2Furkân'ı, âlemlere bir nezir olsun diye, kulu (Muhammed'e) indiren (Allah) ne yücedir ki, göklerin ve yerin mülkiyeti O'na aittir. O, hiçbir evlât edinmemiştir. O'nun, mülkünde bir ortağı da yoktur. O, herşeyi yaratıp ona bir nizâm vermiş ve onun mukadderatım takdir etmiştir". Bil ki Hak teâlâ bu sûrede, tevhidden, nübüvvetten ve Kıyametin hallerinden bahsetmiş, daha sonra da bu sûreyi, yakînen inanan ihlaslı kullarının vasıflarını delirterek bitirmiştir. Bir yaratıcının ve O'nun celal sıfatlarının ispat edilmesinin, herşeyden önce belirtilmesi gerektiği için, Allahü teâlâ sûreye bu hususla başlayarak "Furkân'ı, kulu (Muhammed'e) indiren (Allah) ne yücedir!" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Zeccac şöyle der: "Tebâreke kelimesi, "bereket" masdarından olup, "tefâül" vezninde bir fiildir." Bereket, hayrın bol ve fazla olması demektir. Burada şu iki mânâ düşünülebilir: a) Bu, "O'nun hayrı çoğaldı ve arttı" demektir ve "Eğer Allah'ın nimetlerini (tek tek) saymaya kalkışsanız, sayamazsınız" (Nahl, 18) ayetiyle kastedilen manadır. b) Bu, "Allah, zâtı, sıfatları ve fiilleri hususunda, herşeyden münezzeh ve müstağni oldu" demek olup, "O'nun benzeri yoktur" (Şûra, 11) ayetiyle kastedilen manadır. Bunun, Cenâb-ı Hakk'ın zâtı hususunda herşeyden müstağni ve münezzeh olması manası oluşuna gelince, mananın "varlığının vâcib ve kadîm olması sebebiyle, yok olmaktan ve değişikliğe uğramaktan uzaktır, yücedir, münezzehtir ve beridir" şeklinde olması muhtemel olduğu gibi; "Tekliği ve birliği sebebiyle, mümkin (mahlûk) varlıklardan herhangi birisine benzemekten uzaktır, yücedir, münezzehtir ve bendir" şeklinde de olabilir. Hak teâlâ'nın, sıfatları hususunda herşeyden münezzeh oluşuna gelince, bunun manasının, "O'nun ilmi, zaruri veya kesbî veya tasavvuri, yahut da tasdikî olmaktan münezzehtir" şeklinde olması muhtemeldir. Cenâb-ı Hakk'ın, kudreti hususunda herşeyden münezzeh olmasına gelince, Bu, "O, maddeye, zamana, bir modele ve bir maksad ve gayeye ve bir bağışa muhtaç olmaktan münezzehtir" demektir. Cenâb-ı Allah'ın, fiilleri hususunda herşeyden münezzeh olması hususunda bu varlığın, bekanın, varlığın salahının (elverişli tarzda olmasının) ancak kendisi tarafından olması demektir. Diğer bazıları şöyle demişlerdir: "Tebâreke"nin asıl manası, bekaya ve devamlılığa delâlet edip, devenin veya kuşun su üzerine çöküp yumulması manasına gelen burûku'l-ba'îr ve burûku't-tayr deyimlerinden alınmıştır. Çukura da içinde su biriktiği için, birke denilir. Buna göre "tebâreke", 'Allahü teâlâ, zâtı hususunda ezelî ve ebedî olarak bakidir, değişmesi imkansızdır. Yine sıfatları hususunda da bakidir ve bunların değişmesi de imkansızdır" manasına gelir. Hak teâlâ her türlü menfaat ve maslahatların yegâne yaratıcısı ve sürdürücüsü olduğuna göre, O'nun "Tebâreke ve teâlâ" "O, yüce ve münezzehdir" diye tavsif edilmesi gerekir. Dilciler şöyle demişlerdir: "Elleri" kelimesi birşeyi bilinen bir şey ile tarif etmek gerektiğinde, o bilinen hususa işaret etmek için kullanılmak üzere icâd edilmiştir. İşte buna göre şöyle bir problem ortaya çıkmaktadır: "Kendilerine hitab indirenin, Hak teâlâ olduğunu edilen bu kimseler, Furkanı indirenin, Hak teâlâ olduğunu bilmiyorlardı. Öyle ise burada, (......) kelimesinin kullanılması nasıl güzel ve yerinde olabilir?" Buna şöyle cevab verilir: Kur'ân'ın, bir mucize olduğunu ortaya koyan deliller bulunduğu için, bu deliller muvacehesinde Kur'ân'ın Allah katından olduğu ortaya çıkar ve anlaşılır. Binâenaleyh, delilin çok kuvvetli, açık seçik olmasından ötürü, Cenâb-ı Hak bunu sanki biliniyormuş gibi kabul etmiştir. Bu ayette geçen, "Furkân" ile, Kur'ân'ın kastedildiğinde şüphe yoktur. Kur'ân'a bu adın verilmesi, ya Cenâb-ı Hakk'ın Kur'ân'ı gerek Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliği konusunda gerek helâl ile haram konusunda hak ile batılı birbirinden ayıran bir kitap kılması bakımındandır. Yahut da parça parça indirilmiş olması bakımındandır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "insanlara dura dura (ağır ağır), dâne dâne) okuyasın diye, o Kur'ân'ı (ayet ayet) ayırıp (parça parça indirdik)"(isra. 106) buyurmuştur. Bu ikinci izah, doğruya daha yakındır. Çünkü Cenâb-ı Hak bu ayette Furkân'ı tenzil ile (parça parça indirdi" buyurmuştur, fiili, parça sarça indirmeye ise, toptan indirmeye delâlet eder. İşte bu incelikten ötürü Cenâb-ı Hak Âl-i İmran sûresinde, "(Allah) o kitab-ı Kur'ân'ı sana hak ile tenzil etti, Tevrat ve incili de inzal etti" (al-i imran, 3) buyurmuştur. Bil ki Hak teâlâ ayette herşeyden önce "Tebâreke" buyurunca ve bunun manası da, "hayır ve bereketi çok oldu" şeklinde olup, bunun peşinden de Kur'ân'dan bahsedince, bu Kur'ân'ın her türlü hayrın kaynağı ve bereketlerin en kapsamlısı olduğuna delâlet eder. Fakat Kur'ân ilimlerin, bilgilerin ve hükümlerin kaynağıdır. O halde, bu da ilmin hayır ve bereket yönünden yaratılmışların en kıymetlisi ve en istünü olduğuna delâlet eder. Bu ayette geçen "abd" (kul) kelimesi ile, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kastedildiği hususunda hiç bir ihtilaf yoktur. İbnu'z-Zubeyr'in (radıyallahü anh) bu kelimeyi (kullarına) şeklinde okuduğu da rivayet edilmiştir. Buna göre bu kullar ile, "Resûlullah ve ümmeti" kastedilmiş olur. Nitekim Cenâb-ı Hak "Size bir kitabı indirdik"(Enbiya, 10) ve "Allah'a ve bize indirilene iman ettik" deyin" (Bakara, 136) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak,"Alemlere bir nezir olsun diye" buyurmuştur. Bu, "Bu kul alemlere bir nezir olsun diye" demektir. (olsun) fiilinde müstetir "hüve (o)" zamirini, Furkân'a râci kılıp tıpkı, "Hiç şüphesiz bu Kur'ân hidayet eder" (İsra 9) ayetinde, hidayetin Kur'ân'a nisbet edilmesi gibi, buradaki "nezir" (uyarıcı) olma vasfını Kur'ân'a nisbet edenlere gelince, bu görüş cidden uzaktır. Çünkü "münzir" ve "nezir" faile ait sıfatlardan olup, uyarma, ikaz etme, korkutma manasını 'ade ederler. Binâenaleyh bununla Kur'ân'ın tavsif edilmesi, mecazidir. Halbuki sözü, mümkün olduğu zaman, hakiki manasına hamletmek gerekli olan birşeydir. Daha sonra alimler şöyle demişlerdir: Bu ayet şu hükümlere delâlet eder: 1) "Alem", Allah'ın dışında kalan herşey manasına gelip, cin, melek ve insanlar gibi bütün mükellefleri içine alır. Fakat Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, meleklere gönderilmiş bir peygamber olmadığı hususunda hepimiz müttefikiz. Dolayısıyla, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bütün cin ve insanlara gönderilmiş bir peygamber olması gerekir. Böylece bu, "Hazret-i Muhammed, herkese değil, sadece insanlığın bir kısmına gönderilmiş bir peygamberdir" diyenlerin görüşünün bâtıl olduğunu gösterir. 2) "Alemin" sözü, bütün mahlûkatı içine alır. Binâenaleyh bu ayet, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Kıyamete kadar gelip geçecek olan bütün mahlûkatın peygamberi olduğunu gösterir. Bu sebeple de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bütün nebi ve resullerin sonuncusu olması gerekir. 3) Mu'tezile şöyle der: "Bu ayet, Cenâb-ı Hakk'ın, bütün herkesin iman etmesini, itaatta bulunmasını istediğine delâlet eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, herkes için bir nezir (ikazcı) olsun diye, herkes için bir peygamber olarak göndermiş ve herkesin (hasen) güzel şeylerle meşgul olup, kabih (çirkin) şeylerden yüz çevirmesini istemiştir." (Ehli sünnet) alimlerimiz, Mu'tezile'ye. Hak teâlâ'nın, "Andolsun ki biz cin ve insandan birçoğunu cehennem için yarattık." (A'raf, 179) ayetiyle cevap vermişlerdir. 4) Birisi çıkıp şöyle diyebilir: "Ayetteki "Tebâreke" lafzı, hayrın ve bereketin çokluğuna delâlet ettiği gibi, mutlaka bunun peşinden zikredilen şeyin de çok hayır ve menfaatlerin sebebi olması gerekir. Halbuki inzâr (korkutma, ikaz etme), gam, keder ve korku sebebidir. Öyle ise, Tebâreke'nin peşinden niçin buna yer verilmiştir?" Cevap: Buradaki inzâr, tıpkı babanın çocuğunu terbiyesi mesabesindedir. Çünkü baba, her ne zaman çocuğunu terbiyeye İtinâ gösterirse, bu ileride o çocuğun büyük faydalar sağlamasına sebep olacağı için, çocuğa bu şekilde yapılmış olan iyilik de, o derece çok olmuş olur. İşte burada da böyledir: Her nezaman inzâr çok olursa, insanların Allah'a yönelmesi de o nisbette çok olur. Binâenaleyh böylece uhrevî mutluluk daha tam ve daha mükemmel olmuş olur. Bu, dünyevî birtakım menfaatlere iltifat edilmemesi gerektiğine dikkat çekmektedir. Çünkü Allahü teâlâ, kendisini "pek çok hayırları veren" diye tavsif edince, burada sadece dini menfaatlerden bahsetmiş ve hiçbir dünyevî menfaatten bahsetmemiştir. Cenâb-ı Allah, zâtını şu dört çeşit kibriya (büyüklük) sıfatı ile tavsif etmiştir: 1) "Göklerin ve yerin mülkiyeti O'na aittir" ifadesi. Bu cümle, Allahü teâlâ'nın varlığına dikkat çeker gibidir. Zira Allah'ın varlığını isbat etmenin tek yolu,O'nun fiillerini incelemektir. Bu işler, elbette yapan faile ihtiyaç olduğunu gösterirler. Binâenaleyh varlık sıfatının, diğer sıfatlardan önce zikredilmesi zorunlu bir şey gibidir. Ayetteki, "Göklerde ve yerde olan herşey Allah'a aittir" (Al-i İmran, 109) cümlesi mahlûkatın, meydana geliş zamanlan ve mahiyetleri ile varlıklarında devam etme müddetleri açısından, O'na muhtaç olduklarına ve mahlûkat üzerinde istediği gibi tasarruf edenin de sadece Hak teâlâ olduğuna işarettir. 2) "O hiçbir evlât edinmemiştir" ifadesi. Cenâb-ı Hak, bununla ebediyyen ma'bûd olanın kendisi olduğunu; başkasının ma'bûd olamayacağını ve hâkimiyetini O'ndan devralamayacağını beyân buyurmuştur. Binâenaleyh Allah'ın bu vasfı, hem "Tebâreke" hem de, "Göklerin ve yerin mülkiyeti Ona aittir" ifadelerini adeta te'kid etmektedir. Bu sanki, hristiyanlara bir reddiye gibidir. 3) "O'nun, mülkünde bir ortağı da yoktur" cümlesi. Bununla Hanlıkta tek ve yegane olanın o olduğu manası kastedilmiştir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın ulûhiyyetteki tekliğini anladığı an, her şeyden ve herşeye karşı korku ve ümidi sona ermiş, kalbi sırf Allah'ın rahmet ve ihsanı ile meşgul olarak kalıvermiş olur. Bu ifadede de, senevilere (mecûsîlere), yıldıza tapanlara ve putlara tapanlara bir redd vardır. 4) "O, herşeyi yaratıp ona bir nizam vermiş ve onun mukadderatını takdir etmiştir" cümlesi. Bu ifadeyle ilgili şöyle birkaç soru sorulabilir: Birinci soru: Ayetteki, "herşeyi yarattı" cümlesinde de, Allahü teâlâ'nın kulların fiil ve işlerinin yaratıcısı olduğuna da bir delâlet var mıdır? Cevap: Evet, şu iki bakımdan buna bir delâlet var: a) Ayette, "herşeyi yarattı" ifadesi, bütün her şeyi içine alır. Binâenaleyh bu, kulların fiillerini de içine alır. b) Cenâb-ı Hak, ortağı olmadığını bildirdikten sonra, bu ifadeye yer vermiştir. Buna göre bu, "Allahü teâlâ, ortaklan olmadığını bildirince, birisi sanki "İste burada Allah'ın ortaklarının olmadığını kabul ettiklerini söyleyen bir topluluk var. Fakat bunlar kendi fiillerini kendilerinin yarattıklarını söylüyorlar" demiş de, buna karşı Cenâb-ı Hak onların bu görüşlerini red hususunda bir dayanak olsun diye, bu ifadeyi zikretmiştir. Kâdî şöyle der: "Bu ayet, şu sebeplerden ötürü, kulların fiillerini de Allah'ın yaratmış olduğuna delâlet etmez: 1) Cenâb-ı Hak "Hani. Benim iznimle (ey İsa), çamurdan bir kuş halketmiştin " (Maide, 110) ayetinde, kulun "halik" (yaratıcı) olduğunu açıkça ifade etmiştir. Yine O, "Hâliklerin (yaratıcıların) en güzeli olan Allah, ne yücedir!" (Mû'minûn, 14) buyurmuştur. 2) Cenâb-ı Allah, bununla kendisini medh-ü sena etmiştir. Binâenaleyh bu ifadesiyle, bozuk ve yanlış (işleri) yaratmayı kastetmiş olması caiz değildir. 3) Hak teâlâ zatını, nizâm veren, takdir eden (ölçüp-biçen) olmasıyla kendisini medh-ü sena etmiştir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk bununla ancak güzel ve hikmetli olan şeyleri kastetmiştir. Eğer ayetin zahiri sizin ileri sürdüğünüz manaya delalet ediyor ise, yaptığımız bu izahlardan dolayı, ayetin (zahirî manasına hamledilmeyip) mutlaka te'vil edilmesi gerektiği sabit olur. Kaldı ki ayetin o manaya kesinlikle bir delâleti de yoktur. Çünkü "halk" takdir etmek, ölçüp-biçmek, yerli yerinde yapmak demektir. Binâenaleyh bu ifade, kendisinde ölçülü-nizamlı oluşun apaçık görülebildiği şeyleri içine alır. Böyle olma da, vasıflarda değil, ancak maddelerde ortaya çıkar. Kâdî'nin görüşlerine şöyle cevap verilir: Onun, "Halikların en güzeli olan Allah, ne yücedir!" (mü'minun, 14) ve "Çamurdan bir kuş halketmiştin " (Mâide, 110) ayetlerini buna delil getirmesi, "Allah her şeyin yaratıcısıdır" (Rad, 16) ve "Allah'dan başka yaratıcı (hâlık) var mı?" (Fatır, 3) ayetleriyle çelişir. Onun, "Cenâb-ı Hakk'ın bozuk ve yanlış işleri yarattığını söyleyerek övünmesi caiz değildir" görüşüne karşı deriz ki: "Allahü teâlâ'nın, kudretleri mukayese etme ve yoktan var etme ile var olanı yoketmenin sadece kendisine ait olması bakımından böyle kendisini medh-ü sena etmiş olması niçin caiz olmasın." Kâdî'nin, "Yaratma, ancak maddelerle ilgilidir" şeklindeki görüşüne de şu şekilde cevap veririz: "Eğer böyle olsaydı, ayetteki, "O, herşeyi yarattı" ifadesi yanlış olurdu. Çünkü bu ifade, her ne kadar aklen ona izafe edilmesi doğru olmasa bile, yaratmanın, bütün herşeye nisbet edilmesini gerektirir." İkinci soru: "Halk" kelimesinde, takdir etme manası yatmaktadır. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın, "(Allah) herşeyi yaratıp, onu takdir etti" ayetinin manası, "Herşeyi takdir edip, onu takdir etti" şeklinde olur. Cevap: Bunun manası, "Allah herşeyi, eşitleme, takdir etme ve müsavi kılma hususlarının gözetildiği bir yaratmayla yaratmış ve onu, ona uygun bir şekilde takdir edip, varetmiştir" şeklindedir. Bunun misali şudur: Allah insanı, İşte şu gördüğün mütenasib şekilde yaratmış ve onu hem dinî, hem dünyevî konularda mükellef tutulmaya ve bu mes'ûliyete bağlı faydalara ehîl olarak yaratmıştır. Her canlı ve cansızı da, aynı şekilde hikmet ve tedbir (düzen) üzere takdir edilmiş, dengeli bir yaratılış üzere var etmiş ve herbirini, takdir ettiğine uygun olarak, ondan ayrı düşünülemeyeceği bir biçimde, bir iş ve maslahat için takdir etmiştir. Üçüncü soru: Ayetteki "Onun mukadderatını takdir etti" cümlesinde, siz (ehl-i sünnetin) görüşüne bir delâlet var mıdır? Cevap: Evet... Bu, şu birkaç yöndendir: a) İnsanlar hakkında kullanıldığında takdir, "zannetmek", "inceden inceye hesaplamak" manasına gelir. Fakat bu, Allahü teâlâ hakkında "sözkonusu şeyi bilmesi ve haber vermesi" manasınadır. Bunun böyle olduğu, Mu'tezile ile ittifak ettiğimiz bir şeydir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, falanca şeyin olmayacağını bilseydi, ama o şey buna rağmen olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın ilminin, cehalete; doğru haberinin de, yatana dönüşmesi gerekirdi. Halbuki bu imkansızdır. İmkansıza götüren şey de imkansızdır. O halde, o şeyin olması, meydana gelmesi imkansızdır. İmkansız olan şeyin olması istenemez, irade edilemez. Binâenaleyh o şey, irade edilmemiş, ama emredilmiştir. Böylece, "emretme" ile "irade etme"nin, birbirinin mütelâzimi (gerektireni) olmadıkları anlaşılır. Bu sebeple de "Saîd (cennettik) olanın, ta anasının karnında iken saîd olduğu, şaki (bedbaht) olanın da, yine tâa anasının karnında iken şakî olduğu ortaya çıkmış olur. b) Kudret ve tam sebep bulunduğu zaman, eğer fiilin meydana gelmesi vâcib (kesin) olsaydı, kulun fiili, Allah'ın fiilini gerektirirdi. Bu durumda ise, Mu'tezile'nin görüşü bâtıl olurdu. Yok eğer bunlar, fiilin mutlaka meydana gelmesini gerektirmiyorsa, o zaman bak (düşün), eğer o fiilin, bir müreccihe ihtiyacı yok denirse, bu "mümkin" varlık müreccih bulunmadan meydana gelebilir demektir. Bunun böyle olabileceğini söylemek ise, bir yaratıcının olması gerektiği kapısını kapar. Eğer fiil bir müreccihten müstağni olmaz ise, o zaman söz, yine müreccih meselesine döner ve ancak, bir vâcibu'l-vücûd'un olması gerektiğine varıp dayandığında sona erer. c) Eğer kulun fiili, kendi kudretiyle meydana gelmiş olsaydı, o zaman ancak, kulun olmasını ve varetmeyi istediği şeyler meydana gelirdi. Fakat insan, her zaman ilmi gerçeği elde etmek ister. Halbuki insanın elde ettiği (neredeyse) hep cehalet ve yanlışlıktır. Binâenaleyh eğer iş, kulun kudreti dâhilinde olsaydı, bu böyle olmazdı. Buna göre eğer, "Bu kul cehaleti gerektiren bir şüpheye inandığı için (onu doğru sandığı için) böyle olmuştur" denilirse, biz deriz ki: Eğer kul o şüpheye başka bir seneden dolayı inanmışsa, bu durumda teselsül gerekir. Teselsül ise, imkansızdır. Binâenaleyh bu şüphenin bir ilk cehalete (bilgisizliğe) dayanması gerekir. Bu cehalet de, insanın kalbinde daha önce olan bir cehalet sebepiyle meydana gelmiş değildir. fesine insan o cehaleti bir gerektiren olmaksızın doğrudan varetmiş demek olur. Bu ise imkansızdır. Çünkü insan, hiçbir zaman kendisinin câhil olduğuna razı olmaz" Câhil olmak için gayret sarfetmez. Aksine ilim için gayret sarfeder. Bu sebeble de, ancak kulun niyetlenip istediği şeyin meydana gelmesi gerekir. Bu böyle olmadığına (hep kulun istediği olmadığına) göre, herşeyin geçerli bir takdir ve nüfuzlu bir kader ile olduğunu anlıyoruz. İşte, "O herşeyi yaratıp, onun mukadderatını takdir etmiştir" ayetiyle kastedilen budur. |
﴾ 2 ﴿