnanın ise, tek başına sözün hükmünü kaldırmak için gelmesi caiz değildir. Baksana, bir kimsenin, "inşaallah sen boşsun" demesi mümkündür ve bundan ötürü herhangi bir şey yani boşanma meydana gelmez. Ama "Sen bir talak kalmak üzere boşsun" demesi halinde ise, boşanma meydana gelmiş ve istisna da bâtıl olmuş olur. Çünkü istisna edatının, sözün hükmünü tamamen kaldırmak için kullanılması burada imkânsızdır. Böylece, "İnşaallah" (Eğer Allah dilerse) ifadesinin, kendinden önce geçen bütün cümlelerle alakalı olmasından, istisna edatı (illâ) ile yapılan müstesnanın da, kendinden önce geçenlerin tamamıyla alakalı olmasının doğru olması neticesinin çıkmadığı sabit olur" denilirse, biz deriz ki: Bu, cem (toplama) mahallinin gayrisinde olan bir farktır. Çünkü "inşaallah" ifadesinin, sözün hükmünü tamamen kaldırmak için kullanılması caizdir. Dolayısıyla şüphesiz bunun, önce geçen cümlelerin tamamıyla alakalı olması caiz olmuştur. Aksi halde bunun, sözün bir kısmının hükmünü kaldırmak için getirilmiş olması caiz olurdu. Bu sebeble, işte bu tarzda onun bütün cümlelerle alakalı olması gerekir. Öyle ki, bahsedilen cümlelerden herbirinden bir kısmının istisna edilmesini gerektirmiştir. b) "Vâv" (ve) edatı, mutlak cem (toplamak, birlikte oluşu göstermek) içindir. Binâenaleyh ayetteki, "Seksen değnek vurun ve onların şahidliğini ebedi kabul etmeyin ve onlar fâsıkların tâ kendileridir" her üç cümle de, birbirinden önceliği olmaksızın, sanki hep birlikte zikredilmiş gibidir. Binâenaleyh bu ifadeye istisna dahil olduğunda, bu istisnanın onlardan birine ait olması, diğerlerine ait olmasından daha evla değildir. Çünkü bu cümlelerden birinin, diğerinden, mana bakımından önceliği yoktur. Binâenaleyh bunun, bütün cümlelerle alakalı olması gerekir. Ebû Hanife (r.h)'nin görüşünün aleyhine olmak üzere, bu ifadenin bir benzeri de, Hak teâlâ'nın, "Namaza kalktığınız zaman, yüzlerinizi yıkayın" (Maide, 6) ayetidir. Çünkü buradaki (......) ifadesindeki fâ-i takibiyye, yüzü yıkama ifadesine değil, aksine bundan sonra gelen atıf vavları, tertib (sıra) ifade etmedikleri için, bütün bu sonraki cümlelerin hepsine birden gelmiştir. Tefsir etmekte olduğumuz ayetteki, (illâ) istisna edatı da, geçenlerin sadece belli biriyle ilgili değildir. Çünkü vâv harfi, tertib ifâde etmez. Binâenaleyh bu istisna onların hepsiyle alakalı gibidir. Buna göre şayet, "vâv" edatı, söylediğiniz gibi bazan mutlak cem (atıf) için, bazan da istinaf için olur. İsti'naf (başlangıç) için olması "Onlar fâsıkların tâ kendileridir" ifadesinde oluşu gibidir. Çünkü vâv, nazmı tek cümle olan ve manası bir olan yerlerde, cem için olur. Böylece de onların tamamı, tıpkı abdest (Maide, 6) ayetinde olduğu gibi birlikte zikredilmiş (tek bir şey) gibi olurlar. Çünkü abdest ayetinde zikredilenlerin hepsi tek bir bütündür. Cenâb-ı Hak sanki "İşte sayılan bu uzuvlarınızı yıkayın" buyurmuştur. Çünkü bu sayılanların hepsini, "yıkayın" emri içine almıştır. Kazf (iftira) ayetine gelince, bunun başlangıcı emir, sonu ise haber cümlesidir. Binâenaleyh bütün bunların tek bir cümlede sıralanması caiz değildir. O halde bu (üçüncü) vâv, istinaf içindir. Bu sebeble de, istisna bu sonuncu cümleye aittir" denilirse, biz deriz ki: "Bizim bu üç cümlenin tamamını da şartın cezası (cevabı) saymamız niçin caiz olmasın? Buna göre sanki "Kim muhsan olanlara iftira atarsa, ona sopa vurun, şahidliğini kabul etmeyin ve onun fasık olduğunu söyleyiniz, yani siz onlara sopa, şahidliğı red ve fasık deme işlerinin hepsini yapınız. Fakat attıkları iftiradan tevbe edip, hallerini düzeltenler müstesna. Çünkü Allah bunları bağışlar. Böylece de onlar sopa vurulmamış, şahidlikleri reddedilmemiş ve fasık sayılmayan kimseler olurlar" denilmek istenmiştir. c) Ayetteki, "Onlar fâsıkların tâ kendileridir" ifadesinin, "Onların şahidliklerini ebedi kabul etmeyin" ayetinin peşinden gelmiş olması, şahidliğin kabul edilmeyişinin sebebinin, o kimsenin fasık oluşu olduğuna delalet eder. Çünkü bir hükmün bir vasfa dayandırılması, o vasfın o hükmün illeti olduğunu gösterir. Hele de o vasıf o hükme münasib ise. Binâenaleyh o kimsenin fasık oluşu da şahidliğinin makbul olmamasına münasibtir. O kimsenin şehâdetinin kabul edilmeyişinin sebebi sadece onun fâsık olduğu sabit olup, bu istisna da o kimsenin fâsıklığının (tevbe ettiğinde) zail olduğuna delâlet edince, bu illet ortadan kalkmış olur. Sebeb ortadan kalkınca da bu sebebe bağlı olan hükmün de kalkması gerekir. d) Bu gibi istisnalar Kur'ân'da vardır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah ve Resulü ile harbedenlerin cezası şudur. Ancak tevbe edenler müstesna" (maide, 33-34) buyurmuştur. Bu istisnanın, ayetin başından itibaren sayılanların tamamı ile olduğunda ve bu tevbenin hepsi için söz konusu olduğunda şüphe yoktur. Hak teâlâ'nın, "Sarhoş iken namaza yaklaşmayın, eğer su bulumazsanız, teyemmüm edin" (Nisa. 43) ayetindeki durum da böyledir: Teyemmüm, kendisine abdest farz olan kimseler için meşru olduğu gibi, gusletmesi gerekenler içn de söz konusudur. Ebu Ubeyd bu izahı, Şafii'nin mezhebini isbat sadedinde yapmıştır. Hanefi İçtihadının Delilleri Ebu Hanife'nin arkadaşları, bu ayetteki istisnanın, son cümleye ait olduğu hususunda şu delilleri getirmişlerdir: 1) Bir istisnadan yapılan istisna, son cümleye ait sayılır. Binâenaleyh bir birlik olsun diye, bu her yerde böyle olur. 2) Önceki cümlelerin umumi manada olmasını gerektiren şey mevcuttur. Buna muarız olan şey, yani istisna ise, kendisinin tek bir cümleye ait olmasının doğruluğu hususunda yeterlidir. Çünkü bu kadarcık şeyle istisna bir lağiv (boş, manasız şey) olmaktan çıkar. Binâenaleyh bu istisnanın sadece tek bir cümleyle alakalı olması gerekir. 3) Buradaki istisnanın kendinden önce geçen cümlelerin tamamıyla alakalı olsaydı, bu kimsenin tevbe etmesi halinde, ona celde vurulmaması gerekirdi ki bu icmâen bâtıldır. Dolayısıyla bu istisnanın son cümleye ait olması gerekirdi. Bunlardan birincisine şöyle cevap verilir: Menfi (olumsuz) cümleden yapılan istisna olumlu, olumlu cümleden yapılan istisna ise olumsuzdur. Binâenaleyh istisnadan sonra gelen istisnanın, hem birinci istisnaya, hem de müstesnaya râci olması halinde, bu ikisinden birinden giden kadarı ile diğerine eklenmiş olur. Böylece de birinci istisnayla noksanlaşan, (ikincisi) ile eklenip, tamir edilmiş olur. Dolayısıyla da ikinci istisna faydasız olmuş olur. İşte bundan ötürü, "İstisnadan yapılan istisna son cümleye aittir" diyoruz. İkincisine de şu şekilde cevap veririz: Atıf vâvının bir tertibi (sırayı) ifade etmediğini beyân etmiştik. Binâenaleyh cümlelerin bir kısmı mertebece diğerlerinden sonra sayılamaz. O halde istisnanın, bu cümlelerden bir kısmıyla alakalı olması, diğerleriyle alakalı olmasından evlâ değildir. Binâenaleyh bunun, hepsiyle alakalı olması gerekir. Üçüncü delile de şöyle cevap veririz: Bununla, bazısı hakkında amel etmek terkedilmiş, diğerleri hakkında amel etmek ise terkedilmemiştir. Ebu Hanife (r.h)'nin arkadaşları bu meselede şu hadisleri delil getirmişlerdir: a) Hanımının, Şureyh b. Sehmâ ile zina ettiğini söyleyen Hilâl b. Ümeyye hadisesi hakkında İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın rivayet ettiği şu hadis: Hilâl bunu söyleyince Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Hilâl'e celde vurulur ve onun müslümanlar hakkındaki şâhidliği bâtıl olur" Müsned, 1/238. buyurdu. Böylece Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), onun şâhidliğinin kabulü için, tevbenin şart olduğunu söylemeksizin, ona celde vurulmasının, şehâtedini geçersiz kılacağını bildirmiştir. b) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Kendilerine hadd-i kazî uygulanmış olanlar hariç, müslümanlar birbirleri hakkında âdil şahidler sayılırlar" Keşfu'l-Hafa, 2/209. buyurmuş ve hadd-i kazf uygulananların tevbe etmesini şart koşmamıştır. c) Amr b. Şuayb, babasından; babası da dedesinden, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "islam'da had uygulanmış kimselerin sehâdeti caiz değildir" İbn Mace. Ahkâm, 30 (2/792). dediğini rivayet etmiştir. Şafii ise şöyle der: Bütün bunlar şunlarla çelişir: 1) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "(Bir şeyi) güneş gibi (apaçık-kesin olarak) bildiğinde, şahidlik et" buyurmuştur. Emir, vucûb (farziyyet) ifade eder. Binâenaleyh hadd cezası giymiş bir kimse, birşeyi bildiğinde, o hususta şahidük etmesi farzdır. Eğer onun şahidliği makbul olmamış olsaydı, bu ona farz olmazdı. Çünkü bu şahidlik, bu durumda yersiz ve boş olmuş olurdu. 2) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Biz, zahire göre hükmederiz" Keşfu'-Hafa, 1/92. buyurmuştur. Burada böyle bir zahir söz konusudur. Çünkü bu kimsenin dini, aklı ve tevbesi sebebiyle, yeniden kazandığı namusu, kendisinin (zahiren) sâdık olduğu zannını ifade eder. 3) Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'den şu rivayet edilmiştir: O, Muğire b. Şu'be'nin aleyhine şahidlik eden Ebu Bekre, Nâfi ve Nefi'ye celde vurmuş ve sonra da: "Kim kendisini yalanlarsa, şahidliğini kabul ederim, böyle yapmayanın şahidliğini kabul etmem" dedi. Bunun üzerine Nafi ve Nefi kendilerini yalanladılar (yalan söylediklerini itiraf ettiler) ve tevbe ettiler. Hazret-i Ömer de artık bunların (bundan sonraki) şahidliğini kabul etti. Fakat Ebu Bekre'nin şahidliğini kabul etmedi. Hiçbir sahabi de bunu yadırgamamış, tenkid etmemiştir. İşte bu meseledeki sözün tamamı budur. Hak teâlâ'nın, "Onlar fâsıkların tâ kendileridir" ifadesine gelince, bil ki bu ifade, şu iki manaya gelir: 1) Kazf (iftira atma), büyük günahlardandır. Çünkü fasık ismi ancak büyük günah işleyenler için kullanılır. 2) Fâsık, ikâbı hakedenlere verilen bir isimdir. Çünkü bu isim eğer kendi fiilinden müştak bir isim olmuş olsaydı, o zaman tevbe, tıpkı o kimsenin dövücülükle ve başka şeylere meyyal olmakla tavsif edilmesine mâni olmadığı gibi, Askın devamına da mâni olmazdı. İftiradan Tövbe Hak teâlâ'nın "Tevbe edenler müstesna" ifadesine gelince, bil ki âlimler iftira etmekten ötürü nasıl tevbekâr olunacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak Şafii (r.h): "Bunun tevbesi, kişinin yalan söylediğini itiraf etmesidir" derken, Şafii'nin ashabı, bundan nasıl tevbe edileceği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Onlardan el-İstahri; "O, "Ben söylediğim o hususta yalancıyım. Bir daha aynı şeyi yapmayacağım" der" demiştir. Ebu İshak ise: "O, "Ben yalan söyledim" diyemez. Çünkü o, bazan doğru söylemiştir. Dolayısıyla "Yalan söyledim" demesi de yalan olmuş olur. Yalan da bir günahtır. Günahı isteyen kimse ise bir başka günahtan tevbe etmiş olamaz. Aksine iftira eden kimse, "söylediğime pişman oldum. O sözümden dönüyorum. Artık bir daha aynısını yapmayacağım" der" demiştir. Ayetteki "ve hallerini ıslah ederler" ifadesi hakkında âlimlerimiz şöyle demişlerdir: "O kimsenin tevbe etmesinden sonra, sahidliğinin kabul edilebilmesi ve bu yetkisinin geri dönebilmesi için, iyi halinin üzerinden mutlaka bir zamanın geçmesi gerekir" demişler ve sonra da bu müddeti bir yıl olarak belirlemişlerdir. Böylece o kimsenin üzerinden, hallerin ve karakterlerin değiştiği dört mevsim geçmiş olur. Bu tıpkı innîn (cinsi kudreti olmayan) kimse için, boşanması için bir yıl zamanın geçmesinin belirlenmesi gibidir. Şeriat, zekât, cizye ve benzeri şeyler gibi, pek çok hükmü bir yılın geçmesine bağlamıştır. Hak teâlâ'nın "Çünkü Allah gafur ve rahimdir" ifadesi, "O, gafur ve rahim olduğu için, tevbeleri kabul eder" demektir. Bu, tevbelerin kabulünün akton Allah'a vâcib olmadığına delalet eder. Çünkü eğer tevbeleri kabul etmesi Allahü teâlâ'ya aklen vâcib olsaydı, o zaman tevbelri kabul hususunda o, gafur ve rahim olmuş olmazdı. Zira tevbeleri kabul O'na şart ve vâcib olsaydı, o zaman Hak teâlâ bu tevbeleri mecburen ve korkusundan ötürü kabul etmiş olurdu. Çünkü O bu durumda, eğer bunu kabul etmeyecek olursa, kendisinin sefih olduğunu ve ulûhiyyet vasfı dışında kalacağını bitmektedir. Ama tevbelerin kabulü aklen vâcib olmadığı hakle O, tevbeleri kabul edince, rahmeti ve ihsanı tahakkuk etmiş olur. Muvaffakiyet Allah'dandır. 4. Hüküm: Liân |
﴾ 5 ﴿