33"Nikâha (güç) bulamayanlar, Allah kendilerini fazl(u kerem)inden zengin kılıncaya kadar, iffetlerini korusun...". Bil ki, Allah (c.c), hürlerin ve cariyelerin evlendirilmelerinden bahsedince, bundan aciz olanların durumlarını da beyan ederek "iffetlerini korusun" buyurmuştur. Yani, "Alabildiğine iffetli olsun, buna gayret etsin..." demek olup, sanki böylece "musta'fif" kendisinin iffetli olmasını isteyen ve kendisini buna sevkeden olmuş olur. Cenâb-ı Hakk'ın "nikâha (güç) bulamayanlar" buyruğuna gelince bu, "nikâha imkan bulamayanlar" anlamındadır. Nitekim Arapça'da, bir kimse bir şeyi elde edemeyip ona imkan bulamadığında "O kişi o şeyi bir türlü elde edemiyor" denilir. Nitekim Cenâb-ı Hak "Fakat kim (bunu) bulamazsa iki ay oruç tutsun" (Mücadele, 4) buyurmuştur. İcmâ ile bu ifadeden evliliğe imkân bulamayan kimseler kastedilmiştir. Nitekim içinizden birisi için, her ne kadar su mevcut olsa bile, onu satın alamadığı zaman "o, suyu bulamıyor" denilir. Ayetteki nikâh sözüyle, sayesinde evliliğin yapılabileceği, "mal, mülk"ün kastedilmiş olması mümkündür. Böylece Cenâb-ı Hak buna imkân bulamayanların, iffeti talep edip aramaları gerektiğini ve Allah'ın lûtf-u keremiyle kendisine imkân vereceği bir zamanı gözetmesi, daha sonra arzu duyduğu nikâha ulaşması gerektiğini beyan buyurmuştur. Eğer "Milk-i yemin (cariye), bizzat nikâhın yerini tutmaz mı?" denilirse, biz deriz Ancak ne var ki, mehir ve nafakayı bulamayan kimse, cariye alacak parayı haydi haydi bulamaz. Allah en iyisini bilendir. Dokuzuncu hüküm, kitabet (yazışma) hakkındadır: "Ellerinizin malik olduğu (köle ve cariyelerden) mükâtebe isteyenleri eğeronlarda bir hayır görürseniz onlarla yazışın (mükâtebe akdi yapın); onlara Allah'ın size verdiği maldan verin.". Bilki Allahü teâlâ, sahiplerini, köle olmalarına rağmen, köle ve cariyelerden salih olanlarını evlendirmeye teşvik edince, hür olmaları ve aynen hürler gibi tasarruf edebilmeleri için yazışmak (mükâtebe akdi) istediklerinde, köle ve cariyelerin sahiplerini, onlarla yazılı akit yapmaya teşvik ederek "... mükâtebe isteyenleri..." buyurmuştur. Burada birkaç mesele vardır. Ayetteki (......) cümlesi ya mübtedâ olarak (mahallen) merfûdur yahut da (......) ifadesinin tefsir ettiği mukadder bir fiil ile mahallen mensubtur. Bu tıpkı senin "Zeyd var ya döv onu!" demen gibidir. (......) fiilinin başına fâ harfi (......) ifadesi şart manasını ihtiva ettiği için gelmiştir. Kitab Kelimesinin Manası (......) ve (......) lafızları, tıpkı ve (azarlamak) kelimeleri gibidir. (......) kelimesinin, neden müştak olduğu hususunda, şu izahlar yapılmıştır: a) Bu kelimenin asıl manası "eklemek, biraraya getirmek" demek olan (......) kelimesindendir. (bölük, alay) kelimesi de bunun gibidir. "Mükâteb köle"ye bu adın verilmesi taksitlerini birbirine ekleyip, malını da efendisinin malına etmesinden dolayıdır. b) Bu lafzın, yazmak masdarından alınmış olması da muhtemel olup, bunun manası ya, "Sen (bana verecek olduğun) malı, bana tastamam ödediğinde, seni azâd edeceğimi, senden ötürü kendi üzerime yazdım (yani bunu üstlendim)"şeklinde yahut "Senin bunu bana tastamam ödemeni, senin aleyhine benim de lehime olarak yazdım", veyahut da "Sana o malı tastamam ödemeyi, kendime de seni azâd etmeyi içeren bir senet yazdım..." şeklinde olur. Bütün bu izahları, el-Ezherî yapmıştır. c) Üzerinde akd vaki olan malın sonradan ödenilmesinden dolayı, bu akid bu şekilde adlandırılmıştır. Çünkü bu yazışma yapıldığında, bu yazışmanın kölenin elinde bulunan mal üzerine bina edilmesi caiz değildir. Çünkü böylesi durumda kölenin elindeki bu mal, efendisinin elinin ondan kesilmediği sıradaki kölenin kazandığı, aslında da efendisinin olan bir maldır. İşte bu manadan dolayı, bu akdin, o anda vufcû bulması caiz değildir. Ancak ne var ki bu, o köle, efendisinin eli kendisinden kesildiği bir devrede, kazanmaya vs. şeylere imkan bulabilmesi için gereği sonradan ifâ edilecek olan bir akittir. Üzerinde sonradan ödenecek bir hak bulunan kimseden ötürü bir yazışmanın yapılması da, şeriatın âdâbındandır. İşte bu manadan dolayı, Kendisinde mündemiç olan erteleme manası sebebiyle bu akde, "el-Kitâb" ismi verilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak da "Her zamanın yazılmış hükmü vardır" (Rad, 38) buyurmuştur. Mükâtebe Tutanağı Muhyi's-Sünne şöyle der: "Yazışmanın şekli şöyle olur: Efendi, kölesine, "seninle şu kadar mal karşılığında yazışma yapıyorum" der, kölenin iki veya daha fazla taksitle ödeyeceği miktarı belirler. Taksit miktarlarını ve her taksitte ödeyeceğini beyân eder. Sonra da ya, "Sen bana malı ödediğinde hürsün" der yahut da buna kalbiyle niyyet eder; köle de, "bunu kabul ettirn el-Beğavî olabilir (ç.) der. Tutulan bu zabıt hakkında birkaç bahis vardır: Birinci bahis: Şafii (r.h) şöyle der: "Eğer efendi "Sen bunu ödediğinde hürsün" demez, ya da kalbiyle buna niyet etmezse, köle azâd olmaz." Ebu Hanîle, İmam-ı Mâlik, Ebu Yusuf, İmam Muhammed ve İmâm Züfer (r.h) "Buna gerek yoktur" demişlerdir. Ebu Hanîfe'nin delili şudur: Cenâb-ı Hakk'ın emri böylesi bir şarttan uzak ve hâli bir ifadedir. Binâenaleyh kitabetin bu şart bulunmadan da sahih olması gerekir. Kitabet sahih olunca da, malı ödediğinde o kölenin, icmâ'ya göre, azâd edilmiş olması gerekir. Şafii'nin delili ise şudur: Kitabet sırf bir bedel akdi değildir. Çünkü kölenin elinde bulunan her şey, efendisinin mülküdür, insanın, mülkünü yine kendi mülkü mukabilinde satması mümkün değildir. Tam aksine o, "Seni azâd etme hususunda seninle bir yazışma yaptım" der. Bu sebeple mutlaka onun sözünde ya "azâd etmek" lafzı bulunacak, ya da buna niyet edecektir. İkinci bahis: Şafii'ye göre, o anda yapılan kitabet caiz değildir. Ebu Hanîfeye caizdir. Şafii (r.h)'nin görüşünün izahı şudur: Kölenin o anda ödeyebileceği inin bulunduğu düşünülemez. Köle, o anda bir akid yaptığında, o anda o mal, ; nden istenebilir. Binâenaleyh köle o malı o anda ödeyemeyince de, akdin tahakkuk etmemiş olur. Bu tıpkı orada bulunmayan bir şey hakkında, "selem" un doğru olmaması gibidir. Ama zor durumda olan bir kimseyle yapılan selem caizdir. Çünkü akid zamanında o kimsenin (gelecekte elde edeceğinden dolayı), mal sahibi olduğu düşünülebilir. Dolayısıyla da, onu ödeme hususunda bir ît tahakkuk etmemiş olur. Ebu Hanîfe'nin görüşünün izahı da şöyledir: Cenâb-ı Hakk'ın (......) emri hem o anda, hem de gelecekteki bir yazışmayı içine alan mutlak bir ifadedir. Bir de, kitabetten dolayı elde edilecek olan mal, kişinin azâd olmasının bedeli olunca, bu tıpkı satılan eşyanın bedeli gibi olmuş olur. Böylece de, hem peşin hem de veresiye caizdir. Hem ulemâ, o anda ödenecek olan bir mala bağlanan azâd etmenin olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Binâenaleyh, yazışmanın da bunun gibi olması gerekir. Çünkü bu, her iki durumda da azâd etmenin bir bedelidir. Ancak ne var ki, bunlardan birinde azâd etme, malı ödeme şartına bağlanmış, diğerinde ise peşinen alınmıştır. Binâenaleyh, bu ikisinin hükmünün de farklı olmaması gerekir. Üçüncü bahis: Şafii (r.h): "İki taksitten daha az olan miktar üzerinden yazışma yapmak caiz değildir" der. Bu, Hazret-i Ali, Hazret-i Osman ve İbn Ömer'den rivayet edilmiştir. Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Osman kölesine kızmış ve "işini zorlaştıracağım ve iki taksit üzerinden seninle yazışma yapacağım! (Gör bakalım)" der. Binâenaleyh, gayet bundan daha azı üzerinden yazışma yapılması caiz olsaydı, Hazret-i Osman kölesiyle daha azı üzerinden yazışma yapardı. Çünkü bundan ötürü meydana gelecek sıkışma, daha şiddetlidir. Biz, bu akdin bir merhamet ve şefkat akdi olmasından dolayı, taksidi şart koştuk. Merhametin şartlarından birisi de, ödemesi kolay olsun diye taksit yapmaktır. Ebu Hanîfe (r.h) de şöyle der: Bir taksit üzerinden de yazışma caizdir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, (......) emrinin zahirinde böyle bir kayıt yoktur. İster köle olsun, isterse cariye olsun, kişinin eli altında bulunan kimselerle böyle bir akit yapması caizdir. Şafii (r.h)'ye göre, kişinin âkil baliğ olması şartı vardır. Binâenaleyh, çocuk veya deli olursa, kitabet akdi sahih değildir. Çünkü Cenâb-ı Hak, rr. ukâtebe isteyenler" buyurmuştur. Çocuğun veya delinin ise, böyle bir talepte bulunması düşünülemez. Ebu Hanîfe (r.h)'ye göre, çocuğun akit yapması caizdir. Çocuğun yaptığı bu akdi, reisi, babası kabul eder. Beşinci Mesele Efendinin, mutlaka mükellef olması şartı vardır. Binâenaleyh eğer çocuk veya deli yahut bunaklığından ötürü ticaretten menedilmiş olursa, alış-verişinin sahih olmayışı gibi kitabet akdi yapması da sahih olmaz. Bir de Hak teâlâ'nın, "onlarla ızışm" buyruğu bir hitabtır. Binâenaleyh akılsızları içine almaz. Ebu Hanîfe (r.h)'ye göre irr nocuğun velîsinin müsadesiyle böyle bir yazışma yapması sahihdir. Âlimler, Hak teâlâ'nın, "onlarla yazışın" ifadesinin farziyyeti mi, müstehaplığı mı gösterdiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Kimisi, bunun vücûb (farziyyet) ifade ettiğini, dolayısıyla kişinin kölesinin kıymeti veya kıymetinden fazlası mukabilinde böyle bir yazışma istediğinde, efendisi de bunda bir hayır olduğunu sezdiğinde, kölesiyle bu yazışmada (anlaşmada) bulunmasının farz olduğunu, fakat paranın miktarının, kölenin kıymetinden az olduğu takdirde, efendinin kölesiyle böyle bir yazışmada bulunmasının farz olmadığını söylemişlerdir. Bu, Amr b. Dinar ve Atâ'nın görüşüdür. Bu görüşü, Davud b. Ali ve Muhammed b. Cerir et-Taberî de benimseyip, buna hadis ve ayetten delil getirmişlerdir. Bunların ayetten delilleri, bu ayetteki "Onlarla yazışın " ifadesinin zahiridir. Çünkü bu bir emirdir ve vücûb (farziyyet) ifade eder. Bunun böyle olduğuna, ayetin sebeb-i nüzulü de delâlet eder: Çünkü bu ayet, Huveytib b. Abdu'i-Uzza'nın Sabih adındaki kölesi hakkında nazil olmuştur. Zira o, efendisiyle böyle bir yazışmada (mükâtebede) bulunmak İstemiş, ama efendisi buna yanaşmamıştı. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. O da, kölesiyte yüz dinar üzerinden yazışma (mûkâtebe) yaptı ve bunun yirmi dinarını köleye bağışlamıştı. Bu görüşte olanların hadisten delilleri ise şu rivayettir: Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), Enes (radıyallahü anh)'e, Ebu Muhammed b. Sîrin ile mûkâtebe yapmasını emretmiş, ama Enes (radıyallahü anh) kabul etmemişti. Bunun üzerine kamçısını kaldırıp ona vurarak, "Eğer onlarda bir hayır bilirseniz, onlarla yazışın" ayetini okudu. Enes (radıyallahü anh) de, onunla mükâtebede bulunacağına yemin etti. Eğer böyle yazışma farz olmasaydı, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in Enes (radıyallahü anh)'e kamcısıyla vurması bir zulüm olurdu. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in bu hareketini hiçbir sahabi yadırgamamıştır. Binâenaleyh bu bir icmâ yerine geçmiş olur. Fakihlerin ekserisi ise bunun müstehabhk ifade eden bir emir olduğunu söylemişlerdir. Bu, İbn Abbas (radıyallahü anh), Hasan el-Basrî ve Şa'bi'nin sözlerinden açıkça anlaşılan görüştür. İmam Malik, Ebu Hanife, İmâm-ı Şâfii ve Sevrî de bu görüşü benimseyerek bu hususta Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Hiçbir müslümanm malı, onun gönül rızası olmaksızın helal olmaz." Kenzü'l-Ummâl. 1/397; Keşful-Hafa, 2/370 hadis-i şerifini delil getirmişler ve yazışma talebinde bulunan ile keffaret sebebiyle köle azad etme ihtiyacında olan birine satılmasını isteyen arasında bir farkın olmadığını söylemişlerdir. Bu isteği yerine getirmek vacib (farz) olmadığına göre, kitabet (yazışma) da böyledir. İşte bedel yoluyla yapılan bütün anlaşmaların durumu budur. Burada şöyle iki soru sorulabilir: Birinci soru: Kişinin, malını yine kendi malı mukabilinde satması nasıl doğru olabilir? Cevap: Şeriat, bunu hüküm olarak getirince bunun caiz olması gerekir. Bu tıpkı, efendinin, kölesinin azâd edilmesini ya kölenin kendisinin kazanıp ödeyeceği bir paraya yahut efendinin kölesinin nâmına ödeyeceği bir paraya bağlamasının, kölenin szâd edilmesine sebeb oluşu gibidir. İkinci soru: Köle, bu kitabet akdi sayesinde böyle bir yazışma olmasaydı sahip ve mâlik olamayacağı şeylere malik olabilir mi? Cevap: Biz: "Evet, çünkü eğer böyle bir yazışma yapmadan ona efendisi zekat verecek olsa, kölenin o zekatı alması helâl olmaz. Fakat mükâteb olunca, zekat alması helal olur ve bu malı eğer, kitabetine karşılık (yani kendinin ücreti olmak üzere) efendisine verirse, ister yazıştığı o miktarı ödemek suretiyle azâd olsun, ister bunu ödemekten âciz kalıp, tekrar (normal) köleliğe dönsün, efendisine helal olur. Hem sonra kitabetten köleyi kazanç için çalışıp gayret etmeye sevketmesinden dolayı, köle istifade eder. Çünkü eğer böyle bir yazışma olmasaydı, köle bunu yapmayacaktı. Bu kölenin efendisi de, bu sayede ilahi mükâfaata müstehak olduğu için, kârlı çıkmış olur. Çünkü eğer o köleyi satmış olsa, bundan kazanacağı ilahi bir mükafaat yoktur. Ama köleyle yazışma (mükâtebe) yaptığında, bunda onun için bir mükafaat vardır. Hem sonra, efendi, kölesi üzerinde velayet hakkı olduğu için de, bu sayede istifâde etmiş olur. Çünkü eğer, bundan önce bir başkasını azâd etse, azâd ettiği kölede artık efendinin velayet hakkı söz konusu değildir. Fakat o kitabet yaparak kölesini azâd ettiğinde, (kitabet neticesine kadar), köle üzerinde velayet hakkı devam eder. Binâenaleyh işte bu faydalardan ötürü, şeriat kitabetin caiz olduğu hükmünü getirmiştir. Hak teâlâ'nın "Eğer onlarda bir hayır bilirseniz" ifadesine gelince, alimler buradaki "hayır" ile ilgili şu izahları yapmışlardır: 1) Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Eğer onların bir sanat (para kazanma kabiliyeti) olduğunu bilirseniz onları insanlar üzerinde bir yük olarak bırakmayın" buyurmuştur. 2) Atâ burada ki "hayr"ın "mal" manasına geldiğini söyleyip, "Eğer geride hayır, yani mal bırakana" ölüm gelip çattığında vasiyet etmeniz (etmesi) size farz kılındı" (Bakara, 180) ayetini okumuş ve "Bu mâna bana İbn Abbas (radıyallahü anh)' dan geldi" demiştir. 3) İbn Sirin buna "namaz kılma" manasını verirken; Nehaî "onda bir vefa ve bir doğruluk görürseniz" demiş, Hasan el-Basri de, "Dinî yönden bir salah" manasını vermiştir. 4) Şafii (r.h) ayetteki bu "hayr" ile, "kölenin emanet ehli, güvenilir, calışıp-kazanma kabiliyet ve gücü olması" manasının kastedildiğini söyleyerek şöyle der: "Çünkü kitabetin maksadı, asgarî bu iki hususiyetle gerçekleşir. Zira o kölenin mal kazanabilecek güçte olması ve kazandığı malı ile taksitlerine verip, zayi etmeyecek derecede emin olması gerekir. Bu iki şartın her ikisi veya en azından biri bulunmadığı zaman, o köleyle yazışma yapmak caiz olmaz. Bu görüşlerden doğruya en yakın olan, ayetteki "hayr"ın, şu iki sebebten ötürü "mal" manasına hamledilemeyeceğidir: a) İnsanlar, "Falanca'da hayır var" dediklerinde, bununla o kimsenin dinî yönden salih oluşunu kastettikleri anlaşılır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak ayetteki bu tabir ile eğer "mal" manasını kastetmiş olsaydı, bu İladenin yerine "eğer onlar için hayır (mal) olduğunu bilirseniz" derdi. Çünkü Arapça'da, "Falancanın malı var" denilir, ama bu manada (......) denilmez. b) Kölenin matı yoktur. Aksine mal (onun malı da) efendinindir. Binâenaleyh ayetin bu ifadesinin, kölenin yazışması ile ilgili hususa hamledilmesi gerekir ki, bu da, İmam Şafii'nin bahsettiği gibi, o kölenin çalışıp-kazanabilme imkanı ile kazandığını muhafaza edip, yerli-yerince kullanılacağı hususunda güvenilir olmasıdır. Çünkü bunlar, onun yazışmasının gereği olan şeylerdir. Bu ifadeye, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "hayır" kelimesini tefsir edişi de girmektedir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de "hayr"ı, "kesb" (kazanabilme) manasıyla tefsir etmiştir ki bu da, İmâm Şafii'nin yaptığı izaha dâhildir. Hak teâlâ "Onlara, Allah'ın size verdiği maldan verin " ifadesiyle ilgili iki mesele vardır: Âlimler, "verin" emrinin muhataplarının kimler olduğu hususunda şu değişik görüşleri belirtmişlerdir: a) Bununla, efendiler (köle sahipleri) kastedilmiştir. Bunlar, ya yaptıkları yazışma miktarının bir kısmını bağışlar, indirim yaparlar yahut da köleden aldıklarının bir kısmını, köleye iade ederler. Bu görüşte olanlar, bağışlanacak veya geri iade edilecek miktarın ne kadar olacağı hususunda ihtilaf etmişler, kimisi "Efendi, bu hususta muhayyerdir. Sayesinde hiç kimseye muhtaç olunmayacak miktarı, köleye bağışlaması gerekir. Bu ise, yazışmada belirtilen miktarın çokluğuna veya azlığına göre değişir." derken; kimisi de: "Efendinin o yazılan miktarın dörtte birini indirmesi bağışlaması gerekir." diyerek şöyle demişlerdir: "Atâ b. es-Saib, Ebu Abdurrahman'ın kölesiyle yazışma (mükâtebe) yaptığını, kölesinden yazışmadaki miktarın dörtte birini almadığını ve Hazret-i Ali: "Bize böyle yapmamızı emir ve tavsiye eder ve "Bu, Allah'ın "onlara, Allah'ın size verdiği maldan verin" buyruğudur derdi." demiştir. Eğer efendi böyle yapmazsa, yedide birini bağışlamalıdır. Çünkü Ibn Ömer (radıyallahü anh)'den kölesiyie, 35000 dinar üzerinden mükâtebe yapıp, bunun beş binini bağışladığı rivayet edilmiştir. Yine rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) kölesiyle yazışmada bulunmuş; kölesi taksidini getirince, o ona, "Bunu götür ve bununla mûkâtebe miktarını ödeme (kazanma) hususunda destek sağla" demiştir. Bunun üzerine köle, "Keşke bunu en son takside bıraksan" deyince, Hazret-i Ömer, "Ben bunu göremeden (Ölmekten) korkuyorum" demiş ve bu ayeti okumuştur. İbn Ömer de, bu işi kölenin ödemeden âciz kalacağı endişesi ile son taksidine bırakıyordu. b) Ayetteki bu ifade ile, "Cenâb-ı Hakk'ın, zekat ayetinde "ve köleler için" (Enfal, 60) ifadesiyle belirlediği o zekat payını onlara verin" manası kastedilmiştir. Mananın böyle olması halinde, ayetteki hitab, kölelerin efendilerine değildir. Bu Hasan el-Basri ve İbrahim en-Nehâl'nin görüşü olup, Atâ'nın İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan yaptığı bir rivayettir. Bunlar, efendinin bizzat kendisinin yazışmada bulunduğu mükâteb kölesine, zekat vermesinin caiz olmayacağında müttefiktirler. c) Bu, Allah tarafından, hem efendiler hem de diğer insanlara ellerinden geldiğince, mükateb köleye, yaptığı bu yazışma hususunda yardım etmeleri için bir emirdir. Bu Kelbi, İkrime iki Mukâtil (mukâtiller), ve Nehâî'nin görüşüdür. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de mükâteb bir köleye kölelikten kurtulması için yardım ederse, Allah onu (Kıyamet günü) Arş'ının gölgesinde gölgelendirir" buyurmuştur. Rivayet olunduğuna göre, birisi Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Beni cennete sokacak birşey öğret" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de "Eğer kısa konuşursam, meselenin ehemmiyetini göstermiş olurum: Bir cân azâd et, bir köleyi kölelikten kurtar" Müsned. 3/467 buyurmuştur. Bunun üzerine o adam, "ikisi de aynı şey değil mi?" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Hayır, nesemeyi (canı) azâd, senin onu tek başına azâd etmendir, fekk-i rakabe ise, ona bu husustaki parayı temin etmede yardım etmendir" Müsned, 6/384 buyurmuştur. Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: "Bunu şu hususlar da destekler: a) Bu, o kimseye Allah'ın malından vermesini emirdir. Allah'a böyle bir şeyin nisbet edilmesi ise, onun sadaka olması ve Allah'a takarrüb (yaklaşıma-ibadet) için sarfedilen bir mal olmasından dolayıdır. b) Ayetteki bu ifade maliki için mülkiyetinin sahih olduğu Ve bir kısmını da sadaka vermesi emredilen maldır. Kitabet malı ise, sahih bir borç değildir. Çünkü bu kölenin borcudur. Efendinin ise köle üzerinde borcu olamaz. c) Allah'ın verdiği şey, o kimsenin elinde bulunan ve üzerinde tasarruf ettiği şeydir. Binâenaleyh yazışma aktinin peşinden düşülen şeye gelince, o kimsenin onun üzerinde malik olması söz konusu değildir. Binâenaleyh bu mal, "Allah'ın ona verdiği mal" olarak nitelenemez. Eğer denirse ki: "Burada, bu te'vilin (tefsirin) doğruluğuna zarar verecek şu iki nokta vardır: 1) Eğer zengin olursa, efendinin sadaka (zekât) malından alınması nasıl helâl olur. 2) Hak teâlâ'nın "Onlara verin " emri, "onlarla yazışın" emri üzerine atfedilmiştir. Binâenaleyh her iki hitapda (emirde) de muhatabın aynı olması gerekir. Bu te'vile göre ise, birinci ayette muhatap olanlar efendiler, ikinci hitabın muhatapları ise, diğer müslümanlardır?" denilirse biz deriz ki: Birincisine şöyle cevap verilir: O sadaka (zekât), efendi için helaldir. Bu sadaka (zekât), kölenin bütün taksidlerini karşılaması ve köle, kalan kısmı ödemekten âciz kalsa bile, efendinin köleden aldığı (ve aslen zekât olan) o mal ona helaldir. Çünkü efendi bunu sadaka (zekât) olarak değil, mükatebe akdi sebebiyle almıştır. Bu tıpkı bir kimsenin zekât malını satın alması yahut da ona o kimseden vâris olması gibidir. Bunun böyle olduğuna Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Berîre hadisinde söylediği "Bu, onun için birsaddaka, bizim için bir hediyedir' Buhari, Nikâh, 18; Müslim, Itk, 10 (2/1143) sözü de delalet eder. İkinci hususun cevabı şöyledir: Hitap bazan bir topluma olup, sonra da aynı lafızla-bir başkasına yapılan hitap öncekine atfedilebilir. Mesela şu ayette böyledir: Cenâb-ı Hak, "Kadınları boyadığınız zaman"- buyurup, önce kocalara hitab etmiş, sonra da "Onları zorlamayın" buyurup kadının velilerine hitap etmiştir (Bakara, 232). Yine Cenâb-ı Allah, "Onlar onların söylediklerinden uzaktırlar (bendirler)" (Nûr, 26) buyurmuştur. Bu sözü söyleyenler ise, berî değillerdir. İşte bu ayette de aynı bu şekildedir. Onâb-ı Hak köle sahiplerine "onlarla yazışın" diye hitapetmiş, diğer insanlara da, "onlara verin" buyurmuştur. Yahut da Cenâb-ı Hak bu ikinci hitab ile hem efendilere hem diğer insanlara hitab etmiştir. Şafii (r.h) şöyle der: "Efendinin, mükâteb kölesine "Allah'ın malından" vermesi vâcibtir. Bu da, ya kitabet akdinde öngörülen malın bir kısmını bağışlamak yahut da kölenin ödediği paranın bir kısmını ona iade etmek suretiyle olur" demiştir. İmam Malik, Ebu Hanîfe ve talebeleri ise, bunun vâcib değil, mendub olduğunu söylemişlerdir: Şafii (r.h)'nin delili şudur: Ayetteki "Onlara, Allah'ın size verdiği maldan verin" ifadesi bir emirdir. Emir ise vücûb ifade eder. İmâm-ı Şâfil'ye "Hak teâlâ'nın, "onlarla yazışın " ve "onlara verin" ifadeleri, aynı şekil ve tarz üzere gelmiş iki emirdir. O halde sen nasıl birincisinden mendubluk, ikincisinden vücüb (farziyet) manası alıyorsun? Bir de, "onlara verin" ifadesi sadece efendilere değil, onlarla birlikte bütün müslümanlara yapılmış bir hitaptır?" denilebilir. Ebu Hanîfe (r.h)'nin delili ise, hem sünnet, hem de kıyastır. Sünnetten uelili şudur: Amr b. Şu'ayib babasından, babasının da dedesinden rivayetine göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) “Yüz ukkiye üzerinden mükâtebe anlaşması yapmış herhangi bir köle, sadece on ûkiyyeyi ödeyemese, yine köledir" Tirmizi, Buyu, 35(3/561); Ebû Dâvûd, Itk, 1 (4/21) buyurmuştur. Binâenaleyh eğer indirimde bulunma ve parayı bağışlama efendiye farz olsaydı, bu kadar miktar (kendiliğinden) sakıt olurdu. Urve'den Hazret-i Aişe (r. anha)'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bana Berîre gelip: Ey Âişe, bir yılda bir okka (ûkiyye) olmak üzere, sahibim ile dokuz ûkiyye üzerinden mûkâtebe yaptım. Bana yardım et. Bundan hiçbir şey ödeyemedim" dedi. Bunun üzerine ben de, "Sahibine git, eğer onlara onun tamamını verip, velayetinin bana geçmesini isterlerse, bunu vereyim" dedim. Onlar bunu kabul etmediler. Ben bunu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e anlattım. O da, "Bu seni böyle yapmaktan alıkoymasın. Onu satin al ve azâd et. Çünkü velayet azâd edenindir" Müslim, Itk, 5 (2/1141); Buhari, Salat, 70 dedi. Bu hadisteki istidlâl noktası, Berire'nin mükâtebe miktarından hiçbir şey ödeyemeyişi, Hazret-i Âişe'nin de onun namına mükâtebenin bütün miktarını ödemek isteyişi, bunu Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a anlatışı, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da bunu yadırgamayışı ve "Berire, kitabet üzerinde belirlenen miktarın bir kısmının bağışlanmasına müstehaktır" demeyişidir. Böylece, bizim görüşümüz sabit olur." Ebu Hanîfenin kıyasdan delili de şu iki açıdandır: 1) Eğer bu verme, vâcib olsaydı, bunun vücûbiyyeti (farziyyeti) anlaşma ile ilgili olurdu. Böylece de akid (mükâtebe), hem o parayı vermeyi, hem de düşürmeyi gerektiren bir özellikte olmuş olurdu. Düşürme ile vermeyi farz kılma birbirinin zıddı dduğu için imkânsızdır. 2) Eğer mükâtebe miktarından biraz indirme, bağışlama efendiye vâcib (farz) olsaydı, efendinin köleden bunu indirmesine gerek olmadan o miktar kendiliğinden düşerdi. Bu tıpkı birisinin, bir başkasında alacağı olsa, sonra da o başkasınn biricisinde aynı miktarda bir alacağı tahakkuk etse, bu alacaklar birbirinin karşılığı olur. Bu durumda da, verilecek miktar ya belli olurdu, ya meçhul olurdu. Belli olursa, (mesela) o kitabet ikibin (dirhem) mukabilinde olurdu. Binâenaleyh o kimse üçbin ödediğinde, azâd olurdu. Kitabet miktarı ise dört bindir. Bu ise bâtıldır. Çünkü o kölenin, bu paranın tamamını ödemesi şart koşulmuştur. Bir de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Mükâteb üzerinde bir dirhem (ödenecek miktar) kalsa, yine köledir" Tirmizi, Buyu, 35 (3/561); Ebû Dâvûd. Itk, 1 (4/21) buyurmuştur. Eğer bu meçhul olursa, kitabet de meçhul olmuş olur. Çünkü indirimden sonra geriye ne kaldığı bilinmemektedir. Böylece bu kitabet, tıpkı kölesiyle belirsiz bir miktar hâriç, bin dirhem üzerinden yazışma yapan kimse gibi olmuş olur ki, bu caiz değildir. Allah en iyi bilendir. 10. Hüküm: Fuhşa Zorlama Yasağı Onuncu Hüküm: Bu, zinaya zorlama hakkındadır. Bu, şu ayettedir: "Dünya hayatının geçici metâmı kazanacaksınız diye cariyelerinizi hem de kendileri iffetli olmak isterlerken fuhşa zorlamayın. Kim onları mecbur ederse, şüphesiz ki Allah onlara kendilerinin icbar edilmelerinden sonra gafur ve rahimdir". Bil ki Allahü teâlâ, köle ve cariyeleri evlendirme ve onlarla mükâtebe yapma lüzumunu beyân ettikten sonra, bunun peşinden cariyelerin fuhşa zorlanmasını yasaklayan hükmü getirmiştir. Burada birkaç mesele vardır: Âlimler, ayetin sebeb-i nüzulü hususunda değişik rivayetler zikretmişlerdir: 1) Münafık Abdullah b. Übeyy'in, Mu'aze, Müseyke, Ümeyme, Amre, Ervâ ve Kuteyle adlarında altı cariyesi vardı. Bunları, zina etmeye mecbur ediyordu ve bunlara vergi koyuyor (belli bir miktar para getirmelerini istiyordu). Derken bunlardan ikisi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e başvurup, şikâyette bulundular. İşte bunun üzerine bu ayet nazil oldu. 2) Abdullah b. Übeyy birisini esir aldı. O esir Abdullah'ın cariyesinden kâm almak istedi. Bu câriye müslümandı. Bundan dolayı bu işten uzak durdu. Abdullah b. Übeyy ise cariyenin o esirden hamile kalmasını, böylece de çocuğunun fidyesini alabilmek için, cariyeyi buna zoladı. İşte bunun üzerine bu ayet nazil oldu. 3) Ebu Salih, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Abdullah b. Übeyy, yanında Mu'aze adında çok güzel bir câriye olarak Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelip: "Ey Allah'ın Resulü bu falancanın yetimlerindendir. Biz buna zina ederek, ailesini geçindirmesini emredemez miyiz?" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Hayır" cevabını verdi. Abdullah b. Übeyy sorusunda ısrar edince de bu ayet nazil oldu. Bir de, Cabir b. Abdullah (radıyallahü anh): "Birisinin cariyesi gelip, "Efendim beni zina etmeye zorluyor" dedi de, bu ayet bundan dolayı nazil oldu" demiştir. İkrah (zorlama) ancak, kendisi sebebiyle kişinin telefi (ölümü) söz konusu olan bir korku (tehlike) bulunduğu zaman söz konusu olur. Fakat az bir korku ile o kadın zorlanmış olmaz. Binâenaleyh zinaya zorlanma hali, tıpkı kelime-i küfre (inkârı ifade eden bir şeyi söylemeye) zorlama gibidir. Nass (ayet), her ne kadar cariyelerle ilgiliise de, hürlerin durumu da aynıdır. Araplar köleye "fetâ", cariyeye ise, "fetâte" derler. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Oradan geçip gidince, fetâsına dedi ki" (Kehf, 62); "Fetasından kâm almak istedi". (Yusuf, 30) ve "mü'mine feteyâtınızdan sahip olduklarınız" (Nisa, 25) buyurmuştur. Bir hadisde de "Sizden birisi (köle ve cariyesi için), fetam, fetatım (yiğidim veya hanım kızım) desin, abdim-emetim demesin" diye varid olmuştur. "Biga", zina demektir. Nitekim "zina etti, ediyor. O zâniyedir" denilir.' Şart Kaydı Hakkında Bizim dediğimiz şudur: İn (eğer) edatıyla bir şarta bağlanan o şart bulunmadığı zaman söz konusu olmaz. Bunun delili, bütün dilcilerin in edatının şart için olduğu, şartın ise şart bulunmadığı zaman hükmü olmayan şey olduğunda ittifak etmiş bulunmalarıdır. Bu iki mukaddimenin toplamı, in edatıyla bir şarta bağlanan şeyin, o şart bulunmadığı zaman, bulunmayacağı neticesine götürür. Bu görüşe muhalif olanlar da, yine bu ayetle istidlal ederek şöyle der: Hak teâlâ zinaya zorlamayı yasaklama işini, İn edatıyla, "o cariyelerin iffetli olmayı istemeleri" şartına bağlamıştır. Binâenaleyh eğer durum, sizin ileri sürdüğünüz gibi olsaydt, cariyelerin iffetli olmayı istememeleri halinde, zinaya zorlamanın yasak olmaması gerekirdi. Hâlbuki bu doğru değildir. Çünkü onlar namuslu kalmayı ister istesinler, ister istemesinler, onları zinaya zorlamanın yasak oluşu hükmü mevcuttur." Buna şöyle cevap verilir: Ayetin zahirinin, cariyelerce zinadan uzak durma isteği olmadığı zaman, onların zinaya zorlanabileceği manasını iktizâ ettiğinde, münakaşa yoktur. Fakat haddizatında imkânsız olduğu için bu fasittir. Çünkü cariye iffetli olma isteği bulunmadığı zaman, zinayı kerih (nahoş) görmez. Zinayı kerih gördüğünde de, onu zinaya zorlamak imkânsız olur. Binâenaleyh bu haddizatında imkânsız olduğu için imkânsızdır. Bazı kimseler bu hususta şu cevabı da ileri sürmüşlerdir: Bu konuda genel durum şudur: İkrah, ancak iffetli kalma arzusu bulunduğunda sözkonusudur. Genel duruma göre gelen hükmün, mefhum-u hitabı yoktur. Bu mesela, hull'un (kadının para karşılığı kocasına boşanmayı teklif etmesinin) geçimsiz hali dışında da mümkün olması gibidir. Fakat genel olarak hull geçimsizlik halinde meydana gelir. İşte bundan ötürü Hak teâlâ'nın, "Allah'ın hükümlerini hakkıyla yerine getirmekten korkarsanız, (kadının serbest boşanması için kocasına) fidye vermesinde, ikisine de vbal yoktur" (Bakara, 229) ifadesinin mefhum-u hitabı yoktur. Hak teâlâ'nın, "Yeryüzünde sefere çıktığınızda eğer kâfirlerin size fenalık yapacağından endişe ederseniz, namazı kısaltmanızda üzerinize bir vebal yoktur" (Nisa. 101) ayeti de bu kabildendir: Bu kısaltma işi sadece korku haline has değildir. Fakat Cenâb-ı Hak bu hükmünü genel duruma göre ifade etmiştir. Tefsir ettiğimiz ayette de böyledir. Bu hususta üçüncü bir cevap da şudur: "Eğer kendileri de iffetli olmak isterlerse" ifadesi "iffetli olmak istedikleri zaman" manasındadır. Çünkü ayetin nüzulüne vesile teşkil eden hâdise anlattığımız gibi, bu şekilde olmuştur. Zira Abdullah b. Übeyy'in cariyesi müslüman olmuştu. Dolayısıyla namuslu-iffetli kalmak için zinadan kaçınmıştı. Abdullah, onu buna zorladığı için, ayet tam bu hadiseye uygun olarak inmiştir. Bunun bir benzeri de, "Eğer onun hakkında bir şüphede iseniz" (Bakara, 23) ayetinin, "Onun hakkında bir şüphede olduğunuz zaman takdirinde olmasıdır. Allahü teâlâ o cariyeleri zinaya zorlamayı yasaklayınca ve bu ifadede de sahiplerinin cariyeleri evliliğe zorlama haklarına bir delâlet (işaret) bulununca, cariyenin, kendisini evlendiren efendisine karşı gelme hakkı olmayıp, aksine efendisi cariyeyi buna mecbur edebileceği anlaşılır. Bu "hitab delili"nin gösterdiği bir delildir. Hak teâlâ'nın "Dünya hayatının geçici metâmı, yani cariyelerin bu yolla elde edecekleri kazançlarını ve döllerini kazanacaksınız diye cariyelerinizi-hem de onlar iffetli olmak isterlerse- fuhşa mecbur etmeyin, zorlamayın. Kim onları zorlarsa, şüphesiz ki Allah onlara, kendilerinin buna zorlanmalarından sonra gafur ve rahimdir" ifadesinde, Allahü teâlâ'nın zorlayan erkek veya zorlanan kadını bağışlayacağı manası yoktur. İşte bundan ötürü alimler şu iki izahı yapmışlardır: 1) Ayetin takdiri, "Hiç şüphesiz Allah o kadınlara gafur ve rahimdir" şeklindedir. Çünkü ikrah (zorlama), günahı ve cezayı kaldırmıştır. Fakat zorlayanın, yaptığı işte bir mazereti yoktur. 2) İfadenin takdiri, "Allah tevbede bulunması şartı ile mükrih (zorlayan) için de gafur ve rahimdir" şeklindedir. Bu görüş zayıftır. Çünkü birinci tefsire göre ayette bu takdir yapma ihtiyacı yoktur. İkinci tefsire göre ise, "tevbede bulunması şartı ile" gibi bir takdir yapma ihtiyacı vardır. |
﴾ 33 ﴿