25

"Namuslu, günahtan habersiz mü'min kadınlara iftira atanlar, dünyada da ahirette de, lanetlendiler. Onlar için büyük de bir azâb var. O günde ki aleyhlerinde kendi dilleri, kendi elleri, kendi ayakları onların neler yaptığına edecektir. O gün Allah onlara, hak olan cezalarını tastamam verecek. Şüphesiz onlar da, Allah'ın apaşikâr, hakkın tâ kendisi olduğunu bileceklerdir".

Bu ifadelerle ilgili iki mesele vardır.

Birinci Mesele

Âlimler Cenâb-ı Hakk'ın Namuslu, günahtan habersiz kadınlara iftira atanlar" ifadesiyle, bu sıfatları taşıyan herkesin mi, yoksa hususi muayyen kimselerin mi kastedildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Usulcüler şöyle demişlerdir: "Siğa, genel, amm" olduğundan bu sığayı zahiri anlamma almaya mâni yoktur. Bu sebeple bunu şenel anlama hamletmek gerekir. O halde bu ifadenin içine, hem Hazret-i Aişe'ye atılan, hem de başkasına atılan iftiralar dahildir." Bazıları bu görüşü kabul etmeyerek şu izahları yapmışlardır:

1) Bu ayetle, Hazret-i Âişe'ye yapılan iftira kastedilmiştir. Çünkü Hazret-i Âişe (radıyallahü anha) şöyle demiştir: "Ben habersizken, bana iftira edildi. O hadise bana, nice zaman sonra ulaştı. Bir gün, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) benim yanımdaydı. Tam o sırada, Cenâb-ı Hak O'na vahiyde bulundu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber de "(Ey Âişe),gözünaydın olsun" dedi ve "Namuslu günahtan habersiz mümin kadınlara iftira atanlar..." ayetini okudu.

2) Bununla, Hazret-i Peygamber'in hanımlarının tamamı kastedilmiştir. Onların şereflerinden dolayı, böylesi bir tehdit, onlara iftira atanlara tahsis edilmiştir. Bu görüşte olanların delilleri de şunlardır:

a) Diğer kadınlara iftira atan kimselerin tevbeleri kabul edilir. Çünkü Cenâb-ı Hak bu sûrenin başında "Namuslu ve hür kadınlara iftira atan, sonra dört şahit getirmeyen kimseler (...) Meğerki bu (hareketten) sonra tevbe ve ıslâh etsinler" (Nur, 4-5) buyurmuştur. Bu ayette bahsedilen müfterilerin ise, tevbeleri kabul edilmez. Çünkü Cenâb-ı Hak, "dünyada da ahirette de, lanetlendiler" buyurmuş, bu hükümden bir istisna yapmamıştır. Hem bu, münafıkların vasfıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Hepsi de Allah'ın rahmetinden koğulmuş olarak..."(Ahzab, 61) buyurmuştur.

b) Diğer kadınlara iftira atanlar küfre nisbet edilmezler. Hâlbuki bu ayete göre buradaki müfteriler küfre nisbet edilmiştir. Çünkü Allah "O gündeki, aleyhlerinde kendi dilleri, kendi elleri, kendi ayaklan (...) şahitlik edecektir" buyurmuştur. Böyle olma ise, kâfirlerin ve münafıkların özelliğidir. Bu tıpkı "Ogün, Allah'ın düşmanları ateşe (doğru) toplanırlar..." (Fussilet. 19-21) ayetleri gibidir.

Cenâb-ı Hak, "Onlar için büyük de bir azab var" buyurmuştur. "Büyük azab" ise küfre karşı verilen azabtır. Böylece bu, bu iftirada bulunanın cezasının, küfrün cezası olduğuna delâlet eder. Hâlbuki diğer iffetli ve namuslu kadınlara iftirada bulunan kimsenin cezası ise, küfrün cezası olmaz.

d) İbn Abbas (radıyallahü anh)' dan şu rivayet edilmiştir: "O, Arafa günü Basra'da imiş. Ve ona, Kur'ân'ın tefsirine dair sorular soruluyormuş. Derken, bu ayetin tefsiri sorulmuş. Bunun üzerine o, "Hazret-i Âişe'nin işine dalanlar hariç, kim bir günah işler de sonra da tevbekâr olursa, tevbesi makbul olur" demiş. Usuicûler, buna şu şekilde cevap vermişlerdir: Bu ayette bahsedilen tehdidin, mutlaka ve mutlaka tevbe etmeme şartına bağlanmış olması gerekir. Çünkü günah, ister küfür isterse fısk olsun, buna dair tevbe vaki oldu mu, bağışlanır, affedilir. Binâenaleyh bu soru, zail olur.

Bazı kimseler de bu hususta şu görüşü ileri sürmüşlerdir. Bu ayet, Allah'ın Resulü ile onlar arasında bir ahdin, anlaşmanın bulunduğu bir sırada, Mekke müşrikleri hakkında nazil olmuştur. Binâenaleyh, bir kadın Medine'ye hicret etmek için evinden çıktığında, mekke müşrikleri ona iftirada bulunarak "O, fısk u fücura dalmak için çıktı" derlerdi. İşte bunun üzerine bu ayet, böyle diyenler hakkında nazil olmuştur. Doğru olan, birinci görüştür.

İftiracıların Cezası

Allahü teâlâ, iffetli, günahtan habersiz mümin kadınlara iftira atanlar hakkında şu üç şeyi zikretmiştir:

1) Onların, dünya ve ahirette lanetlenmiş olmaları ki bu, çok şiddetli bir tehdittir. Cübbai şu şekilde istidlalde bulunmuştur "Bunun lanetle kayıtlanmış olması, bütün müfteriler hakkında, genel ve amm eten bir husustur. Binâenaleyh, kim dünyada melun olursa, ahitte de melundur. Ayette melun olan ise, cennetliklerden olamaz." Cübbaînin bu sözü de, "Habtu'l-amel" meselesine dayanmaktadır ki, bu husustaki görüşümüz daha evvel geçmişti.

2) Cenâb-ı Hakk'ın, "O gündeki, aleyhlerinde kendi dilleri, kendi elleri, kendi ayaklan şahitlik edecektir" ayetinin beyan ettiği husustur. Bunun bir benzeri de "Derilerine (şöyle) dediler: "bizim aleyhimize neye şahitlik ettiniz?" (fussilet. 21) ayetidir. Biz ehl-i sünnete göre, bünye hayatın şartı değildir. Binâenaleyh, Allahü teâlâ'nın tek bir adamda da, tam bir ilim, tam bir kudret ve bir kelâm yaratması caizdir. Mu'tezile'ye göreyse, bu caiz değildir. Binâenaleyh, onlar ayetin tevili hususunda şu iki açıklama da bulunmuşlardır.

a) Allahü teâlâ, bu uzuvlarda, bu konuşmayı yaratmıştır. Onlara göre bu konuşmayı yapan (mütekellim), sözün failidir. O halde bu şehâdet, aslında Allah'dandır. Fakat Allahü teâlâ bu konuşmayı, mecazi olarak uzuvlara nisbet etmiştir.

b) Hak teâlâ bu uzuvları olduğunun aksine yaratır, insana karşı şehâdet etmeye mecbur eder ve onlar da insanın (sahiblerinin) yaptığı amelleri haber vermeye başlar. Kadi, şöyle der: "Bu izah, ayetin zahirine daha yakındır. Çünkü bu, o uzuvların eeftadette bulunacağını ifade eder."

c) Hak teâlâ, "O gün Allah hak olan dinlerini tastamam verecek" buyurmuştur. Bu ifadeyle onların bizzat dinlerinin kastedilmediğinde şüphe yoktur. Çünkü onların enleri, amelleridir. Aksine bununla, onların amellerinin cezası kastedilmiştir. "Din" kelimesi ceza (karşılık) manasına da kullanılmaktadır. Mesela Araplar'ın şu sözlerinde olduğu gibi: "Nasıl cezalandırır (karşılık verir) isen, öyle cezalandırılır karşılık bulursun)." "Din, hesab manasına geldiği de söylenmiştir. Mesela "işte din-i kayyim, yani dosdoğru hesab budur" (Beyyine, 5) ayetinde olduğu gibi.

Ayetteki "hak" kelimesi ise, "Onlara tastamam uygulayacağımız o ceza, müstehak olunan hak edilen miktardır. Bu kadarı hakdır, bundan fazlası bâtıldır" demektir. "Hak" kelimesi, "Din" kelimesinin sıfatı olarak, nasb ile de okunmuştur. O zaman "din" kelimesinin manası, ceza olmuş olur. Bu kelime, "Allah" lafzının sıfatı olarak, merfu da okunur.

Hak teâlâ'nın "Şüphesiz onlar da Allah'ın apâşikâr, hakkın tâ kendisi olduğunu bileceklerdir" ifadesi hakkında bazı kimseler şöyle demişlerdir:

"Hak teâlâ'ya, başkasına değil, sadece kendisine ibadet etmek hak (doğru) olduğu için, yahut da emrettiklerinde başkası değil ancak o, hak olduğu için, "hak" diye adlandırılmıştır. "Mübin" kelimesinin manası da, bu dediğimizi te'yid etmektedir. Çünkü hitab ettiklerinde isabet etmiş olan, sözü ile başkasını değil, ancak doğru olanı beyân etmiş olması bakımından mübinin (açıklayanın) tâ kendisidir. Bazıları da "Hak" kelimesinin, Allah'ın isimlerinden olup, "vav, mevcüd" manasında olduğunu bunun zıddının "yok" demek olan "bâtıl" kelimesi olduğunu, "mübin"in de "ortaya koyan" manasında olduğunu ileri sürmüşlerdir. Buna göre ayetin manası, "O'nun kudreti ile mümkinatın (kâinatın) varlığı ortaya çıkmıştır" şeklindedir. Dolayısıyla Cenâb-ı Allah'ın "hak" oluşu, zâtı gereği mevcûd olması; "mübin" oluşu da, başkasına varlık ve hayat veren olması manasınadır.

İyiler ve Kötüler

25 ﴿