20

"(Rabbinin) onları da Allah'dan gayrı taptıklarını da, mahşerde bir araya toplayıp, "Siz mi şu kullarımı saptırdınız, yoksa kendileri mi yolu kaybettiler?" diyeceği gün, onlar şöyle derler: "Seni tenzih ederiz. Senden başka velîler edinmemiz bize yakışmaz." Fakat onların ve atalarının, (müddetlerini) sen zattın da, nihayet onlar zikri unutup, helake mahkum bir kavim oldular, işte yaptıklarınız sizi, söylediğiniz şeyler hakkında kesin olarak yalanlamışlardır. O halde ne (azabınızı) döndürmeye, ne de herhangi bir yardıma muktedir zacaksnız. Sizden kim zulmederse, ona büyük bir azab taddırırız. Senden gönderdiğimiz her bir peygamber de yemek yer, çarşılarda yürürdü. Sizin bazınızı bazınıza bir fitne yaptık ki sabredercek misiniz diye. Rabbin herşeyi hakkıyla görendir.".

Bil ki Hak teâlâ'nın, "toplayacağı gün" ifâdesi, "Allah'dan başka birtakım tanrılar edindiler" (Furkân, 3) ifadesiyle ilgilidir. Burada birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetteki bu fiil hem nûn ile, hem ya ile (onları toplayacağı gün) ve (toplayacağımız gün) şeklinde okunmuştur. Yine bu fiil, şın'ın kesresi ile (......) şeklinde de okunmuştur.

Tanrılaştırılan Varlıklar Hakkında

Ayetteki "taptıkları" ifadesinin zahirinden, tapılanların, putlar; "Siz mi şu kullarımı saptırdınız?" diyeceği gün " ifadesinin zahirinden de, melekler, Hazret-i Isa ve bu ikisi dışında kalanlar gibi, (onların taptıkları) canlı varlıklar kastedilmiştir. Çünkü idlâl (saptırma) ve hidayetin, ancak böyle canlı olanlardan sâdır olması mümkündür. İşte bundan ötürü alimler değişik izahlar yapmışlar ve bazıları bu son ifadeyi de (cansız) putlar manasına almışlardır.

Eğer onlara, "Putlar cansızdır. Öyle ise Cenâb-ı Hakk nasıl onlara hitab etmiş ve onlar nasıl cevap verebilmişlerdir?" denilirse, buna karşı şu iki izahı yaparlar:

1) Allahü teâlâ, onlara hayat vermiş ve böylece onlara konuşmuş, onlar da cevap verebilmişlerdir.

2) Bu bizzat dil ile konuşma olmayıp, lisân-ı hâl ile olan bir konuşmadır. Bu tıpkı bazı kimselerin, cansız varlıkların tesbihatta bulunmaları, (ahirette) el ve ayakların konuşması konularında yaptıkları izah gibidir. Yine bu, "Yere "Nehirlerini kim kazdı, ağaçlarını kim dikti?" diye sor. Eğer sana açık ve net olarak cevap veremese de, hâli ile cevap verecektir" denilmesi gibidir.

Ekseri alimler ise, ayetteki bu ikinci ifade ile melekler, Hazret-i İsa (aleyhisselâm) ve Hazret-i Üzeyir (aleyhisselâm)'in kastedildiğini söyleyerek, şöyle demişlerdir: Bu görüş, "Hatırla o günü ki (Allah) onların hepsini mahşerde toplayacak, sonra meleklere: "Bunlar mı size tapıyorlardı?" diyecek" (Sebe, 40) ayetiyle de desteklenir. Bu görüşte olanlara, mâ lafzı, akıl sahipleri için kullanılmaz, (halbuki ayette bu lafız kullanılmaktadır)" denildiğinde, buna şu iki şekilde cevap verirler:

a) Mâ lafzının sadece akilli olmayanlar için kullanıldığın) kabul etmiyoruz. Bunun delili de (genellikle akıl sahipleri için kullanılan) men (kim) edatının da zaman zaman akılsızlar (cansızlar) hakkında kullanılabilmesidir.

b) Bununla sıfat (ism-i mef'ûl) manası kastedilmiş ve ifadesi ile "ma'bûdları" denilmek istenmiştir, Hak teâlâ "sema'ya ve onu bina edene yemin olsun ki" (Şems, 5) ve "Siz, benim ibadet ettiğime de, ibadet etmezsiniz" (Kâfirun, 3) ayetlerindeki da, ancak bu iki izaha göre doğru ve yerinde olur. Aksi takdirde nasıl olur? Binâenaleyh bu soru düşer.

Sapma Hakkında Mu'tezile'nin İddiası

Velhasıl Allahü teâlâ kendilerine tapılanları mahşerde toplar ve sonra onlara, "Siz mi bu kullarımı hakdan, hak yoldan saptırdınız, yoksa onlar kendileri mi saptılar" der. Mu'tezile şöyle der: "Bu ayette "Gerçekte kulları saptıran Allah'tır" diyenlerin görüşünü kıran ve reddeden açık bir dalâlet vardır. Çünkü eğer durum onların dediği gibi olsaydı, bu sorunun doğru cevabı şöyle demeleri olurdu: "Ey Rabbimiz, burada bu iki ihtimalin dışında ve gerçek olan üçüncü bir ihtimal daha vardır ki bu da onları senin idlâl etmiş olmandır." Onlar bunu söyleyemeyip, kulların sapmalarını yine kulların kendilerine bağlayacaklarına göre, Allahü teâlâ'nın hiçbir kulunu saptırmadığını anlamış oluruz.

Şimdi eğer, "Kendilerine tapılanların, böyle üçüncü bir ihtimale işaret etmediklerini kabul etmiyoruz. Aksine onlar buna da işaret etmişlerdir. Çünkü onlar, "Fakat onların ve atalarının (müddetlerini) sen uzattın da nihayet onlar zikri unuttular" demişlerdir. Bu ise, kâfirlerin sapmalarının, Allahü teâlâ'nın bu işinden dolayı olduğu hususunda açık bir ifadedir. Allahü teâlâ'nın onların müddetlerini uzatması da, Allahü teâlâ'nın artarı ve atalarını dünya nimetlerinden alabildiğine yararlandırma fırsatı vermesidir" denilirse biz (Mu'tezile) deriz ki: Eğer durum böyle olsaydı, o zaman bu görüşte olanların, Cenâb-ı Hakk'ın o tapılanlar karşısında yenik ve hüccetle susturulmuş duruma düşmüş olduğunu söylemeleri gerekirdi. Halbuki ayetten maksadın bu olmadığı malumdur. Aksine maksad o kâfirlerin yenik duruma düşürülecekleri delille susturulup yüzlerinin kapkara kesileceğidir. Mu'tezile'nin ayetle ilgili bütün izahları bundan ibarettir.

(Ehl-i sünnet) alimlerimiz buna şöyle cevap vermişlerdir: Kulun, delâlete dair kudreti, eğer hidayete ermesine elverişli değilse, bu saptırma (dalâlet) işi, Allah'dandır. Yok eğer elverişli ise, o zaman o kudretin, saptırmaya (idlâle-dalâlete) kaynak oluşu, ıcayete kaynak oluşuna üstün gelmesi, ancak Allah tarafından olan bir müreccih (tesir) ile olur. Bu durumda da soru (problem), aynen geri döner. Ayetin zahiri Mu'tezile'nin lehine gibi görünüyor ise de, ehl-i sünnetin görüşüne uygun olan diğer (birçok) ayetin zahiri ile reddolunur.

Dördüncü Mesele

Ayetin zahiri her ne kadar bunun Allah'ın emri ile melekler tarafından olması muhtemel olsa da suâlin Allah tarafından olduğuna delâlet eder. Bu durumda ayetle alâkalı birkaç soru yöneltilebilir.

Burada Zamirle Te'kid

Birinci soru: (Siz) ve (onlar) denilmesinin yararı nedir? (......) denilmesi gerekmez miydi?

Cevap: Bu soru fiil ve onun varlığı hakkında değildir; çünkü fiil bulunmamış olsaydı, zaten böyle bir itab ve azarlama söz konusu olmazdı. Bu soru ancak, bu işin failine dair olup, bundan dolayı da onun mutlaka zikredilmesi ve bundan suâl edildiğinin bilinmesi için, fiilin başına istifham harfinin gelmesi gerekmiştir.

İkinci soru: Allahü teâlâ ezelde kendisi hakkında soru sorulanın durumunu bildiği halde, yine bu soruyu sormanın faydası nedir?

Cevap: Bu, müşrikleri azarlamak amacıyu gelmiş olan bir sorudur. Nitekim Cenâb-ı Hakk Hazret-i Isa (aleyhisselâm)'a da "Ey Meryem oğlu İsa, insanlara Allah'dan başka beni ve annemi iki tanrı edininiz diyen sen misin?" (Maide, 116) demiştir. Bu bir de şundandır: Kendisine tapınılan bu putlar kendilerini aklayıp bu sapıklığı müşriklere havale edince, putların müşriklerden teberrî edip uzaklaşması, onlarda daha fazla pişmanlık ve nedametin meydana gelmesine sebep olmuştur.

Üçüncü soru: Cenâb-ı Hakk, "yoksa kendileri mi yolu saptılar?" buyurmuştur. Kıyasa göreyse bu fiil "Yoldan saptı" şeklinde kullanılır?

Cevap: Aslolan budur; ancak ne var ki, insan ihmalkârlık ve ihtiyatsızlıkta çok aşın giderse, "Yolu şaşırdı, yolu saptı" denilir.

Sübhaneke Lafzının İzahı

Ayetteki ifadesine gelince, bil ki burada Cenâb-ı Hakk onların cevabını nakletmiştir. (......) kelimesi hakkında birkaç izah şekli bulunmaktadır:

1) Bu, onlar tarafından bir teaccûbün ifadesidir; şüphesiz ki onlar, kendilerine söylenilen şeye şaşırmışlardır; zira kendileri, masum olan melekler ve nebilerdir. Binâenaleyh, İblis ve taraftarlarına mahsus olan saptırma işine, onlardan daha uzak olan kimse olamaz.

2) Onlar, kendilerinin Allah'ı tesbih, takdis ve O'na iman ettiklerini, bundan dolayı kendilerinin Allah'ın kullarını daha niçin ve nasıl saptıracaklarını ifade etmek için bunu söylemişlerdir.

3) Bu ifadeyle, Allah'ı, ister put, ister peygamber, isterse melek olsun, bütün ortaklardan (endâd) tenzih etmeyi amaçlamışlardır.

4) Onlar Allahü teâlâ'yı. sorduğu bu soruyla bilmediği bir şeyi öğrenmek istediği zannından, ya da günahsız olan birine eziyyet vermeyi dilemiş olmaktan tenzih edip, aksine O'nun bu sorusunun, kâfirleri kınayıp azarlamak için olduğunu ifade etmek istemişlerdir.

Cenâb-ı Hakk'ın "Senden başka velîler edinmemiz bize yakışmaz" ifadesine gelince, bu ifadeyle ilgili birkaç soru bulunmaktadır:

Kıraat Farkları

Birinci soru: Bilinen kıraat nunun fethası, hâ'nın da kesresiyle (en nettehize) şeklindedir. Ebu Cafer ve İnb Amir'den ise, meçhul sığasıyla, nûn'un ötresi, hâ'nın da fethasıyla olmak üzere (en neteheze) şeklinde okudukları rivayet edilmiştir. Zeccac ise: "Nûn'un dammesiyle (en nütteh ize) şeklinde okuyan hata etmiştir. Çünkü min harf-i cerri bu gibi yerlerde ancak birinci mef'ûl oldukları zaman isimlerin başına gelir, hal ifade eden mef'ûlün başına gelmez. Mesela sen diyebilirsin ama diyemezsin" demiştir. Keşşâf sahibi ise şunu söylemiştir: fiili hem bir mef'ûl alır; mesela senin "Bir dost edindi" demen böyledir, hem de iki mef'ûl. Mesela senin falancayı dost edindi" demen de böyledir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, ibrahim'i dost edindi" (Nisa, 125) buyurmuştur. Birinci kıraat, fiilin tek mef'ûle aaddi etmesi şeklindeki kulanıştandır ki, bu da (......) ifadesidir. İfadede aslolan ise (......) denilmesidir. Ancak ne var ki olumsuzluk manasını tekid edip pakiştiren min harf-i cerri mef'ûlün başına ziyade kılınmıştır. İkinci kıraate göre ise fiil, iki mef'ûle teaddi etmektedir. Birinci mef'ûl, fiilinin nâib-i faili olan zamiri, ikincisi ise, teb'îz, kısmiyyet ifade eden min harf-i cerrinin başına gelmiş olduğu lafzıdır. Buna göre mana, "Bize bazımızı dostlar edinmemiz" şeklinde (......) kelimesinin nekire gelmesi, bunların muayyen ve belli dostlar olmaları saomındandır ki, bunlar da cinler ve putlardır.

İkinci Mesele

Bu ayetin tefsiri hususunda âlimler, birkaç izah şekli zikretmişlerdir:

1) En sahih ve en kuvvetli görüş olan bir görüşe göre mana, şekilde olur: "Biz senden başkasını dostlar edinmeyi bizzat kendimize ştıramazken, bundan sonra daha nasıl, bizden başkalarını buna çağırabiliriz.

2) Bu ifâdenin anlamı şudur: "Kâfirlerin onları dost edinmeleri gibi, onların da türleri dost edinmesi hususunda bizlerin, şeytanlara benzemesi asla düşünülemez ve bu yakışık almaz." Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Şeytanların dostlarıyla yani kâfirlerle savaşın" (Nisa. 76) ve, "inkâr edenlere gelince, onların dostları da Tağuttur" (Bakara, 257) buyurmuştur. Bu görüş, Ebu Müslim'den nakledilmiştir.

3) Bunun anlamı, "Senin rızan olmaksızın, bizlerin dost edinmesi asla yakışmaz" şeklindedir. Yani "Biz, senin buna razı olmayacağını bildiğimiz için, bunu yapmadık" demektir. Netice olarak "Senin rızan olmaksızın" ifadesindeki muzaf kelimesi hazfolunmuş, muzâfun ileyh olan (......) zamiri onun yerine geçmiştir

4) Melekler şöyle demiştir: "Onlar, ey Rabbimiz Sen'in kullarındır. Kullarınınsa, bir kulun başka bir kulu kendisi için bir ilâh edinmesi bir yana, Sen'in iznin olmaksızın herhangi bir dost ya da habib edinmeleri bile yakışık olmaz, uygun düşmez."

5) Ebu Ca'fer'in kıraatine göre, müşkilâd zail olmaktadır. Buna göre eğer, "Bu kıraat caiz değildir, çünkü başkalarının onları dost edinmesinde onların herhangi bir dahli bulunmamaktadır" denilirse, biz deriz ki: Bu ifadeden murad, "Muhakkak ki biz buna uygun değiliz. O halde daha nasıl, bizim kendimizin mabûd olduğumuzu iddia etmemiz mümkün olur "şeklindedir.

Allah İçin Sevgi ve Nefret

Âyet-i kerime, dostluk ve düşmanlığın ancak Allah'ın izni ile caiz olduğuna; bundan ötürü nefsin arzusuna ve mizacın niteliğine dayanan her dostluğun da şeriatın hilâfına olduğuna delâlet eder.

Cenâb-ı Hakk'ın "Fakat onların ve atalarının (müddetlerini) sen uzattın da, nihayet onlar zikri unutup, helake mahkûmbir kavim oldular" ayetine gelince, bununla ilgili birkaç mesele vardır.

Birinci Mesele

Ayetin manası şudur: "Ey ilâhımız, sen onlara ve atalarına olan nimetini çoğalttıkça çoğalttın. Bu ise, yüz çevirmeyi ve nankörlüğü değil de, şükretmeye ve imâna sebeb olmalıydı." Bundan maksat ise, o kâfirlerin kendiliklerinden sapıp, şürekânın saptırmasıyla sapmadıklarını beyan etmektir. Çünkü onların bu apaçık inatları olmasaydı bunca açık delile rağmen, Allahü teâlâ'ya itaatta yüz çevirmek mümkün olmazdı. Diğer âlimler ise, şunu söylemişlerdir: Bu söz, Hazret-i Musa'nın, "Zaten o da senin imtihanından başka (birşey) değildi"(A'raf. 155) ifadesinde açıkça dile getirdiği hususa bir ima ve işaret gibidir. Bu böyledir, çünkü cevap veren şöyle demiştir: "Yâ Rabbi dünyaya dâir bütün isteklerini ona veren sensin! O da böylece, şehvetler denizin de boğuldu. Onun şehvetler denizine dalması ise onu senin taatine yönelip, sana hizmetle meşguliyetten alıkoydu. Bu ancak ve ancak senin bir imtihanın ve smamandır."

Zikr

"ez-Zikr" Allah'ı anmak, O'na, Kur'ân'a ve Allah'ın yasalarına imân etmektir. Yahut içinde onlar için dünya ve ahirete dâir güzel öğütler bulunan şeylerdir.

Bûr Kelimesi

Ebû Ubeyde şöyle demiştir: "Arapça'da (helak olmuş adam), (helak olmuş iki adam) denilir. Kelimenin, müennes kelimeler hakkındaki kuflanılışı da böyledir. "Helak olmuş kişi" anlamındadır. Bazan da, ve helak olmuş adam) (helak olmuş topluluk) denilir. Bu tıpkı, (yıkılmış) (yıkılmışlar) kelimeleri gibidir. Bevâr kelimesi ise, "helak olmak" anlamındadır."

Ehl-i sünnet âlimlerimiz bu ayet ile kaza ve kader meselesinde istidlalde bulunmuşlardır. Çünkü, hiç şüphe yok ki bu ifadeden murat, "onlar, Allahü teâlâ'nın, ahirette kendileri için azab ve helak ile hükmettiği kimselerden oldular" manasıdır. Allahü teâlâ'nın hakkında ahiret azabıyla hükmedip, bunu ondan bildiği ve durumunu Levh-i mahfuz'a kaydederek melekleri de hâline muttali kılmış olduğu kimse, şayet imân edecek olsaydı, o zaman doğru haber yalana; ilim, cehalete; Levh-i Mahfuz da tesbit edilmiş olan yazma işi bir yanlışa, meleklerin inancı da cehalete dönüşmüş olurdu. Bütün bunlar ise imkansızdır, imkansızı gerektiren şeyde imkansızdır. Binâenaleyh, hakkında böyle hükmedilen kimseden imânın sâdır olması da imkansızdır. Böylece bu da, saîd (cennetlik) olanın, şakî (cehennemlik) haline, şakî olanın da saîd haline dönüşemeyeceğine delâlet etmiş olur.

Bir başka izah şekli de şudur: Onlar Allahü teâlâ'nın o (kâfirler)e, sapıtma sebebi dan şeyleri verdiğini söylemişlerdir ki, bunlar da dünyada her istediklerini onlara verip, onların nefislerinin de böylece bu şeylerde boğulmasıdır. Ayet-i kerime böylece, bu sebebin onların helakine sebebiyet veren bir dereceye ulaşmış olduğuna delâlet etmis olur. Çünkü, sebebin hemen peşinden helakin zikredilmiş olması, bir helak işinin ancak bu sebepten dolayı meydana geldiğine delâlet eder. Böylece sözün abcesi şuraya varır: "Allahü teâlâ kâfire, kendisi sebebiyle küfrü terketmesinin mümkün olmayacağı bir biçimde davranmıştır." Böylece, saîd (mü'min) olanın şakî (kafir) haline, şakinin de saîd haline dönüşemeyeceği ortaya çıkmış olur.

Şeriklerin Müşrikleri Reddi

Cenâb-ı Hakk'ın "İşte tapdıklarınız sizi, söyledikleriniz şeyler hakkında kesin olarak yalanlamışlardır!" buyruğuna gelince, bilesin ki, yâ ve tâ ile olmak üzere yekûlüne ve tekûlüne şeklinde okunmuştur. Tâ ile olan kıraate göre, mana şu şekilde olur: "Muhakkak ki onlar, sizin kendilerinin ilah olduğunu söylemeniz hususunda sizi yalanlamışlardır. Yani, "Onlar ilâhlardır" süzünüz konusunda sizi tekzib ettiler" demektir. Yâ ile olan kıraate göre ise, mana donlar sizi, "Rabbimiz seni tenzih ederiz" sözümüzden ötürü, bu vesileyle yalanladılar" şeklinde olur ki, "kalem ile kalem vesilesiyle yardım" deyimine benzer.

Ayetteki "O halde ne (azabınızı) döndürmeye, ne de herhangi bir yardıma muktedir olacaksınız" cümlesine gelince, bil ki bu fiil; hem ya ile hem de tâ ile okunmuştur. Tâ ile okunması halinde mana, "Ey kâfirler, sizler azabı kendinizden men etmeye kadir olamayacaksınız" şeklinde olur. Buradaki sarfen kelimesinin "tevbe" anlamına geldiği söylendiği gibi, yine bunun "yol, çâre arar" anlamına gelen (......) kelimesinden olmak üzere,"çare, tedbir, yol"anlamına geldiği de söylenmiştir. Ya da mana, "Sizin putlarınız ve ilahlarınız sizden azabı savuşturmaya ve sizin için çâreler bulmaya kadir olamaz, olamayacak" seklindedir.

Zâlimler Cezalarını Tadar

Cenâb-ı Hakk'ın "Sizden kim zulmederse, ona büyük bir azab tattırırız" ifadesine gelince, bu hususta iki mesele bulunmaktadır.

Birinci Mesele

Bu ifade, yâ ile (......) şeklinde de okunmuştur ki, buradaki fail zamiri ya Allah'û Teâlâ'ya racidir, ya da zulme...

Kebair İşleyenlerin Azabı

Mu'tezile, büyük günah işleyenlerin mutlaka azâb göreceklerine dair, bu ayete (de) tutunmuşlar ve şöyle demişlerdir: "Şart sadedinde gelirse, men edatının umûm ifâde ettiği malûmdur. "Muhakkakki şirk büyük bir zulümdür" (Lokman, 13) ayetinden dolayı kafirin zalim olduğu, "Kim tevbe etmezse, işte o kimseler zâlimlerin ta kendileridir" (Hucurat, 11) ayetinden dolayı da, fâsıkın zâlim olduğu sabit olmuştur. Buna göre, bu âyetle de, fâsıkın afvolunmayıp aksine kesin olarak azaba duçar olacağı sabit olmuştur."

Genellik İfade Eden Lafızlar

Buna şöyle cevap verilir: "Biz, şart sadedinde geldiği zaman men edatının umûm ifâde ettiğini kabul etmiyoruz. Bu hususta bizim görüşümüz, usûlü'l-fıkha dair (eserimizde) geçmişti. Bunun umûm ifâde ettiğini kabul etsek bile, bu kati olarak mıdır, yoksa zahiren midir? Katî olarak umûm ifâde ettiğini iddia etmekte doğru değildir; çünkü meşhur örfte bazan umum ifâde eden sigaların kullanıldığım ve fakat astında umumun kasdedilmeyip ekseriyetin veya muayyen kimselerin murad edildiğini görmekteyiz. Bunun delili Cenâb-ı Hakk'ın "Şu muhakkak ki, inzâretmesen de... inanmazlar" (Bakara, 6) ayetidir. Halbuki küfredenlerden birçoğu imân etmiştir. O halde bu ancak şu şekilde savunulabilir: ifâdesi, her ne kadar umûm ifâde etsede, ancak ne var ki, bundan murad edilen, ya çoğunluktur, ya da muayyen kimselerdir. Her iki durumda da umûm ifâde eden lafızların, ekseriyyeti ifâde için kullanılmış olduğu hususunun açık ve zahir bir örf olduğu sübût bulmuş olur.

Durum böyle olunca, bu siğaların umûma delâlet edişleri, kati olmayıp zahiridir Fakat bu, afvın caiz olmasını nefyetmez. Haydi diyelim ki delâleti katî olsun. Fakat biz "Sizden kim zulmederse (...) " ifâdesinin bu zulmü izâle edecek bir şeyin bulunmamasıyla mukayyet ve meşrut olduğu hususunda, ittifak etmiştik. Bu durumda diyoruz ki: Bu kimse, müslümandır. Fakat sen niçin, zulmü izâle edecek şeyin bulunmadığını söyledin? Çünkü bize göre avf, onu izâle edecek şeylerden birisidir. Bu af ise, üç şeyin birisidir. Ve meselenin de başlangıcıdır. Bunun, onun dediği şeye delâletini kabul etsek bile, bu, mesela "Hakikaten imân edip de, salih amellerde bulunanlara konak yeri olarak Firdevs cennetleri var " (Kehf, 107) ayeti gibi va'd ayetleriyle çelişki teşkil eder.

İmdi eğer, va'id (tehdid) ifâde eden ayetler öncelikle nazar-ı itibara alınır. Çünkü hırsızlık edenin eli, herkese ibret olsun diye kesilir. İlâhi cezayı haketmemiş bir kimsenin elini, ibret olsun diye kesmek ise, caiz değildir. Binâenaleyh onun ilahi cezaya müstehak olduğu sabit olunca, -hakettiği iki cezayı birleştirmenin imkansız olduğunu da beyan ettiğimizden ötürü- hakettiği mükafaatların boşa gitmiş olduğu sabit olmuş olur" denilirse deriz ki: "Hırsızın elinin sırf başkasına ibret olsun diye kesildiğini kabul etmiyoruz. Baksana hırsızın tevbe etmesi halinde de eli, bu maksadla değil ama bir mihnet (sıkıntı) olsun diye kesilir. Bunu bir tarafa bıraksak bile Cenâb-ı Hakk'ın "sizden kim zulmederse" ifâdesi belli bir kavme hitabtır. O halde Allah'ın bunları affetmeyeceğini farzetsek bile, Cenâb-ı Hakk'ın başkalarını da affetmeyeceğini nasıl söylersin.

Resullerin Ortak Vasfı

Hak teâlâ'nın "Sen'den evvel gönderdiğimiz her bir peygamber de, yemek yer çarşılarda yürürdü " ifâdesi ile ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bu, müşriklerin "Bu nasıl peygamber, yemek yiyor, çarşı-pazar geziyor" (Furkan, 7) şeklindeki sözlerine bir cevabtır. Allahü teâlâ bunun bütün peygamberlerde olan sünnetullahı olduğunu, dolayısıyla bunu tenkide mahal olmadığını beyan buyurmuştur.

İkinci Mesele

Aslında burada elifin fethası ile (......) denilmeliydi. Çünkü (......) sözün ortasında gelmiştir. Bunun meksur okunması ancak ibtidâ (başta bulunma) halinde söz konusudur. İste randan dolayı âlimler şu izahları yapmışlardır:

a) Zeccac: (......)'dan sonra gelen cümle, mahzûf bir mevsûfun sıfatıdır ve takdiri. Biz, Sen'den önceki peygamberlerden gönderdiğimiz herbiri de, mutlaka yediler, içtiler, gezdiler" şeklindedir. Buna göre, (peygamberlerden) ifadesinde, mahzûf mevsûfa bir delâlet bulunduğu için, bu hazfedilmiştir. Bunun bir benzeri "Biz (meleklerden) herbirinin belli bir makamı vardır" (Saffat. 164) ayetidir. Bunun takdiri de, şeklindedir" demiştir.

b) Ferrâ şöyle der: "Bu ayette "peygamberlerden" ifadesi bulunmasından ötürü, ayrıca zikredilmesine gerek görülmeyen bir ismin "sıla"sıdır. Buna göre takdiri (......) şeklindedir. Bu tıpkı (saffat. 164) ayetinin ... (......) takdirinde olması gibidir. Hak teâlâ'nın "Herbiriniz mutlaka oraya uğrayacaksınız" (Meryem, 71) ayetinin, "oraya uğrayacak olan mutlaka uğrayacak" takdirinde olması gibidir. Binâenaleyh Zeccâc'ın görüşüne göre mahzuf olan mevsuftur, Ferrâ'nınkine göre ise mevsûldür. Halbuki Basralılara göre, mevsûlü hazfedip, sılayı bırakmak caiz değildir.

c) İbnü'l-Enbârl şöyle der: maddesi, istisna edatından sonra başında bir âv takdir edilerek, şeklinde meksûr kılınır.

d) Bazıları da ayetin takdirinin "Ancak şöyle denilmiştir" şeklinde olduğunu söylemiştir.

Üçüncü Mesele

Buradaki fiil, meçhul olarak (yürütülürler), yani "ihtiyaçları, yahut insanlar onları yürütür, yürümeye mecbur eder" şeklinde de okunmuştur. Eğer birinci kıraat mütevatir olmasaydı, böyle okunması daha uygun sayılabilirdi.

İnsanlar Birbiriyle İmtihan Edilirler

Hak teâlâ'nın "Sizin bazınızı bazınıza bir fitne yaptık" ifadesiyle ilgili birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Bununla ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır:

a) Bu ifade, müşriklerin ileri gelenleri ile fakir sahabe hakkındadır. Buna göre soylu birisi, daha düşük derecede birisinin kendinden önce müslüman olduğunu görünce, o müslüman olduğu için, müslümanlığa tenezzül etmiyor, kendisi gibi asil (zengin) olmayan kişinin, bu hususta kendisini geçmiş olmaması ve daha üstün olmaması için, inkârını sürdürüyordu. Bunun delifi, Hak teâlâ'nın "Eğer o (imân) hayır olsaydı, onlar bizi bu hususta geçemezlerdi" (Ahkâf, 11) ayetidir. Bu, Kelbi, Ferrâ ve Zeccâcın görüşüdür.

b) Ayet, bütün insanlar hakkında genel bir ifadedir. Ebu'd Derdâ Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir, "Veyl (o cehennem vadisi), cahillerin yüzünden (onlara öğretmedikleri için) âlimlere, tebâsından ötürü hükümdarlara; hükümdarlardan ötürü, tebâsına; köleden ötürü efendiye; güçsüzden ötürü güçsüze ve güçlüden ötürü güçsüze olacaktır. Çünkü onlar birbirleri için bir fitne (İmtihan vesilesidir) Câmiu's-Sağîr, 2/197 dedi ve bu ayeti okudu.

c) Bu, sıkıntıda olanlar ile refahta olanlar hakkındadır. Çünkü sıkıntıda olan şöyle der (düşünür): Ben yaratılış, huy, akıl, ilim, rızık ve ecef hususunda niçin refahta olan gibi kılınmadım? Bu,İbn Abbas ve Hasan el-Basri'nin görüşüdür.

d) Bu, insan olma ve insanlık özellikleri hususunda, kendileriyle aynı olmasına rağmen, bu peygamberliğin Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e verilmesi hususunda o müşriklere karşı bir delil getirmedir. Buna göre Cenâb-ı Hakk peygamberleri, gönderildikleri kavimler ve onların eziyetleri ile, ibtila (imtihan) etmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Sizden önce kitap verilmiş olanlardan ve müşriklerden birçok eziyetler duyacaksınız" (Al-i imran, 186) buyurmuştur. Peygamber gönderilen kavimlerde, hasedleri daha evvel reis-başkan sözü dinlenir, hizmet edilir iken, hizmet etmek ve malını-mülkünü (bu uğurda) harcamakla mükellef tutulmaları sebebiyle, peygamber gelmesinden rahatsız olur, eziyet duyar. En uygun olan, ayeti bütün bu manalara hep birlikte hamletmektir. Çünkü hepsinin müşterek bir noktası vardır.

İkinci Mesele

Alimlerimiz: "Bu ayet, kaza ve kadere delildir. Çünkü Cenâb-ı Hakk, "Sizin bazınızı bazınıza bir fitne yaptık" buyurmuştur" derfer. Cübbâî ise, ayetteki "ca'l" fiilinin, arif etmek, bildirmek" manasına geldiğini söyleyerek şöyle der: "Arapça'da hırsızlık apan kimse için, "Falanca kendisini hırsız kılacak, yani hırsız olarak tanıtacak bir rsızlık yaptı" denilir. Cübbâinin bu te'vili tutarsızdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk, "ca'l" fiilini, "bir işin o şekilde olduğunu bildirme" manasında değil, onu "fitne" diye tavsif manasında kullanmıştır. Akıl bile, burada kastedilenin, Cübbâînin söylediğinden birşey olduğuna delâlet eder. Çünkü sebebin faili, müsebbebin (neticenin) de failidir. Binâenaleyh Allahü teâlâ'nın, "safra" ve "hararet" mizacında yaratıp, kendisinde öfkeyi yerleştirdiği ve öfkelendiren şeye muttali olabilecek idrâki verdiği insana bak. Bu toplamı (yani bunların toplamı olan insanı) yaratan, şüphesiz, ondaki öfkenin de yaratıcısıdır. Hased ve benzeri huyların durumu da böyledir. İşte tam bu noktada, onlan birbirine "fitne" kılanın da Hak teâlâ olduğu anlaşılır. Biz, Cübbai'nin dediği gibi, buradaki "ca'l"in, hüküm vermek, (bildirmek) manasına olduğunu kabul etsek bile, "kılınan" şey eğer değişirse onun değişmesi Cenâb-ı Hakk'ın doğru hükmünün yalan çıkmasını gerektirir. Bu ise imkansızdır. Binâenaleyh bu "ca'l" "kılma"nın ve kılınanın değişmesi de imkansızdır. İşte bu durumda, kaza ve kaderin olduğunu söylemek gerekir.

Bu Ayetin Makabli İle İlgisi

Bu, ayetin kendinden Öncekiler ile ilgisini izah hususundadır. Çünkü o müşrikler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, yemek yediği, çarşı-pazar gezdiği ve fakir olduğu için tenkid edince, onların bu sözleri sanki hurafe gibi olmuş olur. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğine delil bulununca, bu gibi sözlerin, onun nübüvvetini zedeleme hususunda bir tesiri olmaz. Binâenaleyh Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) müşriklerden, sövüp-saymalarından, abuk-sabuk sözler söylemelerinden ve doğru cevabı anlamaya yanaşmamalarından ötürü rahatsız olmuştur. İşte bu sebeple de Resulünü, bütün bu eziyetlere sabra davet etmiş ve halkın bir kısmının bir kısmı için fitne yaptığını beyan etmiştir.

Allahü teâlâ'nın “Sabredecek misiniz? Rabb'in herşeyi hakkıyla görendir" ayetiyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Mu'tezile şöyle der: "Eğer Hak teâlâ'nın, "Sizin bazınızı bazınıza fitne yaptık" ifadesi ile, bunun böyle olduğunu haber vermesi manası kastedilmiş olsaydı, bunun peşisıra, "Sabredecek misiniz" ifadesini getirmezdi. Çünkü âciz olana emretmek caiz değildir."

İkinci Mesele

Bu ifadenin manası, sizler Allah'ın sabredenlere vaadettiklerini bilip dururken, belâlara sabretmez misiniz?

Senin Rabbin basîrdir, yani sabredeni de, sabretmeyeni de görür, bilir ve herbirine, hakettiği mükâfaat ve cezaya göre karşılık verir" şeklindedir.

Üçüncü Mesele

"Sabredecek misiniz?" bir soru olup, bununla takrir (sabredin) manası kastedilmiştir. Binâenaleyh bunun "fitne" lafzından sonra zikri, tıpkı "Hanginiz en güzel şekilde amel edeceksiniz diye, sizi imtihan etmek için" (mülk, 2) ayetindeki "ibtila" (imtihan) kelimesinden sonra lafzı gibidir.

Ahirette İnkârcıların Durumu

20 ﴿