21

"Ey iman edenler, şeytanın adımları ardınca gitmeyin. Kim şeytanın adımlarına uyarsa şüphesiz ki o kötülüğü ve gayr-ı meşrûyu emreder. Eğer üzerinizde Allah'ın fazlı ve rahmeti olmasaydı, içinizden hiçbiriniz, ebediyen temize çıkmazdı. Ancak Allah, dilediğini temize çıkarır. Allah semî ve âlimdir.".

"Hutuvât" kelimesi, fî'nin zammesi ve sükunu ile, "hutvât" ve "hutuvât" şeklinde okunur. Hutvât, "hatve" kelimesinin çoğulu olup, "Adam yürüdü, adım attı" ifadesindendir. Binâenaleyh bunun müfredini söylemek istediğinde, ilk harfi meftun olarak, "hatve" (adım); cemisini söylemek istediğinde, ya ilk harfi meftun olarak "hatavât", ya da ilk harfi mazmûm olarak, "hutuvât" dersin ki bununla hal, harekât ve gidişat kastedilmiştir. Buna göre mana, "Şeytanın izlerine tâbi olmayın, onun bastığı yerlere basmayın ve bu iftiraya, bunu dile dolamaya ve fuhşun (kötü söz ve fiillerin) mü'minler arasında yayılmasına önem verip, gayret etmek hususunda, onun peşinden gitmeyin" şeklindedir. Allahü teâlâ bunu her ne kadar mü'minlere tahsis etmiş ise de, bu bütün mükellefler için bir yasaktır. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Kim şeytanın adımlarına uyarsa, şüphesiz ki o, kötülüğü ve gayr-ı meşrûyu emreder" buyurmuştur. Bütün mükelleflerin bundan menedildikleri ise malumdur. Biz, Cenâb-ı Hakk'ın bu hususu mü'minlere tahsis ettiğini söyledik. Çünkü Allahü teâlâ, mü'minleri, eğer şeytana uyarlarsa, "Kim şeytanın adımlarına uyarsa", ifadesiyle tehdid etmiştir. Bu ifadenin zahiri ise, mü'minlerin şeytana tâbi olmayacaklarını göstermektedir. Eğer bununla kâfirler kastedilmiş olsaydı, o zaman şüphesiz onlar şeytana zaten uymuşlardı. Binâenaleyh Allah iftira eden o kimselere, gerekli tehdidi yapınca, durumları tıpkı onlarınki gibi olmasın diye ve günahtan alabildiğine kaçınsınlar için, özellikle mü'minleri zikrederek onları terbiye etmiştir.

Fahşâ ve fahişe aşırı çirkin ve kötü olan şey demektir. Münker ise, insan tabiatının hoşlanmadığı, nefret ettiği ve beğenmediği şeydir.

Hak teâlâ'nın, "Eğer üzerinizde Allah'ın fazlı ve rahmeti olmasaydı, içinizden hiçbiriniz, ebediyyen temize çıkmazdı" buyruğuna gelince, Ya'kub ve İbn Muhaysin, buradaki fiili, şedde ile (......) şeklinde okumuşlardır. Bil ki, "zeki" Allah'a itaat hususunda "rızâ" mertebesine ulaşmış kimsedir. Arapça'da (Ekin gelişti, olgunlaştı) denilmesi de bu manadadır. Binâenaleyh mü'min, dini hususlarda, Allah'ın razı olacağı "salah" noktasına vardığında "zeki" adını alır. Zeki, ancak zeki olana denir. Bu tıpkı, hidayeti bırakan kimseye, mutlak olarak, "Allah ona hidayet etti" denilmeyip, "Allah ona hidayet etti, ama o hidayete ermedi" denilmesi gibidir.

Âlimlerimiz, kulun fiillerinin yaratılması meselesinde, Hak teâlâ'nın, "Ancak Allah dilediğini zeki kılar, tezkiye eder, temize çıkarır" ayetini delil getirerek şöyle demişlerdir: Tezkiye, tıpkı tesvid (kara kılmak) ve tahmir (kızartma) kelimeleri gibidir. Nasıl ki tesvid, karalığı meydana getirmek demek İse, tezkiye de zekâyı yerinde meydana getirmektir. Mu'tezile ise şöyle demiştir: "Burada şu iki te'vil yapılabilir:

1) Tezkiye Allah'ın lutûf fiillerini yapması manasına alınır.

2) Bu, kulun zeki olduğuna hükmetmektir. "Âlimlerimiz, buna karşı "Bu iki izah da ayetin zahirinin hilafınadır" demişlerdir.

Biz, Mu'tezile'nin bu iki görüşünün yanlış olduğuna aklî deliller de getirebiliriz: Birinci görüşlerinin yanlış olduğuna şunlar delâlet eder:

1) Lutûf fiileri, bir dâ'i (sebeb) tercihinde bulunur mu, bir sebeb ister mi istemez mi? Eğer onu istemezse, onun bununla alakası olmaz, dolayısıyla lütuf olmaz. Eğer manen tercih isterse, bu durumda mutlaka, tercih edenin, bir vucûb noktasına varıp olması gerekir. Çünkü bu kadar bir tercihin bulunmasıyla o fiilin meydana ya imkânsızdır, ya mümkindir, ya da vâcibtir. Eğer imkânsız olursa, o tercih "dai" (sebeb) değil, "mâni" olur. Eğer olması ve olmaması eşit olursa, olmasının farzedilmesinden dolayı bir muhalin meydana gelmediği her mümkinin, bazan olduğu, olmadığı farzedilir. Olduğu vaktin, olmadığı vakitten ayrılması işi de, ya ine bir kaydın eklenmesine dayanır, ya da dayanmaz. Eğer dayanırsa, "müreccih", bu kayd ve şartın eklenmesinden sonra meydana gelen toplamın kendisi olmuş olur. Böylece de ilk önce bulunan şey, tek başına müreccih olmuş olmaz. Yok eğer buna dayanmazsa, o zaman o iki akitten birisinin oluşa, meydana gelişe, diğerinin de olmamaya meydana gelmemeye tahsis edilmesi, müreccih bulunmadan, mümkinin tercihi olur ki bu imkansızdır. Fakat lutûf fiilinin, kendisinin müreccih ve mûcib olması halinde onun faili lütfedilen şeyin de faili olmuş olur. Binâenaleyh böytece Cenâb-ı Hak, kulun fiilinin faili olmuş olur.

2) Allahü teâlâ "Ama Allah dilediğini tezkiye eder" buyurup tezkiyeyi, dilemesi şartına bağlamıştır. Hâlbuki lütuf fiili (sizce?) vâcibtir. Vacıb ise, dileme şartına bağlı olmaz.

3) Allahü teâlâ, tezkiye işini fazlı ve rahmeti şartına bağladı. Hâlbuki (sizce?) lütuf fiillerinin yaratılması vâcibtir. Binâenaleyh lütuf fiilleri, fazl-ı ilahi ve rahmet-i ilahiyye şartına bağlı olmaz."

Mu'tezile'nin ikinci izahlarına, yani "Allahü teâlâ bu ifade ile "Allah o kulun zeki olduğuna hükmetmiştir" manası kastedilmiştir" şeklindeki izahlarına gelince, (size göre) bu da vâcibtir. Çünkü eğer Cenâb-ı Hak buna hükmetmiş olsaydı, bu bir yalan olurdu. Hâlbuki Allah'ın yalan söylemesi imkânsızdır. Dolayısıyla bu, daha nasıl ilâhi irâde (dileme) şartına bağlanabilir. Dolayısıyla Hak teâlâ'nın, "Ama Allah dilediğini tezkiye eder, temize çıkarır" ifadesinin, bu konuda yani kulların fiillerinin yaratılması meselesinde, bir nass olduğu sabit olur.

Ayetteki "Allah semî ve âlimdir" cümlesi, "O, sizin bu iftiraya dair veya Âişe'nin berî (temiz) olduğuna dair bütün sözlerinizi duyar, fuhşun (kötü söz ve fiillerin) mü'minler arasında yayılmamasına veya yayılmasına dâir arzu ve isteklerinizi bilir. Durum böyle olunca, O'na İsyan etmekten kaçınmak gerekir" demektir.

İmkân Sahiplerinin Infakı

21 ﴿