FURKÂN SÛRESİBu sûre, yetmiş yedi ayet olup Mekkîdir. 1Âyetin tefsiri için bak:2 2Furkân'ı, âlemlere bir nezir olsun diye, kulu (Muhammed'e) indiren (Allah) ne yücedir ki, göklerin ve yerin mülkiyeti O'na aittir. O, hiçbir evlât edinmemiştir. O'nun, mülkünde bir ortağı da yoktur. O, herşeyi yaratıp ona bir nizâm vermiş ve onun mukadderatım takdir etmiştir". Bil ki Hak teâlâ bu sûrede, tevhidden, nübüvvetten ve Kıyametin hallerinden bahsetmiş, daha sonra da bu sûreyi, yakînen inanan ihlaslı kullarının vasıflarını delirterek bitirmiştir. Bir yaratıcının ve O'nun celal sıfatlarının ispat edilmesinin, herşeyden önce belirtilmesi gerektiği için, Allahü teâlâ sûreye bu hususla başlayarak "Furkân'ı, kulu (Muhammed'e) indiren (Allah) ne yücedir!" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Zeccac şöyle der: "Tebâreke kelimesi, "bereket" masdarından olup, "tefâül" vezninde bir fiildir." Bereket, hayrın bol ve fazla olması demektir. Burada şu iki mânâ düşünülebilir: a) Bu, "O'nun hayrı çoğaldı ve arttı" demektir ve "Eğer Allah'ın nimetlerini (tek tek) saymaya kalkışsanız, sayamazsınız" (Nahl, 18) ayetiyle kastedilen manadır. b) Bu, "Allah, zâtı, sıfatları ve fiilleri hususunda, herşeyden münezzeh ve müstağni oldu" demek olup, "O'nun benzeri yoktur" (Şûra, 11) ayetiyle kastedilen manadır. Bunun, Cenâb-ı Hakk'ın zâtı hususunda herşeyden müstağni ve münezzeh olması manası oluşuna gelince, mananın "varlığının vâcib ve kadîm olması sebebiyle, yok olmaktan ve değişikliğe uğramaktan uzaktır, yücedir, münezzehtir ve beridir" şeklinde olması muhtemel olduğu gibi; "Tekliği ve birliği sebebiyle, mümkin (mahlûk) varlıklardan herhangi birisine benzemekten uzaktır, yücedir, münezzehtir ve bendir" şeklinde de olabilir. Hak teâlâ'nın, sıfatları hususunda herşeyden münezzeh oluşuna gelince, bunun manasının, "O'nun ilmi, zaruri veya kesbî veya tasavvuri, yahut da tasdikî olmaktan münezzehtir" şeklinde olması muhtemeldir. Cenâb-ı Hakk'ın, kudreti hususunda herşeyden münezzeh olmasına gelince, Bu, "O, maddeye, zamana, bir modele ve bir maksad ve gayeye ve bir bağışa muhtaç olmaktan münezzehtir" demektir. Cenâb-ı Allah'ın, fiilleri hususunda herşeyden münezzeh olması hususunda bu varlığın, bekanın, varlığın salahının (elverişli tarzda olmasının) ancak kendisi tarafından olması demektir. Diğer bazıları şöyle demişlerdir: "Tebâreke"nin asıl manası, bekaya ve devamlılığa delâlet edip, devenin veya kuşun su üzerine çöküp yumulması manasına gelen burûku'l-ba'îr ve burûku't-tayr deyimlerinden alınmıştır. Çukura da içinde su biriktiği için, birke denilir. Buna göre "tebâreke", 'Allahü teâlâ, zâtı hususunda ezelî ve ebedî olarak bakidir, değişmesi imkansızdır. Yine sıfatları hususunda da bakidir ve bunların değişmesi de imkansızdır" manasına gelir. Hak teâlâ her türlü menfaat ve maslahatların yegâne yaratıcısı ve sürdürücüsü olduğuna göre, O'nun "Tebâreke ve teâlâ" "O, yüce ve münezzehdir" diye tavsif edilmesi gerekir. Dilciler şöyle demişlerdir: "Elleri" kelimesi birşeyi bilinen bir şey ile tarif etmek gerektiğinde, o bilinen hususa işaret etmek için kullanılmak üzere icâd edilmiştir. İşte buna göre şöyle bir problem ortaya çıkmaktadır: "Kendilerine hitab indirenin, Hak teâlâ olduğunu edilen bu kimseler, Furkanı indirenin, Hak teâlâ olduğunu bilmiyorlardı. Öyle ise burada, (......) kelimesinin kullanılması nasıl güzel ve yerinde olabilir?" Buna şöyle cevab verilir: Kur'ân'ın, bir mucize olduğunu ortaya koyan deliller bulunduğu için, bu deliller muvacehesinde Kur'ân'ın Allah katından olduğu ortaya çıkar ve anlaşılır. Binâenaleyh, delilin çok kuvvetli, açık seçik olmasından ötürü, Cenâb-ı Hak bunu sanki biliniyormuş gibi kabul etmiştir. Bu ayette geçen, "Furkân" ile, Kur'ân'ın kastedildiğinde şüphe yoktur. Kur'ân'a bu adın verilmesi, ya Cenâb-ı Hakk'ın Kur'ân'ı gerek Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliği konusunda gerek helâl ile haram konusunda hak ile batılı birbirinden ayıran bir kitap kılması bakımındandır. Yahut da parça parça indirilmiş olması bakımındandır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "insanlara dura dura (ağır ağır), dâne dâne) okuyasın diye, o Kur'ân'ı (ayet ayet) ayırıp (parça parça indirdik)"(isra. 106) buyurmuştur. Bu ikinci izah, doğruya daha yakındır. Çünkü Cenâb-ı Hak bu ayette Furkân'ı tenzil ile (parça parça indirdi" buyurmuştur, fiili, parça sarça indirmeye ise, toptan indirmeye delâlet eder. İşte bu incelikten ötürü Cenâb-ı Hak Âl-i İmran sûresinde, "(Allah) o kitab-ı Kur'ân'ı sana hak ile tenzil etti, Tevrat ve incili de inzal etti" (al-i imran, 3) buyurmuştur. Bil ki Hak teâlâ ayette herşeyden önce "Tebâreke" buyurunca ve bunun manası da, "hayır ve bereketi çok oldu" şeklinde olup, bunun peşinden de Kur'ân'dan bahsedince, bu Kur'ân'ın her türlü hayrın kaynağı ve bereketlerin en kapsamlısı olduğuna delâlet eder. Fakat Kur'ân ilimlerin, bilgilerin ve hükümlerin kaynağıdır. O halde, bu da ilmin hayır ve bereket yönünden yaratılmışların en kıymetlisi ve en istünü olduğuna delâlet eder. Bu ayette geçen "abd" (kul) kelimesi ile, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kastedildiği hususunda hiç bir ihtilaf yoktur. İbnu'z-Zubeyr'in (radıyallahü anh) bu kelimeyi (kullarına) şeklinde okuduğu da rivayet edilmiştir. Buna göre bu kullar ile, "Resûlullah ve ümmeti" kastedilmiş olur. Nitekim Cenâb-ı Hak "Size bir kitabı indirdik"(Enbiya, 10) ve "Allah'a ve bize indirilene iman ettik" deyin" (Bakara, 136) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak,"Alemlere bir nezir olsun diye" buyurmuştur. Bu, "Bu kul alemlere bir nezir olsun diye" demektir. (olsun) fiilinde müstetir "hüve (o)" zamirini, Furkân'a râci kılıp tıpkı, "Hiç şüphesiz bu Kur'ân hidayet eder" (İsra 9) ayetinde, hidayetin Kur'ân'a nisbet edilmesi gibi, buradaki "nezir" (uyarıcı) olma vasfını Kur'ân'a nisbet edenlere gelince, bu görüş cidden uzaktır. Çünkü "münzir" ve "nezir" faile ait sıfatlardan olup, uyarma, ikaz etme, korkutma manasını 'ade ederler. Binâenaleyh bununla Kur'ân'ın tavsif edilmesi, mecazidir. Halbuki sözü, mümkün olduğu zaman, hakiki manasına hamletmek gerekli olan birşeydir. Daha sonra alimler şöyle demişlerdir: Bu ayet şu hükümlere delâlet eder: 1) "Alem", Allah'ın dışında kalan herşey manasına gelip, cin, melek ve insanlar gibi bütün mükellefleri içine alır. Fakat Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, meleklere gönderilmiş bir peygamber olmadığı hususunda hepimiz müttefikiz. Dolayısıyla, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bütün cin ve insanlara gönderilmiş bir peygamber olması gerekir. Böylece bu, "Hazret-i Muhammed, herkese değil, sadece insanlığın bir kısmına gönderilmiş bir peygamberdir" diyenlerin görüşünün bâtıl olduğunu gösterir. 2) "Alemin" sözü, bütün mahlûkatı içine alır. Binâenaleyh bu ayet, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Kıyamete kadar gelip geçecek olan bütün mahlûkatın peygamberi olduğunu gösterir. Bu sebeple de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bütün nebi ve resullerin sonuncusu olması gerekir. 3) Mu'tezile şöyle der: "Bu ayet, Cenâb-ı Hakk'ın, bütün herkesin iman etmesini, itaatta bulunmasını istediğine delâlet eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, herkes için bir nezir (ikazcı) olsun diye, herkes için bir peygamber olarak göndermiş ve herkesin (hasen) güzel şeylerle meşgul olup, kabih (çirkin) şeylerden yüz çevirmesini istemiştir." (Ehli sünnet) alimlerimiz, Mu'tezile'ye. Hak teâlâ'nın, "Andolsun ki biz cin ve insandan birçoğunu cehennem için yarattık." (A'raf, 179) ayetiyle cevap vermişlerdir. 4) Birisi çıkıp şöyle diyebilir: "Ayetteki "Tebâreke" lafzı, hayrın ve bereketin çokluğuna delâlet ettiği gibi, mutlaka bunun peşinden zikredilen şeyin de çok hayır ve menfaatlerin sebebi olması gerekir. Halbuki inzâr (korkutma, ikaz etme), gam, keder ve korku sebebidir. Öyle ise, Tebâreke'nin peşinden niçin buna yer verilmiştir?" Cevap: Buradaki inzâr, tıpkı babanın çocuğunu terbiyesi mesabesindedir. Çünkü baba, her ne zaman çocuğunu terbiyeye İtinâ gösterirse, bu ileride o çocuğun büyük faydalar sağlamasına sebep olacağı için, çocuğa bu şekilde yapılmış olan iyilik de, o derece çok olmuş olur. İşte burada da böyledir: Her nezaman inzâr çok olursa, insanların Allah'a yönelmesi de o nisbette çok olur. Binâenaleyh böylece uhrevî mutluluk daha tam ve daha mükemmel olmuş olur. Bu, dünyevî birtakım menfaatlere iltifat edilmemesi gerektiğine dikkat çekmektedir. Çünkü Allahü teâlâ, kendisini "pek çok hayırları veren" diye tavsif edince, burada sadece dini menfaatlerden bahsetmiş ve hiçbir dünyevî menfaatten bahsetmemiştir. Cenâb-ı Allah, zâtını şu dört çeşit kibriya (büyüklük) sıfatı ile tavsif etmiştir: 1) "Göklerin ve yerin mülkiyeti O'na aittir" ifadesi. Bu cümle, Allahü teâlâ'nın varlığına dikkat çeker gibidir. Zira Allah'ın varlığını isbat etmenin tek yolu,O'nun fiillerini incelemektir. Bu işler, elbette yapan faile ihtiyaç olduğunu gösterirler. Binâenaleyh varlık sıfatının, diğer sıfatlardan önce zikredilmesi zorunlu bir şey gibidir. Ayetteki, "Göklerde ve yerde olan herşey Allah'a aittir" (Al-i İmran, 109) cümlesi mahlûkatın, meydana geliş zamanlan ve mahiyetleri ile varlıklarında devam etme müddetleri açısından, O'na muhtaç olduklarına ve mahlûkat üzerinde istediği gibi tasarruf edenin de sadece Hak teâlâ olduğuna işarettir. 2) "O hiçbir evlât edinmemiştir" ifadesi. Cenâb-ı Hak, bununla ebediyyen ma'bûd olanın kendisi olduğunu; başkasının ma'bûd olamayacağını ve hâkimiyetini O'ndan devralamayacağını beyân buyurmuştur. Binâenaleyh Allah'ın bu vasfı, hem "Tebâreke" hem de, "Göklerin ve yerin mülkiyeti Ona aittir" ifadelerini adeta te'kid etmektedir. Bu sanki, hristiyanlara bir reddiye gibidir. 3) "O'nun, mülkünde bir ortağı da yoktur" cümlesi. Bununla Hanlıkta tek ve yegane olanın o olduğu manası kastedilmiştir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın ulûhiyyetteki tekliğini anladığı an, her şeyden ve herşeye karşı korku ve ümidi sona ermiş, kalbi sırf Allah'ın rahmet ve ihsanı ile meşgul olarak kalıvermiş olur. Bu ifadede de, senevilere (mecûsîlere), yıldıza tapanlara ve putlara tapanlara bir redd vardır. 4) "O, herşeyi yaratıp ona bir nizam vermiş ve onun mukadderatını takdir etmiştir" cümlesi. Bu ifadeyle ilgili şöyle birkaç soru sorulabilir: Birinci soru: Ayetteki, "herşeyi yarattı" cümlesinde de, Allahü teâlâ'nın kulların fiil ve işlerinin yaratıcısı olduğuna da bir delâlet var mıdır? Cevap: Evet, şu iki bakımdan buna bir delâlet var: a) Ayette, "herşeyi yarattı" ifadesi, bütün her şeyi içine alır. Binâenaleyh bu, kulların fiillerini de içine alır. b) Cenâb-ı Hak, ortağı olmadığını bildirdikten sonra, bu ifadeye yer vermiştir. Buna göre bu, "Allahü teâlâ, ortaklan olmadığını bildirince, birisi sanki "İste burada Allah'ın ortaklarının olmadığını kabul ettiklerini söyleyen bir topluluk var. Fakat bunlar kendi fiillerini kendilerinin yarattıklarını söylüyorlar" demiş de, buna karşı Cenâb-ı Hak onların bu görüşlerini red hususunda bir dayanak olsun diye, bu ifadeyi zikretmiştir. Kâdî şöyle der: "Bu ayet, şu sebeplerden ötürü, kulların fiillerini de Allah'ın yaratmış olduğuna delâlet etmez: 1) Cenâb-ı Hak "Hani. Benim iznimle (ey İsa), çamurdan bir kuş halketmiştin " (Maide, 110) ayetinde, kulun "halik" (yaratıcı) olduğunu açıkça ifade etmiştir. Yine O, "Hâliklerin (yaratıcıların) en güzeli olan Allah, ne yücedir!" (Mû'minûn, 14) buyurmuştur. 2) Cenâb-ı Allah, bununla kendisini medh-ü sena etmiştir. Binâenaleyh bu ifadesiyle, bozuk ve yanlış (işleri) yaratmayı kastetmiş olması caiz değildir. 3) Hak teâlâ zatını, nizâm veren, takdir eden (ölçüp-biçen) olmasıyla kendisini medh-ü sena etmiştir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk bununla ancak güzel ve hikmetli olan şeyleri kastetmiştir. Eğer ayetin zahiri sizin ileri sürdüğünüz manaya delalet ediyor ise, yaptığımız bu izahlardan dolayı, ayetin (zahirî manasına hamledilmeyip) mutlaka te'vil edilmesi gerektiği sabit olur. Kaldı ki ayetin o manaya kesinlikle bir delâleti de yoktur. Çünkü "halk" takdir etmek, ölçüp-biçmek, yerli yerinde yapmak demektir. Binâenaleyh bu ifade, kendisinde ölçülü-nizamlı oluşun apaçık görülebildiği şeyleri içine alır. Böyle olma da, vasıflarda değil, ancak maddelerde ortaya çıkar. Kâdî'nin görüşlerine şöyle cevap verilir: Onun, "Halikların en güzeli olan Allah, ne yücedir!" (mü'minun, 14) ve "Çamurdan bir kuş halketmiştin " (Mâide, 110) ayetlerini buna delil getirmesi, "Allah her şeyin yaratıcısıdır" (Rad, 16) ve "Allah'dan başka yaratıcı (hâlık) var mı?" (Fatır, 3) ayetleriyle çelişir. Onun, "Cenâb-ı Hakk'ın bozuk ve yanlış işleri yarattığını söyleyerek övünmesi caiz değildir" görüşüne karşı deriz ki: "Allahü teâlâ'nın, kudretleri mukayese etme ve yoktan var etme ile var olanı yoketmenin sadece kendisine ait olması bakımından böyle kendisini medh-ü sena etmiş olması niçin caiz olmasın." Kâdî'nin, "Yaratma, ancak maddelerle ilgilidir" şeklindeki görüşüne de şu şekilde cevap veririz: "Eğer böyle olsaydı, ayetteki, "O, herşeyi yarattı" ifadesi yanlış olurdu. Çünkü bu ifade, her ne kadar aklen ona izafe edilmesi doğru olmasa bile, yaratmanın, bütün herşeye nisbet edilmesini gerektirir." İkinci soru: "Halk" kelimesinde, takdir etme manası yatmaktadır. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın, "(Allah) herşeyi yaratıp, onu takdir etti" ayetinin manası, "Herşeyi takdir edip, onu takdir etti" şeklinde olur. Cevap: Bunun manası, "Allah herşeyi, eşitleme, takdir etme ve müsavi kılma hususlarının gözetildiği bir yaratmayla yaratmış ve onu, ona uygun bir şekilde takdir edip, varetmiştir" şeklindedir. Bunun misali şudur: Allah insanı, İşte şu gördüğün mütenasib şekilde yaratmış ve onu hem dinî, hem dünyevî konularda mükellef tutulmaya ve bu mes'ûliyete bağlı faydalara ehîl olarak yaratmıştır. Her canlı ve cansızı da, aynı şekilde hikmet ve tedbir (düzen) üzere takdir edilmiş, dengeli bir yaratılış üzere var etmiş ve herbirini, takdir ettiğine uygun olarak, ondan ayrı düşünülemeyeceği bir biçimde, bir iş ve maslahat için takdir etmiştir. Üçüncü soru: Ayetteki "Onun mukadderatını takdir etti" cümlesinde, siz (ehl-i sünnetin) görüşüne bir delâlet var mıdır? Cevap: Evet... Bu, şu birkaç yöndendir: a) İnsanlar hakkında kullanıldığında takdir, "zannetmek", "inceden inceye hesaplamak" manasına gelir. Fakat bu, Allahü teâlâ hakkında "sözkonusu şeyi bilmesi ve haber vermesi" manasınadır. Bunun böyle olduğu, Mu'tezile ile ittifak ettiğimiz bir şeydir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, falanca şeyin olmayacağını bilseydi, ama o şey buna rağmen olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın ilminin, cehalete; doğru haberinin de, yatana dönüşmesi gerekirdi. Halbuki bu imkansızdır. İmkansıza götüren şey de imkansızdır. O halde, o şeyin olması, meydana gelmesi imkansızdır. İmkansız olan şeyin olması istenemez, irade edilemez. Binâenaleyh o şey, irade edilmemiş, ama emredilmiştir. Böylece, "emretme" ile "irade etme"nin, birbirinin mütelâzimi (gerektireni) olmadıkları anlaşılır. Bu sebeple de "Saîd (cennettik) olanın, ta anasının karnında iken saîd olduğu, şaki (bedbaht) olanın da, yine tâa anasının karnında iken şakî olduğu ortaya çıkmış olur. b) Kudret ve tam sebep bulunduğu zaman, eğer fiilin meydana gelmesi vâcib (kesin) olsaydı, kulun fiili, Allah'ın fiilini gerektirirdi. Bu durumda ise, Mu'tezile'nin görüşü bâtıl olurdu. Yok eğer bunlar, fiilin mutlaka meydana gelmesini gerektirmiyorsa, o zaman bak (düşün), eğer o fiilin, bir müreccihe ihtiyacı yok denirse, bu "mümkin" varlık müreccih bulunmadan meydana gelebilir demektir. Bunun böyle olabileceğini söylemek ise, bir yaratıcının olması gerektiği kapısını kapar. Eğer fiil bir müreccihten müstağni olmaz ise, o zaman söz, yine müreccih meselesine döner ve ancak, bir vâcibu'l-vücûd'un olması gerektiğine varıp dayandığında sona erer. c) Eğer kulun fiili, kendi kudretiyle meydana gelmiş olsaydı, o zaman ancak, kulun olmasını ve varetmeyi istediği şeyler meydana gelirdi. Fakat insan, her zaman ilmi gerçeği elde etmek ister. Halbuki insanın elde ettiği (neredeyse) hep cehalet ve yanlışlıktır. Binâenaleyh eğer iş, kulun kudreti dâhilinde olsaydı, bu böyle olmazdı. Buna göre eğer, "Bu kul cehaleti gerektiren bir şüpheye inandığı için (onu doğru sandığı için) böyle olmuştur" denilirse, biz deriz ki: Eğer kul o şüpheye başka bir seneden dolayı inanmışsa, bu durumda teselsül gerekir. Teselsül ise, imkansızdır. Binâenaleyh bu şüphenin bir ilk cehalete (bilgisizliğe) dayanması gerekir. Bu cehalet de, insanın kalbinde daha önce olan bir cehalet sebepiyle meydana gelmiş değildir. fesine insan o cehaleti bir gerektiren olmaksızın doğrudan varetmiş demek olur. Bu ise imkansızdır. Çünkü insan, hiçbir zaman kendisinin câhil olduğuna razı olmaz" Câhil olmak için gayret sarfetmez. Aksine ilim için gayret sarfeder. Bu sebeble de, ancak kulun niyetlenip istediği şeyin meydana gelmesi gerekir. Bu böyle olmadığına (hep kulun istediği olmadığına) göre, herşeyin geçerli bir takdir ve nüfuzlu bir kader ile olduğunu anlıyoruz. İşte, "O herşeyi yaratıp, onun mukadderatını takdir etmiştir" ayetiyle kastedilen budur. 3"O'ndan başka hiçbirşey yaratamayan, zaten kendileri de yaratılmış olan birtakım tanrılar edindiler. Onlar, kendileri için ne bir zarar, ne bir fayda vermeye kadir değillerdir. Öldürmeye, diriltmeye, ölenleri yeniden diriltip (kabirden) çıkarmaya ise hiç güçleri yetmez". Bil ki Allahü teâlâ, kendisini celâl, izzet ve yücelik sıfatlarıyla tavsif edince, bunun peşisıra putperestlerin inançlarının zayıflığını gösteren ve şu bakımlardan taptıkları şeylerin noksan olduğunu ortaya koyan ifadeleri getirmiştir: 1) O putlar, eşyanın yaratıcısı değillerdir. Halbuki ilahın, yaratmaya ve yoktan varetmeye kadir olması gerekir. 2) Zaten putların kendileri mahluktur, yaratılmıştır. Mahlûk olan ise, muhtaç demektir. Halbuki ilâhın, hiç birşeye muhtaç olmaması gerekir. 3) Putlar kendilerine bite fayda ve zarar veremezler. Böyle olan, başkasına daha nasıl faydalı olabilir? Öyle ise, böyle olana ibadet (kulluk) etmenin manası yoktur. 4) Putlar, öldürmeye, hayat vermeye ve öldükten sonra diriltmeye kadir değillerdir, yani onlar teklif zamanında (bu dünyada) diriltmeye ve öldürmeye kadir olmadıkları gibi, mücâzât zamanında (Kıyamette) yeniden diriltmeye de kadir değillerdir. Böyle olana nasıl "ilah" denilebilir ve asıl yapılması gereken, bu nimetleri verene ibadet etmek olduğu halde, nasıl bu putlara ibadet etmek güzel ve yerinde olabilir? Bu ayetle ilgili birkaç soru sorulabilir: Birinci soru: Ayetteki, “O'ndan başka birtakım tanrılar edindiler” cümlesi sadece putperestlere mi mahsustur, yoksa buna hristiyanlar, yıldızlara ve meleklere tapanlar da girer mi? Cevap: Kâdi şöyle der: “Buna, hristiyanların girmesi uzak bir ihtimaldir. Çünkü onlar-, Allah'ın dışında, birçok ilahlar edinmemişlerdir. Binâenaleyh doğruya en yakın olan, bununla putperestlerin kastedilmiş olmasıdır. Bu ayetin içine, meleklere tapanlar girebilirler. Çünkü bunların da ma'budlan çoktur.” Birisi şöyle diyebilir: Ayetteki, “edindiler” ifadesi cemi (çoğul)dur; “tanrılar” ifadesi de çoğuldur. Çoğul bir lafız, çoğul bir lafza mukabil konunca, her iki çoğulun ferdleri, biribirlerinin mukabili sayılır. Binâenaleyh hristiyanların ma'bûdunun tek olması, onların bu ifadenin kapsamına girmelerine mâni değildir. İkinci soru: (Ehl-i sünnet) alimlerimizden bazıları, “Ayetteki, “O'ndan başka hiçbir şey yaratamayan, zaten kendileri yaratılmış olan, birtakım tanrılar edindiler” ifadesini, kulların fiillerini Allah'ın yarattığına delil getirerek şöyle demişlerdir: “Allahü teâlâ kâfirleri, hiçbirşey yaratamayan şeylere tapmaları açısından tenkid etmiştir ki, bu, ancak yaratabilenin ibadet edilmeye müstehak olduğuna delalet eder. Binâenaleyh eğer kul yaratıcı olsaydı, onun da ilah ve ma'bûd olabilmesi gerekirdi.” Ka'bî buna şu şekilde cevap vermiştir. “Biz (Mu'tezile), halik (yaratıcı) ismini ancak, Allah için kullanırız.” Alimlerimiz ise, şöyle demişlerdir: “Halk (yaratma) lafzında, bir müdâhelede bulunmadan, yerinden kıpırdamadan, planlamadan ve bundan ötürü bir yorgunluğa düşmeden varetme manası vardır. Böyle bir yaratma ise ancak Allah'a mahsustur.” Hem sonra, Allahü teâlâ putları anlatırken, “Onların, yürüyebilecekleri ayakları var mı?” (A'raf, 195) buyurmuştur. Şimdi sorarım: Bu ayet, ayağı bulunan herkesin ma'bûd olabileceğini gösterir mi?” Eğer (Mu'tezile) buna, “hayır” diye cevap verirse. Sizin söylediğiniz şey de aynen bunun gibidir.” Cenâb-ı Hak, “Yaratıcıların en güzeli olan Allah'ın şânı ne yücedir” buyurmuştur” denilir. Bütün bunlar Ka'bi'nin sözleridir. Onun, “Hâlık (yaratıcı) ismi, kullar için kullanılmaz” şeklindeki sözüne karşı deriz ki: “Aksine bu gerekir. Çünkü Arapça'da “halk” takdir etmek demektir. Takdir etmek se, zannetmek ve inceden inceye ölçüp-biçmek demektir. Binâenaleyh “halk” sminin, kul hakkında hakikat, Allah hakkında mecaz olması gerekir. Öyle ise, siz daha nasıl, “halk” lafzının kul için kullanılamayacağını söylüyorsunuz?” “Onların, sayesinde yürüyebilecekleri ayaklan var mı?” (A'raf. 195) ayetine gelince, bu ayette onlar âciz oldukları için tenkid edilmişlerdir. Binâenaleyh bazı bakımlardan acizliği olan hiçbir varlığa ibadet doğru olmaz. Kâ'bî'nin ayetini delil getirişine gelince, bu husustaki söz daha önce geçmişti. Bil ki alimlerimizin bu ayetle istidlalleri yerinde ve güçlü bir istidlal değildir. Çünkü bu kusurun, şu iki şeyin toplamından olması muhtemeldir: 1) Onlar, yaratıcı değillerdir. 2) Onlar mahlukturlar. Binâenaleyh kul, halik sayılsa bile, yine de mahluktur. Binâenaleyh kulun ilah ve ma'bûd olamaması gerekir. Üçüncü soru: Ayet, öldükten sonra dirilmeye delâlet eder mi? Cevap: Evet, çünkü Hak teâlâ, “nuşûr”dan bahsetmiştir. Bu, “ma'bûd olanın, itaat edenleri mükâfaatlandırıp, isyan edenleri cezalandırabilmesi gerekir. Böyle olmayan, ilah olamaz” takdirindedir. Resûlullah'ın Karsısında Şaşkın Kâfirler 4Âyetin tefsiri için bak:9 5Âyetin tefsiri için bak:9 6Âyetin tefsiri için bak:9 7Âyetin tefsiri için bak:9 8Âyetin tefsiri için bak:9 9"O kâfirler "Bu, onun uydurduğu bir yalandan başka bir şey değildir. Bu hususta, bir zümre de ona yardım etmiştir" dediler ve böylece, hiç şüphesiz bir haksız söz ve yalan söylediler. Dediler ki: "Bu ayetler onun başkasına yazdırıp, kendisine sabah-akşam okunmakta olan, evvelki kavimlerin masallarıdır." Onlara de ki: "Onu, göklerde ve yerdeki sırrı bilen indirdi. Şüphesiz ki O, gafur ve rahîm 'dir." Dediler ki: "Bu, nasıl peygamber, yemek yiyor, çarşılarda yürüyor! Ona bir melek indirilip, beraberinde bir inzarcı bulunmalı değil miydi? Yahut ona (gökten) bir hazine atılmalı, yahut onun yiyebileceği bir bahçesi bulunmalı değil miydi?" Yine o zalimler "Siz (mü'minler), büyülenmiş birisinden başkasına tâbi olmuyorsunuz" dediler. Bak ki senin için ne misaller getirerek sapıttılar. Artık onlar, hiçbir yol bulamazlar". Bil ki Allahü teâlâ önce tevhidden, ikinci olarak da putperestleri redden bahsedip, üçüncü olarak bu ayette nübüvvet meselesine değinmiş ve o kâfirlerin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini inkâr hususundaki şu şüphelerini nakletmiştir: Birinci şüphe: Bu, onların "Bu, onun uydurduğu bir yalandan başka bir şey değildir. Bu hususta, bir zümre de ona yardım etmiştir" şeklindeki sözleridir. Bunun bir benzeri de, "Onu, bir insan eğitip öğretti" (Nahl, 103) ayetidir. Bil ki bu ifade ile, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bizzat kendisinin, Kur'ân'ı uydurduğu ve yalan söylediği manası Kastedilmiş olabileceği gibi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Kur'ân'ı uydurup, yalan yere Allah'a nisbet ettiği manası da kastedilmiş olabilir. Sonra burada iki konu vardır: Birinci konu: Ebû Müslim: "iftira" kelimesi fiilinin, iftial vezninde masdarıdır. Nitekim bazanderinin ölçülüp-biçilmesinde denilir. Binâenaleyh Dczukluğun sona ermesini bildirmek için (ıslah ettim. ıslah oldu; yumuşattım ve yumuşadı) denilir. Yine Arapça'da bir kişiye, onda bulunmayan kötü vasıfları ona isnad ederek sövüp sayan hakkında da denilir. İkinci konu: Kelbî ve Mukâtil şöyle derler: "Bu ayet, Nadr b. el-Hâris hakkında nazil olmuştur. O halde bu demektir ki, "Bu hususta, bir zümre de ona yardım etmiştir" diyen de odur. O "zümre" sözüyle, Huveytib b. Abdu'l-uzza'nın kölesi Addâs'ı, Amir b. el-Hadremi'nin kölesi Yesâr'ı ve Âmirin kölesi Cebr'i kastetmiştir. Bu üçü, ehl-i kitaptan idiler, Tevrat'ı okur ve ondan bazı kıssalar anlatırlardı. Onlar müslüman olunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlardan, bunları öğrendi. İşte bundan ötürü Nadr bu sözü söyledi. Bil ki Allahü teâlâ onların bu şüphesine, "Böylece hiç şüphesiz bir haksız söz ve yalan söylediler." diyerek cevap vermiştir. Bu ifade ile ilgili birkaç konu vardır: Birinci konu: Ayetin bu kadarcık ifadesi, bahsedilen şüpheye cevap olarak kâfidir. Çünkü her aklı başında insan, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in o kâfirlere karşı Kur'ân ile meydan okuduğunu, o kâfirlerin alabildiğine fasih (edib) kimseler olduklarını ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in işini iptal etmek için onların var güçlerini ortaya koyduklarını, hatta bu hırslarının, onları Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i bu ayette bahsedilen şey ile nitelemeye kadar vardırdığını bilmektedir. Binâenaleyh eğer onlar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e teklif ettiği gibi (Kur'ân'ın benzerini getirebilselerdi), mutlaka bunu yaparlardı ve bu iş onların maksadlarım elde etmeleri hususunda bu ve benzeri ayetlerde ileri sürdükleri şeylerden daha uygundu. Binâenaleyh eğer Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hususta başkasından yardım görmüş olsaydı, o kâfirlerin de o başkasından yardım almaları mümkündü. Çünkü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) Arapça'yı bilmede ve -aşkasından istifade hususunda onlarla aynı şartlara sahibti. Durum böyle olduğu halde, kâfirler bunu yapamadıklarına, Kur'ân'ın benzerini getiremediklerine göre, Kur'ân'ın fesahatta zirvede, i'cazda da en ileride olduğu anlaşılır. Bu deliller, Kur'ân'da defalarca geçip, bu sorunun (iddianın) yersiz olduğu böylece ortaya çıkınca, artık bu açık-seçik delillerden sonra, yine bu soruyu tekrarlamanın, ancak cehalet ve inat bataklığında oyalanıp durmadan ve boğulup kalmadan ileri geldiği ortaya çıkmıs olur. İpte bütün bunlardan ötürü, Cenâb-ı Hak bu şüpheye cevap olarak, "Hiç şüphesiz bir haksız söz ve yalan söylediler" demekfie yetinmiştir. İkinci konu: Kisâî şöyle der: Ayetteki bu ifâde, "Onlar, zulüm yaptı, yalan söylediler" demektir ve tıpkı "Andolsun ki siz pek çirkin bir şey getirdiniz yani söylediniz" (Meryem, 89) ayeti gibidir. Dolayısıyla bu ifadeler bu (getirme) fiilinin mef ölüdürler. Zeccâc da, bu ifadelerin harf-i cerrin hazfi ile mansub olduklarını söyler. Ona göre kelamın takdiri (......) şeklindedir. Üçüncü konu: Allahü teâlâ onların bu sözlerini, zulüm ve zûr (yalan) olarak nitelemiştir. Onların bu sözlerinin bir zulüm oluşu, böylesi çirkin bir fiili, bundan tamamen bir kişiye nisbet etmelerinden ötürüdür. Binâenaleyh onlar bu işi, mahallinin (sahibinin) dışında kullanmışlardır ki böyle bir şeyi esas yerinin dışına koymak zulümdür. Bunun bir zûr (yalan) oluşu ise, o kâfirlerin bu hususta yalan söylemiş olmalarından ötürüdür. Ebu Müslim: "Bu zulüm onların Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i yalanlayıp, dediklerini kabul etmemeleridir; bu yalan ise, onların O'nun hakkında yalan söyleyip, iftirada bulunmalarıdır" demiştir. İkinci şüphe: Dikte ettirme "(Bu ayetler), onun başkasına yazdırıp, kendisine sabah-akşam okunmakta olan, evvelki kavimlerin masallarıdır" demeleridir. Bununla ilgili birkaç konu var. Birinci konu: "Esatir", Rüstem ve İsfendiyar hikâyeleri gibi, geçmiş insanların uydurup söyledikleri masallar olup, ya "estâr"ın çoğuludur, yahut da, tıpkı "Ahâdis"in, "uhdûse" (uydurma şey) kelimesinin çoğulu oluşu gibi, bu da "ustûre'nin çoğuludur. lafzı, "Hazret-i Muhammed, bu esatiri, ehl-i kitabdan yani Addâs, Yesâr ve Cebr'den yazdırmıştır" demektir. O halde bu fiil, burada tıpkı (kan alınmesını istedi) ve (Damardan kan aldırdı) fiilleri gibi "Kendisi için yazılmasını istedi" demektir. ifadesi, "Bunlar ona okunur" demek olup, "O, ümmi olduğu için, bunlar onun için başkaları tarafından yazıldı, yani ezberlemesi için yazılan şeyden ona telkin edildi, okundu" manasınadır. Çünkü ezberleyecek kimseye telkin etmenin şekli tıpkı kâtibe dikte ettirmenin (söyleyip yazdırmanın) şekli gibidir. Ayetteki "Sabah-akşam" ifadesi hakkında Dahhâk şöyle der: "Bu, "sabahleyin kendisine verilen-anlatılan şeyi, o size akşam okuyor-söylüyor. Akşam verilen-anlatılanı da sabah okuyor" demektir. İkinci konu: Hasan el-Basri, "Bu ayetler kendisine sabah akşam okunmaktadır" ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın, kâfirlerin bu sözlerine karşı cevab olarak zikrettiği bir sözdür. Buna göre Cenâb-ı Hakk sanki, "Bu ayetler O'na zaman zaman vahiy ile yazdırılan verilen ayetlerdir. O halde daha nasıl, bunun evvelkilerden kalma efsaneler olduğunu sölüyorsunuz" demiştir. Müfessirlerin ekserisi ise, bunun o müşriklerin sözleri cümlesinden olduğu hususunda ve onların bununla, bahsedilen o ehl-i kitabın, sabah-akşam bu masalları, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e anlattıkları manasını ettiklerinde ittifak etmişlerdir. Şu sebeblerden ötürü, bunun doğruya daha yakın şüphe yoktur: 1) Bu sözün, daha önceki sözlerle son derece ilgisi bulunmaktadır. Buna göre o kâfirler, "Muhammed evvelkilerin efsânelerinin yazılmasını istedi ve o masallar O'na, sabah-akşam verildi, okundu ve anlatıldı" demişlerdir. 2) Bu, onların "Bu hususta bir zümre de O'na yardım etmiştir" sözleri ile ttikleri şeydir. 3) Allahü teâlâ, bundan sonra onların bu sözlerine, "Onlara de ki: "O'nu, göklerde yerdeki sırrı bilen indirdi" buyurarak cevab vermiştir. Keşşaf sahibi şöyle der: el-Basri'nin bu görüşü, istifham-ı inkârî için olan hemzenin, meftuh kılınması halinde doğru olur ve "evvelin" de vakfetmesi gerekir. Allah onların bu şüphelerine "Onlara de ki: "Onu, göklerde ve yerdeki sırrı bilen indirdi. Şüphesiz ki O, gafur ve rahimdir" buyurarak cevab vermiştir. Bununla ilgili birkaç bahis vardır. Kur'ân Herşeyi Bilenin Sözüdür Birinci bahis: Bu bahis, ayetteki bu ifâdenin kâfirlerin o şüphesine nasıl bir cevab olduğunun izahı hakkındadır. Bunu biraz önce de izah etmiştik: Zira Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara Kur'ân'ın bir benzerini getirmelerini isteyerek meydan okumuştur. Onlar bunu yapamamışlardır. Binâenaleyh eğer, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) başkasından istifade edip, destek görerek bu Kur'an'ı meydana getirmiş olsaydı, onlar da o başkalarından istifâde ederek, Kur'ân gibi bir eser getirebilirlerdi. Bunu yapamadıklarına göre, Kur'ân'ın bir vahy-i ilahi olduğu sabit olur. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, "Onlara de ki: "O'nu, göklerde ve yerdeki sırrı bilen indirdi" buyurmuştur. Bu böyledir. Çünkü Kur'ân'ın lafızlarını bu şekilde bir araya getirenin şu sebeblerden ötürü, mutlaka herşeyi açığı-gizliyi-sırrı bilen birisi olması gerekir: 1) Kur'ân'ın sahib olduğu fesahat, ancak herşeyi bilen birisi tarafından gerçekleştirilebilir. 2) Kur'ân, gayba ait haberleri ihtiva etmektedir. Bu da ancak herşeyi bilenden kaynaklanır. 3) Kur'ân, noksanlıktan ve kusurdan beridir. Böyle olma da, ancak herşeyi bilenden kaynaklanabilir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Eğer o, Allah'ın katından olmasaydı onlar O'nda birçok ihtilaflar (tezadlar) bulurlardı" (nisa, 82) buyurmuştur. 4) Kur'ân'ın,bütün âlemin maslahat ve faydasını kulların nizamını sağlayacak -.kümler ihtiva etmektedir. Bu ise, ancak herşeyi bilen tarafından yapılabilir. 5) Kur'ân çeşitli ilimleri ihtiva etmektedir. Bu ise, ancak o her şeyi bilen tarafından olursa mümkün olur. Kur'ân işte bu bakımlardan kendisinin herşeyi bilen bir Zât'ın sözü olduğuna delâlet edince, o kâfirlerin bu şüphelerine cevab olarak "Onlara de ki: "O'nu, göklerde ve yerdeki sırrı bilen İndirdi" ifadesiyle yetinmiştir. İkinci bahis: Âlimler, "sır" ile ne kastedildiği hususunda değişik izahlar yapmışlar, bazıları: "Bunun manası, "göklerde ve yerde olan, her sırrı gizliyi bilen ancak böyle bir kitabı indirebilir" şeklindedir" derken; Ebu Müslim, bunun manasının "O'nu sırları bilen indirmiştir. Binâenaleyh birisi bu hususta yalan söylecek olsa, mutlaka O ondan intikam alırdı. Çünkü Cenâb-ı Hakk, "Eğer (peygamber), bazı sözleri kendiliğinden uydurmuş olsaydı, elbette O'nu kıskıvrak yakalardık" (Hakka, 44-45) buyurmuştur" şeklinde olduğunu söylemiştir. Bazıları da mananın şöyle olduğunu söylemiştir: "Allah, göklerde ve yerde saklı olan her sırrı bilir. Sizin, Hazret-i Muhammed'in söylediği şeylerin kesin bir hakikat olduğunu bile bile, O'nun aleyhinde gizli gizli kurduğunuz tuzaklar da, Hazret-i Muhammed'in işinin aslı ve sizin itham ettiğiniz şeylerden beri oluşu da, Allah'ın bildiği bu sırlar cümlesindendir. O, sizi ve o peygamberi, hakkınızda bildiğine göre, cezalandıracak veya mükafaatlandıracaktır. Gafur ve Rahîm İsimlerinin Buradaki Anlamı Üçüncü bahis: Cenâb-ı Hakk şu iki sebebten ötürü, bu ayette kendisinin gafur ve rahim olduğunu söylemiştir. a) Ebu Müslim şöyle der: "Bunun manası, "O, Kur'ân'ı ancak inzar (ikaz, korkutma) için indirmiştir. Binâenaleyh O'nun gafur ve rahim olması, cezaları hemen peşin vermemesi gerekir." b) Bu, o kâfirlerin kurdukları bu tuzaklar yüzünden, başlarına ilâhi azabın yağmur gibi yağmasını hakettiklerini, fakat Cenâb-ı Hakk'ın gafur ve rahîm olduğu için bunu şimdilik göndermeyip, onlara fırsat tanıdığına bir dikkat çekmedir. Üçüncü Şüphe: Peygamberin Beşer Oluşu Onların bu şüpheleri son derece, zayıf ve tutarsızdır. Çünkü onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için şu beş vasıfı sayıp, bunların O'nun peygamber olmasına mani olduğunu sanmışlardır: a) "Bu, nasıl peygamber, yemek yiyor" b) "çarşılarda yürüyor" şeklindeki sözleri, yani "O, bu özelliklere sahib olduğuna göre, bizden üstünlüğü nerede. O da bütün bu hususlarda bizim gibi" demektir. c) "Ona bir melek indirilip, böylece beraberinde, O'nu tasdik eden, O'na bu hususta şehâdet eden ve O'na muhalefet edenlere karşı gelen, bir inzarcı bulunmalı değil miydi" ifadesi. d) "Yahut O'na (gökten) bir hazine atılmalı, yani O'na gökten bir hazine gönderilip, O da onu harcayıp böylece geçimini temin için çarşı-pazar dolaşmaya muhtaç olmamalı değil miydi?" ifadesi, e) "Yahut onun yiyebileceği bir bahçesi bulunmalı değil miydi?" ifadesi. Hamza ve Kisâi buradaki (yiyebileceği) fiilini, (bizim yiyeceğimiz) şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları yâ ile okumuşlardır. Buna göre mana, "Eğer O'nun hazinesi yoksa, hiç olmazsa bir tüccar olmalı ve güzel bir bağı-bostanı bulunmalı değil miydi" şeklindedir. f) "Siz (mü'minler), büyülenmiş birisinden başkasına tabi olmuyorsunuz" şeklindeki sözleri. Bu söz İsrâ sûresinin sonlarında da geçmişti. Allahü teâlâ, onların bu üçüncü şüphelerine de şu bakımlardan cevab vermiştir: 1) "Bak ki Senin için ne.misaller getirerek sapıttılar. Artık onlar, hiçbir yol bulamazlar" buyurarak. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis var: Birinci bahis: Bu, onların bu şüphelerine nasıl cevab olabilir. Bu hususun izahı şöyledir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, başkalarından ayrıldığı şey, mucize olan o Kur'ân'dır. O kâfirlerin, ileri sürdüklerinin hiçbiri, Kur'ân'ın mucizeliğine zarar verecek şeyler değildir. Binâenaleyh onlardan hiçbiri, O'nun peygamberliğini zedelemez. Buna göre Cenâb-ı Hakk sanki, "Kâfirlerin saptıkları ve senin peygamberliğini zedelemek istedikleri için hiçbir faydası ve manası olmayan böylesi misaller ve boş iddialarla nasıl oyalandıklarına bak. Onlar, bu hususta asla bir yara açamazlar. Çünkü bu konudaki tenkidler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in iddia ettiği mucizeyi zedeleyebilecek şeylerle olur; bu tür sözlerle olmaz" demek istemiştir. Burada yapılabilecek bir diğer izah da şudur: "Onlar sapıtınca, artık hakkı kabule güçleri kalmamıştır." Bu izah, biz ehl-i sünnetin inancına göre doğrudur ve bunun akıl ile izahı açıktır. Zira, insan ya hakka ve batıla, kendisini sevkedecek sebebler açısından, eşit durumdadır. Yahut da onu, bunlardan birisine götüren sebeb, diğerine götüren sebebten daha kuvvetlidir. Bak eğer birinci ihtimal söz konusu ise, eşitlik hâli bir tarafı tercihe imkan vermediği için, fiilin (yani ikisinden herbirinin) olması imkansızdır. Eğer ikinci ihtimal söz konusu olursa, taraflardan birinin ağır bastığı bu durumda, diğer tarafın olması imkansızdır. Binâenaleyh insanın kalbinde, delâlet (sapıklık) tarafının ağır basması halinde, hakkı kabul etmesi imkansız olur. İmkansız olan şeye ise güç yetirılemez. Böylece, onların sapmaları halinde artık hakkı kabul edemeyecekleri sabit olmuş olur. 10Âyetin tefsiri için bak:14 11Âyetin tefsiri için bak:14 12Âyetin tefsiri için bak:14 13Âyetin tefsiri için bak:14 14"(Allah'ın şanı) ne yücedir ki O, dilerse sana bunlardan daha hayırlı olmak üzere altından ırmaklar akıp duran cennetler verir, senin için saraylar yapar. Onlar, bilakis o saati de yalanladırlar. Biz, o saati yalanlayanlara öyle çılgın bir ateş hazırladık ki, o kendilerini uzak bir yerden gördüğü zaman onlar' bunun bu müthiş gazaptan masını ve uğultusunu duyacaklardır. Elleri boyunlarına bağlı olarak, onun en dar yerine atıldıkları vakit orada (yetiş ey) helak! (diye) bağırırlar, (onlara denilirki), bu gün tek bir helak çağırmayın, birçok helak çağırın". Bil ki bu, o (üçüncü) şüphenin ikinci cevabıdır. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın, "(Allah'ın şanı) ne yücedir ki, o dilerse sana bunlardan daha hayırlısını.. verir" buyruğunun manası, "onların hazine ve bahçeler-bağlar gibi, dünya nimetlerine dair sayıp döktükleri o şeyler, Allah'tandır" demektir. Allah bu ayette geçen "hayr" kelimesini "altından ırmaklar akıp duran cennetler verir, senin için saraylar yapar" ifadesiyle tefsir etmiştir. Cenâb-ı Hakk bu ifadesiyle O peygamber'e o kâfirlerin ileri sürmüş oldukları şeylerin tamamını vermeye kadir olduğuna ancak ne var ki, ya kulun faydası için, ya da kendi meşietine uygun olarak kullarını idare ettiğine, yaptığı işler hakkında hiç kimsenin itiraz hakkı bulunmadığına böylece de, kimilerine ilim ve irfan kapılarını açıp dünya kapılarını tıkadığına, bir başkası hakkında ise bunun aksini yaptığına, bütün bunların ise kendisinin istediğini yapan bir varlık olduğu için olduğuna dikkat çekmiştir. Burada birkaç mesele vardır. İbn Abbas ifadesinin manasının, "Onların Sen'i bağ bahçe sahibi olmamakla kınamalarından daha hayırlı olmak üzere... Çünkü onlar Sen'i, tek bir bağ bahçe sahibi olmamakla ayıplamıştır. Oysa ki Cenâb-ı Hakk Sana pek çok bağ bahçe ermeye kadirdir" şeklinde olduğunu söylemiştir. İbn Abbas, ikrime'den gelen bir ayete göre de bu ifadeye, "Bu, çarşı-pazar dolaşmandan ve geçimini bu yolla temin etmenden daha hayırlı olmak üzere" manasını vermiştir. Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifâdesinin manası (hâşa) "Allah bu hususta mütereddittir" manasında değil, "O, buna kadirdir" anlamındadır. Çünkü Allah hakkında şek düşünülemez. Bazıları da bu ifâdenin başındaki (......) edatının, (......) manasına geldiğini ve ifadenin takdiri manasının, "Biz, ahirette Sen'in için pekçok bağ bahçeler kıldık ve pekçok saraylar yaptık" şeklinde olduğunu, bu ifadenin başına edatının ise, kullarının bu şeylerin ancak ilâhî rahmet ile elde edileceğine bunların aahi meşiete bağlı olduğuna ve ne dünyada, ne de ahirette hiçkimsenin Allah'da alacağı olmadığına dikkat çekmek için dahil olduğunu" söylemişlerdir. Ayetteki (......) kelimesinin manası, "köşkler topluluğu" anlamında olup, saray ve kasr, yüksek mesken anlamına getir. Binâenaleyh her cennetin bir kasrı olması muhtemeldir. Böylece o kasr, bir mesken ve gezinti yeri olmuş olur. Yine bu ifadeyle, köşklerin belli bir yerde, cennetlerin belli bir yerde bulunmasının kastedilmeside mümkündür. Mücâhid bu ifadeye "Eğer Allah dilerse, Sana ahirette cennetler, dünyada da köşkler verir...", şeklinde mana vermiştir. Kelimesinde farklı kıraatler vardır. Bu cümleden olarak İbn Kesir, İbn Amir ve Asım, lam harfini merfû olarak yec'alu diğerleri meczum olarak yec'al şeklinde okumuşlardır. Binâenaleyh, meczum okuyanlara göre mana, "Allah dilerse, Sana cennetler ve köşkler verir, tahsis eder" şeklinde olur. Merfû okuyanlara göre bu ifade, cümle-i istinâfiyye olup mana, "Allah Sana saraylar ve köşkler verecektir" şeklinde olur. Bu, Zeccâc'ın görüşüdür. Vahidi ise şöyle der: "Bu iki kıraata göre, mana bakımından fark bulunmaktadır. Binâenaleyh, meczum okuyanlara göre mana, "Eğer -Allah dilerse, Sana dünyada köşkler verir" şeklinde olup, (......) kelimesi üzerinde vakıf yapmak güzel olmaz. Bu ifadeyi merfû okuyanlara göreyse (......) kelimesi özerinde vakıf yapmak yerindedir. Daha sonraki ifade "müste'nef" bir söz kabul edilerek, "Allah ahirette Sana köşkler verecektir" biçiminde olur. Ubeyy İbn Ka'b ve İbn Mesudun mushaflarında burada (......) şeklinde bir ibare vardır. Tavus, Ibn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hazret-i Peygamber ile Cebrail otururlarken Cebrail (aleyhisselâm) "Bu, gökten inen ve Sen'i ziyaret etmek için izin talebinde bulunan bir melektir" dedi. Çok geçmeden o melek geldi ve Allah'ın Resûlü'ne selam vererek, "Allahü Teâlâ seni, Sen'den önce hiç kimseye vermediği, Sen'den sonra da hiç kimseye vermeyeceği şeylerin anahtarlarını Sana vermek ve Sana verdiği şeylerden dolayı da, daha sonra Sana vereceği şeylerden noksanlaştırmamak hususunda seni muhayyer bıraktı" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Hayır, onların hepsini bana ahirette verir (versin, bunu isterim)" buyurdu da, işte bunun üzerine Cenâb-ı Hakk'ın ayeti nazil oldu. Ibn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber şöyle demiştir: "Cebrail bana, Mekke vadisi dolusu altını sundu da ben, "Hayır, bir öğün tok, üç öğünse aç kalmayı (isterim!) Çünkü bu, benim Rabbimi daha çok hatırlamamı ve O'ndan daha çok talepte bulunmamı sağlar" dedim" Tirmizi, Zühd, 35 (4/575); Müsned, 5/254. (Benzeri hadis). Safvan İbn Süleym'in Abdu'l-Vehhâb'tan rivayetine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur. "Bir gün tok olurum, üç gün aç. Böylece de, tok olduğumda Sana hamdederim, aç olduğumda da Sana yalvarıp yakarırım.' Tirmizi, Zühd, 35 (4/575); Müsned, 5/254 (Benzeri hadis). Yine, Dahhâk'ın rivayetine göre müşrikler, Allah'ın Resûlü'nün yoksulluk ve çaresizlikle ayıpladıklarında, bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) mahzunlaşmış, bunun üzerine O'nu takviye ve teselli etmek üzere, Cebrail (aleyhisselâm) gelerek Allah Sana selâm yolladı ve "Biz Sen'den evvel hiçbir peygamber gönderemedik (ki), muhakkak onlar da yemek yerlerdi (......) " (Furkân. 20) buyurdu" dedi. Yine Dahhak, sözüne devamla şöyle der: "Bir gün Cebrail (aleyhisselâm) ile Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) karşılıklı konuşurlarken, semânın kapılarından birisi açılıverdi ki, bu kapı, daha önce hiç açılmamıştı. Derken, Hazret-i Cebrail (aleyhisselâm), "Ey Muhammed, müjde bu bir hoşnutluk ve razı olmadır. Cennetin bekçisi Sana, Rabb' inden hoşnutluğu (rıdâ) getirdi ve Sana selâm yollayarak şöyle dedi: Rabbin seni Hükümdar nebi olma ile kul nebî olma arasında muhayyer bıraktı" dedi. Onun elinde de, nurdan parlayan bir çanta bulunuyordu. "İşte bu dünya hazinelerinin anahtarlarıdır. Cenâb-ı Hakk ahirette Sen'in için hazırladığı şeylerden, bir sineğin kanadı kadar bile eksiltmeksizin bunları al..." dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), sanki irtişare ediyormuşcasına Cebrail'e baktı, Cebrail de eliyle tevazu da bulunmasını işaret etti. Derken Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Hayır, kul ve nebi olmayı tercih ederim" dedi. Ravi rivayetine devamla şöyle der: "Artık Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bundan 'sonra' ahirete irtihal edinceye kadar hükümdarların yaptığı gibi) yaslanarak yemek yemedi. Kıyameti Yalanlayanların Cezası Cenâb-ı Hakk'ın "Onlar, bilakis o saati de yalanladılar. Biz, o saati yalanlayanlara öyle çılgın bir ateş hazırladık ki" buyruğuna gelince, bu yine onların (o üçüncü) şüphelerine verilen üçüncü bir cevaptır. Buna göre Cenâb-ı Hakk sanki şöyle demek istemiştir: "Onların tutundukları o şey, haddi zatında ilme dayanan bir şüphe değildir. Tam aksine onları, Sen'i yalanlamaya sevkeden şey, ona hazırlanmayı ağır ve külfetli gördükleri için kıyameti yalanlamalarıdır." Mananın şöyle olması da muhtemeldir: "Onlar, kıyameti yalanlamaktadırlar. Binâenaleyh bu demektir ki onlar artık, ne bir mükafaat ne de bir ceza beklememektedirler. Bu sebeple de düşünüp tefekkür etme külfetine katlanamamaktadırlar. İşte bundan dolayıdır ki, onlar kendilerine getirilen o delillerden asla yararlanamazlar." Daha sonra Cenâb-ı Hak buyurmuştur. Bu ifadeyle igili birkaç mesele vardır: Ebu Müslim şöyle der: "Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesinin manası, "Biz o cehennemi hazır hâle getirip onlar için hazırladık" demek olup, ayetteki ifadesiyle de, cayır cayır yanan, tutuşan ateş kastedilmiştir. Hasan el-Basri'den bunun, cehennemin isimlerinden birisi olduğu da nakl edilmiştir. Ehl-i sünnet âlimlerimiz "müttakiler için hazırlanmıştır" (Al-i imrân, 133) ifadesiyle cennetin bu ayetteki "Biz, o saati yalanlayanlara öyle çılgın bir ateş hazırladık ki..", ifadesiyle de ceza yurdu olan o cehennemin (şu anda) yaratılmış olduğuna istidlal etmişlerdir. Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifâdesi, geçmişte yapılmış olan bir işi bildiren bir ifâdedir. Binâenaleyh bu ayet, cehennemin yaratılmış ve hâlen mevcut olduğuna delâlet eder." Cübbâî ise şöyle der: "Bu ayetin manasının, "ateşi, cehennemi dünyada hazırladık, onunla kafir ve fasık kimselere, kabirlerinde azab edeceğiz" şeklinde olması muhtemel olduğu gibi, ayetteki "ateş" ifadesiyle, ahiret ateşinin kastedilmiş olması da muhtemeldir. Böyle olması durumunda, (......) ifâdesi "O cehennemi onlar için hazırlayacağız" anlamında olur ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın "Cennetlikler ateş ehline (...) diye seslendi" (A'raf, 44) ayetindeki ifâdesi gibidir." Bil ki Cübbâi'nin verdiği bu mana, son derece düşüktür. Çünkü ayetteki sözüyle, ya dünya ateşi, yahutta ahiret ateşi kastedilmiştir. Eğer birincisi olursa, bu durumda sen bak... Bununla ya, Cenâb-ı Hakk'ın o kafir ve fasıklara dünyada, dünya ateşiyle azab edeceği, yahutta ahirette, dünya ateşiyle onlara azab edeceği kastedilmiş olur. Birincisi batıldır, çünkü Allahü teâlâ dünyada kafirlere dünya ateşiyle azab etmemiştir. İkincisi de batıldır, çünkü ümmetten hiçbir kimse, Allah'ın kafirlere ahirette dünya ateşiyle azab edeceğini söylememiştir. Binâenaleyh böylece, bu ifâdeyle ahiret ateşinin kastedildiği ve o cehennemin, şu anda hazır vaziyyette olduğu sabit olmuş olur. Ayeti, "Allah o cehennemi hazırlayacaktır" anlamına hamletmek, delilsiz olarak, ayetin zahirini terktir. Hasan el-Basri'nin, "Sair, cehennemin isimlerinden bir isimdir" demesine görede Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz, o saati yalanlayanlara öyle çılgın bir ateş hazırladık ki..", ifâdesi, O'nun, cehennemi yarattığı, hazır vaziyyette tuttuğu hususunda sarih bir isimdir. Âlimlerimiz, bu ayetle said olan kimsenin ta anasının karnında iken said olduğuna istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Allah'ın, kendileri için saîr'i hazırladığı ve haber verdiği, haklarında böyle hükmettiği o kimseler, mükafaat ehli olan müminler olacak olsalar, o zaman Allah'ın, kendileri hakkında cehennemliklerden olduklarına dair vermiş olduğu o hükmü, yalana, ve bu husustaki ilmi de cehalete dönüşmüş olurdu. Halbuki bu dönüşme, imkansızdır. İmkansıza götüren de imkansızdır. O halde, o kimselerin mükafaat ehli müminler haline gelmeleri muhaldir. Böylece de saîd'in şakiye, şakînin de, saîde dönüşmesinin imkânsız olduğu sabit olmuş olur. Daha sonra Cenâb-ı Hakk, o cehennemi birkaç sıfatla tavsif etmiştir. 1) Cenâb-ı Hakk'ın "o kendilerini uzak bir yerden gördüğü zaman onlar bunun pu müthiş gazaplanmasını ve uğultusunu duyacaklardır" ayetinin ifâde ettiği husustur. Bununla ilgili birkaç mesele vardır: Kelimesi müzekker bir kelime olduğu halde burada ' kelimelerinde müennes itibar edilmiştir. Müennes sayılması, semri müennes olan yerine kullanılması itibariyledir. Ehl-i sünnet âlimlerinin itikadına göre, hayatiyetin bulunması için, bünye şart değildir. Binâenaleyh ateş, durumunu muhafaza ettiği halde, Cenâb-ı Hakk'ın onda hayatı aklı ve konuşmayı yaratması mümkündür. Halbuki Mu'tezile'ye göre bu mümkün değildir. Mu'tezile'nin bu konudaki delilleri sadece bunun adetlere aykırı bir şey olduğunu söylemeleridir. Eğer bu doğru olsaydı, o zaman peygamber hakkındaki harikulade şeylerin yalanlanmaması gerekirdi. Binâenaleyh, bu Mu'tezile'nin görüşleri hep çelişkilerle doludur. Aksine, harikulade şeyleri kabul etmemek, ancak felsefecilerin anlayış ve prensiplerine uygun düşer. İşte bundan dolayı bizim ehl-i sünnet ve'l-cemaat âlimlerimiz, "Allah'ın, cehennemin vasfı hakkında buyurduğu "o kendilerini uzak bir yerden gördüğü zaman, onlar bunun bu müthiş gazaplanmasını ve uğultusunu duyacaklardır" ifadesini, zahiri manasına göre almak gerekir. Zira, cehennemin canlı gören ve kâfirlere öfkelenen bir hâle gelmesinde, bir imkansızlık bulunmamaktadır" demişlerdir. Mu'tezile'ye gelince onlar, bu ayeti tevil etme ihtiyacını duyarak bu hususta şu lan yapmışlardır: 1) Şunu demişlerdir: "Ayetteki (......) ifadesinin anlamı, "Cehennem onlara göründü" şeklinde olup, bu ifade de, Arabların "onların evleri birini görmekte, birbirine bakmaktadır" deyimlerinden alınmıştır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur. "Mü'min ile kâfirin birbirine bakışmaz" Nesâî, 27 (8/36); Ebu Davûd, Cihâd, 103 (3/45) (Benzeri hadis). buyurmuştur, yani mü'minin kâfir ve müşrikten uzak durması vâcib olduğu için, karşı karşıya gelmezler. Arapça'da (......) "Falancanın evleri, mütenazırdır" yani, "karşıkarşıya bulunurlar" denilir. 2) "Ateş, yanmasının ve fokur fokur kaynamasının şiddetinden dolayı (adeta) kâfirleri görür, onları ister ve onlara öfkelenir hâle gelmiştir." 3) Cübbal şöyle demiştir: Cenâb-ı Hakk burada, "cehennem ateşi"ni zikretmiş, ama bununla cehennemliklere azab etmekle görevlendirilmiş olan cehennem tekçilerini murad etmiştir. Zira görme işi ateşten değil, ancak o bekçilerden sadır olabilir. Bu (Yusuf. 82) ayetindeki duruma benzer "Köye sor" "Köyün ahalisine sor" manasına gelir. Bir kimse, "Tegayyuz, şiddetti bir şekilde öfkelenmekten ibarettir. Bu ise, duyulmaz... O halde daha nasıl Cenâb-ı Hakk, "Onlar bunun bu müthiş gazaplanmasmı ve uğultusunu duyacaklardır" buyurmuştur" derse, buna birkaç bakımdan cevap verilebilir: 1) Tegayyuz (şiddetli öfkelenme), her ne kadar duyulmazsa da, ancak ne var ki, ona delâlet eden ses, vb. şeyler duyulabilir. Bu bir kimsenin tıpkı öfkeye delâlet eden halleri gördüğünde, "Emirin gazap ve öfkesini, falancanın üzerinde gördüm" demesi gibidir. Muhabbet ve sevgi hakkında da aynı şey söylenir; işte burada da böyledir. O halde mana "Onlar öfkelenmiş ve gazaplanmış kimsenin sesine benzeyen bir ses duydular" şeklinde olur. Bu, Zeccâc'ın görüşüdür. 2) Mana, "O cehennemin öfkelendiğini anladılar, onun uğultusunu duydular" şeklinde olup bu, Kutrub'un görüşüdür. Bu, şairin tıpkı la sözü gibidir. Sizde "Kuşanma" tabiri kılıca mahsus olduğu halde bu beyitte kılıçla beraber mızrak içinde kullanılmıştır. Amma asıl gaye yine kılıç için kıllanılmasıdır. 3) Bu ifadeden murad, cehennem bekçilerinin öfkelenmesidir. Ubeyd İbn Umeyr şöyle demiştir: "Cehennemin öyle bir narası vardır ki, istisnasız bütün herkesin bedenini sarsacaktır. Hatta İbrahim (aleyhisselâm) bile dizleri üste çökecek ve "Nefsi, nefsi" diyecektir." Cehennem Ateşinin İkinci Özelliği Ateşin ikinci sıfatı Cenâb-ı Hakk'ın, "Elleri boyunlarına bağlı olarak, onun en dar yerine atıldıkları vakit, orada (yetiş ey) helak! (diye) bağırırlar" ayetinin ifade ettiği husustur. Bil ki Cenâb-ı Hakk, kâfirler cehennemin uzağında iken, onların durumunu vasfedince, daha sonra da onlar cehenneme atıldığı zamanki durumlarını tavsif etmiştir. Sığınma şekillerinin en makbulü ne ise, cehennem azabından onunla Allah'a sığınırız. Bu ayet hakkında birkaç mesele vardır. Kelimesi hakkında biri şeddeli değeri de şeddesiz olmak üzere iki kıraat bulunmaktadır. Şeddesiz olanı, İbn Kesifin kıraatidir. Kelimesinin tefsiri hususunda pekçok şey nakledilmistir. Mesela Katâde şöyle demiştir: Abdullah İbn Ömer'in bize anlattığına göre o şöyle demiştir: "Dibine geçirilen demirin mızrağa olmayıp da darlaşması gibi, şüphesiz cehennemde kâfire daralır, onu sıkıştırır" Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bundan sorulunca o şöyle buyurur "Canım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, o kâfirler tıpkı kazığın duvara zorla çakılması gibi, istemedikleri halde itile kakıla cehenneme sokulacaklar" Kelbi de "Cehennemi en alt tabakasında bulunanları ateşin alevi yükseltir; yukarda bulunanları da, yeni girenler bastırır, böylece onlar, o dar kapılarda sıkışıp kalırlar" demektedir. Keşşaf sahibi ise şöyle demiştir: "Nasıl genişlikte bir rahatlık varsa, darlıkta da sıkıntı ve huzursuzluk vardır. Bundan dolayı Cenâb-ı Hakk cenneti vasfederken, onun genişliği gökler ve yerler kadardır demiştir." Nitekim hadislerde de varıd olduğuna göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Her ü'nunın, nitelikleri şöyle şöyle olan köşkleri ve bahçeleri (cennet) vardır" Buhârî, Rıkâk. 51; Müsned, 3/210, 215. Muhakkak ki Allahü Teâlâ, şiddetli azaba bir de sıkışmayı ve darlığı eklemek suretiyle, cehennemlikler için çok çeşitli belaları bir araya toplamıştır. Âlimler, Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifadesinin tefsiri hakkında şunları söylemişlerdir: "Cehennemlikler, içinde bulundukları şiddetli azab ve o şiddetli darlıkla birlikte, bir de elleri boyunlarına bağlanmış oldukları halde zincirlere vurulurlar." Yine, her kâfirin kendi şeytanıyla birlikte zincire vurulmuş olduğu, ayaklarında ise kağışlar ve bukağılar bulunduğu da söylenmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hakk bu son derece şiddetli ikâb ceza çeşidiyle yüzyüze geldikleri zaman cehennemliklerin, "Yetiş ey yokluk, ey helâk!" diye nida ettiklerini nakleder. (Subûr) kelimesi, helak ve yok olmak camına gelir. Onların çağırması ise, "Nerdesin ey helak, yetiş!" yani "Ey helak ve yok olma, yetiş! İşte senin zamanın ve vaktin" demeleridir. Enes'in merfû olarak rivayet ettiğine göre, ateşten elbise giyecek olan ilk kişi İblistir. O elbiseyi iki yanına sarar da, onu sürükler. Arkasında da zürriyeti olduğu Mde, "Ey helak ve yokluk, nerdesin yetiş!" der. Zürriyeti de, "Ey yokluk, nerdesin? yetiş" diye çağırır. Derken, ateşe varırlar. Ayetteki "Bu gün tek bir helak çağırmayın" ifadesine gelince, "Onlara şöyle denilir" takdirindedir. Her ne kadar burada bir söyleme söz konusu değilse de, onlar kendilerine böyle denilmeyi çoktan hak etmişlerdir. ifadesinin anlamı, "Sizler öyle bir hâle düştünüz ki, bundan dolayı bir kere helak olmayacaksınız. Sizin helakiniz, pekçok kere helak olmaktır" şeklindedir. Bu da ya, azabın çok çeşitli olup, herbir türününde şiddet ve dayanılmazlığından dolayı bir helakinin olmasından dolayıdır, veya onların derileri eşten her kızardığı zaman, başka derilerle değiştirilmesi sebebiyledir, veyahut bu azabın, sürekli ve karışıklıktan uzak olup, sonu olmayan herbir zamanda da bir helak ve yokluğunun bulunmasındandır veyahutta şundan dolayıdır: Çoğukez onlar, "Nerdesin ey helak, yetiş" demelerinden dolayı, bir tür hafiflik ve rahatlama bulabilecekler. Zira, kendisine işkence edilen kimse bağırıp ağladığı zaman, bundan dolayı bir tür rahatlama hisseder. İşte bunun üzerine onlar bundan men olunacaklar ve kendilerine, hüzün ve kederlerinin artması için, helak oluşlarının her gün artacağı Ktr verilecektir. Bundan, Allah'a sığınırız! Kelbi de "Bu ifade, Ebu Cehil ile, bu şüpheler izhar eden kafirler hakkındadır" demiştir. 15Âyetin tefsiri için bak:16 16"De ki: Bu mu iyi, yoksa müttakilere vaad olunan ebedilik cenneti mi? Ki bu, onlar için bir mükafaat, bir varış yeridir. Orada ne dilerlerse, kendileri de ebedi olarak, onlarındır. Bu, Rabbinin üzerinde istenen bir vaaddir". Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: İsm-i Tafdilin Özel Kullanılışı Bil ki Allahü teâlâ kıyamet saatini yalanlayanlara hazırlanmış olan ikabın durumunu anlatınca, bunun peşinden onların pişmanlık ve nedametlerini daha arttıracak olan ifadeyi getirmiş ve Resûlü'ne "De ki: Bu azap mı iyi, yoksa ebedilik cenneti mi?" buyurmuştur. Yani, "bu mu hayırlı, yoksa tasdik edip tatta bulunarak bu ebedilik cennetini arayıp bulmaları mı?" İmdi eğer, "nasıl olur da azab mı daha iyi, yoksa ebedilik cenneti mi?" denilebilir? Akıllı bir kimsenin, "Şeker mi yoksa sabır mı, hangisi daha tatlı?" demesi caiz olur mu?" denilirse biz deriz ki: Korkutmak sadedinde söylenirse, bu uygun ve yerindedir. Nitekim, efendisi köleye bir mal verse, o da inâd edip bunu almaya yanaşmayarak büyüklense. Bunun üzerine efendisi onu, şiddetli bir biçimde dövse, o zaman onu kınamak ve azarlamak için şöyle der: "Söyle bakalım, bu mu daha güzelmiş, yoksa o mu?" Ehl-i sünnet âlimlerimiz, "Müttakilere va'dolunan" ifadesiyle, "mükafaat vermenin Allah'a vâcib olmadığı hususunda, istidlal etmişlerdir. Çünkü bir kimse, "Hükümdar, falancaya şunları vermeyi va'detti" dese, bu ifade hükümdarın bir lütuf ve ikramda bulunacağı (et-tafdîl) anlamına hamledilir. Ama, bu verme onun üzerine vâcib olsaydı, o zaman, "O ona şunu va'detti" denilmezdi. Mu'tezile'ye gelince, onlar da bu ifade ile, kendi görüşleri hususunda istidlalde bulunmuşlar ve şöyle demişlerdir: Allahü teâlâ bunu takva sıfatıyla muttasıf olanlara va'detmiştir. Hükmün vasfa terettüp ettirilmesi ise, o vasfın hükmün illeti olduğunu ihsas ettirmektedir. İşte bunun gibi bu da, bu vaadin ancak, takva sıfatına bağlı olarak meydana geldiğine delâlet eder. Lütufta bulunma ise, müttakilere mahsus kılınmamıştır. Öyleyse, kendilerine mahsus kılınan bu mükafaat vacip olur. Cennetin Ebedi Sıfatıyla Tekidi Ebû Müslim şöyle demiştir: "Ebedilik cenneti, nimetleri sona ermeyen cennettir, huld ile hulûd kelimeleri aynı anlamdadır, tıpkı sükr ve şükür gibi. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur. "Biz sizden, ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz" (Dehr, 9) Buna göre, "Cennet, mükafaat yurdunun adıdır. Bu carmet, ebedi kılınmıştır. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın daha, "ebedilik cenneti" buyurmasında ne fayda vardır?" denilirse, biz deriz ki: İzafet bazan temyiz için olur, bazan da kemâl sıfatını beyan etmek için. Nitekim, "Allah Hâlık'tır, Bâri'dir" denilir. Biradaki de bu kabildendir. Cenâb-ı Hakk'ın "Ki bu, onlar için bir mükafaat, bir varış yeridir" ifadesine gelince, bu hususta birkaç mesele vardır. Mu'tezile bu ayet ile, kulun mükafaat hak ettiğine şu iki şekilde istidlalde bulunmuştur: 1) "el-cezâ" kelimesi, ancak "hak eden" kimseyi içine alır. Va'dse, katıksız lütufta bulunmadır. Bu ise, bir "ceza-mükafaat" olarak isimlendirilmez. 2) Şayet, "karşılık, mükafaat"dan murad edilen, sırf va'dden dolayı kulların yönelecekleri şey olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın (......) kelimesiyle (......) ifadesi arasında bir fark olması, o zaman da bu faydasız bir tekrar olmuş olurdu. Sünni alimlerimiz (r.h) buna şöyle cevap vermişlerdir: Bunun bir karşılık (ceza) olduğu hususunda bir ihtilaf yoktur. İhtilaf ancak, onun va'd ile mi yoksa hak etme ile gerçekleşmiş olan bir karşılık olduğu hususundadır. Ayette ise, bunlardan hangisinin murad edildiğine delâlet eden bir şey yoktur. Mu'tezile bu ayet-i kerimenin iki yönden Allah'ın büyük günah sahibini affetmeyeceğine delâlet ettiğini söylemiştir: 1) Büyük günah sahibi, ikaba müstehak olur. O halde onun, mükafaata müstehak olmaması vacib olur. Çünkü mükafat (sevab), zarar şaibesinden uzak olan sürekli bir faydadır. İkâb da, fayda şaibesinden uzak olan sürekli bir zarardır. İkisini uzlaştırmak ise, imkansızdır. Varlığı imkansız olan şeyi hak etmek de imkansız olur. O halde her ne zaman, ikâbın hak edildiği (istihkak) sabit olursa, ödülü hak edebilmenin ortadan kalkması da vacib olur. O halde Biz diyoruz ki: Eğer Allah büyük günah sahibini affetseydi, bu durumda ya onu cehennemden çıkarır, ama cennetine sokmazdı ki, ittifakla bu olamaz. Çünkü alimler, Kıyamet günü mükelleflerin ya cennetliklerden ya cehennemliklerden olacakları hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü Hak teâlâ, "Bir kısmı cennette, bir kısmı ise cehennemdedir" (Şûra, 7) buyurmuştur. Yahut da, onu cehennemden çıkarır ve cennete sokar. Bu da olamaz. Çünkü cennet, Hak teâlâ'nın, "Su, onlar için bir mükafaat bir varış yeridir" ifadesinden dolayı, ancak müttakilerin hakkıdır. Binâenaleyh cennet, onlar için hazırlanmış ve onlara tahsis edilmiştir. Yine Cenâb-ı Hakk, cennetin mü'min ve muttakilerin amellerine bir karşılık olduğu için cennetin onlara ait olduğunu bildirmiştir. Binâenaleyh, cennetler onların hakkıdır. Birisinin hakkını başkasına vermek ise, caiz değildir. Bu üç ihtimal imkânsız olunca, onlar için ilahî affın olamayacağı sabit olmuş olur." Âlimlerimiz buna şu şekilde cevap vermişlerdir: Niçin şöyle demek mümkün olmasın ki: "Müttakiler, affa mazhar olanları, Allah'ın cennete koymasına razı olurlar. Böyle olması halinde affedilenlerin, cennete girmesi imkansız değildir." 2) Mu'tezile şöyle der: "Büyük günah sahibinin, "mü'min" diye adlandırılıp adlandınlamayacağı hususunda ihtilaf etsek bile, şeri'at ıstılahında muttaki, inkârdan ve büyük günahtan kaçınan kimseye denir. Biz, büyük günah sahibinin, "muttaki"' diye adlandırılanı ayacağı hususunda da ittifak ettik. Hem sonra Cenâb-ı Hakk, cenneti anlatırken, cennetin müttakiler için bir mükafaat ve varış yeri olduğunu söylemiştir. Bu hasr (sadece onlar için) manasını ifade eder. Buna göre ayetin manası, "O cennetler, başkalarının değil, ancak muttakilerin varacağı yerdir" şeklinde olur. Durum böyle olunca oraya, büyük günah sahiplerinin girmemesi gerekir." Biz (ehl-i sünnet) deriz ki: Bu konuda söylenebilecek nihâî söz şudur: Bu umûmî ifade ilahî vaîd (azap) hakkında açık bir ifadedir. Binâenaleyh bu umûmî manayı, vaad (cennet) ayetleri ile tahsis eder (sınırlarız). Uhrevî İşlerin Mazî Sgası İle Anlatımı Birisi şöyle diyebilir: "Cennet, müttakiler için bir mükafat ve varış yeridir. Fakat o, mükafaat olduktan ve varıldıktan sonra böyle olmuş olur. Öyte ise Cenâb-ı Hakk niçin, mazi sîgası ile "olmuştur" buyurmaktadır?" Buna şu iki şekilde cevap veririz: a) Allah'ın vaadi, gerçekte sanki olmuş-bitmiş gibi kesindir. b) Bu hüküm, Cenâb-ı Hakk bunları yaratmazdan çok uzun zaman önce Levh-i Mahfuz'da böyle yazılmıştır. Hak teâlâ'nın "Orada, ne dilerlerse, kendileri de ebedi olarak, onlarındır" hükmü tıpkı "Sizin için orada, nefislerinizin arzu ettiği şeyler var" (Zuhruf, 71) ayeti gibidir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Baba Cehennemdeki Çocuğunun Kurtulmasını İsterse Birisi şöyle diyebilir: "Düşük derecede olanlar, yüksek derecede olanları görüp müşahede ettiğinde, mutlaka o dereceleri arzu edecek, isteyeceklerdir. Onlar Rablerinden bunu istediklerinde, eğer Allah onlara bunu verecek olsa, eksik ile kâmil arasında bir fark kalmayacak. Yok eğer görmeyecek olsa, bu da Hak teâlâ'nın, "Orada, ne dilerlerse (...) onlarındır" beyanını zedeleyecektir. Hem sonra, bir babanın, çocuğu en aşağı cehennemde ve en şiddetli azab içinde olurken, baba çocuğunu bu azabtan kurtarma arzusu taşıdığında, mutlaka Rabbisinden, çocuğunu oradan kurtarmasını isteyecektir. Eğer Alan bunu yaparsa, o zaman kâfirin azabının ebedî oluşu hususu zedelenecektir. Yok eğer yapmazsa, bu da "Orada ne dilerlerse (...) onlarındır" ve "Sizin için orada, -efislerinizin arzu ettiği şeyler var" (Zuhruf, 71) ayetlerini zedeler." Buna şu şekilde cevap veririz: Allahü teâlâ bu düşünceyi cennetliklerin kalblerinden siler. Hatta onlardan her biri, içinde bulunduğu cennet lezzetlerinden ötürü, başkasının haline dönüp bakmaya zaman bile bulamayacaktır. Cennet nimetlerinin şartı devamlı olmasıdır. Çünkü eğer sonlu olsaydı, bir çeşit kederle (son bulacak korkusuyla) içice olurdu. İşte bundan ötürü Mütenebbî "Bana göre kederlerin en şiddetlisi, sahibinin sona ereceğini kesin olarak bildiği sevinçtedir" demiştir. Cenâb-ı Hakk, bundan ötürü cennet nimetinin ebedî olduğunu bildirerek, "Orada ne dilerlerse, kendileri de ebedî olarak onlarındır" buyurmuştur. Ayetteki bu ifade, bütün istek ve gayelerin, ancak cennette gerçekleşeceğine, başka yerlerde ise, bunun gerçekleşemeyeceğine, aksine dünyevî rahatlıkların ve zevklerin mutlaka birtakım üzüntü, keder, yara ve berelerle içice olduğuna sanki dikkat çekmektedir. İşte bundan ötürü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Kim, yaratılmamış bir şeyi İsterse, onun peşine düşerse, boş yere kendini yormuş olur ve onu yiyemez" buyurdu. "O nedir, ya Resulellah" denince, "Bir günlük sevinç" buyurdu. Hak teâlâ'nın "Bu, Rabbin üzerinde istenen bir vaaddir" ifadesi ile ilgili birkaç mesele vardır: Birinci sual: (......) kelimesi, vucûb (gereklilik) ifade eder. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)"Kim bir şey nezreder ve onu belirlerse ona belirlediğini tastamam yerine getirmek vâcibtir" Darekutni, 4/159 (Benzeri hadis).buyurmuştur. O halde, ayetteki bu ifade bu işin Hak teâlâ'ya vâcib olduğunu gösterir. Vâcib ise, yapılmaması halinde, yapmayanın zemme müstehak olduğu şeydir. Yahut da vâcib yokluğu imkansız olan şeydir. Dolayısıyla eğer ayetteki vaciblik, birinci manaya göre ele alınırsa, onu yapmama imkansızdır. Çünkü onu yerine getirmeme, zemme müstehak olmayı gerektirip, Allahü teâlâ'nın da zemme müstehak olması imkansız olup, imkansızı gerektiren de imkansız olunca, onu yapmaması imkansız olmuş olur. Muhale (imkansıza) ise, Allah'ın kudreti taalluk etmez. Buna göre bu, "Allah onu yapmamaya kadir değil" manasına gelir. Bu sebeple de Allah o işi yapmaya mecbur edilmiş demek olur. Yok eğer ayetteki vâciblik ikinci manada, yani "olmaması imkansız olan şey" manasına alınacak olursa, o zaman mecbur oluş ile ilgili söz, yine kaçınılmaz olur. Böylece de Allah aksine kadir olmamış olur. Şimdi eğer: "Bu, vaad hükmüne göre böyledir" denilecek olursa, deriz ki: Eğer Cenâb-ı Hakk bunu yapmayacak, bu vaadi yerine getirmeyecek olsa, doğru haberi yalana, ilmi cehalete dönüşmüş olurdu. Bu ise imkansızdır. İmkansıza götüren şey de imkansızdır. O halde, Allah'ın bu vaadi (cenneti) terketmesi muhaldir. Öyle ise, Cenâb-ı Hakk bunu yapmaya mecburdur. Yapmaya mecbur olan ise, kadir diye tavsif edilemez. O zaman da övgüye müstehak olamaz. İşte bu sorunun tamamı budur." Buna şöyle cevap verilir: "Bir şeyi yapmak, onu yapmayı haber vermeden ve bilmeden önce gelir. Binâenaleyh o fiil, mecburen yapılan bir şey olmamış olur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk, kadirdir ve medh-ü senaya müstahaktır." "Vaad" kelimesi, cennetin, kulların haketmelerine göre değil de, Allah'ın bunu onlara vaadi olmasından dolayı elde edileceğine delâlet eder. Bunun izahı daha önce geçmişti. Âlimler, ayetteki "mes'ûlen" (istenmiş) kelimesi hakkında şu izahları yapmışlardır: a) Mükellefler, Cenâb-ı Hakk'tan "Rabbimiz, peygamberinin (dili ile) bize vaadettiğini ver" (Al-i İmran, 194) diyerek bunu isterler. b) Mükellefler bunu, lisan-ı halleriyle isterler. Çünkü onlar, Allah'a taat hususunda çok şiddetli bir meşakkat sırtlanmış oldukları için, bu sanki Cenâb-ı Hakk'tan isteme gibi olmuş Olur. Mütenebbi şöyle der: "Benim (sana) ihtiyacım var, senin de (bunu anlayacak) akim var. O'nun yanında susuşum, konuşmak ve hitab etmek gibidir." c) Melekler, Allahü teâlâ'dan bu vaadi, "Ey Rabbimiz, onları Adn cennetlerine sok" (Mü'min, 8) diyerek isterler. d) "Vâ'den mes'ûlen", gerekli (vâcib) olan bir vaad" demektir. Nitekim Arapça'da, "Sana vacib (kesin) olarak, bin lira vermeyi vaadediycrum, sen istemesen de" denilir. "Bu izahı, Ferrâ yapmıştır. Diğer izahlar, buna nazaran daha doğrudur. Çünkü onlar kelimenin hakiki manasına daha yakındır, Ferra'nın söylediği ise mecazidir. e) O vaad, Mu'tezileye göre, hakedildiği için, ehl-i sünnete göre de vaadedildiği ı. bir hak, bir vâcib olduğu için, onun hakkı istenilmektir. 17Âyetin tefsiri için bak:20 18Âyetin tefsiri için bak:20 19Âyetin tefsiri için bak:20 20"(Rabbinin) onları da Allah'dan gayrı taptıklarını da, mahşerde bir araya toplayıp, "Siz mi şu kullarımı saptırdınız, yoksa kendileri mi yolu kaybettiler?" diyeceği gün, onlar şöyle derler: "Seni tenzih ederiz. Senden başka velîler edinmemiz bize yakışmaz." Fakat onların ve atalarının, (müddetlerini) sen zattın da, nihayet onlar zikri unutup, helake mahkum bir kavim oldular, işte yaptıklarınız sizi, söylediğiniz şeyler hakkında kesin olarak yalanlamışlardır. O halde ne (azabınızı) döndürmeye, ne de herhangi bir yardıma muktedir zacaksnız. Sizden kim zulmederse, ona büyük bir azab taddırırız. Senden gönderdiğimiz her bir peygamber de yemek yer, çarşılarda yürürdü. Sizin bazınızı bazınıza bir fitne yaptık ki sabredercek misiniz diye. Rabbin herşeyi hakkıyla görendir.". Bil ki Hak teâlâ'nın, "toplayacağı gün" ifâdesi, "Allah'dan başka birtakım tanrılar edindiler" (Furkân, 3) ifadesiyle ilgilidir. Burada birkaç mesele vardır: Ayetteki bu fiil hem nûn ile, hem ya ile (onları toplayacağı gün) ve (toplayacağımız gün) şeklinde okunmuştur. Yine bu fiil, şın'ın kesresi ile (......) şeklinde de okunmuştur. Tanrılaştırılan Varlıklar Hakkında Ayetteki "taptıkları" ifadesinin zahirinden, tapılanların, putlar; "Siz mi şu kullarımı saptırdınız?" diyeceği gün " ifadesinin zahirinden de, melekler, Hazret-i Isa ve bu ikisi dışında kalanlar gibi, (onların taptıkları) canlı varlıklar kastedilmiştir. Çünkü idlâl (saptırma) ve hidayetin, ancak böyle canlı olanlardan sâdır olması mümkündür. İşte bundan ötürü alimler değişik izahlar yapmışlar ve bazıları bu son ifadeyi de (cansız) putlar manasına almışlardır. Eğer onlara, "Putlar cansızdır. Öyle ise Cenâb-ı Hakk nasıl onlara hitab etmiş ve onlar nasıl cevap verebilmişlerdir?" denilirse, buna karşı şu iki izahı yaparlar: 1) Allahü teâlâ, onlara hayat vermiş ve böylece onlara konuşmuş, onlar da cevap verebilmişlerdir. 2) Bu bizzat dil ile konuşma olmayıp, lisân-ı hâl ile olan bir konuşmadır. Bu tıpkı bazı kimselerin, cansız varlıkların tesbihatta bulunmaları, (ahirette) el ve ayakların konuşması konularında yaptıkları izah gibidir. Yine bu, "Yere "Nehirlerini kim kazdı, ağaçlarını kim dikti?" diye sor. Eğer sana açık ve net olarak cevap veremese de, hâli ile cevap verecektir" denilmesi gibidir. Ekseri alimler ise, ayetteki bu ikinci ifade ile melekler, Hazret-i İsa (aleyhisselâm) ve Hazret-i Üzeyir (aleyhisselâm)'in kastedildiğini söyleyerek, şöyle demişlerdir: Bu görüş, "Hatırla o günü ki (Allah) onların hepsini mahşerde toplayacak, sonra meleklere: "Bunlar mı size tapıyorlardı?" diyecek" (Sebe, 40) ayetiyle de desteklenir. Bu görüşte olanlara, mâ lafzı, akıl sahipleri için kullanılmaz, (halbuki ayette bu lafız kullanılmaktadır)" denildiğinde, buna şu iki şekilde cevap verirler: a) Mâ lafzının sadece akilli olmayanlar için kullanıldığın) kabul etmiyoruz. Bunun delili de (genellikle akıl sahipleri için kullanılan) men (kim) edatının da zaman zaman akılsızlar (cansızlar) hakkında kullanılabilmesidir. b) Bununla sıfat (ism-i mef'ûl) manası kastedilmiş ve ifadesi ile "ma'bûdları" denilmek istenmiştir, Hak teâlâ "sema'ya ve onu bina edene yemin olsun ki" (Şems, 5) ve "Siz, benim ibadet ettiğime de, ibadet etmezsiniz" (Kâfirun, 3) ayetlerindeki da, ancak bu iki izaha göre doğru ve yerinde olur. Aksi takdirde nasıl olur? Binâenaleyh bu soru düşer. Sapma Hakkında Mu'tezile'nin İddiası Velhasıl Allahü teâlâ kendilerine tapılanları mahşerde toplar ve sonra onlara, "Siz mi bu kullarımı hakdan, hak yoldan saptırdınız, yoksa onlar kendileri mi saptılar" der. Mu'tezile şöyle der: "Bu ayette "Gerçekte kulları saptıran Allah'tır" diyenlerin görüşünü kıran ve reddeden açık bir dalâlet vardır. Çünkü eğer durum onların dediği gibi olsaydı, bu sorunun doğru cevabı şöyle demeleri olurdu: "Ey Rabbimiz, burada bu iki ihtimalin dışında ve gerçek olan üçüncü bir ihtimal daha vardır ki bu da onları senin idlâl etmiş olmandır." Onlar bunu söyleyemeyip, kulların sapmalarını yine kulların kendilerine bağlayacaklarına göre, Allahü teâlâ'nın hiçbir kulunu saptırmadığını anlamış oluruz. Şimdi eğer, "Kendilerine tapılanların, böyle üçüncü bir ihtimale işaret etmediklerini kabul etmiyoruz. Aksine onlar buna da işaret etmişlerdir. Çünkü onlar, "Fakat onların ve atalarının (müddetlerini) sen uzattın da nihayet onlar zikri unuttular" demişlerdir. Bu ise, kâfirlerin sapmalarının, Allahü teâlâ'nın bu işinden dolayı olduğu hususunda açık bir ifadedir. Allahü teâlâ'nın onların müddetlerini uzatması da, Allahü teâlâ'nın artarı ve atalarını dünya nimetlerinden alabildiğine yararlandırma fırsatı vermesidir" denilirse biz (Mu'tezile) deriz ki: Eğer durum böyle olsaydı, o zaman bu görüşte olanların, Cenâb-ı Hakk'ın o tapılanlar karşısında yenik ve hüccetle susturulmuş duruma düşmüş olduğunu söylemeleri gerekirdi. Halbuki ayetten maksadın bu olmadığı malumdur. Aksine maksad o kâfirlerin yenik duruma düşürülecekleri delille susturulup yüzlerinin kapkara kesileceğidir. Mu'tezile'nin ayetle ilgili bütün izahları bundan ibarettir. (Ehl-i sünnet) alimlerimiz buna şöyle cevap vermişlerdir: Kulun, delâlete dair kudreti, eğer hidayete ermesine elverişli değilse, bu saptırma (dalâlet) işi, Allah'dandır. Yok eğer elverişli ise, o zaman o kudretin, saptırmaya (idlâle-dalâlete) kaynak oluşu, ıcayete kaynak oluşuna üstün gelmesi, ancak Allah tarafından olan bir müreccih (tesir) ile olur. Bu durumda da soru (problem), aynen geri döner. Ayetin zahiri Mu'tezile'nin lehine gibi görünüyor ise de, ehl-i sünnetin görüşüne uygun olan diğer (birçok) ayetin zahiri ile reddolunur. Ayetin zahiri her ne kadar bunun Allah'ın emri ile melekler tarafından olması muhtemel olsa da suâlin Allah tarafından olduğuna delâlet eder. Bu durumda ayetle alâkalı birkaç soru yöneltilebilir. Birinci soru: (Siz) ve (onlar) denilmesinin yararı nedir? (......) denilmesi gerekmez miydi? Cevap: Bu soru fiil ve onun varlığı hakkında değildir; çünkü fiil bulunmamış olsaydı, zaten böyle bir itab ve azarlama söz konusu olmazdı. Bu soru ancak, bu işin failine dair olup, bundan dolayı da onun mutlaka zikredilmesi ve bundan suâl edildiğinin bilinmesi için, fiilin başına istifham harfinin gelmesi gerekmiştir. İkinci soru: Allahü teâlâ ezelde kendisi hakkında soru sorulanın durumunu bildiği halde, yine bu soruyu sormanın faydası nedir? Cevap: Bu, müşrikleri azarlamak amacıyu gelmiş olan bir sorudur. Nitekim Cenâb-ı Hakk Hazret-i Isa (aleyhisselâm)'a da "Ey Meryem oğlu İsa, insanlara Allah'dan başka beni ve annemi iki tanrı edininiz diyen sen misin?" (Maide, 116) demiştir. Bu bir de şundandır: Kendisine tapınılan bu putlar kendilerini aklayıp bu sapıklığı müşriklere havale edince, putların müşriklerden teberrî edip uzaklaşması, onlarda daha fazla pişmanlık ve nedametin meydana gelmesine sebep olmuştur. Üçüncü soru: Cenâb-ı Hakk, "yoksa kendileri mi yolu saptılar?" buyurmuştur. Kıyasa göreyse bu fiil "Yoldan saptı" şeklinde kullanılır? Cevap: Aslolan budur; ancak ne var ki, insan ihmalkârlık ve ihtiyatsızlıkta çok aşın giderse, "Yolu şaşırdı, yolu saptı" denilir. Ayetteki ifadesine gelince, bil ki burada Cenâb-ı Hakk onların cevabını nakletmiştir. (......) kelimesi hakkında birkaç izah şekli bulunmaktadır: 1) Bu, onlar tarafından bir teaccûbün ifadesidir; şüphesiz ki onlar, kendilerine söylenilen şeye şaşırmışlardır; zira kendileri, masum olan melekler ve nebilerdir. Binâenaleyh, İblis ve taraftarlarına mahsus olan saptırma işine, onlardan daha uzak olan kimse olamaz. 2) Onlar, kendilerinin Allah'ı tesbih, takdis ve O'na iman ettiklerini, bundan dolayı kendilerinin Allah'ın kullarını daha niçin ve nasıl saptıracaklarını ifade etmek için bunu söylemişlerdir. 3) Bu ifadeyle, Allah'ı, ister put, ister peygamber, isterse melek olsun, bütün ortaklardan (endâd) tenzih etmeyi amaçlamışlardır. 4) Onlar Allahü teâlâ'yı. sorduğu bu soruyla bilmediği bir şeyi öğrenmek istediği zannından, ya da günahsız olan birine eziyyet vermeyi dilemiş olmaktan tenzih edip, aksine O'nun bu sorusunun, kâfirleri kınayıp azarlamak için olduğunu ifade etmek istemişlerdir. Cenâb-ı Hakk'ın "Senden başka velîler edinmemiz bize yakışmaz" ifadesine gelince, bu ifadeyle ilgili birkaç soru bulunmaktadır: Birinci soru: Bilinen kıraat nunun fethası, hâ'nın da kesresiyle (en nettehize) şeklindedir. Ebu Cafer ve İnb Amir'den ise, meçhul sığasıyla, nûn'un ötresi, hâ'nın da fethasıyla olmak üzere (en neteheze) şeklinde okudukları rivayet edilmiştir. Zeccac ise: "Nûn'un dammesiyle (en nütteh ize) şeklinde okuyan hata etmiştir. Çünkü min harf-i cerri bu gibi yerlerde ancak birinci mef'ûl oldukları zaman isimlerin başına gelir, hal ifade eden mef'ûlün başına gelmez. Mesela sen diyebilirsin ama diyemezsin" demiştir. Keşşâf sahibi ise şunu söylemiştir: fiili hem bir mef'ûl alır; mesela senin "Bir dost edindi" demen böyledir, hem de iki mef'ûl. Mesela senin falancayı dost edindi" demen de böyledir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, ibrahim'i dost edindi" (Nisa, 125) buyurmuştur. Birinci kıraat, fiilin tek mef'ûle aaddi etmesi şeklindeki kulanıştandır ki, bu da (......) ifadesidir. İfadede aslolan ise (......) denilmesidir. Ancak ne var ki olumsuzluk manasını tekid edip pakiştiren min harf-i cerri mef'ûlün başına ziyade kılınmıştır. İkinci kıraate göre ise fiil, iki mef'ûle teaddi etmektedir. Birinci mef'ûl, fiilinin nâib-i faili olan zamiri, ikincisi ise, teb'îz, kısmiyyet ifade eden min harf-i cerrinin başına gelmiş olduğu lafzıdır. Buna göre mana, "Bize bazımızı dostlar edinmemiz" şeklinde (......) kelimesinin nekire gelmesi, bunların muayyen ve belli dostlar olmaları saomındandır ki, bunlar da cinler ve putlardır. Bu ayetin tefsiri hususunda âlimler, birkaç izah şekli zikretmişlerdir: 1) En sahih ve en kuvvetli görüş olan bir görüşe göre mana, şekilde olur: "Biz senden başkasını dostlar edinmeyi bizzat kendimize ştıramazken, bundan sonra daha nasıl, bizden başkalarını buna çağırabiliriz. 2) Bu ifâdenin anlamı şudur: "Kâfirlerin onları dost edinmeleri gibi, onların da türleri dost edinmesi hususunda bizlerin, şeytanlara benzemesi asla düşünülemez ve bu yakışık almaz." Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Şeytanların dostlarıyla yani kâfirlerle savaşın" (Nisa. 76) ve, "inkâr edenlere gelince, onların dostları da Tağuttur" (Bakara, 257) buyurmuştur. Bu görüş, Ebu Müslim'den nakledilmiştir. 3) Bunun anlamı, "Senin rızan olmaksızın, bizlerin dost edinmesi asla yakışmaz" şeklindedir. Yani "Biz, senin buna razı olmayacağını bildiğimiz için, bunu yapmadık" demektir. Netice olarak "Senin rızan olmaksızın" ifadesindeki muzaf kelimesi hazfolunmuş, muzâfun ileyh olan (......) zamiri onun yerine geçmiştir 4) Melekler şöyle demiştir: "Onlar, ey Rabbimiz Sen'in kullarındır. Kullarınınsa, bir kulun başka bir kulu kendisi için bir ilâh edinmesi bir yana, Sen'in iznin olmaksızın herhangi bir dost ya da habib edinmeleri bile yakışık olmaz, uygun düşmez." 5) Ebu Ca'fer'in kıraatine göre, müşkilâd zail olmaktadır. Buna göre eğer, "Bu kıraat caiz değildir, çünkü başkalarının onları dost edinmesinde onların herhangi bir dahli bulunmamaktadır" denilirse, biz deriz ki: Bu ifadeden murad, "Muhakkak ki biz buna uygun değiliz. O halde daha nasıl, bizim kendimizin mabûd olduğumuzu iddia etmemiz mümkün olur "şeklindedir. Âyet-i kerime, dostluk ve düşmanlığın ancak Allah'ın izni ile caiz olduğuna; bundan ötürü nefsin arzusuna ve mizacın niteliğine dayanan her dostluğun da şeriatın hilâfına olduğuna delâlet eder. Cenâb-ı Hakk'ın "Fakat onların ve atalarının (müddetlerini) sen uzattın da, nihayet onlar zikri unutup, helake mahkûmbir kavim oldular" ayetine gelince, bununla ilgili birkaç mesele vardır. Ayetin manası şudur: "Ey ilâhımız, sen onlara ve atalarına olan nimetini çoğalttıkça çoğalttın. Bu ise, yüz çevirmeyi ve nankörlüğü değil de, şükretmeye ve imâna sebeb olmalıydı." Bundan maksat ise, o kâfirlerin kendiliklerinden sapıp, şürekânın saptırmasıyla sapmadıklarını beyan etmektir. Çünkü onların bu apaçık inatları olmasaydı bunca açık delile rağmen, Allahü teâlâ'ya itaatta yüz çevirmek mümkün olmazdı. Diğer âlimler ise, şunu söylemişlerdir: Bu söz, Hazret-i Musa'nın, "Zaten o da senin imtihanından başka (birşey) değildi"(A'raf. 155) ifadesinde açıkça dile getirdiği hususa bir ima ve işaret gibidir. Bu böyledir, çünkü cevap veren şöyle demiştir: "Yâ Rabbi dünyaya dâir bütün isteklerini ona veren sensin! O da böylece, şehvetler denizin de boğuldu. Onun şehvetler denizine dalması ise onu senin taatine yönelip, sana hizmetle meşguliyetten alıkoydu. Bu ancak ve ancak senin bir imtihanın ve smamandır." "ez-Zikr" Allah'ı anmak, O'na, Kur'ân'a ve Allah'ın yasalarına imân etmektir. Yahut içinde onlar için dünya ve ahirete dâir güzel öğütler bulunan şeylerdir. Ebû Ubeyde şöyle demiştir: "Arapça'da (helak olmuş adam), (helak olmuş iki adam) denilir. Kelimenin, müennes kelimeler hakkındaki kuflanılışı da böyledir. "Helak olmuş kişi" anlamındadır. Bazan da, ve helak olmuş adam) (helak olmuş topluluk) denilir. Bu tıpkı, (yıkılmış) (yıkılmışlar) kelimeleri gibidir. Bevâr kelimesi ise, "helak olmak" anlamındadır." Ehl-i sünnet âlimlerimiz bu ayet ile kaza ve kader meselesinde istidlalde bulunmuşlardır. Çünkü, hiç şüphe yok ki bu ifadeden murat, "onlar, Allahü teâlâ'nın, ahirette kendileri için azab ve helak ile hükmettiği kimselerden oldular" manasıdır. Allahü teâlâ'nın hakkında ahiret azabıyla hükmedip, bunu ondan bildiği ve durumunu Levh-i mahfuz'a kaydederek melekleri de hâline muttali kılmış olduğu kimse, şayet imân edecek olsaydı, o zaman doğru haber yalana; ilim, cehalete; Levh-i Mahfuz da tesbit edilmiş olan yazma işi bir yanlışa, meleklerin inancı da cehalete dönüşmüş olurdu. Bütün bunlar ise imkansızdır, imkansızı gerektiren şeyde imkansızdır. Binâenaleyh, hakkında böyle hükmedilen kimseden imânın sâdır olması da imkansızdır. Böylece bu da, saîd (cennetlik) olanın, şakî (cehennemlik) haline, şakî olanın da saîd haline dönüşemeyeceğine delâlet etmiş olur. Bir başka izah şekli de şudur: Onlar Allahü teâlâ'nın o (kâfirler)e, sapıtma sebebi dan şeyleri verdiğini söylemişlerdir ki, bunlar da dünyada her istediklerini onlara verip, onların nefislerinin de böylece bu şeylerde boğulmasıdır. Ayet-i kerime böylece, bu sebebin onların helakine sebebiyet veren bir dereceye ulaşmış olduğuna delâlet etmis olur. Çünkü, sebebin hemen peşinden helakin zikredilmiş olması, bir helak işinin ancak bu sebepten dolayı meydana geldiğine delâlet eder. Böylece sözün abcesi şuraya varır: "Allahü teâlâ kâfire, kendisi sebebiyle küfrü terketmesinin mümkün olmayacağı bir biçimde davranmıştır." Böylece, saîd (mü'min) olanın şakî (kafir) haline, şakinin de saîd haline dönüşemeyeceği ortaya çıkmış olur. Cenâb-ı Hakk'ın "İşte tapdıklarınız sizi, söyledikleriniz şeyler hakkında kesin olarak yalanlamışlardır!" buyruğuna gelince, bilesin ki, yâ ve tâ ile olmak üzere yekûlüne ve tekûlüne şeklinde okunmuştur. Tâ ile olan kıraate göre, mana şu şekilde olur: "Muhakkak ki onlar, sizin kendilerinin ilah olduğunu söylemeniz hususunda sizi yalanlamışlardır. Yani, "Onlar ilâhlardır" süzünüz konusunda sizi tekzib ettiler" demektir. Yâ ile olan kıraate göre ise, mana donlar sizi, "Rabbimiz seni tenzih ederiz" sözümüzden ötürü, bu vesileyle yalanladılar" şeklinde olur ki, "kalem ile kalem vesilesiyle yardım" deyimine benzer. Ayetteki "O halde ne (azabınızı) döndürmeye, ne de herhangi bir yardıma muktedir olacaksınız" cümlesine gelince, bil ki bu fiil; hem ya ile hem de tâ ile okunmuştur. Tâ ile okunması halinde mana, "Ey kâfirler, sizler azabı kendinizden men etmeye kadir olamayacaksınız" şeklinde olur. Buradaki sarfen kelimesinin "tevbe" anlamına geldiği söylendiği gibi, yine bunun "yol, çâre arar" anlamına gelen (......) kelimesinden olmak üzere,"çare, tedbir, yol"anlamına geldiği de söylenmiştir. Ya da mana, "Sizin putlarınız ve ilahlarınız sizden azabı savuşturmaya ve sizin için çâreler bulmaya kadir olamaz, olamayacak" seklindedir. Cenâb-ı Hakk'ın "Sizden kim zulmederse, ona büyük bir azab tattırırız" ifadesine gelince, bu hususta iki mesele bulunmaktadır. Bu ifade, yâ ile (......) şeklinde de okunmuştur ki, buradaki fail zamiri ya Allah'û Teâlâ'ya racidir, ya da zulme... Mu'tezile, büyük günah işleyenlerin mutlaka azâb göreceklerine dair, bu ayete (de) tutunmuşlar ve şöyle demişlerdir: "Şart sadedinde gelirse, men edatının umûm ifâde ettiği malûmdur. "Muhakkakki şirk büyük bir zulümdür" (Lokman, 13) ayetinden dolayı kafirin zalim olduğu, "Kim tevbe etmezse, işte o kimseler zâlimlerin ta kendileridir" (Hucurat, 11) ayetinden dolayı da, fâsıkın zâlim olduğu sabit olmuştur. Buna göre, bu âyetle de, fâsıkın afvolunmayıp aksine kesin olarak azaba duçar olacağı sabit olmuştur." Buna şöyle cevap verilir: "Biz, şart sadedinde geldiği zaman men edatının umûm ifâde ettiğini kabul etmiyoruz. Bu hususta bizim görüşümüz, usûlü'l-fıkha dair (eserimizde) geçmişti. Bunun umûm ifâde ettiğini kabul etsek bile, bu kati olarak mıdır, yoksa zahiren midir? Katî olarak umûm ifâde ettiğini iddia etmekte doğru değildir; çünkü meşhur örfte bazan umum ifâde eden sigaların kullanıldığım ve fakat astında umumun kasdedilmeyip ekseriyetin veya muayyen kimselerin murad edildiğini görmekteyiz. Bunun delili Cenâb-ı Hakk'ın "Şu muhakkak ki, inzâretmesen de... inanmazlar" (Bakara, 6) ayetidir. Halbuki küfredenlerden birçoğu imân etmiştir. O halde bu ancak şu şekilde savunulabilir: ifâdesi, her ne kadar umûm ifâde etsede, ancak ne var ki, bundan murad edilen, ya çoğunluktur, ya da muayyen kimselerdir. Her iki durumda da umûm ifâde eden lafızların, ekseriyyeti ifâde için kullanılmış olduğu hususunun açık ve zahir bir örf olduğu sübût bulmuş olur. Durum böyle olunca, bu siğaların umûma delâlet edişleri, kati olmayıp zahiridir Fakat bu, afvın caiz olmasını nefyetmez. Haydi diyelim ki delâleti katî olsun. Fakat biz "Sizden kim zulmederse (...) " ifâdesinin bu zulmü izâle edecek bir şeyin bulunmamasıyla mukayyet ve meşrut olduğu hususunda, ittifak etmiştik. Bu durumda diyoruz ki: Bu kimse, müslümandır. Fakat sen niçin, zulmü izâle edecek şeyin bulunmadığını söyledin? Çünkü bize göre avf, onu izâle edecek şeylerden birisidir. Bu af ise, üç şeyin birisidir. Ve meselenin de başlangıcıdır. Bunun, onun dediği şeye delâletini kabul etsek bile, bu, mesela "Hakikaten imân edip de, salih amellerde bulunanlara konak yeri olarak Firdevs cennetleri var " (Kehf, 107) ayeti gibi va'd ayetleriyle çelişki teşkil eder. İmdi eğer, va'id (tehdid) ifâde eden ayetler öncelikle nazar-ı itibara alınır. Çünkü hırsızlık edenin eli, herkese ibret olsun diye kesilir. İlâhi cezayı haketmemiş bir kimsenin elini, ibret olsun diye kesmek ise, caiz değildir. Binâenaleyh onun ilahi cezaya müstehak olduğu sabit olunca, -hakettiği iki cezayı birleştirmenin imkansız olduğunu da beyan ettiğimizden ötürü- hakettiği mükafaatların boşa gitmiş olduğu sabit olmuş olur" denilirse deriz ki: "Hırsızın elinin sırf başkasına ibret olsun diye kesildiğini kabul etmiyoruz. Baksana hırsızın tevbe etmesi halinde de eli, bu maksadla değil ama bir mihnet (sıkıntı) olsun diye kesilir. Bunu bir tarafa bıraksak bile Cenâb-ı Hakk'ın "sizden kim zulmederse" ifâdesi belli bir kavme hitabtır. O halde Allah'ın bunları affetmeyeceğini farzetsek bile, Cenâb-ı Hakk'ın başkalarını da affetmeyeceğini nasıl söylersin. Hak teâlâ'nın "Sen'den evvel gönderdiğimiz her bir peygamber de, yemek yer çarşılarda yürürdü " ifâdesi ile ilgili birkaç mesele vardır: Bu, müşriklerin "Bu nasıl peygamber, yemek yiyor, çarşı-pazar geziyor" (Furkan, 7) şeklindeki sözlerine bir cevabtır. Allahü teâlâ bunun bütün peygamberlerde olan sünnetullahı olduğunu, dolayısıyla bunu tenkide mahal olmadığını beyan buyurmuştur. Aslında burada elifin fethası ile (......) denilmeliydi. Çünkü (......) sözün ortasında gelmiştir. Bunun meksur okunması ancak ibtidâ (başta bulunma) halinde söz konusudur. İste randan dolayı âlimler şu izahları yapmışlardır: a) Zeccac: (......)'dan sonra gelen cümle, mahzûf bir mevsûfun sıfatıdır ve takdiri. Biz, Sen'den önceki peygamberlerden gönderdiğimiz herbiri de, mutlaka yediler, içtiler, gezdiler" şeklindedir. Buna göre, (peygamberlerden) ifadesinde, mahzûf mevsûfa bir delâlet bulunduğu için, bu hazfedilmiştir. Bunun bir benzeri "Biz (meleklerden) herbirinin belli bir makamı vardır" (Saffat. 164) ayetidir. Bunun takdiri de, şeklindedir" demiştir. b) Ferrâ şöyle der: "Bu ayette "peygamberlerden" ifadesi bulunmasından ötürü, ayrıca zikredilmesine gerek görülmeyen bir ismin "sıla"sıdır. Buna göre takdiri (......) şeklindedir. Bu tıpkı (saffat. 164) ayetinin ... (......) takdirinde olması gibidir. Hak teâlâ'nın "Herbiriniz mutlaka oraya uğrayacaksınız" (Meryem, 71) ayetinin, "oraya uğrayacak olan mutlaka uğrayacak" takdirinde olması gibidir. Binâenaleyh Zeccâc'ın görüşüne göre mahzuf olan mevsuftur, Ferrâ'nınkine göre ise mevsûldür. Halbuki Basralılara göre, mevsûlü hazfedip, sılayı bırakmak caiz değildir. c) İbnü'l-Enbârl şöyle der: maddesi, istisna edatından sonra başında bir âv takdir edilerek, şeklinde meksûr kılınır. d) Bazıları da ayetin takdirinin "Ancak şöyle denilmiştir" şeklinde olduğunu söylemiştir. Buradaki fiil, meçhul olarak (yürütülürler), yani "ihtiyaçları, yahut insanlar onları yürütür, yürümeye mecbur eder" şeklinde de okunmuştur. Eğer birinci kıraat mütevatir olmasaydı, böyle okunması daha uygun sayılabilirdi. İnsanlar Birbiriyle İmtihan Edilirler Hak teâlâ'nın "Sizin bazınızı bazınıza bir fitne yaptık" ifadesiyle ilgili birkaç mesele var: Bununla ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır: a) Bu ifade, müşriklerin ileri gelenleri ile fakir sahabe hakkındadır. Buna göre soylu birisi, daha düşük derecede birisinin kendinden önce müslüman olduğunu görünce, o müslüman olduğu için, müslümanlığa tenezzül etmiyor, kendisi gibi asil (zengin) olmayan kişinin, bu hususta kendisini geçmiş olmaması ve daha üstün olmaması için, inkârını sürdürüyordu. Bunun delifi, Hak teâlâ'nın "Eğer o (imân) hayır olsaydı, onlar bizi bu hususta geçemezlerdi" (Ahkâf, 11) ayetidir. Bu, Kelbi, Ferrâ ve Zeccâcın görüşüdür. b) Ayet, bütün insanlar hakkında genel bir ifadedir. Ebu'd Derdâ Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir, "Veyl (o cehennem vadisi), cahillerin yüzünden (onlara öğretmedikleri için) âlimlere, tebâsından ötürü hükümdarlara; hükümdarlardan ötürü, tebâsına; köleden ötürü efendiye; güçsüzden ötürü güçsüze ve güçlüden ötürü güçsüze olacaktır. Çünkü onlar birbirleri için bir fitne (İmtihan vesilesidir) Câmiu's-Sağîr, 2/197 dedi ve bu ayeti okudu. c) Bu, sıkıntıda olanlar ile refahta olanlar hakkındadır. Çünkü sıkıntıda olan şöyle der (düşünür): Ben yaratılış, huy, akıl, ilim, rızık ve ecef hususunda niçin refahta olan gibi kılınmadım? Bu,İbn Abbas ve Hasan el-Basri'nin görüşüdür. d) Bu, insan olma ve insanlık özellikleri hususunda, kendileriyle aynı olmasına rağmen, bu peygamberliğin Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e verilmesi hususunda o müşriklere karşı bir delil getirmedir. Buna göre Cenâb-ı Hakk peygamberleri, gönderildikleri kavimler ve onların eziyetleri ile, ibtila (imtihan) etmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Sizden önce kitap verilmiş olanlardan ve müşriklerden birçok eziyetler duyacaksınız" (Al-i imran, 186) buyurmuştur. Peygamber gönderilen kavimlerde, hasedleri daha evvel reis-başkan sözü dinlenir, hizmet edilir iken, hizmet etmek ve malını-mülkünü (bu uğurda) harcamakla mükellef tutulmaları sebebiyle, peygamber gelmesinden rahatsız olur, eziyet duyar. En uygun olan, ayeti bütün bu manalara hep birlikte hamletmektir. Çünkü hepsinin müşterek bir noktası vardır. Alimlerimiz: "Bu ayet, kaza ve kadere delildir. Çünkü Cenâb-ı Hakk, "Sizin bazınızı bazınıza bir fitne yaptık" buyurmuştur" derfer. Cübbâî ise, ayetteki "ca'l" fiilinin, arif etmek, bildirmek" manasına geldiğini söyleyerek şöyle der: "Arapça'da hırsızlık apan kimse için, "Falanca kendisini hırsız kılacak, yani hırsız olarak tanıtacak bir rsızlık yaptı" denilir. Cübbâinin bu te'vili tutarsızdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk, "ca'l" fiilini, "bir işin o şekilde olduğunu bildirme" manasında değil, onu "fitne" diye tavsif manasında kullanmıştır. Akıl bile, burada kastedilenin, Cübbâînin söylediğinden birşey olduğuna delâlet eder. Çünkü sebebin faili, müsebbebin (neticenin) de failidir. Binâenaleyh Allahü teâlâ'nın, "safra" ve "hararet" mizacında yaratıp, kendisinde öfkeyi yerleştirdiği ve öfkelendiren şeye muttali olabilecek idrâki verdiği insana bak. Bu toplamı (yani bunların toplamı olan insanı) yaratan, şüphesiz, ondaki öfkenin de yaratıcısıdır. Hased ve benzeri huyların durumu da böyledir. İşte tam bu noktada, onlan birbirine "fitne" kılanın da Hak teâlâ olduğu anlaşılır. Biz, Cübbai'nin dediği gibi, buradaki "ca'l"in, hüküm vermek, (bildirmek) manasına olduğunu kabul etsek bile, "kılınan" şey eğer değişirse onun değişmesi Cenâb-ı Hakk'ın doğru hükmünün yalan çıkmasını gerektirir. Bu ise imkansızdır. Binâenaleyh bu "ca'l" "kılma"nın ve kılınanın değişmesi de imkansızdır. İşte bu durumda, kaza ve kaderin olduğunu söylemek gerekir. Bu, ayetin kendinden Öncekiler ile ilgisini izah hususundadır. Çünkü o müşrikler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, yemek yediği, çarşı-pazar gezdiği ve fakir olduğu için tenkid edince, onların bu sözleri sanki hurafe gibi olmuş olur. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğine delil bulununca, bu gibi sözlerin, onun nübüvvetini zedeleme hususunda bir tesiri olmaz. Binâenaleyh Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) müşriklerden, sövüp-saymalarından, abuk-sabuk sözler söylemelerinden ve doğru cevabı anlamaya yanaşmamalarından ötürü rahatsız olmuştur. İşte bu sebeple de Resulünü, bütün bu eziyetlere sabra davet etmiş ve halkın bir kısmının bir kısmı için fitne yaptığını beyan etmiştir. Allahü teâlâ'nın “Sabredecek misiniz? Rabb'in herşeyi hakkıyla görendir" ayetiyle ilgili birkaç mesele vardır: Mu'tezile şöyle der: "Eğer Hak teâlâ'nın, "Sizin bazınızı bazınıza fitne yaptık" ifadesi ile, bunun böyle olduğunu haber vermesi manası kastedilmiş olsaydı, bunun peşisıra, "Sabredecek misiniz" ifadesini getirmezdi. Çünkü âciz olana emretmek caiz değildir." Bu ifadenin manası, sizler Allah'ın sabredenlere vaadettiklerini bilip dururken, belâlara sabretmez misiniz? Senin Rabbin basîrdir, yani sabredeni de, sabretmeyeni de görür, bilir ve herbirine, hakettiği mükâfaat ve cezaya göre karşılık verir" şeklindedir. "Sabredecek misiniz?" bir soru olup, bununla takrir (sabredin) manası kastedilmiştir. Binâenaleyh bunun "fitne" lafzından sonra zikri, tıpkı "Hanginiz en güzel şekilde amel edeceksiniz diye, sizi imtihan etmek için" (mülk, 2) ayetindeki "ibtila" (imtihan) kelimesinden sonra lafzı gibidir. 21Âyetin tefsiri için bak:24 22Âyetin tefsiri için bak:24 23Âyetin tefsiri için bak:24 24"Bize kavuşmayı ümit etmeyenler dediler ki: "Bizim üzerimize melekler indirilmeli değil miydi? Yahut Rabbimizi görmeli değil miydik? Andolsun ki onlar içlerinde kibir ve azamet saklamışlar ve büyük bir azgınlıkla haddi aşmışlardır. Melekleri görecekleri gün, "Evet o gün günahkârlara, hiçbir sevinç haberi yoktur. Size (müjde) yasak edilmiştir, yasak!" diyeceklerdir. Biz onların yaptıkları amellerin önüne geçtik ve bunları saçılmış (boşa gitmiş) zerreler yaptık. O gün cennet yaranının duracakları yer, çok hayırlı dinlenecekleri yer çok güzeldir.". Bil ki "Bize kavuşmayı ümid etmeyenler dediler ki", ayeti Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini kabul etmeyenlerin dördüncü şüpheleri olup, bunun neticesi, "Allah, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in iddiasında haklı ve doğru olduğuna şehâdet etsinler diye niçin melekler indirmeli, yahut Allah'ın onu bize peygamber olarak haber vermek üzere Rabbimizi görmeli değil miydik?" şeklinde bir manadır. Bu şüphenin izahı şöyledir: Bir şeyi elde etmek isteyen kimsenin, onu elde etmek için, birisi ona kesinkes götüren, diğeri götürüp götürmeyeceği şüpheli olan iki yolu bulunursa, hakîm (hikmetli) kimseye yakışan, maksadına ulaşması için en kuvvetli ve en güzel yolu seçmektir. Cenâb-ı Hakk'ın, Resûlullah'ın paygamberliğinin doğruluğuna şahidler olarak melekler indirmesinin maksada daha çabuk ulaştıracağında şüphe yoktur. Binaenaleyh eğer Cenâb-ı Hakk Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i tasdik ettirmeyi istemiş olsaydı, şüphesiz bunu yapardı. Allahü teâlâ bunu yapmadığına göre, onun Hazret-i Peygamberi (açıkça) doğrulamayı irade etmemiş olduğunu anlıyoruz. İşte bu şüphenin tocesi budur. Sonra bu ayette İlgili birkaç mesele var: Ferrâ "Bize kavuşmayı ümit etmeyenler" ifadesinin "Onlar, bize kavuşmaktan korkmazlar" manasında olduğunu, ayetteki "recâ" (ümid)in, "korku" yerine anılmasının, bir inkâr manası taşıdığında, Tihâme lehçesi üzeredir. Hak teâlâ'nın (Nûh, 13) ayetinin "Allah'ın azametinden korkmazlar" demek olduğunu söyler. Kâdî ise şöyle der: Böyle bir izah manasızdır. Çünkü bir sözü, hakiki manaya hamletmek mümkün iken mecazi manaya hamletmek caiz değildir. Putperestlerin durumunun ahireti inkâr etmeleri yüzünden ilâhî cezadan endişelenmedikleri gibi, bizimle karşılaşmayı ve yapılan taatlara karşı, cennet ve diğer mükâfaat vaadlerimizi ummayacakları malumdur. Bunu ummayanların, ilahi cezadan endişelenmeyecekleri de malumdur. Demek ki o korku, bu recâya (ummaya) tabidir. Mücessimeye ve Mu'tezile'ye Reddiye Mücessime Cenâb-ı Hakk'ın "Bize kavuşmayı" ifadesine tutunarak, Allah'ın bir cisim olduğunu ileri sürmüşler ve şöyle demişlerdir: "Lika, varmak, ulaşmak demektir. Nitekim "Ona ulaştı, onunla bitişti, kenetleşti" manasında denilir. Cenâb-ı Hak da "su (ezelde) takdir edilmiş bir emr üzerinde birleşiverdi" (Kamer, 12) buyurmuştur. O halde, bu ayet Cenâb-ı Hakk'ın cisim olduğuna oelâlet eder." Mücessimenin bu görüşüne şu iki yolla cevap verilmiştir: Birinci yol, biz ehl-i sünnet alimlerinin bazılarının yoludur ki, onlar şöyle demişlerdir: Buradaki likâ"dan maksat görmektir. Çünkü gören kimse, görmesi vesilesiyle, görülen şeyin "akikatına ulaşır. Binâenaleyh, bu demektir ki "Likâ" görme çeşitlerinden birinin adıdır. Diğer çeşidi ise, bitişmek, kenetlenmek ve dokunmadır. Binâenaleyh bu ayet işte bu açıdan Cenâb-ı Hakk'ın görülebileceğine delâlet eder. İkinci yol, Mu'tezile'nin yoludur. Nitekim Kâdî şöyle demiştir: "Ayetteki (......) kelimesini gözün görmesi anlamına alma, Arapça'yı bilmemek sayılır. Nitekim duada "Allah seni hayırla karşılaşın" denilir. Ve yine bazan bir kimse, daha sonra onu ister görsün ister görmesin, "Emîrle karşılaşmadım der. Yine âmâ olan kimse hakkında, emîr kendisine müsaade edip engel çıkarmadığında "Emîrle karşılaştı" denilir. Yine birisi karanlık bir gecede onu görmediği halde birisiyle karşılaştığında "onunla karşılaşır" denilir. O halde bu demektir ki, buradaki "Lika"dan maksad, "o öyle bir gündür ki hiçbir kimse kimseye hiçbir şeyle fâide vermeye muktedir olamayacaktır. O gün emîr (yalnız) Allah'ındır" (infitâr, 19) buyurulan günde, başkasının hükmüne değil, O'nun hükmüne varmak ve yönelmek demektir, yoksa gözün görmesi anlamında değildir." Bil ki bu söz tutarsızdır. Çünkü biz, "likâ"yı gözün görmesi anlamına almıyoruz. Tam aksine biz bu kelimeyi gözün görmesiyle bir şeye bitişip onunla kenetleşme manası arasında müşterek olan bir mana ile yorumluyoruz. Bu da, o şeye kavuşmaktır. Biz, gören kimsenin görmesi vesilesiyle görülen şeye ulaşacağını beyan etmiştik. O halde, pekçok mana arasında müşterek olan bir manayı ifade etmek için vaz olunmuş olan bir lafız, o manalardan herbiri için kullanılabilir. O halde kişinin "Allah seni hayırla karşılasın" âmânın "emirle karşılaştım", gören kimsenin "onu gördüm" anlamında (......) ve gören kimsenin "Ona ulaşamadım" anlamında, şeklindeki sözleri doğru ve yerindedir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, şimdi biz diyoruz ki: Cenâb-ı Hakk'ın "Bize kavuşmayı ümit etmeyenler" ifadesi, onları zemmetmek sadedinde gelmiştir. Binâenaleyh bu kavuşmayı ummanın mevcut olması gerekir. "Likâ"nın ifade ettiği şey, mekân bakımından ulaşma ile görmenin sağladığı ulaşma arasında müşterektir. Birincisi, imkansızdır, o halde ikincisi ister istemez taayyün edip ortaya çıkar. Kâdî'nin, "Ayetteki lika, onun hükmüne başvurmak manasındadır" şeklindeki sözü, bu lafzı, delil olmaksızın zahirî manasından uzaklaştırmaktır. Binâenaleyh ayetin, görmenin sıhhatine, hatta vücûbuna, hatta ve hatta bunu inkâr etmenin kâfirlerin dininden olduğuna delâlet ettiği sabit olmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifadesinin manası, "indirilmeli değil miydi?" şeklindedir. Kelbî ve Mukâtil, "Bu ayet, nübüvveti ve öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden, Ebû Cehil, Velid İbn Muğîre ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur" demişlerdir. Cenâb-ı Hakk'ın "Andolsun ki, onlar içlerinde kibir ve azamet saklamışlar ve büyük bir azgınlıkla haddi aşmışlardır" ifadesine gelince, bii ki bu kâfirlerin o dördüncü şüphelerine cevaptır. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Keyfe Göre Mucize Verilmemesinin Hikmetleri Bu mesele bu ifadenin o şüpheye nasıl bir cevap teşkil ettiğinin izahı hakkındadır. Bu İzah, şu birkaç yönden yapılabilir: a) Kur'ân'ın mucize olduğu aşikâr olunca, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvveti de sabid olmuş, kesinleşmiş olur. Artık bundan sonra bu gibi mucize talebinde bulunmak, böyle bir istek ileri sürmek, sırf bir büyüklenme ve işi yokuşa sürmedir. b) Melekler inmiş olsaydı, bu da o mucizeler cümlesinden olurdu. Ve, bu iş meleklerin inişine tahsis edildiği için Hazret-i Muhammed'in nübüvvetinin doğruluğuna yine de delâlet etmezdi. Tam aksine, onun mucize oluşunun umûmi olmasından ve böylece de o mucizeyi kabul etmek berikini reddetmek, birbirine müsavi olan iki şeyden birini herhangi bir üstünlük ve tercih sebebi bulunmaksızın, diğerine tercih etmek olur ki, bu da yine sırf büyüklenme ve işi yokuşa sürmedir. c) O müşriklerin Rablerini görmeleri, Rablerinden Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetinin doğru olup olmadığını sormaları ve Cenâb-ı Hakk'ın da, "Evet, o benim Resulümdür, o benim peygamberimdir" demesi durumunda bile bu, Hazret-i Muhammed'in elinde zuhur eden o mucizeyi tasdike herhangi bir katkıda bulunmaz. Zira biz açıkladık ki mucize, sözle tasdik etme yerine geçer. Zira peygamber nübüvvetini iddia ettiğinde, onun: "Ya Rabbi eğer ben bu sözümde doğru isem, şu ölüyü dirilt" demesi üzerine, normalde böyle bir şey imkansız olduğu halde, Allah'ın onu diriltmesi ile, doğrudan doğruya "Doğru söyledin, ey Resulüm!" demesi arasında fark yoktur. Sözlü tasdik ile, mucize ile meydana gelen tasdik, iddia edilenin ooğrulanması hususunda eşit olunca, bunlardan ille de birisini istemek sırf büyüklenme ve işi yokuşa sürme olur. d) Biz, ya Mutezilenin ileri sürdüğü gibi Cenâb-ı Hakk'ın fiillerini maslahatlara göre yaptığını kabul edecek veyahut da ehl-i sünnet ve'l-cemâat mezhebinin ileri sürdüğü gibi, Allahü teâlâ'nın fiillerini kendi meşîetine göre yaptığını söyleyeceğiz. Binâenaleyh, eğer birincisi olursa o müşriklerin belli bir mucizeyi istemeleri caiz olmaz. Çünkü bazan o mucizeyi izhar etmek ancak Allahü teâlâ'nın bilebileceği bir kötülüğe yol açabilir. Binâenaleyh, ille de muayyen bir mucizeyi istemek bir küstahlık ve haddini bilmeme olur. Zira o herhangi bir şeyin faydalı olduğunu zannetti diye onun kesinkes faydalı olduğuna hükmetmiş olmaktadır. Halbuki kim bunu söylerse o kimse Kendisinin bütün şeyleri bildiğine inanmış olur ki, bu da büyük bir tekebbür ve büyüklenmedir. Eğer ikincisi olursa ki bu ehl-i sünnet ve'l-cemaat alimlerinin görüşleridir. Kulun, Rabbinden bu manada bir talepte bulunma hakkı yoktur. Çünkü Cenâb-ı Hak dilediğini yapandır. O halde, O'ndan böylesi bir talepte bulunmak bir Kibiri ve kulluk sınırını aşıp, münakaşa ve karşı koyma durumuna geçmektir. e) Peygamberler göndermenin maksadı, halka ihsan ve lütufta bulunmaktır. O halde, en büyük hükümdar kendisine acıdığı için aciz kimselerden birisine iyilikte bulunup, bu aciz kimse de, Cenâb-ı Hak ile cedelleşmeye ve karşı koymaya oaşlayarak, "Ben şunu değil, aksine şunu isterim" derse, o zaman kendini bilmeyip haddini aştığı için, "bu fakir kendi kendine büyüklendi ve azarak haddini aştı" denilmesi yerinde olur. f) Kastedilen mananın şöyle olması da mümkündür: Allahü teâlâ, "Şayet onların bu talebi sırf büyüklenmeleri ve azgınlaşarak haddi aşmış olmalarından öne sürdüklerini bilseydim onların bu isteklerini yerine getirirdim. Ancak ne var ki, ben biliyorum ki onlar bunu sırf işi yokuşa sürmek ve sarpa sardırmak için yapmışlardır. Binâenaleyh şayet onların bu isteklerini yerine getirmiş olsaydım, onlar bundan kesinlikle istifade edemezlerdi. İşte bu sebeple şüphesiz onların bu isteğini yerine getirmedim" demiştir. Bu izah, lafızdan anlaşılmaktadır. g) Belki de onlar, ehl-i kitaptan Allahü teâlâ'nın, dünyada görülemeyeceğini ve dünyada avama melek indirmeyeceğini duymuşlardı, bunu biliyorlardı. Ama onlar, iman etmelerini sırf işi sarpa sardırmak yahut da istihza etmek için buna bağlamışlardır. Rûyet Hakkında Mu'tezile'ye Reddiye Mu'tezile şöyle der:"Ayet, Allahü teâlâ'nın görülemeyeceğine delâlet etmektedir. Çünkü o, görülebilseydi, böyle bir talepte bulunmak, haddi aşma ve büyüklenme olarak nitelenmezdi. Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun ki onlar, içlerinde kibir ve azamet saklamışlar ve büyük bir azgınlıkla haddi aşmışlardır' şeklindeki ifâdesi, ancak onların görmeyi istemelerinden dolayı söylenmiş bir ifadedir. Öyle ki, onlar şayet sadece meleklerin inmesini istemekle yetinmiş olsalardı, onlara bu şekilde hitab edilmezdi. Bunun delili şudur: Allahü teâlâ diğer bir ayetinde, kendisinin görülmesi meselesini müstakilleri ele almış, bu ayette de bu işin çok büyük bir şey olduğunu belirtmiştir. Bu da, "Ey Musa, biz Allah 7 apaşikâr görünceye kadar, sana kaüyyen iman etmeyiz" (Bakara, 56) ayetidir. Cenâb-ı Hak, bîr başka ayetinde de meleklerin inişinden bahsetmiş, fakat burada bu işin çok büyük bir şey olduğunu belirtmemiştir. Bu da o müşriklerin "Bize melekler indirilmeli ve biz melekleri görmeli değil miydik?" şeklinde sözleridir. Böylece, işte bu yaptığfmız izahla bu ayetteki büyüklenme ve küstahlaşarak haddi aşma gibi ifadelerin yer almasının, sırf Cenâb-ı Hakk'ın görülmesini talep etmekten dolayı olduğu sabit olmuş olur." Bil ki bu hususla ilgili sözümüz Bakara Sûresi'nin tefsirinde geçmişti. Biz burada sadece şunu beyan etmek istiyoruz: Cenâb-ı Hakk'ın "Bize kavuşmayı ümid etmeyenler!.', ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın görülebileceğine delâlet eder. Ama bu ayette yer alan, "büyüklenme, küstahlaşarak haddi aşma'.: gibi ifadelerin Allah'ın görülmesinin imkansız olduğuna delâlet etmiş olması mümkün değildir. Çünkü imkansız bir şeyi isteyen kimse hakkında "O, haddi aştı ve büyüktendi" denilmez. Baksana İsrailoğulları, "Ya Musa, onların nasıl tanrıları varsa, sen de bize öyle bir tanrı yap!" (A'râf, 138) dediklerinde, onlar hakkında bu imkansız işi talep etmiş olmalarından dolayı "büyüklendiler, küstahlaşarak haddi aştılar" ifadeleri kulanılmamış, tam aksine "muhakkak ki sizler cahil bir toplumsunuz" denilmiştir. Aksine haddi aşma ve büyüklenme vb. ifadeler ancak, insan ya kendisine yakışmayan şeyi kendisinden üstün olandan istediğinde veyahut da o istediği şey kendisine uygun olur ama o da onu işi sadece yokuşa sürdürmek maksadıyla talep ederse, kullanılır. Netice olarak diyebiliriz ki biz, rü'yetullah ister imkansız, isterse mümkün olsun, büyüklenme ve haddi aşma kelimelerinin hakikati hususunda pekçok izahlar yapmıştık. Hazret-i Musa'nın Cenâb-ı Hakk'tan onu görmek istediğinde, Allahü teâlâ'nın Hazret-i Musa'yı bu şekilde tavsif etmemiş olduğu da buna bir delildir. Çünkü Hazret-i Musa (aleyhisselâm) O'nu görmeyi arzuladığı için, böyle bir talepte bulunmuştur. Halbuki bu müşrikler, bu görme işini bir deneme ve işi yokuşa sürme amacıyla istemişlerdir. Bu sebeple de pek yerinde olarak Cenâb-ı Hak onları bu şekilde nitelemiştir. Binâenaleyh Mu'tezile'nin ileri sürdükleri iddianın yanlışlığı sabit olmuş olur. Cenâb-ı Hak "içlerinde" buyurmuştur. Çünkü onlar, büyüklenmeyi kalblerinde saklayıp, buna bu şekilde inanmışlardı. Nitekim Cenâb-ı Hak "göğüslerinde, hiç şüphe yok ki, asla yetişemeyecekleri bir büyüklükten başka birşey yoktur" buyurmuştur. Ayetteki "Onlar zulümde haddi aştılar" demektir. Nitekim Arapça'da "Falanca haddi aştı" denilmektedir. Allah bu haddi aşmayı, "büyük olmakla" vasfetmekle, bunun çok büyük bir günah olduğunu bildirmiştir. Buna göre mana, "onlar bu denli büyük sözü söylemeye ancak kendilerinin büyüklerime ve azgınlıkta had noktaya varmış olmalarından dolayı cesaret edebilmişlerdir" şeklinde olur. Cenab-ı Hakk'ın "Melekleri görecekleri gün, "Evet o gün günahkârlara hiçbir sevinç haberi yoktur. Size (müjde) yasak edilmiştir, yasak!" diyeceklerdir" ifadesine gelince, bu o müşriklerin, "Bize melek indirilmeli değil miydi?" şeklindeki sözlerine bir cevaptır. Böylece Allahü teâlâ onların istedikleri o şeyin tahakkuk edeceğini, ancak ne var ki ondan ötürü, hoşlarına gitmeyen şeylerle yüzyüze geleceklerini beyan buyurmuştur. Burada birkaç mesele bulunur: Alimler bu ifadenin başındaki (......) kelimesinin mansub olması hususunda şu iki izahı yapmışlardır: 1) Bu kelimeyi nasbeden âmil (......) ifadesinin delalet ettiği şey olup, ifadenin takdiri "Melekleri görecekleri günde, müjde talep ederler" şeklinde olmuş olur. Buna göre ayetteki (......) kelimesi bir tekrar ifade etmiş olur. 2) İfadenin takdiri "Onların melekleri göreceği günü hatırla, an' şeklindedir. Alimler, bu günün hangi gün olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak Ibn Abbas "Cenâb-ı Hak bununla ölüm zamanını kastediyor" derken, diğerleri Kıyamet gününü kastettiğini söylemişlerdir. Ödül Bekleyen Kâfirlerin Hüsranları Kâfirlere, "müjde yok!" denilmiştir. Çünkü kâfir, her ne kadar sapık ve saptıran olsa bile, ancak ne var ki o, kendisinin hidayete ermiş bir muhtedi olduğuna inanır. Böylece de işte bu hususta büyük bir mükâfaat beklemektedir. Bir de onlar çoğu kez, kendisinden fayda umdukları şeyi yapmışlardır. Zutme uğrayan kimseye yardım etmek, fakire iyilik etmek ve sıla-i rahimde bulunmak vb. Ancak ne var ki kâfirler, bu gibi güzel şeyleri küfürleri sebebiyle iptal etmişlerdir. Böylece Cenab-ı Hak onların ta işin başında sonsuz bir ümitsizliğe ve hüsrana delâlet edecek bir söze muhatap olacaklarını beyan buyurmuştur ki, bu da son derece elem verici bir şey olup, Cenâb-ı Hakk'ın "Onlar için, Allah'tan hiç de ummadıkları şeyler zuhura gelmiştir" (Zümer, 47) ifadesinden kastedilen husustur. Normal olarak, "onlar melekleri gördükleri günde, kendilerine "müjde" yoktur" denilmesi gerekirdi. Ancak ne var ki, Cenâb-ı Hak, "mücrimler için müjde yoktur" buyurmuştur ki, işte bu sebeple bu hususta şu iki izah yapılmıştır: a) Bu, zamir yerine getirilmiş bir zamir isimdir. b) Bu genel bir ifadedir. Binâenaleyh mücrimler tabiri genel olması sebebiyle burada söz konusu kimseleri de içine alır. Mu'tezile şöyle der: "Bu ayet, fasık kimselerin ilahî azaba dûçâr olacaklarına ve affedilmeyeceklerine katî olarak delâlet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın "mücrimlere hiçbir sevinç haberi yoktur" ifadesi, nefyin peşinden gelmiş olan nekire bir kelimedir. Binâenaleyh bu ifade, bütün zamanlardaki bütün müjde çeşitlerini içine alır. Bunun delili şudur: Bu hükmü yalanlamak isteyen kimse, "Hayır, onun için falan vakitte müjde vardır" der. Bu hükmü yalanlamak için müjdenin herhangi bir vakitte olabileceği sabit olunca, biz Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesinin, bütün vakitlerde bütün müjde çeşitlerinin nefyedilmesini gerektirdiğini anlamış oluyoruz. Daha sonra Cenâb-ı Hak bu olumsuzluğu, "yasak edilmiştir, yasak" ifadesiyle de te'kid etmiştir. Çünkü Allah'ın affetmesi, en büyük müjdedir. Cehenneme girdikten sonra oradan kurtulmak en büyük müjdedir. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şefaatte bulunması en büyük müjdedir. Binâenaleyh böylesi bir müjdenin hiçbir mücrim için sabit olmaması gerekir." Bizim, ayetlerin umûm ifade eden sığalarına tutunmaya ve bunları delil getirmeye dair açıklamamız defalarca geçmiştir. Müfessirler, bu ayette geçen "mücrimler" ifadesiyle kâfirlerin kastedildiğini, bunun delilinin ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim Allah'a ortak koşarsa, Allah ona cennetini haram kılar" (Maide, 72) ifadesinin olduğunu söylemişlerdir. Ayetteki (......) ifadelerinin tefsiri hakkındadır. Sibeveyh, çekimi olmayan ifadelerinde ve ifadelerinde olduğu gibi fiilleri açıktan getirilemeyen fiiller ile mansûb olan masdarlar konusunda şunu söylemiştir: "Bunlar, Arapların bir düşmanla karşılaştıklarında veya başlarına bir belâ ya da bir musibet galdiğinde, istiâze (Allah'a sığınma makamında) yerinde kullanmış oldukları birtakım kelimelerdir. Nitekim bir kimse diğer bir kimseye, "Falanca şöyle şöyle yapıyor" der, kendisine bu söz söylenilen kimse de "Allah'a sığınırım ne diyorsun?" der. Bu deyim birisi birisini bir şeyden men ettiğinde kullanılan "onu men etti" ifadesinden alınmıştır. Çünkü, Allah'a sığınan (istiâze) kimse, Allah'tan kötü şeyleri engellemesini ve o kötü şeyin kendisini bulmamasını ister. Buna göre mana, "Allah'tan bunu engellemesini ve buna mani olmasını isterim" şeklinde olur. İmdi şayet, "Bu ifadenin bu tür masdarlarından olduğu sabit olduğuna göre, daha bunun yeniden ifadesiyle te'kid edilmesinin manası nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bu sıfat (......) kelimesinin manasını tekid etmek için gelmiştir. Bu Arapların demesi gibidir. (......) kelimesi hor ve hakirlik anlamına gelir. Alimler, bu sözü söyleyenlerin kimler olduğu hususunda ihtilaf ederek, şu üç görüşü ileri sürmüşlerdir: Birinci görüş: Bunlar, kâfirlerdir. Bu böyledir, çünkü bu ftürier, meleklerin inmesini talep ve arzu ediyorlardı. Daha sonra bu kâfirler o etekleri ötürken ve Kıyamet gününde gördüklerinde onlarla gözgöze gelmekten taslanmamışlar ve onlardan korkmuşlardır. Çünkü o kâfirler meleklerden hep kavlanmadıkları şeyleri görüp, bunlarla karşılaşmaktadırlar. İşte bu sebeple kâfirler o melekleri gördüklerinde, kendi düşmanlarıyla karşılaştıklarında ya da bir belâ, musibet geldiğinde söyledikleri bu sözü söylemişlerdir. İkinci görüş: Bunu söyleyen melekler olup, bunun manası "Size, ilahi mağfiret, cennet ve müjde haram kılındı haram!" demek olup, yani "Allah bunu size haram kıldı, haram!" demektir. Bu görüşte olanlar kendi aralarında ihtilaf ederek, bunlardan mazıları şöyle demişlerdir: 1) Kâfirler, kabirlerinden çıktıklarında onların muhafızı olan bekçi melekler onlara "haramdır haram!" derler. 2) Kelbî şöyle der: "Bunlar cennetin kapılarında bulunan melekler olup, mü'minleri cennetle müjdelerken, müşriklere de "Burası size yasaktır yasak!" derler. 3) Atiyye'de şöyle demiştir: "Kıyamet gününde, melekler mü'minlert sevinçli haberlerle karışlarlar. İşte tam o sırada kâfirler bunu görünce, meleklere, "Bize de sevinçli haberler verin" derler. Bunun üzerine de melekler, "Size yasaktır yasak" derler. Üçüncü görüş: Bu Kaffâl ve Vahidî'nin görüşü olup, aynı zamanda Hasan el-Basrl'den gelen bir rivayettir. Buna göre kâfirler, Kıyamet günü kendilerini korkutan o şeyi görüp müşahede ettiklerinde, bundan sığınırlar da "sığınırız sığınır" derler. Bunun üzerine de melekler, "Bu gün şerrinden korunulamaz" derler. Cenâb-ı Hakk'ın ifadesine gelince, Mücessime işte bu ifadeyle Allah'ın cisim olduğuna dair İstidlalde bulunarak, "Çünkü gelme işi, ancak cisimler hakkında söz konusu olur" demişlerdir. Buna şu şekilde cevap verebiliriz: "Gelme işinin Allah hakkında imkansız olduğuna dair delil bulunmaktadır. Çünkü gelme işi, hareket ifade eder. Hareketle nitelenen ise, muhdes varlık olur. İşte bundan dolayı Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) yıldızların kayıp gitmesi (ufûl) ile, onların sonradan yaratılmış olduklarına istidlal etmiştir. Allahü teâlâ'nın da muhdes olmadığı sabittir. Binâenaleyh ayetin bu ifadesini tevil etmek gerekir. Bu tevili şu birkaç bakımdan yapabiliriz: 1) Cenâb-ı Hakk'ın ifadesinin manası, "Biz onların amellerine yöneldik" şeklindedir. Çünkü bir şeye yönelen, ona kastediyor, varıyor demektir. Kendisine yönelinen şeyde müessir olan ise kasd'dır. O halde bu demektir ki, mecaz üslubuyla müsebbeb zikredilmiş, sebep murad edilmiştir. 2) Bununla meleklerin, ahirette hesap mahalline gelmeleri kastedilmiştir. Melekler Cenâb-ı Hakk'ın emriyle buraya gelmiş olunca, Cenâb-ı Hakk'ın mecazî olarak "Biz geldik" demesi caizdir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın "Nihayet onlar bizi gazaplandırmca kendilerinden intikam aldık" (Zuhruf, 55) ifadesidir. 3) Krallar bir memlekete girdiklerinde, orayı ifsat ederler. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk onların amellerini yok edip, tamamıyla boşa çıkarınca, işte bu durum meliklerin ayak bastığı yerlere benzemiş olur. Bu sebeple de Cenâb-ı Hakk buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk bu buyruğu ile onların iyilik diye inandıkları ve kendilerini, Allah'a yaklaştıracağını sandıkları amellerini kasdetmiş olup, buna göre mana, "Yaptıkları hangi amel olursa olsun" şeklinde olur. Cenâb-ı Hakk'ın "bunları saçılmış (boşa gitmiş) zerreler yaptık" ifadesine gelince, bu, "Biz onları geçersiz kıldık ve onları adeta avuca alınması mümkün olmayan toz zerrecikleri gibi faydalanılması mümkün olmayan bir biçime soktuk" demek olup, bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın "dümdüz ve engin göllerdeki bir serap gibidir" (Nur, 39); "fırtınalı bir günde rüzgarın şiddetle savurduğu bir kül" (İbrahim, 18) ve "yenilmiş ekin gibi" (Fil, 5) ifadeleridir. Ebû Ubeyde ve Zeccâc şöyle demektedirler: (Hebâen) tıpkı pencereden güneş ışınlarıyla beraber içeri düşen toz zerrecikleri gibi olan şeydir." Mukâtil ise bunun, hayvanların tırnaklarından uçuşan toz zerecikleri olduğunu söylemiştir. Ayetteki "O gün cennet yaranının duracakları yer çok hayırlı, dinlenecekleri yer çok güzeldir" ifadesine gelince, bil ki Cenâb-ı Hakk kâfirlerin halinin perişan olduğunu, onların tamamen iflas ettiklerini ve alabildiğine bir pişmanlık içine düştüklerini beyan edince, hazzın ve zevkin, Allah'a îaatte duyulan hazla ve manevi zevkler olduğuna dikkat çekmek için, cennetlikleri de tavsif etmeye başlamıştır. Burada şöyle birkaç soru sorulabilir: İsm-i Tafdilin Buradaki Manası Birinci soru: Ateşte hayır olmadığı halde ve bal hakkında, "Bu sirkeden daha tatlıdır" den ilemeyeceği ne göre, cennetlikler daha nasıl, "Kalacakları yer bakımından, cehennemliklerden daha hayırlıdır" denilebilmiştir? Buna birkaç bakımdan cevap verilebilir: 1) Bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı daha önce geçmiş olan "Bu mu daha hayırlıdır, yoksa ebedîlik cenneti mi?" (Furkan, 15) ayeti hakkında yapılmış olan izah gibidir. 2) Cenâb-ı Hakk bu ifade ile, onların hayrın ve iyiliğin zirvesinde olduklarını kastetmiştir Yoksa cehenneme nisbeten daha iyi bir yerde olduklarını kasdetmiş değildir. Bu tıpkı şairin şu sözü gibidir: "Semâyı yükselten o zât, bizim için sütunları son derece kıymetli ve uzun olan iht ev yapmıştır." 3) Bu iki makam arasında söz konusu olan üstünlük meselesi, yer ile ilgili bir -eseledir. Yer ise, yer olması açısından, kendisinde bizatihi bir şer, bir kötülük bulunmaz. 4) Bu üstünlük, öyle farzedilmesi durumuna göredir. Yani, "onlar için burada karar kılacakları hayırlı bir yer (şayet olmuş olsaydı) bile, cennetliklerin karar kılacağı yer, cehennemliklerinkinden daha hayırlı olurdu" demektir. Cennette Mesken İle Dinlenme Yeri İkinci soru: Ayet, o cennetliklerin kalacakları yerin, istirahat mahallerinden başka olduğuna delâlet etmektedir. O halde, bu nasıl olur? Buna şu birkaç yönden cevap verebiliriz. 1) "el-Müstekarru" kelimesi, karar kılınacak yer anlamındadır. Makfl ise, kaylûle zamanı anlamına gelecektir. Binâenaleyh bu, onların mekânlarının en güzel bir yer, zamanlarının da en güzel bir zaman olduğuna işarettir. 2) Evet, cennetliklerin oturdukları yer, kaylûle (öğle uykusu) yaptıkları yerden başkadır. Çünkü onlar, Firdevs cennetinde kaylûle yaparlar, daha sonra da yine, kaldıkları mahalle gelirler. 3) Hesap bittikten ve cennetlikler cennete girdikten sonra, o vakit işte kaylûle zamanıdır. Nitekim İbn Mesûd: "Cennetlikler cennette, cehennemlikler de cehennemde kaylûle yapmadıkça, Kıyamet gününün o gündüzü yarı olmaz" demiştir, ve yine Ibn Mesûd bu ifadeyi, "sonra onların kaylûle zamanları muhakkak cehennemdedir" şeklinde okumuştur. Said İbn Cübeyr de şöyle demiştir: "Allahü teâlâ hüküm verme işine, hesaba çekmeye başladığında, insanlar arasında kuşluk namazı ile gündüzün yarısına kadar olan zaman arası olan bir müddet içinde hükmünü bitirir. Bunun akabinde, cennetlikler cennette, cehennemlikler de cehennemde kaylûle yaparlar." Mukatil ise, "Cennetliklerin hesabı hafif tutulur. Öyle ki bu iş, dünya günlerinden bir günün yarısı kadar olan bir zaman içinde olup bitiverir. Sonra da onlar aynı gün, cennette kaylûle yaparlar" demiştir. Üçüncü soru: Size göre, ahirette cennetlikler uyumayacaklar, cehennemlikler hissettikleri bir azab içinde; cennetlikler de, hissedip nimetler içinde sürekli kalacaklarına göre, daha nasıl cennet ve cehennemde kaylûle yapılabilir? Buna şu şekilde cevap verilebilir: Cenâb-ı Hakk “Orada, sabah akşam rızıklan da (ayaklarına gelecektir)” (Meryem, 62) buyurmuştur. Halbuki cennette, akşam sabah diye bir şey yoktur. Zira Allahü teâlâ, “orada ne bir güneş ne de bir zemheri görmeyecekler” (Dehr, 13) buyurmuştur. Bir de, ahirette güneş denilen bir şey olmayacağına göre, orada ne “gündüzün yarısı” ne de “kaylûle zamanı” diye bir şey düşünülemez. Aksine, bunlarla kastedilen, tıpkı kaylûle yerinin yerlerin en güzeli olması gibi, bu yerin de yerlerin en güzeli ve en hoşunun olduğudur. Allah en iyisini bilendir. Kıyamet Günündeki Haşyet ve Nedamet 25Âyetin tefsiri için bak:29 26Âyetin tefsiri için bak:29 27Âyetin tefsiri için bak:29 28Âyetin tefsiri için bak:29 29"O gün, semâ bulutlar (çıkıp) parçalanacak, melekler (ellerinde amel defterleri bulunduğu halde hesap için) indirilecek, indirilecek... O gün, gerçek hâkimiyet Rahman'a aittir. Kâfirler için ise, o pek yaman bir gün olmuştur. O gün, her zâlim nedametle iki elini ısırıp, "Ne olurdu ben, o peygamberin beraberinde (Allah'a) bir yol ediniverseydim" diyecektir. Ne yazık banal Keşke, falancayı dost edinmeseydim? Andolsun ki beni zikirden o bana geldikten sonra, o saptırdı. Şeytan insanı yapayalnız ve yardımsız bırakandır". Bil ki bu ifade yine o müşriklerin, meleklerin indirilmesi hususunda öne sürdükleri talebe mebnidir. Böylece Cenâb-ı Hakk bunun kendisi için birtakım sıfatlar bulunan o günde tahakkuk edeceğini beyan buyurmuştur. Birinci sıfat: O gün, semâ bulutları ile param parça olacaktır. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır. Cenâb-ı Hakk'ın "Gök yarılıp parçalandığında" (İnfitar, 1) ifadesi o göğün parçalanacağına; O'nun, "Onlar ille Allah'ın buluttan gölgeler içinde meleklerle birlikte kendilerine gelivermesini mi bekliyorlar?" (Bakara, 210) ifadesi de, o göğün bulutlu olacağına delâlet etmektedir. O halde bu demektir ki, söz konusu olanifadesi, biraz önce zikrettiğimiz bu iki ayetin manasını da tapsamaktadır. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın "Gök açılıp, böylece kapı kapı olduğunda" (Nebe, 19) ifadesiyle, yine onun "artık o, o gün zaafa düşmüştür" (Hakka. 16) ayetidir. Ebu Amr ve Küfeliler, hem burada, hem de Kâf sûresinde, şeddesiz şin ile (......) şeklinde okurlarken diğer kıraat imamları şeddeli şın ile (......) şeklinde okumuşlardır. Ebû Ubeyde şöyle der: "Benim tercihim, bunun tıpkı de olduğu gibi, şeddesiz onlanıdır" şeddeli okuyanlara göre kelimenin aslı, dür. Ferrâ şöyle der: "Ayetteki (......) kelimesi (bulutlardan) demektir. Çünkü gök bulutlar ile değil, bulutlardan paramparça olur. Kâdi: "Cenâb-ı Hakk'ın göğü, o bulutlara istinad ettirmek suretiyle parçalanacak bir şekilde yaratması imkansız değildir. Bu tıpkı, "Gök, onunla parçalanmıştır" (Müzzemmil, 18) ayeti gibidir" demiştir. Bu parçalanmanın mutlaka, meleklerin inişiyle ilgili olması gerekir. İşte bundan ötürü denilmiştir ki: "Bir peygamber gönderildiği zaman melekfer, göğün kendisiyle kenetlenmiş olduğu belli bir yere inerlerdi. Sonra o gün, gök parçalanıp, açılırdı. Açılınca da, melekler ile yer arasında bir perde olmaktan çıkardı ve böylece melekler yere inebilirlerdi." Ayetteki "Melekler indirilecek" ifadesi, genel bir ifade olup, bütün melekleri içine alır. Bir de gök, meleklerin karargahıdır. Binâenaleyh gök parçalanınca, onların yere inmeleri gerekir. Mukâtil şöyle der: "En yakın semâ (gök) parçalanır ve oradaki melekler iner. Bunlar, dünyada yaşayanlardan daha çoktur. Böylece yedi gök birer birer parçalanır, derken Kerîbiyyûn melekleri ve Arş'ı taşıyan meleklerde inerler. Sonra da Rab Teâlâ iner." Dahhak'ın rivayetine göre, İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Her gök birer birer parçalanır ve herbirinde olan melekler yere iner. Böylece de âlemi kuşatır ve âlemin etrafında yedi saf oluştururlar." Bil ki Rab Teâlâ'nın kendisinin inmesi, kesinlikle asılsız bir meseledir. Çünkü inmek, hareket etmek demektir. Hareket etmekle tavsif edilen ise muhdes (sonradan yaratılma)dır. İlah ise muhdes olamaz. Meleklerin, yeryüzüne inmesi meselesine gelince, burada şöyle bir soru sorulabilir: "Yeryüzünün, en yakın semâya kıyasla tıpkı çöle atılmış bir halka (yüzük) gibi olduğu sabittir. Ya bu dünya Kürsi ve Arş ile kıyaslanırsa iş nasıl olur. Binâenaleyh bütün buralardaki melekler, yeryüzüne nasıl sığabilir. Belki de Allahü teâlâ, yerin enini boyunu artırır ve onu, bütün bunları içine alabilecek kadar büyütür. Bazı müfessirler şöyle demişlerdir: "Melekler, gökteki bir bulut üzerinde olurlar. Allahü teâlâ o bulutu, maşherdekilerin üzerine getirir ve o, o gün meleklerin karargâhı olur." Hasan el-Basri de "O bulut, gök ile yer arasında bir perde oluşturur. Melekler insanların amellerini yazmak için oraya çıkar. Hesablaşma ise, yeryüzünde olur. "Meleklerin inmesi"nin manası açıktır. Bu ifadenin sonundaki "tenzil" mef'ûl-ü mutlaktır, te'kid için gelmiştir ve meleklerin orada koşuşturduklarının delilidir. (......) Kelimesindeki elif-lam (harf-i ta'rif) umûm için değildir. O halde bu, "ahd" (belli bir bulutu göstermek) içindir. Bununla Hak teâlâ'nın "Onlar, Allah'ın o buluttan gölgeler içinde, meleklerle, kendilerine gelivermesini mi bekliyorlar" (Bakara, 210) ayetindeki "bulut" kastedilmiştir. Bu ifade (melekleri indiririz) (indirilir) (indirilir) ve (indiririz) şekillerinde okunmuştur ki bu son okuyuş, (......) kıraatindeki fâül-fiil olan nûnun hazfına göredir ve Mekkelilerin kıraatidir. O günün İkinci sıfatı: Bu "O gün gerçek hâkimiyet Rahman'ındır" ifadesidir. Zeccac, "Buradaki "hak" kelimesi "mülk"ün sıfatıdır ve takdiri, "el-mülkü'l-Hakkı" şeklindedir. "Hak" kelimesinin, bu şekilde bir kıraat olmasa bile, başında mukadder bir (kastediyorum, demek istiyorum) fiili ile mansub okunması da caizdir. "Hâkimiyetin gerçek (hak) olarak nitelenmesi ise, sona ermemesi ve değişmemesi manasınadır" demiştir. Buna göre eğer, "Böylesi mülk, zaten ancak Allah için söz konusudur. Binâenaleyh ayette "o gün gerçek hâkimiyet O'nundur" denilmesinin manası nedir?" denirse, biz deriz ki: O gün, ne şeklen, ne de gerçek manada, Allahü teâlâ dışında mâlik yoktur. Diğer günlerin aksine, artık o gün, bütün hükümdarlar O'na boyun eğer, bütün yüzler O'na döner ve bütün zorbalar, O'nun önünde zilletini kabul eder. Bil ki bu ayet, Mu'tezile'nin, "Allah'ın, itaat edenlere mükafaat ve karşılık vermesi O'na vâcibtir" şeklindeki görüşlerinin yanlışlığına delâlet eder. Çünkü eğer, mükafaat vermesi Allah'a vâcib olsaydı, vermemesi halinde kınanmaya müstehak olurdu. Böylece de, o böyle yapamamazlık edemezdi. Dolayısıyla da mutlak manada hükümdar olamazdı. Hem sonra, "O gün hak olan mülk Rahman'ındır" ayeti, o gün başkasına ait bir hâkimiyetin bulunmayacağını göstermektedir. Mu'tezile'nin görüşüne göre ise, ayetin manası yerini bulmaz. Çünkü başkasında alacağı bulunan ; alacağının gerçek malikidir. Bu duruma göre, Hak teâlâ, kul tarafından hakedilen şeyin maliki değil demektir. Bir de, Hak teâlâ, birisinden alacaklı durumda ocuğunda, onu bağışlaması-silmesi mümkündür. Başkası ise, birisinde alacağı olduğunda, ondan vazgeçmeyebilir. O halde, buradaki kutluk daha mükemmeldir. Bir de ömrü boyunca Allah'ı inkâr edip, ömrünün sonunda kısa bir zaman Allah'ı tanıyıp, O'na inanıp, ölen kimseye Hak teâlâ milyon sene çeşitli sevablar verse de, sonra bir an için ona vermemeyi kastetse, o zaman (sefih) beyinsiz olur. İşte bu da, kulluğun ve zilletin doruk noktasıdır. Hâli böyle olan kimse hakkında, artık nasıl olur da "o gün gerçek hâkimiyet Rahman'ındır" denilmesi uygun düşer? Hem, her zaman birseyi yapan herkes, eğer o şeyi yapmayacak olsa, bu kınamayı gerektirir. O kimse, vermesi ile mükemmelliği, vermemesi ile de noksanlığı kazanmış olur. binâenaleyh böylece de O, melik değil, üzerinde herkesin alacağı bulunan bir fakir olmuş olur. Dolayısıyla da "O gün hak olan mülk Rahman'ındır" ayetinin, Mu'tezile'nin prensiplerini reddettiği sabit olur. Üçüncü sıfat: Bu "Kâfirler için ise o pek yaman bir gündür" ayetidir. Bunun manası açıktır. Çünkü Allahü teâlâ bütün halleri bilen ve dilediği herşeye kadir olandır. Diğer varlıklar ise, acizlik yuları ve kahır gemi ile gemlenmiştir. Binâenaleyh o gün, kâfirler için çok zor bir gün olacaktır. Dördüncü sıfat: Bu "O gün her zâlim nedametle İki elini " ayetinin ifade ettiği husustur. Bununla ilgili birkaç mesele var: "ez-Zâlim" kelimesinin başındaki elif-lâm ile ilgili olarak şu iki görüş ileri sürülmüştür: a) Bu, istiğrak ifade eder, bütün zâlimleri içine alır. b) Ahd ifade eder, belli bir zâlimi gösterir. Bunun "ahd" ifade ettiğini söyleyenler de iki değişik görüş belirtmişlerdir: 1) Ibn Abbas (radıyallahü anh), "Bununla, Ukbe b. Eb! Mu'ayt b. Ümeyye b. Abdişems kastedilmiştir. Çünkü o, biryerden geldiğinde Mekke'lilerden komşularını davet edeceği bir ziyafet verirdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile pek sık otururdu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sözleri, onun hoşuna giderdi. Derken yine böyle bir gün; bir ziyafet hazırladı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i de davet etti. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Sen kelime-i şahadet getirip (müslüman olmadıkça) yemeğini yemem" dedi. O da, kelime-i şahadet getirdi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onun ziyafetine katıldı. Bu iş, Ümeyye b. Halefin kulağına gitti. O, "Sapıttın ey Ukbe" dedi. Çünkü Ümeyye, Ukbe'nin samimi arkadaşı idi. Ukbe "Ben bunu, o benim yemeğimi yesin diye söyledim" deyince, Ümeyye b. Halef, "Hayır olmaz. Gidip onun yüzüne tükürmedikce ve boynuna basmadıkça senden razı olmayacağım" dedi. Ukbe de bunu yaptı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Seninle Mekke oışında karşılaşırsam, kılıcımla başına ineceğim" dedi. Bunun üzerine "O gün, o zâlim nedametle iki elini ısırır" ayeti indi. Yani Ukbe, "Keşke ben, Ümeyye'yi dost edinmeseydim. Vallahi o beni zikirden, yani Kur'ân'dan, ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) sayesinde bana gelen imândan uzaklaştırdı" diye, pişmanlığını gösterecek. Derken Bedir günü Ukbe esir edildi ve ölüme mahkum habsedildi ve öldürüldü. O gün Ukbe ile Nadr b. Haris'in dışında hiçbir esir öldürülmemişti. 2) Râfızîler "bu zâlim, ismi açıkça verilmiş olan biri idi. Fakat müslümanlar onun ismini değiştirdiler, sakladılar ve onun isminin yerine, ayete (falanca) diye yazdılar" diye iddia eder Resûlullah'ın iki faziletli sahabisinin adını verirler. Bil ki, lafzı umûmi manası üzerine bırakıp olduğu gibi anlamak, lafzın kendisinden ötürü değildir. Çünkü biz, usûl-ü fıkıh'da, "Elif-lam müfred ismin başına geldiğinde, umumilik ifade etmez, aksine bu kelime umumiliği, "Bir hükmün bir vasfa dayandırılması, o vasfın o hükmün illeti olduğunu ihsas ettirdiği içindir" kaidesinden ötürü kazanmıştır" diye beyan ettik. Binâenaleyh bu, o zâlimin ellerini pişmanlıkla ısırmasında müessir olanın, kendisinin zalimliği olduğunu gösterir. Bu durumda da, illet umûmi olduğu için, ifade ettiği hüküm de umûmi olmuş olur. Bu görüş, meseleyi tek bir şahsa tahsis etmekten daha evlâdır. Çünkü bizim bahsettiğimiz husus, bunun umûmi olmasını gerektirir. Bu ayetin, hususi bir hadise hakkında inmesi, kendisinden umumiliğin kastedil meşine, hem bu belli şahsın, hem onun dışında kalanların, bu umûmi hüküm (ifade) içine girmelerine ters değildir. Bir de ayetin maksadı, herkesi zulümden alıkoymaktır. Bu ise ancak, ayetin umûmi manada olmasıyla sağlanır. Râfızilerin görüşü ise ancak Kur'an'a ta'netmek ve onun değiştirip- tahrif edildiğini iddia etmek manasına gelir. Bunu söylemenin ise küfür olduğunda şüphe yoktur. Mu'tezile "O gün her zâlim nedametle iki elini ısmr" ayetini delil getirerek şöyle demişlerdir: "zâlim sözü, kâfiri ve fasığı da içine alır. Binâenaleyh bu Allahü teâlâ'nın büyük günah sahiblerini affetmeyeceğine delâlet eder." Bu husustaki görüş ve cevabımız daha önce geçmişti. Hak teâlâ, "O gün her zâlim nedametle iki elini ısırır" buyurmuştur. Dahhâk "O zâlim iki elini, dirseklerine kadar yer ve sonra elleri yeniden bitiyor (tekrar meydana geliyordu). Bu iş, sürüp gidiyordu (gidecek)" derken, muhakkik âlimler, "Bu ifade, o kimsenin alabildiğine pişmanlık duyduğunu, üzülüp kederlendiğini mecazen ifade etmektedir. Nitekim Arapça'da bu manada, "parmak uçlarını ısırıyor, ellerini yiyor" denilir" demişlerdir. Ayetteki "zâlim" ile belli tek bir şahıs kastedilmeyip, bütün zâlimleri ifade ettiğini beyan ettiğimiz gibi, yine "falanca" ifadesi ile de belli bir şahıs kastedilmeyip, aksine Allah'a isyan edilecek konularda, kendisine baş eğilen, itaat edilen, sözü dinlenen herkes kastedilmiştir. Kaffâl, bu hususta: "Kâfir, Rabbinin aleyhine (şeytana) yardımcıdır" (Furkan. 55) ve "Kâfir o gün, "Keşke toprak olsaydım " diyecek" (Nebe, 40) ayetlerini delil getirerek, bu ayetlerdeki "kâfir" ile kâfirler cemaatinin kastedildiğini söylemiştir. Yâ ile (......) şeklinde okunmuştur. Asıl olan şekilde budur. Çünkü insan diye, pişmanlık nidasında bulunur. Bu, "o kimsenin helaki" manasına gelir. Nitekim insan, kendi âkıne ölümüne sanki "Gel ey helak, tam senin zamanın" der. Bu "yâ" tıpkı, sahâra", "uzara" kelimelerinde olduğu gibi, elife kalbolunmuştur. Hak teâlâ'nın, "zikir'den" ifadesi, Allah'ı zikirden, yahut Kur'ân'dan ve Resûlullah'ın va'z-u nasihatından" demektir. Bununla o kimsenin kelime-i şahedeti söyleyip İslâm'a girişi de kastedilmiş olabilir. Ayetteki "şeytan" da, o zâlimin dostu olan (Ümeyye'ye) bir işarettir. O ona, tıpkı şeytanın birisini saptırıp, sonra yapayalnız bırakması ve ona faydalı olmaması gibi, kendisini saptırdığı için "şeytan" diye isimlendirilmiştir. Yahut a bununla Allahü teâlâ "İblis"i kastedmiştir. Çünkü onu o saptırana dost olmaya, Resûlullah'a muhalefet etmeye sevkeden, sonra da onu yapayalnız bırakan İblis'in kendisidir. Yahut da Cenâb-ı Hakk bu kelimeyle, bütün şeytanları cinlerden ve insanlardan şeytanlaşan herkesi kastetmiştir. Ayetteki "şeytan" cümlesinin o zâlimin sözünün nakledildiği yani ona ait ifadeye dahil olması muhtemel olduğu gibi, Cenâb-ı Hakk'ın söylediği bir söz olması da muhtemeldir. 30Âyetin tefsiri için bak:31 31"Peygamber dedi ki: "Ya Rabbi, kavmim gerçekten şu Kur'ân'ı terkedilmiş (birşey) edindiler." Biz, her peygambere günahkârlardan böyle düşmanlar kıldık. Hidâyet verici ve yardımcı olarak Rabbin yeter" Bil ki kâfirler çokça yersiz itirazlarda bulunup, işi yokuşa sürünce, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gönlü daraldı ve onları Allah'a şikayet ederek "Ya Rabbi, kavmim gerçekten şu Kur'ân'ı terkedilmiş (birşey) edindiler" dedi. Bununla ilgili birkaç mesele vardır: Müfessirlerin çoğu, bunun Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bizzat söylediği bir söz olduğu kanaatindadırlar. Ebu Müslim ise, "Hayır, bununla Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ahirette böyle söyleyeceği manası kastedilmiştir. Bu tıpkı, "Her ümmete bir şahid getirdiğimizde ve seni de bunlara şâhid kıldığımızda (halleri) nice olacak?" (Nisa. 41) ayetinde anlatılan husus gibidir" demiştir. Birinci görüş daha uygundur, çünkü ayetin lafzına (zahirine) daha uygundur. Birde Hak teâlâ'nın, bundan sonraki "Biz, her peygambere günahkârlardan böyle düşmanlar kıldık" ifadesi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için bir tesellidir. Bu ise, ancak o sözün dünyada iken ondan sâdır olması haline uygun düşer. Âlimler, "mehcûr" kelimesinin iştikakı hususunda şu iki görüşü ileri sürmüşlerdir: a) Bu kelime, "hicran" masdarındandır ve "onlar ona iman etmediler, onu kabul etmediler ve o Kur'an'ı dinlemekten hicret ettiler, yüz çevirdiler" demektir. b) Bu fülindendir ve takdiri seklindedir. Yani "hakkında atılıp-tutulan, ileri-geri konuşulan" demektir. Bu mahzuftur. Bunu "Siz, müstekbirler olarak, geceleyin bu hususta hezeyanlarda bulunuyorsunuz" (Müminun. 67) ayeti de destekler. Sonra Kur'ân hakkındaki "hecr"leri, yani atıp-tutmalan, onları "Bu sihirdir, şiirdir, yalandan, saçma-sapan şeylerdir" demeleridir. Enes (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle dediğini rivayet etmiştir: Kur'ân öğrenir ve kendisine ilgi duymaksızın ve içindekileri tefekkür etmeksizin onu bir mushaf olarak başucuna asarsa, kıyamet günü o Kur'ân onun yakasına yapışır ve "Ey âlemlerin Rabbi, bu kulun beni mehcûr (terkedilmiş-unutulmuş bir şey) kıldı. Benimle onun arasında (bugün) hükmü sen ver" der." Daha sonra Allahü teâlâ, Resulünü teselli edip, ona güç-kuvvet vererek, "Böylece biz, her peygambere günahkârlardan düşmanlar kıldık" buyurmuş ve bununla peygamberin diğer peygamberlerden alabileceği ibretler bulunduğunu, dolayısıyla, tıpkı onlar gibi, kavminden gördüğü eziyetlere karşı sabretmesi gerektiğini beyan buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele var: Ehl-i sünnet alimlerimiz bu ayetle, hayrın da, şerrin de yaratıcısının Allahü teâlâ olduğuna dair istidlal edip şöyle demişlerdir: "Çünkü Hak teâlâ'nın bu beyanı bu düşmanlığın, Allah'ın yaratmasıyla olduğuna delâlet eder. Bu düşmanlığın bir küfür olduğunda ise şüphe yoktur." Cübbâî de şöyle der: "Buradaki ca'l (kılma) ile açıklama bildirme manası Kastedilmiştir. Çünkü Allahü teâlâ onların düşman olduklarını beyan edince, "Onları düşman kıldık" denilmesi caiz olur. Nitekim bir adam, falancanın hırsız olduğunu açıklayınca, "O onu hırsız kıldı, hırsız yaptı" denilir. Yine hâkim için, "O, falancayı İdil kıldı, falancayı fâsık kıldı ve tenkid etti" denilir. Ka'bf de, "Allahü teâlâ peygamberlere, kâfirlere düşman olmalarını emrettiği ve kafirlere düşmanlık da, kâfirlerin peygamberlere düşmanlığını gerektirdiği için, "Biz, her peygambere, günahkârlardan böyle düşmanlar kıldık" denilmesi caiz ve doğru : ti ustur. Çünkü bu düşmanlığa sebep olacak şeyi ona yaptıran ve onu buna davet eden, Allah Subhanehû ve Teâlâ'nın kendisidir" demiştir. Ebu Müslim de: "Ayette bahsedilen düşmanlığın, yakınların değil, uzakların düşmanlığı olması muhtemeldir. Çünkü yardım, yakınlık ve desteği ifade ettiği gibi, düşmanlık da uzaklığı ifade eder. Çünkü Allahü teâlâ, mü'minler ile kâfirlerin : -birinden uzak olduğunu bildirmiştir" demiştir. Cübbâî'nin görüşüne şöyle cevap veririz: "Açıklamaya kesinlikle "ca'l" (kılma) denmez. Çünkü bir yaratıcının varlığını ve kadim olduğunu, bir başkasına açıklayan kimse için, "o, onu yarıtıcı ve kadim kıldı" denemez. İkinci görüşüne de şu şekilde cevap veririz: Allahü teâlâ'nın emrettiği şeyin, onların kalblerinde düşmanlığın meydana gelmesinde bir tesiri var mıdır, yok mudur? Eğer var ise, mesele yok. Çünkü onların, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e düşman oluşları küfürdür. Binâenaleyh Allah, Resulüne o düşmanlığa sebep olacak birşeyi emrettiğinde, küfre düşmeye sebeb olan birşeyi emretmiş olur. Yok eğer bunun bir tesiri yok ise, o bundan tamamen uzak olmuş olur. Dolayısıyla bunun ona isnâd edilmesi imkansız olur. Bu aynı zama'nda Ebû Müslim'in görüşüne de bir cevaptır. Birisi şöyle diyebilir: "Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Ya Rabbi, kavmim gerçekten şu Kur'ân'ı terkedilmiş (birşey) edindiler" ifadesi mana bakımından tıpkı Hazret-i Nuh (aleyhisselâm)'un, "Rabbim, kavmimi gece gündüz (dine) davet ettim. Ama benim bu davetim, ancak onların nefretini artırdı" (Nuh, 5-6) şeklindeki sözü gibidir. Binâenaleyh Nuh (aleyhisselâm)'ın bu sözünden maksadı, kavminin başına ilâhî azabın inmesi olduğuna göre, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sözünde de böyledir. Öyle ise Hak teâlâ'nın, "Seni ancak alemlere rahmet olmak üzere gönderdik" (Enbiya. 107) ayetinde, kendisini "Rahmet" (sebebi) olarak tavsif ettiği bir peygambere, böyle beddua etmesi nasıl uygun düşer?" Buna şöyle cevap verilebilir: Nuh (aleyhisselâm) bunu söylemiş ve arkasından onlara açıkça beddua etmiştir. Fakat Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sözü söylemiş, ama peşisıra onlara beddua etmeyip beklemiştir. Binâenaleyh Hak teâlâ, "Böylece biz, her peygambere günahkârlardan düşmanlar kıldık" buyurunca bu, sanki Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bütün olup bitenler hususunda sabredip, onlara beddua etmemeyi emir gibidir. Böylece de bu iki durum arasındaki fark ortaya çıkmış olur. Ayetteki "kıldık" kelimesi ta'zim (Allah'ın yüceliğini gösteren) ifade eden bir üsluptur. Büyük olan, kendisinden ta'zim sadedinde bahsedip, bahşişte bulunacağını bildirir ise, mutlaka o bahşişin büyük olması gerekir. Mesela, "Celalim hakkı için biz sana Seb'u'l-Mesâniyi verdik" (Hicr. 87) ve, "Sana kevseri verdik" (Kevser, 1) ayetlerinde olduğu gibi. O halde bu bahşiş ve atıyyenin, hem dini, hem dünyevî zararların kaynağı bir düşmanlık olması, bu üslûba nasıl uygun düşer? Cevap: Düşmanlığı yaratmak, (karşı tarafın) meşakkatin artmasına sebep teşkil eder. Zahmetin fazlalığı ise daha fazla mükâfaata vesile olur. Allah en iyi bilendir. Bu düşmanın tek veya daha fazla olması mümkündür. Bu tıpkı, "Onlar, benim için bir düşmandır" (şuara. 77) ayetinde olduğu gibidir. Tefsirde Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın (baş) düşmanı olarak da, Ebû Cehil gösterilmiştir. Ayetteki "Hidayet verici ve yardımcı olarak Rabbin yeter" cümlesine gelince, Zeccâc, "Buradaki bâ harf-i cerri zâiddir. Yani, takdirindedir. "Hadi" ve "naşir" kelimeleri de, hâl olarak mansubturlar, yani 'O, dinî ve dünyevî menfaatlere hidayet eder, sevkeder ve düşmanlarınıza karşı size yardım eder" demektir. Bunun bir benzeri de, "Ey peygamber, sana Allah ve tâbi olan mü'minler yeter" (Enfal, 64) ayetidir" demiştir. Kur'an'ın Parça Parça Indirilişinin Hikmeti 32Âyetin tefsiri için bak:34 33Âyetin tefsiri için bak:34 34"O kâfirler "Ona Kur'ân bir defada toptan indirilmeli değil miydi" dediler. (Ama) biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık, onu ayet ayet indirdik. Onlar sana her bir misal getirdiklerinde, biz de sana hakkı ve tefsirin en güzelini getiririz. O, yüzleri üstü cehenneme sürülüp (orada) toplanacaklar yok mu, onların yeri çok kötü, yolu çok sapıktır". Bil ki bu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamberliğini inkâr edenlerin beşinci şüpheleridir. Bir de Mekkeliler: "Sen, Allah katından gönderilmiş bir peygamber olduğunu iddia ediyorsun. Tevrat'ın Hazret-i Musa'ya, İncilin Hazret-i İsa'ya ve Zebur'un da Hazret-i Davud'a toptan indirilmesi gibi, Kur'ân'ı bize toptan getirmeli değil miydin?" demişlerdi. Ibn Cüreyc, Kur'ân'ın ilk nazil olan ayeti ile, son nazil olan ayeti arasındaki sûrenin yirmiki veya yirmiüç sene olduğunu söylemiştir. Hak teâlâ onların bu şüphelerine "Biz onu senin kalbine yerleştirmek için böyle yaptık" diyerek cevap vermiştir. Bu cevabı şu şekillerde izah ederiz: 1) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) okuma-yazma bilmiyordu. Binâenaleyh eğer Kur'ân ona bir defada indirilmiş olsaydı, o onu zaptedemez (aklında tutamaz), belki de yanılırdı, "evrat, toptan indirilmiştir. Çünkü o, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın okuyabileceği bir biçimde :levhalara) yazılmış olarak gelmişti. 2) Yanında kitap bulunan, çoğu kez kitapta yazılı olana güvendiği için, onu ezberlemek istemez. İşte bu sebeple Allahü teâlâ Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e kitabı, Kur'ân'ı bir defada değil, onu daha iyi ezberleyebilsin ve yanılmaktan, az okumaktan uzak olsun diye parça parça indirdi. 3) Allahü teâlâ, eğer Kur'ân'ı tek bir defada indirmiş olsaydı, onun bütün hükümleri, -sanlara toptan inmiş olurdu ve bu, insanlara çok ağır getirdi. Ama Cenâb-ı Hak onu parça parça muayyen zamanlarda İndirince, dinin emir ve yasakları da azar azar nmiş olur. Onları yerine getirmek de o nisbette (daha) kolay olur. 4) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Cebrail (aleyhisselâm)'i zaman zaman gördüğünde, kalbi onu görmesinden dolayı güc-kuvvet kazanıyordu. Böylece de, üstlendiği (peygamberlik) vazifesini yerine getirme ve ondan dolayı gelen ezâ-cefalara sabretme, kavminin eziyyetine tahammül gösterip cihad etme hususunda kendisini daha güçlü hissediyordu. 5) Parça parça inmesine rağmen Kur'ân'ın mucize oluş şartı tamamlanınca, onun mucize olduğu sabit olmuş olur. Çünkü bu, insanların gücü dahilinde olsaydı, onların Kur'ân'ın bir mislini (benzerini) böyle parça parça meydana getirmeleri gerekirdi. 6) Kur'ân onların sorularına, isteklerine cevap vermek için ve başlarına gelen hâdiselere göre iniyordu. Böylece de onlar daha fazla basiret sahibi oluyorlardı. Çünkü bu sebeple, Kur'ân'ın fesahatine, gaybtan haber verme işi de ekleniyordu. 7) Kur'ân, parça parça ve aralıklarla inince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara, tâa işin başında meydan okudu ve sanki Kur'ân'ın her bir parçası ile onlara meydan okumuş oldu. Binâenaleyh onlar Kur'ân'ın parçalarının benzerini yapamadıklarına göre, bütününün benzerini hiç yapamazlar. İşte bu yolla, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gönlünde, müşriklerin artık hiç bir zaman Kur'ân'ın benzerini yapamayacakları hususu iyice yer etmiş oldu. 8) Allah ile peygamberleri arasında, elçilik (habercilik) görevini üstlenmek ve ilâhî kelâmı (mesajı) insanlara ulaştırmak büyük bir makamdır. Binâenaleyh şöyle denilebilir: "Allahü teâlâ eğer Kur'ân'ı Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e tek bir defada İndirmiş olsaydı, Cebrail (aleyhisselâm) işte böylesi bir makamı (bu vahyi defalarca taşıma şerefini) elde edemezdi. Ama Cenâb-ı Hak Kur'ân'ı parça parça, belli zamanlarda indirince, bu büyük şeref Cebrail (aleyhisselâm)'de sürüp gitti. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, Kur'ân'ı parça parça, belirli aralıklarla indirdi. Ayetteki (......) kelimesi ile ilgili olarak şu iki izah yapılmıştır: a) Bu, müşriklerin sözünün devamıdır, yani "Böyle tek bir defada, Tevrat ve İncil gibi:: demektir. Buna göre, ayette bir takdir yapmaya ihtiyaç kalmaz. Bu da, "Biz onu, senin kalbine iyice yerleştirmek için parça parça indirdik" şeklinde yapılacak bir takdirdir. b) Bu, Allahü teâlâ'nın onlara cevap olarak söylediği sözüne dahildir ve manası, "Böylece o Kur'ân'ı parça parça indirdik" şeklindedir. Buna göre eğer, "Bu (......) kelimesindeki daha önce geçen bir şeye işaret bulunmasını gerektirir. Daha önce geçen şey ise, toptan indirme meselesidir. Öyle ise bu nasıl, "Biz onu böylece parça parça indirdik" şeklinde tefsir edilebilir?" denilirse, deriz ki: O müşriklerin, "Muhammed'e bu Kur'ân tek bir defada indirilmeli değil miydi?" şeklindeki iddiaları, mana olarak, "Bu niçin parça parça indirildi" demektir. Binâenaleyh bu "mezkûr" kelime bu manaya işarettir. Ayetteki "Onu ayet ayet indirdik" ifadesine gelince, sözdeki "tertil", sözün kelimelerinin birbiri ardınca, tek tek, yavaş yavaş söylenmesi demektir. Dişlerin "tertil"i ise, dişlerin seyrek bir şekilde düzene konulmuş, dizilmiş olması demektir. Nitekim Arapça'da "güzel dizilmiş dişler" manasında denilir ki bu, muhkem, kuvvetli, sımsıkı olmanın zıddıdır. Allahü teâlâ, müşriklerin görüşlerinin bozukluğunu çok net bir cevabla ortaya koyunca, yani "Daha önceki şüpheleri cinsinden, her şüphe ortaya atışlarında, Biz, sana müşriklerin görüşlerini berhava edecek hakkı getiririz" buyurmuştur. Bu tıpkı, "Aksine biz hakkı batılın üzerine atarız. Böylece hak o bâtılı paramparça eder. Bir de bakarsın ki bâtıl yok olmuş" (Enbiya, 18) ayeti gibidir ve "en güzel tefsir" olarak getirdiği o şeyin, açık ve açıklayıcı olma hususunda, kendisinde bulunan üstün meziyetten ötürü olduğunu beyan buyurmuştur. "Tefsir" sözün delâlet ettiği, anlatmak istediği şeyi açıklamak olduğuna göre, bu ayette kendi manası yerinde kullanılmıştır. İşte bu sebeble Araplar, tıpkı, "Bunun manası şöyle şöyledir" denildiği gibi, "Bunun tefsiri şöyle şöyledir" de derler. Hak teâlâ'nın "O, yüzleri üstü cehenneme sürülüp (orada) toplanacaklar yok mu" ifadesi ile ilgili birkaç mesefe vardır: Ebu Hureyre (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: 'insanlar, üç gurub olarak haşrolunacaklardır. Bir gurub hayvanlar üzerinde, bir gurub ayakları üzere (dimdik), bir gurub da yüzleri üzere (sürünerek)" Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Onlan ayakları üzere yürüten, yüzleri üstü yürütmeye (süründürmeye) de kadirdir" Müslim, Münafikun, 54 (4/2161).buyurduğu rivayet edilmiştir. Doğruya en yakın olan, her ayetin ifade ettiği hususun her ne kadar diğer cehennemler de onlarla birlikte cehennemlikler girseler bile, bu soruları sırf işi sarpa sardırmak ve yokuşa sürmek için soranların sıfatı olmasıdır. Bazı alimler bunu, onların âhirette tepetaklak yani yüzleri aşağı, ayakları yukarı doğru çevrilmiş olarak yürüyecekleri manasına tefsir etmişlerdir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den bu da rivayet edilmiştir. Diğer bazıları ise, bununla kastedilenin, onların öldükten sonra diriltilecekleri ve yüzleri üstü sürünerek gidecekleri manası olduğunu söylemişlerdir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den böyle olacağı da rivayet edilmiştir. En doğru olanı da budur. Sûfîler ise şöyle demişlerdir: "Kalbleri, Allah'dan başka şeylere bağlananlar, öldüklerinde işte bu hal üzere kalırlar. Cenâb-ı Hakk, onların bu halini "Onlar, yüzleri üstü cehenneme sürülüp (orada) toplanacaklar" diye anlatmıştır." Daha sonra Allahü teâlâ, bunların makam-mevki bakımından, cennetliklerden daha kötü durumda olduklarını, yol ve gidişatı bakımından çok sapık olduklarını beyân buyurmuştur. Ayetin bu ifadesinin gayesi, onları bu gidişatlarından caydırmaktır. Bu ayet hakkında sorulabilecek soru, "Cennet ashabı o gün, duracakları yer bakımından daha hayırlıdırlar" (Furkan, 24) ayeti hakkında sorulan soru gibi olup, cevabı orada geçmişti. Bil ki Allahü teâlâ tevhid, şerikleri red, nübüvveti isbat, inkarcıların peygambertikle ilgili şüphelerine cevap ve Kıyametin halleri gibi bazı hususlarda konuştuktan sonra, bilinen metod üzere kıssalar zikretmeye başlamıştır: 1- Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın Kıssası 35Âyetin tefsiri için bak:36 36"Andolsun ki biz, Musa'ya o kitabı verdik. Biraderi Harun'u da onun yanına vezir yaptık ve "Ayetlerimizi yalan sayan o kavme gidin!" dedik. Neticede onları tam bir helak ile imha ettik". Bil ki Cenâb-ı Hakk, "Biz her peygambere günahkârlardan böyle düşman peyda ettik" (Furkân, 31) buyurunca, bunun peşinden bir grup peygamberlerden bahsetmiş ve onlara, ümmetlerinden tekzib eden (yalanlayanların) başına gelecek şeyleri bildirmek üzere: "Andolsun ki biz, Musa'ya o kitabı verdik..." buyurmuştur. Bu, "Ey Muhammed, sen peygamber olarak gönderilip, kavmince tekzib edilen ilk kimse değilsin. Biz Musa'ya da ayetlerimizi vermiştik, ama kavmince kabul görmedi, reddolundu. Musa'ya Tevrat'ı vermekle kalmadık, onu kardeşi Harun ile tavkiye ettik. Ama buna rağmen, yine reddolundu" demektir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Hazret-i Harun (aleyhisselâm)'un vezir olması, onun nübüvvet (peygamberlikle, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın ortağı olmasına mani değildir. Binâenaleyh bu ayetteki ifadesinin, sadece Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya bir hitab olduğunu söyleyenlerin, bu görüşlerinin tutar tarafı yoktur. Aksine bu tıpkı "Firavun'a gidin, çünkü o azdı" (Taha, 43) ayeti gibidir. Şayet, "Hazret-i Harun (aleyhisselâm)'un vezir olması, onun Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya peygamberlik hususunda ortak olmasına ters gibidir. Hatta bundan öte, "Eğer o ona peygamberlikte ortak olursa, onun veziri olmaktan çıkar" denilmesi gerekir?" denilirse biz deriz ki: Bu iki vasıf arasında bir zıdlık yoktur. Çünkü Hazret-i Harun (aleyhisselâm)'un, peygamberlik meselesinde, Hazret-i Musa'ya ortak olması ve onun veziri, yardımcısı olması imkansız değildir. Zeccâc şöyle demiştir: "Arapça'da "vezir", kendisine başvurulan ve fikrinden istifade edilen kimse demektir. O halde "vezir", sayesinde (yanlışlıklardan), korunulan" demektir. Hak teâlâ'nın "Hayır, hiçbir sığmak yok" (Kıyamet) ifadesi de bu manada olup, "Sığınılacak, iltica edilecek, başvurulacak yer yok" demektir. Kâtfl şöyle der: "İşte bundan ötürü Cenab-ı Hakk "Onun veziri vardır" ve "O vezirdir" diye nitelenemez. Çünkü bu manada, O'nunla müşavere etmek ve O'ndan görüş almak yine O'nun başkasıyla müşavere etmesi söz konusu değildir." Ayetteki (......) kelimesi, "Onları tamamen helak ettik" manasınadır. Buna göre eğer, "Bunun başındaki fâ, fâ-i ta'kibiyyedir, Halbuki onların helak işi, Hazret-i Musa ile Hazret-i Harun'un o kavme gidişlerinin hemen peşinden olmayıp, uzun bir zaman sonra olmuştur?" denilirse, biz deriz ki: "Buradaki ta'kibiyye (hemen peşisıra olma), helakin meydana gelmesi açısından değil, helake hükmedilmesi bakımındandır." Allahü teâlâ'nın bu kıssayı özet halinde sunmak istediği ve bundan dolayı da, kıssanın sadece başı ile sonunu zikretmiş olduğu, çünkü kıssanın uzun uzadıya anlatılmasının maksadının, peygamber göndermek suretiyle, onları delillerle susturmak, onların da peygamberleri yalanlamak suretiyle helaki haketmeleri olduğu da söylenmiştir. Cenâb-ı Hakk, "Ayetlerimizi yalan sayan o kavme gidin" buyurmuştur. Şimdi biz, burada bahsedilen "ayetleri yalan sayma" meselesini, Allah'ın ayetlerini (Tevratı) yalanlama manasına alırsak, bir problem yok. Fakat bunu "peygamberlik ayetlerini, yani mucizeleri" yalanlama manasına alırsak, bu ifadede kullanılan "yalanladılar" ini, mazi olmasına rağmen, muzâri olarak yani "yalanlayacak olanlar" manasına 2- Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'un Kıssası 37"Biz, Nûh kavmini de, Peygamberleri tekzib ettikleri vakit boğduk ve kendilerini insanlara bir ibret yaptık. Zalimler için acı veren bir azab hazırladık". Bil ki Allahü teâlâ bu ayette, "Onlar, peygamberleri tekzib ettiler" buyurmuştur. Bu ya onların bütün peygamberleri inkar eden Brahmanlardan olmalarından dolayıdır, .anut da bir tek peygamberi yalanlamanın, bütün peygamberleri yalanlamak demek imasından ötürüdür. Çünkü peygamberlerden bir tanesini bile tekzib etmek, ancak -ucizeyi kabul etmemekle mümkündür. Mucizeyi kabul etmemek ona inanmamak se, bütün peygamberleri yalanlamayı gerektirir. Yahut da bu "peygamberler" cerimesi ile, tek olmakla beraber Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) kastedilmiştir. Bu tıpkı Falanca atlara biniyor" denilmesi gibidir. Hak teâlâ'nın "Onlan boğduk" ifadesine gelince, Kelbî şöyle der: "Allahü teâlâ, kırk gün üzerlerine yağmur yağdırdı ve yarden sular çıkardı. Böylece bütün yüzü bir deniz oldu." Hak teâlâ'nın "(ibret) yaptık" ifadesi, "Onların boğuluşunu, yahut onların kıssasını bir ayet, ibret alınacak birşey kıldık" demektir. "Zalimler için acı veren bir azab hazırladık" ifadesi de, "Peygamberleri yalanlama hususunda, o kavmin yoluna giren herkes için elem verici bir azab hazırladık" demektir. Bu "Zalimler" ile, Nûh (aleyhisselâm)'ın kavminin murad edilmiş olması da muhtemeldir. 3- Âd Semûd ve Ashabu'r-ress'in Kıssası 38Âyetin tefsiri için bak:39 39"Âd'ı da, Semud'u da Ress Ashabını da ve bunlar arasında (geçen) birçok nesilleri de (helak ettik). Biz, herbirine misaller irâd ettik ve hepsini tamamen helak ettik" Bu ayetle ilgili bir kaç mesele var: Ayetin başındaki "Ad" kelimesi ya bir önceki ayetteki "onları ibret yaptık" ifadesindeki "onlar" (hüm) zamirine, yahut da, "zalimler" ifadesine atıftır. Çünkü bunun manası, "Biz zalimlere acıklı bir azab hazırladık, va'idde bulunduk" şeklindedir. "Semûd", "kabile" manası kastedilerek gayr-ı munsarıf olarak (......) şeklinde de okunmuştur. Ama munsarıf olması halinde, bu ya (müzekker bir kelime olan) hay (küçük kabile) manasına olmasından, yahut da bu kavmin en büyük babalarının ismi olmasından ötürüdür. Ebu Ubeyde: "Ress" içi duvarla örülmemiş kuyu manasınadır" derken, Ebû Müslim, şöyle demiştir: "O beldede, "Ress" denilen bir yer vardı. Bundan dolayı o vadinin bu kimselerin yurdu olması mümkündür. "Araplara göre "Ress" gömmek demektir. Buna hafr (kazmak, eşmek) de denir. Nitekim ölü için bir çukur kazılıp gömüldüğünde, (......) denilir. Tefsirde ise, bu bir kuyunun adıdır. Bu her ne İse, şurası muhakkak ki Cenâb-ı Hakk, ashab-ı Ress'i helak ettiğini haber vermiştir, vesselam. Müfessirler, "Ashab-ur-Ress"in kimler olduğu hususunda şu izahları yapmışlardır; 1) Bunlar, çok malları ve sürüleri olan putperest bir kavim idi. Allahü teâlâ, onlara Hazret-i Şuayb (aleyhisselâm)'ı peygamber olarak gönderdi ve o, onları imana davet etti. Ama onlar azgınlıklarını artırdılar, ona hep eziyet ettiler. Bir gün : Kuyularının etrafında iken, Cenâb-ı Hakk onları ve evlerini yere batırdı. 2) Ress, "Felcü'l-Yemâme" denen yerdeki bir kent adıdır. Onlar, peygamberlerini öldürdükleri için helak edildiler. Bunlar, Semûd kavminin orada kalanlarından idiler. 3) Bunlar, Hanzele b. Safvan gibi bir peygamberin ashabından idiler. Bunlara anka kuşu musallat olmuştu. Bu anka, kuşların en büyüğüdür. Boynu uzun olduğu için ona bu ad verilmiştir. Bu kuş onların "Feth" adındaki dağlarında yaşıyordu. Avlanmak istediğinde, gökten aniden inip, çocuklarını kapıp götürüyor, yiyordu. Derken Hanzele o kuşa beddua etti ve kuşa yıldırım isabet etti. Sonra kavmi öldürdüler. Bunun üzerine onlar helak edildiler. 4) Bunlar, ashab-ı uhdûd (kuyular ashabı)dırlar. Çünkü "ress", kuyu demektir. 5) Ress, "Antakya"dır. Çünkü Antakyalılar orada, Habibu'n-Neccâr'ı öldürmüşlerdi. Onların, Habib'i yalanlayıp, bir kuyuya gömüp öldürdükleri rivayet edilmiştir. 6) Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bunlar, "Senevber" ağacına tapan bir topluluktu. Onlar, peygamberlerini toprağa gömdükleri için, Ashab-ı Ress adını almışlardır." 7) Ashab-ı Ress, doğudan gelen Ress adındaki bir nehrin kenarında şehirleri olan bir kavim idi. Allahü teâlâ onlara, Ya'kub (aleyhisselâm)'un oğullarından Yahûda'nın an gelen bir peygamber gönderdi. Fakat onlar onu yalanladılar. Derken o içerisinde bir müddet kaldı. Sonunda onları Allah'a şikayet etti (onlara beddua etti). Bunun üzerine onlar, bir kuyu kazıp onu içine hapsettiler ve: "İlahımızın bizden olacağını umarız" dediler. Gün boyu, hapsettikleri peygamberin iniltisini dinliyorlardı. O peygamber şöyle diyordu: "Allah'ım, ey efendim, yerimin darlığını, belamın şiddetini, kalbimin zayıflığını, çaremin azlığını görüyorsun. Binâenaleyh canımı bir an önce al" diyordu, ölene kadar böyle dedi. Sonra Allah Tealâ, alabildiğine kavurucu bir rüzgâr gönderdi. Onların yaşadıkları o arazi, tutuşmuş bir çakmak taşı gibi yandı. Cenâb-ı Hakk, üzerlerine de zifiri bir bulut kapattı. Böylece onların bedenleri kalayın ateşte erimesi gibi, eridi. 8) İbn Cerir, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şunu rivayet etmiştir. "Allah Tealâ bir ahalisine, bir peygamber gönderdi, ama siyah bir köle hariç, o belde halkından ona iman etmedi.. Daha sonra onlar o peygambere saldırdılar ve onun için bir kuyu kazarak, onu oraya attılar, kuyunun Üzerine de büyük bir kaya parçası kapattılar.. Bu köle, oduncuydu. Derken o peygamber için yiyecek-içecek şeyler satın alıyor, o kaya parçasını kaldırıyor, o yiyecekleri ona uzatıveriyordu. Bu iş, böyle sürüp gitti. Derken, bir gün o köle yine, odunları keserek demetler haline getirdikten sonra onu tam sırtına alacağı bir sırada canı uyumak istedi. Bunun üzerine yan üstü yattı. Allah da onu böylece yedi sene uyuttu... Sonra uyandı, gerinerek, diğer yanı üzere döndü ve yedi yıl daha uyudu... Sonra uyandı ve odun yükünü sırtlandı. O, gündüzün bir saati süresince uyuduğunu sanmıştı. Derken o beldeye geldi, odununu sattı, yiyecek ve içecek satın aldı, o kuyunun başına gitti, ama hiç kimseyi bulamadı. Çünkü o peygamberin kavmi, onu kuyudan çıkarmış, ona iman etmiş ve onu tasdik etmişlerdi. O peygamber de onlara o siyah köleyi sorup duruyordu. Onlar da: "Onun ne olduğunu bilemiyoruz" diyorlardı. Derken Allah hem o peygamberin hem de o kölenin canını aldı. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "O siyah köle cennete girenlerin ilkidir" buyurmuştur. Bil ki esas görüş, Ebu Müslim'in ileri sürdüğü görüştür. Çünkü bu rivayetlerden hiçbiri Kur'ân ayetleriyle bilinen ve isnadı kuvvetli olan haberlerle desteklenen bir rivayet değildir. Onlar hangi durumda olurlarsa olsunlar, şurası bir gerçek ki Allahü teâlâ, onların küfürleri sebebiyle helak olduklarını haber vermiştir. en-Nehâî: "Kam kelimesi, kırk yıldır" derken, Hazret-i Ali (radıyallahü anh) bunun yetmiş yıllık süre olduğunu söylemiştir. Bunun, yüzyirmi yıllık sûre olduğu da ileri sürülmüştür. "bunlar arasında..." ifadesine gelince, takdirindedir. Nitekim, farklı farklı şeyleri zikreden kimse, onlara "bu" ifadesiyle işaret eder; yine pek çok sayıyı hesaplayan kimse daha sonra "işte, bu hesaplananlar, bu sayılanlar" anlamındadır. Cenâb-ı Hakk'ın "Biz, herbirine misaller irad ettik..." ifadesine gelince, bu, "biz onlara açıklamada bulunduk ve ara yerdeki bütün mazeretleri kaldırdık. Buna rağmen onlar, yalanlamaya devam edince, onları tamamen helak ettik..." demektir. Yine bu ifade "Ey Muhammed tıpkı senin kavminin ileri sürdüğü gibi, peygamberlerini yalanlama hususunda onların da Heri sürdükleri o şüphelerine cevap verdik. Ama, bu fayda vermeyince de, onları tamamen helak ettik" şeklinde de olabilir. Böylece Cenâb-ı Hakk, bununla hem dünyada hem de ahirette o toplumların başlarına gelenlerin, peygamberlerini yalanlamayı sürdürmeleri halinde, onların da başına gelmesin diye, Hazret-i Muhammed'in ümmetini bundan sakındırmıştır. Bu ayetteki birinci ifadesinin delâlet ettiği şeyle yan uyardık" veya "sakındırdık" ifadeleriyle; ikinci (......) ifadesi de, (......) ifadesiyle mansubtur. Çünkü bu fiil, onu nasbetmeye müsaittir (mef'ûl zamiri almamıştır). (Tetbîr) kelimesi, kırıp dökmek, unufak etmek anlamındadır. Altının, gümüşün ve camın kırıkları anlamına gelen (et-tibru) kelimesi de bu köktendir. Dördüncü kıssa, Lût (aleyhisselâm)'ın kıssasıdır. 40"Andolsun ki onlar, belâ yağmuruna tutulan o beldeye uğramışlardır. Onu da görmüyorlar mıydı? Hayır, onlar dirilmeyi ummazlar". Bil ki Allahü teâlâ, ayette geçen karye sözüyle Lût (aleyhisselâm)'ın kavminin memleketlerinden olan Sedom'u kastetmiştir. Bu memleketlerin sayısı ise beştir. Allah onların dördünü, içindekilerle beraber helak etti, geriye ise sadece birisi kaldı. ifadesi "taş" anlamındadır. (Yani, onlara taş yağdırdı). Yani "Kureyş, Şam'a ticaret yaparken, gökten yağan taşlarla helak olmuş olan o yerlere, defalarca uğradılar. "Onu da görmüyorlar mıydı?" Yani, "onlar, bu uğramaları esnasında, Allah'ın azabanın ve ibret verici cezalarının neticelerine bakmadılar mı? "Hayır, onlar dirilmeye inanmayan, bunu ummayan kâfir bir topluluk oldular" demektir. Alimler bu ayette geçen (......) kelimesinin tefsiri hususunda şu izahları yapmışlardır: 1) Bu, Kâdî'nin görüşü olup, en kuvvetli olanıdır. Bu görüşe göre bu kelime, hakiki anlamda "ummak" manasına hamledilmiştir. Zira insan, ahiret mükafatını umduğu için, tekliflerin yorgunluklarına, tefekkür ve istidlalde bulunmanın meşakkatlerine katlanır. Binâenaleyh, ahirete inanmazsa, o ahiretin herhangi bir mükafaatını ummaz, böylece de o mükellefiyetlerin zorluklarına ve şıklılarına katlanamaz. 2) Bunun anlamı, "onlar, dirilmeyi beklemezler' şeklindedir. Böylece "reci" maddesi, "bekleme" anlamında kullanılmıştır. Çünkü böyle bir neticeyi ancak İman eden kimse bekler. 3) Bu, Tihâme lehçesine göre, "korkmazlar, endişelenmezler" anlamındadır. Bu görüş zayıftır. Kuvvetli ve doğru olan ise, birinci açıklamadır. Müşriklerin Resûlullah'la Alay Etmeleri 41Âyetin tefsiri için bak:44 42Âyetin tefsiri için bak:44 43Âyetin tefsiri için bak:44 44"Seni gördükleri vakit, "Bu mu, Allah'ın peygamber olarak gönderdiği?" (derler), seni bir eğlenceden başka bir şey edinmezler. (Şöyle derler): "Muhakkak ki, eğer üzerlerine sebat göstermeseydik bizi az kaldı tanrılarımızdan saptıracaktı o." Onlar azabı görecekleri vakit kim yolca daha sapıktır yakında bilecekler. Gördün mü o hevâ (ve hevesi)ni Tanrı edinen kimseyi? Şimdi onun üzerine sen mi bekçi olacaksın? Yoksa onların çoğunu hakikaten dinlerler, yahut akıllarını kullanırlar mı zannedersin?.. Onlar, başka değil, dört ayaklı hayvanlar gibidir. Hatta onlar, yolca daha sapıktır". Bil ki Allahü teâlâ, müşriklerin, Hazret-i Muhammed'in nübüvvetini alabildiğine inkâr ettiklerini ve bu hususta çok çeşitli şüpheler ileri sürdüklerini beyan buyurunca, bundan sonra onların, o peygamberi gördüklerinde, onu hafife alıp eğlence konusu edindiklerini, ona iman etmemekle kalmayıp, tam aksine imansızlıklarına onunla alay edip ona hakaret etmeyi de eklediklerini, birbirlerine de, "Bu mu, Allah'ın peygamber olarak gönderdiği?" dediklerini beyan buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Keşşaf sahibi şöyle der: "Bu ayetlerde geçen birinci edatı, olumsuzluk ifade eder. İkinci ise (......)'den hafifletilen (......)'dir. (......) kelimesinin başındaki lam da (......)nin başındaki (......)'in ne sartıyye ne de olumsuzluk için olmadığını, bunun (......)'den hafifletilmiş olduğunu gösteren lamdır. Ayetin başındaki Iza edatının cevabı, mukadder olan kavi (söylemek) maddesidir. Yani, "istihza ederek seni gördükleri zaman, "Bu mu, Allah'ın peygamber olarak gönderdiği" derler" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın ifadesi ise İza edatıyla onun sevabı arasına girmiş olan bir itiraziyye cümlesidir. (......) tabiri "Onlar, onunla alay ettiler" manasında olup, buda "onlar onu eğlence konusu edindiler"; yahut, "onunla eğlendiler" demektir. Bil ki Allahü teâlâ o müşriklerin, o peygamberi her gördüklerinde şu iki tür dediklerini haber vermiştir: Bunlardan birincisi, onların o peygamberle alay etmeleridir. Cenâb-ı Hakk onların alaylarını, "Bu mu, Allah'ın peygamber olarak gönderdiği?" Mesiyle anlatmıştır. Halbuki buysa, büyük bir cehalettir. Çünkü istihza, ya Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şekli ve şemailinden dolayı olacaktır, ya da onun vasıf ve sıfatlarından, hallerinden dolayı olacaktır. Birincisi olamaz, çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), o alay edenlerden, hem suret hem de yaratılış bakımından daha güzeldi. Sonun böyle olmadığı takdir edilse bile, ancak ne var ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlardan, şekil itibariyle farklı olduğunu iddia etmemiş, tam aksine, hüccet ile iddiada bulunmuştur. İkincisi de olamaz, çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlardan, farklı oluşunu, onların elinde değil kendi elinde zuhur eden mucizeler ile onların kendisinin hüccet ve delillerini zedelemeye muktedir olamamaları bakımından iddia etmiştir. Binâenaleyh, bu demektir ki, gerçekte alay edilecek bir kimse veya bu peygamber değil, aksine kendileridir. Sonra onlar, utanmazlıklarından dolayı, bu hükmü ters çevirip, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'le alay etmişlerdir. Bu da, bâtıldan yana olan kimse için daima ve her zaman var olan şeyin, onun alçaklığı ve utanmazlığı olduğunu gösterir. İkincisi ise, onların Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında, "Muhakkak ki eğer üzerlerine sebat göstermeseydik bizi az kaldı tanrılarımızdan uzaklaştıracaklardı" demeleridir. Bu da şunları ifade eder: 1) Onlar, buna "uzaklaştırmak" adını vermiştir. Bu da, onların kendi putlarına alabildiğine saygı duyduklarına ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onları o ilahlarından alıkoymasını büyük bir kabahat olarak gördüklerine delâlet eder ki, bu da onların, yegâne hakkın kendi inandıkları bu şey olduğuna inandıklarına delâlet eder. İşte bu bakımdan bu husus "Ancak, delilleri bilen kimse küfre nisbet edilir" diyen ehl-i maarifin görüşünü iptal eder. Çünkü bu müşrikler Hazret-i Peygamberi cahillikle İtham etmişlerdir. Allahü teâlâ da onları, iste bu yüzden küfre ve sapıklığa nisbet etmiştir. Onların, "eğer üzerlerine sebat göstermeseydik" şeklindeki sözleri de, işte buna delâlet etmektedir. 2) Onların bu sözleri, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onları, putları tapmaktan alıkoyma, vazgeçirme hususunda ne denli çalıştıklarına delâlet eder. Çünkü eğer böyle olmasaydı onlar, "Muhakkak ki eğer üzerlerine sebat göstermeseydik bizi az kaldı tanrılarımızdan uzaklaştıracaktı" demezlerdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, bu şekilde davranmıştır; zira o, tâ işin başından iyice deliller getirmiş, onların şüphelerini cevaplamış ve onların yaptıkları her türlü beyinsizlik ve edebsizliğe katlanmıştır. 3) Bu, o müşriklerin asla ve asla Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in delillerine karşı koyamayacaklarını itiraf ettiklerine delâlet eder. Zira onlar o delillere, sırf delilsiz bir inkâr ve taklid ile karşı koymaya çalışmışlardı. Çünkü onların, "Muhakkak ki, eğer üzerlerine sebat göstermeseydik (...)" şeklindeki sözleri, bu işi kayıtsız şartsa inkâr ettiklerine ve taklitle hareket ettiklerine bir işarettir. Eğer onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in delillerine karşı bir itirazda bulunmuş olduklarını zikretselerdi, o zaman bunun zikredilmesi, cahillerin âdeti ve örfü olan "ısrar" ile, "kayıtsız şartsız inkâr etme"nin zikredilmesinden daha evlâ olurdu ki, bu da, o müşriklerin, Hazret-i Muhammed'in hüccetleri altında ezilip gittiklerine ve ellerinde sadece, yüzsüzlülkeri ve utanmazlıkları bulunduğuna delâlet eder. 4) Bu ayet, o müşriklerin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hüccetlerinin aşikârlığı karşısında, delirmiş, cin çarpmış kimselere döndüklerine delâlet eder. Çünkü onlar, ilk önce Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'le alay etmişler, daha sonra da onu "Eğer ona, kayıtsız şartsız inkâr etmek ve bu hususta sadece inkârda bulunmakla mukabelede bulunmasaydık, o az kalsın bizi ilâhlarımızdan saptıracaktı..." diye nitelemişlerdir. İşte bu son sözleri, o topluluğun Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in delillerinin kuvvetli, aklının da mükemmel olduğunu kabul ettiklerine delâlet eder. Onunla alay edip eğlenmeleri ise, ancak câhil ve aciz kimselerin yapacağı bir şeydir. Binâenaleyh, o müşrikler, o iki sözü birlikte söyleyince, bu onların Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvveti hususunda adeta şaşkın kimseler gibi olduklarına delâlet eder. Çünkü onlar, utanmazlıkları sebebiyle bazan onunla alay ediyorlar, bazan da onu ancak mükemmel bir âlime uygun düşen niteliklerle vasfediyorlardı. Daha sonra Cenâb-ı Hak onların bu sözlerini nakledince, onların bu husustaki yöntemlerinin şu üç bakımdan yanlış olduğunu bildirmiştir: 1) Cenâb-ı Hakk'ın "Onlar azabı görecekleri vakit, kim yolca daha sapıkta, yakında bilecekler" ifâdesi. Çünkü onlar, "bizi az kaldı saptracaktı" sözlerinde, Peygamberi saptırmakla niteleyince, Cenâb-ı Hak kendisinden kaçınılamayacak olan azabı müşahede ettiklerinde, işlerinde kimin sapık kimin saptırıcı olacağının ayan beyan ortaya çıkacağını beyan etmiştir ki, bu, onların kasıtlı olarak görmezlikten gelmeleri ve de istidlal ve tefekkürden yüz çevirmeleri sebebiyle onlara tevcih edilmiş şiddetli bir tehdit ve uyarıdır. 2) Cenâb-ı Hakk'ın, "Gördün mü o hevâ (ve hevesini) tanrı edinen kimseyi? Şimdi onun üzerine sen mi bekçi olacaksın?" ifadesi... Bunun manası şudur: Allah artarın cehalete dalmış olmalarının ve delillerden yüz çevirmelerinin bu derece yoğun ve şiddetli olmasının, onları taklidin istila etmesi ve muhakkak ki o kimselerin, hevâ ve heveslerini tanrılar edinmiş olması sebebiyle olduğunu, bu nedenle de hevalarının kendilerini davet ettiği her şeye delil onları bundan men etsin ya da etmesin, hemen ona uyduklarını beyan etmiştir. Sonra, burada birkaç bahis bulunmaktadır: Birinci bahis: (......) ifadesi, hem bildirmek (ilâm) hem de soru için uygun olan bir ifadedir. Burada ise, niteliği ve vasfı böyle böyle olan bir kimsenin cehaletine karşı duyulan şaşkınlığı dile getirmek (teaccüb) için gelmiştir. İkinci bahis: Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifadesinin anlamı, "Hevâsının arzuladığını İlahı edindi" ya da, "kendisini çok sevdiği bir ilah tanrı edindi" şeklindedir. Buradaki ifadenin maklûb (ters çevrilmiş) olup, mananın (......) şeklinde olduğu da söylenmiştir ki, bu zayıftır. Çünkü (......) ifadesi bir hasr belirtir. Yani, Kendisi için, hevâ ve hevesinden başka bir ilâh edinmedi" demektir. Bu mana ise, ifadenin ters çevrilmesi halinde elde edilmemektedir. İbn Abbas, "Hevâ, kendisine (adeta) tapınılan bir ilahtır" derken, Said İbn Cübeyr de, "Müşriklerden birisi puta tapıyor, ondan daha güzelini gördüğünde ise, elindekini atarak ötekini ilah ediniyor, bu sefer ona tapmaya başlıyordu" demiştir. Üçüncü bahis: Ayet-i kerimedeki cümlesinin anlamı, "Şimdi onun üzerine, onu nevasından men edecek bekçi ve gözetleyici sen mi olacaksın?" şeklindedir. Yani "Sen böyle görevi olan birisi değilsin" demektir. Dördüncü bahis: Bu ayetin bir benzeri de, "Onların üzerine musallat değilsin" (Casiye, 22), "Onların üstünde bir zorba değilsin sen" (Kaf, 45) ve "Dinde zorlama yoktur" (Bakara, 256) ayetleridir. Kelbî, kıtal ayetinin bunu neshettiğini söylemiştir. 3) Cenâb-ı Hakk'ın, "Yoksa onların çoğunu hakikaten dinlerler,yahut akıllarını kullanırlar mı zannedersin?" ifadesidir. Buradaki "em" edatı, "munkatia" olan (......)'dir. Manası ise, "Daha doğrusu sen mi zannedersin?" şeklindedir. Bunun (......) anlamına geldiğine, bu kınamanın, geçmiş olandan daha şiddetli olduğu, bundan ötürü de, öncekinden iğrab yaparak buna geçildiği de delâlet etmektedir." Buradaki kınanmaları ise, onların kulak ve akıllarının bulunmadığı biçimindedir; çünkü onlar, çok inatçı olduklarından, söze kulak vermiyorlardı. Dinlediklerindeyse, onu düşünmüyorlardı. Böylece de, onların sanki ne kulakları vardı, ne de akılları. İşte o zaman da Allah onları, sözden yararlanmadıkları, onu tefekkür ve düşünmeye yönelmedikleri, sırf halihazırdaki maddi lezzetlere yönelip manevi olan ebedi saadetleri arzulayıp elde etmekten uzaklaştıkları için, dört ayaklı hayvanlara benzetmiştir. İşte burada da birkaç soru bulunmaktadır: Birinci soru: Cenâb-ı Hakk niçin "onların çoğunu" buyurdu da, böylece bu konuda tamamı hakkında değil, çoğu hakkında hükmetti? Cevap: Çünkü onların içinde Allah'ı bilen ve hakkı akledip düşünen kimseler bulunuyordu. Ancak ne var ki bu kimseler, cehaletten dolayı değil de, makam ve riyaset sevgisinden dolayı İslâm'a girmemişti. Kâfirlerin Hayvanlarla Mukayese Edilmesi İkinci soru: Onlar niçin, dört ayaklı hayvanlardan daha sapık olmakla nitelenmişlerdir? Cevap: Bu, birkaç bakımdandır: 1) Hayvanlar, sahibine kendisine yem verene, onu bakıp gözetene itaat eder, kendisine iyi davrananı kötü davranandan ayırteder, kendisine faydalı olanı arar, zarar verenden kaçar. Bunlar ise, Rablerine itaat etmezler, O'nun kendilerine olan ihsanı ile, kendilerinin düşmanı olan şeytanın kötülüğünü birbirinden ayırdetmezler, faydaların en büyüğü olan sevabı talep etmezler, zararların en büyüğü olan ikâbtan da kaçınmazlar. 2) Hayvanların kalbleri, İlimden hali olduğu gibi, aynı zamanda kişinin bir şeye gerçeğin hilafına olarak samimi bir biçimde itikad edip inanması demek olan cehaletten de hali ve uzaktır. Bunlara gelince, onların kalbleri ilimden halî ve uzak olduğu gibi, aynı zamanda cehaletle muttasıftır. Zira onlar bilmezler, bilmediklerini de bilmezler. Aksine, hâlâ bildikleri hususunda ısrar ederler. 3) Hayvanlarda ilmin olmayışı kimseye zarar vermez. Müşriklerin cehaletine gelince, bu büyük bir zarar kaynağıdır. Çünkü onlar, insanları Allah'ın yolundan saptırıyorlar, Allah'ın yolunu eğri göstermek istiyorlar. 4) Hayvanlar bir şey bilmezler; bu (sebeple de) onu talep etmekten âcizdirler. Bu cahillere gelince, onlar bunu aramaktan âciz değillerdir. Âciz olduğu için yüce mertebeleri talep etmekten mahrum olan kimse elde etmeye muktedir olduğu halde, kötü seçiminden dolayı onları terkeden kimse gibi zemmedilmez, kınanmaz. 5) Hayvanlar, ilimsizliklerinden dolayı ikaba müstahak olmazlar. Bunlara gelince, bundan dolayı, cezaların en büyüğüne müstehak olurlar. 6) Bazı alimlerin anlayışına göre, hayvanlar da Allah'ı tesbih ederler. Nitekim Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmuştur: "Hiçbir şey yoktur ki hamd ile onu tesbih etmesin" (İsra, 44); "Bilmez misin ki göklerde olanlar O'na secde eder" (Hacc, 18) ve "Saflar halindeki kuşlar... muhakkak her biri, kendi duasını ve tesbihi öğrenmiştir" (Nûr, 41). Durum böyle olunca, kâfirlerin dalâletleri, bu hayvanlarınkinden daha şiddetli ve daha büyük olmuş olur. Üçüncü soru: Allahü teâlâ onlardan, işitmeyi ve akletmeyi nefyedince, o halde daha nasıl onları, dinden yüzçevirmekle kınamış; daha nasıl onlara peygamber yollamıştır? Çünkü akıl, mükellef tutulmanın şartlarındandır. Cevap: Bundan maksad "onlar akledemiyorlar" manası olmayıp, aksine bundan vad, "Onlar bu akıldan yararlanamıyorlar" şeklindedir. Bu, bir kimsenin, bir şeyi anlamayan bir başkasına, "Sen ancak kör ve sağırsın" demesine benzer. 45Âyetin tefsiri için bak:49 46Âyetin tefsiri için bak:49 47Âyetin tefsiri için bak:49 48Âyetin tefsiri için bak:49 49"Rabbine bir bakmadın mı? Gölgeyi nasıl uzatmıştır O? Eğer dileseydi, onu elbet sakin de kılardı. Sonra biz güneşi ona bir delil yapmışızdır. Sonra onu azar azar alıp kendimize çektik. O, geceyi sizin için bir libas, uykuyu bir dinlenme, gündüzü de yeni bir hayat (faaliyeti) yapandır. O rahmetinin önünde rüzgârları bir müjde olarak gönderendir. Biz, gökten tertemiz su indirdik. Onunla, ölü bir toprağa can verelim, yarattığımız hayvanları ve birçok insanları onunla sulayalım diye". Bilesin ki Allahü teâlâ yaratıcının delillerinden yüz çeviren kimselerin cehaletini ve bu konudaki yollarının yanlışlığını beyân edince, bundan sonra da O'nun varlığına delâlet eden delil çeşitlerini zikretmiştir. Birinci çeşit delil: Artması, eksilmesi ve bir halden başka bir hale geçmesi hususunda gölgenin durumuyla istidlalde bulunmak... Burada birkaç mesele vardır: Cenâb-ı Hakk'ın ifadesi hakkında iki izah şekli bulunur: 1) Bu, gözün görmesi anlamındadır. 2) Bu, kalbin görmesi, yani ilim anlamındadır. Biz bu ifadeyi gözün görmesi anlamına alırsak, her ne kadar onun lafzını, Arapların kullandığı anlama almak daha fasih ise de, o zaman mana, "Gölgeye bakmadın mı? Rabbin onu nasıl uzattı?" şeklinde olur. Kelimeyi ilim anlamına alırsak -ki bu Zeccâc'ın tercihidir- o zaman da mana, "Bilmedin mi" şeklinde olur. Bu daha evlâdır. Çünkü biz gölgeyi gözle görülen şeylerden addedersek, o zaman, Allahü teâlâ'nın kudretinin onu uzatmadaki tesiri ittifakla görülmez. Her değişen şeyin mümkin (caiz) olduğu, her mümkin varlığın ise, bir müessiri (var edeni) bulunduğu malum olduğu için, bu kelimeyi, işte bu bakımdan kalbin görmesi (ilim) anlamına hamletmek daha evladır. Lafzın zahirine göre bu hitap her ne kadar Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e müteveccih ise de, hitap mana bakımından umumidir. Zira ayetin gayesi, Allah'ın gölge vasıtasıyla olan nimetlerini beyan etmektir. Bütün mükellefler ise, bu nimetlere dikkatlerini yöneltip, onlarla Yaratıcı'nın varlığına istidlalde bulunmalarının gerekliliği hususunda müşterektirler, aralarında bir fark yoktur. Alimler, bu ayetin tefsiri hususunda çok şey söylemişlerdir. Söylenenler şu iki maddede özetlenebilir: 1) Gölge katıksız ışık ile katıksız karanlık arasında, orta bir haldir. Fecrin zuhurundan güneşin doğmasına kadarki zamanda olur. Evlerin içinde ve duvarlarla örülü avlularda meydana gelen haller de böyledir. Bu durum en hoş bir durumdur; çünkü insan tabiatı katıksız karanlıktan hoşlanmaz, ondan nefret eder. Katıksız ışığa gelince, bu güneşten çıkıp gelen bir niteliktir. O da, yoğunluğundan dolayı gözü kamaştırır. Güçlü bir buharlaşma (terleme)ye sebebiyet verir. Bu sebeple de sıkıntı ve eziyet vericidir. O halde, en hoş hal, gölgedir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak cenneti onunla nitelemiş ve "yayılmış gölgeler" diye tavsif etmiştir, sabit olunca biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk, gölgenin büyük nimetlerden ve muazzam menfaatlerden olduğunu açıklamıştır. Sonra bir de, gölgeli zamanda renkli şeye bakan kimse, sanki cisimden ve renkten başka bir şey göremez. Diyoruz ki, gölge, üçüncü bir şey değildir. O ancak, güneş doğup da ışığı cisim üzerine vurduğunda, o gölge zail olduğu zaman anlaşılır ve bilinir. Binâenaleyh eğer güneş olmasaydı ve onun ışıkları maddeler üzerine düşmeseydi, gölgenin bir varlığı ve mahiyeti olduğu bilinemeyecekti. Çünkü eşya (varlıklar) ancak kendi zıtlarıyla bilinirler. Eğer güneş olmasaydı, gölge bilinemeyecekti. Karanlık olmasaydı, ışık bilinmezdi. Buna göre sanki Cenâb-ı Hakk, güneşi yeryüzü üzerine doğdurup da, gölge zail olduğu zaman, işte o vakit akıllar, gölgenin, cisim ve renk üzerine ilâve bir keyfiyet olduğunu anlamış olur. İşte bundan dolayı Allah: "Sonra güneşi ona bir deli) yaptık" buyurmuştur. "Yanı, "Biz gölgeyi, Önce içinöe bulunan faydalar ve lezzetlerle yarattık. Sonra biz akılları, güneşi doğdurmak suretiyle, onun varlığının bilgisine ulaştırdık. Böylece de güneş o nimetin varlığına bir delil ve bir işaret olmuş oldu. Daha sonra da o gölgeyi biz, çektik. Yani, o gölgeyi birden bire aeğıi, yavaş yavaş aldık" demektir. Çünkü, her ne zaman güneşin yükselmesi artarsa (bu nisbette), batı tarafından gölgenin noksanlaşması da o nisbetle artar. Mekana âit hareketler, aynı anda meydana geldikleri gibi, o gölgelenme işinin ortadan kalkışı da bir anda değil, yavaş yavaş olur. Bir de gölgenin çekilmesi eğer birdenbire olsaydı, nsanların maslahatlarına uygun olmazdı. Fakat gölgeyi yavaş yavaş çekmek, âlemde çeşitli menfaatlerini sağlar. O halde ayetteki "kabz" ile kastedilen, yok etme, izale etme, giderme manasıdır. İşte bu, iki tevilden biridir. 2) Hak teâlâ, yeri, göğü, yıldızları, güneşi, ayı yaratınca yeryüzü gölgeli oldu. Sonra Hak teâlâ, güneşi o gölgeye delil (sebep) yaptı. Bu böyledir. Çünkü gölgeler, ışığın hareketine göre yer değiştirir. Zira bu ikisi birbirini takib eden, birbirine (adeta) delil olan, birbirinden ayrılmayan, aralarında bir üçüncüsü olmayan iki şeydirler. Dolayısıyla birinin artışı oranında diğeri noksanlaşır, yol gösterilen kimse, yol gösteren oelilin (kılavuzun) işaretine göre yolunu bulup, ona göre hareket ettiği gibi, gölgeler de adeta ışıklar için birer yol gösterici ve onların takipçileridirler. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hakk güneşi gölgelere bir delil kılmıştır. Hak teâlâ'nın "Sonra onu azar azar alıp kendimize çektik" adesi ile kastedilen, ya o gölgeleri yavaş yavaş çekilerek sıfır noktasına ulaştırmaktır Ki, bu durumda gölgelerin giderilmesi, "çekilmesi" diye ifade edilmiş olur, yahut da gölgelerin azar azar çekilmelerinden kastedilen, Kıyamet koptuğu zaman bütün gölgelerin izale edilmesidir ki, bu da, gölgeleri sağlayan sebeplerin, yani gölgeler bırakan kütlelerin ortadan kaldırılmasıyla olur. Bu ayetteki "yesiren" (azar azar) kelimesi "Bu haşr (toplama) bize az gelir, kolaydır" (Kâf, 44) ayetindeki gibidir. İşte ikinci te'vilin özeti budur. Bu ayetle, ihsan sahibi, lütufkâr bir yaratıcının varlığına şu şekilde istidlal edilmiştir: Gölgelerin varlığı, hem hayvanlara hem insanlara faydalı bir iştir. Fakat katıksız bir ışık veya katıksız bir karanlık, canlılar için faydalı değildir. O halde gölgelerin varlığı ya zorunlu (vacib) şeylerdendir, ya olabilecek (mümkin) şeylerdendir. Birinci ihtimal söz konusu olamaz. Aksi halde, gölgeler hiç değişmez, hep aynı kalırdı. Çünkü zorunlu (vâcib) olan şey, değişikliğe uğramaz, öyle ise bu gölgelerin varlığının, mümkinattan olması gerekir. Dolayısıyla onu, yok iken var eden ve var ettikten sonra yokeden, mutlaka kadir, herşeyi idare eden, lütufkâr ve bunu hayvanlar ile insanlara faydalı olabilecek oranda yaratmış olan bir yaratıcının bulunması gerekir. Bu yaratıcı da, ancak ulvî (gök) kütlelerini hareket ettirmeye, felekî (semavi) maddeleri idare etmeye ve onları en güzel ve mükemmel bir şekilde sıraya ve nizama koymaya kadir olandır. Böyle olan ise ancak Hak Subhanehû ve Teâlâ'dır. İmdi eğer, "Gölge, ışık verme özelliğinden olan şeyin ışık vermemesi manasına gelir. Öyle ise nasıl olur da, aslında yok demek olan birşey ile Allah'ın varlığına istidlal edilebilir ve nasıl olur da bu, nimetlerden sayılabilir?" denilirse deriz ki: '"Gölge, sırf yokluk değildir. Aksine o, ışığın gölge ile karışımı bir şeydir. O halde gerçekte gölge de ikinci bir ışık demek olup, bu var olan bir şeydir. Bu işin ortaya konulması ve açıklanması konusunda, çok ince meseleler vardır. Bunlar hakkında akliyyat ile ilgili (felsefi) kitablarımıza baş vurulsun. İkinci çeşit delil: "O, geceyi sizin için bir libas, uykuyu bir dinlenme, gündüzü de yeni bir hayât (faaliyeti) yapandır" ayetinin ifade ettiği husustur. Bil ki Hak teâlâ, herşeyi örtüp bürüdüğü için geceyi bedeni sarıp kapatan elbiseye benzetmiş ve onda bizim için birçok faydalar bulunduğuna da, "uykuyu bir dinlenme (yaptık)" ifadesiyle dikkat çekmiştir. "Şubat", "rahat" demektir. Allahü teâlâ, rahatlık, dinlenme sebebi olduğu için uykuyu, "rahatlık" diye ifade etmiştir. Ebu Müslim şöyle der: "Subât, rahatlık demektir, örfe göre (daha önce) hep cumartesi istirahat edildiği için, cumartesiye "sebt" günü denmesi de bu yüzdendir. Yine hasta kimse için, hastalığın yorgunluğunu atıp rahata kavuştuğunda, "mesbût" denilir. Keşşaf sahibi ise şöyle demiştir: "Subât, ölüm demektir. Hayatı sona erdiği için, ölene "mesbût" denilir. Bu tıpkı, "O (Allah), geri (uyuduğunuzda) sizi öldürendir" (En'âm, 60) ayetinde ifade edildiği gibidir. "Subat" kelimesinin, "ölüm" manasına alınmasının "rahatlık" manasına alınması tuan daha evlâ olduğunu söyledik. Çünkü "Subât"ın karşılığında zikredilen "nuşûr" (yeni bir hayat) kelimesi, onun "rahatlık" manasına alınmasına mânidir. Ebu Müslim de şöyle der: "Bu "nuşûr" intişâr (yayılma, dağılma) ve hareket etme manasınadır. Bu tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, insanın uykusunu ölüm diye nitelendirmesi gibidir. Çünkü Cenâb-ı Hakk, "Allah (ölenin) ölümü zamanında ölmeyenin de uykusunda ruhunu alır" (zümer, 42) buyurarak, uykudan uyanma ile ölümden uyanmayı (dirilmeyi) aynı şekilde "nuşûr" olarak adlandırmıştır.Bu ayet, yaratıcının kudretine delâlet etmesinin yanısıra, O'nun mahlûkatına nimetler verdiğine de delâlet etmektedir. Çünkü gecenin örtmesi ile örtünmede (görünmemede) İnsanlar için nice dinî ve dünyevî faydalar vardır. Uyku ve uyanmayı Cenâb-ı Hakk, ölüm ve hayata benzetmiştir. Lokman (aleyhisselâm)'ın oğluna, "Uyuyup uyandığın gibi, ölüp yeniden dirileceksin" dediği rivayet edilmiştir. Üçüncü çeşit delil: Bu "O, rahmetinin önünden, rüzgârları bir müjde olarak gönderendir" ayetinin ifade ettiği husus olup, bu ifadenin tefsiri, A'raf, 57. ayette geçmişti. Bu hususta birkaç mesele var: "Riyâh", "rîh" şeklinde de okunmuştur. Zeccâc şöyle der: ("Büşrâ"nın bir diğer okunuş şekli olan) "nüşren" kelimesinde şu beş değişik okunuş (kıraat) vardır: Nûn'un fethası ile neşren, nûnun zammesiyle nüşren, nûnun ve şîn'ın zammesiyle nüsüren, münennes olmak üzere, nûn yerine bâ ile ve elif-i maksure ile (......) tenvin ile oüşran." Ebû Müslim şöyle der: "Bunu "büşran" şeklinde okuyanlar, "beşir" (müjdeci) kelimesinin çoğulu olarak böyle okumuşlardır. Bunun bir benzeri de, "Allah'ın rüzgârları mübeşşirât (müjdeciler) olarak göndermesi de ayetlerindendir" (Rum, 46) ayetidir. Bunun nûn ile (neşren) okunuşu ise, tıpkı "Bulutları yaydıkça yayanlara yemin olsun ki" (Mürselat, 3) ayetinde olduğu gibidir. Bu yayanlar, rüzgârlardır. Ayetteki "rahmet", yağmur ve su manasınadır. Ayetteki "Biz gökten tertemiz su indirdik" ifadesi, Allahü teâlâ'nın yağmuru, buluttan değil gökten indirdiğini ifade etmektedir. Öyle ise, buluta "gök" (sema) diyenlerin görüşü zayıftır. Çünkü bu kelimenin iştikakından (kök manasından) Ötürü böyledir. Fakat dilin aslına göre, "semâ" şu malum gökyüzüne ve dünyanın adeta tavam gibi olan şeye verilen addır. Binâenaleyh kelimeyi bu manasından alıp, başka manada kullanmak, zahiri manasını terk etmek demektir. Alimler "tahur"un manası hususunda ihtilaf etmişler ve çoğu bunun, tıpkı "fatûr"un, iftar edilecek şey, "sahûr"un da sahur yapılacak (sahurda yenecek) şey manasına gelişi gibi, kendisi ile taharet yapılacak (temizlenilecek) şey manasına geldiğini söylemişlerdir. Keşşaf sahibi bunu kabul etmeyerek şöyle der: "Fa'ûl vezni bir şeyde etkili (fail) olma manasına gelmez. Tahûr, Arapça'da şu iki şekilde kullanılır: a) Sıfat olarak. b) İsim olarak. Sıfat olarak kullanılması, tıpkı "tâhir su" yerine, "tahûr su" demen gibidir, İsim olarak kullanılışı ise, tıpkı "abdest suyu" manasında "vedû", yakıt manasın a "vekûd" demen gibi, "Kendisi ile temizlenilecek şey" manasında "tahûr" demendir. Birinci görüşte olanların delili Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Eğer on sene de su bulamasa, toprak müslüman için tabirdir" Tirmizi, Taharet, 92 (1/212); Müsned, 1/158. buyurmuştur. Eğer "tahûr", tâhir (temiz) manasına olsaydı, o zaman bu hadis, "Toprak müslüman için temizdir" şeklinde olurdu ve tam bir mana ifade etmiş olmazdı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, şu hadisi de böyledir. "Sizden birisinin kabı, eğer ona köpek batar (ondan yalarsa) onun temizlenmesi, onun yedi defa yıkamasıdır" Buhari, Vudu, 33; Müslim, Taharet, 91 (1/234). Binâenaleyh eğer "tahûr", tâhir manasına olsaydı, o zaman bu hadis, "Sizden birinin kabının temiz oluşu" manasında olurdu ve bu muntazam bir söz olmazdı. Hem sonra Cenâb-ı Hak, "(Allah) kendisiyle sizi temizlemek için gökten yağmur indirir" (Enfal. 11) buyurmuş ve sudan maksadın, temizlemek olduğunu beyan etmiştir. Dolayısıyla suyun "tahûr" olması ile, "kendisi ile temizlenilen şey" manasının kastedilmiş olması gerekir. Çünkü Allahü teâlâ bunu, bir nimet sadedinde zikretmiştir. Binâenaleyh bunu en mükemmel manasına hamletmek gerekir. Temizleyici olmanın ise, temiz olmadan daha ileri ve mükemmel olduğunda şüphe yoktur. Bil ki Allahü teâlâ, suyun şu iki faydasını zikretmiştir: a) Bitkilerle ilgili olanı.. b) Canlılarla ilgili olanı. Bitkilerle ilgili faydası, "Onunla ölü bir toprağa can verelim diye' cümlesi ile anlatılmıştır. Bu ifadeyle ilgili şöyle birkaç soru sorulabilir: Birinci soru: Cenâb-ı Hak niçin demiş de, dememiştir? Cevab: Çünkü "belde" Hak teâlâ'nın "O (bulutu) ölü bir beldeye sevkettik" (A'raf, 57) ayetindeki (müzekker) "beled" takdirindedir. İkinci soru: Beldenin (toprağın) ölmesi ve can bulmasıyla ne kastedilmektedir? Cevap: İnsanlar, ma'mur olmayan yerlere, "ölü araziler" (mevât), toprağın mamur olmasını sağlayan sulama işine de "onu diriltme" (ihya) adını vermişlerdir. Tabiî Sebeplerin Zati Tesirleri Yoktur Üçüncü soru: Tabiatcılar ile Mu'tezile'den Kelbî "Yer, su ve güneşin tabiatından olarak bitkiler meydana gelmiştir" demişler ve bu hususta Hak teâlâ'nın, "onunla ölü bir toprağa can verelim diye" ifadesine tutunarak, "Buradaki "Onunla" ifadesindeki bâ harf-i cerri, suyun bunda tesirli olduğunu göstermektedir" iddiasında bulunmuşlardır. Cevap: Her ne kadar ayetin zahiri bu manaya delâlet ediyorsa da, kelamcılar, tabiatın (karakterin) bozulabileceğine delil bulunduğu için, bu ayetin zahirî manasını bırakıp, buna mecazî mana vermişlerdir. Suyun canlılarla ilgili faydası da "Yarattığımız hayvanları ve birçok insanları onunla sulayahm diye" cümlesiyle anlatılmıştır ve bununla ilgili olarak şu sorular sorulabilir: Birinci soru: Niçin burada sadece, insan ve hayvanlar zikredilmiş; hepsi de bundan İstifade etmesine rağmen, kuşlar ve vahşi hayvanlar niçin zikredilmemiştir? Cevap: Kuşların ve vahşi hayvanların suya olan ihtiyaçları, o kadar fazla değildir. Çünkü onlar su içme ihtiyacını pek az hissederler. En'am (evcil hayvanlar) ise böyle değildir. Çünkü bunlar, insanların kazancı (malı) olan hayvanlardır ve insanların birçok genel menfaatleri de bunlara dayalıdır. Dolayısıyla, sanki bu hayvanlarını sulayacak, su vermek suretiyle in'amda bulunmak, bizzat insanlara su verip in'am etmek gibi olmuştur. İkinci soru: Ayetteki "en'am" ve "ünâs" kelimelerini nekire getirip, onlan "çok" dîye tavsif etmenin hikmeti nedir? Cevap: Bu, "İnsanların birçoğu, vadi ve nehir kıyılarında, suların fayda sağladığı -yılara yakın şehirde yerleşmişlerdir. Binâenaleyh bu insanlar yağmur sayesinde sulanmaya fazla muhtaç değillerdir, onlardan pek çoğu İse çöllerde, ve vahalarda yerleşmişlerdir. Binâenaleyh onlar, içecek suyu, ancak yağan yağmurdan elde edebilmektedirler. İşte Hak teâlâ'nın, "Onunla ölü bir toprağa can verelim diye" cümlesi ile kastedilen budur. Allahü teâlâ bununla, suyun kolayca elde edildiği yerlerden uzak olan kimselerin bazı beldelerini kastetmiştir. Ayetteki "çok" kelimesinin (sulayalım) kelimesiyle ilgili olması da muhtemeldir. Çünkü canlılar suya zaman zaman ihtiyaç hissederler. Bitkiler ise böyle değildir. Onlara belli bir miktar su yeter. Hatta o yeterli sudan fazlasını almaları, onlara zarar verir. Canlılar ise, yaşadıkları müddetçe zaman zaman suya ihtiyaç hissederler. Canlıların Burada Sıralanmasının İzahı Üçüncü soru: Hak teâlâ, ayette yerin diriltilmesini ve en'am'ın (hayvanların) sulanmasını, niçin insanların sulanmasından önce zikretmiştir? Cevap: Çünkü insanların hayatı, topraklarının ve hayvanlarının hayatına bağlıdır. Binâenaleyh insanların hayat ve geçim sebebi olan bu şeyler işte bundan ötürü, kendilerinin sulanmalarından önce zikredilmiştir. Çünkü onlar, arazilerini ve hayvanlarını sulamaya muvaffak olunca, kendilerini sulamaya da muvaffak olmuş olurlar. Bir de Hak teâlâ'nın, "Andolsun bunu, onların arasında tasrif ettik" (Furkân. 50) ayetinin manası, yağmurun her sene bir başka tarafa tasrif edilmesi, gönderilmesi demektir. Bu böyle olduğuna göre, o sudan hepsi değil, hersene pekçok İnsan o yağmurdan istifade eder. Dördüncü soru: "enasî" nasıl bir kelimedir? Cevap: Ferrâ ve Zeccâc: "İnsi ve ünâs (insan ve insanlar) kelimeleri, tıpkı "Kürsi ve kerâsi" kelimeleri gibi (biri müfred, biri cemidir). Cenâb-ı Hakk, "Kesiren" (çok) buyurdu, ama "kesirine" (çokları) demedi, (böylece cemi olan ünasi kelimesinin sıfatını müfret getirmiş oldu). Çünkü fa'il vezni bazan müfret olarak getirildiği halde, kendisiyle cemi manası kastedilir. Bu tıpkı (Furkân, 28) ve (Nisa, 69) ayetlerinde olduğu gibidir Bil ki fakihler, suların hükmünü, Hak teâlâ'nın "Biz, gökten tertemiz (tahûr) su indirdik" ayetinden çıkarmışlardır. Şimdi o meselelerin ana noktasına işaret ediyor ve diyoruz ki: Burada şu iki husus var: a) Su, temizleyicidir. b) Sudan başka diğer şeyler temizleyici midir, değil midir? Birinci husus: Diyoruz ki su, ya değişmez (bozulmaz), ya değişir (bozulur). Değişmemiş (bozulmamış) olan birinci kısmın kendisi temizdir ve başkasını temizleyicidir. Ancak ma-yı müsta'mel (abdest ve gusulde kullanılmış olan su) bu hükümden istisna edilmiştir. İmam-ı Şâfi'ye göre bu su temizdir, fakat temizleyici değildir. İmam Mâlik ve İmam-ı Sevri: "Bununla abdest almak caizdir" derken, Ebû Yusuf'un rivayetine göre, İmam Ebû Hanife bu suyun pis olduğunu söylemiştir. Burada birkaç mesele var: Kullanılmış Su Temizleyici Değildir Bu mesele, kullanılmış suyun, temizleyici olmadığının beyanı hakkındadır. Bizim delilimiz, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Sizden hiç kimse cünüp iken, durgun sularda gusletmesin" Müslim, Taharet, 97 (1/236) şeklindeki hadisidir. Binâenaleyh, şayet su eskiden olduğu gibi hem temiz hem de temizleyici olma vasfını devam ettirseydi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nehyetmesinin bir anlamı olmazdı. Bizim, kıyas açısından delilimiz ise şudur: Sahâbe-i kiram, yolculukları esnasında abdest alıyor, ilerde bu sulara ihtiyaçları olduğunu bile bile, kullandıkları sulan bir kapta biriktirmiyorlardı. Eğer bu su, temizleyici bir su olmuş olsaydı, onlar o suyu ihtiyaç duyacakları bir gün ve zaman içn, mutlaka yanlarında götürürlerdi.İmam Malik, bu hususta hem ayet hem hadis, hem de kıyasla istidlal etmiştir. Ayetten istidlali şu iki şekilde olmuştur: 1) Cenâb-ı Hakk, "Biz gökten tertemiz su indirdik" buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hakk, "O size gökten, kendisiyle sizi temizlemek için su indirir" (Enfal, 11) buyurmuştur. Binâenaleyh bu ayetler, suyun temizleyici vasfının bulunduğuna delâlet etmektedir. Var olduğu sabit olan şeylerde temel düstur ise, onun aynı hal üzere devam ettiğidir. Binâenaleyh, su, "mâ-i müsta'mel" (kullanıldıktan) olduktan sonra da, bu vasfının devam ettiğine hükmetmek gerekir. Hem, Cenâb-ı Hakk'ın "temiz" adesi o suyla defalarca temizlenmenin caiz olmasını gerektirir. 2) Allahü teâlâ "yıkayınız" (Maide, 6) emriyle yıkamayı mutlak anlamda kastetmiştir. Binâenaleyh mai (sıvı) olan her şeyi kullanmak bir gusüldür, yıkanmadır. Çünkü yıkama ve yıkanma suyu uzuvlar üzerinde kaydırmaktır. Nitekim şair Göz yaşları sürmesini yıkadığında bile, güzel olan ey kadın, ey sevgili" demiştir. Binâenaleyh kim, mâ-yi müsta'mel (kullanılmış su) ile guslederse, gusletmiş sayılır. Bunun ona, yeterli olması gerekir. Çünkü o böylece emrolunduğu şeyi yerine getirmiştir. Binâenaleyh, sorumluluktan kurtulmuş olması gerekir. İmam Malik'in sünnetten deliline gelince, Hazret-i Peygamber'den yaptığı rivayet edilen şu hadistir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) abdest aidi ve elinde kalan suyla da başına mesnetti." Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in abdest aklığı suyu, sakalının ıslaklığından alarak, onunla başını meshettiği rivayet edilmiştir. İbn Abbas'tan Hazret-i Peygamber'in şöyle de yaptığı rivayet edilmiştir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gusletti, bedeninde suyun isabet etmemiş olduğu kuru bir yer gördü de, bunun özerine, üzerinde yaşlık bulunan ıslak saçlarını tuttu, daha sonra da elini o kuru yerin üzerinde gezdirdi. İmam Malik'in kıyastan delili ise şudur: Bu su, temiz bir bedenle karşı karşıya gelmiş, üzerinden akmış temiz bir sudur. Böylece de bu su bu yönüyle tıpkı, bir taşın veya bir demirin üzerinden akan bir suya benzemiş olur. Dördüncü defa kullanılan, serinlemek ve temizlenmek için kullanılan su da böyledir. Bir de suyun, kişinin yüzünün en üst tarafına konulup, bu suyla o yerin yıkanma farziyyeti sakıt olup, daha sonra da bu suyun bizzat kendisinin yüzün geriye kalan kısmına inip akması halinde -bu suyun üst tarafında mâ-yi müsta'mel vasfını almış olmasına rağmen- o yerin yıkanmasının farziyyetinin giderilmesine kâfi geldiğinde ihtilaf yoktur. Mâ-yi müsta'melin temiz olmasının delili, Cenâb-ı Hakk'ın "Bizgökten tertemiz su indirdik" ayetidir. Bunun sünnetten delili, Hazret-i Peygamberin, sakalının yaşlığından alarak onunla başını meshetmesi ve "Su, temizleyici olarak yaratılmıştır. Tadı veya rengi, yahut da kokusu değişmediği sürece, onu hiçbir şey necis hale getiremez" İbn Mace Taharet, 76 (1/174).buyurmasıdır. Şâfiî şöyle der: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) abdest almıştır. O abdest suyundan düşenler, onun elbisesine mutlaka değmiştir. Ama, onun bundan dolayı ne elbisesini değiştirdiği, ne de mâ-yi müsta'melin yıkadığı yeri yıkamamıştır. Müslümanlardan hiç kimsenin de böyle yaptığı rivayet edilmemiştir. Böylece, onların bu mâ-yi müsta'melin necis, pis olmadığı hususunda ittifak etmiş oldukları sabittir. Bir de bu su temiz bir bedenle karşı karşıya gelmiş, onun üzerinden akmış bir sudur. Böylece bu yönüyle de bu su tıpkı bir taş üzerinden akmış olan suya benzemiş olur. Bu su, ya abdest uzuvlarını yıkadığı için, yahut da elbise yıkadığı için müsta'mel olmuş, bu vasfı almıştır. Bunun abdest uzuvlarının yıkanmasından ötürü müsta'mel (kullanılmış) olmasına gelince, bu da ya farz ve ibadet sayılan bir şeyden dolayı müsta'mel olmuştur, yahut farz olan fakat ibadet sayılmayan bir şeyden ötürü müsta'mel olmuştur, yahut da ibadet olup da farz olmayan bir şeydan dolayı müsta'mel olmuştur, veyahutta ne farz ne de ibadet olan şeyden dolayı müsta'mel olmuştur. Birinci kısma, yani farz ve ibadet olan şeyden dolayı müsta'mel olmasına gelince, bu, Şâfiîlerin ittifakıyla, temizleyici vasfını haiz değildir (Yani temizdir, fakat temizleyici değildir). İkinci kısma gelince, bu da, müslüman bir kocanın nikahı altındaki zımmî kadının kullandığı sudur. Yani, kocasının kendisiyle cima edebilmesi için, o kadının hayızından temizlenmesi için kullandığı sudur. Üçüncü kısma gelince, bu da ikinci, üçüncü defa kullanılan su ile, abdesti yenilemek için kullanılan su ve sünnet olan gusüllerde kullanılan sudur. Şâfiîlerin, bu iki kısım su hakkında, iki çeşit izahı bulunmaktadır. Dördüncü kısma gelince, bu dördüncü defa kullanılan su ile, serinlemek ve temizlenmek için kullanılan su olup, bu bütün Şâfiîlerin ittifakıyla mâ-yi müsta'mel olmayıp, hem temiz hem de temizleyicidir. Elbiselerin yıkanması için kullanılan suya gelince, bu kimse, şayet necis (pis) bir elbiseyi yıkamış ve o elbise de tek bir yıkama ile temiz olmuş ise, onu üç defa yıkaması müstehap olur. Binâenaleyh bu duruma göre, ikinci ve üçüncü kerelerde o elbiseden çıkan su, sahih görüşe göre, temizleyicidir. Değişen ikinci kısım suya gelince, biz deriz ki: Su, değiştiği zaman, ya kendiliğinden yahut da başkası sebebiyle değişmiş olur. Birinci kısma gelince, bu mesela, bir suyun bir yerde uzun müddet kalması sebebiyle değişmesi gibi, bununla abdest almak caizdir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Kudâe kuyusundan abdest almıştır. Onun suyu ise, adeta sanki uzun müddet orada kına bitkisi kalmış gibi bir renk almıştı. Başkası sebebiyle değişene gelince, bu başkası ya o suya bitişiktir veya ondan ayrıdır. O suya bitişik olmayana gelince, bu tıpkı suyun hemen yakınına bir iaşenin atılması, konulması ve düşmesi, böylece de o suyun o leş sebebiyle kokuşmuş hale gelmesidir. Bu su da temizleyicidir. Ama kendisine bitişen bir şey sebebiyle suyun değişmesine gelince, bu bitişen şey ya temiz olur, veya necis, pis olur. Birinci kısma gelince, o temiz olduğu sırada ona ya bir şey karışır veya karışmaz. Eğer ona bir şey kanşmamışsa bu tıpkı o suya yağın, kokunun, ağaç dalının, anberin katı kâfurun düşmesi sebebiyle bozulmuş bir su gibidir ki, bu da tıpkı suyun yakınında bir leşin bulunması halindeki gibi temizdir. Bir de temizlik, Cenâb-ı Hakk'ın "Biz gökten tertemiz su indirdik" buyruğu ile sabittir. Sabit olan şeyde aslolan şey ise, onun devam ettiğidir. Kendisine karışan bir şey sebebiyle değişen suya gelince, bu karışan şeyden o suyu korumak ya mümkün olmaz veya mümkün olur. Mümkün olmama haline gelince bu, mesela toprak siyah Kokmuş çamurun içine düşen yapraklar ve kendisinde oluşan yosunlar sebebiyle değişmiştir ki, bu da temizdir. Çünkü bunun temiz oluşu, ayetle sabittir. Ve, bundan sakınmak da adeta imkansızdır. Binâenaleyh bu zorluk, Cenâb-ı Hakk'ın, "Size din hususunda hiçbir zorluk yaratmamıştır" (Hac, 78) ayetinden dolayı, kaldırılmıştır. Yine suyun, akarken kiremit, kireç, sürme taşı yatağına uğrayıp, yahut da bu şeylerden o suya herhangi bir şeyin düşmesi yahut bu suyun o şeylerin bizzat yatağından çıkması da böyledir. Suyun dışardan gelen şeylerin karışmasından dolayı bozulması haline gelince, bu durumda bakılır: Eğer su, mesela kendisine zaferân düşüp de böylece de biraz sararması yahut un karışıp da, böylece de biraz beyazlaşması suretiyle, onu su olma özelliğinden çıkaramayacak derecede değişirse, Şâfii mezhebinin sahih görüşüne göre, bununla abdest almak caizdir. Çünkü bu karışan şeyler o sudan su ismini silememiştir (ona yine su denmektedir). Ama bu değişme çok fazla olur, böylece de o suya mesela çorba gibi yeni bir isim verilirse, bununla nifakla abdest almak caiz değildir. Yok bu su yeni bir isim almazsa, Şafii'ye göre onunla abdest almak caiz olmadığı halde, Ebû Hanife'ye göre onunla abdest almak caizdir. Şafiî'nin delilleri şunlardır: 1) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) abdest aldı, daha sonra da "Cenâb-ı Hakk'ın namazı kabul etmesi için şart koştuğu abdest sadece böylece alman abdesttir" Feyzu'l-Kadîr, 6/429. buyurdu. Binâenaleyh bu abdest eğer vasfı değişmiş bir suyla olmuşsa, onun ancak bununla caiz olması gerekir. Halbuki durumun böyle olmadığı ittifakla sabittir. Böylece, bunun vasfı değişmemiş bir su ile alınmış bir abdest olduğu sabit olmuş olur ki, elde edilmek istenen netice de budur. 2) Gül suyu suya karışsa, sonra da insan bu suyla abdest alsa. Bu durumda abdest uzuvlarının bazısının su ile değil de o gül suyuyla yıkanmış olması muhtemeldir. Durum böyle olunca da, abdestin bulunduğu hususunda bir şüphe meydana gelmiş olur. Böylece de abdestsizliğin bulunduğu kesinkes ortaya çıkmış olur. Şüphe ise, kesin olana karşı duramaz. Binâenaleyh o insanın abdestsiz olması gerekir. Ama bu suyun, eserinin ortaya çıkamayacağı bir derecede az olması, durumu bunun aksinedir. Çünkü o, bu durumda adeta yok gibidir. Onun eseri ortaya çıkınca, biz onun varlığını anlamış oluyoruz. Böylece de biraz önce bahsettiğimiz durum ortaya çıkmış olur. 3) Abdest, manası anlaşılamayan bir kutluk (ibadet) biçimidir. Çünkü bir kimse, gülsuyu ile abdest alması halinde, abdesti sahih olmuyor, ama kokuşmuş, durgun bir su ile abdest alması halinde abdesti sahih oluyor. Manası anlaşılmayan yerlerde, mevrid-i nass ile yetinmek gerekir, kıyas yapılmaz. Ebû Hanîfe'nin delilleri de şunlardır: 1) Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz gökten tertemiz su indirdik" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ayet, suyun temizleyici olduğuna delâlet etmektedir. Mevcut, var olan şeylerde aslolan ise, o şeyin devam etmesidir. Binâenaleyh, karışım sebebiyle suyun vasfının değişmesine rağmen, bu özelliğinin devam etmesi gerekir. 2) Cenâb-ı Hakk abdest uzuvlarını sıralarken onlar hakkında "... yıkayınız" (Maide. 6) buyurmuştur. Bu emir mutlak bir yıkamayı emreden bir ifadedir. Bunu yapan kimse de emri yerine getirmiş olur. Bu sebeple de sorumluluktan kurtulmuş olması gerekir. Biz bunun ne demek olduğunu biraz önce izah ettik. 3) Cenâb-ı Hakk'ın "Su bulamazsanız teyemmüm ediniz" (Maide, 6) ayetidir. Cenâb-ı Hakk teyemmümün caiz olmasını su bulamama şartına bağlamıştır. Vasfı değişen bu suyu elde eden kimse ise, suyu bulmuş, onu elde etmiş demektir. Çünkü sıfatının değişmiş olmasına rağmen, değişen bu su yine sudur. Mevsûf sıfat bulunduğu sürece mevcuttur. Binâenaleyh o kimsenin (böylesi bir su varken), teyemmüm etmesinin caiz olmaması gerekir. 4) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in denizler hakkında "O suyu temiz ve temizleyici olandır" buyurmuş olmasıdır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu ifadesinin zahiri, her ne kadar ona başka şeyler karışsa bile, onunla temizlenmenin caiz olmasını iktiza eder. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu ifadeyi mutlak olarak zikretmiştir. 5) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kedinin ve hayızlı kimsenin artığı ile -o suya onların tükrüklerinden bir miktar bulaşmış olmasına rağmen- abdest almayı mubah kılmıştır. 6) Kendisine çamurların ve sahradaki kuru ot ve bitkilerin karışmasıyla renginin değişmesine, işte bundan dolayı da renginin bazan siyaha bazan kırmızı ve sarıya dönüşmüş bir şekilde görünmesine rağmen, bataklık ye sel sularıyla abdest alınabileceğinde ihtilaf yoktur. Binâenaleyh işte bu husus, karışan şeyin o suya galib gelip ondan "su" adını kaldırmadığı müddetçe, suya karışan bütün şeyler hakkında temel bir düstur olur. İkinci kısım: Suya karışan necis bir şey olursa, bu durumda bazı kimseler ister az ister çok olsun, o necaset sebebiyle su değişmediği müddetçe o suyun necis olmayacağını iddia etmişlerdir ki, bu Hasan el-Basrt, en-Nevevi, İmam Malik ve Dâvud (ez-Zahiri)'nin görüşü olup Gazali de İhya'sında bu görüşe meyletmiştir. Ebû Bekr er-Razi el-Cessas ise şöyle der: "Bizim alimlerimizin bu husustaki görüşü şudur: Biz o suda, necasetten bir parçanın bulunduğunu kesinlikle bilir, yahut da bunun böyle olduğuna zann-ı galibimizle hükmedersek, o suyu kullanmak caiz olmaz. İşte bu noktada, deniz, kuyu, göl, durgun ve akıcı sular değişmez. Çünkü deniz suyuna necaset düşmesi halinde, necasetin düştüğü o suyu kullanmak caiz değildir. Akıcı su da böyledir. Alimlerimizin, bir tarafı kımıldatıldığında diğer tarafı Kımıldamayan büyük göl için verdikleri hükme gelince, bu, o iki taraftan birine düşen -ecasetin diğer tarafa da ulaştığı hususunda bir zann-ı gâlib ile söylenmiş bir söz olup, bu "Kendisine necaset düşen suyun bir kısmını kullanmak caizdir, bir kısmını İse kullanmak caiz değildir" şeklinde bir söz değildir." Bütün bu sözlerin tamamı Ebû Bekr er-Razî el-Cessâs'ındır. Ben derim ki: Bazı kimseler, suyun az olması ile çok olmasını birbirinden ayırmışlardır. Meselâ Abdullah Ibn Ömer'den, "suyun kırk "külle" olması halinde, onu hiçbir şeyin pis edemeyeceği" rivayet edilirken, Ibn Abbas (radıyallahü anh)'dan, "Havuzun, kırk garb (öküz gönünden yapılmış büyük su kabı) olması durumu müstesna, o suda cünup kimse yıkanamaz (yıkanırsa o suyu pis etmiş olur) dediği rivayet edilmiştir ki, bu aynı zamanda Muhammed Ibn Ka'b el-Kuvazî'nin de görüşüdür. Mesrûk ve Ibn Şîrîn "Su çok olması halinde, hiçbir şey onu pisleyemez" derlerken, Said İbn Cübeyr: "Mikdarının üç külle olması halinde durgun suyu, hiçbir şey necis hale getiremez" demiştir. İmam Şafiî de Hecr kütlelerine göre iki külle olması halinde, tadı, kokusu veya rengi değişmediği sürece, hiçbir şey onu pis edemez. Eğer o su verilen bu miktardan daha az olursa, necasetin kendisinde zuhur etmesinden dolayı necis olur" demiştir. Bil ki İmam Mâlikin görüşünü destekleme hususunda şunlara tutunmak mümkündür: 1)Cenâb-ı Hakk, "Bizgökten tertemiz bir su indirdik" buyurmuştur. Kendisinde necaset zuhur ettiği için, rengi veya tadı veya kokusu değişen sular hakkında, ayetin bu hükmüyle amel edilmemiştir. Binâenaleyh, ayetin bunun dışında kalanlar hususunda aslı üzere kalması gerekir. 2) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Allah, suyu temizleyici olarak yaratmıştır. Tadı veya yengi veya kokusu değişmediği müddetçe onu hiçbir şey pis edemez" buyurmuştur. Binâenaleyh, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu sözü, işte bu konuda bir nasstır. 3) Cenâb-ı Hakk, "yüzlerinizi (...) yıkayınız" buyurmuştur. Bu suyla abdest alan, yüzünü yıkamış olur. Böylece de emrolunduğu şeyi yerine getirmiş olur ve bu sayede de sorumluluktan kurtulmuş olur. 4) Karışan iki şeyden herbiri, diğerine baskın çıkması halinde, kendisine baskın çıkılanın, baskın çıkanın niteliğini alması, bunların kaçınılmaz bir durumudur. Binaenaleyh bir damla sirkenin, büyük bir suya düşmesi halinde, onun sirkelik vasfı yok olur ve o da su sıfatıyla muttasıf olur. Onlardan birinin diğerine galip gelmesi hususu İse, ancak duyu organlarının zann-ı galibe göre yapmış olduğu değerlendirme ve hissedilen, görülen neticeler ve alâmetler ile bilinir ki, bu hissolunan neticeler de suyun tadı, veya rengi veyahut da kokusudur. Binâenaleyh bu demektir ki her ne zaman o suda necasetin tadı veya rengi yahut kokusu görünürse, necaset suya baskın çıkmış ve su o necasetin içinde erimiş olur. İşte bu sebeple de hiç şüphesiz ki o suya necaset hükmü galip gelmiş olur. Ama o suda bunlara dair herhangi birşey zuhur etmezse, galip gelen su olmuş olur ve necaset de o suyun içinde erimiş kaybolmuş, yok olmuş olur ki, bu durumda da taharet hükmü galip gelir ve temizliğine hükmolunur. 5) Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'den rivayet edilen şu husustur: O, hristiyanların testisinden Hristiyanların kap-kacaklarının necis olduğu ilme yakın bir zan ile malûm olduğu halde, abdest almıştır. Bu da Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'ın (bu hususta) sadece suyun değişmemesi prensibine dayandığına delâlet eder. 6) Suyun muayyen bir miktarı gözönünde bulundurularak değerlendirilmesi -ki bu miktar Şafiî'ye göre iki kulla mikdarı, Ebû Hanîfe'ye göre ise eni ve boyu on zira olan havuz gibi su birikintisidir- geçerli olsaydı, bu temizliğin en muteber olduğu mekân, Mekke ve Medine olurdu. Zira oralarda gerek akar su, gerek durgun su olarak su çok değildir. Ta Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in asrının başından, sahabe asrının sonuna kadar, onların suları belli bir miktar ile takdir etme işine giriştikleri nakledilmemiştir. Yine onların suların necasetten nasıl korunulacağını sordukları da nakledilmemiştir. Onların su kaplarını necasetten sakınamayan çocuklarla cariyeler taşımaktaydı. 7) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in (su içmesi için) kabı, kediye eğmesi ve Sahâbe-i Kirâm'ın kediyi onlar onun fare yediğini görmelerine rağmen, kap-kacaklarından su içmekten men etmemeleridir. Çünkü, onların beldelerinde kedilerin içinden su içecekleri havuzlan ya da içine inip de su içecekleri bir kuyu yoktu. 8) Şâfiî, necasetlerin yıkandığı kirti suların vasıfları değişmediği müddetçe temiz olduğunu, değiştiğindeyse pis olduğunu açıkça ifade etmiştir. Binâenaleyh, o suyun üzerinden akması suretiyle o necasetle karşı karşıya gelmesi ile necasetlerin o suya gelmesi arasında ne fark vardır? Ve, akma kuvveti karışmaya mani olamadığı halde, akma kuvveti necaseti def eder" diyen kimsenin sözünün ne anlamı vardır? 9) Onlar, akan az suyun etrafında abdestlerini bozuyorlar (ve sudan temizleniyorlardı). Şafiî'nin mezhebinin akan bir suya o su az miktarda dahi olsa idrar damlası düştüğünde, suyun vasfı değişmediği müddetçe onunla abdest almanın caiz olacağı şeklinde olduğunda ihtilaf yoktur. Binâenaleyh akan su ile duran su arasında ne fark vardır? Keşke bilseydim: Suyun vasfının değişmemesi kıstasına mı, yoksa akması sebebiyle suyun akış kuvveti kıstasına mı havale etmek daha isabetlidir? 10) Bir damla idrar, iki "kulle"ye düşse, sonra da bu kulleler birbirinden ayrılsalar. Binâenaleyh bu demektir ki, bunlardan alınan her testi su, Şafiî'nin görüşüne göre temizdir. Halbuki su az olduğu için idrarın onun her tarafına yayıldığı malumdur. Binâenaleyh bu az şeyin, bu kadarcık bir şeye doğrudan doğruya düşmesi ile başkasının o suya bitişmesi ile, böylece suyun onunla temasa geçmesi arasında ne fark vardır? 11) Hamamlarda ta öteden beri, elleri isli paslı, kirli olan kimseler abdest almaktadırlar. Bunlar ellerini ve kaplarını, oraya hem temiz hem de kirli ellerin girdiğini bile bile havuzdaki o az suya sokuyorlardı. Eğer bu suyun miktarının iki kütle ile takdir edilmesi muteber olsaydı, bu iş, meşhur olur ve tevatür derecesine varırdı. Çünkü ekserî kimselerin kendisine iyici ihtiyaç duyduğu bu gibi şeylerin naklinin tevatür derecesine ulaşması gerekir. Böyle olmadığına göre biz bu miktarın muteber olmadığını anlamış bulunuyoruz. Temizlik Konusunda Kulleteyn Meselesi 12) Biz, suyun necis hale dönüşmesine hükmetsek bile büyük vadiler ve büyük göllerin suyu gibi, son derece çok olan suların da necis hale geleceğine hükmetmemiz mümkün olmaz. Çünkü bu icmâen bâtıldır. O halde bu demektir ki, bu suyun miktarını belli bir miktar ile tayin etmek gerekir. Biz, ulemânın, bu hususta farklı farklı takdirler yaptıklarını nakletmiştik. Bunların hiçbiri diğerlerinden daha isabetli değildir, yani hepsi geçerlik bakımından aynı durumdadır. Bu sebeple bu demektir ki, nakledilen bu şeyler arasında bir çelişki vardır ve bunların birbirlerini götürmeleri gerekir. Ebû Hanîfe'nin bu suyun miktarının, on zira en - on zira da boy olarak takdir etmesinin mücerret bir dava olduğu malumdur. Şafiî'nin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in 'Suyun miktarı iki "kütleye" ulaştığında, pislik taşımaz" Tirmizi, Taharet, 50 (1/97). şeklindeki hadisine binâen, bu suyun miktarını iki külle olarak takdir etmesi de zayıftır. Çünkü Şafiî, bu haberi rivayet ederken, "bana bir adam haber verdi" demiştir. Böylece ravi "meçhul", hadis de "mürsel" olmuş olur. Halbuki mürsel hadis, Şafiî'ye göre delil değildir. Hem muhaddislerden pekçoğu bunun Ibn Ömer'e varan mevkuf bir haber olduğunu iddia etmişlerdir. Biz, rivayetin doğruluğunu kabul etsek bile bu meçhulü yine bir meçhule sevketmek demektir. Çünkü "külte" sözü, malum değildir. Bu "küçük küp'e, çömleğe de büyük testiye de, el ile taşınabilen her kaba da uygun düşebilen bir kelimedir. Yine bu kelime, insanın başı, dağın tepesi anlamlarına da gelir. Biz, kültenin malum bir şey olduğunu kabul etsek bile, hadisin metninde bir ıdtırab vardır. Çünkü bu hadis, "Şu iki kulleye", "bir kulleye", "kırk kulleye" iki veya üç kulleye" ve "iki küçük küpe vardığında" vb. şeklinde rivayet edilmektedir. Biz, metnin sahih olduğunu kabul etsek bile, ancak ne var ki bu, zahiri terkedilen bir hadistir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "O pislik taşımaz" sözünü, zahirî manasında almak imkânsızdır. Çünkü pislik suya düştüğünde, su onu taşır. Biz bu sözün zahirî manaya alınabileceğini kabul etsek bile, ne var ki pislik, şer'î pislik, hakiki pislik olmak üzere ikiye ayrılır. İsim lügavî müsemmâ mana ile şer'î mana arasında dönüp dolaştığında, onu lügavî müsemmasına (manasına) hamletmek daha evlâ olur. Çünkü bu isim, lügavî manasında hakiki, şer'î manasında ise mecazî mana ifade eder. Bu, müşterekliği ve dönüp dolaşmayı bertaraf etmek için yapılır. Durum böyle olunca, bu kelimeyi lügavî manasına hamletmek gerekir. Bunun lügavî manası ise tabiat itibariyle "kazûratten olan pislik" şeklindedir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Arapların pis kabul ettiği her şey haramdır" buyurmuştur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, şimdi diyoruz ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "o pislik taşımaz" şeklindeki sözünün anlamı, "O su, tabiat itibariyle pis olmaz" şeklinde olur. Biz de bunun bu anlamda olduğunu söylüyoruz. Ancak ne var ki daha sen ne hakla, "Bu şerân pis olmaz" dedin? Biz bu hadiste geçen (......) kelimesiyle şer'î necasetin kastedildiğini kabul etsek bile, ancak ne var ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sözü:, "onu taşımakta zortuk çeker, za'afa uğrar" demektir. "Taşımakta za'afa düşer" ifadesinin anlamı ise ondan etkilenmesi demektir. Böylece bu, o suyun temiz olarak devam ettiğinin değil de pis hale dönüştüğünün bir delili olmuş olur. Şöyle de denilemez: "Bu sorulara şu şekilde cevap verilebilir: Şafii, her ne kadar bazı yerlerde, ravinin adını anmamış ise de, ancak ne var ki Şafiî bu raviyi bazı yerlerde zikretmiştir. Böylece bu hadis, mürsel olmaktan çıkar. Bir de diğer muhaddisler, bu ravinin ismini belirlemişlerdir. "Bu İbn Ömer'e dayanan mevkuf bir hadistir" şeklindeki sözünüze gelince, biz deriz ki: Biz bunu kabul etmiyoruz: Çünkü Yahya İbn Main, "Bu ceyyidu'l isnat (isnadı güzel ve muteber) bir hadistir" demiş, bunun üzerine kendisine, "İbn Uleyye, bu hadisi İbn Ömer'e vakfetmiş, (yani bunun İbn Ömer'den gelen mevkuf bir hadis olduğunu söylemiş)tir" denildiğinde o, "Eğer İbn Uleyye bu hadisin mevkuf olduğunu söylemişse, Hammad İbn Seleme de, bunun merfû bir hadis olduğunu söylemiştir" diye cevap vermiştir. Senin "Kullenin miktarı belli değildir" şeklindeki sözüne karşı da biz deriz ki biz bunu kabul etmiyoruz. Çünkü İbn Cüreyc, "Hecr kabilesinin kullesi" demiştir. Daha sonra da İbn Cüreyc, sözüne devamla şöyle demiştir. "Ben, Hecr kullesini gördüm. O kulle ya iki kırbayı ya da iki küsur kırbayı içine alır." Senin "Hadisin metninde karışıklık vardır" şeklindeki sözüne gelince, biz deriz ki: Biz bunu da kabul etmiyoruz, çünkü hem biz hem de sen, diğer miktarların muteber olmadığı hususunda muvafıkız. Binâenaleyh, geriye muteber olarak bizim bahsettiğimiz şey kaldı. Senin, "Bu hadisin zahiri, terkedilmiştir" şeklindeki sözüne gelince, biz-deriz ki: Biz bunu şer'î anlamındaki pislik anlamına aldığımızda, bu mahzur ortadan kalkar. Bu daha uygundur, çünkü şeriatın sözünü, şer'i anlama hamletmek, onu aklî anlama hamletmekten daha evlâdır. Hele de özellikle, onu, aklî anlama hamletmede bir ta'tîl (muattal bırakmak) söz konusu ise... Senin, "Bununla, "O, bunu taşımaktan zorlanmış, zaafa düşmüştür (yani, o bundan etkilenmiştir)" manası kastedilmiştir" sözüne gelince, biz deriz ki: "Bazı rivayetlerde Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Su, iki külle olduğunda pis olmaz" dediği sahih olarak varid olmuştur. Bir de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) iki kulle'yi bu hükmün şartı kabul etmiştir. Şarta bağlı olan şey ise şart bulunmadığında, bulunmaz. Bu hükmün kültenin miktarı hususunda diğer rivayetlerin zikretmiş olduğu miktarlara bağlanması durumunda ise, burada geçen 'iki külle" sözünün manası kalmaz... Çünkü biz diyoruz ki, bu haberin doğruluğunun Kabul edilmesi halinde bu haberin, Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz gökten tertemiz su indirdik" ayetinin "Fakat (Allah) sizi temizlemek murad ediyor" ve "(...) yüzünüzü yıkayın" (Maide, 6) ayetleri ile, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "su temiz olarak yaratıldı. Onu hiçbirşey pis edemez" şeklindeki hadis-i şerifinin umûmî manalarını tahsis etmeyi gerektirdiğinde şüphe yoktur. Bu tahsis edenin ise, mutlaka ve mutlaka her türlü ihtimalden ve şüpheden uzak olması lazım. "Hecr" kabilesinin "Kulle'Meri meçhuldür. İbn Cüreyc'in, "Külle, iki veya iki küsur kırba suyu alır" şeklindeki sözü de hüccet değildir. Çünkü "gulle"nin ne kadar olduğu tam bilinmediği gibi, kırbanın da ne kadar olduğu tam bilinmemektedir. Çünkü kırba bazan büyük, bazan küçük olur. Bu husustaki rivayetlerde farklı farklıdır: Bazan, "Su iki kırba miktarına ulaştığında", bazan "Su, kırk külle olduğunda.'-, bazan da, "Su, iki testi olduğunda", diye rivayet edilmiştir. Binâenaleyh bu rivayetler birbiriyle çeliştiğinde, bu gibi haberlerle kitabın ve hertürlü ihtimalden uzak, açık sünnetin umûmî manalarını tahsis etmek caiz olmaz. İmam Mâlik'in görüşünü destekleme hususunda söyleyeceklerimiz bundan ibarettir. Necaset Düşen Suyun Necis Olduğu İçine necaset düşmüş olan suyun "necis" (pis) olacağını söyleyenler de şu şekillerde delil getirmişlerdir: 1) Cenâb-ı Hakk, "onlara, habis şeyleri haram kılan (A'raf. 157) buyurmuştur. Halbuki necis şeyler de habâisdendir. Yine Cenâb-ı Hakk, "(Allah) size meyteyi, leşi ve kanı haram kıldı" (Bakara, 173) ve içki hakkında: "O, şeytanın işlerinden bir pisliktir. Binâenaleyh ondan kaçınmız"(Maide. 90) buyurmuştur. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) iki kabre rastlamış ve şöyle buyurmuştur: "Şu iki kabirdeki insanlar, azab olunmaktadır. Fakak onlar büyük bir günahtan ötürü azab olunmamaktadırlar: Onlardan birisi istibrâ yapmazdı, diğeri ise söz götürüp getirirdi. Buhâri Vuzû, 55; Müslim, Taharet, 111 (1/240). O halde Cenâb-ı Hakk, bütün bu şeyleri mutlak manada haram kılmış, bunların yalnız başına olmaları ile suya karışık olarak bulunmaları halini birbirinden ayırdetmemiştir. Binâenaleyh içinde çok cüz'i bir necaset bulunan her birşeyi kullanmanın haram olması gerekir. Bu konuda söylenebilecek son söz şudur: Suyun temizleyici olduğuna delâlet eden deliller, onunla temizlenmenin caiz olacağını gerektirmektedirler. Fakat bu deliller, bununla temizlenmenin mubah olduğunu gösteren delillerdir. Bizim bahsettiğimiz deliller ise, bu işi yasaklayan delillerdir. Mubah kılan deliller ile, yasak olduğunu gösteren deliller birarada bulunduğunda, yasaklayan deliller üstün gelir ve tercih edilirler. Baksana iki adam arasında ortak olan cariyede, eğer onlardan birinin yüz, diğerinin tek hissesi bulunsa, bu cariyede de yasaklayan taraf, mubah kılan taraftan daha üstün olur ve ortaklardan hiçbirinin o cariyeye cinsi temasta bulunması caiz olmaz. İşte burada da böyledir. 2) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Hiçbiriniz, durgun (akmaz) bir suya bevledip, sonra da aynı suda cünüplükten ötürü yıkanmasın" Buhari, Vuzû, 68; Müslim, Taharet, 94 (1/235). buyurmuş ve sözü o suyun az veya çok olması arasında bir fark gözetmeksizin, mutlak manada kullanmıştır. 3) Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Sizden biriniz uykusundan uyandığında, elini kaplara sokmazdan önce, üç defa yıkasın. Çünkü insan uykuda elinin nerede gecelediğini bilemez" Buhâri, Vuzû, 26; Müslim, Taharet, 37-88 (1/233). buyurmuştur. Böylece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kişinin ihtiyaten, elinin necaset yerlerine dokunmuş olma ihtimalinden ötürü, elini yıkamasını emretmiştir. Halbuki bu gibi ellerin, suya sokulduğunda, o suyun özelliklerini değiştirmeyeceği malumdur. Eğer bu el, o suyu bozmamış olsaydı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, insanın ihtiyaten elini yıkamasını emretmesinin bir manası olmazdı. 4) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Su iki külte miktarına ulaştığında pislik taşımaz (tutmaz)" hadis-i şerifi, mefhum-u muhalifi ile (dolaylı olarak), "Su iki külle miktarına ulaşmadığında pislik taşır" manasına delâlet eder. İmam Malik, bu görüşlerden birincisine şöyle cevap verir: Pis suyu kullanmanın haram olduğunda münakaşa yok. Fakat sıvı şeylerden olan, az bir pislik suya karıştığında, o su içinde, onun ne rengi ne tadı ne de kokusu belli olmaz. O halde siz nasıl, "o necaset onun içinde devam ediyor" diyorsunuz? "O necaset, özelliğini kaybetti" denilmesi niçin caiz olmasın? Bunu biraz önce izah etmiştik. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)"in, "Hiçbiriniz, durgun bir suya bevletmesin (akıtmasın)" hadisine gelince, siz niçin bu yasağın, sadece ileri sürdüğünüz husustan dolayı olduğunu söylüyorsunuz. Belki de bu yasak, genellikle insanların o sudan içmeleri ihtimalinden ötürüdür. Böyle bir su ise, insan tabiatının nefret edip, içmek istemeyeceği bir sudur. Konumuz ise, insan tabiatının hoşlanmadığı şeyler değildir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Sizden biriniz uykusundan uyandığında elini üç defa yıkasın" hadisine gelince, ounun müstehaplık ifade eden bir emir olduğunda müttefikiz. Öyle ise, müstehab olan şey, nasıl farziyet ifade eder? Hem sonra bu emrin farziyeti gösterdiğini kabul etsek bile, "Bu farziyetin, ancak sizin ileri sürdüğünüz hususla İlgili olduğunu" nasıl söylersiniz? Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Su iki külle miktarına ulaştığında" hadisi ile ilgili sözümüz ise, daha önce geçmişti. İleri sürdüğümüz bütün bu şeyleri bir an için bir tarafa bırakalım. Sizin yaptığınız da "mefhum"a tutunmaktır. Bizim bahsettiğimiz nasslar ise "mantûk"tur. Mantûk, mefhumdan üstündür, ona tercih edilir. Allah en iyi bilendir. İkinci husus: Sudan başka diğer şeyler temizleyici midir, değil midir konusudur. Bu cümleden olarak, Esamm ve Evzaî: "Her türlü sıvılarla abdest almak caizdir" derlerken, Ebu Hanife: "Hurma şırası ile yolculukta abdest alınabilir" demiştir. Yine İmâm Ebu Hanife: "Aynı necisleri (bizzat pislik olan şeyleri) giderebilecek olan her türlü sıvı ile gidermek caizdir" demiştir. İmam Şafiî (radıyallahü anh)'a göre ise, temizleme işi mutlak manada suya aittir. Bunun abdestsiziik hususundaki delili, "Eğer su bulamaz iseniz, teyemmüm edin "(Nisa. 43) ayetidir. Cenâb-ı Hakk bu ayette, teyemmümü, su bulunmaması şartına bağlı olarak farz kılmıştır. Binâenaleyh eğer sirke veya hurma sırasıyla abdest almak caiz olsaydı, su bulunmadığı zaman teyemmüm vacib olmazdı. Pisliklerin giderilmesi (temizlenmesi) meselesinde, eğer sirke pisliği temizleyebilse di. tahûr birşey olurdu. Çünkü tahûr, temizleyici demektir. Eğer sirke tahûr olsaydı, bununla abdest alınmasının da caiz olması gerekirdi. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Allahü teâlâ, tahûru (abdest suyunu) abdest mahallerine ulaştırmadığınız sürece, namazınızı kabul etmez" buyurmuştur. "Hatta" edatı, intiha-ı gaye (son noktayı-sınırı) göstermek için kutlanılır. Binâenaleyh namazın kabul olunmamasının sınırının, "tahûrun kullanılması" noktası olması gerekir. Kabul edilmeyişin sona ermesi ise, kabulün başlamasıyla olur. Binâenaleyh eğer sirke temizleyici olsaydı, onu kullanmakla, namazın kabul edilmesi gerekirdi. Böyle bir kabul bulunmadığına göre, pisliklerin temizlenmesinin, sadece su ile olacağını anlamaktayız. 50Âyetin tefsiri için bak:52 51Âyetin tefsiri için bak:52 52"Celalim hakkı için bunu (insanların) ibret almaları için aralarında, çeşit çeşit suretlerde anlattık. Fakat insanların çoğu nankörlükten başka bir karşılık vermemekte diretirler. Eğer dileseydik, muhakkak ki her kasabaya, uyarıcı birer peygamber gönderirdik. Binâenaleyh kâfirlere itaat etme ve bununla onlara karşı, büyük bir cihâd yap". Bu ayetle ilgili birkaç mesele var: Bil ki alimler ayetteki, '"Celalim hakkı için bunu (...) çeşit çeşit suretlerde anlattık" ifadesindeki "bunu" zamirinin neye işaret olduğu hususunda şu üç değişik izahı yapmışlardır. 1) Ekseri alimlere göre, bu daha önce bahsedilen "yağmur"a râcidir. Bu görüşte olanların bazıları, "Ayetin manası "Biz o yağmur sularını içmek, ziraatte kullanmak ve çeşitli geçimleri temin etmek için, nehirlere - çaylara akıttık" şeklindedir" derlerken, diğer bazılan da, bunun manasının "Hak teâlâ, yağmuru şuraya değil de buraya, şu yılda değil de bu yılda yağdırır. İkinci sene de bir önceki senede meydana gelenin aksi meydana gelir" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bu cümleden olarak Ibn Abbas, "Hiçbir yıl, diğer bir yıldan daha fazla yağmurlu değildir. Fakat Cenâb-ı Hakk yağmuru, yeryüzünde çeşit çeşit dağıtır" der ve bu ayeti okurdu. İbn Mes'ûd (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hiç bir yıl diğer bir yıldan daha yağmurlu değildir. Fakat bir topluluk isyan eder, günahlara dalarsa, Allah bu yağmuru, başkalarına (başka) yerlere döndürür. Fakat bütün insanlar toptan asi olursa, Allah bu yağmuru çöllere (insanların yaşamadığı yerlere) çevirir." Es-Sünenü'l-Kübra, Beyhaki, 3/363 2) Ebu Müslim'e göre bu zamir, bir önceki ayette bahsedilmiş olan, yağmur, rüzgar, bulut ve gölge gibi, tevhid delillerine râcidir. 3) Bu, "Biz bu sözü Kur'an'da, diğer semavî kitaplarda ve peygamberlere indirilen suhuflarda, insanlar arasında evirip-çevirdik, hepsine anlattık" demektir. Bu söz de tefekkür etsin ve sayesinde Yaratıcının varlığına istidlal etsinler diye, bulutların yaratılışından ve yağmurların yağdırılmasından bahsedilmesidir. Birinci görüş doğuya daha yakındır. Çünkü buna göre "bunu" zamirine merci gösterilen şey, zamire en yakın olandır. Cübbaî şöyle der: "Ayetteki "ibret almaları için" ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın, her insanın tefekkür edip, ibret almasını istediğini gösterir. Eğer Allah insanların kâfir olmasını ve haktan yüz çevirmelerini murad etmiş olsaydı, o zaman bu ifade, yerli yerinde olmamış olurdu. Bu ise "Allah kâfirin küfrünü irade etmiştir" diyenlerin görüşünü iptal eder." Cübbaî sözüne şöyle devam eder. "Hak teâlâ'nın, "Fakat insanların çoğu, nankörlükten başka bir karşılık vermemekte diretirler" ifadesi bu insanların bu tefekkür ve ibret alma gücüne sahip olduklarına delâlet eder. Çünkü eğer onlar buna kâdir olmamış olsalardı. "Bu hususta ayak direttiler" denilmesi caiz olmazdı. Bu tıpkı, kötürüm birisi hakkında "O, koşmamakta diretti" demlememesi gibidir." Ka'bî de şöyle der: "Hak teâlâ'nın "Celalim hakkı için bunu (insanların) ibret almaları için aralarında, çeşit çeşit suretlerde anlattık" ifadesi Kur'ân'a (inanmanın) kâfirler üzerinde bir vebal (vazife) olduğunu, Cenâb-ı Hakk'ın Kur'ân'ı indirmek suretiyle, kâfirlerin iman etmelerini istemediğini iddia edenler aleyhine bir delildir. Çünkü ayetteki, "ibret almaları için" ifadesi, bütün insanları içine alan bir ifadedir. O'nun, "Fakat insanların çoğu direttiler" ifadesi de, bu çoğunluğun, o genel ifadeye dahil olmalarını gerektirmektedir. Çünkü "Biz o Kur'ân'ı iman etsinler diye, sadece Kureyş'e indirdik, fakat Temîm kabilesinin çoğu, nankörlükten başka bir karşılık vermemekte diretti" denilemez. Bil ki bu husustaki söz ve cevabımız defalarca geçti. Ayetteki, "Fakat insanların çoğu, nankörlükten başka bir karşılık vermemekte diretirler" ifadesi ile, "Onlar Cenâb-ı Hakk'ın bu nimetleri üzerinde tefekkür etmedikleri, bunlarla, yaratıcının varlığına, kudretine, ihsanına istidlalde bulunmadıkları ve nankörlük ettikleri o nimetleri bile bile inkara kalkıştılar" manası kastedilmiştir. Ayetteki küfura" kelimesi ile, "küfür" (inkar) manası kastedildiği de söylenmiştir. Zira onlarınbu küfürleri, "Falanca yıldızın batması, falanca yıldızın doğması sayesinde yağmurumuz yağar" demelerinden ötürüdür. Çünkü nimetin, nimet verenden kaynaklandığını inkâr edip, böyle nimetleri yıldızlara ve feleklere mâl eden herkes kâfir olur. Bil ki gerçek şudur: Kim, bu şeyleri gerektirme ve yaratma hususunda, felekleri ve yıldızlan başlıbaşına sebep ve müessir sayarsa, onun kâfir olacağında şüphe yoktur. Fakat, "Hak teâlâ, felekleri ve yıldızları böylesi hadiselerin meydana gelmesini gerektirecek özellik ve sıfatta yaratmıştır" diyen kimselerin hataları, belki de küfür derecesine varmaz. Âlimler şöyle demiştir: "Bu ayet, Allahü teâlâ'nın bildiğinin aksi şeylerin de Allah'ın kudreti dahilinde olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü ayetteki lev "eğer" edatı, Hak teâlâ'nın her beldeye bir nezir (uyarıcı peygamber) göndermeyi murad etmediğine delâlet etmektedir. Çünkü Allahü teâlâ, bunu dilemediğini, ama buna kadir olduğunu haber vermiştir. Böylece bu ifade, Allahü teâlâ'nın bildiğinin aksi şeylerin de, Allah'ın kudreti dahilinde olduğuna delâlet eder." Hak teâlâ'nın "Eğer dileseydik, muhakkak ki her kasabaya uyana birer peygamber gönderirdik" ifadesine gelince, en kuvvetli görüşe göre, şu sebeplerden ötürü, bununla Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in büyüklüğünün gösterilmesi kastedilmiştir: 1) Allahü teâlâ sanki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şunu beyan etmek istemiştir: "Her beldeye bir peygamber göndermeye kadirim. Fakat peygamberlik vazifesini sadece sana veriyor ve seni herkese üstün kılıyorum." İşte bundan ötürü bunun peşisıra, "Binâenaleyh kâfirlere itaat"yani "Onlara muvafakat etme, uyma" buyurmuştur. 2) Bununla, "Eğer isteseydik, senden bütün aleme gönderilen bir peygamber olma yükünü hafifletir ve her beldeye ayrı bir peygamber gönderirdik. Fakat bu işi (ve şerefi) sadece sana verdik, seni yücelttik ve seni diğer peygamberlerden üstün kıldık. Binâenaleyh bu yüceltmemize sen de dinî konularda taviz vermemek suretiyle karşılık ver" manası kastedilmiştir. 3) Bu ayet, ilahî lütfün ilahi şiddet ile karışık (yanyana) olduğunu göstermektedir. Çünkü bu Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) gibi her belde ve şehre bir nezir (uyarıcı) gönderebileceğine delâlet etmektedir. Yine bu ayet Cenâb-ı Hakk'ın katında Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e mutlaka ihtiyaç olmadığına delâlet etmektedir. Ayetteki "eğer" ifadesi Hak teâlâ'nın bunu yapmayacağına delalet eder. Binâenaleyh birinci manaya nazarla bir terbiye, ikincisine nazarla bir yüceltme söz konusudur. Ayetteki "Binâenaleyh kâfirlere itaat etme" ifadesi ile, Cenâb-ı Hakk'ın, peygamberini, kâfirlere itaatten nehyettiği manası kastedilmiştir. Bu ayet, birşeyden nehyetmenin, nehyedilen kimsenin, o şeyi yapmakta olduğu manasına gelmez. Cenâb-ı Hakk'ın "Bununla onlara karşı büyük bir cihâd yap" ifadesine gelince, bazıları şöyle demişlerdir: "Bununla Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, vazifesini ifâ ve dua hususunda, alabildiğine cehd ve gayret sarfetmesi manası kastedilmiştir" derken, bazıları da, "Bu ifade ile, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in cihâd etmesi, savaşması kastedilmiştir" demişlerdir. Diğer bazıları da, "Bu iki mana da kastedilmiştir" demişlerdir. Doğruya en yakın olan birinci manadır. Çünkü bu sûre Mekkîdir. Cihad emri ise, hicretten epey sonra gelmiştir. Cenâb-ı Hak, "büyük bir cihad yap" buyurmuştur. Çünkü Allah'ın her beldeye bir nezir (peygamber) göndermesi halinde, bunların herbirinin kendi beldesindekilerle uğraşması, cihâd etmesi gerekirdi. Bütün bu cihadlar Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in uhdesinde toplanmıştır. Dolayısıyla onun cihadı büyük olacaktır. Bu sebeple de ona, "Bütün beldelere birden nezir olman sebebi ile, onlarla her türlü cihadı kendinde toplayan büyük bir cihadla cihad et" denilmiştir. Suları Birbirine Karışmayan İki Deniz 53"O, iki denizi (birbirine) salıp katandır. Şu, tatlı ve susuzluğu gidericidir, bu ise tuzlu ve acıdır. (Allah) aralarında bir perde, karışmaya bir engel koymuştur". Bil ki bu, tevhidin dördüncü çeşid delilidir. Ayetteki ifadesi "O iki denizi, Allah salıverdi, kendi haline bıraktı" demektir. Arapça'da hayvanları otlamak üzere salıverdiğinde dersin. "Merec"in asıl manası salıvermek, birbirine (tatmaktır. Hak teâlâ'nın, "Onlar bir emr-i meric (yani birbirine girmiş, karışmış bir hal) içindedirler" (Kaf, 5) ifadesi de bu manadadır. Cenâb-ı Hak, bu iki büyük ve geniş suya "Bahr" adını vermiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh) "Bu "Tıpkı atların otlağa salıverilmeleri gibi, Allah o iki denizi mecralarına (yataklarına) salıverdi ve onlar, birbirine kavuştular" demektir" demiştir. Cenâb-ı Hakk "Şu, tatlı ve susuzluğu gidericidir" buyurmuştur. Buradaki "furât" ile, o suyun sanki tadın kendisi olacak kadar, alabildiğine tatlı olduğu anlatılmak istenmiştir. "Ücâc" ise, bunun tam tersidir. Ama buna rağmen, Hak teâlâ kudreti ile bu ikisini birbirine karışmaktan alıkoymuştur ve bu ikisi arasında karışmalarına engel bir perde bulundurmasının, kudretinden olduğunu bildirmiştir. Burada şöyle birkaç soru sorulabilir: (......) Tabirinin İzahı Birinci soru: ifadesi ne demektir? Cevap: Bu, Allah'a sığınanın söylediği bir sözdür. Bu ifadeyi daha önce tefsir etmiştik. Burada bu ifade mecazî olarak kullanılmıştır. Buna göre o iki denizden her biri, diğerinden Allah'a sığınarak ona "hicren mahcura" demiştir. Bu tıpkı, "O iki (deniz) arasında birbirlerine kavuşmalarına mâni bir perde vardır" (Rahman, 20) ayetinde ifade edildiği gibidir, yani "Biri diğerine karışmak suretiyle, onlardan hiçbiri, diğerinin sınırına (sahasına) tecavüz etmez" demektir. Binâenaleyh bu ayette, bu iki deniz arasında haddi aşmanın olmadığını bildirmek, tıpkı onların bundan Allah'a sığınması gibidir. Tefsir ettiğimiz ayette de, Cenâb-ı Hakk, onlardan herbirinin diğerine tecavüz edebilecek şekilde olduğunu bildirmiştir. Bundan ötürü bu iki deniz, o tecâvüzden (Allah'a) sığınmıştır. Bu ifade, en güzel istiarelerdendir. İkinci soru: Denizin tatlı olanı yoktur. Öyle ise Cenâb-ı Hakk burada niçin tatlı denizden bahsetmiştir? Bu soruya karşı "Bu söz şu iki bakımdan kabul edilmez: a) Bununla Nil ve Ceyhun gibi, âdeta birer deniz olan büyük nehirler kastedilmiştir. b) Belki de Cenâb-ı Hakk denizde, iki tarafından birisi tatlı, diğeri tuzlu bir yer yaratmıştır" da diyemezsin. Eğer böyle dersen biz de deriz ki: "Bunlardan birincisi tutarsızdır. Çünkü bu büyük nehirlerde (ayette bahsedildiği gibi, tatlı suyun yanısıra) tuzlu su yoktur. Denizde de tatlı su yoktur. O halde, burada şaşılacak bir şey yok. İkinci husus da zayıftır. Çünkü böyle delil getirilen bir yerin, mutlaka ve mutlaka malum ve meşhur olması gerekir. Sırf bir ihtimal ile istidlal etmek güzel olmaz. Çünkü biz diyoruz ki: Ayetteki tatlı deniz ile bu büyük nehirler, tuzlu deniz ile de (bunların aktığı) büyük denizler kastedilmiştir. İşte Cenâb-ı Hakk, bu ikisinin suyunun arasında bir berzah (perde) yaratmıştır, yani araya bir kara parçası sokmuştur. Bununla tevhide nasıl delil getirileceği açıktır. Çünkü tatlılık ve tuzluluk eğer toprağın veya suyun kendinden kaynaklanan bir özellik olsaydı (bütün toprak ve suların) aynı bir özellikte olması gerekirdi. Böyle olmadığına göre, her maddeye ayrı bir sıfat ve özellik veren bir kadir ve hakimin mutlaka bulunması gerekir. Bir Damla Sudan Yaratılan İnsan 54"O, sudan bir beşer yaratıp onu soy-sop yapandır. Rabbin, (herşeye) kadirdir.". Bil ki bu tevhidin Beşinci çeşit delilidir. Bu hususta şu iki bahis vardır: Birinci bahis: Âlimler ayette bahsedilen bu "su" hususunda şu iki görüşü ileri sürmüşlerdir: 1) Bu kendisinden, bütün canlıların asıllarının yaratıldığı "su"dur. Cenâb-ı Hakk bunu "Allah her canlıyı sudan yarattı" (Nûr. 45) buyurarak beyan etmiştir. 2) Bununla, nutfe (meni) kastedilmiştir. Çünkü Allahü teâlâ, "(insan), fışkıran bir sudan yaratılmıştır" (Tarık, 8) ve "değersiz bir sudan yaratılmıştır" (Mürselat. 20) buyurmuştur. İkinci Bahis: Bu, "Allahü teâlâ, insanı "soy" (nesep) ve "sop" (akraba) diye iki asma ayırmıştır: Bir kısmı, kendilerine nesep yoluyla nisbet edilen ve "Falan oğlu falan", "Falan kızı falan" denilen kimseler; diğer kısmı ise evlenen kadınlar vasıtasıyla meydana gelen hısımlar şeklindedir. Hak teâlâ'nın, "(Allah) o sudan (meniden) erkek-dişi iki sınıf çıkarmıştır" (Kıyame, 39) ayeti de bunun gibidir. "Rabbin, tek bir meniden (tohumdan), erkek ve dişi olmak üzere iki çeşit insan yarattığına göre, herşeye kadirdir." 55Âyetin tefsiri için bak:58 56Âyetin tefsiri için bak:58 57Âyetin tefsiri için bak:58 58"(Kâfirler), Allah'tan başka kendilerine ne fayda, ne zarar veremeyecek olan şeylere taparlar. Kâfir, Rabbinin aleyhine (şeytana) destektir. Biz seni bir müjdeci ve bir uyarıcı olmaktan başka bir sıfatla göndermedik. De ki: "Buna karşı, sizden hiçbir ücret istemiyorum. Ancak Rabbine doğru bir yol tutmayı dileyen adamlar istiyorum. Ölmez olan o hayy (Allah'a) tevekkül et, O'na hamd ile tesbihte bulun. O'nun kullarının günahlarından haberdâr olması yeter". Bil ki Allahü teâlâ, tevhidinin (bir olduğunun) delillerini genişçe izah edince, sözü müşriklerin putlara tapmadaki felsefelerini tenkide getirmiştir. Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele var: Bu Ayetin Ebu Cehil Hakkında Oluşu Ayette geçen "kâfir" ile, Ebû Cehil'in kastedildiği, çünkü ayetin onun hakkında nazil olduğu ileri sürülmüş ise de, evlâ olan, bu ayeti umûmi manada bütün kâfirlere hamletmektir. Çünkü sebeb-i nüzulün husûsi olması, (ayetin) lafzının umûmi oluşunu zedelemez. Bir de ayeti umumi manasına hamletmek, ayetteki "(Kâfirler) Allah'tan başka kendilerine ne fayda, ne zarar veremeyecek olan şeylere taparlar" ifadesinin zahirî manasına daha uygundur. Âlimler ayetteki "zahiren" kelimesinin manası hususunda şu izahları yapmışlardır: 1) "zahir" tıpkı "avin"in, mu'âvin (yardımcı) manasına gelmesi gibi, müzahir (sırt veren, destek olan) manasınadır. Fa'il vezninin, mufâil (ism-i fail) manasına gelmesi garip birşey değildir. Binâenaleyh bunun manası, "Kâfir, Rabbine karşı, düşmanlık hususunda şeytana destek olur" şeklindedir. İmdi, "Kâfirin Rabbine karşı şeytana destek olması nasıl olur?" denilir ise, deriz ki: Hak teâlâ, "Rabbinin aleyhine" diye kendini zikretmiş ama, bununla "Resûlullah'a karşı" manasını kastetmiştir. Bu tıpkı, "Allah'a eziyet eden o kimseler" (Ahzab, 57) ifadesinde olduğu gibidir. 2) Bununla, cemaat (taraftar) kastedilmiştir. Bu da tıpkı, "melekler, artık bundan sonra onun (o peygamberin) zahirî (cemaatidir)" (Tahrim, 4) ayetinde olduğu gibidir. Bu kelime aynen, sadîk (arkadaş) ve halit (eş-dost-arkadaş) kelimeleri gibidir. Bu tefsire göre, ayetteki "kâfir" ile kâfir cinsi ve onların ilahî nuru söndürme hususunda, biribiherine verdikleri destekleri kastedilmiş olur. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "O kâfirlerin kardeşleri, azgınlıkta onları desteklerler ve bu hususta hiç kusur etmezler" (A'raf. 202) buyurmuştur. 3) Ebû Müslim el-İsfehânî şöyle der: "Zahir, Arapların birisi diğerinin ihtiyacını kulak ardı edip, arkasına attığında kullandıkları, "Falan, ihtiyacımı, kulak ardı etti" demeleri gibidir. Bu, Hak teâlâ'nın "Onu, arkanıza atılmış değersiz birşey kabul ettiniz" (Hud. 92) ayetinde olduğu gibidir. Yine birseyi hafife alan ve önemsemeyen kimse hakkında, "O, şeyi, zahrı gerisine attı (kulak ardı etti)" denilir. Arapça kaidelerine göre, bu kelimenin "mazhûr" (yani hafife alınmış, arkaya atılmış) şeklinde olması gerekirdi. Fakat "mazhûr" manasında, "zâhîr" denilmiştir ki bu, "Kafirin küfrü Allah'a vız gelir. Allahü teâlâ onun küfrünü önemsemez" demektir. Ayetteki "Biz seni, bir müjdeci ve bir uyarıcı olmaktan başka bir sıfatla göndermedik" ifadesi, daha önce geçen ifadelerle ilgilidir ve "Kâfirler, Allah'a ve Resûlullah'a karşı destek aramaktadırlar. Allahü teâlâ ise, Resulünü onlara faydalı olmak üzere göndermiştir. Çünkü o, peygamberini onları taatlarından ötürü müjdelemek, masiyetlerinden ötürü inzar etmek ve böylece de mükâfaatı haketmeleri, ilahî cezadan sakınmaları için göndermiştir. Binâenaleyh bütün gayretini, dinî ve dünyevî işleri düzene koymak için bütün gayretini sarfeden ve bunu yaparken de onlardan buna karşılık asla ücret istemeyen bir zata eziyet etmek hususunda alabildiğine gayret gösteren kimsenin cahilliğinden daha büyük cahillik yoktur" demektir. Hak teâlâ'nın "ancak (...) dileyen adamlar (müstesna)" ifadesi nakkında, âlimler birbirine yakın şu izahları yapmışlardır: 1) O peygamber, görevini ifâ ederken ve davetini yaparken, onlardan ücret istemez. Fakat cihad ve benzeri şeylerde harcamada bulunmak suretiyle Allah'a yaklaşmak ve böylece Rablerinin rahmetine, mükâfaatına kavuşmaya bir yol bulmak isteyen adamlar müstesna... 2) Kâdî şöyle der: "Bu "ben buna karşılık, kendim için bir ücret istemem. Sizden, Rabbinize bir yol bulmak için, kendinize bir ecir elde etmeyi İstemenizi isterim" demektir. 3) Keşşaf sahibi şöyle der: "Hak teâlâ'nın bu ifadesi "ancak dileyenlerin yapması nüstesna" manasınadır. Bunun ücretten istisna edilmesinin bir benzeri, mal elde etme hususunda senin için gayret gösteren ve sana çok şefkatli olan kimsenin şu sözüdür: "Senden, malını koruman ve onu kaybetmemenden başka bu sa'y-u gayretime karşılık bir şey istemiyorum." O kimsenin, kendi için kendi malını koruması, bir ecir (karşılık) olmadığı halde, bunun şekli sanki mükâfaata (ecre) benzediği için, mükâfaat olarak isimlendirilmiştir. Böylece bu, şu iki faydayı (manayı) ifâde eder: a) mükâfaat arzuladığı hususunda muhatabın şüphesini tamamen silmek. Buna göre o sanki sana şöyle demektedir: "Eğer malını muhafaza etmen sence bir -ükâfaat ise bilesin ki işte ben de senin için bu mükâfaahistiyorum." b) Zirveye varmış bir şefkati ortaya koymak. Çünkü buna göre mana, "malını Tiuhafaza etmen, bana vereceğin büyük bir mükâfaat sayılır" şeklindedir. Bu adamların Allah'a "doğru bir yol tutmayı dilemeleri"nin manası ise, onların O'na aklaşmaları ve iman ile, taat ile Allah katında bir yakınlık elde etmeyi istemeleridir." Bununla onların Allah yolunda, tasadduk ve infakta bulunmak suretiyle, Allah'a yaklaşmak istemeleri manasının kastedildiği de söylenmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın "ölmez olan o hayy (Allah'a) tevekkül et" ifadesi, "Allah kâfirlerin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e eziyet etme hususunda birbirlerine destek sağladıklarını beyan edip, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e onlara yaptığı tebliğe ve davete karşılık onlardan kesinlikle bir ücret istememesini emredince, ona bütün zararları defedip, her türlü menfaati elde etmek için, Allah'a güvenip dayanmasını emretti" demektir. Cenâb-ı Hakk, "Ölmez olan o hayy'a (diriye)" demiştir, çünkü ölen canlıya tevekkül eden kimse, tevekkül ettiği kimse ölünce zarar etmiş olur. Hak teâlâ ise, ölmez bir diridir. Binâenaleyh O'na güvenip dayanan Kesinlikle kaybetmez. Allahü teâlâ'nın "O'na hamd ile tesbihte bulun" emrine gelince, bazıları bu tesbihi bizzat söz ile yapılan tesbihe, bazıları namaza, bazıları da tevhid ve adl vasıflarında Allah'ı, O'na yakışmayan şeylerden tenzih etme manasına hamletmişlerdir ki, bunların ne demek olduğu açıktır. Daha sonra Cenâb-ı Allah "O'nun, kullarının günahlarından haberdâr olması yeter" buyurmuştur. (......) mübalağa manası için kullanılan bir lafızdır. Nitekim "sana yeter!" manasında "Güzellik olarak ilim yeter" ve"mal olarak da edeb yeter" denilir. Buna göre ayet, "Allah senin yanında olduğu müddetçe, başkasına muhtaç olmazsın. Çünkü o, onların bütün hal ve hareketlerini hakkıyla bilendir, haberdârdır ve yaptıklarının karşılığını vermeye kadirdir" manasına getir ve son derece ileri bir tehdid ifade eder. Cenâb-ı Hakk sanki bununla, "Eğer Allah'ın emrine muhalefete yellenirseniz, hakettiğiniz cezayı almanız için, O'nun ilmi size yeter" demek istemiştir. Kâinatın Altı Günde Yaratılması 59Âyetin tefsiri için bak:60 60"O, gökleri ve yeri ve aralarında olan şeyleri altı günde yaratan, sonra Arş'a "istiva" edendir, Rahmanadır. Bunu, haberdâr olana sor! Onlar: "Rahman'a secde edin" denildiği zaman, "Rahman da ne imiş? Senin bize emrettiğin için mi secde edeceğiz?" dediler. Böylece bu secde emri onların nefretlerini artırdı". Bil ki Allahü teâlâ, Resulüne kendisine tevekkül etmesini emredince, kendini şu sıfatlarla nitelemiştir: 1) Ölmez olan bir hayy (diri). Bu, "Ölmez olan o hayy (Allah'a) tevekkül et" ayetinin ifâde ettiği sıfattır. 2) Bütün herşeyi bilen. Bu da "O'nun kullarının günahlarından haberdâr olması yeter" ayetiyle ifade edilen husustur. 3) Her mümkinâta kadir. Bu da, "O, gökleri ve yeri yaratandır" ayetinin ifade ettiği husustur. O halde, Hak teâlâ'nın, tıyaratan" ifadesi, "ölmez olan o diriye tevekkül et" ifadesiyle ilgilidir. Çünkü göklerin, yerin ve ikisi arasında olanların yaratanı Hak teâlâ olunca, O'nun her türlü menfaate kadir, her türlü zararı defe gücü yeten ve bütün nimetler kendisi tarafından verilen zât olduğu anlaşılır. Dolayısıyla da tevekkül sadece O'na yapılır. Ayetle İlgili, şöyle birkaç soru sorulabilir: 1- Güneş ve Dünya Yaratılmadan, Gün Olur mu? Birinci soru: Gün (gece ve gündüz), güneşin gökteki hareketinden ibarettir. Gökler yaratılmazdan önce "gün" diye birşey yoktu. Öyle ise Cenâb-ı Hakk, gökleri, yeri ve arasındakiler! "altı günde" yarattığını nasıl söyleyebilir? Cevap: Bu, "miktarı bu kadar olan bir zaman zarfında" demektir. "Betti bir miktara göre belirlenen, artmayı, eksilmeyi ve parçalanmayı kabul eden şey sırf yokluk olamaz. Aksine mutlaka onun mevcut olması gerekir. Böylece de onun varlığından, âlem meydana gelmezden önce bir müddetin var olması gerekir. Bu da, zamanın kadîm olmasını gerektirir" diye bir iddiada da bulunulamaz. Çünkü biz diyoruz ki: Böyle olması, bizzat zamanın kendisiyle çelişir. Zira on güne muhtemel olduğu düşünülen bir zaman dilimi, beş güne; beş güne muhtemel olduğu düşünülen bir müddet de on güne muhtemel olmaz. Dolayısıyla, bundan bir müddet için başka bir müddetin düşünülmesi gerekir. Bu böyle olamayacağına göre, sizin ileri sürdüğünüz şey de olamaz. İşte bundan ötürü diyoruz ki: Belki de Cenâb-ı Hakk, önce zamanı yaratmış, sonra da yeri ve göğü, o zaman içerisinde, altı günlük bir müddette yaratmıştır. Bazı kimseler de şöyle demişlerdir: Cenâb-ı Hakk, yer ile göğü âhiret günleri rtibarıyla altı günde yaratmıştır. Ahiretin her bir günü, bin (dünya) yılıdır." Bu görüş, uzak bir ihtimaldir. Çünkü tarifin (anlatımın), mutlaka bilinmeyen birşey ile değil, bilinen birşey ile yapılması gerekir. 2- Bu Müddetin Hikmeti "Teabbüd"dür İkinci soru: Cenâb-ı Hakk, bu yaratmayı ve yoktan varetmeyi, niçin bir miktar zaman içinde yapmıştır? Cevap: Biz ehl-i sünnetin görüşüne göre, böyle bir miktar ile takdir etme hususunda, Allah'ın meşîet ve kudreti yeter sebeptir. Mu'tezile ise şöyle der: "Hayır, mutlaka bu hususta hikmetli bir sebebin bulunması gerekir. O da, âlemin bu kadar bir süre içinde yaratıldığının belirtilmesinin mükellefler için daha uygun olmasıdır." Mu'tezile'nin bu görüşü şu iki sebepten ötürü haktan uzaktır: a) Böyle bir hikmetin bulunması, ya zâtı gereği vâcibtir. (mutlaka bulunması gereken birşeydir), veya caizdir. Eğer vâcib olursa, bunun değişmemesi gerekir. O zaman da bu hikmet herzaman mevcuttur demektir. Binâenaleyh bunun, belli bir zamanda olduğunun söylenmesi mümkün olamaz. Eğer caiz olursa, o hikmetin o zamanda var olması, bir muhassise (tahsis eden) muhtaç olur ki bu durumda teselsül gerekir. b) Bunların herbiri arasındaki farkı, mükellefin zihni ve aklı idrâk edemez. Bu sebeple, böyle bir farklılığın varlığı, açıkça hissedilmeyince, bu maslahatın varlığını nasıl zedeler? Bil ki, ister bizim ister Mu'tezile nin görüşüne göre olsun, mükellefe yakışan şey, bu gibi sorular ile uğraşmamasıdır. Çünkü bu konular, sahili bulunmayan bir okyanustur. Mesela, cehennem ile görevli meleklerin sayısının ondokuz, Arş'ı taşıyan meleklerin sekiz, yılın aylarının oniki, göklerin ve yerin yedi kat olarak belirlenmiş olmaları işte bu konulardandır. Yine beş vakit namazın rekatlarının, zekattaki nisab miktarlarının, serî ceza ve keffâret miktarlarının o belli sayılarla belirlenmiş olması da böyledir. Binâenaleyh din-iman, Allahü teâlâ'nın buyurduğu herşeyin hak olduğunu kabul etmektir. Bu gibi şeyleri araştırmak, insan için gerekli değildir Nitekim Cenâb-ı Hakk bu hususta açık olarak, "Biz o cehennemin bekçiliğine meleklerden başkasını memur etmedik. Onların sayılarım da küfredenler için, ancak bir fitne (imtihan) yaptık ki, böylece ehl-i kitap sağlam bilgi edinsin ve iman edenlerin de imanları artsın. Velhasıl hem ehl-i kitap, hem mü'minler (bu hususta) şüpheye düşmesinler. Kalbinde (nifak) hastalığı bulunanlar ve kâfirler ise, "Allah, bu sayı ile misâl olarak neyi murad etmiş?" desinler. İşte Allah kimi dilerse böylece şaşırtır'" (Müddessir, 31) buyurmuş, hemen peşisıra da, "Rabbinin ordularını, kendinden başkası bilmez" demiştir. "Cenâb-ı Hakk bir anda yaratmaya kadirken, yeri göğü niçin böyle bir anda yaratmamıştır?" sorusuna verilecek cevap da işte budur. Sa'id b. Cübeyr'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allah yeri, göğü ve arasındakileri bir anda yaratmaya kadir olduğu halde, insanlara şefkati ve teenniyi öğretmek için, altı günde yaratmıştır." Bunların yaratılışının cum'a günü tamamlandığı, bundan ötürü Cenâb-ı Hakk'ın o günü müslûmanlara (haftalık) bayram yaptığı da ileri sürülmüştür. Üçüncü soru: Ayetteki, "Sonra Arş'a istiva etti" ifadesi ne demektir? Bu istivayı, hükümrân olma, kadir olma manasına hamletmek caiz değildir. Çünkü Allah'ın, hükümran olma ve kadir olma gibi sıfatları ezelîdir. Binâenaleyh bunun başına, "sonra" edatı dahil olamaz. Cevab: "İstikrar buldu, karar kıldı" ifadesi, Allah için kullanılamaz. Çünkü bu iş, hudûs (sonradan olmanın) delili olan bir değişikliği, terkibi ve bölünmeyi ifade eder. Bütün bunlar ise Allah hakkında imkânsızdır. Aksine bununla kastedilen mana, "Sonra da hükümran olarak Arş'ı yarattı ve onu yüceltti" şeklinde olup, tıpkı "Sizden mücâhid olanları bilelim diye, sizleri imtihan edeceğiz" (Muhammed. 31) ayetinde ifade edilen husus gibidir. Çünkü bu da, "biz onların mücâhid olduğunu önceden bildiğimiz halde onlar cihâd edinceye kadar, sizleri imtihan edeceğiz" demektir. Arş Gökten Sonra mı Yaratıldı? Buna göre eğer, "Sizin bu izahınıza göre, Arş'ın göklerden sonra yaratılmış olması gerekir. Halbuki durum böyle değildir. Çünkü Cenâb-ı Hakk, "Arş'ı su üzerinde idi mevcûd idi)" (Hûd. 7) buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki: Ayetteki "sonra" edatı, Arş'ın yaratılmasının sonralığına değil, Arş'ın gökler üzerine kaldırılmasının sonra olduğuna delâlet eder. Dördüncü soru: Ayetteki ifadesinin iğrabı nasıldır? Cevab: Ayetteki (yaratan) ifadesi mübteda, "Rahman" kelimesi de onun haberidir. Yahut o ifade, "el-Hayy" kelimesinin sıfatı, "Rahman" da mahzuf bir mübtedanın haberidir. İşte bundan ötürü Zeccac ve başkaları vakfın, "Arş" kelimesi üzerinde yapılabileceğini ve sonra söze "er-Rahman ile başlanabileceğini, buna göre mananın (takdirinin): "O, secde ve ta'zimin ancak kendisine yapılacak olan Rahman'dır" şeklinde olduğunu söylemiştir. Ayetteki "Rahman"ın mübtedâ; "Bunu haberdâr olana sor" cümlesinin ise bunun haberi olması da mümkündür. 5- "Habîr Olana Sor" Ne Demek? Beşinci soru: Ayetteki ' "Bunu haberdâr olana sor" ifadesi ne demektir? Cevap: Âlimler bu hususta şu izahları yapmışlardır: a) Kelbî, "Bu, "Onu bilene sor" demektir" der. Buna göre "bunu" zamiri daha evvel bahsedilen, göklerin yerin yaratılışı ile Arş'ın istivası konularına râcidir ve bâ harf-i cerrinin müteallakı da, "habîr" kelimesidir. "Habir" (bilen) ise, Allah celle celâluhûdur. Çünkü göklerin ve yerin nasıl yaratıldığına aklî delil yoktur. Binâenaleyh bunların nasıl yaratıldığını ancak Allah bilir. Ibn Abbas (radıyallahü anh)'ın "Bu habir, Cebrail (aleyhisselâm)'dir. Fasılaları, yani ayet başlarından sonlarını gözetme ve ayetlerin hüsn-ü nazmından (tertibinden) ötürü, "bihi" zamiri "habîr"den önce zikredilmiştir" dediği de rivayet edilmiştir. b) Zeccâc "Bihî" lafzı "anhu" "ondan" manasına olup, "Ondan, habîr olana sor" demek olduğunu söylemiştir ki bu aynı zamanda Ahfeş'in görüşüdür. Bunun bir benzeri de "O olacak azabdan, bir soran sordu" (Mearic. 1) ayetidir. Alkame b. Abede şöyle demiştir: "Eğer bana kadınlardan sorarsanız, bilin ki ben, kadınların dertlerini iyi bilen bir doktorum." c) İbn Cerîr, "bihî"deki harf-i cerrin zâid olup, "Ona o habîr (bilen) olduğu halde sor (......) manasında olduğunu ve "habir"in "hal" olarak mansub olduğunu söylemiştir. d) "Bihi" ifadesi tıpkı (Nisa. 1) ayetinde olduğu gibi yemin yerine geçen bir edattır. (Yani "Ona yemin olsun ki" manasındadır.) Cenâb-ı Allah'ın, "Onlara, "Rahman'a secde edin" denildiği zaman, "Rahman da ne imiş?" dediler" ifâdesi işte böyle söyleyen bir topluluğu haber veren bir ifadedir. Binâenaleyh muhtemelen onlar, Allah'ı bilmiyorlardı veya muhtemelen onlar onu biliyorlardı ama, bile bile inkâr ettiler. Rahman İsmini Bilmedikleri İddiası Veya muhtemelen onlar, Allah'ı bilip inansalar bile, Rahman isminin Allah'ın isimlerinden olduğunu bilmiyorlardı. Müfessirlerin çoğu bu son görüşü benimseyerek şöyle demişlerdir: “Rahman, Allah'ın, önceki semavi kitaplarda da yer alan bir ismidir. Fakat Araplar bunu bilmiyorlardı.” Mukâtil ise, “Ebû Cehil Muhammed'in söylediği bu şeyler şiirdir” deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), “Şiir bundan farklıdır. Hayır bu Rahmân'ın kelâmıdır” dedi. Ebû Cehil de, “Aferin, bak hele! Hayatım hakkı için, bu sana bunları öğreten Yemâme'deki Rahman (adındaki o adamın) sözleridir” dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunun üzerine, “Rahman, göklerin ilahı olan ve kendisinden bana vahiy gelen o yüce zattır” dedi. Ebû Cehil de: “Ey Gâlib kabilesi! Allah'ın bir olduğunu iddia eden ve sonra da “Bana Allah ve Rahman öğretiyor” diyen Muhammed'den benim hakkımı kim alır? Sizler, Allah ile Rahmân'ın iki ayrı ilah olduğunu bilmiyor musunuz?” dedi, sonra sözüne devamla şunu ilave etti: “Sizin Rabbiniz bütün her şeyi yaratandır. Rahman ise (Yemâme'deki) Müseyleme'dir” demiştir. Rahman Kelimesini Biliyorlardı Kâdî şöyle der. “Doğruya en yakın olan, bu ayetle onların “Rahman” ismini değil, Allah'ı inkâr ettiklerinin kastedilmiş olmasıdır. Çünkü “Rahman” Arapça bir kelimedir ve onlar bunun, “alabildiğine in'âm ve lütufta bulunan” demek olduğunu biliyorlardı. Şimdi biz bunu onların Allah'ı inkâr ettikleri manasına alırsak, “Rahman da ne imiş?” şeklindeki sözleri, bunun manasını öğrenmek için sorulmuş bir soru olur ki, bu tıpkı, Firavun'un “Âlemlerin Rabbi de ne imiş?” (şu'ara, 23) şeklindeki sözü gibidir. Yok eğer biz onların Allah'ı kabul ettiklerini, ama “Rahman” ismi ile muttasıf olduğunu bilmediklerini söylersek, “Rahman da ne imiş?” sözleri Rahman kelimesi ile ilgili bir soru olur. Ayetteki “Senin bize emrettiğine mi secde edeceğiz?” ifadesi, Sen “Sana hayrı emrediyorum” dediğin için, yahut da “sen bize emrettiğin için, secde etmemizi emrettiğin o zâta secde eder miyiz?” demektir. Bu ifade yâ (......) ile (......) şeklinde de okunmuştur ki, buna göre mana “onlar birbirlerine, “Muhammed'in bize emrettiği için” yahut, “Rahman adını almış olan, ama bizim ne olduğunu bilmediğimiz kimsenin bize emrettiği için mi secde edeceğiz?” demek istiyorlardı. Bu emirden beklenen, onları işe ve onu kabul etmeye sevkedici olması iken, onun bu emri onların nefretini arttırmıştır. Dahhak şöyle der: Bu ayet nazil olunca, Allah'ın Resûlü, Hazret-i Ebû Bekr, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali, Osman İbn Maz'ûn ve Amr İbn Anbese secdeye kapandılar. Müşrikler onları bu halde görünce alay ederek, mescidin bir kenarına çekildiler ki, işte Cenâb-ı Hakk'ın “Böylece bu mcde emri, onların nefretlerini artırdı” ifadesiyle kastedilen budur. Yani, “Onların secdeleri, onların nefretlerini arttırdı” demektir. 61Âyetin tefsiri için bak:62 62"Gökte burçlar yaratan, onların içinde bir kandil ve nurlu bir ay yerleştiren Allah'ın şanı ne yücedir! O, iyice düşünüp ibret almak arzusunda bulunan ya da şükretmeyi isteyen kimseler için, geceyle gündüzü birbiri ardınca getirendir". Bil ki, Allahü teâlâ kâfirlerin, secde etmekten alabildiğine nefret ettiklerini anlatınca, tefekkür etmeleri halinde, Rahman'a ibadet etmenin ve secdenin vacib olduğunu anlayacakları şeyi de zikrederek "Gökte burçlar yaratan (...) Allah'ın şanı ne yücedir!" buyurmuştur "tebareke"nin ne demek olduğu, daha önce geçmişti. (......) kelimesine gelince bu, gezegenlerin conaklama yerleri olup, bu malûm olan şeydir. Bunlara, "yüksek, yüce köşkler" anlamına gelen, "burçlar" denilmiştir; çünkü bunlar adeta o yıldızlar için, kendilerinde sükûnete erdikleri bir konaklama yerleri gibidir. Bu kelime, zuhur etme, görünme anlamından dolayı, "teberrucun" (görünme, ortaya çıkma) kelimesinden İştikak etmiştir. Bu hususta İbn Abbas'dan gelen diğer bir görüş de, "Burûç, burçlar, büyük yıldızlardır" şeklinde olup, Cenâb-ı Hakk'ın "Onda yani burçlarda kıldı, meydana getirdi" ifadesinden dolayı, birinci açıklama doğruya daha yakındır. Buna göre şayet, "Cenâb-ı Hakk'ın ifadesindeki zamir, burçlara değil de semaya niçin raci olmasın?" denilirse, biz deriz ki: Çünkü "burûc" kelimesi, zamire daha yakındır. Binâenaleyh zamirin, "burûc" kelimesine raci olması daha evlâdır. Ayette geçen (sirâc) kelimesiyle de güneş kastedilmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak "Güneşi de sirâc, lamba (Nûh,16) buyurmuştur. Bu ifade şeklinde de okunmuştur ki bu, o semâda bulunan güneş ve büyük yıldızlar demektir. Hasan el-Basri ve el-A'meş (......) şeklinde okumuşlardır ki bu (Aylı, ayışığı ile dolu) kelimesinin çoğuludur. Buna göre sanki "Aydınlatıcı ve ay ışığı ile dopdolu kıldı" denilmiştir. Çünkü geceler, aydan dolayı, ayışığı ile dopdolu olur. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak bu ışığı, geceye nisbet etmiştir. Ayetteki (......) kelimesinin tıpkı (......) ve (......) kelimesi gibi (......) (Kumrun) anlamında olması da uzak değildir. Gece İle Gündüzün Halef Olmaları Ayetteki (......) kelimesine gelince, bu hususta şu iki açıklama yapılmıştır. Birinci açıklama: Bu, iki şeyden birisinin diğerinin arkasına geçmesi ve onun ardından gelmesi anlamındadır. Nitekim Arapça'da bir kimse birisinin abdest bozacağı yere varıncaya kadar karışıp, ihtilaf çıkardığında denilir. Buna göre mana, "Cenâb-ı Hak, ayla güneşi "hılfet" sahibi olarak yarattı. Yani, "Birbirlerini takipçi kıldı." Yani "Bu onu, o da bunu izler, takip eder" demektir. İbn Abbas (radıyallahü anh) da şu manayı vermiştir: "Cenâb-ı Hak bu ikisinden herbirini, kendisinde amel etmeye ihtiyaç duyulan şeyler konusunda, diğerine halef kıldı. Binâenaleyh, kim geceyle gündüzden birinde, bir işini tamamlayamazsa, onu diğerinde tamamlar." Enes İbn Malik de şöyle der: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir gün geceleyin Kur'ân okuyamayan Hazret-i Ömer'e, "Ey Hattab oğlu, andolsun ki, Allah senin hakkında bir ayet indirdi" dedi ve, bu ayeti okuyarak "Geceleyin kaçırdığın nafile ibadetleri gündüzünde, gündüzün kagrdığın yapamadığın şeyleri de gecende ifa et" buyurdu. İkinci açıklama: Bu Mücahid, Katade, Kisai'nin görüşü olup, bunlar şöyle demişlerdir: "Arapça'da, ihtilaf eden iki şeye (Humâ hilfani) denilir. Binâenaleyh ayetteki (......) kelimesi "Muhtelif, farklı" anlamındadır. Yani, "Bu beyazdır, diğeri de siyah, bu uzun diğeri kısa" demektir. Ama, birinci görüş doğruya daha yakındır. Ayetteki "iyice, düşünüp ibret almak" kelimesini bütün kıraat imamları bu şekilde okurken, Hamza şeddesiz olarak en-yezkure okumuştur. Bu kelimeyi Ubey İbn Ka'b'ın da (......) şeklinde okunduğu söylenmiştir. Buna göre mana, "Bakıp tefekkür eden kimselerin onların farklı farklı oluşları hususunda tefekkür etmeleri, böylece de, onların bir halden başka bir hale geçişleri hususunda, mutlaka onları bu hale sokan ve değiştiren bir yüce zâtın bulunduğunu anlamaları için" şeklinde dur. Bu kelime, daha önce bahsedilen nimetlerin tamamıyla ilgilidir. Cenâb-ı Hakk Rahman da neymiş? diyen o kimseler, şayet bu nimetler hususunda tefekkür ve tezekkür etselerdi, böylece bu sayede onlar, Allah'ın kudretinin ne denli büyük olduğuna istidlal etmiş olurlar ve gecedeki sükûnet ve dinlenme, istirahat, gündüzdeki çalışma ve dönüp dolaşma gibi nimetlere şükredenler şükretmiş olurdu" diye açıklamada bulunmuştur. Bu tıpkı, "Onun rahmetinden ki O, sizin faydanıza olarak içinde sükun ve istirahat etmeniz için geceyi ve fazl-u kereminden aramanız için gündüzü yaratmıştır" (Kasas, 73) ayetinde olduğu gibidir. Yahut da bunun manası, o ikisi, "Tefekkür ve tezekkür edip şükredenler için iki vakit, iki zaman olsun diye" seklinde olup, buna göre "Kim, o İkisinden birisinde yapamazsa, ibadetten alıkonulursa, onu diğerinde yapar, yapsın" demektir, (......) kelimesi imin masdarıdır. Rahman'ın Has Kullarının Vasıflan 63Âyetin tefsiri için bak:67 64Âyetin tefsiri için bak:67 65Âyetin tefsiri için bak:67 66Âyetin tefsiri için bak:67 67"Rahman'ın has kulları ki onlar, yeryüzünde vakar ve tevâzû ile yürürler. Kendilerine beyinsizler laf attığı zaman, "selâmetle!" derler. Onlar ki gecelerini Rableri için secde ederek ve kıyamda durarak geçirirler. Onlar ki, "Ya Rabbi, derler bizden cehennem azabını sav. Gerçekten, onun azabı daimî bir helaktir. Hakikaten orası ne kötü bir karargâh ve ikametgâhtır." Onlar ki, harcadıkları vakit, ne israf ederler, ne de sıkılık yaparlar. İkisi arasında, ortalama hareket ederler.". Bil kî Cenâb-ı Hakk'ın ifadesi, haberi bu sûrenin sonlarında olan bir müptedâdır. Buna göre sanki, "sıfatları ve nitelikleri böyle olan Rahman'ın kulları yok mu, işte onlar, cennet odalarıyla mükâfaatlandırılırlar" denilmek istenmiştir. Bu ifadenin müptedâ, haberinin olması da mümkündür. Bil ki Cenâb-ı Hakk, "kulluk" ismini kullukla meşgul olanlara tahsis etmiştir. Böylece bu iş, işte bu sıfatın, mahlûkattaki sıfatların en değerlisi olduğuna delâlet etmiştir. Bu kelime şeklinde de okunmuştur. Bil ki, Cenab-ı Hak bu kulları şu dokuz çeşit. Sıfatla tavsif etmiştir. Birinci sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın "ki onlar, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürürler" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu, onların gündüzleyin olan gidişatlarını nitelemedir. Bu kelime (......) şeklinde de okunmuştur ki, bu ya hâldir, ya da (......) anlamında yürümenin sıfatıdır; yahut da" vakur bir yürüyüşle" anlamındadır. Ancak ne var ki, masdarın sıfat yerinde kullanılması mübalağa ifade eder. (......) yumuşaklık, mülayemet ve şefkat demektir, "Sevdiğini ölçülü sev, ileri gitme" hadisindeki kelime de bu köktendir. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Müminler vakurdurlar, şefkatlidirler, yumuşacıktırlar" sözü de bu anlamdadır. Bu, "onların yürümeleri, hal ve hareketleri (bile), bir yumuşaklık, bir vakar, bir ağırbaşlılık bir tevazu içindedir. Şımararak haddi aşarak, ayaklarını (gururla) yere vurmazlar. Kibirlenerek, böbürlene-böbürlene yürümezler. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Yeryüzünde şımarak yürüme" (Lokman, 18) buyurmuştur. Zeyd Ibn Eslem'in de şöyle dediği rivayet edilmiştir: (......) kelimesinin tefsirini araştırdım ama bulamadım. Derken, bir gün rüyamda gördüm. Bana, "Bunlar yeryüzünde fesâc istemeyen kimselerdir" denildi. Ibn Zeyd'in de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bunlar kibirlenmeyen zorbalık taslamayan ve yeryüzünde büyüklenmek istemeyen kimselerdir." 2. Sıfat: Cahilleri Muhatap Almazlar İkinci sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın "Kendilerine beyinsizler laf attığı zaman, "selâm" derler" ayetinin ifade ettiği husus olup, bunun anlamı, "Biz de uyup sizin gibi cahillik yapmayız. Sizinle bizim aramızda iyi ya da kötü bir şey yoktur" demek olup, bu "Sizin yaptığınıza karşılık size selam verip, size bulaşmayız" anlamındadır. Böylece burada (......) kelimesi (selam etmek) kelimesinin yerine getirilmiştir. Diğer taraftan, onların maksatlarının, selâmet ve sükûneti temin etmek olması da muhtemeldir. Yine bununla, sakınsınlar ve kaçınsınlar diye, onların gidişatlarının kötü olduğuna dikkat çekmenin de kastedilmesi muhtemel olduğu gibi, bu mü'minlerin maksatlarının onlara aynıyla muamelede bulunmaktan kaçınmaları olması da muhtemeldir. Yine bununla, onların cahilliklerine mukabil sabır göstermenin kastedilmiş olması da muhtemeldir. el-Esamm şöyle der: "Bu ayetteki, "selâm" ta'zim ve saygı selamı değil, vedalaşma selamıdır. Bu tıpkı Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, sabasına "Sana selam olsun, uğurlar olsun" (Meryem, 47) ifadesi gibidir. Kelbf ve Ebu'l-Âliye bu ayeti, Kıtal (cihad) ayetinin neshettiğini söylemişlerdir ki, bunu söylemeye gerek yoktur. Çünkü, beyinsizlerin yaptıklarına göz yummak ve onlara ayniyle mukabelede bulunmamak hem aklen hem de dinen güzeldir, hem ırz ve namusun selametinin hem de takvanın sebebidir. 3. Sıfat: Geceyi İbadetle İhya Üçüncü sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın "Onlar ki, gecelerini Rableri için secde ederek ve kıyamda durarak..." ayetinin ifade ettiği husustur. Bil ki Cenâb-ı Hakk, onların gündüz ki gidişatlarından şu iki bakımdan bahsetmiştir: a) Eziyyet etmemek. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın "yeryüzünde vakar ve tevazuyla yürürler" ayetinden kastedilen husustur. b) Sıkıntılara katlanmak. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın "Kendilerine beyinsizler laflar attığı zaman, "selametle!" derler" ayetinden anlaşılandır. Buna göre sanki Cenâb-ı Hakk, o mü'minlerin, insanlara karşı gündüzdeki gidişatlarını açıklayınca, bu ayetlerde de işte onların Haliklarına hizmette meşgul olduklarında, geceki gidişatlarını beyan buyurmuştur ki, bu tıpkı, "Yanları yataklardan uzaklaşır" (Secde, 16) ayeti gibidir. Ayrıca Zeccâc şöyle demiştir: "Geceye yetişen herkese, uyumasa dahi (geceledi) denilir. Bu tıpkı (Falanca, canı sıkkın olarak geceledi) geceyi canı sıkkın olarak geçirdi gibidir. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın ifadesi ileonların gecelerinde namaz kıldıkları kastedilmiştir. Öte yandan alimler kendi aralarında ihtilaf ederek, bazıları şöyle demişlerdir: "Kim bir namazda, Kur'ân'dan az bite olsa bir şey okursa, o kimse secde etmiş ve kıyama durmuş olarak gecelemiş olur." Bunun akşam namazından sonra kılınan iki rekât ve yatsıdan sonra kılınan dört rekât namazla gerçekleştiği de söylenmiştir. Ama evlâ olanı, bununla onların gecelerinin tamamını veya ekserisini ihya etmiş olmakla vasfedilmiş olmalarıdır. Nitekim Arapça'da "Falanca, gündüz sâim (oruçlu) gecede kaim (ibadet halinde)dir" denilir. Hasan el-Basri de şöyle der: "Onlar, Allah rızası için ayakları üstünde (ayakta) gecelerler. Rablerinden korktukları için gözyaşları yanaklarından akarak, yüzlerini Allah rızası için yere vururlar. 4. Sıfat: Cehnneme Girmekten Korkmaları Dördüncü sıfat: Cenâb-ı Hakk'ın "Onlar ki, "Ya Rabbi derler bizden cehennem azabını sav. Gerçekten, onun azabı daimî bir helaktir" ayetinin ifade ettiğidir. Ibn Abbas (radıyallahü anh) "Onlar, secdelerinde ve kıyamlarında, işte bu sözü söylerler" derken, Hasan el-Basri de, "Cehennem azabından tir tir titredikleri için onlar, gündüzün huşu içindedirler, gece de yorgun argındırlar" demiştir. Ayetteki (......) kelimesine gelince, bu, "helak, hüsran, peşi bırakmayan ve yapışan" anlamındadır. Peşi bırakılmayıp ısrarla takip edildiği için borçluya da ğarîm denilmesi bundandır. Yine Arapça'da kafasını kadınlara takan, gönlünü onlara kaptıran kimse için "Falanca, kafasını kadınlara takmıştır, kadınlara çok düşkündür" denilir. Nafi İbnu'-Ezrak, İbn Abbas'a (......) kelimesini sorduğunda, o "Bu can yakan, sızlatan anlamındadır" demiştir. Muhammed İbn Ka'b'ın da şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Cenâb-ı Hak kâfirlerden, onlara verdiği nimetlerin parasını istedi de, onlar onu O'na ödeyemeyince de, onları borçlu tutarak cehenneme soktu." Bil ki Allahü teâlâ, bu mü'minleri gecelerini secde ve kıyam ile ihya etmekle nitelemiş, daha sonra da bunun peşinden onların bu çabalarına rağmen alabildiğine haşyet içinde bulunduklarını ve ilahî azabın kendilerinden uzaklaştırılması hususunda Allah'a yalvardıklarını bildirerek, onların yaptıkları bu duayı zikretmiştir ki, bu da tıpkı "Rablerinin huzuruna döneceklerinden yürekleri korkarak vergilerini verenler" (Mü'minun. 60) ayeti gibidir. Cenâb-ı Hakk'ın "Hakikaten orası ne kötü bir karargâh ve ikametgâhtır" buyruğuna gelince, bu cümledeki (......) kelimesi, tıpkı gibi olup, bu fiilin hakkında (......) kelimesinin açıkladığı mübhem bir zamir bulunup, "mahsûsun bizzemm ise mahzuftur. Buna göre mana "Orası, karargâh ve kalınacak yer olma bakımından ne kötüdür!" şeklinde olup, (......) kelimesi ya haldir ya temyizdir. Buna göre eğer, "Ayet-i kerime şu iki sebepten dolayı, onların, Allahü teâlâ'dan cehennem azabını kendilerinden uzaklaştırmasını istemiştir: 1) Çünkü onun azabı helaktir. 2) Orası, çok kötü bir karargâh ve ikametgâhtır. O halde, bu iki sebep arasında ne gibi bir fark vardır? Yine karargâh (müstekarr) ile ikametgâh (mukâm) arasında ne gibi bir fark bulunur?" denilirse, deriz ki: Kelâmcılar, kâfirin cezasının, fayda şaibesinden tamamiyle uzak ve devamlı bir zarar olması gerektiğini söylemişlerdir. (......) cümlesi onun fayda şaibelerinden uzak katıksız bir azâb olduğuna; (......) ifadesi de, o azabın devamlı olduğuna işaret etmektedir. Bu ikisi arasında bir farkın bulunduğunda ise şüphe yoktur. Müstekarr ile mukâm kelimeleri arasındaki farka gelince, müstekarr'ın iman ehli olan günahkârlar için olması muhtemeldir. Çünkü onlar, ateşte (geçici bir süre için) karar kılacaklar, ama orada (ebedî) mukîm olmayacaklar. "Mukîm" kelimesinin ifade ettiği "ikamet"e gelince, bu da kâfirler içindir. Şunu bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın ifadesinin, Allah'ın kendi sözü olması muhtemel olduğu gibi, bunun o kâfirlerin sözlerinin nakli ve hikâyesi olması da mümkündür. Beşinci sıfat, Cenâb-ı Hakk'ın "Onlar ki, harcadıkları vakit ne israf ederler, ne de cimrilik yaparlar, ikisi arasında ortalama hareket ederler" ayetinin ifade ettiği husustur, (......) kelimesi tâ'nın kesresi ve dammesiyle ve yâ'nın dammesi kâfin sükunu ve tâ'nın kesresiyle ve yâ'nın dammesi, kâfin fethası, tâ'nın da kesresi ve şedde ile şekillerinde okunmuştur ki, bunların hepsi de değişik kullanışlardır. Katr, ıktâr ve taktîr kelimeleri, israfın zıddı olup, kısmak ve daraltmak anlamına gelir. İsraf ise, harcamada haddi, ölçüyü aşmaktır. Müfessirler israf ve kısma hususunda birkaç izah şekli zikretmişlerdir: 1) En kuvvetli olan bu görüşe göre, Allahü teâlâ onları aşırılık ile eksiltme arasında bulunan itidallikle nitelemiş, peygamberine de aynısını emretmiştir. "Elini boynuna bağlayarak asma. Onu büsbütün de açıp saçma"(İsrâ, 29) Vüheyb İbnu'l-Verd'den naklolunduğuna göre o, bir alime şunu sormuştur: Kendisinde israf bulunmayan ev, bina nedir?" sorusuna "Seni, güneşten koruyan ve yağmurdan muhafaza eden!"; Kendinde israf olmayan yiyecek nedir?" sorusuna Açlığı gideren"; Kendisinde israf olmayan elbise nedir?" sorusuna da "Avret mahallerini, (bedenini) örten ve seni soğuktan koruyan" diye cevap vermiştir. Yine rivayet olunduğuna göre, adamın birisi sade bir sofra hazırlayıp Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); davet edince, o, da yanındakilere "icabet bir vazifedir" icabet ediniz" buyurdu. Sonra adam ikinci kez hazırlar ve yine haber yollar, Hazret-i Peygamber, "Münasiptir, dileyen icabet etsin, dileyense otursun (kendi bilir)"der. Sonra adam üçüncü kez yapıp, yine haber yollayınca, "Bu riyadır, bunda hayır yoktur" der. 2) Bu, İbn Abbas, Mücahid, Katâde ve Dahhâk'ın görüşü olup, buna göre israf, Allah'a isyanın söz konusu olduğu hususlarda harcamada bulunmaktır. Kısmak ise, Allah'ın hakkını men etmektir. Mücahid şöyle demiştir: "Şayet bir adam, Ebû Kubeys Dağı kadar altını Allah yolunda harcasa, bu israf olmaz. Ama, Allah'a isyan hususunda bir ölçek (sâ') harcasa, bu israf olur." Hasan el-Basrî de şöyle demiştir: "Bunun anlamı, onlar, Allah'a isyan olacak hususlarda harcamazlar, gerekli yerlerden de asmazlar" şeklindedir. Kısma işi, bazan Allah'ın hakkı olan şeylerden geri durmak şeklinde olur ki, bu, kısmanın en kötü olanıdır. Bazan da, vacib olmayan ama mendûb olan şeylerden geri durmak biçiminde. Bu, meselâ zengin bir kimsenin, kendi akrabaları olan fakirleri zenginliğine yaklaştırmaması gibidir. 3) İsraftan murad, helâl olsa bile dünyada nimetlenme ve ona dalma hususunda haddi aşmadır. Bu, muhakkak ki mekruhtur, zira kendi beğenme ve kibre sebebiyet verir. İktâr ise, kısmaktır. Buna göre, insanı ibadetten alıkoyacak derecede tok olduğu halde kişinin yemek yemesi israftır. İhtiyaç miktarı yerse, işte bu da kısmadır. İşte bu vasıf, Hazret-i Peygamberin ashabının niteliğidir. Onlar, nimetlenmek ve lezzet almak için yemiyorlardı, güzelleşmek ve süslenmek için giyinmiyorlardı. Ama onlar, açlıklarını giderecek ve Rablerine olan ibadetlerini yapmalarına medar olacak kadar yiyorlar; avret mahallerini örtecek ve onları, sıcaktan soğuktan koruyacak şeyleri giyiyorlardı. Burada iki mesele vardır. Ayetteki kavâm kelimesi hakkında Sa'leb şunu demiştir: "Bu kelime kafin fethasıyla adalet ve doğruluk üzere olma; kesre ile kıvam şeklinde okunduğunduysa bir şeyin, sayesinde ayakta durabildiği şeydir." Keşşaf sahibi de şöyle demiştir: "Kavâm kelimesi, iki tarafında dosdoğru ve itidal üzere bulunmasından dolayı, iki şey arasında bulunan denge ve ahenk anlamına gelir. 'İstikâmet" kökünden gelen kavâm kelimesinin bir benzeri de İstiva kökünden gelen ve eşit, müsavi anlamına gelen seva'u kelimesidir. Bu kelime kesre ile kıvam şeklinde de okunmuştur ki, anlamı bir şeyin kendisiyle ayakta durduğu şeydir, kıvamdır. Arapça'da denilir ki, buradaki "kıvam" kelimesinin anlamı, "ihtiyaçların tamı tamına karşılanarak, kendisiyle ayakta durduğu, karşılandığı şey"dir. Buradaki mensûb iki kelimenin, yani ifadelerinin aynı anda iki haber olması caiz olduğu gibi, (......) kelimesinin "zarf-ı lağv"; ifadesinin de "zarf-ı müstekar" olması, yine zarfın haber, (......) kelimesinin de tekid edici hal ifadesi olması mümkündür. Ferrâ şöyle demiştir: "Eğer dilersen ifadesini nin ismi tutabilirsin. Nitekim sen dersin. Bununla da "Bundan daha azı da yeterli ve kâfidir" anlamını kastedersin. Buna göre ifadesinin anlamı, "Bunun, harcamanın ortası daha adildir" şeklindedir." Bu açıklama zayıftır. Çünkü kavâm kelimesi vasat (orta, orta halli) anlamına gelir ki, bu durumda kelâmın takdiri "Orta hallisi, ortadır" şeklinde olur ki bu bir hatadır. 6. Sıfat: Kati, Zina Gibi Günahları İşlemezler Altıncı sıfat, Cenâb-ı Hakk'ın şu ayetleridir: 68Âyetin tefsiri için bak:71 69Âyetin tefsiri için bak:71 70Âyetin tefsiri için bak:71 71"Onlar ki Allah'ın yanında başka bir tanrıya daha tapmazlar. Allah'ın haram ddığı cana haksız yere kıymazlar, zina etmezler. Kim bunları yaparsa, cezaya çarpar. Kıyamet günü de azabı katmerleşir ve o azabın içinde, hor ve hakir olarak ebedi bırakılır. Tevbe ve iman edip de iyi amelde bulunan kimseler müstesna. İşte Allah, bunların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok affeden ve çok merhamet edendir. Kim tevbe eder ve güzel amel işlerse, muhakkak ki o, tevbesi makbul ve rızasına nail olmuş olarak Allah'a döner.". Bil ki, Allahü teâlâ, Rahmân'ın kullarının sıfatlarından olmak üzere, onların şirkten, adam öldürmeden ve zinadan kaçınmayı zikredince, bunun peşinden bu işleri yapanın cezasının ne olacağını belirtmiş, sonra da tevbe eden kimseyi bunlardan istisna etmiştir. Burada birkaç sual bulunmaktadır: Kavramların Sıralanması Hakkında Birinci soru: Allahü teâlâ bu sıfatı zikretmeden önce, Rahmân'ın kullarını, hafif ve yakışık almayan işlerden tenzih etmişti. Bundan sonra daha nasıl, onları şirk, kati ve zina gibi büyük günahlardan tezkiye etmesi uygun düşer? Tertib, şayet bunun aksine olsaydı, daha uygun olma2 mıydı? Cevap: daha önce geçmiş olan sıfatlarla muttasıf olan bir kimse bazan dini sakımdan şirke tutunabilir. Diri diri toprağa gömülen kız çocuğunu öldürmeye yönelebilir ve zina edebilir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hakk kişinin sadece bu niteliklerle, Rahmân'ın kulu olamayacağını, bu nedenle bunlara böylesi büyük günahlardan uzak durması hasletinin de bitişmesi gerektiğini beyan etmiştir. Hasan el-Basri ise buna değişik bir açıdan cevap vermiş ve şöyle demiştir. Bundan amaç, müslümanların yaşantısıyla kâfirlerin yaşantısı arasındaki farka dikkat çekmektir. Buna göre, Cenâb-ı Hakk sanki şöyle demiştir: "Rahmân'ın kulları şu kimselerdir ki: Onlar, Allah'la beraber başka bir tanrıya tapmazlar. Oysa sizler ey müşrikler, tapıyosunuz. Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar. Oysa siz, ey müşrikler diri diri toprağa gömdüğünüz kız çocuklarınızı öldürüyorsunuz. Zina etmezler, oysa siz ey müşrikler, zina ediyorsunuz." İkinci soru: "Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar" ifadesinin anlamı nedir? Katledilmesi helâl olanın, öldürülmesi haram kılınmış nefs, can kapsamına girmediği malumdur. O halde bu istisna, daha nasıl uygun olabilir? Cevap: Öldürmenin haramlığını gerektiren hüküm, ebedî olarak kaimdir ve yürürlüktedir. Öldürmenin cevazı ise, arızî olarak sübut bulmuştur. Buna göre "Allah haram kıldı" ifadesi, haramlığı gerektiren hükme; "geçerli bir hak olan bir sebepten dolayı olursa müstesna" ifadesi de, arızî olan sebebe bir işaret olmuş olur. Üçüncü soru: Hangi sebepten dolayı, kati helâl olabilir? Cevap: İrtidâd, evlendikten sonra zine sebebiyle, hadiste de varid olduğu gibi, kısas yoluyla öldürmek suretiyle... Adam öldürmenin savaştan dolayı ve bir de aleyhinde delil sayılabileceği mülahazasıylada kısas gerekeceği söylenmiştir. Eğer delil bulunmazsa, durumun kendisine şehâdet etmesiyle öldürülür. Dördüncü soru: Bazı alimler ifadesini, irtidâd, dinden dönme ile açıklamışlardır. Bu doğru mudur? Cevap: Kati kelimesi umûmi bir ifade olup, hepsini içine alır. İbn Mesûd'dan şu rivayet edilmiştir: "Dedim ki, "Ey Allah'ın Resulü, hangi günah daha büyüktür?" "Seni yarattığı halde, Allah'a eş koşman!" buyurdular. "Daha sonra?" deyince, "Seninle yemek yer de, (rızkın daralır) korkusuyla çocuğunu öldürmen" buyurdular Ben, "Ya Resûlullah daha sonra" deyince de "Komşunun karısıyla zina etmendir!" buyurdular. Bunun üzerine Allah da onu tasdik eden bu ayetleri inzal buyurdu. Beşinci soru: (......) kelimesinin anlamı nedir? Buna birkaç bakımdan cevap verilir: 1) Bu, günahın cezasıdır. Kelime (vebal, günah, manevi ağırlık) ve (ceza, ikâb) veznindedir. 2) Ebû Müslim'in görüşü olup, buradaki esâm kelimesi ism anlamındadır. İkisi de aynı anlamda olup, günah manasına gelir. Burada bununla kastedilen ise, günahların karşılığı ve cezasıdır. Böylece bir şeyin ismi, onun karşılığı olarak O anılmış demektir. 3) Hasan el-Basri "asam kelimesi, cehennemin isimlerinden bir isimdir" derken, Mucahid, bunun cehennemde bir vadi olduğunu söylemiştir. Abdullah Ibn Mesûd şiddetli anlamında olmak üzere, (......) şeklinde okumuştur. Çok şiddetli ve fırtınalı bir gün hakkında da (......) denilir. Cenâb-ı Hakk'ın "Kıyamet günü de azabı katmerleşir ve o azabın içinde, hor ve hakir olarak ebedi bırakılır" ayetine gelince, onunla ilgili birkaç mesele vardır: (......) Kelimesi (......) kelimesinden bedeldir. Çünkü, bu ikisi aynı anlamdadır. Bu kelime (......) şeklinde okunduğu gibi, nün ve "azâb" kelimesinin nasbi ile (......) şeklinde de okunmuştur. Yine bu kelime ya müste'nef bir cümle ya da hal cümlesi olarak ref ile (......) şeklinde de okunmuştur. (......) kelimesi de böyledir. Bu kelime mechûl olarak if'âl ve te'fîl babından (......) ve (......) şeklinde de okunmuştur. Yine bu kelime, iltifattan dolayı (sen ebedi kalırsın) şeklinde de okunmuştur. Kâfirler Fûrû-u Şeraiti Haiz Olup Zekât Verebilirler mi? Azabın kat kat kılınmasının sebebi şudur: Müşrik, şirkinin yanısıra başka günahlar da işleyince, hem şirkinden hem de diğer günahlardan dolayı azâb görür. Böylece de kendisinden dolayı azâb görülen şeylerin, sayısı artıp katlandığı için, onun cezası da kat kat artmış olur ki, işte ayetin bu ifadesi, kâfirlerin de dini fürûundan sorumlu olduklarına delâlet eder. Kâdî şöyle der: "Allahü teâlâ bu kat kat olma ve artma işinin devamlı olmadaki durumlarının, değişmeden aynen aslında olduğu gibi devam edeceğini beyan buyurmuştur. O halde, ayet-i kerimedeki ifadesinin anlamı, o kimse bu kat kat azâb içinde devamlı kalıcıdır" demek olur. Sonra bu kat kat verme işi, günahlara karşılık olan bir cezadan Dolayı meydana geldiği için, bu isyanların cezasının kâfir hakkında ebedi olması gerekir. Durum böyle olunca da bunun mü'minler hakkında da aynı olması gerekir. Çünkü ister başkasıyla birlikte yapılsın, isterse yalnız başına yapılsın, bunun durumu hakedilen şey hususunda değişmez." Buna şöyle cevab verilir: "şirkin, başka günahlarla birlikte işlendiğinde, bunun : -Kinliğin artmasında bir tesiri niçin olmasın? Baksana herne kadar birlikte yapıldığında kabih (çirkin) olan iki şeyden biri tek başına aslında güzel olabilir. Yine bazan ikişeyi birlikte yapmak daha çirkin (kötü) olduğu halde, onlardan herbiri tek tek sadece biraz kötü olabilir. İşte burada da böyledir. Ayetteki "O azabın içinde, hor ve hakir olarak ebedi bırakılır" ifadesi, tıpkı mükafaatın, ta'zim (saygı ile) içice olan saf menfaat olması gibi, ikâbın da zelil kılma, hor ve hakir kılma ile içice olan, katıksız bir zarar olduğua bir işarettir. Hak teâlâ'nın "Tevbe ve iman edip de iyi amelde bulunan kimseler müstesna" ifadesine gelince, bununla ilgili birkaç mesele var: Ayet, tevbenin makbul olduğuna delâlet eder. Buna delâlet eden "istisna" değildir. Çünkü Cenâb-ı Hak, o kimsenin azabının kat kat olduğunu bildirmiştir. Binâenaleyh bu istisnanın yerinde olabilmesi için, tevbe edenin azabının katkat olması gerekir. O halde ayette buna delâlet eden, "işte Allah bunların kötülüklerini iyiliklere çevirir" cümlesidir. Ibn Abbas (radıyallahü anh)'ın "Katilin tevbesi makbul değildir" demiş ve bu ayetin, "Kim bir mü'mini kasten öldürürse"(Nisa. 93) ayeti ile mensûh olduğunu iddia etmiştir. Sahabe, "yumuşaklıktan fazla geçmeden daha sert hüküm indi" demişlerdir. Dahhak ve Mukâtil'in aradaki müddetin, sekiz yıl olduğunu söyledikleri rivayet edilmiştir. Bu husustaki izahımız, Nisa sûresinde geçmişti. Eğer "amel-i sâlih" içine tevbe ve iman da girer. Öyle ise "amel-salih"den önce bu ikisinin zikredilmesi, gereksiz birşey olmaz mı?" denilirse, biz deriz ki: "Cenâb-ı Hak, iman ve tevbeyi, çok önemli ve şerefli oldukları için, ayrıca zikretmiştir. Bunlarla birlikte mutlaka diğer sâlih ameller de gerekli olduğu için, bu ikisinin peşinden "amel-i salih"i de zikretmiştir. Günahların Yerine Sevap Yazılması Âlimler, ayetteki "İşte Allah bunların kötülüklerini iyiliklere çevirir" cümlesi ile ne kastedildiği hususunda şu değişik izahları yapmışlardır: 1) Ibn Abbas, Hasan el-Basrl, Mücâhid ve Katade'ye göre bu çevirme işi, dünyada iken olur: Allahü teâlâ o kimselerin müşrik iken yaptıklar: kötü amelleri, müslüman olarak güzel ameller işleme haline çevirir. Binâenaleyh Allah, onların şirkini imana, mü'min öldürüşlerini müşrik öldürmelerine, zinalarını da iffete ve namusa çevirmiştir. Böylece Hak teâlâ sanki onlara onları bu salih amellere muvaffak kıldığını ve onların bu sayede o mükafaatları hakettiklerini müjdelemiştir. 2) Zeccâc şöyle der: "Günahın (seyyienin) kendisi, haseneye (iyilik haline) dönüşmez. Fakat bu husustaki te'vilimiz şöyle olur: Onların yaptıkları seyyieler, tevbeleri sayesinde silinir ve tevbe ettikleri için onlara hasene (sevap) yazılır. Allah Kâfirin iyi amelini boşa çıkarır ve onun yerin günah yazar." 3) Bazı alimler de şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ bu ayete göre, kulun günahlarını siler ve onların yerine hasene (sevap) yazar." Bu, Sa'id b. el-Müseyyeb ile Mekhûlün görüşüdür. Bunlar Ebu Hureyre (radıyallahü anh)'nin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den naklettiği şu hadisi delil getirmişlerdir:"Hiç şüphesiz bazıları dünyada çokça günah işlemiş z.mayı temenni edeceklerdir." "Ey Allah'ın Resulü bunlar da kim?" denilince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Onlar, Allah'ın seyyiâtını hasenata çevirdiği kimselerdir" Kenzu'l-Ummal, 4/10227. buyurmuştur. Bu izaha göre, bu çevirme işi âhirette olacak demektir. 4) Kaffal ve Kâdî şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, cezayı ve ikabı, mükafaat çevirir. Binâenaleyh Allahü teâlâ ayette, seyyie ve haseneyi zikretmiş, ama bunlarla bunların karşılığını kastetmiştir. Bu kelimeler böyle karşılık (ceza) manasına hamledilince, "çevirme" işinin Allah'a isnadı, mecazi değil hakiki olur. Çünkü mükafaatlandırma sadece, Allah tarafından olur. Hak teâlâ'nın "Kim tevbe eder, güzel amelde bulunursa, muhakkak o tevbesi makbul ve rızasına nail olmuş olarak Allah'a zöner" ifadesi ile ilgili şu iki soru sorulabilir: Birinci soru: Ayetteki bu tekrarın faydası (hikmeti) nedir? Cevap: Buna şu iki şekilde cevap verilir: 1) Bu bir tekrar sayılmaz. Çünkü birincisi, o günahlar hakkında olunca, Cenâb-ı Hakk, tevbenin geçerli olması hususunda, bütün günahların onlar gibi olduğunu da sununla beyan etmiştir. 2) Birinci tevbe, kişinin şirk ve günahlardan dönmesi, onları bırakması manasınadır; ikincisi ise, insanın mükafaat ve sevap için, Allah'a dönmesi manasınadır. Bu da tıpkı, "Sadece O'na tevekkül ettim ve dönüşün de sadece Onadır" (Ra'd, 30) ayeti gibidir. İkinci soru: Tevbe zaten sadece Allah'a yapılır. Öyle ise, ayette "O... Allah'a tevbe eder, döner" denilmesinin hikmeti nedir? Cevap: Buna da birkaç yönden cevap verilebilir: 1) Daha önce de bahsettiğimiz gibi, birinci tevbe günahlardan dönme manasına, bu ikincisi ise Allah'ın hükmüne ve mökafaatına dönme demektir. 2) Bu, "Kim Allah'a tevbe eder (dönerse), hiç şüphesiz Allah katında makbul olan, günahlarını silen ve büyük mükafaat kazandıran bir tevbe yapmış olur" demektir. 3) Ayetteki bu ifade geçmiş ile ilgilidir. Çünkü Hak teâlâ şöyle demek istemiştir: "Kim bu tevbeyi geçmişte ıhlaslı bir şekilde yaparsa, Allah ona gelecekte tevbe etmeye muvaffak kılacağını vaadetmektedir." Bu, en büyük bir müjdedir. Yedinci sıfat: Bu, şu ayette bahsedilen sıfattır: 72"Onlar, yalan şâhidlik etmezler, boş ve kötü söze rastladıkları vakit, şerefli olarak geçip giderler". Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır: Ayette bahsedilen "zûr" ile, yalancı şâhidlik manası kastedilmiş olması muhtemeldir. Buna göre mana, "Onlar, yalan yere şâhidlik etmezler" şeklindedir. Binâenaleyh bu ifadeden muzâf hazfedilmiş, muzâfun ileyh onun yerine getirilmiştir (takdiri (......) şeklindedir). Yine bununla, yalan konuşulan yerlerde durmama manası da kastedilmiş olabilir. O zaman bu ayet tıpkı, "Onlar bir başka söze dalmcaya kadar, onlardan yüz çevir" (Enam, 68) ayeti gibidir. Yine bununla, uygun olmayan şeylerin geçtiği hiçbir yerde bulunmama manası da kastedilmiş olabilir. Böylece bunun içine, müşriklerin bayramları ile fasık-fâcirlerin toplantıları da girer. Çünkü şer ehline karışıp, onların işlerine müşahede eden, onların toplantı yerlerinde bulunan, bütün bu günahlarda onlara ortak olmuş olur. Çünkü orada bulunma ve seyretme o işe razı olmanın delilidir. Hatta bu, o işlerin yapılmasına ve gelişmesine bir sebeptir. Çünkü onları o işi yapmaya sevkeden şey, seyredenlerin onu hayranlıkla seyredip, arzu ile bakmasıdır. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Bununla Allah'a ve Resûlullah'a iftira edilen, onlar hakkında atılıp-tutulan, yalan-yanlış konuşulan meclislerde bulunmama kastedilmiştir." Muhammed b. Hanefiyye ise "Zûr, şarkı-türkü söylemektir" demiştir. Bil ki bütün bu izahlar, ayetin muhtevasına dâhildir. Fakat "zûr" kelimesinin, "yalan" manasına kullanılması daha yaygındır. En doğru görüşe göre, "lağv", boş ve faydasız şeylerden sayılıp, terkedilmesi gereken her şeydir. Bazı alimler bunu, "Allah'a taat olmayan her şey" diye tefsir etmişlerdir. Bu zayıftır. Çünkü taat olmayıp mubah olan işler, lağv sayılmaz. Binâenaleyh ayetteki bu ifadenin manası, "Onlar lagve, yani ehl-i lağve (lağv e meşgul olanlara) rastladıkları zaman" şeklindedir. Ayetteki ifadesinin, "Onlar, lağv hali gibi şeylerden ötürü, kendilerine ikram edici olarak geçip giderler" manasında olduğu, onların kendilerine ikramının da "Bu gibi şeylerden uzak durmak, hoşlanmamak, böyle şeylere destekçi ve alkışçı olmamak suretiyle olduğu söylenmiştir. Bunun içine, şirk, Kur'ân hakkında ileri geri konuşma, peygambere atıp tutma ve dine-diyânete uygun olmayan şeylere dalma girer. Bu Mmenin aslı, sütü sağılırken iyilik olsun diye, kendini koyuveren deve için kullanılan "nakatün kerimetün" ifadesinden alınmıştır. Buna göre sanki o deve, sütü çok bol olduğu için, kendisinden sağılana hiç aldırmıyormuş gibi bir hal almış olur. İşte bundan ötürü, başkalarının hatalarına hiç aldırmama manasında, teşbihen kullanılmıştır. Nitekim el-Leys şöyle der: "Arapça'da, birisi kendisine isnâd edilen ayıplardan uzak olup, kendini bunu söyleyenlerden kerîm (şerefli) kabul ettiğinde, (......) denilir." Bu ayetin bir benzeri de, "Bunlar, yaramaz lakırdı işittikleri zaman, ondan yüz çevirdiler ve, "Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size aittir. Size selâm (olsun). Biz câhillere uymayız" dediler" (Kasas, 55) ayetidir. Hasan el-Basri'nin, "Günahlar, onların akıllarını çelmez, iştahlarını çekmez" dediği rivayet edilmiştir. Yine bunun, "Onlar, kâfirlerin sövüp saymalarını ve eziyetlerini gördükçe aldırmazlar" manasında veya "Onlar, cinsî münasebetten açıkça değil, imâ ile bahsederler" manasında olduğu da söylenmiştir. Sekizinci sıfat: Bu, şu ayetin ifade ettiği husustur. 73"Onlar, kendilerine Rablerinin ayetleri okunduğu zaman, bunlara karşı kör ve sağır düşmezler". Bu ayet hakkında Keşşaf sahibi şöyle der: "Fiilin başındaki"düşme" olmadığını değil, aksine olduğunu göstermiş; ama kör ve sağır olma işinin söz konusu olmadığını ifade etmiştir. Nitekim Arapça'da "Zeyd bana selam vererek gelmedi" denilir ki bu da, aslında Zeyd'in gelmediğini değil, selam vermediğini ifade eder. Buna göre ayetin manası, "Onlar, kendilerine ayetler okunduğunda, onları dinlemek için aşırı arzu göstererek onlara üşüşür ve onlarda bahsedilen şeylere yönelirler" şeklindedir ki onlar, ayetlere böyle üşüşmelerinde dikkatlice dinleyen ve ezberleyen bir kulak ile dinlerler ve işi hakkıyla takibeden bir gözle izlerler. Yoksa bunlar münafıklar gibi, ayetler kendilerine okunduğunda, aslında onları anlamadıkları ve onda olanı görmedikleri için sanki sağır ve dilsizler gibi oldukları halde, kendilerini ayetlere üşüşüyormuş, ayetlere yöneliyormuş, bunları dinlemek için aşırı arzularından dolayı, ayetleri okuyana koşuşuyorlarmış gibi gördüğün kimseler değillerdir. Dokuzuncu sıfat: Bu, şu ayette bahsedilen sıfattır. 74"Onlar şöyle diyenlerdir "Ey Rabbimiz, bize zevcelerimizden ve nesillerimizden, göz aydınlığı olacaklar ihsan et. Bizi müttakilere imam kıl". Bu ayetle ilgili birkaç mesele var: Nâfi, Ibn Kesir, İbn Âmir ve Âsimin ravisi Hafs: "zürriyet" kelimesini cemî elifi ile "zürriyyâtina" şeklinde okurken, diğer kıraat imamları, bu elif olmaksızın müfred okumuşlardır. Çünkü bu kelime, hem müfred, hem cemi olabilir. Bununla, onların mal ve güzellik gibi, dünyevî şeylerde değil de, dinî bakımdan göz aydınlığı olacak nesiller istediklerinde şüphe yoktur. Alimler bu hususta şu iki izahı yapmışlardır: 1) Onlar, dünyevi hususlarda kendilerine yardımcı olacak eşler ve zürriyetler istemişlerdir. Böylece Allah'a taata sarılma hususunda, o eşlerinin ve çocuklarının da kendileriyle birlikte olmalarını arzu etmişler ve evlâd-ü iyallerinin cennette, kendileriyle birlikte bulunma arzuları güç kazanmıştır. Çünkü onların, bu arzu sayesinde, dünyada sevinçleri tamamlanır, ahirette ise mükafaat elde ettikleri zaman, çok sevinirler. 2) Onlar, sevinçlerinin tam olması için, Allahü teâlâ'dan, cennette eşlerini ve çocuklarını kendilerine katmasını istemişlerdir. Buna göre eğer, (......)daki min harfi cerri ne çeşittir?" denilirse, biz deriz ki: "Bunun min-i beyâniyye olması muhtemeldir. Binâenaleyh sanki, "Bize, göz aydınlığı acak kimseler ihsan et" denilmiş ve sonra göz aydınlığının kimlerden olacağı eşlerimizden" ifadesi ile beyân edilmiştir. Bu, Arapların "Sen arslansın" manasında (......) demeleri gibidir. Bu "min"in, "kendileri sayesinde çözlerimizin aydın olacağı taat ve salâh gibi şeyleri, o eşlerimiz ve çocuklarımız tarafından bize bağışla" manasında olmak üzere, min-i ibtidâiyye olması da muhtemeldir. Buna göre şayet, "Cenâb-ı Hakk niçin (......) diyerek bu ifadeyi nekre getirmiş ve bir azlık anlamını ifade etmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Nekre kılmasına gelince, bu, (......) kelimesini nekre kılmak içindir. Çünkü muzafı nekire yapmanın yolu, muzâfun ileyhi nekire kılmaktan geçer. Buna göre Cenâb-ı Hakk sanki, "Bize, onlardan (zevceler ve zürriyetlerimizden) dolayı, sürür ve mutluluk ver" demek istemiştir. Ayette değil de denilmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hakk bununla müttakilerin gözlerini kastetmiştir ki, müttakilerin gözleri başkalarının gözlerine oranla azdır. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Şükreden kulların ne de azdır" (Sebe, 13) buyurmuştur. Zeccâc şöyle der: "Arapça'da, "Allah gönlüne göre versin" anlamında denilir. Mufaddıl ise, "Göz aydınlığı"nın ne demek olduğu hususunda, şu üç izah yapılmıştır" demiştir: a) O gözlerin akan yaşlarının serinliğidir ki, bu sevinçle gülme esnasında olur. Hüzünden dolayı akan göz yaşı ise, sıcak ve hararetli olur. b) Bu, gözlerin uyumasıdır. Zira gözler uyuduğunda, hüzün ve acılar gider. c) Bu, Allah'ın rızasına nail olmadır. Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesine gelince, doğruya en yakın olanı şudur: "Onlar Allahü teâlâ'dan, kendilerini kendilerine işaret edilip uyulacakları bir taat mertebesine ulaştırmasını istemişlerdir." Bazı alimler de, "Ayet-i kerime de; din hususundaki riyaset ve önderliğin talep edilip arzulanmasının vacib olduğuna dair delil vardır" demişlerdir. İbrahim (aleyhisselâm) de, "Sonrakiler içinde benim için lisân-ı sıdk ver" (Şuâra, 84) buyurmuştur. Bu ayet-i kerimenin, cennetle müjdelenen on kişi hakkında nazil olduğu söylenmiştir. Ehl-i sünnet alimlerimiz bu ayetle, kulun fiilinin Allah tarafından yaratıldığına istidlalde bulunmuşlar ve şöyle demişlerdir: "Dindeki önderlik ancak ilim ve amel ile olur. Bu da, ilim ve amelin ancak Allahü teâlâ'nın kılması ve yaratmasıyla olacağına delâlet eder." Kâdî ise, "Buradaki talep ve istekten maksat, çoğaldıklarında onların bu vazifelere seçilecekleri ve böylece de imamlar olacakları lütuflardir" demiştir ki, buna şöyle cevap verilir. Bu lütuflar, şüphesiz ki zaten yapılmışlardır, binâenaleyh onları yeniden talet mek abes olur. Ferrâ şöyle demiştir: "Ayet-i kerimede tekil olarak (bir imam) buyrulmuş, buyurulmamıştır. Nitekim tesniye içinde, alemlerin Rabbi olan (Allah'ın) peygamberiyiz" (Şuâra, 16) buyurulmuştur. Burada anlamın, "Sizi bir çocuk olarak çıkarır" (Hacc. 5) ayet-i kerimesinde de olduğu gibi, "Bizden herbirini bir imam kıl" şeklinde olması caizdir. Ahfeş ise şöyle demiştir: "İmâm kelimesi çoğul olup, bunun tekili, tıpkı (oruç tutanlar) kelimesinin müfredinin (oruç tutan) olması gibi, (......) kelimesidir." Kaffal ise, "Bana göre, "imâm" kelimesi isim muamelesi gördüğünde tekil getirilir.Buna göre sanki, "Bizleri, müttakiler için bir hüccet yap" denilmiştir. el-Beyyine (delil, burhan) kelimesi de bunun bir benzeridir. Arapça'da mesela "Şunlar falancanın delilidir" denilir. Bil ki, Cenâb-ı Hakk muhlis ve muttaki kimselerin sıfatlarını sayıp dökünce, bundan sonra da, onlara olan ihsanının çeşitlerini beyan etmiştir ki, bunlar da, iki şeyden meydana gelen bir gruptur: Faydalar ve tazım, saygı. Faydalara gelince, bu Cenâb-ı Hakk'ın şu ayetidir: 75"İşte onlardır ki, zorluklara katlanıp dayanmaları sebebiyle, gurfe ile mükafaatlandırılacaklar.". Bu ifadeden murad şudur: "Bu kimseler gurfelerle (cennet odalarıyla) mükafaatlandırılacaklardır." Bunun delili ise "Onlar, odalar içinde emindirler" ayetidir. Cenâb-ı Hakk, "Onların odaları vardır; odalar üstünde odalar" (Zümer, 20) buyurmuştur. Gurfe kelimesi Arapça'da "yüksek olan" anlamına gelir. Buna göre, her yüksek bina, bir "gurfe"dir. Bundan burada maksat ise, yüksek derecelerdir. Müfessirler ise, "gurfe"nin cennetin ismi olduğunu söylemişlerdir. Buna göre anlam, "onlar cennetle mükafaatlandırılacaklardır. Bu çok sayıda cennet bahçeleridir" şeklinde olur. Bazı alimler ise bu ifadeyi Bunlar, "gurfe" içinde mükâfaatlandırılırlar" şeklinde okumuştur. Cenâb-ı Hakk'ın zorluklara katlanıp dayanma sebebiyle" ifadesine gelince, burada iki bahis vardır: Kul Ameliyle Cennete Girer mi? Birinci bahis: Ayet-i kerimeyle, cennetin kullarca hak edildiği görüşünü savunan kimse istidlalde bulunmuş ve şöyle demiştir: ifadesindeki bâ harf-i cerri, buna delâlet eder. Eğer bu vaadden dolayı olsaydı, bu doğru olmazdı. İkinci bahis: Burada sabr zikredildi de, neye karşı sabredildiği zikredilmedi. Bu her nev'i içine alsın diyedir. Öyleyse onların marifetullah hususundaki tefekkür ve istidlal meşakkatlerine, terk et işleme, şehevî şeyleri terk etme meşakkatlerine, müşriklerin ezalarına katlanma meşakkatlerine; cihâd, yoksulluk ve nefsi eğitme meşakkatlerine katlanmaları ve sabretmeleri de, bu ifadenin kapsamına girer. Buradaki sabrın, özellikle fakirliğe karşı olduğunu söyleyen kimsenin görüşü, pek uygun düşmez. Çünkü bu nitelikler zenginlikle birlikte tahakkuk edince, fakirlikle birlikte tahakkuk ettiğinde de nasıl cennete müstehak olacaksa, zengin olan ve bu sıfatlarla muttasıf olan kimse cennete müstehak olur. İkincisine, yani tazime gelince, bu Cenâb-ı Hakk'ın “Orada sağlık temennileri, ve selâm ile karşılanacaklardır” (Furkan, 75) ifadesidir. Bu ifade tıpkı “onlara, bir güzellik ve bir sevinç vermiştir” (İnsan. 11) ayetinde olduğu gibi, yulakkavne şeklinde okunduğu gibi, “cezaya çarpar” (Furkan. 68) ayetindeki şekliyle, yefkavne şeklinde de okunmuştur. “Tahiyye” Allah'ın uzun ömür vermesi için dua etmek, “selâm” ise, esenlik ve salim olması için dua etmektir. Buna göre, “tahiyye” “cennet nimetlerinin bakî olması, hiç kesilmemesi” anlamına geliyorken, “selâm” kelimesi ise, bu nimetin zarar şaibelerinden uzak olması anlamını ifade eder. Sonra, bu tahiyye ve selâmın, Cenâb-ı Hakk'ın “Rahim olan Rab'den gelen bir söz olmak üzere, selâm” (Yasin, 58) ayetinden dolayı, Allah'dan olması da mümkün olduğu gibi, “Her kapıdan melekler, “Size selâm olsun” diye onların yanına girer” (Rad, 23) ayetinden dolayı meleklerden olması mümkündür. Onların “birbirlerini selâmlamış olmaları da muhtemeldir. 76Âyetin tefsiri için bak:77 77"Orada ebedî kalıcıdırlar onlar. O, ne güzel bir karargâhtır, (ne güzel) bir ikâmetgâhtır. De ki: "Dua ve ilticanız olmasaydı, Rabbim size değer verir miydi?" Şimdi, siz yalanladınız. O halde, (size artık), yakın bir azâb kaçınılmaz oluyor". Cenâb-ı Hakk'ın, "Orada ebedi kalıcıdırlar onlar. O, ne güzel bir karargâhtır, (ne güzel) bir ikâmetgâhtır" ifadesine gelince, bundan murad şudur: Allah onlara önce faydalar, sonra da tazim vaadedince, daha sonra bu iki şeyin vasfının da sürekli olduğunu beyan etmiştir ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın "Orada ebedi kalıcıdırlar ifadesinden murad edilendir. Bu iki şeyin diğer bir vasfının da, katıksızlık ve saflık olduğunu beyan etmiştir ki, bu da Cenâb-ı Hakk'ın "O, ne güzel bir karargâhtır, (ne güzel) bir ikametgâhtır" ifadesinden murad edilendir. Bu, "Hakikat o, ne kötü bir karargâh ve ikametgâhtır" (Furkan, 66) ifadesine mukabil olarak gelmiştir. Yani, "Öteki ne kadar kötü iken, bu ne kadar güzeldir" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "De ki: "Dua ve ilticanız olmasaydı, Rabbim size değer verir miydi? Şimdi, muhakkak surette yalanladınız. O halde (sîze artık), yakın bir azab kaçınılmaz oluyor" buyruğuna gelince, bil ki: Allah müttakilerin sıfatlarını açıklayıp, onların mükafaatının durumunu beyan edince, Resulüne, "Dua ve ilticanız olmasaydı, Rabbim size değer verir miydi?" demesini emretmiştir. Bu ifadeyle de, kendi yüce zatının, kulların ibadetinden müstağni olduğunu, onları ancak kendi taatlarından faydalanmaları için mükellef tuttuğunu anlatmıştır. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Halil şöyle demiştir: deyimi, "Ben onu ne yapayım?" anlamındadır. Bunu söyleyen kimse bu ifadeyle sanki onu değersiz görmekte ve küçümsemektedir." Ebû Ubeyde ise şunu demiştir: " demek, "Onun varlığı ile yokluğu benim nazarımda müsavidir" demektir. Zeccâc da "Bunun anlamı, "sizin, Rabbiniz katında zerre ağırlığınca değeriniz yoktur" demektir" demiştir. Çünkü Arapça'da, ağırlık anlamına gelir. Ebû Amr İbnu'l-Alâ da: "Bunun anlamı, "Rabbiniz size aldırış etmez" şeklindedir" demiştir. Buradaki ü hakkında iki görüş bulunmaktadır: a) Bu, istifham manası kapsamaktadır. Nasb mahallinde olup, masdar mâ'sıdır. Buna göre sanki Duanız olmasaydı, Rabbiniz size hangi değeri verirdi ki?" denilmek istenmiştir, b) Bu mâ'nın olumsuzluk mâ'sı olması. "Dua ve ilticanız olmasaydı" ifâdesi hakkında alimler iki izah şekli zikretmişlerdir: a) Bunun manası, "Allah'ın sizi, dine ve tâate çağırması olmasaydı, Rabbiniz katında ne değeriniz olurdu ki?" şeklindedir. Buna göre "dua" kelimesi, mef'ûlüne muzaf olmuş olan bir masdardır. b) Buradaki "dua" kelimesi, failine muzaf olmuştur. Bu durumda da alimler birkaç zah şekli zikretmişlerdir: 1) demek, "eğer sizin imanlarınız olmasaydı" demektir. 2) Bu, "Eğer sizin ibadetleriniz olmasaydı" demektir. 3) "Sıkıntılar gelince, O'na yakarmanız olmasaydı" demektir ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın, "O gemiye bindiklerinde Allah'a dua ettiler" (Ankebut. 65) ayeti gibidir. 4) (......) den maksat, "Yani sizin onun ihsanına mukabil şükrünüz olmasaydı" manasıdır. Bu tıpkı, "Eğer şükrederseniz, Allah size niye azab etsin" (Nisa, 147) ayeti gibidir. 5) Bu, "Sizleri ben ancak, Ben'den isteyesiniz, ben de vereyim, bağışlanmanızı talep edesiniz, ben de affedeyim diye yarattım ve ihtiyacınızın giderilmesini üzerime aldım" anlamındadır. Ayetteki "Şimdi, muhakkak surette yalanladınız" cümlesine gelince, bunun anlamı şudur: "Ben size, ben kullarıma ancak ibadetlerinden dolayı değer veririm" şeklindeki hükmümü bildirince, sizler bu hükmümü yalanlamak suretiyle muhalefet ettiniz. Bundan dolayı yalanlamanızın peşinden size bir azab gelecektir ki, bu ahiret azabıdır." Bunun bir benzeri de hükümdarın kendisine karşı gelene "Benim âdetim şudur: Bana itaat edene lütfederim. Sen ise bana asi oldun. Binâenaleyh bana isyanından dolayı, başına neler getireceğimi göreceksin" demesidir. Eğer, "Bu hitab kime yöneliktir?" denilirse, deriz ki: Mutlak anlamda bütün insanlara, onların içinde, âbidler vardır, yalanlayanlar vardır, isyankâr olanlar vardır. Böylece onlara kendilerinde olan yalanlama ve ibadet sıfatlarıyla hitap olunmuştur. Bu ifade, "Muhakkak ki kâfirler yalanladılar da, böylece azâb, onlar için kaçınılmaz olacaktır" şeklinde de okunmuştur. Yine (......) kelimesi, fetha ile lezâmen şeklinde okunmuştur ki, "lazım olmak" "kaçınılmaz olmak" anlamındadır. Tıpkı sebat ve sübût kelimeleri gibidir. En güzel izah ise şudur: "Onun vaadolunan şeylerden olduğu bilindikten sonra, ibhâm için ve bir de vasfedilemeyecek denli çok olan şeyleri kapsamına alsın diyenin ismi zikredilmez." Bu azabın ahirette olduğu söylenildiği gibi, bunun Bedr günü olduğu da söylenmiştir. Bu, Mücahid (r.h)'in görüşüdür. Allah en iyisini bilir. |
﴾ 0 ﴿