ŞUARÂ SÛRESİBu sûre, şu dört ayet hariç mekkidir. Bu dört ayet ise Medenidir. Bunlar (224-227) ayetleridir. Sûre 226 veya 227 ayettir. 1Âyetin tefsiri için bak:4 2Âyetin tefsiri için bak:4 3Âyetin tefsiri için bak:4 4"Tâ sîn mîm. Bunlar o mübîn kitabın ayetleridir. Onlar mü'min olmayacaklar diye, neredeyse kendine kıyacaksın. Eğer dilersek, biz onların tepesine gökten bir tek ayet indiririz ve boyunları ona hemen eğilir". "Tâ", ariflerin kalbinin "tarb"ına (coşkusuna); sin, aşıkların sürûruna; mim dendlerin münacaatına bir işarettir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele var: Katâde, izafetle ayeti, (......) şeklinde okumuştur. Ayrıca ayet şeklinde de okunmuştur. "...a kadar kesmek" demektir. Bu da omurga iliğine kadar varan bir kesmedir. Buradaki işfâk (şefkat-acıma) ifade eder. (......) ifadesi "Bu sûrenin ayetleri, mübin (açıklayıcı) kitabın ayetleridir" manasında olup, bunun geniş izahı, Bakara 2. ayetin tefsirinde geçmişti. Kur'ân'ın Kâfirler İçin Mübin Olması Bu ayetteki “Kitap” ile Kur'ân'ın kastedildiğinde şüphe yoktur. “Mübîn” (açıklayıcı) olan da, gerçekte konuşabilen bir varlığın sıfatı olsa bile, kendisine bakılıp-okunduğunda, bazı şeylerin açıklığa kavuşmuş olması bakımından, bazen bir söz (veya yazı) için de bu sıfat kullanılabilir. Eğer “Onlar kâfir olduklarına göre nasıl olur da Kur'ân'ın ayetleri, onlar için onlara gereken şeyleri beyân edici (açıklayıcı) olabilir? Halbuki bu Kur'ân ile ancak hükümler beyan edilir” denilirse biz deriz ki: O kâfirlerin, bir benzerini getirememeleri açısından, Kur'ân'ın lâfızları ile, kulların bir benzerini yapamayacağı şeylerden istidlal etmeleri gibi, onlardan başka bir fâil-i muhtarın bulunduğuna istidlal etmeleri de mümkündür. İşte Kur'ân bu bakımdan tevhidin, i'câz bakımından da nübüvvetin delilidir. Artık bundan sonra Kur'ân ile kendisinin Allah katından olmuş olduğu anlaşılır. Bu da ondaki bütün hükümlerin delili, hücceti olmuş olur. Bunun böyle olduğu sabit olunca da, bütün usûl (tevhid) ve fürû (ahkâm) hakkında Kur'ân ayetlerinin yeterli olduğu sabit olur. Allahü teâlâ, bütün bu şeyleri açıklayanın kendisi olduğunu beyan buyurunca, her nekadar bu kitap mübîn (açıklayıcı) olma hususunda zirveye ulaşmış ise de, daha evvel Allah'ın hükmü (kaderi), aksi şekilde, yani onların kâfir kalmaları seklinde geçtiği için, Kur'ân'ın onları imana sokucu olamayacağına dikkat çekmek için “Onlar mü'min olmayacaklar diye, neredeyse kendine kıyacaksın. Binâenaleyh bu hususta, fazla üzülüp esef etme. Çünkü eğer çok ileri gider, fazla üzülürsen, kendini öldüren, canına kıyan kimse gibi olursun ve böyle yapmakla da bir şey elde edemezsin “ buyurdu ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i sabra davet edip, kalbini takviye etti. Açıklama ve izah özelliği çok ileri seviyede bir kitabın bulunmasına rağmen, onların bundan istifâde edemeyeceklerini beyan ettiği gibi, bu husustaki keder ve üzüntüsünün de hiçbir fayda vermeyeceğini Hazret-i Peygamber'e bildirdi. Daha sonra da indiği takdirde kendisine boyun eğip, kabul etmek mecburiyetinde kalacakları bir ayet indirebileceğini, (fakat bunu yapmayacağını) beyan etmiştir. Eğer (İtaat ediciler olarak) kelimesi nasıl onların boyunlarına nisbet edilmiştir” denilirse biz deriz ki: Bunun takdiri, “Ona boyun eğdiler” şeklinde olup, “a'nâk” (boyunlar) kelimesi, “boyun eğme” işinin mahallini göstermek için getirilmiş ve böylece aslı üzere bırakılmıştır. “Boyunlar” ancak akıllı varlıklara nisbet edilecek “huzû” (itaat etme) sıfatı ile tavsif edilince de, tıpkı “(O yıldızları) bana secde ediyor gördüm” (Yusuf, 4) ayetinde olduğu gibi, cemi müzekker olarak “hâdı'îne” şeklinde getirilmiştir. Bu ifade ile kâfirlerin liderlerinin ve ileri gelenlerinin kastedildiği; tıpkı, “Onlar başlardır, göğüslerdir” denildiği gibi, ileri gelenlerin, “boyunlara” teşbih edildiği de ileri sürülmüştür. Yine bununla, insan topluluklarının kastedildiği, Arapça'da “bir grup insan” manasına denildiği de söylenmiştir. Bu ayetin bir benzeri de Kehf süresindeki (Fatır, 8) ayetidir. 5Âyetin tefsiri için bak:9 6Âyetin tefsiri için bak:9 7Âyetin tefsiri için bak:9 8Âyetin tefsiri için bak:9 9'Kendilerine o Rahmân'dan yeni bir öğüt geldiğinde, mutlaka bundan yüz çeviridirler onlar. Şimdi tekzib ettiler. (Fakat) istihza edegeldikleri haberler yakında onlara gelecektir. Yeryüzüne bir bakmadılar mı ki, biz orada her güzel eşten nice nebatlar bitirdik. Şüphesiz ki bunlarda elbet birer ders vardır. Fakat) onların çoğu iman edici değildirler. Şüphesiz ki senin rabbin elbette azız ve rahîmdir". Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele "Kendilerine o Rahmân'dan yeni bir öğüt geldiğinde mutlaka bundan yüzçeviricidirler onlar" ayeti, "Eğer dilersek biz onların tepesine gökten bir ayet indiririz" ayetinin tamamlayıcısıdır. Böylece Hak teâlâ, onları zorla mü'min etmeye kadir olduğu halde, zaman zaman onlara bir zikir (öğüt) olan Kur'ân'ı getirmesi ve onlara, yüzçevirme, yalanlama ve istihza etmede hep aynı noktada durmalarına rağmen "Kur'ân'ı onlara tekrar tekrar (ayet ayet) indirmesinin, onlara rahmetinden dolayı olduğuna dikkat çekmiştir. Sonra bu ifade, bir tehdid ve caydırma özelliği taşır. Çünkü insan küfrünü sürdürdüğü zaman, ona ancak böylesi tehditler fayda verir. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, "Şimdi tekzib ettiler" yani, "Onlar Allah'ın ayetlerini alabildiğine addettiler. Ama, "İstihza edegeldikleri haberler yakında onlara gelecektir" buyurmuştur. Bu haberlerin gelmesi de, ya dünyada başlarına azab inmesi, yahut : azabı tam müşahede etmeleri esnasında olur, yahut da ahirette olur. Binâenaleyh bu ifade tıpkı, "Onun haberini (gerçek olduğunu) bir müddet sonra öğreneceksiniz" (Sad, 88) ayeti gibidir. Kötülük eden kimselere bir tehdid olmak üzere, "Artık sen gününü görürsün" demek adettir. Allahü teâlâ sonra Kur'ân'ı zaman zaman indirmesine rağmen, zaman zaman deliller de ortaya koyduğunu beyan ederek, "Yeryüzüne bir bakmadılar mı ki biz orada her güzel eşten nice nebatlar bitirdik" buyurmuştur. "Zevç" çeşit, sınıf demektir. "Kerîm" de, kendi türünde ve konusunda beğenilen ve öğülen herşey için kutlanılır. Nitekim güzelliği ve yakışıklığı açısından beğenilen yüze "vech-i kerim" ve faydaları ve ihtiva ettiği manalar açısından beğenilen kitaba da, "Kitâb-ı Kerim" denilir. "Nebat-ı Kerim" ise, kendisinde bulunan faydalardan ötürü beğenilen bitki demektir. Ayette, "zevc"in (eş)in "kerîm" diye nitelenmesinin şu iki manası vardır: a) Bitkiler, faydalı ve zararlı olmak üzere ikiye ayrılırlar. Buna göre Hak teâlâ, yeryüzündeki çeşitti faydalı bitkilerin çokluğundan bahsetmiş, zararlı olanları ise bahse konu etmemiştir. b) Bu ifade, faydalı ve zararlı bütün bitkileri içine alır. Cenâb-ı Hakk, her iki çeşit bitkiyi de, "kerîm" olarak nitelemiş, her ne kadar insanlar hepsini bilemese de, bitirdiği her bitkide bir hikmet ve fayda bulunduğuna dikkat çekmiştir. Hak teâlâ'nın "Şüphesiz ki bunlarda elbet birer ders vardır. (Fakat) onların çoğu iman edici değillerdir" ifadesi de tıpkı, "Bu Kur'ân muttakiler için bir hidayettir" (Bakara. 2) ayeti gibidir. Buna göre mana, "Bütün bunlarda düşünüp taşınan kimseler için bir delil vardır. Ama onların çoğu yine de iman etmezler, yani bütün bunlara rağmen, onların ekserisi küfrünü sürdürür" şeklindedir. Ayetteki "Şüphesiz ki senin Rabbin aziz ve rahimdir" ifadesine gelince, Cenâb-ı Hakk burada azîz oluşunu rahim oluşundan önce zikretmiştir. Çünkü eğer bunu önce zikretmemiş olsaydı, çoğu kez, "Allah, onlara azâb etmekten âciz olduğu için rahmet etmiştir" denilebilirdi. Böyle bir vehmi silmek için, "galib, üstün, kahir" demek olan izzetinden bahsetmiş ve bu İzzetine rağmen kullarına rahmetli olduğunu bildirmiştir. Çünkü rahmet, ne kadar tam ve mükemmel bir kudret sahibinden kaynaklanırsa, konum bakımından o nisbette değerli olur. O halde Cenâb-ı Hakk'ın bundan muradı şudur: Onlar kâfir oldukları ve ben de onların cezalarını hemen verecek kudrette olduğum halde, daha önce zikredildiği gibi, her kerîm bitkiyi yaratıp insanların herbirine sıhhat, akıl ve hidayet kabiliyeti vermem açısından onlara hep merhamet ettim. Allahü teâlâ kâfirleri önce yüz çevirme, ikinci olarak tekzib (yalanlama) ile, üçüncü olarak da, istihza etme ile nitelemiştir ki, bunlar, şakâvette yol alanların mertebeleridir. Çünkü böylesi kimseler önce yüz çevirir, sonra açıkça tekzibe başlar, üçüncü olarak da onunla istihza edecek dereceye varır. Eğer, "Cenâb-ı Hakk, niçin "kem" (nice-kaç) ve "küll" (her-bütün) kelimelerini birlikte zikretmiş ve niçin sadece dememiştir?" dersen, derim ki, Ayetteki "kült" kelimesi, bütün bitki çeşitlerini etraflıca içine aldığına delâlet eder, "kem" (kaç) lafzı ise, bu kuşatanların son derece çok olduğuna delâlet eder. İşte Cenâb-ı Hakk'ın bu iki kelimeyi birlikte kullanmasının hikmeti budur. O bunları kudretinin mükemmelliğini göstermek için peş peşe kullanmıştır. İmdi eğer: "Cenâb-ı Hakk, çeşitli çiftlerden, cinslerden bahsedip, bunlara çokluk ve herşeyi içine almayı ifade eden kelimelerle işaret edip, bitkilerin sayısı da ancak gaybı bilen tarafından bilinebilecek kadar çok olduğuna göre, niçin "Bunda bir ayet var" demiştir? Halbuki, "bunda pek çok ayetler vardır" demeli değil miydi?" denilirse, ben derim ki: Bu hususta şu iki izah yapılabilir: a) Zalike (bu) ifadesi ile "bitirdik" ifadesinin masdarı olan, "bitirme" işine işaret edilmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hakk, "Bunda, yani bu bitirme işinde, ne enteresan bir ayet (ders, nişane) var" demektedir. b) Bu ifade ile, "Bu eşlerin ve cinslerin herbirinde bir ayet vardır" manası Kastedilmiştir. Mu'tezile, Kur'ân'ın mahlûk (yaratılmış) olduğuna, ayetteki “muhdes bir zikir” (yeni bir öğüt) ifadesini delil getirerek şöyle demişlerdir: “Zikir, “Bu, mübarek bir zikirdir” (Enbiya, 50) ayetinden ötürü, Kur'ân'dır. Cenâb-ı Hakk bu ayetinde de bu zikrin muhdes (yeni-sonradan) olduğundan bahsetmiştir, öyle ise, iki ayetin toplamından Kur'ân'ın “muhdes” olduğu neticesi çıkar. Bu istidlal, “Allah, en güzel sözü kitab olarak indirdi” (Zümer, 23) ayeti ve “Artık bundan sonra o kâfirler, hangi hadîse (söze) inanacaklar?” (A'raf, 185) ayetleriyle de yapılabilir. Bunun muhdes olduğu sabit olunca, bu demektir ki, onun bir yaratıcısı var. Böylece de hiç şüphesiz ki o, mahluk olmuş olur.” Cevap: Bütün bunlar, bu lafızlarla ilgili izahlardır. Biz de, bu lafızların muhdes olduğunu kabul ediyoruz. Biz, bu harflerin ötesinde başka bir şeyin kadîm olduğunu iddia ediyoruz ki, işte ayette buna delâlet bulunmamaktadır. Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın Risaleti 10Âyetin tefsiri için bak:11 11"Hani Rabbin Musa'ya, "O zalimler güruhuna Firavun'un kavmine git. Hâlâ sakınmayacaklar mı onlar?" diye nida etmişti". Ehl-i sünnet, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın, Allah'dan duyduğu o nidanın ne olduğu hususunda, -O'nun, kadîm kelâmı mı, bir çeşit ses mi olduğu hususunda- ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak Ebu'l-Hasan el-Eşarî şöyle der: “Duyulan şey, O'nun kadîm olan kelamıdır. Delil, Cenâb-ı Hakk'ın zâtının malûm ve müretteb olduğuna delâlet ettiği halde, nasıl ki zâtı diğer eşyaya benzemiyor, aynen bunun gibi, onun kelâmı da duyulduğu halde, ses ve harflere benzemekten münezzehtir.” Ebû Mansûr el-Maturîdî ise şöyle demiştir: “Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın duyduğu o şey, harfler ve sesler cinsinden bir nidadır. Çünkü delil, bizim cevheri ve arazı gördüğümüze delâlet edip, görülebilmesi için de, cevher ile araz arasında mutlaka müşterek bir sebebin bulunması gerekip, bu müşterek illet de, onların mevcudiyeti olunca, biz her mevcudun görülebileceğine hükmettik. Cisim ile ses arasında mutlaka ortak bir noktanın bulunduğuna hükmedil inceye kadar, bize göre bizim sesleri ve maddeyi görmemiz sübut bulmaz. Binâenaleyh bundan her mevcudun duyulabilmesi neticesi çıkmaz. Böylece aradaki fark ortaya çıkmış olur.” Mu'tezile'ye gelince, onlar bu duyulan şeyin, sadece harfler ve sesler olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu noktada onlar şöyle demektedirler: “Bu nida Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın bu kelamın Allah tarafından geldiğini bileceği bir tarzda tahakkuk etmiştir. Böylece bu, sayesinde Allah'ın kendisine hitab ettiği bilinen bir mucize olmuş olur. Bu sayededir ki Hazret-i Musa (aleyhisselâm) herhangi bir vasıtaya muhtaç olmamıştır. İşte o vakit Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın Firavun'a, “O zalimler güruhuna, Firavun'un kavmine git” risaletini taşıması yetmiştir, çünkü bi'setin başlangıcında, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'a tevhide çağırmayı emretmek, hükümleri ise daha sonra emretmek gerekir. Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'a bu şekilde emretmesi ise ancak Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın istendiğinde kendisi elinden mucizelerin zuhur edeceğini bildiği zaman zuhur eder. Cenâb-ı Hakk'ın “O zalimler güruhuna git” buyruğuna gelince bu, Allah'ın onları zalimlikle tescil etmesi demektir. Onlar bu ismi almaya şu iki sebepten dolayı yani kâfir olmaları ve kendi nefislerine zulmetleri sebebiyle İsrâiloğullarına zulmetmeleri açısından müstehak olmuşlardır. Cenâb-ı Hakk'ın ifadesi, “firavnun kavmine” ifadesi o'nun ifadesine bir atf-ı beyan olarak atfedilmiştir. Buna göre sanki, “zalim kavimler” ifadesiyle “firavnun kavmi” ifadesi, aynı manaya delâlet eden iki lafız gibi olmuş olurlar. Ayetteki “Hâlâ sakınmayacaklar mı onlar?” cümlesine gelince, bu ifade “Hâlâ benden sakınmayacaklar mı onlar?” şeklinde olmak üzere nûnun kesresiyle yettekûnî şeklinde de okunmuştur. Böylece nûn, iki nûnun bir araya gelmesinden dolayı; yâ da kesre ile yetinilerek hazfedil mistir. Cenâb-ı Hakk'ın bu ifadesi müste'nef bir kelâm olup, bunun peşinden Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ı zulüm ve taşkınlıktaki halleri ile kendi akıbetlerine dair duydukları güven ve korkusuzluktan dolayı teaccüb ve hayrete davet etmek için, onları uyarmak ve zulümlerini tescil etmek amacıyla Musa'yı onlara gönderdiğini bildiren ifadeyi getirmiştir. Bu kelimenin, zalimin kelimesinin zımnındaki hüm zamirinden hal olması da muhtemeldir. Buna göre mana, “onlar Allah'tan ve O'nun ikâbından korkmayarak zulmediyorlar” şeklinde olur. Bu manaya göre, istifhâm-ı inkâr? İçin olan bu hemze, hâl cümlesinin başına getirilmiş olur. Bir üçüncü izah da, bunun manasının, “Dikkat, ey insanlar, benden korkun!” şeklinde olmasıdır ki, buna göre bu ifade tıpkı, “Allah'a secde etmesinler diye (...)” (Neml, 25) ayetinde olduğu gibidir. Bu ifadeyi, muhatab sığasıyla (......) şeklinde okuyanlara gelince bu onlara dönmek, onları yadırgayarak, yüzleri onlara çevirmek ve onlara gazab etmek üslubu gözetilerek böyle okunmuştur. Bu tıpkı, bir suç işleyen ve kendisi de orada bulunan kimseden şikayetçi olan kimsenin hiddetle yüzünü ona çevirmesi gibidir. Bu kimse şikayet etmeye koyulup da öfkesi şiddetlendiğinde, arkadaşından ilgisini keserek, suçluya yönelir, onu azarlar ve ondan dolayı onu kınar. Ve ona, “Allah'tan korkmaz mısın? İnsanlardan utanmaz mısın?” demeye başlar. İmdi, şayet “Hitap Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'a olup, kendisine yönelinenter de, orada bulunmayan kimseler olduğu halde münâcaat (Allah'la konuşma) esnasındaki bu iltifatın fayda ve hikmeti nedir?” denilirse, ben derim ki: Bunu, kendilerine gönderilen o peygamberle konuşma esnasında yapmak, bunu onların huzurunda yapmak ve bunu, bizzat onların kulaklarına atmak demektir. Çünkü, on tara tebliğde bulunan odur, onlara yasak koyan da. Bunda Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'a bir lütuf ve takvasını arttırmaya bir teşvik vardır. Kâfirler hakkında nazil olmuş nice ayet vardır ki, onları tefekkür etme ve onlardan dersler çıkarma bakımından, mü'minlerin o ayetlerden olan nasipleri daha da fazladır. Musa (aleyhisselâm)'ın Geri Durması 12Âyetin tefsiri için bak:14 13Âyetin tefsiri için bak:14 14"O dedi ki: "Ya Rabbi, doğrusu onların beni yalanlayacaklarından korkarım. Benim de göğsüm daralır, dilim açılmaz. Onun için Harun'a gönder. Hem onların, benim aleyhimde bir suç (davaları) da var. Bundan dolayı beni öldürmelerinden korkarım". Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır: Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'a Firavunun kavmine gitmesini emredince, Hazret-i Musa (aleyhisselâm), beraberinde Harun (aleyhisselâm)'ı da onlara göndermesini istemiş, daha sonra da kendisini böyle bir talebe sevkeden sebepleri zikretmiştir ki, bunun neticesi şudur: Şayet Harun (aleyhisselâm) olmasaydı, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın peygamber olarak gönderilmesinden elde edilmesi istenen fayda, elde edilemezdi. Bu, şu iki sebepten dolayı böyledir: a) Firavun genel olarak Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ı yalanlar. Kişinin yalanlanması ise, kalbinin sıkışmasına sebeptir. Kalbin daralması da dilinde tutukluk bulunan kimselerin konuşurken zorluk çekmelerine sebep olur. Çünkü kalb daraldığında rûh ve vücuttaki tabii ısı, kalbin içinde tutulur, sıkışıp kalır. Ruh ile hararet-i garîziyye kalbin içinde sıkışıp kalıp, kalbin dışı rûh ile hararet-i garîzeden halî olunca, lisandaki tutukluk artar. O halde bu demektir ki, yalanlanmaktan dolayı eziyyet duymak, kalbin sıkışmasına; kalbin sıkışması da dilin tutulmasına sebeptir. İşte bundan dolayı, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ise önce yalanlanma korkusuyla, ikinci olarak kalbin daralmasıyla,üçüncü olarak da lisanın tutukluk yapmasıyla başlamıştır. "Harun (aleyhisselâm)'a gelince der Hazret-i Musa (aleyhisselâm), o benden daha fasihtir. Onda, saydığım şu şeyler yoktur. Binaenaleyh onu göndermen daha uygun olur." b) Onların bana karşı bir suç davası vardır. Binaenaleyh, onların hemen beni öldürmeye koşacaklarından korkarım. Eğer beni öldürürlerse, peygamber olarak gönderilme gayesi gerçekleşmez. Ama Harun (aleyhisselâm) böyle değildir, binâenaleyh bi'setin gayesi de ancak böylece tahakkuk etmiş olur." Bu ifadeler, ref ile (......) ve (......) şeklinde de okunmuşlardır. Çünkü bunlar (......)'nin haberi üzerine ((......) üzerine) matufturlar. Bu iki fiil, 'in başına geldikleri ifadeye atfedildikleri için de nasb ile de okunmuşlardır. Bu ikinci okuyuşa göre mana "Ben, onların beni yalanlamalarından, böylece de göğsümün daralmasından ve dilimin tutukluk yapmasından endişeleniyorum" şeklinde olur. Bu iki okuyuş arasındaki fark şudur: Merfû okuyuş, Hazret-i Harun (aleyhisselâm)'ın gönderilmesini isteme hususunda, üç ayrı sebebi ifade eder. Nasb ile okuyuş ise tek bir sebebi ifade eder ki, bu da bu üç şeyden "korkma"dır. İmdi, eğer "Korku, olması beklenen bir kötülükten dolayı meydana gsten bir keder ve üzüntüdür. Halbuki dilin tutukluğu daha önce de mevcuttur. Binâenaleyh korku daha bununla nasıl alâkalı olabilir?" dersen ben derim ki: Biz ileride olacak yalanlamanın, kalbin sıkışmasına, kalbin darlığının da, lisanın iyice tutukluk yapmasına sebebiyet vereceğini beyan etmiştik. Binâenaleyh tutuklukta meydana gelen artma, o anda mevcut değildi, tam aksine, bu ilerde olması beklenen bir şeydi. Binâenaleyh korkunun, olması muhtemel olan bu tutukluğun artmasına bağlanması caiz ve uygundur. Harun (aleyhisselâm)'ı Teklif Etmesi Ayetteki “Onun için Harun'a gönder” cümlesine gelince, bu ifadenin zahirinde, Hazret-i Harun (aleyhisselâm)'a kimin gönderileceği bulunmamaktadır. Haberin birinde şu varid olmuştur: “Allahü teâlâ, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ı Harun (aleyhisselâm)'a göndermiştir.” Süddî şöyle der: “Musa (aleyhisselâm) ailesiyle Mısır'a gitti. Derken, Musa (aleyhisselâm) kendisini tanımayan Harun (aleyhisselâm)'la karşılaştı. Bunun üzerine Hazret-i Musa (aleyhisselâm), “Ben Musa” dedi ve böylece de tanıştılar. Ona, risalet görevini ifa için, kendisiyle birlikte Firavunun yanına gitmesini emretti. Anneleri korktuğu için, korkarak arkalarından bağırdı. Ama onlar bunu dinlemeyerek, doğrudan Firavuna gittiler. Bundan muradın, Cenâb-ı Hakk'ın Harun (aleyhisselâm)'a Cebrail (aleyhisselâm)'ı göndermiş olması da muhtemeldir. Çünkü Allah'ın peygamberlerine gönderdiği elçisi, Cebrail (aleyhisselâm)'dır. Bu iş Cebrail (aleyhisselâm)'a verilmiş olunca, malûm olduğundan dolayı, bu ifadede anlatılmamıştır. Hem ayetin zahirinde onun hangi şey için gönderildiği de yer almamıştır: Ancak ne var ki, sözün fehvası, sözden anlaşılan, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın Hazret-i Harun (aleyhisselâm)'ı yapmayı istediği şeyler hususunda kendisine yardımcı olması için talep ettiğini gösterir. Nitekim, Arapça'da birisi, senin yerine davrandığında, “Falancaya adam sal” denilir. Yani “o konuda sana yardımcı olması için...” demektir. Ayetin zahirinde Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın, Hazret-i Harun (aleyhisselâm)'ın kendisiyle birlikte nebî olmasını İstediği hususu yer almamaktadır. Ancak ne var ki, Cenâb-ı Hakk'ın, “Biz alemlerin Rabbinin gönderdiği peygamberiz deyin" (Şuara, 16) şeklindeki ifadesi buna delâlet etmektedir. Ayet-i kerimedeki “Hem onların, benim aleyhimde bir suç (davaları) da var” cümlesine gelince, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) bu ifadedeki “suç”, sözüyle kendisinin o Kıptîyi öldürmesini kastetmiştir ki, Allahü teâlâ bu hadiseyi Kasas Sûresi'nde açıklamıştır. Bil ki, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın Hazret-i Harun (aleyhisselâm)'ın kendisine katılmasını istemesi hususunda kendisinin Firavuna gitmekten afvedilmesini istediğini gösteren herhangi bir şey yoktur. Tam aksine, onun bu isteğinin gayesi, bu gitmenin maksada ulaşma bakımından en kuvvetli bir biçimde olmasını istemektir. Alimler bu hususta ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları şöyle demişlerdir: Hazret-i Harun (aleyhisselâm), her ne kadar nebî idiyse de ancak ne var ki o, kendisinin risaleti ifa edinceye kadar kalacağını bilemiyordu. Çünkü o, bununla ancak peygamberlik görevini yapmada Hazret-i Musa aleyhisselâm)'a yardımcı olmakla emrolunmuştu. Bu, Bağdatlılardan Ka'bi ve diğerlerinin görüşüdür. Çünkü Bağdatlılar, Allah'ın kutuna şartlı teklifte bulunabileceğini tecviz etmektedirler. Ekseri ulemânın benimsediği görüş ise, bunun caiz olamayacağıdır. Çünkü Allahü teâlâ bir şeyi emrettiğinde, emrolunanın onu yapabileceğini, onu hangi vakitlerde yapabileceğini de bilir. Binâenaleyh o, onun onu yapamayacağını bilirse, o zaman ona onu emretmez. Bu doğru olduğuna göre, peygamberler hakkında doğruya en yakın olanı, onların Allah'ın kendilerine risâlet görevini yüklediğinde onu yerine getirebileceklerini ve bu risâlet görevi yerine getirilinceye değin de yaşayabileceklerini bilmeleridir. Bu gibi hususlar her ne kadar başkaları hakkında bir teşvik olsa bile peygamberler hakkında bir teşvik olmaz. Bir kimse şöyle diyebilir: “Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın, “Hem onların, benim aleyhimde bir suç (davaları) da var” şeklindeki sözü, o günahın ondan sudur ettiğine delâlet eder mi?” Cevap: Hayır. Bununla “onların iddialarına göre, onların benim aleyhimde bir suç (davaları) vardır” manası kastedilmiştir. Musa ve Harun (aleyhisselâm)'ın Firavuna Gönderilmeleri 15Âyetin tefsiri için bak:17 16Âyetin tefsiri için bak:17 17"Allah, "Hayır dedi, ikiniz de ayetlerimizle gidin. Şüphesiz ki biz sizinle beraberiz, işitidyiz. Haydi Firavun'a gidin de, "Biz, İsrailoğullarını beraberimizde yollayasın diye, alemlerin Rabbinin gönderdiği gerçek peygamberiz" deyin". Bil ki Hazret-i Musa (aleyhisselâm) şu iki şeyi istemiştir: a) Kendisinden onların serlerini def etmesini. b) Hazret-i Harun (aleyhisselâm)'ı da kendisiyle birlikte göndermesini... Cenâb-ı Hakk, onun bu iki isteğinden birincisine VS" "Hayır" ifadesiyle cevap vermiştir ki, bunun anlamı, "Ey Musa düşündüğün şeyden vazgeç" şeklindedir. İkincisine de "İkiniz de gidin" emriyle cevap vermiştir ki, bu, "sen ve istediğin Harun, birlikte çekip gidin" demektir. Buna göre, eğer "bu ifade, ne üzerine atfedilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: "bu, "hayır" kelimesinin ifade ettiği fiile atıftır. Buna göre Cenâb-ı Hakk sanki, "Ey Musa düşündüğünden vazgeç ve Harun'la birlikte git" demek istemiştir. Allah'ın Beraberliğinin Manası Ayetteki "Şüphesiz ki biz, sizinle beraberiz, işiticiyiz" ifadesi, mecazî bir ifade olup, Allahü teâlâ bununla şu manayı kastetmiştir: "Ben sizin ve düşmanlarınız için, size düşmanınız aleyhine yardım ederim. Sizin aranızda geçen şeyleri hazırlar, düşmanınıza karşı size yardım eder, sizi galip getirir ve düşmanınızın size karşı olan şevket ve saltanatını kırarım." Biz burada "işitme" işini mecaz kabul ettik. Çünkü "istimâ", kulak verme ve dinleme demektir. Bu ise Allahü teâlâ için söz konusu değildir. Resul Kelimesinin Müfred Olmasının İzahı Ayetteki "Biz, âlemlerin Rabbinin gönderdiği peygamberiz" ifadesi ile ilgili olarak şöyle bir soru sorulabilir: "Biz, Rabbinin iki peygamberiyiz" Tahâ, 47) ayetinde olduğu gibi, burada da, "resul" kelimesi tesniye olarak getirilmeli değil miydi?" Buna şu birkaç şekilde cevap verebiliriz: a) Resul o mâhiyetin bir mi, daha çok mu olduğunu beyân etmeksizin bir mâhiyete verilen isimdir. Elif-lâm, istiğrak değil, vahdet (tek oluş) ifade eder. Bunun delili senin "İnsan, gülendir" deyip, "Her insan, gülendir" dememen gibidir. Yine "Şu insan, gülendir" de denilemez. "Resul" lafzının, sadece bir mahiyet ifade ettiği, mahiyetin de bire ikiye hamledilebildiği sabit olunca, ayetteki "Biz, alemlerin Rabbinin Resulüyüz" ifadesinin doğruluğu sabit olmuş olur. b) Resul kelimesi bazan, "risâlet" manasına da gelir. Nitekim şâiri "Andolsun ki jurnalcılar, yanlarında söylediğim sırrı yalanladılar. Ben onlara bir risâlet (bir haber) de göndermedim" demiştir. Buna göre ayetin manası, "Biz, alemlerin Rabbinden gelen bir risâlet (elçilik) sahibi kimseleriz" şeklinde olur. c) Onlar aynı şeriatı getirdikleri ve kardeş olarak beraber oldukları için, her ikisi sanki bir peygamber gibi kabul edilmişlerdir. d) Bundan "Bizim her birimiz bir resuldür" manası kastedilmiştir. e) Bazıları bunun şu manaya olduğunu söylemişlerdir: "Özellikle Hazret-i Musa (aleyhisselâm) peygamber olduğu için, burada tesniye değil, müfred ifade kullanmıştır. Bunun başındaki "biz" de, tıpkı azamet ifade eden, "Hiç şüphesiz o Kur'ân'ı biz indirdik" (Kadr. 1) ayetindeki "Biz" gibidir. Bu görüş zayıftır. Ayetteki "İsrailoğullarını beraberimizde yollayasın diye" cümlesindeki "İrsal" (yollama) ile, salıverme, bırakma, boşaltma manaları kastedilmiş olup, tıpkı "Şahini sal" demen gibidir. Hazret-i Musa (aleyhisselâm) bu ifadesi ile, "İsrâiloğullarını artık bırak, bizimle gelsinler" manasını kastetmiştir. Firavun'un Musa (aleyhisselâm)'ya Serzenişi 18Âyetin tefsiri için bak:19 19"(Firavun) dedi ki: "Biz seni yeni doğmuş bir çocukken içimizde büyütmedik mi? Sen ömründen bir hayli seneler bizim aramızda katmadın mı? O yaptığı fiili de sen yapmıştın. Sen nankörlerdensin!'. Bil ki, bu sözde şöyle bir hazif vardır: "Onlar Firavuna geldiler ve Allah'ın emrettiği şeyi söylediler. İşte o zaman Firavun bu sözü söyledi." Rivayet olunduğuna göre, ikisi Firavunun kapısına gitmişler, fakat bir sene geçtiği halde onun huzuruna alınmamışlar. Ta ki kapıcı, "burada kendisinin, âlemlerin Rabbinin elçisi olduğunu söyleyen birisi var" deyinceye kadar. Kapıcı böyle deyince, "içeri bırak bakalım. Belki biraz eğleniriz" demiş. Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ile Harun, Firavuna söylemekle görevli oldukları şeyi yerine getirdiler. Tam o sırada Firavun, Musa (aleyhisselâm)'ı tanıdı ve peşinden önce ona yaptığı iyilikleri sayıp döktü, sonra onun kendisine yaptığı kötülükleri sıraladı. Firavun'un ona yaptığı iyilikler, "Biz seni yeni doğmuş bir çocukken içimizde büyütmedik mi? ifadesi ile anlatılmıştır. "Velîd", doğması yaklaşmış çocuk demektir. Ebû Amr, mimin sükûnu ile (......) şeklinde okumuştur. Ayetteki "sinîn" kelimesinin tefsirine gelince, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın Firavun hanedanının yanında otuz yıl kaldığı ileri sürüldüğü gibi, Kıptiyi tokatlayıp öldürdüğünde on iki yaşında bir çocuk olduğu, bu hadiseden sonra kaçıp gittiği de söylenmiştir. Bu hususta en doğrusunu bilen Allahü teâlâ'dır. Şa'bî'nin, fâ'nın kesresiyle, "fi'leteke" şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir ki bu, (masdar binâ-ı nev'i) olup, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın kıptiyi öldürmesi manasını ifade eder. Çünkü o, kıptîyi tokatla öldürmüştür ve bir çeşit (nev) öldürmedir. Fakat bu kelimenin "fa'lete" şeklinde okunması, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın onu "tek" bir tokatla öldürmesinden ötürüdür. (Bunun masdar binâ-ı mevre olmasından ötürüdür.) Firavun Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'a yaptığı iyilikleri, onu terbiye ettiğini, yetiştirip büyüttüğünü söyleyerek ifade etmiş ve onu, fırıncısını öldürdüğü için kınayarak bunun büyük bir suç olduğunu, "O yaptığın fiilide sen yapmıştın (yapacağını yaptın gittin)" diyerek ifade etmiştir. Ayetteki, "Sen nankörlerdensin" ifadesi ile ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır: a) Bunun hal cümlesi olması mümkündür, yani, "Sen böyle yapmakla bir nankör olarak onu öldürdün" demektir. b) Bu, "Sen, işte o sırada onları kâfir kabul edenlerdendin" demek olup, Firavun, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'a iftira etmiş veya onun işinin ne olduğunu anlayamamıştır. Çünkü Hazret-i Musa (aleyhisselâm) onlara, nezîh bir şekilde muamele ediyordu. Zira küfür peygamberlikten önce de caiz değildir. c) Bu, "Sen nankörlüğü adet haline getirmiş kimselerdendin. Bu halde olanın, veli nimeti olan belli kimseleri öldürmesi de şaşılacak birşey değil" demektir. d) Bu, "Sen Firavunu ve onun Hanlığını inkâr edenlerdendin" veya "Firavunun dinine göre kâfir olan kimselerdendin" demektir. Çünkü onların da taptıkları ilahları vardı. Onların ilahları (putları) olduğuna, "Seni ve ilahlarını terkediyor (o Musa)” (Araf. 127) ayeti de delâlet eder. Hazret-i Musa'nın Kıptiyi Kasıtsız Olarak Öldürmesi 20Âyetin tefsiri için bak:22 21Âyetin tefsiri için bak:22 22"(Musa) Dedi ki: "Ben bunu o vakit bilmezlerden olarak yaptım. Sizden korkunca da, hemen kaçtım. Nitekim Rabbim bana bir hüküm verdi ve beni peygamberlerden yaptı. Benim başıma kaktığın o nimet, îsrâiloğullarını kendine kul-köle edinmenden dolayı olmuştu". Bil ki Firavun terbiyeden ve o öldürme hadisesinden bahsedip, kendisinin Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ı sarayında yetiştirmesi malum ve açık bir iş olunca, gayet tabii olarak Hazret-i Musa (aleyhisselâm) bunu yadırgamamış ve buna karşı cevap vermemiştir. Çünkü başkasına peygamber olarak gönderilen bir kimsenin elinde mucizeler ve deliller bulunduğunda, peygamber gönderilen insanların ona in'am edip etmemesi, iyi davranıp davranmaması halinde, peygamberin durumunun değişmeyeceği akıllarda yer etmiştir. Böylece Firavunun Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'a söylediği sözler asla tesir etmemiştir. Bu gibi sözlere iltifat etmemek evlâdır. Fakat öldürme işine ise, en beliğ bir şekilde cevap vermiş ve şöyle demiştir: "Ben bunu o vakit bilmezlerden olarak yaptım" Bundan murad, "Bu işinin ölümlü neticeleneceğini bilemeyenlerden olma"dır. Çünkü Hazret-i Musa (aleyhisselâm) terbiye etmek için o adama tokat atmıştır. Bu gibi, şeyler neticesi ölüme varsa bile, güzel kabul edilen işlerdendir. Böylece Hazret-i Musa (aleyhisselâm), Firavuna bu işi sorumlu tutulması veya nankörlerden (kâfirlerden) sayılması caiz olamayacak bir şekilde yapmış olduğunu beyân etmiştir. Ayetteki "Sizden korkunca da hemen sizden kaçtım" ifadesi, "Ben, bu işi, öldürücü olduğunu bilmeden yaptım ve bu benden kasıtsız olarak sâdır olan bir hâdisedir. Binâenaleyh firarıma sebep olacak korkuyu haketmemiştim. Ama sizin, "Şehrin önde gelenleri seni öldürmek için toplandılar, hakkında konuşuyorlar" (Kasas, 20) şeklindeki haberinizi duyduğumda sizden kaçtım" demektir. Böylece Hazret-i Musa (aleyhisselâm) bununla, Firavunun bu öldürme hadisesiyle ilgili olarak kendisine bir iyiliği olmadığını, aksine kaçışına sebebiyet verecek biçimde, korkuttuğu için, hatta kötülük yapmış olduğunun söylenebileceğini bildirmiştir. Daha sonra da, bu kaçışının peşisıra Allah'ın verdiği nimetleri beyân ederek adeta şöyle demiştir: "Siz kötülük ettiniz, ama Allah bana "hükm" vererek ve beni peygamber kılarak iyilikte bulundu." Alimler, ayette bahsedilen "hükmün" ne olduğu hususunda, değişik görüşler belirtmişlerdir: Doğruya en yakın olan, bunun peygamberlikten başka birşey olmasıdır. Çünkü ma'tuf, ma'tufun aleyhden başkadır. Peygamberlik ayetteki, "Beni peygamberlerden yaptı" ifadesinden anlaşılmaktadır. O halde ayetteki "hükm" ile ilim ve anlayış kastedilmiştir ki, bunun içine akıl ve görüş ile tevhid demek olan dinin esasını bilme işi de girer. Bu izah doğruya daha yakındır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ı peygamber olarak göndermesi, ancak aklının, görüş kuvvetinin ve tevhid bilgisinin mükemmel oluşu ile caizdir. Ayetteki "Rabbim bana bir hüküm verdi" ifadesi bu hükmün, Allahü teâlâ'nın yarattığı birşey olduğunu sarîh (açık) olarak göstermektedir. Mu'tezile ise, "Bununla ilahi lütuflar kastedilmiştir" demektedir ki bu görüş gerçekten tutarsızdır. Çünkü İlahi tütuflar, herkes için eksiksiz ve kusursuz olarak yapılagelmektedir. Binâenaleyh bunun sadece Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'da olduğunu söylemenin bir manası olamaz. Firavun'un Nimet Dediği Şey Hikmet İdi Ayetteki "Benim başına kaktığın o nimet, İsrailoğullarını kendine kul köle edinmenden dolayı olmuştur" ifadesi, Firavun'un, "Biz seni büyütmedik mi?" şeklindeki sözünün cevabıdır. Arapça'da birisi birisini kul-köle edindiğinde, denilir. Buna göre eğer, "Bu iki ifade arasında hiçbir münasebet görünmediği halde, bu onun nasıl cevabı olabilir?" denilirse biz deriz: Bunlar arasındaki münasebeti şu şekillerde izah ederiz: a) Hazret-i Musa (aleyhisselâm), Firavun'un elin ve terbiyesine düşmüştür. Bunun sebebi Firavun'un İsrailoğullarını köle edinmeyi ve onların erkek çocuklarını kesmeye niyetlenmiş olması idi. Binâenaleyh Hazret-i Musa (aleyhisselâm) sanki Firavuna "Eğer bize ve milletimize karşı uyguladığın o zulmü yapmamış olsaydın, senin barındırmana ihtiyacım olmazdı" demek istemiştir. b) Bu, daha sonra yapılan iyilik, milletimize yapılan o büyük zulme karşılık olmuştur. Bunlar bir birini karşılayınca, hiç yokmuş gibi olurlar. c) Hasan el-Basri şöyle demiştir: Bu "Sen, onları köle edindin, mallarını aldın ve bana o mallardan harcadın. Dolayısıyla beni besleyip büyütmenden dolayı üzerimde bir nimetin yok" demektir. d) Bu, "Benim terbiye işimi üstlenenleri sen köle edinmiştin. Binâenaleyh aslında bizzat senin bende bir nimetin yok. Çünkü bu terbiye işi, annem ve kavmimden olan bazı kimselerce yapılmıştır. Senin düşündüğün, aslında sadece beni öldürmekti. Bu ise bir nimet değil" demektir. e) Bu, "Sen, İsrailoğullarının kölelerin olduklarını iddia ettin. Efendi ise kölelerini yedirip, içirdiği ve ihtiyaçlarını karşıladığı için, bunu onların başına kakamaz" demektir. Kafir'in Yaptığı İhsan Hakkında Bil ki bu ayette kâfirin küfrünün, kendisine iyilikte bulunduğu kimselerdeki nimetini ve lütfunu boşa çıkarmayacağına bir delâlet vardır. Çünkü Hazret-i Musa (aleyhisselâm) biraz önce de açıkladığımız gibi, bu hususu başka yönlerden izah etmiş cevablamıştır. Alimler bu hususta ihtilaf etmişler ve bazıları, "Nimet veren (iyilik yapan), kâfir olursa, insanlara yaptığı iyiliklerden ötürü şükre (teşekküre ve övgüye) müstehâk olmaz, aksine küfrü sebebi ile hor ve hakir kılınmayı hakeder. Binâenaleyh eğer o kimse, iyilikleri sebebiyle ancak ta'zim ile yapılabilen şükre müstehâk olsaydı, bu durumda o kimsenin aynı anda hem hor ve hakir kılınmaya, hem de saygı duyulmaya müstehâk olması gerekirdi. Böyle iki zıd şeye aynı anda müstehâk olmak ise imkansızdır" derken diğerleri "Küfr (inkâr) sebebiyle, şükür (teşekkür) bâtıl olmaz. Küfr ile bâtıl olan şey ancak kişinin alacağı mükafaat ile, iman etmesi halinde hakedecek olduğu övgüdür" demişlerdir. Ayet bu İkinci görüşe delâlet etmektedir. Keşşaf sahibi şöyle der: “Zamir, ifadelerinde “sen” şeklinde tekil getirildiği halde, “sizden kaçtım, sizden korktum” ifadelerinde cemi getirilmiştir. Çünkü korku ve firar, sadece Firavun'dan dolayı değil, aynı zamanda Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ı öldürme işini konuşan adamlarından dolayı olmuştur. Bunun delili: “Şehrin önde gelenleri, seni öldürmek için toplandılar hakkında konuşuyorlar” (Kasas, 20) ayetidir. Başa kakma işi ise sadece Firavun'dan olmuştur. Yine köle edinme işi de ondan kaynaklanmıştır. Buna göre eğer, “Ayetteki tilke “o” kelimesi neye işarettir. Ve ifadesinin iğrabtaki yeri nedir?” denilirse ben derim ki, tilke (o) kelimesi, ne olduğu bilinmeyen ve pek iyi olmayan birşeye işaret olup, onun ne olduğunu ayetteki, “kul-köle edinmen” ifadesi tefsir etmektedir. Çünkü bu ifade, “atf-ı beyan”dır. Bunun bir benzeri de, ayetidir. Buna göre mana, “Senin İsrailoğullarını kul-köle edinmen, işte başıma kaktığın nimettir” şeklindedir. Zeccâc şöyle der: Burada başında en edatı bulunan cümlenin, (mef'ûl-ü leh olarak) mahallen mansub olması da mümkündür. Buna göre mana, “Sen, İsrailoğullarını kul köle edindiğin için, bu benim başıma kaktığın bir nimet olmuştur. Eğer sen böyle yapmasaydın, ailem bana yeter, beni terbiye ederdi” şeklinde olur. Musa (aleyhisselâm)'ın Firavun'a Tebliği 23Âyetin tefsiri için bak:31 24Âyetin tefsiri için bak:31 25Âyetin tefsiri için bak:31 26Âyetin tefsiri için bak:31 27Âyetin tefsiri için bak:31 28Âyetin tefsiri için bak:31 29Âyetin tefsiri için bak:31 30Âyetin tefsiri için bak:31 31"Firavun dedi ki: "Alemlerin rabbi (dediğin) nedir?" (Musa) da dedi ki: "Göklerin yerin ve bu ikisi arasında bulunan şeylerin. Rabbidir. Eğer hakikati yakînen bilmeye ehil kimselerdenseniz." Firavun etrafında bulunan kimselere dedi ki: "Ne dediğini işitiyor musunuz?" (Musa sözüne devamla), "O, sizin de, evvelki atalarınızın da Rabbidir" dedi. (Firavun), "Her halde size gönderilen (bu) peygamberiniz, şüphe yok ki deli" dedi. (Musa) dedi ki: "O, doğu ile batının ve ikisi arasında bulunan herşeyin Rabbidir. Eğer aklınızı kullanırsanız." (Firavun) da dedi ki: "Andölsun, eğer benden başka bir tanrı edinirsen seni muhakkak ve muhakkak zindana girenlerden ederim" (Musa) dedi ki: "Sana apaçık birşey getirdiysem de mi?" (Firavun) da dedi ki: "Doğru söyleyenlerdensen haydi getir onu". Firavun'un Rab Teâlâ Hakkında Sorması Bil ki Firavun Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya, "Alemlerin Rabbi (dediğin) nedir?" sorusunu, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) kendisini alemlerin Rabbine itaata davet ettiğinde sormuştur. Bunun böyle olduğunu, "Haydi Firavun'a gidin ve "Alemlerin Rabbinin gönderdiği iki peygamberiz" deyin" (Şuara. 16) ayeti göstermektedir. Binâenaleyh Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ve Harun (aleyhisselâm), Firavun'un yanına gittiklerinde böyle söylemişler ve bunun üzerine Firavun, "Alemlerin Rabbi (dediğin) nedir?" demişti. Bu ifade ile ilgili şu iki bahis vardır: Birinci bahis: Firavun'un Allah'ı bildiği ve tanımakta olduğu söylenebilir. Fakat hükümdarlık ve riyaseti istediği için, bilmez gibi böyle sormuştur. Allahü teâlâ, Kur'ân'da onun Allah'ın varlığını bildiğini gösteren şu ayeti zikretmiştir: "(Musa), "Andolsun, bunları birer ibret olmak üzere, göklerin ve yerin Rabbinden başkasının indirmediğini bilmişsindir. Ben de Firavun, seni herhalde helak edilmiş sanıyorum" dedi" (isra, 102). Binâenaleyh buradaki (bilmişsindir) ifadesindeki te fethalı okunduğunda, Firavun'un bunları bildiği manası kastedilmiş. Bu da, onun Allah'ı tanıdığına delâlet eder. Fakat o kendisinin ilah olduğunu iddia ederek, kavmini sömürmüştür. Diğer bir kıraate göre ise, bu te ötüre ile okunmuştur. Buna göre de bu bilme işinin Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ile alâkalı olduğu manasına gelir. Ama eğer Firavun akıllı değil deli idiyse, Allah'ın kendisine peygamber göndermesi caiz olmazdı. Yok eğer akıllı idiyse, ister istemez kendisinin daha önce mevcut, canlı ve akıllı olmadığını, bu şekle sonradan geldiğini bilmesi gerekirdi. Yine böyle sonradan olan herşeyin mutlaka bir müessiri (bir yaratıcısı) olduğunu da kesin olarak bilmesi gerekirdi. Binâenaleyh bu iki şeyi bilmesinin neticesi olarak, vücudunun terkibi (var edilmesi), hayatı, aklı hususunda varedici bir müessire muhtaç olduğunu gösteren bir üçüncü ilim meydana gelirdi. Firavun'un, tabiatcı olduğu da söylenebilir. Tabiatçılara göre, felekler zatları gereği vardırlar (vâcibu'l-vucûddurlar), zâtları gereği hareket etmektedirler ve bu hareketleri, bu alemde birtakım hâdiselerin meydana gelmesine sebebtir. Yahut şöyle de denebilir: Firavun, hür ve irade sahibi bir failin, bir yaratıcının bulunduğuna değil, mûcib bir illete (otomatik bir sebebin varlığına) inanan felsefecilerdendir. İsrailoğullarını sömürdüğü, onların yetkilerini ellerinden alıp, yularlarından tutup onları güttüğü için, kendisinin memleketindeki insanların ilahı olduğuna inanmıştır. Yahut da şöyle denebilir: Firavun, ilahın zâtının belli bir insanın kalıbına girebileceğine inanan "hulûliyye" (incarnation) görüşünde idi ki, bunlar tanrının zatının muayyen bir insanın bedeninde zuhur ettiğine inanırlar. Onlara göre bir insanın ruhu bedenine göre ne durumda ise tanrı da hulul ettiği bedene göre aynı burumdadır. İşte sebeblerden ötürü de kendisini "İlah" diye adlandırmıştır. İkinci bahis: Firavun, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'a, "Âlemlerin Rabbi (dediğin) nedir?" demiştir. Bil ki birşeyi nedir?" ifadesiyle sormak, o şeyin hakikatini ve mahiyetini arf etmeyi istemektir. Birşeyin hakikatini tarif etmek ve açıklamak ise, ya o hakikatin nzzat kendisi ile, yahut onun parçalarından birşey ile; yahut o hakikatin dışında arşeyle, hem onun harici ve dahili şeylerinden müteşekkil bir şeyle yapılır. O şeyin, hakatını bizzat kendisiyle tarif etmek imkansızdır. Çünkü tarif eden tarif olunandan önce bilinir. Binâenaleyh eğer birşey, yine kendisiyle tarif edilmiş olsaydı, onun daha önce malum olması gerekirdi. Bu ise imkansızdır. O şey; kendisine (zatına) dahil olan şeylerle tarif etmek de vâcibul-vücûd olan zat hakkında imkansızdır. Çünkü kendisine dahil olan şeylerle onu tarif etmek, tarif olunanın "mürekkeb" bir varlık olması halinde mûmkündür. Vâcibu'l-vucûd olanın ise, "mürekkeb" olması imkansızdır. Çünkü her mürekkeb, kendisini meydana getiren parçaların herbirine muhtaçtır Mürekkebin her bir parçası ise, mürekkebden başkadır, yani onun kendisi değildir. O halde, mürekkeb bir başkasına muhtaçtır. Başkasına muhtaç olan da, zatı gereği "Mümkin" varlıktır, öyle ise her mürekkeb, "mümkin" varlıktır. Binâenaleyh mürekkeb olması imkansız olan, "mümkin" olamaz. O halde vâcibu'l-vucûd olan mürekkeb olmaz. Mürrekkeb olmayınca da "Kendisini meydana getiren parçalarla tarif etme" işi onun hakkında mümkin olamaz. Bu iki kısım bâtıl olunca, vâcibu'l-vücûd olanın, hakikat ve mahiyetinin, ancak onun levazımı ve eserleriyle tarif edilebileceği sabit olmuş olur. Sonra bu levazım (ayrılmaz vasıflar), bazan gizli, bazan açık ve net olur. Mahiyeti gizli olan levazımı (sıfatları) ile tarif etmek caiz ve doğru değildir. Aksine onu, açık net ve anlaşılır levazımı ile tarif etmek gerekir. Vâcibu'l-vücûd olan zâtın en açık eserleri ise, bu maddi alemdeki şeylerdir. Bunlar da gökler, yerler ve bu İkisi arasında yer alan şeylerdir. Binâenaleyh Firavun'un bu sorusunun cevabının ancak Musa (aleyhisselâm)'nın dediği şu şey olduğu anlaşılır: "O, göklerin, yerin ve bunların arasında bulunan şeylerin Rabbidir" Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın, "Eğer hakikati bilmeye ehil kimselerdenseniz" sözü, "Eğer bu maddi alemin, vâcibu'l-vücûd bir mevcuda dayandığına inanıyorsanız, bilin ki onu ancak şu söylediğim şeylerle tarif edip, anlatmak mümkin olur. Çünkü bu alemin, zâtı gereği vâcibu'l-vücûd bir varlığa varıp dayandığını kabul ettiğinizde, zâtı gereği vâcib olanın mutlak cevher (mürekkeb olmayan tek bir şey) olduğu sabit olur. Mutlak cevherin ise, ancak eserleriyle tarif edilebileceği sabittir. Binâenaleyh o eserlerin, mutlaka ve mutlaka onun en açık eserleri olması gerekir. Bunlar ise, gökler, yerler ve bu ikisi arasında bulunan şeylerdir. Dolayısıyla eğer buna kesinkes inanmış iseniz, bundan başka bir cevabın olamayacağını da kesinkes kabul etmeniz gerekir" manasınadır. Hazret-i Musa (aleyhisselâm) bu gerçek cevabı söyleyince, "Firavun etrafında bulunan kimselere dedi ki: "işitiyor musunuz?" Firavun bunu Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın cevabına şaştığı için söylemiştir. Bu, "Ben ondan, alemlerin Rabbinin, hakikat ve mahiyetinin ne olduğunu soruyorum, o ise bana fâiliyyet ve müessiriyet (yani onun fiilleri ve eserleri) ile cevap veriyor" demektir. Bu problemin aslı şöyledir: Mahiyeti, ayrılmaz vasıfları ve tesirleri (levazımı) ile tarif etmek, o mahiyetin bizzat kendisini tam anlamayı sağlamaz. Bu böyledir. Çünkü birşey hakkında, "O, kendisinde mutlaka falanca özellik bulunandır" dediğimizde, bu sözümüz, ya sırf o falanca özellik, onun ayrılmaz vasfı olduğu için bilinmiş olur, yahut da bu ayrılmaz özellik, ona tahsis edildiği için, o bununla bilinmiş olur. Birinci ihtimal imkansızdır. Çünkü onun için falanca özelliğin ayrılmaz bir vasıf olduğunu söylersek, o ayrılmaz vasfı, kâşif (onu gösteren ve anlatan şey) kabul etmiş oluruz. Gösterilen şey, bu kadar bir şey olmuş olsaydı, o zaman o şey yine kendisi ile tanınmış olurdu ki, böyle olması imkansızdır. İkinci ihtimal de imkansızdır. Çünkü onun kendisine falanca şeyin (vasfın) gerekli olduğunu bilmek, o mâhiyetin tam özelliğini bilmek demek değildir. Çünkü farklı mahiyetlerin aynı olan sıfatlarda (levazımda) müşterek (benzer) olmaları aklen imkansız değildir. Binâenaleyh bir şeyi, haricî sıfatlarıyla tarif etmenin o şeyin hakikatim tam olarak ortaya koyamayacağı sabit olmuş olur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın göklerin yerin ve bu ikisi arasındaki herşeyin Rabbi olması, bu açıdan, Firavun'un "Alemlerin rabbi (dediğin) nedir?" şeklindeki sorusunun tam cevabı olamaz. İşte bu sebeple, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) bundan sonra "O, sizin de evvelki atalarınızın da Rabbidir" diye cevap vermiş ve sanki Allah'ı göklerin ve yerin yaratıcısı olması ile tarif etmeyi bırakmış ve "O"nun hem bizim hem de atalarımızın yaratıcısı olması mümkündür. Fakat insanın kendisi babası ve dedelerinin, zatları gereği (kendiliğinden) var olduklarına inanması imkansızdır. Çünkü görünür âlem, insanın kendisinin ve atalarının, yok iken var olduklarına ve varken yok olduklarına delâlet etmektedir. Bu durumda olan varlıkların ise, zatı gereği var olmuş olmaları imkansızdır. Zâatı gereği var olmayanın ise, bir fail (yaratıcı) ve müessir bulunmaksızın var olmuş olması imkansızdır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk'ı işte bu eseri ile tarif etmek ve tanıtmak daha açık ve nettir. Bundan dolayı Hazret-i Musa (aleyhisselâm) birinci tarif ve tanıtımından sonra Cenâb-ı Hakk'ı bu ikinci ifadeyle tanıtmıştır. Bundan ötürü de Firavun "Herhalde size gönderilen bu peygamberiniz şüphe yok ki deli" demiştir. Ayette mâ edatı kullanılarak sorulan soru ile, o şeyin mahiyetini ve hakikatini öğrenmek kastedilir. "O şeyi haricî eserleriyle tarif etmek, onun hakikatini kesinlikle anlatmış olmaz. Binâenaleyh peygamberliğini iddia eden bu kişi sorulara tam cevap vermek şöyle dursun, soruyu anlayamayan bir delidir" demektir. Hazret-i Musa (aleyhisselâm) bunun üzerine "O, doğu île batının ve ikisi arasında bulunan herşeyin Rabbidir, eğer aklınızı kullanıyorsanız" diyerek ikinci tarifinden, daha açık bir diğer üçüncü yola başvurmuştur. Bu böyledir, çünkü Hazret-i Musa (aleyhisselâm), "doğu" sözü ile, güneşin doğup gündüz oluşunu, "batı" sözü e de, güneşin batıp gündüzün sona ermesini hatırlatmıştır. Şaşırtıcı şekilde hep devam eden bu nizam ve idarenin, ancak bir müdebbirin yönetmesi ile böyle olabileceği hususu açıktır. Bu Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'ın Nemrud'a karşı delil getirmede uyguladığı metodun aynısıdır. Çünkü o da işe önce diriltme ve öldürme hususlarıyla başlamıştır. Bu Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın buradaki, "O, sizin de evvelki atalarınızın da Rabbidir" ifadesiyle anlattığı husustur. Nemrud, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'a, "Ben de diriltir ve öldürürüm" diye karşılık verince, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), "Allah, güneşi doğudan doğdurur. Haydi sen de onu batıdan doğdur" (Bakara, 256) demiş, bunun üzerine o kâfir apışıp kalmış ve cevap verememiştir. Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'da burada aynı hususu, "O, doğu ile batının Rabbidir" diyerek belirtmiştir. Hazret-i Musa (aleyhisselâm), "Eğer aklınızı kullanıyorsanız", ifadesi ile sanki şöyle demek istemiştir: "Eğer gerçekten akıllı isen, sorunun cevabının ancak söylediğim şekilde olabileceğini anlarsın. Çünkü benden o şeyin hakikat ve mahiyetini bizzat kendisi ile tarif etmemi istiyorsun. Halbuki birşeyin kendisini, yine kendisi veya parçalarıyla tarif etmenin mümkün olmadığı sabittir. Binâenaleyh geriye, onun hakikatini eserleri ile tarif etmem kalır. Ben de onun hakikat ve mahiyetini eserleri ve levazımı (ayrılmaz sıfatları) ile tarif ettim. Binâenaleyh aklı olan herkesin bu sorunun, verdiğim cevaptan başka cevabı olmayacağını anlayacağı sabit olur. Allahü teâlâ'nın Zatını Anlamak İmkansızdır Bil ki, En'am Sûresi'nde Hak teâlâ'nın, "O kulları üzerinde kahirdir"(En'am, 61) ayetinin tefsirinde şu açıklamayı yapmıştık: Cenâb-ı Hakk'ın hakikatim bizzat kendisi olarak anlamak, insanın kudreti dahilinde değildir. Durum böyle olunca, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın, sayesinde o hakikatin bizzat kendisinin bilinebileceği bir tarif yapması imkansızdır. Fakat, o mahiyet ve hakikatin bizzat kendisini bilememek, peygamberlik işinin doğruluğuna zarar vermez. Binâenaleyh Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın sözünün neticesi şudur: "Alemlerin Rabbinin peygamberi olduğunu iddia etmenin doğru oluşu, alemin bir Rabbinin ve ilahının bulunduğunu isbata dayanır. Yoksa bu iş, o Rabbin hususiyetini ve kendi mahiyetini bilmeye dayanmaz. Binâenaleyh Hazret-i Musa (aleyhisselâm), peygamber olduğunu iddia edişinin doğruluğu hususunda, ancak buna yetecek kadarını isbat edecek deliller getirmiş, Firavun ise ondan, o mahiyetin bizzat kendisini ortaya koyup anlatmasını istemiştir. Musa (aleyhisselâm) da bu soru ve isteğin, peygamberliği isbat hususunda, olumlu veya olumsuz bir alâkası bulunmadığını bildiği için, Firavun'un Cenâb-ı Hakk'ın mahiyetini soran sorusuna doğrudan doğruya cevap vermemiştir. İşte bu konudaki sözümüzün tamamı budur. Allah en iyi bilendir. Hazret-i Musa (aleyhisselâm) sözünün sonunda, "Eğer aklınızı kullanıyorsanız" diyerek, üslûbunu sertleştirince, Firavun da "Andolsun, eğer benden başka bir tanrı edinirsen, seni muhakkak ve muhakkak zindana girenlerden ederim" demiştir. Çünkü, artık delil getirmekten aciz kalınca, işi tehdide dökmüştür. İşte bu esnada Musa (aleyhisselâm) onun kalbini kendine bağlamak ve böylece tehdidinden vazgeçmesi için, kısa bir ifade ile "Sana apaçık birşey getirdiysem de mi?" yani "Allah'ın varlığına delâlet edecek ve benim O'nun peygamberi olduğumu gösterecek daha açık bir şey getirsem de beni yine de hapis mi ettireceksin?" demiştir. Firavun bunun üzerine, "Doğru söyleyenlerdensen haydi getir onu" demiştir. Bu ayetten çıkan talî birtakım hükümler var: Birinci hüküm: Ayet, Allahü teâlâ'nın cisim olmadığına delâlet eder. Çünkü eğer Allahü teâlâ cisim olsaydı ve bir şekli, kalıbı bulunsaydı, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın cevabı, Cenâb-ı Hakk'ın hakikatini gösterecek şekilde olmalıydı ve Hazret-i Musa (aleyhisselâm), vermesi gereken bu cevabı vermediği için, Firavun'un Hazret-i Musa (aleyhisselâm) hakkındaki sözü yerinde olmuş olurdu. İkinci hüküm: Başkasını Allah'a davet edene yakışan ve gereken, karşısındakinin akılsız ve yersiz sözlerine karşılık vermemesidir. Nitekim Musa (aleyhisselâm) da, Firavun, "Sen delisin" dediğinde bile, delilleri sıralamaya devam etmiştir. Yine kendisi, hapisle tehdid edince de böyle yapmıştır. Üçüncü hüküm: Kendisine soru sorulanın, işi daha iyi izah etmek için getirdiği delil, hususunda bir misalden başka bir misale (örneğe-delile) geçmesi caizdir? Bu, o kimsenin cevap vermekten aciz kalıp zorlandığına delâlet etmez. Dördüncü hüküm: Eğer "Hazret-i Musa (aleyhisselâm) sözünü bir önceki sözüyle alâkası olmayan birşeyi söyleyerek nasıl kesmiştir. Bu söz de onun, "Sana apaçık birşey getirdiysem de mi" demesidir. Halbuki mucizenin Allah'a delâleti daha önce zikredilen delillerin delâletinden farklıdır?" denilirse, biz deriz ki: Aksine bu Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın mesela asasının yılana dönüşmesi gibi, Allah'a, birliğine ve kendisinin peygamberlik iddiasında doğruluğuna delâlet edecek bir mucizeyi ortaya koymayı stediğini gösterir. Binâenaleyh Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın son sözü, öncekilerden daha kuvvetli re daha kapsamlıdır. Beşinci hüküm: Eğer, "Zamirin mercii (işaret ettiği şey) cemi olduğu halde niçin burada: "Göklerin, yerin ve bu ikisi arasında olan şeylerin Rabbidir" buyurarak, tesniyeye delâlet eden bir zamir kullanılmıştır?" denilirse, buna şöyle cevap verilir: Bununla, bu "iki cihet" arasında olanlar kastedilmiştir." Eğer, "göklerin, yerin ve bu ikisi arasındakilerin " ifadesi bütün mahlûkatı içine almaktadır. Öyle ise Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın artık bundan sonra kendilerinden atalarından, doğudan ve batıdan bahsetmesinin manası nedir?" denilirse, şöyle cevap verilir: "Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın ilk önce umûm (genel) ifade kullanıp, sonra bu umûmi ifadeleri kendilerini ve atalarını beyân ile tahsis etmesi şundan ötürüdür: İnsana en yakın olan şey, kendisi, kendisinden olan çocukları ve doğumundan ölümüne kadar geçirdiği devreleri ile raileridir. Daha sonra bu umûmi ifadeye dahil olan, doğu ile batıyı özellikle zikretmiştir. Çünkü güneşin bu ufuktan birinden doğması ve senenin bütün mevsimlerinde, düzenli bir şekilde batması apaçık delillerdendir. Altıncı hüküm: Eğer "Firavun niçin daha veciz bir ifade ile "Seni hapsedeceğim" dememiş de "Seni zindana girenlerden ederim" demiştir?" denilirse, deriz ki: Çünkü eğer o sadece "seni hapsedeceğim" demiş olsaydı, bu, sadece onun zindana ereceğini ifade eder, başkalarının da gireceğini bildirmezdi. Ayetteki "Seni mubakak ve muhakkak zindana girenlerden ederim" ifâdesi, "Seni hapishanem deki hallerini bildiğin o kimselerden birisi kılarım" demektir. Firavun'un âdeti, hapsetmek İstediğini yakaladığında yalnız başına hiçbirşeyi göremeyeceği ve duyamayacağı derin bir kuyuya atmaktı ki, bu öldürmeden daha ağır idi. Yedinci hüküm: "Getirdiysem de mi?" ifadesindeki vâv, başına istifham hemzesi gelmiş olan vâv-ı haliye olup, "Sana mucize getirmem halinde de ni bana bunu yapacaksın" manasındadır. 32Âyetin tefsiri için bak:37 33Âyetin tefsiri için bak:37 34Âyetin tefsiri için bak:37 35Âyetin tefsiri için bak:37 36Âyetin tefsiri için bak:37 37"Bunun üzerine o asasını yere attı. Bir de ne görsünler, o apaçık bir ejderha (olmuş). Elini de (cebinden) çıkardı. Bir de gördüler ki bu, bakanlar için bembeyaz bir eldir. Firavun, etrafındaki ileri gelen adamlarına, "Şüphe yok ki bu çok mahir bir büyücüdür. Sizi büyüsü ile yurdunuzdan çıkarmak İstiyor. Şimdi buna ne buyurursunuz?" dedi. Onlar da, "Onu ve kardeşini oyala ve bütün şehirlere toplayıcılar yolla da, mahir her büyücüyü sana getirsinler" dediler".. Bu ayetle ilgili birkaç mesele var: A'meş, "sehhâr"ı, "sâhir" şeklinde okumuştur. Bil ki Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın, "Sana apaçık birşey getirirsem de mi?" sözü, Allahü teâlâ'nın, asasını yere atmazdan önce ona bu âsânın bir ejderha olacağını bildirdiğine delâlet eder. Eğer böyle olmasaydı, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) bunu söyleyemezdi. Binâenaleyh o asasını atınca, Allahü teâlâ'nın ona vaadettiği gerçekleşti ve o "âsâ apaçık bir ejderha" oluverdi. Bu ifadenin anlatmak istediği şudur: "Bakıp seyredenlere o âsâ hareketleri ve diğer alametleri ile tam bir ejderha şeklinde göründü." Rivayet olunduğuna göre âsâ bir ejderhaya dönüşünce, bir mil kadar göğe yükseldi ve sonra Firavun'a doğru süzülüp indi, "Ey Musa bana istediğini emret" demeye başladı. Firavun da, "Ey Musa, seni peygamber olarak gönderen zât aşkına, onu tutmanı istiyorum" dedi. Hazret-i Musa (aleyhisselâm), onu tutunca tekrar bir âsâ halini aldı. Buna göre eğer, "Cenâb-ı Hakk burada, "Sü'ban-ı mübîn" (apaçık bir ejderha) buyurmuş, bir başka ayette, "koşan bir yılan" (hayye) (Taha, 20); bir diğer ayette ise, "sanki o bir cânn (hareketli yılan)dır" (Kasas, 31) buyurmuştur. Halbuki "can" küçük oluşa, "su'bân" ise büyük oluşa delâlet eden bir ifadedir" denilirse, şöyle cevap verilir: Hayye bütün yılan cinsini içine alan bir isimdir. Bu isim, o yılan büyük olduğu için "Su'ban" diye ifade edilmiş, hafif ve süratli bir yılan olduğu için de, "cânn" diye ifâde edilmiştir. Binâenaleyh her iki ifade de doğrudur. Bunun şeytana benzetilerek, "can" ismini almış olması da nuhtemeldir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "O cânnı (iblisi) de, daha önce zehirli ateşten yarattık" onu. (Hicr, 27) buyurmuştur. Bu âsâdan olan yılanın önce, "can" gibi küçük olduğu, sonra büyüyerek ejderha haline gelmiş olması da muhtemeldir. Sonra Musa (aleyhisselâm) bu mucizeyi ortaya koyunca, Firavun ona, "Dahası da var mı?" dedi. Hazret-i Musa (aleyhisselâm): "Evet" deyip, önce elini normal haliyle gösterdi, sonra onu cebine (koynuna) sokup tekrar çıkardı. Bir de ne görsünler, o el kendisinde hiçbir leke olmaksızın, inci gibi bembeyaz ve tıpkı güneş gibi ışıklar saçan ve o vadiyi aydınlatan bir şey... İşte tam bu sırada Firavun bu delili örtbas etmek isteyerek buna arşı şu üç (şüpheyi) ortaya atmıştır: 1) "Şüphe yok ki bu, çok iyi bilen bir sihirbazdır" şeklindeki sözü... Böyle söylemiştir, çünkü o devir, sihirbazların yaygın olduğu bir zamandı ve insanların çoğu, bir sihirbazın sihri ile böylesi işleri yapabileceği inancında idiler. İşte bundan dolayı Firavun, kavmi tarafından bu sözün kabul edileceğini ummuştur. 2) "Sizi büyüsü ile yurdunuzdan çıkarmayı istiyor" şeklindeki sözü... Firavunun du sözü de, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın dediklerini kabul etmemeleri için, kavminin ondan nefret etmelerini gaye edinen bir ifadedir. Buna göre mana, "O, aranıza atacağı fitnelerle, sizi yerinizden ve yurdunuzdan etmek ve sizi parçalamak istiyor" şeklindedir. İnsanın vatanını terketmesinin en zor şeylerden olduğu malumdur. İşte bundan dolayı Firavun, kavmini, böyle söyleyerek Hazret-i Musa'dan nefret ettirmek istemiştir ki, bu batılı savunan kimsenin, haktan nefret ettirme hususunda, başvuracağı son çaredir. 3) "Şimdi buna ne buyurur (ne tavsiye edersiniz?)" şeklindesi sözü. Bu, "Bu husustaki görüşünüz nedir ve ne yapmamı istiyorsunuz?" demektir. Firavun bu ifadesiyle, kendisinin onların görüşünü kabul edip, onun gereğini yapacağını anlatmak istemiştir. Bu gibi sözler, kalbleri kendisine çeker ve muhalefetten alıkor. Firavun'un bütün bu sözlerini duyduklarında, onlar tek bir çarede ittifak etmişlerdir: Bu da, "Onu ve kardeşini oyala" şeklindeki sözleridir. Bu hemze ile ve şeddesiz aarak şekillerinde okunmuştur. Her iki şekilde, kullanılan şekillerdir. Arapça'da, birisini oyaladığında (......) ve (......) dersin ki, bu, "Onu geri bıraktım, oyaladım" demektir. Firavun'un adamlarının bundan muradları. "Musa'yı sihirbazlar toplanıncaya kadar oyala" manasıdır. Bu kelimenin, "Onu hapset" manasında olduğu da söylenmiştir. Bu da muhtemel bir manadır. Çünkü birisini, ihtiyacı olan şeyden alıkoyup oyaladığında, sanki "hapsetmiş" olursun. Rivayet olunduğuna göre Firavun bunu yapmayacak olsa bile Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ı öldürmek istemiştir. Fakat ileri gelenler ona, "Yapma, çünkü eğer onu öldürürsen, insanlara bu işinin doğruluğu hususunda bir şüphe vermiş olursun. Fakat, kıskıvrak yakalayıp, köşeye sıkıştırmaları ve böylece, sana karşı hiçbir delili kalmaması için, sihirbazların toplanmasına kadar ona mühlet ver" dediler ve sonra sihirbazları alıp getirecek, toplayıcı adamlar göndermesini tavsiye ettiler. Onlar böyle yapmakla, eğer sihirbazlar çok olursa, Hazret-i Musa'ya galip geleceklerini ve gerçek halini su yüzüne çıkaracaklarını sanmışlardır. Yine onlar, Firavun'un, "Şüphe yok ki bu çok mahir bir büyücüdür" sözüne, "Çok mahir her büyücüyü sana getirsinler" diyerek karşılık vererek onun endişesini yatıştırmak ve sıkıntılarını hafifletmek için, daha kapsamlı ve daha mübalağalı bir ifade kullanmışlardır. Keşşaf sahibi şöyle der: "Eğer, "Ayetteki (......) kelimesinin âmili nedir?" dersen ben derim ki: Bu, iki yönden mansubtur: hem lafzen, hem mahallen. Lafzan mansub oluşunun âmili, zarflar için takdir edilen şeydir. Mahallen mansub olmasındaki âmil ise, "hal" oluşudur. 38Âyetin tefsiri için bak:42 39Âyetin tefsiri için bak:42 40Âyetin tefsiri için bak:42 41Âyetin tefsiri için bak:42 42"Bu suretle belli bir günün belli bir vaktinde bütün sihirbazlar bir araya getirildi ve insanlara, "Haydi siz de gelip toplanıyor musunuz?" denildi. "Umarız ki eğer onlar galip gelirlerse, o sihirbazlara uyarız" dediler. Sihirbazlar gelince, Firavun'a: "Eğer üstün gelirsek, bizim için mükafaat var mı?" dediler. Firavun, "Evet, hem de o zaman siz, hiç şüphesiz benim en yakınlarımdan olacaksınız". Burada iki mesele vardır: Ayette geçen, "malûm gün" ifadesiyle, "zînet günü"; "mîkat" sözüyle de, kuşluk vakti kastedilmiştir. Çünkü bu, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın, "(Musa) da, "Sizinle karşılaşma zamanımız, dedi zinetgünü ve insanların toplanacağı kuşluk vaktidir dedi" şeklindeki ifadesinde, onlar için tayin ettiği zinet günüdür. Mîkat ise, ister zamana isterse mekâna ait olsun, tayin edilen zaman ve tayin edilen yer demektir. "İhrama girilecek yerler" ifadesi de bu anlamdadır. Bil ki, Firavun kavminin ileri gelenleri, halkın huzurunda Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın da iddiasının yanlışlığının ortaya çıkması için, Firavun'a Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'a dokunmamasını ve bu arada da sihirbazları toplamasını tavsiye edince, Firavun onların söylediklerine razı oldu ve görüp müşahede ettiği şeyleri göremez oldu. Çünkü bir şeyi sevmek, kişiyi sağır eder. Derken, sihirbazlar bir araya geldiler, sonra da Firavun, bu çekişmenin büyük bir hak kitlesinin gözü önünde cereyan edebilmesi için, kutlayageldikleri bir bayram gününde gerçekleşmesini istedi. Hazret-i Musa (aleyhisselâm) da, kendi hüccetinin, delilinin büyük bir hak kitlesi önünde onlara galip gelmesi için, bunu arzuluyordu. Ve bu aynı zamanda Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın nübüvvetinin ortaya çıkması için de Allah'ın bir lütfü idi. Ayetteki 'insanlara, "Haydi siz de gelip toplanıyormusunuz... ifadesine gelince bu, "Onlar, her İki taraftan sudur edecek olan şeyi görüp müşahede etmeleri için toplanmaya teşvik olundular" anlamındadır. Ayetteki "Umarız ki, o sihirbazlara uyarız" ifadesine gelince, bu, "Biz, üstünlüğün sihirbazlar lehine tahakkuk etmesini ümit ederiz; böylece de, (eğer galip gelirlerse), onlara tabi oluruz" demektir. Sihirbazlar gelince de, işe bir karşılık talebinde bulunmakla başladılar ki, bu karşılık da ya mal idi, ya da makam . Firavun da onlara bunu verdi. Vereceği bu karşılığı "Evet, hem de o zaman siz, hiç şüphesiz benim en yakınlarımdan olacaksınız" ifadesiyle vurguladı. Çünkü o sihirbazların isteyecekleri en son şey, firavun bağışta bulunması ve onların makamlarını yükseltmesi idi. Böylece de Firavun, bu iki taleplerini de içinden gelerek verdi. Asanın Büyücülerin Oyununu Bozması 43Âyetin tefsiri için bak:48 44Âyetin tefsiri için bak:48 45Âyetin tefsiri için bak:48 46Âyetin tefsiri için bak:48 47Âyetin tefsiri için bak:48 48"Musa onlara, "Ne atacaksanız, evvela siz atın" dedi. Onlar da, ipleri ve sopalarını atıp, "Firavun'un izzetinin hakkı için mutlaka biz galip geleceğiz" dediler. Bunun üzerine Musa da asasını bırakıverdi. Bir de ne görsünler: O, büyücülerin uydurup ortaya attıklarını yutuyor! Büyücüler derhal secdeye kapandılar. "Alemlerin rabbine, Musa ile Harun'un rabbine iman ettik" dediler". Bil ki, onlar bir araya gelince, işe ya onlar ya da Musa (aleyhisselâm) başlayacaklardı. Ama onlar, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'a karşı tevazu gösterip onu kendilerine takdim ederek, "Ey Musa, ya sen at, yahut önce atan kişiler biz olalım" (Tâhâ, 65) dediler. Onlar Hazret-i Musa'a tevazu gösterince, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) da onlara tevazu gösterip, onları kendine takdim ederek. "Ne atacaksınız, evvela siz atın" dedi. Buna göre şayet, "Bu bir sihir; göz boyama ve bir küfür olduğu halde, böylesi bir emir vermek de caiz olmadığı halde, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) daha nasıl, sihirbazlara iplerini ve sopalarını atmalarını emretmiştir" denilirse, buna şöyle cevap verebiliriz: Bunun bir emir olmadığında şüphe yoktur. Çünkü Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın onlardan isteği, onların kendisine iman etmeleri ve bir münakaşa ve tartışma olabilecek bir şeye teşebbüs etmemeleri idi. Bunun böyle olduğu sabit olunca, ayetin bu ifadesini tevil etmek gerekir. Bu hususta şu izahlar yapılabilir: a) Bu emir, bir şarta bağlıydı. Buna göre kelamın takdiri, "Eğer haklı ve hak üzere iseniz, atacağınız şeyi atınız" şeklinde olur ki, bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer doğru iseniz, onunkiler gibi olan bir sûre getiriniz" (Bakara. 23) ayeti gibi olmuş olur. b) Şüpheyi gidermek için, görünen yol ve çare bu olunca böyle bir emir vermek caiz olur. c) Bu, aslında bir emir değil, tam asine bir tehdittir. Yani, "Eğer siz bunu yaparsanız, biz yaptığınız o şeyi iptal edecek olan şeyi getiririz" demektir. Bu tıpkı bir kimsenin "Şayet bana ok atarsan, ben de yapacağımı yaparım" deyip, sonra da karşı taraf ona okunu yönelttiğinde, onun ona "erkeksen at" demesi gibi olur ki, aslında bu bir emir değil, bir tehdit olmuş olur. d) Biraz önce bahsettiğimiz husustur. Sihirbazlar, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'a tevazu gösterip, onu kendilerine takdim edince, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) da bu tevazu onların hakkı kabul etmelerine sebep olur ümidiyle, onları kendisine takdim etmiştir. Yemin olsun işte bu tevazünün bereketi sebebiyle böyle bir netice elde edilmiştir ki bu, müslümana bütün işleri konusunda yakışanın tevazu göstermek olduğuna dikkat çekmektedir. Çünkü Hazret-i Musa (aleyhisselâm) gibi bir zât, o sihirbazlara karşı tevazu ile davranmayı elden bırakmadığına göre, bizden herhangi birinin böyle yapması daha daha uygun olur. Cenâb-ı Hakk'ın "Onlar da ipleri ve sopalarını atıp" ifadesine gelince, İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Onlar, civaya batırılmış urganlar ile, içi cıvayla doldurulmuş değneklerini atıp, bunlar da (güneşten dolayı) kızınca hareketleri hızlandı ve dört bir yandan harekete geçmiş olan yılanlar haline dönüştüler. Hazret-i Musa (aleyhisselâm) bundan dolayı korkup heyecana kapılınca, kendisine "sağ elindekini at" denildi de, o da bunun üzerine elindeki asasını fırlattı. Bir de ne görsünler, "o apaçık bir ejderhadır" (A'raf, 107). Ejderha daha sonra ağzını açarak, onların attıkları urganları ve sopaların hepsini yuttu ve hepsini yedi. Derken Hazret-i Musa (aleyhisselâm) onu eline aldı, bir de ne görsünler o eskiden olduğu gibi bir değnek. Büyücüler bunu görünce, Firavuna "Biz, sihir hususunda insanlarla yarışırdık, ama yendiğimizde de yenildiğimizde de, iplerimiz ve urganlarımız kalırdı, yok olmazdı. Ancak ne var haktır" dediler, bunun üzerine de secdeye kapanarak, alemlerin Rabbine iman ettiler, onu tasdik ettiler. Bil ki, rivayet edilen haberlerde, bu konuda pekcok şey bulunmaktadır. Kimileri, bu iplerin ve değneklerin sayılarını alabildiğine abartırken, kimileri de bu konuda orta bir yol tutturmuştur. Ama bunların sayılarının ne kadar olduğunu en iyi bilen Allah'dır. Kur'ân'ın gösterip delâlet ettiği şey ise bunların çok olduğudur. Çünkü onlar muhtelif beldelerden toplanıp bir araya getirilmişlerdir. Bir de iş, önem açısından, Firavun ve onun kavmi nazarında öyle bir dereceye ulaşmıştı ki onun toplaması mümkün olan sihirbazları toplamayıp bunu küçümsemesi düşünülemezdi. Ayetteki "Firavun'un izzetimin hakkı için mutlaka biz zalip geleceğiz" ifadesine gelince, bu "Onlar kendilerinin mutlaka galip geleceklerine sair kesinlik ifade edebilecek her şeyi ortaya koymuşlardır" demektir. Ama her şey ortaya çıkınca bütün bu olanlar Hazret-i Musa (aleyhisselâm) tarafını daha çok destekledi. Cenâb-ı Hakk'ın "Bunun üzerine Musa da asasını bırakıverdi. Bir de ne görsünler: O, büyücülerin uydurup ortaya ataklarını yutuyor" ifadesine gelince, buradaki (......) ifadesiyle "sihir ve hileleriyle" heyet-i asliyesinden ve gerçek yönünden çevirdikleri böylece de, o urganlarının ve değneklerinin koşan ve hızlıca hareket eden yılanlar oldukları süsünü verdikleri herşey" kastedilmiştir. Bu şeylere "ifk" adının verilmesi onların uydurdukları şeyin ne kadar uydurma bir şey olduğunu ifade etmek içindir. Ayetteki cümlesi “Onlar, secde ederek yere kapandılar” öemektir. Çünkü onlar, sihir ilminin zirvesine çıkmış kimselerdi. Binâenaleyh, hiç şüphesiz, sihrin en son varacağı noktayı da, çok iyi biliyorlardı. İşte onları bu hadiseyi görerek, bu işin, sihrin en son varacağı naktayı aştığını müşahede edince, bunun bir sihir olmadığını anladılar. Bu iş, onların sihir ilminde ileri bir derecede bulunmaları sayesinde tahakkuk etmiştir. Onlar işte bu esnada, sanki tutulup bu şekilde yere riatılmışcasına secde etmekten kendilerini anlamadılar. İmdi eğer: “Şayet fiilinin faili açıkça getirilecek olsaydı, bu fail kim olurdu?” yenilirse buna şöyle cevap verilir: Bu fail Allahü teâlâ'dır. Çünkü onların kalblerinde, her türlü karşı koymaktan uzak, olarak onları buna yönelten sebepleri yaratan O'dur. Ancak ne var ki evlâ olanı fiili, “yere kapandı ve düştü” anlamlarına geldiğ için, bizim buna bir fail takdir ve tayin etmememizdir. Ayetteki “Musa ile Harun ‘un Rabbine” ifadesi, daha önce geçen ifadesinin bir atf-ı beyânıdır. Çünkü Firavun, rablık iddiasında bulunuyordu. Böylece o sihirbazlar, Firavunu rab olmaktan uzaklaştırmak istediler. Bu makamda, “Musa (aleyhisselâm)'ın ve Harun (aleyhisselâm)'ın Rabbi” denilmesinin anlamı, O'nun, Musa (aleyhisselâm) ve Harun (aleyhisselâm)'ın kendisine davet ettikleri zât olmasından dolayıdır. Firavun'un İtham ve Tehdit Etmesi 49Âyetin tefsiri için bak:51 50Âyetin tefsiri için bak:51 51"Firavun dedi ki: "Ben size izin vermeden siz ona iman ettiniz ha! Gerçekten, size büyüyü öğreten büyüğünüzmüş o! O halde yakında bileceksiniz. Muhakkak ki sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim, sizin topunuzu derhal çarmıha gerdireceğim." Onlar, "Önemi yok. Biz şüphesiz ki, Rabbimize döndürüleceğiz. Biz, iman edenlerin ilki olduğumuz için, Rabbimizin bizim günahlarımızı bağışlayacağını umarız" dediler".. Bil ki, o sihirbazların hepsi de iman edince, Firavun, insanların, "Bu sihirbazlar, bu kadar çok olmalarına ve birbirlerine yardım edip desteklemelerine rağmen, onlar ancak, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'in işinin doğruluğunu anladıkları için iman ettiler" demelerinden ve böylece de sihirbazların girdiği yola girmeleri hususunda emin olamadı da durumu orada bulunanlara tersyüz etmeye çalıştı ve aşağıdaki bakımlardan orada bulunanları, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'dan alabildiğine nefret ettirmeya çalıştı. 1) Firavun'un "Ben size izin vermeden siz ona iman ettiniz ha!" şeklindeki sözünün ifade ettiği husustur. Firavun bu sözüyle şu zannı uyandırmak istermiştir: "Sizin, (ey sihirbazlar), Musa'ya iman etmeye koşuşmanız aczin ona meyyal olduğunuzu gösterir. Bu da, halka bir itham ve töhmet kapısı açar." Binâenaleyh Firavun, bu sözüyle o büyücülerin belki de sihirdeki hile ve tuzakları hususunda gevşeklik gösterip ellerinden geleni yapmadıkları zannını uyandırmak istemiştir. 2) Onun "Gerçekten size büyüyü öğreten büyüğünüzmüş o!" şeklindeki sözünün ifade ettiği husustur. Bu Firavun'un biraz önceki sözünde rumuzla anlatmak istediği şeyin açıkça ifade edilmesidir ki, onun bu sözünden maksadı, şöyle demek istemesidir: "Onlar bunu, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ile kendileri arasında bir antlaşmadan dolayı yaptılar. Ve, Musa'nın nübüvvet meselesi zuhur etsin diye de yapmaları gereken sihirde tembellik ve acizlik gösterip, yapılması gerekeni yapmadılar. Aksi halde, bunlar da Musa (aleyhisselâm)'ın yaptığının aynısını yapabilecek güçteydiler." İste bu da Firavun'un sözünü kabul edenler için, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'dan uzaklaşmayı gerektiren kuvvetli bir şüphedir. 3) Bu onun, "O halele yakında bileceksiniz" şeklindeki sözünün ifade ettiği husus olup, buda mutlak anlamda bir tehdit ve yıldırıcı bir vaid, okutmadır. 4) Bu "Muhakkak ki sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim, sizin topunuzu derhal çarmıha gerdkeceğim" seklinde ifade ettiği bir husus olup, bu da mufassal olarak yapılmış olan bir tehdittir. El ve ayağın çaprazlama kesilmesi ise, sağ elin ve sol ayağın kesilmesi demek olup, salbetmek" (çarmıha germek) ise malumdur. Bir kimseyi helak etmek için, bundan saha kuvvetli bir imha biçimi yoktur. Ayette Firavun'un bunu uygulayıp uygulamadığına dair bir bilgi bulunmamaktadır. Daha sonra sihirbazlar, Firavun'un bu tehditlerine şu iki şekilde cevap vermişlerdir: 1) Onların, "önemi yok. Biz şüphesiz ki, Rabbimize döndürüleceğiz" şeklindeki sözlerinin ifade ettiği husustur. kelimeleri aynı anlama gelip, onların bu sözden maksatları, "Şayet böyle bir şey olursa bize : var vermez" demek değildir. Onlar inandıkları ahiret yurdunda nail olacakları ecrin yanında bu zararın önemsiz kaldığını kasdetmişlerdir. Büyücülerin Muhabbet Makamına Çıkmaları Bil ki onların, "Biz şüphesiz ki, Rabbimize döndürüleceğiz" şeklindeki sözlerinde şöyle bir nükte de yatmaktadır: Onlar, Allah'ı sevme makamına erişmişlerdir. Çünkü onlar, O'nun huzuruna ulaşmanın dışında, herhangi bir şey istememişlerdir. Ve yine nlar, mükâfaat ümidi ve ceza korkusu sebebiyle de iman etmemişlerdir. Onların maksatları ancak sırf Allah rızasına ulaşmak ve onu elde etmek ve marifetullahın nurlarında boğulup kaybolmaktır ki, işte bu sıddîkların derecelerinin en üstünüdür 2) Bu da onların "Biz Rabbimizin bizim günahlarımızı bağışlayacağını umarız" şeklindeki sözlerinin ifade ettiği husus olup, buradaki "Bizim günahlarımız" sözüyle kendilerinden vaki olmuş olan küfür, sihir vb. şeylere işaret etmişlerdir. Burada geçen, "umma, ümit etme" lafzının Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, "Ceza gününde kusurlarımı bağışlayacağını umduğum da O'dur" (Şuara,82) sözünde de olduğu gibi, "yakîn, kesinlik" anlamını ifade etmesi muhtemel olduğu gibi, zan anlamını ifade etmesi de muhtemeldir. Çünkü kişi, daha sonra ne olacağını kesin olarak bilemez. Ayetteki "iman edenlerin ilki olduğumuz için" ifadesi ile ya "burada bulunan cemaatten" yahut "sadece sihirbazlardan" yahut, "Firavun'un etrafındakilerden", yahut da "kendi zamanımızdakilerden", "iman edenlerin ilki olduğumuz için" anlamı kastedilmiştir. Yine bu ifâdenin başındaki edat kesre ile (......) şeklinde de okunmuştur. Bu okuyuşa göre bu edat, kendisine güvenin cesur kimsenin kullanmış olduğu şart edatı olmuş olur. Bunun bir benzeri de bir kimsenin, ücretini geciktiren kimseye, "Eğer ben sana çalıştıysam, benim hakkımı ver" demesidir. Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ve Ümmetinin Mısır'dan Çıkışı 52Âyetin tefsiri için bak:62 53Âyetin tefsiri için bak:62 54Âyetin tefsiri için bak:62 55Âyetin tefsiri için bak:62 56Âyetin tefsiri için bak:62 57Âyetin tefsiri için bak:62 58Âyetin tefsiri için bak:62 59Âyetin tefsiri için bak:62 60Âyetin tefsiri için bak:62 61Âyetin tefsiri için bak:62 62"Musa'ya: "Kullarımı gece yola çıkar. Çünkü takip edileceksiniz" diye vahyettik. Firavun da şehirlere toplayıcılar gönderdi. Şüphesiz ki bunlar,azar azar birer cemaattir. (Böyle iken), onlar mutlaka bizim canımızı sıkarlar. Biz se, elbette uyanık ve tedbirli bir cemaatiz." Bu suretle onları, bağ bahçelerinden, akarsularından, hazinelerden ve şerefli makamlardan çıkardık. İşte (çıkarışımız) böyle oldu. Ve onlara, İsrailoğullarını mirasçı kıldık. Derken, (Firavuncular) güneşdoğarken onların arkalarına düştüler. Vaktaki artık, iki ordu birbirini görmüştü, Musa'nın ashabı dedi ki: "Muhakkak ki yakalandık, yetiştiler bize). (Musa), "Hayır dedi, şüphesiz ki Rabbim, benimle beraberdir. O beni, kurtuluş yoluna iletecektir" Ayetteki "esri" emri "hemze-i kat" ile bu şekilde okunduğu gibi, vasi hemzesi ile "vesri" şeklinde de okunmuştur. O İsrailoğullarının görüp müşahede ettikleri mucizelerle Musa'nın nübüvvetinin hakolduğu) ortaya çıkınca, Allahü teâlâ, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'a İsrailoğullarını çıkarıp götürmesini emretti. Çünkü Allahü teâlâ ilm-i ilahisinde Musa hakkındaki ilahi tedbiri, onun ırmağa bırakılıp o kavmin elinden kurtarılacağını, ve onların ülkelerine ve mallarına Musa (aleyhisselâm)'ı varis kılacağını kaydetmişti. Çünkü bu görünen üstünlük devam ettiği müddetçe, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) Firavun tarafından İsrailoğullarının başına gelebilecek olan kökünü kazıma, onları yok etme azâb ve işkencesinden emin olamazdı. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'a İsrailoğullarını geceleyin alıp götürmesini emretti ki, bunlar, iman eden kimseler olup, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın kavminden idiler. Ayetin bu ifadesinde, şöyle bir hazfın bulunduğunda şüphe yoktur: Hazret-i Musa (aleyhisselâm) kavmini, Allah'ın emrettiği biçimde, gece yola çıkardı. Daha sonra Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın kavmi, Firavun'un kavmine "Bizim bu gece bayramımız var" dediler ve sonra da, Firavun'un kavminden, takılarını ve giysilerini ödünç aldılar. Daha sonra da, aldıkları bu eşya ile birlikte geceleyin kızıldeniz etrafına doğru gittiler. Firavun bunu duyunca, şehirlere de tellallar çıkardı, ordu toplattı. Sonra da Firavun, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın kavmini şu iki kötü vasıfla niteleyerek, hem kendi hem de ashabını takviye etti. Ve kendi kavmini de övmeye başladı. Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın vasfettiği o birinci kötü vasıf, Ffravun'un "Şüphesiz ki bunlar, azar azar birer cemaattir" şeklindeki sözüdür. "şirzime" az olan grup, topluluk anlamına gelir. Arabların çürümüş ve paramparça olmuş elbise için "sevbun şerâzimu" deyimleri de bu manadadır. Firavun Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın kavmini azlığa delâlet eden (şirzime) ismi ile yad etmiş, sonra da onları ayrıca vasfederek, az olduklarını vurgulamıştır. Sonra da bu azlığı, bir de çoğul yaparak onlardan her bir grubun pekaz olduğunu belirtmek istemiştir. Yaptığı bu cemîlendirmede de azlığı ifade eden, "cem-i müzekker salim" kalıbını tercih etmiştir. Ayetteki azlık ile sayıca azlık değil de, zelil olmanın kastedilmiş olması da mümkündür. Buna göre mana, "onlar az oldukları için, onlara aldırış edilmez ve onların üstün gelmeleri de söz konusu olmaz" demek olur. Daha sonra müfessirler, ayette bahsedilen o az cemaatin sayılarının ne kadar olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak Ibn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Onlar, savaşabilen altıyüzbin kişi idiler; içlerinde, yirmi yaştan aşağı gençler bulunmadığı gibi, geri hizmetlerde istihdam edilegelenler hariç, altmıştan yaşlı kimse de bulunmuyordu. Firavn İsrailoğullarını kendi askerine nisbetle az görmüştür. Bu (......) vasfı, bazan kendisinden daha çoğa nisbetle, çok kimseler anlamında kullanılır." Firavunun erkek bir dor ata binmiş olarak yola çıktığı, ordusunun içinde de, onun atının renginde atlara binmiş olan üçyüzbin süvari olduğu rivayet edilmiştir. Beni İsrail'in Firavun'u Kızdırma Sebebi Firavunun, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın kavmini nitelediği ikinci sıfat ise, "(Böyle iken), onlar mutlaka bizim canımızı sıkarlar" ayetinin ifade ettiği husustur. Yani, "Onlar, bizi kızdıran, kalblerimize darlık veren işler yapıyorlar" demektir. Alimler bu fiillerin neler olduğu hususunda ihtilaf ederek şu izahları yapmışlardır: 1) Daha önce de belirttiğimiz gibi, takı ve giysiler meselesi. 2) İsrailoğullarının, Firavun köleliğinden kurtuluşları ve hürriyetlerine kavuşmaları. 3) İsrailoğullarının Firavunun kavmine din hususunda muhalefet etmeleri ve onlara başkaldırmaları. 4) İsrailoğullarının Firavun'u ilah edinmemeleri. Farklı Kıraatlere Göre Manalar Firavunun, kendi kavmini nitelemesine gelince, bu onun "Biz ise, elbette uyanık ve tedbirli bir cemaatiz" şeklindeki sözüdür. Bu hususta şu üç kıraat söz konusudur. "hazirûn" "hâzirûn" ve dal ile "hâdirûn" Bil ki sıfat (dârib) ve (madrûb) gibi, ısm-ı fail,ya da ism-i mefûl olduğu halde, bir fiili tavsif etmek için gelirse, "hudûs" (sonradan meydana gelme, zaman zaman meydana gelme) ifade eder. Ama böyle olmaz da, sıfat-ı müşebbehe olursa, "sübût" (devamlılık ve süreklilik) ifade eder. Binâenaleyh bu kelimenin "hazirûn" şeklinde okunuşu "Biz, adeti sakınmak ve temkinli hareket etmek olan bir topluluğuz" manasına gelir. "hazirûn" şeklinde okunuşu ise "Biz, şu zamanımız hariç, sakınmayı alışkanlık haline getirmemiş olan bir topluluğuz. (Bunu ancak şimdi aklettik) manasına gelir. Bu kelimeyi dâl ile "hâdirûn" şeklinde okuma ise sakınma ve tedbiri tamamen nefyetme manasına gelir. Çünkü "nâdir" kelimesi ise paçaları sıvayan, işe her zaman hazır olan kimse anlamına gelir. Buna göre Firavun ya, "Biz, güçlü kuvvetli bir topluluğuz" anlamını kastetmiştir, yahut da, "Biz, pür silah hazır kimseleriz" manasını kastetmiştir. Firavunun bu mazeretlerden maksadı, o şehirlerdeki kimselerin, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın kavminden ayı sukût-ı hayâle uğradığını veya ondan korktuğunu sanmamalarını sağlamaktır. Cenâb-ı Hakk'ın"Bu suretle onlan çıkardık" ifadesine gelince, bu "Biz, anların kalblerinde yurtlarından çıkmalarını temin edecek sebepleri yarattık. Böylece de bu duygular çıkma işinin gerçekleşmesine sebep oldu" demektir. Binâenaleyh re bu çıkarma işi, işte bu açıdan Allah'a nisbet edilmiştir. Ayetteki "bağ-bahçelerden, akarsulardan, hazinelerden" ifadesi hakkında Mücahid şöyle der: "Cenâb-ı Hakk onların mallarına mülklerine "künûz" adını vermiştir. Çünkü onlar, Allah'a taat olabilecek hususlarda, bunlardan hiçbir infakta bulunmamışlardı. Allah ayetteki "şerefli makam" ile de güzel evleri hoş meclisleri kastetmiştir. Buna göre ayetin manası, "oraları İsrailoğullarına teslim etmek için biz onları, içinde su kaynakları, altın ve gümüş hazineleri bulunan bağ bahçelerinden ve alabildiğine yararlandıkları o yerlerden çıkardık" şeklindedir. Ayetteki (......) kelimesinin terkibdeki yeri, şu üç şekilde olabilir: a) "Biz onları, bahsettiğimiz çıkarışla çıkardık" manasında olmak üzere nasb. b) Ayetteki (......) ifadesinin sıfatı olarak cerr. Buna göre mana, "Onlar için olan o makam gibi, kerim bir makamdan..." şeklinde olur. c) "Durum işte böyledir" anlamında olmak üzere, mahzûf bir mübtedânın haberi tarak, ref... Cenâb-ı Hakk'ın "Derken (Firavuncular), onların arkalarına düştüler" "adesine gelince, bu, "onlar onlara yetiştiler" anlamındadır. Ayetin bu ifadesi, Arapların güneş doğduğunda, deyiminden olmak üzere "güneşin doğuşu vaktine girdiklerinde onlara yetiştiler" anlamında olmak üzere, "fe'ttebeûhun müşerrikîne" şeklinde de okunmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın "Vaktaki, iki topluluk birbirlerini gördüğünde Musa'nın ashabı "muhakkak ki yakalandık, (yetiştiler bize)" demişlerdir. Yine onlar, "Biz dediler, sen bize gelmezden evvel de, bize geldiğinden sonra da işkenceye duçar edildik" (A'raf, 129). Yani onlar "Sen bize gelmezden önce çoluk çocuğumuzu kesiyorlardı, geldikten sonra da, şu anda bize yetiştiler ve böylece bizi öldürecekler" demişlerdir. Ayetin bu ifadesi "Felemmâ teraet'il-fietanı" şeklinde de okunmuştur. Yine, ifadesi de, "birbirine karışıp yok oldu" anlamında olmak üzere anlamından alınarak dâim şeddesi ve râ'nın kesresi ile "Le müdderikûne" şeklinde de okunmuştur Cenâb-ı Hakk'ın "Hayır, onların ahiret hakkındaki bilgileri peşpeşe birbirine eklenmiştir" (Neml, 66) ayetindeki kelime de bu köktendir. Hasan el-Basri ise, bu ifadeye, "onlar ahiret bilgisinden mahrum oldular. Bu bilginin cahili oldular" manasını vermiştir. Buna göre tefsirini yapmakta olduğumuz ayetin manası, "Biz, bizden hiç kimse kalmayacak biçimde, onların ellerinde yok olup gitme hususunda birbirinizi izliyoruz" şeklinde olur. İşte tam o bu esnada Hazret-i Musa (aleyhisselâm) onlara "kella", "hayır" demiştir ki bu, onları içine düştükleri o zandan men etmek içindir. Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın Onları Cesaretlendirmesi Daha sonra da, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) şu iki şey ile onların gönüllerini takviye edip yatıştırmıştır: a) "Şüphesiz ki Rabbim, benimle beraberdir" sözüyle... Bu, ilahî yardımın ve onun tekeffül edilmiş olmasının bir delilidir. b) Onun"O beni, kurtuluş yoluna iletecektir" şeklindeki sözüdür. el-Hûda kurtuluş ve necat yolu demektir. Cenâb-ı Hakk Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'a kurtuluş yolunu gösterip düşmanlarını helak edeceğini bildirince, böylece, ilahi yardım hususunda zirveye ulaşmış demektir. 63Âyetin tefsiri için bak:68 64Âyetin tefsiri için bak:68 65Âyetin tefsiri için bak:68 66Âyetin tefsiri için bak:68 67Âyetin tefsiri için bak:68 68"Bunun üzerine Musa'ya, "Âsâ'nı, denize vur" diye vahyettik. (Vurunca) derhal (deniz) yarıldı. Her parçası, kocaman dağ gibi oldu. Ötekileri de buraya yaklaştırdık. Musa ile, yanında bulunan kimseleri toptan kurtardık. Sonra öbürlerini boğduk. Bunda, elbette bir İbret vardı. Ama onların çoğu iman etmemişlerdi. Şu muhakkak ki senin Rabbin elbette O, mutlak galiptir ve çok merhametlidir". Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın, "Şüphesiz ki Rabbim, benimle beraberdir. O beni, kurtuluş yoluna iletecektir" (Şuara, 62) şeklindeki sözünü nakledince, bundan sonra, işte bu dini ve dünyevi nimetleri içine alan böyle bir tedbirle onu nasıl kurtuluş yoluna sevkedip kurtardığını düşmanlarını da yok ettiğini beyan etmek üzere "Bunun üzerine Musa'ya, "Âsânı denize vur" diye vahyettik. (Vurunca) derhal, (deniz) yarıldı"buyurmuştur. Bu ifadeyle, "oda vurdu, böylece de deniz yarıldı" manasının kastedildiğinde şüphe yoktur. Çünkü bu, neredeyse, sözden anlaşılan ve bilinen bir husustur. Zira, vurma işi olmadan denizin ayrılması caiz değildir. Bununla beraber Cenâb-ı Hak, ona vurmayı emretmiştir. Çünkü bu fiilin zikredilmesi, adeta oyalanma ve boşa vakit geçirme sayılır. Bir de Cenâb-ı Hak bunu âsâ sebebiyle meydana gelen mucizelerinden kılmıştır. Bir başka husus da şudur: Denizin o âsâ sebebiyle yarılması Hazret-i Musa (aleyhisselâm) için büyük bir nimet olmuştur. Ve İsrailoğullarının, bu işin Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın Allah nezdindeki mertebesinden dolayı meydana geldiğini bilmeleri manasını daha fazla kuvvetlendirmiş olur. Alimler, ayetteki "deniz" hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ibn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hazret-i Musa (aleyhisselâm), İsrailoğullarıyla birlikte o denize varıp dayanınca, onlara o denize girmelerini emretti, ama Yuşâ İbn Nûn hariç, hepsi bundan kaçındılar. Yuşâ Ibn Nûn atını mahmuzladı, denize girdi, öteye geçti, sonra da onlara dönüp baktı. Bir de ne görsün, denize girme hususunda hala diretiyorlar! Bunun üzerine Musa (aleyhisselâm), denize, "benim için ayni, bölün"deyince, deniz, "bununla-emrolunmadım; üzerimden asiler geçemezler" dedi: Musa (aleyhisselâm), "Ya Rabbi, deniz de aynima hususunda diretiyor" deyince, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'a "Ona âsânla vur" denildi, o da ona âsâsıyla vurunca deniz yarıldı ve herbir parçası adeta büyük bir dağ kütlesi halini aldı. Ve o denizden her bir kabileye ait oniki yol oluştu. Bunun üzerine her Kabile, "Arkadaşlarınız öldürüldü" demeye başlayıncada Hazret-i Musa (aleyhisselâm) Rabbine dua etti. Böylece Cenâb-ı Hak büyük dağ kütlelerini, tabakalar halinde olan manzaralar haline getirdi. Bu şekilde de onlar birbirlerinin kuru bir yer üzerinde yürüdüklerini gördüler." Atâ İbn es-Saibin de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Cebrail aleyhisselâm), İsrai(oğullarıyla Firavun hanedanının arasında bulunuyordu. Ve, fsrailoğullarına "Geridekiler öndekilere yetişsin çabuk olun" diyor, Kıptîlere de dönerek, "yavaş olunuz, geridekiler size yetişsin" diyordu. Yine rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) da tam o esnada "Ey her şeyden önce var olan, ey her şeyi var eden, ey herşeyden sonra var olmaya devam eden (yetiş)" diyordu. Cenâb-ı Hakk'ın "Her parçası, kocaman dağ gibi oldu" ifadesine gelince, (el-fırku) kelimesi, "denizden bölünen parça" anlamındadır. Bu ifade, (kullu tilkin) şeklinde de okunmuştur ki, mana aynıdır. (et-tavdu) "yüksek dağ" anlamında olup, "göğe doğru yükselen" demektir. Denizin bu hali alması şu birkaç açıdan mucizedir: 1) O suyun bölünüp ayrılması bir mucizedir. 2) O suyun, denizin her bir tarafının üstünde bir araya gelip, böylece de adeta bir dağ oluvermesi de bir mucizedir. Çünkü bu bölünme sebebiyle yerinden oynatılan o suyu, Cenâb-ı Hakk'ın yayıp dağıtması, böylece de hiç olmamış gibi olması da mümkündür. Binâenaleyh o su iki tarafta birikip (bir kütle oluşturunca), bu mucizeyi te'kid etmiş oldu. 3) Haber de "Allahü teâlâ Firavuna ve kavmine, onları şaşırtan rüzgar ve karanlık göndermiştir. Böylece de, İsrailoğullarının denizi geçmesi tamamlanıncaya kadar, onlar yerlerinde çakılıp kalmışlardır" şeklinde anlatılan bu husus, eğer gerçek ve doğruysa, bu da bir üçüncü mucizedir. 4) Allahü teâlâ'nın, sudan meydana gelen o duvarlarda, onların birbirlerini görebilecekleri mazgal delikleri yaratması da dördüncü bir mucizedir. 5) Allahü teâlâ'nın, o yolları Firavun'un yanındakilerin ona yaklaşıncaya ve Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın kavminin kurtuluşu gibi, kendilerinin de kurtulacaklarını umacakları bir zamana kadar aynı hal üzere tutması da bir beşinci mucizedir. Cenâb-ı Hakk'ın "Ötekileri de buraya yaklaştırdık..." ifadesine gelince, bu ifadeyle alakalı olarak şu iki bahis bulunmaktadır: Birinci bahis: Ibn Abbas, İbn Cüreyc, Katâde ve Süddî, (......); kelimesine "denizin, diğerlerine açıldığı, yarıklığı o yere, Firavun'un kavmini yaklaştırdım" manasını vermişlerdir. Sonra bu hususta şu üç izah yapılmıştır: 1) "Biz Firavun'un kavmini, Kıptîleri, İsrailoğullarına yaklaştırdık." 2) "Biz o Kıptîleri birbirlerine yaklaştırdık ve onlardan hiç kimse kurtulamayacak derecede bir araya sıkıştırdı." 3) "Biz onları denize sürdük..." Bazı alimler de, ayetin bu ifadesine, "Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın peşine düştüklerinde, dünyada iken onların üzerinde dikilip duran bir bulutla gölgelememiz ve böylece de şaşırmış vaziyette kalmaları suretiyle, Biz, Firavun ve kavmini hapsettik" manasını vermişlerdir. Ayetin bu ifadesi, onların ayaklarını kaydırdık" anlamında olmak üzere, kâf ile "ve ezlaknâ" şeklinde de okunmuştur ki, buna göre mana, "biz onların izzet ve şereflerini giderdik, götürdük" şeklinde olur. Allahü teâlâ'nın onların denizdeki yollarını İsrailoğulları için kupkuru yapmış olduğu o yolların aksine olan bir hal üzere yapması ve böylece de, (bir kıraate göre) onların ayaklarını kaydırması da muhtemeldir. İkinci bahis: Cenâb-ı Hak bu yakınlaştırma işini, onların Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ı araştırmak için birleşmiş olmaları bir küfür olmasına rağmen, kendisine nisbet etmiştir. Cübbaî bu hususa şu iki bakımdan cevap verir. 1) Firavunun kavmi, İsrailoğullarının peşine düşmüştü. İsrailoğulları ise bu işi, Allah'ın emriyle yapmıştı. Binâenaleyh, İsrailoğullarının yola çıkışları, Allah'ın tedbiriyle olup, Firavunun kavmi de onların peşine düşünce, Cenâb-ı Hak bu işi, mecazi olarak kendisine nisbet etmiştir. Bu tıpkı, içimizden birinin kölesini araştırırken yorgun argın düşüp bu iş ondan dolayı yapıldığı için, "Kölem beni yorgun argın düşürdü" demesine benzer. 2) Bu ifadenin manasının "O vakitte onlar ecellerine yaklaştıkları için, biz onları ölümlerine yaklaştırdık" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Nitekim şair, "Geçen her gün ve geride kalan her gecede, şüphesiz nefisler kendi ecellerine yaklaşırlar" demiştir. Ka'bî de buna şu iki açıdan cevap vermiştir: a) Allahü teâlâ o Kıptîleri cezalandırmada acele etmeyip o denizi onlar için kupkuru hale getirince ve onlarda geçmeye heveslenince böyle bir nisbet caiz olmuştur. Bu tıpkı arkadaşının çiğ hareketlerini ve cahilce davranışlarını görmezden gelip, hareketleri karşısında sabır gösteren bir kimsenin durumuna benzer. Ama o, yanlış hareketini sürdürüp, berikide ona onun bu hareketlerine mani olmaya kadir olduğunu göstermek istediğinde, ona şöyle der: "Senin bu hareketlerine göz yumdum, sabrımdan dolayı, bunlara mani olmadım." O bu sözüyle, onun yaptığı şeyi irade ettiğini kastetmemiştir. b) Ayetin manasının, "Onları, tam o esnada boğmak ve Musa ve kavmine ulaşmamalarını sağlamak için bir araya getirdi, topladı" şeklinde olması da muhtemeldir. Bunlardan birincisine şu şekilde cevap verilir: İsrailoğullarının yaptığı o iş, Firavun kavminin kendilerini takip etmelerinde ya bir tesir icra etmiştir, ya da etmemiştir. Eğer birincisi olursa, maksat hasıl olmuş demektir. Çünkü Allahü teâlâ'nın fiilinin bu yaklaştırmayı gerektiren o sebebin meydana gelmesinde bir tesiri vardır. Yok eğer, bunda asla bir tesiri bulunmuyorsa arada bir ilgi ve münasebet yok demektir. Binâenaleyh böyle bir nisbetin güzel olmaması gerekir. Bizden birisinin kölesini arama hususunda yorgun düşmesi meselesine gelince, o kölenin fiili bu yorgunluğun meydana gelmesinde adeta bir müessir gibi olduğu için, efendisinin, "Beni bu köle yorgun ve bitkin bıraktı, yordu" demesi caizdir. Çünkü köle her ne zaman bu fiili yaparsa onun yaptığı bu fiilin, efendisi tarafından bilineceği açıktır. Dolayısıyla her ne zaman efendisi, kölesinin o fiilini bilirse, efendisinin o fiili bilmesi kendisini böyle bir yorgunluğa sevkeder ve bu hususta müessir olur. İşte bu sebeple de böyle bir nisbet, doğru olur. Özet olarak diyebiliz ki, biz ehl-i sünnete göre bir işe kadir olan kimsenin o işi, ancak kendisinde meydana gelen bir sebep, "dâî" İle yapması mümkündür. Binâenaleyh işte bu daî, o kadir kimsenin, o fiilden müessir olur bir duruma gelmesinde müessir ve etkili olmuştur. Böylece de, hiç şüphesiz ki böyle bir nisbet pek yerinde olmuştur. İkincisine de -ki bu, onları boğmak için bir araya toplamıştır. Allahü teâlâ onları bir araya getirmemiş, tam aksine onların kendileri bir araya gelmişler, sonra da bu ölüm işi tahakkuk etmiştir. Binâenaleyh böyle bir yaklaştırma işinin Cenâb-ı Hakk'a nisbeti nasıl caiz olabilir- şeklindeki görüşüne de şu şekilde cevap veririz: Biz ehl-i sünnete göre bu caizdir. Çünkü, bu yaklaştırma işini sağlayan o sebebi, daî'yi onların gönüllerinde yaratan Allah'tır. Kâ'bî'nin "Allahü teâlâ'nın onlara karşı göstermiş olduğu hilim ve sabrı onları buna sevketmiştir" şeklindeki görüşüne de şöyle cevap verebiliriz: Bu sabrın, onların gönüllerinde böyle bir duygunun peyda olmasında etkisi var mıdır, yok mudur? Bu sorumuzun devamının izahı, biraz önce geçtiği gibidir. Dördüncüye verilecek cevap da ikinciye verilen cevabın aynısıdır. Allah en iyi bilendir. Mü'minlerin Kurtulup Ötekilerin Boğulması Cenâb-ı Hakk'ın "Musa ile yanında bulunan kimseleri toptan kurtardık, sonra öbürlerini boğduk" ayetine gelince, bu, "Allahü teâlâ o denizi, Hazret-i Musa ve kavmi hakkında onlar oradan çıkıncaya kadar kupkuru yaptı. Firavun ve kavmini ise orada boğdu. Çünkü Firavun ve kavminini denize girmeleri tamamlanınca su onların üzerine kapandı, böylece de onlar o suda boğulup gittiler" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın "Bunda elbette bir ibret vardı" ifadesine gelince, bu "Denizde meydana gelen bu hadise, Cenâb-ı Hakk'ın kudretine delâlet eden en büyük delillerden olmak üzere insanı şaşırtan bir ayettir. Çünkü, bunun gerek dinî gerekse dünyevî hususlarda bir maslahat, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) için de bir mucize olması bakımından onun doğruluğuna delâlet eden bir delil o denizi geçenler için ömür boyu nazar-ı dikkate alınacak bir hadise olması bakımından, hiçbir beşer bunu yapmaya ve bunun hikmetini anlamaya kadir olamaz. Böylece bu Allah'ın ve Resulünün emrine muhalefet etmeye yeltenenler için bir sakındırma ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) için ibret alınacak bir hadise olmuş olur. Çünkü Cenâb-ı Hak hemen bu ifadenin peşinden, "Ama onların çoğu iman etmemişlerdi" buyurmuştur. Bu cümlede Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) tesellî bulunmaktadır. Çünkü, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) elinde zuhur eden mucizelere rağmen, kavminin yalanlamasından dolayı kederleniyordu. Böylece Cenâb-ı Hak bu ifadesiyle Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ve diğer peygamberlerde, kendisi için alabileceği örnekler bulunduğuna dikkatini çekmiştir. Çünkü Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın elinde zuhur eden, akıllara durgunluk verici bunca büyük mucizeler, kavminin denizde vs. yerlerde müşahede ettikleri onca şeylere rağmen, o kavminin ekserisinin onu inkâr edip yalanlamalarına mani olamamıştır. Binâenaleyh, "Ey Muhammed sen de kavminin ekserisinin seni yalanlamalarına şaşma, onların eziyyetlerine katlan. Belki de onlar, ıslâh olacaklardır. Senin bu sabrın, onlara getireceğim delilleri tehid eder" demiştir. Ayetteki "Şu muhakkak ki senin Rabbin, elbette O, mutlak galiptir ve çok merhametlidir" cümlesinin önceki ifadelerle münasebeti şudur; O topluluk bu çok net mucizeleri görüp müşahede etmelerine rağmen, yine de kâfir muşlardır. Allahü teâlâ ise, onları helak etmeye kadir ve azîz, galip bir zâttı. Ama suna rağmen, o onları helak etmemiş, tam aksine onlara çeşitli rahmetlerini yağdırmıştır. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın böyle olması, O'nun rahmetinin mükemmel lütuf ve ihsanının, çok geniş olduğuna delâlet etmektedir. İbrahim (aleyhisselâm)'ın Kıssası 69Âyetin tefsiri için bak:77 70Âyetin tefsiri için bak:77 71Âyetin tefsiri için bak:77 72Âyetin tefsiri için bak:77 73Âyetin tefsiri için bak:77 74Âyetin tefsiri için bak:77 75Âyetin tefsiri için bak:77 76Âyetin tefsiri için bak:77 77İkinci kıssa, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'ın kıssasıdır. "Onlara, İbrahim'e ait dosdoğru haberleri de oku. Hani o, babasına ve kavmine, "Siz neye tapıyorsunuz?" demişti. Dediler ki: "Putlara tapıyoruz" Onun için bütün gün onlara hizmet etmekte sabit ve devamlıyız." İbrahim: Siz çağırdığınızda onlar sizi duyuyorlar mı? Yahut, (taparsanız) size bir fayda veya (tapmazsanız) size bir zarar verebiliyorlar mı?" dedi. Dediler ki: "Hayır, biz babalarımızı böyle bulduk. Onlar da böyle yapıyorlardı." ibrahim, "şimdi gördünüz mü, gerek sizin, gerek daha önceki atalarınızın neye tapmakta olduğunuzu" dedi. işte onlar benim, muhakkak ki düşmanlarımızdır. Fakat âlemlerin Rabbi böyle değil". Bil ki Allahü teâlâ, bu sûrenin başında kavminin kâfir olması sebebiyle Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in alabildiğine üzüldüğünü zikretmiş, daha sonra Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in böylesi sıkıntıların, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) için de söz konusu olduğunu anlayabilmesi için, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın kıssasından yine bu sebeple Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'ın üzüntüsünün de kendisinin üzüntüsünden daha şiddetli olduğunu anlayabilmesi için, bunun peşinden Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'ın kıssasını getirmiştir. Çünkü onları hakka davet etmek ve dikkatlerini çekmek durumu hariç, kendilerini düştükleri o halden kurtaramadığı halde, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'ın babasını ve kavmini cehennemde görmesi İbrahim (aleyhisselâm) için en üyük bir sıkıntıdır. İşte bu sebeple o onlara, "neye tapıyorsunuz?" demiştir. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) onların putperest olduklarını biliyordu. Fakat bu soruyu onlara taptıktan şeylerin ibadete müstehak olmadıklarını göstermek için sormuştur. Bu tıpkı senin, ticâret metâ'ının köleler olduğunu bildiğin bir köle tacirine "malın ne?" deyip, sonra da "Köle mal değil cemal (güzelliktir" demen gibidir. Onlar Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'a "Putlara tapıyoruz. Onun için bütün gün onlara hizmet etmekte sabit ve devamlıyız" diye cevab vermişlerdir. "Ukûf" birşeye devam etmek, onu sürdürmek demektir. Onlar gece değil de, bütün gündüz o putlara taptıkları için demişlerdir. İbrahim (aleyhisselâm)'ın Kavmini Sorgulaması Bil ki onlar "sadece putlara tapıyoruz" deseler bu yeterli bir cevap olurdu. Ama onlar, cevabı uzatmak için, buna "Onun için, bütün gün onlara hizmet etmekte sabit ve devamlıyız" ifadesini ilave etmişler. Onlar bunu, putlara tapmaktan ötürü duydukları sevinç ve iftiharı ortaya koymak için ilave etmişlerdir. İşte bundan ötürü Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) onların inanç ve yollarının bozuk olduğuna dikkat çekmek için, "Siz çağırdığınızda onlar sizi duyuyorlar mı? yahut size (taparsanız) bir fayda, (tapmazsanız) bir zarar verebiliyorlar mı?" demiştir. Keşşaf sahibi şöyle der: "Ayetteki ifadesinde, takdiri "onlar sizin duanızı ve çağrınızı duyuyorlar mı?" şeklinde olan mahzûf bir muzafın olması gerekir." Katade ise, "onlar size sizin çağrınızın (duanızın) cevabını duyurabiliyorlar mı?" manasında bunu, 'şeklinde okumuştur. Onlar bunu yapabiliyorlar mı?" Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in ileri sürdüğü bu delilin geniş izahı şudur: Başkasına tapanın genel hali çağrısını duyduğunda maksadını anlasın diye istediği bir hususta taptığına başvurması ve o taptığının da, bol bol fayda sağlamak yahut zararını defetme şeklinde onun duasına karşılık vermesidir. Binâenaleyh Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) onlara şöyle demek istemiştir: "Sizin taptığınız o şeyler, dualarınızı dahi duymuyorlar ki maksadınızı, isteğinizi anlasınlar. Faraza bunu anlasalar bile bol bol fayda sağlamaları veya zararları engellemeleri mümkün değildir. O halde bu vasıf ve durumdaki şeylere daha nasıl tapıyorsunuz?" işte bu kesin delil karşısında babası ve kavmi bu delili'savuşturacak birşey tutamadılar da şöyle demek mecburiyetinde kaldılar: "Biz sabalarımızı böyle bulduk. Onlar da böyle yapıyorlardı" İşte bu, taklidin, batıl, zelillere sarılmanın ise vacib (gerekli) olduğuna delâlet eden en güçlü delillerdendir. Çünkü işi tersinden alsak ve taklidi övüp delile sarılmayı yersek, bu hareketimiz, Cenâb-ı Hakk'ın yerdiği o kâfirlerin yolunu övmek, övdüğü Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) yolunu da zemmetmek olur. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) de onlara Şimdi gördünüz mü, gerek sizin, gerek daha önceki atalarınızın neye tapmakta olduğunuzu" diye cevap verdi. O, bu ifadesi ile bâtılın yeni veya eski, onu yapanların az veya çok olması ile değişmeyeceğini anlatmak istemiştir. Ayetteki "İşte onlar benim, muhakkak ki düşmanlarımdır. Fakat âlemlerin Rabbi böyle değil" ifadesiyle ilgili birkaç soru var: Birinci soru: Put, cansız bir varlık olduğu halde, nasıl düşman sayılabilir? Buna arkaç yönden cevab verilebilir: 1) Cenâb-ı Hak, Meryem sûresinde putları tavsif ederken, "Hayır öyle değil, o aptıklan şeyler), onların tapmalarını inkâr edecekler ve onların aleyhine düşman bacaklar" (Meryem. 82) buyurmuştur. Müfessirler bunun tefsiri hususunda şu izahı asmışlardır: "Allahü teâlâ, onların taptığı putlara can verecek ve o putlar, kendilerine tapanları azarlayıp, bu işte kendilerinin bir suçu olmadığını söyleyeceklerdir." Bu izaha göre o putlar, kendilerine tapanlara ahirette düşman olacaklardır. İşte bu manadan ötürü Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), putların düşmanı olduğunu söylemiştir. 2) Kâfirler onlara tapıp, onları ulu bilip fayda sağlama-zarar defetme hususunda onlardan birşeyler umdukları için, putları, kâfirlerin inancına göre, akıllı ve canlı imiş gibi kabul edilmişlerdir. Hem sonra onlar, insanın saadetten (uhrevî mutluluktan) uzak kalıp, şekâvete düşmesine sebep olmuşlardır. Bundan dolayı canlı mesabesinde kabul edilip, menfaatleri defeden ve zararları celbeden bir duruma konuldukları için düşman kabul edilmişlerdir. İşte bu sebepten ötürü, pek yerinde olarak Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) onlar için "düşman" kelimesini kullanmıştır. 3) Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, "işte onlar benim, muhakkak ki düşmanlanmdır" ifadesi ile, onlara tapanların düşmanlığı kastedilmiştir. Binâenaleyh bu izaha göre, cümlenin ıtkiki mana ifade etmesi için. Hazret-i İbrahim niçin, "Putlara tapanlar düşmanlanmdır" dememiştir?" denilirse, buna şöyle cevap veririz: "Çünkü bahsi geçen şey, tapanlar değil, onların taptıkları şeylerdir." İkinci soru: Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) niçin "işte onlar benim muhakkak ki düşmanlanmdır" demiş de, "Sizin düşmanlarınızda" dememiştir? Buna şu şekilde cevap veririz: Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) "Ben, bu işim hususunda düşündüm ve o putlara ibâdet etmemin, düşmanıma ibâdet etme olduğunu gördüğüm için onlara ibâdet etmekten kaçındım" manasında olmak üzere, meseleyi kendisi açısından değerlendirmiş ve onlara bunun kendine yapmış olduğu bir nasihat olduğunu göstermiştir. Binâenaleyh onlar bunu iyice düşündüklerinde, "İbrahim bize, ancak kendine yaptığı nasihatin aynısını nasihat ediyor" diyecekler, böylece bu, onların o nasihati daha kolay kabul etmelerini sağlayacaktır. Üçüncü soru: Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) niçin bunu şeklinde söylememiştir. Cevap: "Adüvv" (Düşman) ve "Sıddîk" kelimeleri hem müfred, hem cemî manasında kullanılırlar. Nitekim şâir "Onlar bana karşı murûet sahibi, mert kimselerdir. Onlar dost oldukları halde, onları düşman olarak gördüm "demiştir. Hak teâlâ'nın, "Onlar sizin düşmanmızdır" (Kehf, 50) ayeti de bu manada olup, bu husustaki izahımız, (Şuara, 16) ayetinin tefsirinde geçti. Dördüncü soru: Ayetin bu ifadesindeki istisnanın çeşidi nedir? Cevap: Bu, istisna-ı munkati'dır. Buna göre, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) sanki, "Lakin Rabbu'l-alemin müstesna" demiştir. 78Âyetin tefsiri için bak:82 79Âyetin tefsiri için bak:82 80Âyetin tefsiri için bak:82 81Âyetin tefsiri için bak:82 82"(O Rab), beni yaratan ve bana hidâyet edendir. Bana yediren ve bana içiren O'dur. Hastalandığımda bana şifa veren de O'dur. Beni öldürecek, sonra beni diriltecek olan da O'dur. Din gününde hatalarımı bağışlayacağını umduğum da O'dur",. Bil ki Cenâb-ı Hak, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in Rabbu'l alemîn'i bundan müstesna tuttuğunu nakledince, onun Rab Teâlâ'nın hangi sebeplerden ötürü ibadete müstehak olduğunu belirttiğini de nakletmiş ve onun kendisinden ne istediğini zikretmiştir. O'nun Başlıca Nimetleri İnsanî Ruhu ve Bedeni Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in Cenâb-ı Hakk'ı tavsif ettiği hususlar şunlardır: Birincisi: "O Rab, beni yaratan ve bana hidâyet edendir" cümlesidir. Bil ki Allahü teâlâ, "O, yaratan ve düzenine koyandır. Takdir eden, yol gösterendir" (A'la, 2-3) ifâdesi ile, kendisini yine bu iki hususla mehd-ü sena etmiştir. Bil ki istifade edebilecek herkes için, bütün menfaatler işte Allah'ın bu iki sıfatıyla ekte edilir. Mesela insanı ele alalım, insanın mahlûk (yaratılmış) olduğunu söylüyoruz. Bazıları insanın, madde ve mahlûk âleminden olduğunu söylerken, bazıları da, onun emir ve ruhâniyet aleminden olduğunu söylemişlerdir. Mahlûkat aleminden olan insan medeninin terkibi, "emir" aleminden olan kalbi verme işinden öncedir. Nitekim Cenâb-ı Hak bu hususu, "O halde, Ben onun yaratılışını bitirdiğim, ona ruhumdan üflediğim zaman siz derhal onun için secdeye kapanın" (Hicr, 29) buyurarak ifâde etmiştir. Binâenaleyh bu tesviye (yaratılışı bitirme) işi, katılan maddelerin dengesine e karıştırılan şeylerin birbirleriyle terkibine, ruh üfleme işi de, emir aleminden olan nurâni rabbani latife"ye bir işarettir. Ayrıca Cenâb-ı Hak, "Andolsun ki Biz insanı çamurdan bir hülâsadan yarattık" (Mü'minun, 12) buyurmuştur. Maddelerin değişme mertebelerini tamamlayınca da "Bilahere onu başka bir yaratılışla İnşâ ettik" (Mü'minun, 14) buyurmuştur ki bu da melekler aleminden olan o ruha işarettir. Hidâyetin, o ruhtan meydana geldiğinde şüphe yoktur. Binâenaleyh işte bu ayetlerle, yaratma sinin hidâyet işinden önce olduğu ortaya çıkmış olur. Bu meseleyi, işin hakikatini tahkik etme itibariyle ele alacak olursak şöyle izah edebiliriz: İnsanın bedeni; babanın menisinin nutfesinin (spermasının) ananın hayız kanıyla (yumurtasıyla) birleşmesinden meydana gelir. Meni ile kan, enâsır-ı erbaa'nın (dört ana elementin) terkibinden ve birbirlerine tesirinden meydana gelen gıdalardan oluşur. Binâenaleyh meni o hayız kanıyla karışınca bu karışımdaki sıcaklık ve soğukluk, nemlilik ve kuruluk, karşılıklı olarak birbirlerini etkilemeye ve herbirindeki Kuvvetler, diğerinin keyfiyetinin suretlerini yıkmaya devam ederler. İşte bu esnada, yani karşılıklı olarak birbirlerine etkileri esnasında, soğuğa kıyasla sıcak olmak; sıcak : ana kıyasla soğuk olmak isteyen, orta bir durum meydana gelir. Nemlilik ve kuruluk arasındaki durum da aynıdır. Böylece bu terkibi idare eden, bir takım kuvvetleri kabul etme istidadı meydana gelir. Bu kuvvetlerin bir kısmı nebati (bitkisel) kuvvetlerdir. bunlar, gıdaları çeken, sonra onları bir müddet tutan, sonra ufalayıp hazmeden, daha sonra eziyet verici fazlalarını atan, sonra kendisinden ayrılıp gidenlerin (eskiyenlerin) yerine, o parçalan yerleştiren, daha sonra da uzuvların cevherine (özüne) uzunluk ve genişlik kazandıran bir takım nebati kuvvetlerdir. Daha sonra bu maddelerden, aynen yukarıdaki gibi meydana gelen, bir takım fazlalıklar oluşur. Bu kuvvetlerin bir kısmı, beş duyu hayal, (muhayyile) ezberleme ve hatırlama gibi, idrâk edici canlı kuvvetlerdir. Bir kısmı da ya şehvet ve gazab gibi, ftmir (emredici-zorlayıcı) yahut da kaslarda bulunan kuvvetler gibi memur olan, fail kuvvetlerdir. Bir kısmı da, insani kuvvetlerdir ki bunlar da, ya müdrik kuvvetler, ya çalışan kuvvetlerdir. Müdrik kuvvetler, ruhani maddi ulvi ve süfli eşyanın hakikatlerini idrâk etmeye yarayan kuvvetlerdir. Sonra sen bu maddi alemin mürekkeb ve cevher maddelerinden herbirini incelediğinde, ona uygun, halini mükemmelleştirecek bazı şeyler görebildiğin gibi, ona uymayan ve halini bozan bir takım şeyler de bulursun. Yine onlarda uygun olanı çeken (isteyen), uygun olmayanı iten (uzaklaştıran) bazı kuvvetlerin olduğunu da görürsün. Binâenaleyh işte bu şeylerin hepsinde, hallerinin düzgün olmasının, ancak bir yaratma ve bir hidâyet (doğru yolu gösterip, iletme) ile tamamlandığı ortaya çıkmış olur. Yaratma, o şeyi yok iken var etme ile olur. Hidâyet ise, faydalı olanları çekip, zararlı olanları iten o kuvetlerle sağlanır. Böylece Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, "(O Rab), beni yaratan ve bana hidâyet edendir" şeklindeki sözünün, hem dini, hem dünyevi bütün menfaatları içine alan, çok kapsamlı bir ifâde olduğu anlaşılır. Sonra burada şöyle bir incelik söz konusudur: Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), mazî lafzı ile (yarattı) demiş, sonra munzârî lafzı ile "Bana hidâyet ver" demiştir. Bunun sebebi şudur: insanın ve eşyanın zâtı, dünyada yenilenmez, aksine malum olan bir zamana (ecele) kadar kalır. Cenâb-ı Hakk'ın hidâyet ise, ister dünyevi menfaatler hususunda olsun, meselâ insanın duyularının faydalı şeyleri, zararlı şeylerden ayırması şeklinde olur, ister dini menfaatler hususunda olsun, mesela insanın aklının hakkı bâtıldan, hayrı serden ayırması şeklinde olur, bu her an ve her zaman tekrar eder. Binâenaleyh bu ifâde ile, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) sayesinde, yaratılışının tam olduğu diğer şeyleri, geçmişte tek bir defada yaratanın ve onu her an ve her zamanda çeşitli hidâyetleri ile, hem dini hem dünyevi menfaatlere sevkedenin Hak Subhanehû ve Teâlâ olduğunu beyan buyurmuştur. Doyurması, Gıdadan Yararlandırması İkincisi "Bana yediren ve bana içiren O'dur" ifadesidir. Bu ifâdeye, rızık menfaatlarıyla ilgili olan herşey girer. Bu böyledir. Çünkü Hak teâlâ, insan için yiyecekler yaratmış ve ona onlardan yararlanma gücü vermiştir. Binâenaleyh şehvet (arzu), kuvvet ve ayırdetme (temyiz) gibi insanda yiyecekleri yiyip, onlardan yararlanmasını sağlayacak özellikler bulunmasaydı, bu tam bir nimet olmazdı, bir işe yaramazdı. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) dolayısıyla burada yedirme ve içirmeden bahsederek, o iki şeyin dışında kalan diğer şeylere dikkat çekmiştir. Üçüncüsü: "Hastalandığımda bana şifa veren de O'dur" ifadesidir. Burada şöyle bir soru sorulabilir: "Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) niçin, "O beni havalandırandır" dememiş de, "Hastalandığımda" demiştir. Buna şöyle birkaç sakilde cevap verebiliriz: 1) Hastalıkların çoğu sebebi, insanın yemesi, içmesi ve benzeri şeylerde aşırı gitmesidir. Bundan ötürü feylesoflar, eğer ölenlerin çoğuna "ölümünüze ne sebeb oldu?" diye sorulacak olsa, buna "çok yemekten ötürü, vücûdun ağırlaşması" diye cevap verirlerdi" demişlerdir. 2) Hastalık karışan maddelerin (vücudu meydana getiren elementlerin) bir kısmının bir kısmına hâkim olmasıyla meydana gelir. Bu hâkim olma, üstün gelme ise, aralarındaki nefret (uyumsuzluk) tan meydana gelir. Sıhhat ise, ahlat (vücudu meydana getiren) maddelerin olduğu gibi kalıp, aralarındaki dengeyi sürdürmeleri ile olur. Onların bu dengeyi sürdürmeleri de, onları biraraya gelmeye zorlayan kahir (ezici) sebeb sayesinde olur. Ahlatın sıhhate dönüşmesi tabiatları itibarıyla ayrılmaya ve çekişmeye meyyal oldukları halde, onları biraraya gelmeye ve dengede bulunmaya zorlayan ezici (kahir) bir sebebten dolayı olur. İşte bundan ötürü, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) şifa, verme işini Hak teâlâ'ya izafe edip hastalığı ona nisbet etmemiştir. 3) Şifâ (sıhhat) arzu edilen, istenen birşey olup, asıl nimetlerdendir. Hastalık ise arzu edilmeyen bir şey olup, nimet değildir. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in maksadı ise, Allah'ın nimetlerini saymaktır. Hastalık nimetlerden olmadığı için Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) burada bunu Cenâb-ı Hakk'a nisbet etmemiştir. Eğer Cenâb-ı Hakk'ın canlıları öldürdüğünü söyleyerek bu izahı çürütmeye kalkarsan, buna da şöyle cevab veririz: Ölüm aslında zarar değildir. Çünkü ölümün zarar olması, onu hissetme şartına bağlıdır. Halbuki ölüm hadisesi meydana geldiğinde, artık ölen bunu hissetmez. Zarar ise, Ölümün öncülerindendir ki, bu da zaten hastalığın kendisidir. Hem sonra sen insanın ruhu ilim ve güzel ahlak sayesinde kemale erdiğinde, bu bedenlerde kalmasının zararın Kendisi olduğunu, bu bedenlerden ayrılıp, gitmesinin (kurtulmasının) ise hastalık değil, saadetin kendisi olduğunu bilirsin. Dördüncüsü: "Beni öldürecek, sonra beni diriltecek olan da O'dur" ifadesidir. Buradaki "Öldürme" ile, Cenâb-ı Hakk'ın insanı dünyada öldürmesi ve onu dünyevî âfet ve cezalardan kurtarması, "diriltme" ile de ona ahirette) mükâfaat vermesi kastedilmiştir. Beşincisi: "Din gününde hatalarımı bağışlayacağım umduğumda O'dur" ifadesidir. Bu da her insanın ilâhi azabdan kurtulma ve ilâhî mükâfaat elde etme arzusuna bir işarettir. Bil ki Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) bu cümlelerde yaratılışın başlangıcından ahiretteki ebedi hayatın sonuna kadar olan, bütün ilâhi nimetleri ifâde etmiştir. Sonra burada söe birkaç soru sorulabilir: Birinci soru: "Tama" kelimesi "ummak" manasına olduğu hâlde Hazret-i İbrahim niçin bu kelimeyi kullanmış da kesin olarak ifâde etmemiştir? Cevap: Bu söz ancak biz ehl-i sünnetin inancına göre doğru bir sözdür. Çünkü biz, "Allah'a hiçbir kimse hakkında, hiçbirşey vacib, gerekti değildir. O'ndan gelen herşey güzeldir ve hiçkimse, Allah'ın yaptıkları hususunda O'na itiraz edemez" demekte ve böyle inanmaktayız. Cübbâî buna şu iki şekilde itiraz etmiştir. 1) İbrahim (aleyhisselâm), "Din gününde hatalarımı bağışlayacağını umduğum da O'dur" ifâdesi ile kendinin bağışlanmasını değil, diğer mü'minlerin bağışlanmasını kastetmiştir. Çünkü umanlar ve bu hususta kesin olmayanlar onlardır. 2) Bu ifâde ile, "kesin inanma-güvenme" manası kastedilmiştir. Bu görüş, Hasan el-Basri'den rivayet edilmiştir." Keşşaf Sahibi de (bize) şöyle cevab vermiştir: "Cenâb-ı Hak bu ifâdeyi, ümmetine nasıl dua edileceğini öğretmek için bu şekilde getirmiştir." Bil ki bu karşı izahlar tutarsızdır: Birincisine gelince, Cenâb-ı Hak Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in önce kendisine medh-ü senada bulunduğunu, ikinci olarak da dua ettiğini anlatmıştır. Medhin başından, duanın sonuna kadar olan kısım Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in sözleridir. Binâenaleyh bunlardan sadece, "Din gününde hatalarımı bağışlayacağını umduğum da O'dur" ifâdesini başkalarına ait saymak bu sözlerin tertibini bozar. İkincisine yani bu "umma" ile "kesin inanma, güvenme" manası kastedilmiş olduğunun söylenmesine gelince, bu dilin mantığına aykırıdır. Üçüncüsüne yani bu sözden maksadın, ümmete nasıl dua edeceğini öğretme oluşu şeklindeki izah da yanlıştır. Çünkü bunun neticesi de, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in ümmete öğretme maksadıyla, kendi kendine yalan söylemiş olması neticesine varır ki bu kesinlikle olamaz. Hazret-i İbrahim'in İsmet Sıfatı İkinci soru: Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) peygamberler hatalardan münezzeh oldukları halde niçin kendisine hata nisbet etmiştir? Buna şu üç şekilde cevap verilir: 1) Bu, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, "Belki bu (kırma) işini, o büyükleri (büyük put) yapmıştır" (Enbiya, 63), "Ben hastayım" (Saffat. 89) ve hanımı Sâre hakkında, "O, benim kızkardeşimdir" şeklinde söylediği sözlerine hamledilmiştir ki, bu da tutarsızdır. Çünkü peygambere yalan söyleme işini isnâd etmek caiz değildir. 2) "O, bunu tevâzundan ve nefsini küçük gördüğü için söylemiştir." Bu izah da zayıftır. Çünkü eğer o, bu tevâzuunda sâdık ise, aynı şekilde problem yine ortaya çıkar. Yok eğer yalancı ise, bu durumda da, bu cevabın neticesi, onu günahtan tenzih edelim derken, ona günah nisbet etmeye dayanır. 3) En doğru cevaba göre, bunun evlâ olanı terketme manasına hamledilmesidir. Evla (en uygun) olanı terketme, bazan "hatâ" diye ifâde edilebilir. Çünkü bir mücevheri bulunan ve onu bir milyona satabilecekken, bir dinara satan kimse hakkında, "hata etmiştir" denilebilir. Peygamberler için evla olanı terketme ise caizdir. Mağfiretin Ahirete Bırakılması Üçüncü soru: Hataların dünyada iken bağışlanması da mümkün olduğu halde, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) hatalarının niçin din gününde bağışlanmasını istemiştir? Cevap: Çünkü bağışlanmanın esas neticesi ve eseri din gününde görülecektir. Bu, dünyada kapalıdır, bilinmez. Hazret-i İbrahim'in Şahsını Zikretmesinin Hikmeti Dördüncü soru: Bu ifâdede “(Benim için)” ifâdesinin getirilmesinin faydası nedir? Buna şu birkaç şekilde cevap veririz: a) Baba, çocuğunu; efendi kölesini ve koca da karısını affettiğinde, bu genelde ükafat elde etmek, cezalandırılmaktan sakınmak, yahut iyi bir isimle anılmayı istemek, yahut da hem cinsine karşı duyduğu şefkatten meydana gelen acıyı dindirmek için olur. Durum böyle olunca da, bu affın gayesi bağışlananı gözetmekten ziyâde insanın, ya uygun olanı elde etme veya uygun olmayanı savuşturması şeklinde, kendini gözetmesi olmuş olur. Ama Hak teâlâ, zâtı gereği kâmildir, eksiksizdir. Binâenaleyh O'nun için, olmayan bir takım şeylerin sonradan meydana gelmesi, yahut bir noksanlığı olup da, bunun O'ndan gitmesi imkansızdır. Durum böyle olunca, O'nun affı, ancak affedileni gözetmeden ötürü olmuş olur. O halde Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, bu ifâdesi, “O Rab, beni bağışladığında, bu bağışlayışı ve affı, asla kendisine yönelik bir faydadan ötürü değil, benden ötürü ve benim için olan bir zattır” demektir. b) Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) sanki şöyle demek istemiştir: “Sen beni, benim hatırım için yaratmadın. Çünkü beni yaratırken, ben yoktum. Binâenaleyh ondan önce mevcûd olmadığıma göre, benim sayemde bir şey elde etmek mümkün değildi. Fakat Sen, yine de beni yarattın. Eğer beni affedersen, bu af benim için olmuş olur. Binâenaleyh beni, yaratmana muhtaçken önce beni yarattığına göre, affedilip bağışlanmaya en fazla muhtaç olduğum bir durumda beni bağışlayıp affetmen haydi haydi umulur” demektir. c) Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), mârifetullah denizine alabildiğine dalmış olduğu için, vasıtalara-sebeplere iltifat etmekten, o nisbette nefret etmiş, kaçınmıştır. İşte bundan ötürü, Cebrail (aleyhisselâm) ona (ateşe atılırken), “ihtiyacın var mı?” diye sorduğunda, o “Sana ise hayır”, cevabını vermiştir. İşte burada da, “Din gününde hatalarımı bağışlayacağını umduğum da O'dur” demiştir ki bu, “sırf Sana kulluğum ve sadece Sana muhtaç oluşumdan dolayı, hatalarımı bir şefaatçinin aracılığı ile değil, kendin bağışla” demektir. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in Duasının Devamı 83Âyetin tefsiri için bak:89 84Âyetin tefsiri için bak:89 85Âyetin tefsiri için bak:89 86Âyetin tefsiri için bak:89 87Âyetin tefsiri için bak:89 88Âyetin tefsiri için bak:89 89"Rabbim bana hüküm ihsan et ve beni sâlihlere kat. (Benden) sonrakiler içinde, benim için bir "lisan-ı sıdk" ver. Beni, natm cennetinin varislerinden kıl. Baba mı da bağışla. Çünkü o dalâlete düşenlerdendir, insanların kabirden kaldırıldıktan gün, beni rezil rüsvay etme. O günde ki ne mal fayda eder, ne de evlat, ancak Allah'a selim bir kalble gelmesi fayda eder". Bil ki Allahü teâlâ, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in kendisini övdüğünü zikredince, kendisine duâ ve niyazda bulunduğu haber verilmiştir. Bu, duadan önce hamd-ü sena yapılmasının önemini göstermektedir. Bu husustaki sözün özü şudur: İnsanların ruhları, melekler cinsindendir. Binâenaleyh marifetullah, muhabbetullah ve ruhani aleme gitmeyle meşgul oluşlar ne kadar fazla olursa, onların melekler haline gelmeleri o nisbette tam ve mükemmel olur. Böylece de bu alemin madde ve eşyası üzerinde alabildiğine tasarruf güç ve kuvveti kazanırlar. Onların dünya aleminin lezzetleriyle meşgul olmaları ve bu maddî âlemin karanlıklarına gömülüp gitmeleri ne kadar fazla olursa, behimi (hayvan) kılığına girmeleri de o nisbette kuvvetli olur. Binâenaleyh o ruhlar, böylece alabildiğine aciz, güçsüz ve maddi alem üzerinde son derece tesirsiz olurlar. Dolayısıyla duâ ile meşgul olmak isteyenin, önce Allah'ı medh-ü sena etmesi (Övmesi) ve O'nun azamet ve kibriyasını hatırlaması gerekir. Çünkü böyle yapmakla, marifetullah ve muhabbetullah'a dalmış olur ve meleklerin derecesine yükselmeye yaklaşmış olur. İşte bu sayede, o ruhlar için ilâhî ve semavî kuvvetler hâsıl olur ve bu iş, insanın yapacağı duâ ile elde etmek istediği şeyin olmasına bir başlangıç teşkil eder. İşte bu duanın mahiyetini anlatmaktadır. Böylece, duadan önce, Cenâb-ı Hakk'ı medh-ü sena etmenin gevekli olduğu ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Allahü teâlâ'dan naklettiği "Beni zikri, benden birşey istemesine engel olan kimseye isteyenlere verdiğinin daha iyisini veririm" Tirmizi, Sevabu'l-Kur'ân. 25 (5/184).hadis-i kutsîsinin gerçek manası anlaşılır. İmdi eğer birisi, "Hele de ondan, "O'nun benim durumumu bitmesi benim O'ndan istememe ihtiyaç bırakmaz" dediği rivayet edilmiş iken, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), niçin sadece Cenâb-ı Hakk'ı Medh-ü sena ile yetinmemiştir" derse, şöyle cevab verilir: Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) bunu insanları hakka davet ederken söylemiştir. Baksana O, "işte onları (putlar) muhakkak ki benim düşmanlarımdır" (şuara. 77) demiş ve sonra Cenâb-ı Hakk'ı medh-ü sena etmiş, daha sonra duâ ve niyazda bulunmuştur. Çünkü kanun koyucunun (şâri'in) mutlaka öncelikle şeriatı öğretmesi gerekir. Ama Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) yalnız olup, maksadı şeriatı öğretmek olmadığında, "O'nun benim durumumu bilmesi benim O'ndan istememe ihtiyaç bırakmaz" sözü ile yetinebilir. İbrahim (aleyhisselâm)'in Dilekleri İkinci bahis: Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in duasında istediği şeylerle ilgilidir. Bunlar birtakım isteklerdir: Birinci İstek, "Rabbim bana hüküm ihsan et ve beni salihlere kat" ifadesidir. Andolsun ki Allahü teâlâ, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in bu duasına icabet etmiştir. Çünkü onun hakkında, "Hiç şüphesiz ki o (ibrahim) Âhirette de salihlerdendir" (Bakara, 130) buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili olarak, şu hususlar vardır: 1) Ayetteki "hükm"ü, "peygamberlik" diye tefsir etmek caiz değildir. Çünkü Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'de bu duadan önce de bu vasıf vardı. Binâenaleyh o, bununla nübüvveti istemiş olsa, bu nübüvvet (peygamberlik) ya önceki (mevcud) nübüvvetinin aynısı olacak, yahut gaynsı olacak. Aynısı olması imkansızdır, çünkü tahsil-i hasıl (zaten olanı var etmek) imkansızdır. İkinci ihtimalde imkansızdır. Çünkü aynı şahsın, iki kere peygamber olması imkansızdır. Aksine ayetteki "hüküm"den maksad nazarî kuvvetin (tefekkür gücünün) mükemmel olmasıdır. Bu mükemmellik de hakkı idrâk etmekle olur. Hazret-i İbrahim'in, "Beni salihlere kat" ifadesiyle kastedilen ise, ameli kudretin mükemmel olmasıdır. Bu ise, hayrı yapmakla olur. Çünkü insanın mükemmel olman, zatı gereği hakkı, kendisiyle amel etmek için de hayrı tanımadır. Hazret-i ibrettim (aleyhisselâm), "Rabbim bana hüküm ihsan et" ifadesini, "ve beni salihhre kat" sözünden önce söylemiştir. Çünkü, nazari kuvvet, hem kıymet hem de zâtı İtibariyle amelî kuvvetten önce gelir. Bir de Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in hayrı bilmese bile, Hakk'ı bilip tanıması mümkündür. Bunun aksi ise, imkân dahilinde değildir. Bir de ilim, rükün, amel ise bedenin vasfıdır. Ruh bedenden daha kıymetli olunca, ilimde amelden daha üstün olmuş olur. Biz, "hükmü" eşyayı tanıma diye tefsir ettik. Zira insan, eşyanın hakikatini ancak zihninde mahiyetlerin şekillerini hazır hale getirip, canlandırıp sonra da onların bir kısmını bir kısmına olumlu veya olumsuz olarak nisbet ettiğinde bilebilir. Ki işte hüküm denilen şey bu nisbet işidir. Daha sonra bu zihnî nisbet vakıaya, görünür alemdekine uyarsa bu zihnî nisbetin değişmesi imkansız olur, böylece de sapasağlam, çok muhkem olmuş olur. İşte bu gibi algılama ve idrakler, hikmet ve hüküm adım alırlar. Bu da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "(Ey Rabbimiz) eşyanın mahiyetini bize olduğu gibi göster" hadisinden kastedilen husustur. "Salâh"a gelince bu aklî kuvvetin ifrat ve tefrit rezaletlerinin arasında orta bir yerde bulunmaktır. Bu böyledir, zira iki taraftan birinde ifrata düşmek, diğerinde tefrit demektir, aksi de böyledir. O halde "salâh" ancak itidal ve denge ile sağlanır. Hakiki itidal, bölünmeyi kesinlikle kabul etmeyen bir bütün olup, bu alemdeki beşeri fikirler de, bu gibi şeyleri algılamaktan aciz olunca beşer, haliyle az veya çok bu noktadan hep sapagelmiştir. Ancak ne var ki, mukarreblerin bu noktadan sapmaları, hissedilmeyecek derecede azdır. Halbuki, âsîlerin bu noktadan sapması ise, cidden son derece fazladır. İşte yaptığımız bu açıklamadan, "Ebrârın, iyilerin hasenatı, mukarrebînin seyyieleri, hatalarıdır" şeklinde söylenen sözün gerçek ve hakikati ortaya çıkmıştır, ve yine Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) "ve beni salihlere kat" deme ihtiyacını duymuştur. 2) Ayette geçen (hüküm) ifadesiyle ilmin kastedildiği sabit olunca, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, Allah'dan kendisini ve sıfatlarını tanıma ilmini istediği sabit olmuş olur ki, bu da kulun kalbindeki mârifetullâhın ancak Allah'ın yaratmasıyla meydana geldiğine delâlet eder. Hazret-i İbrahim'in, "ve beni salihlere kat" sözü, kulun salih olmasının ancak Allah'ın yaratmasıyla olacağına delâlet eder. Ayetin bu ifadelerini, "lütuf fiilleri" anlamına almak, gerçekten uzak olan birşeydir. Çünkü, muarızımıza göre, kudreti dahilinde olan bütün lütuf fiillerini, Allah zaten yapmaktadır. Binâenaleyh şayet biz Hazret-i İbrahim'in buradaki duasını lütuf fiilleri anlamına alırsak, bu "hasıl-ı tahsil" talep etmek olur ki, bu yanlış bir şeydir. 3) Hazret-i İbrahim'in duasında talep edilen hüküm onun ya Allah'ı, ya da başkasını bilip, tanımak istemesidir. İkincisi bâtıldır, çünkü insanın bir şeyi bilip tanımaya hazır bir durumda iken, başka bir şeyi bilip tanımaya hazır hale geçmesi mümkün değildir. Binâenaleyh şayet bu dua ile talep edilen şey, Allah'dan başkasını bilip tanıma arzusu olsaydı, Allah'tan başkasını bilip tanıma da Allah'ı bilip tanımaya, O'nun bilgisinde boğulmaya mani olunca, bu talep onun Allah'ın ilmine dalıp batmasına mani olacak bir şeyi istemek olur ki, bu caiz değildir. Çünkü, mârifetullâha dalıp batmanın üstünde, başka bir mükemmelik olamaz. O halde bu dua ile istenen şey, Allah'ı bilip tanıma olmuş olur. Sonra bu ilim ya imanın sıhhati şart olan Allah'ı bilip tanıma olur, ya da başkası. Birincisi olamaz, çünkü bu bütün mü'minler için bulunması gereken bir şey olduğuna göre, Hazret-i İbrahim de nasıl bulunmaz. Bu, Hazret-i İbrahim'de de mevcut olduğuna göre, onun bu ilmi elde etmeyi talep etmesi imkansız olur. O halde, bu dua ile istenen şeyin mârifetullâh hususunda, O'nun varlığını, bir mekânda olmadığını, bir yere hulul etmediğini ve O'nun alîm, kadir ve hayy bir zât olduğunu bilme derecesinden çok çok ilerde olan bir derece olduğu sabit olmuş olur. Bu ise ancak celâl sıfatlarına, yahut zâtının hakikatine vakıf olmak veyahutta mârifetullâh nurunun, o kimsenin kalbinde zuhur etmesidir. Ayrıca burada sözlerin ifade edemeyeceği, hayâllerin beyan edemeyeceği bir takım haller söz konusudur. O hallere ulaşmak steyen, eseri dinleyenlerden değil, bizzat kaynağa ulaşanlardan olsun. İkinci istek: Hazret-i İbrahim "(Benden) sonrakiler içinde, benim için bir "lisân-i sıdk" ver" şeklindeki sözünün ifade ettiği husustur. Bununla ilgili şu üç yorum yapılmıştır: Birinci yorum: Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), işe, insan için hem dünyada hem de ahirette yararlı olan zatî mükemmelliği istemekle başlamıştır ki, bu ilim demek olan "hükm"ü istemesidir. Bundan sonra, dünyevi mükemmellikleri, bunun akabinde de uhrevî mükemmellikleri talep etmiştir. Dünyevi mü kem melikleri ne gelince, bunların bir kısmı içsel, bir kısmı ise dışa aittir. Dahilî (içsel) olanlar, kişinin hem zahirî, hem de bâtınî yaratılışıdır. Zahirî yaratılış, alabildiğine maddi, bâtınî yaratılış da alabildiğine ruhanîdir. Binâenaleyh bu demektir ki Hazret-i İbrahim maddi olan hâli yani zahirî yaratılışı bırakmış ruhani, manevi yani bâtınî yaratılışı istemiştir ki, bu Hazret-i İbrahim'in "ve beni salihlere kat" sözünden kastedilen husustur. Hârici olanlar ise mal ve makamdır. Mal, alabildiğine maddidir, makam ise alabildiğine manevidir. Binâenaleyh bu demektir ki Hazret-i İbrahim mal demek olan maddi hususu bırakmış, makam ve ebediyyen kalıcı olan zikr-i tahûli, güzel yâdı iyi bir nâmı istemek olan, manevi tarafı talep etmiştir ki bu da, Hazret-i İbrahim'in, "(Benden) sonrakiler içinde, benim için bir "lisân-ı sıdk" ver" sözünden kastedilen husustur. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Hiç şüphesiz ki Allah, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e, "Sonra gelenler arasında ona (iyi bir nam) bıraktık" (Saffat, 108) ifadesiyle, bunu vermiştir. İmdi şayet, "Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in övülmeyi istemesinin maksadı nedir?" denilirse, buna şu iki açıdan cevap verebiliriz: a) Bu, hikmet lisanıyla şudur: Biz, beşeri ruhların bir nebze müessir olduğunu, ancak ne var ki bunların bir kısmının zayıf olduklarını, böylece de müessir olamadıklarını ama bu ruhlardan bir grup bir araya gelince, bunların toplamının çoğu Kez, herbirinin teker teker yapamadıkları şeylere muktedir olduklarını beyân etmiştik. Böyle bir hususiyet, maddeten müessir olan şeylerde de müşahede edilmektedir. Bunun böyle olduğu sabft olunca şimdi biz diyoruz ki: Tek bir insan, büyük bir cemaatın kendisini övüp tazim ettiği bir makamda bulunursa, onlar bir araya geldiğinde, çoğu kez onların himmetlerinin buna yönelmesi, o kimsenin mükemmelliğinin iyice artmasına sebep olur. b) Bunun kemâl lisanına göre izahı da şudur: Kendinde bulunan faziletler sebebiyle, insanlar arasında makbul bir kimsenin bu övülmesi ve şöhreti bakşalarım da bu tür faziletleri kazanıp elde etmeye sevkeder. İkinci yorum: Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) Rabbinden, kendi zürriyetinden olmak üzere ahir zamanda, Allah'a davet edecek olan birini yaratmasını talep etmiştir ki, işte bu Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. O halde Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, "(Benden) sonrakiler içinde benim için bir "Lisân-ı sıdk" ver" ifadesiyle kastedilen, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olarak gönderilmesidir. Hazret-i İbrahim'in Semavî Dinlerdeki Makamı Üçüncü yorum: Bazı kimseler de, "Bununla, yeryüzündeki (semavi) din mensuplarının, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'i sevme hususunda birleşmeleri kastedilmiştir" demişlerdir. Çünkü Allahü teâlâ, ona bunu vermiştir, zira sen bütün (semavi) din mensuplarının Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'i dost edindiklerini görmektesin. Bazıları bu izahı, "kâfirin medhine itibar edilmez" diyerek tenkit etmişlerdir. Ama buna da şu şekilde cevap verilebilir: Bundan maksat kâfirin kâfir olduğu için medhetmesi değil, tam aksine Hazret-i ibrahim (aleyhisselâm)'in her insanın medhettiği ve kalblerin kendisini sevdiği bir kimse olduğudur. Üçüncü İstek: Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in "Beni, na'tm cennetinin varislerinden kıl" şeklindeki sözüyle ifade edilen istektir. Bil ki Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), dünyevi mutlulukları isteyince, bundan sonra ahiret mutluluğunu da istemiştir ki, bu da "naîm cennetl"dir. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) naîm cennetini, varis olunacak şeye benzetmiştir; zira miras dünyada elde edilen bir nasiptir. Dolayısıyla, ahiret ganimetini de, dünya ganimetine benzetmiştir. Dördüncü İstek: Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in "Babamı da bağışla. Çünkü o, delalete düşenlerdendir" şeklindeki sözünün ifade ettiği husustur. Bil ki Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) kendisi için dünyevî ve uhrevî mutlulukları istemeyi bitirince, bunu kendisiyle alabildiğince alakası bulunan birisi için de istemiştir ki bu da babasıdır. İşte bundan dolayı Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), "Babamı da bağışla" demiştir. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in bu sözüyle ilgili olarak da şu üç izah yapılabilir: a) Mağfiret müslüman olma şartına bağlıdır. Neticeyi (meşrûdu) istemek şartı istemeyi de beraberinde getirir. O halde, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, "Babamı da bağışla" şeklindeki sözünün neticesi, onun babasının müslüman olması için dua etmiş olduğuna dayanır. b) Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in babası ona, müslüman olacağını va'detmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "ibrahim'in babasına olan istiğfarı, ancak ona ettiği bir va'dden dolayı idi" (Tevbe, 114) buyurmuştur. İşte Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) de babasına bu şarta bağlı olarak dua etmiştir. Kâfire bu şarta bağlı olarak duâ etmek, imkansız değildir. Ama, "Onun, Allah'ın bir düşmanı olduğu kendisincede besbelli olunca, o, ondan uzaklaştı" (Tevbe, 114) Bu izah tutarsızdır, çünkü bu şartla kâfire duâ etmek caizdir. Binâenaleyh şayet Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in babasına duâ etmesi bu şarta bağlı olmuş olsaydı, Cenâb-ı Hak Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'i bundan menetmezdi. c) Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in babası oğluna kendisinin içten Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in dininde zahiren ise, takiyye ve endişeden dolayı Nemrud'un dininde olduğunu söylemiştir. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) de babasına durumun böyle olduğuna inandığı için duâ etmiştir. Ama Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) tarafından, durumun tersine olduğu anlaşılınca, ondan uzaklaşmıştır. İşte bundan dolayı da duasında, "Çünkü o dalâlete düşenlerdendir" demiştir. Binâenaleyh, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) babasının o anda dalâlette olmadığına nanmamış olsaydı, bunu söylemezdi. Beşinci İstek: Hazret-i İbralim (aleyhisselâm), "İnsanların kabirden kaldırıldıkları gün, beni rüsvay etme" şeklindeki sözünün ifade ettiği husustur. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Buradaki ihzâ masdarı, ya aşağılık ve bayağılık demek olan hizy kökündendir, yahut da utanmak demek olan hazâye kökünden. Burada şöyle birkaç bahis bulunmaktadır. Birinci bahis: Hazret-i ibrahim (aleyhisselâm)'in, "Beni rüsvay etme" şeklindeki sözü, onun "Ceza gününde kusurlarımı bağışlayacağını umduğum da O'dur" (Şuara, 82) şeklindeki sözünde de beyan ettiğimiz gibi, Allah'a hiçbir şeyin zorunlu ve vacib olmadığına delâlet eder. İkinci bahis: Birisi şöyle diyebilir: "Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) Önce, "Beni, natm cennetinin varislerinden kıl" deyip, cennet de, her ne zaman mevcut olduğunda, rezil rüsvay olma bulunmayacağına göre daha nasıl bundan sonra, "beni rezil rüsvay etme" demiştir. Bir de Cenâb-ı Hak, "Bu gün, gerçekten rüsvayhk, zillet ve azab kâfirlerin üstünedir" (Nahl, 27) buyurmuştur. Binâenaleyh rezil rüsvaylık sadece kâfirlerin bir mssesi olduğuna göre, masum bir peygamber, bundan daha nasıl korkup endişe edebilir?" Cevap: Ebrârın hasenatının, mukarrabinin seyyiâtı olması gibi, aynı şekilde ebrârın dereceleri de, mukarrabinin derekeleri mesabesindedir. Herkesin hor ve hakirliği kendi derecesine göredir. Üçüncü bahis: Keşşaf sahibi şöyle der: (......) kelimesindeki vav zamirinin mercii, ya malum oldukları için "kullar"dır, yahut da "sapıtanlar"dır. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in “Allah'a selim bir kalble gelenler müstesna” şeklindeki sözüne gelince, bil ki Allahü teâlâ ona bu vasfı ve niteliği vermiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, “Şüphesiz, İbrahim de onun fırkasındandı. Çünkü o, Rabbine tertemiz bir kalb ile gelmiştir” (Saffat, 83-84) buyurmuştur. Sonra buradaki istisna hakkında da şu izahlar yapılmıştır: a) Sana “Zeyd'in malı ve oğulları var mıdır?” denildiğinde sen, “onun malının ve çocuklarının bulunmadığını ama bunun yerine selim bir kalbinin bulunduğunu kastederek, “Onun malı ve oğulları kalbinin selîm oluşudur" dersin. İşte ayette de böyledir. b) Biz, bu sözü manaya hamleder, ayette bahsedilen mal ve oğulları ifadesini zengin olma anlamına alırız. Buna göre sanki, “O günde ancak, Allah'a selîm bir kalb ile gelenin zenginliğinden başka hiçbir zenginlik fayda vermez” denilmiştir. Çünkü kişinin dini konusundaki zenginliği, dünyası hususundaki zenginliğinin malı ve çocukları ile olması gibi, kalbinin selîm oluşu iledir. c) Biz, ayetteki men edatını yenfau fiilinin, mefûlü yaparız. Buna göre mana, “Mal ve evlât ancak malının yanı sıra kalbi de selîm olan kimseye fayda verir. Çünkü o, malını Allah'a taat yolunda infâk etmiştir. Oğullarını dine irşâd ettiği için, evlatlarıyla birlikte kalbi de selîm olan kimseye fayda vermiştir” şeklinde olur ki, bu izaha göre, yine ayetin manası, “Bunlar ancak, Allah'a mal ve oğullar imtihanından selîm ve kurtulmuş olan bir kalb ile gelene fayda verir” şeklinde olur. Ayetteki “selîm” ile ilgili şu üç izah yapılmıştır: 1) En doğru izaha göre, bununla kalbin cehaletten ve kötü huylardan uzak (selim) oluşu kastedilmiştir. Bu böyledir. Çünkü bedenin sıhhat ve selâmet), uygun olan mizaç, terkib ve birleşmeden ibaret olunca, onun hastalığı da bu üç şeyin birisinin bozulması demektir. Aynen bunun gibi, kalbin sıhhat ve selâmeti de, uygun olan şeylerin mevcud olması demektir ki, bu uygun şeylerde ilim ve güzel huydur. Kalbin hastalanması ise, bu iki şeyden birisinin bulunmaması demektir. O halde Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in “Allah'a kalb-i selîm ile gelenler müstesna”- ifadesi, “O kalbin, bozuk inançlardan, dünyevî şehvet ve lezzetlere meyletmekten uzak ve beri olması” demektir. İmdi eğer, “bu ayetin zahiri, kalb-i selîm sahibi kimsenin, kurtuluşa ermesi gerektiğine, bu hususta dilin ve elin salim olmasına ihtiyaç kalmadığına delâlet eder” denilirse, buna şu şekilde cevab verilebilir: İnsana esas tesir eden kalbidir. Dili ve uzuvları ise, kalbine tabidir. Binâenaleyh kişinin kalbi selîm (iyi) olursa, bunlar da selîm olurlar. Eğer kişinin eli ve dili selîm değilse, bundan kalbinin de selîm olmadığı anlaşılır. 2) Selîm, Allah korkusundan ötürü insanları tenkid edendir. 3) Selîm, selâmete eren, İslam olan, müsâlemet eden (sulh seven) ve teslimiyet gösteren demektir. Allah en iyi bilendir. 90Âyetin tefsiri için bak:104 91Âyetin tefsiri için bak:104 92Âyetin tefsiri için bak:104 93Âyetin tefsiri için bak:104 94Âyetin tefsiri için bak:104 95Âyetin tefsiri için bak:104 96Âyetin tefsiri için bak:104 97Âyetin tefsiri için bak:104 98Âyetin tefsiri için bak:104 99Âyetin tefsiri için bak:104 100Âyetin tefsiri için bak:104 101Âyetin tefsiri için bak:104 102Âyetin tefsiri için bak:104 103Âyetin tefsiri için bak:104 104Cennet müttakilere yaklaştırılmıştır (O gün). Cehennem de azgınlara açılıp gösterilmiştir ve onlara, "Allah'ı bırakıp da taptıklarınız nerede? Size yardım eziyorlar mı, yahut kendilerine yardımları dokunuyor mu?" denilmiştir. Artık onlar da, o azgınlar da İblis'in orduları da toptan, yüz üstü o (cehennem) içerisine atılmışlardır. Orada biribirleriyle çekişerek şöyle dediler: '"Allah'a yemin olsun ki, gerçekten biz apaçık bir sapıklık içinde idik. Çünkü sizi alemlerin Rabbi ile bir seviyede tutuyorduk. Bizi o mücrimlerden başkası saptırmadı. Artık bizim için ne şefaatçiler, ne de candan bir dost yok. Keşke Atom için bir geri dönüş olsaydı da, biz de mü'minlerden olsaydık" Şüphesiz ki bunda mutlak bir ibret vardır. Fakat onların çoğu iman edici değillerdir. Senin Rabbin muhakkak ki, azizdir rahîmdir". Bil ki Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) o âhiret gününü anlatmak için, şu üç şeyi zikretmiştir: a) "Cennet, müttakilere yaklaştırılmıştır (O gün). " Cehennem de azgınlara açılıp gösterilmiştir" ifadesi. Bu, "Cennet, bazan Sa'id (mutlu) kimselerin durdukları yere yaklaşır. Onlar oraya bakarlar ve oraya götürülüp toplanacakları için sevinirler. Cehennem de şaki (bedbaht) kimselere, gösterilir. Onlar da neticede oraya sürülecekleri için üzülürler. Cenâb-ı Hak, cennetlikleri anlatırken, "Cennet, uzak olmaksızın müttakilere yaklaştırılır" (Kaf. 31) ve cehennemlikleri anlatırken de, "Onlar onu yakın görünce, kâfirlerin yüzleri kötü bir hale getirilir" (Mülk, 27) buyurmuştur. Allahü teâlâ bunu, mü'minler için peşin bir sevinç, kâfirler için büyük bir gam olsun diye böyle yapmıştır. b) "Onlara, "Allah'ı bırakıp da taptıklarınız nerede? Size yardım ediyorlar mı, yahut kendilerine yardımları dokunuyor mu?" denilmiştir. Artık onlar da, azgınlar da, İblisin orduları da toptan, yüz üstü o (cehennem) içerisine atılmışlardır" ifadesi. Bu "Nerede ilahlarınız? Onlar size, yardım etmek suretiyle faydalı olamayacaklar mı? Yahut intikamlarını alarak, kendi kendilerine de fayda veremeyecekler mi?" demektir. Çünkü hem o putperestler, hem de putlar, cehennemin yakıtıdırlar. Bu da, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, "(Onlar) toptan yüzüstü o (cehennem) içerisine atılmışlardır" ifadesinden anlaşılmaktadır, yani "o putlara ve onlara tapanlara cehennem gösterilecek" demektir.kelimesi tekrar tekrar yüz üstü atılmayı, yuvarlanmayı ifade eder. Lafızdaki (hece) tekrarı manadaki tekrara bir delil kılınmıştır. Buna göre sanki, "Cehennemlikler, oraya atıldıklarında, cehennemin dibine ulaşıncaya kadar, bir yumak gibi yuvarlana yuvarlana giderler." İblisin orduları "ifadesi de, iblise tâbi olan âsi insan ve cinler demektir. Müşriklerle Putların Yüzleştirilmesi c) "Orada biribirleriyle çekişerek şöyle dediler: Allah a yemin olsun ki gerçekten biz apaçık bir sapıklık içinde idik. Çünkü sizi, alemlerin Rabbi ile bir seviyede tutuyorduk" ifadesi. Bil ki bu ifadenin zahirine göre, tapanlar tapılanlara düşman-hasım olmuş ve onlarla bu şekilde hitab edip çekişmişlerdir. Binâenaleyh putların durumu şu iki şekilden biri üzre olacak: a) Ya Allahü teâlâ âhirette putları cehennemliklerin azab olunduğu (bunun için yakılan) cansızlar olarak yaratır. Böyle olması halinde, onlara hitabetmek doğru olmaz. Bu durumda putperestlerin, "Çünkü sizi, alemlerin Rabbi ile bir seviyede tutuyorduk" şeklindeki sözlerini, putlara bir hitab olarak almamak gerekir. b) Yahut da, Allahü teâlâ'nın o putlara, cehennemde hayat vereceği söylenebilir. Fakat bu da mümkün değildir. Çünkü onların, başkalarının kendilerine tapmasında bir kusurları yok. Binâenaleyh doğruya en yakın olan şöyle denilmesidir: "Onlar bu sûzü, putların şekillerini, kendilerini gördükleri zaman, ya büyük hatalarını itiraf arzında, yahut da hitab olsun diye değil, pişmanlıklarını göstermek için, bu şekilde söylemişlerdir. Bunun gerçekte bir hitab olduğu neticesine bizi götüren şey ise, onların 'Sizi, o mücrimlerden başkası saptırmadı" şeklindeki sözleridir. Onlar, bu sözle, kendilerini putlara tapmaya sevkeden, cinleri ve insanları kastetmişlerdir. Bu da tıpkı onların, "Ey Rabbimiz biz, liderlerimize ve büyüklerimize uyduk. Onlar da bizi yoldan saptırdılar" (Ahzab, 67) şeklindeki sözleri gibidir. Onların, "Artık bizim için ne şefaatçiler, yani mü'minler için gördüğümüz gibi, eleklerden ve peygamberlerden şefaatçilerimiz, "ne de candan bir dost", yani mü'minler için gördüğümüz gibi dostlar yok." Çünkü Âhirette birbirine dostluk gösterecek olan, sadece mü'minlerdir. Ehli cehennem arasında ise, karşılıklı bir düşmanlık ve kin olacaktır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Müttakiler müstesna, bugün dostlar birbirinin düşmanıdır" (Zuhruf, 67) buyurmuştur. Yahut bu ifâdelerin manası, "Bizim, dünyada iken kendilerini şefaatçi ve dost sandığımız kimselerden, burada ne bir şefaatçi, ne candan bir dost var" şeklindedir. Çünkü ehl-i cehennem putlarının Allah yanında kendileri için şefaatçi olacağına inanıyorlardı. Yine onların, insan şeytanlarından dostları vardı. Yahut onlar, bir tehlikeye düştüklerinde, dostlarının ve şefaatçilerinin kendilerine fayda veremediklerini ve hiçbir zararı gideremediklerini anladılar ve "ne şefaatçiler, candan bir dost yok!" şeklindeki sözleriyle, onlar için bunların bir faydası olmadığını anlatmak istemişlerdir. Çünkü faydalı olmayan, yok hükmündedir. Hamîm" ihtimam kökünden olup, "ihtimam demektir. İhtimam "Onun ilgilendiren şeyin, seni de ilgilendirmesi" demektir. Yahut bu, özel hâlis-muhlis dost Demek olan (hâmme) kelimesinden müştaktır. Örfte şefaatçiler çok, dostlar ise pek az olduğu için, bu kâfirler sözlerinde şefaatçileri çoğul, dostu tekil olarak getirmişlerdir. Çünkü bir zalimin, baskısı ile imtihan olunan kimse, bazan kendisine şefaatçi olsunlar ve acısınlar diye, beldesinden büyük bir kalabalığı ayağa kaldırabilir. Arzuna uygun dost demek olan "sadîk" ise, "kartal yumurtasından" daha kıymetli ve nadirdir. Bunların, "sadîk" (dost) kelimesi ile, bir gurubu kastetmiş olmaları da mümkündür. Daha sonra Cenâb-ı Hak onların, "Keşke bizim için bir geri dönüş olsaydı da biz de mü'minlerden olsaydık" dediklerini ve dünyaya tekrar dönmeyi temenni ettiklerini nakletmiştir. Bu gibi yerlerde lev (eğer) kelimesi, temenni manasını ifâde eder. Buna göre sanki, "Keşke bize bir dönüş daha olsaydı" denilmek istenmiştir. Bu böyledir, çünkü lev ile leyte arasında, mana bakımından bir ilgi vardır. Buradaki lev kelimesinin asıl manasında alınıp, cevabının mahzuf olduğunun aöytonmesi de mümkündür. Buna göre cevab, "Eğer dönüş olsaydı, şöyle şöyle yapardık" şeklindedir. Cübbâî şöyle demiştir: "Onların, "mü'minlerden olsaydık" şeklindeki sözleri, iman ettiklerini gösteren bir cümfe değil, böyle bir azim taşıdıklarını gösteren bir cümledir. Çünkü eğer bu, onların iman ettiklerini haber veren bir cümle olsaydı, bunun doğru olması gerekirdi. Çünkü âhirettekilerden yalan sâdır olmaz. Halbuki Allahü teâlâ, "Eğer onlar geri (dünyaya) gönderilselerdi, yine o nehyolunduklan şeye dönerlerdi" (En'am, 28) buyurmuştur. Cübbâînin bu görüşünün yanlış olduğunun izahı, En'am sûresinin tefsirinde geçmişti. Daha sonra Cenâb-ı Allah, istidlal etmek isteyenler, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) hadisesinde bir ayet (ibret) bulunduğunu beyan buyurmuş bunun akabinden de, "(Fakat) onların çoğu iman edici değillerdir" buyurmuştur. Çoğu müfessirler, bu ifâdeyi Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in kavmi ile ilgili kabul etmişlerdir. Sonra Allahü teâlâ, bütün bu delillere rağmen, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in kavminin çoğunun ona iman etmediklerini beyan buyurmuştur ki, bu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kavminin kendisini yalanlamalarından dolayı duyduğu üzüntü için bir teselli olur. Hak teâlâ'nın "Senin Rabbin muhakkak ki azizdir, rahimdir" ifadesi, "O, hemen intikam almaya kadirdir. Fakat iman etsinler diye, onlara zaman tanıyarak rahmetini göstermektedir" demektir. 3- Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) Kıssası 105Âyetin tefsiri için bak:122 106Âyetin tefsiri için bak:122 107Âyetin tefsiri için bak:122 108Âyetin tefsiri için bak:122 109Âyetin tefsiri için bak:122 110Âyetin tefsiri için bak:122 111Âyetin tefsiri için bak:122 112Âyetin tefsiri için bak:122 113Âyetin tefsiri için bak:122 114Âyetin tefsiri için bak:122 115Âyetin tefsiri için bak:122 116Âyetin tefsiri için bak:122 117Âyetin tefsiri için bak:122 118Âyetin tefsiri için bak:122 119Âyetin tefsiri için bak:122 120Âyetin tefsiri için bak:122 121Âyetin tefsiri için bak:122 122"Nûh kavmi gönderilen (peygamberleri) yalanladı. Hani kardeşleri Nûh onlara demişti ki: "îttikâ etmez misiniz? Şüphesiz ben, size gönderilmiş emin bir peygamberim. Artık Allah'tan ittikâ edin ve bana itaat edin. Ben buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim, âlemlerin Rabbinden başkasına âit değildir. O halde Allah'dan korkun ve bana itaat edin." Dediler ki: "Arkana hep bayağı kimseler düşmüşken biz sana iman eder miyiz?" (Nûh), "benim, onların neler yapmakta oldukları hususunda bilgim yok" dedi. "Onların hesabı, Rabbimden başkasına aid değildir, eğer ince düşünürseniz ve ben o mü'minleri (sizin hatırınız için) kovacak da değilim. "Ben apaçık bir uyarıcıdan başka birşey değilim." Dediler ki: "Ey Nûh, sen vaz geçmezsen, muhakkak ki taşlananlardan olacaksın." (Nûh) dedi ki: "Rabbim, kavmim beni yalanladı. Binâenaleyh benimle onların arasındaki hükmü sen ver, beni ve beraberimdeki mü'minleri kurtar." Bunun üzerine Biz de, onu ve beraberinde olanları, o dolu geminin içinde kurtardık. Sonra arkalarından, arta kalanları boğduk. Şüphe yok ki, bunda elbette bir ayet var. (Fakat) onların çoğu imanetmezler. Şüphesiz ki senin Rabbin, azız ve rahimdir". Bil ki, Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e kavminden gördüğü şeyler karşısında onu teselli etmek için, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ile Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in kıssalarını anlatınca, ona yine Nûh (aleyhisselâm)'un kıssasını da anlatmıştır ki, onun kıssası diğerlerininkinden daha mühümdir. Çünkü o, dokuzyüzelli sene, kavmini hakka davetetmiş, bununla beraber kavmi yine de onu yalanlamıştır. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak "Nüh kavmi (...) yalanladı" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, (müennes olarak) buyurmuştur, çünkü kavm kelimesi münnesi olup, onun ism-i tasgîri kuveymetu kavimcik" şeklinde gelir. Cenâb-ı Hak onlardan, şu iki sebepten dolayı peygamberleri yalanladıklarını nakletmiştir: 1) Onlar her ne kadar Nûh (aleyhisselâm)'u yalan lam ıslarsa da, fakat ne var ki, onların Nûh (aleyhisselâm)'u yalanlamaları manen başkalarını da yalanlamayı kapsamaktadır. Zira, peygamberlerin bilgi elde etmelerinin yolu farklı farklı değildir, değişmez. İşte mana oakımmdan Cenâb-ı Hak onların, peygamberlerin (tamamını) yalanladıklarını nakletmiştir. 2) Nûh (aleyhisselâm)'un kavmi, ya zındıklardan ya da Brahmanlardan oldukları için Allah'ın rüm peygamberlerini yalanlamışlardır. Cenâb-ı Hakk'ın "kardeşleri" ifadesine gelince, çünkü Nûh (aleyhisselâm) onlardan birisiydi. Nitekim Araplar da, "Ey onlardan olan birisi" manasını kastederek, (Ey, Temimoğullarının kardeşi) derlerdi. Daha sonra Cenâb-ı Hak, Nûh (aleyhisselâm)'un. önce onları korkuttuğunu, sonra da kendisini vasfettiğini nakleder. Korkutmasına gelince, bu, onun "ittika etmez misiniz?" ifadesidir. Bil ki, topluluk o dinleri taklit yoluyla benimsemiştir. Mukallit korkutulduğunda korkar, kalbinde korku bulunmadığı sürece de, istidlalle meşgul olmaz. İşte bu sebepten dolayıdır ki Nûh (aleyhisselâm) "îttikâ etmez misiniz?" ifadesini, bütün sözlerinin başına getirmiştir. Kendisini vasfetmesine gelince, bu da şu iki şeyledir: 1) Onun, "Şüphesiz ben, size gönderilmiş emîn bir peygamberim" cümlesidir. Bu böyledir, zira o onlar arasında tıpkı Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Kureyşliler arasında emîn olarak tanınması gibi, emânet ve doğrulukta şöhret bulmuştu. Buna göre sanki, "Ben daha önce emîn ve doğru sözlü idim. O halde beni bugün nasıl İtham ediyorsunuz?" demiştir. 2) Onun, "Ben bana karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum" ifadesidir. Yani, o insanları, (paraya) tamah ettiğinden dolayı davet etmektedir zannına düşülmesin diye, "şu anda ifa etmekte olduğum nübüvvet ve risalet görevine mukabil hiçbir ücret istemiyorum" demektir. Buna göre eğer, ittika etme emri niçin tekrarlanmıştır?" denilirse, buna şöyle cevap verilir: Nûh (aleyhisselâm) birinci ifadede, "Ben Allah'ın Resulü olduğum halde, bana muhalefet etmekten kaçınmaz, ittika etmez misiniz?" manasını murad etmişken, ikincide ise, "Ben, sizden hiçbir ücret de almazken siz bana muhalefet etmekten ittika etmez misiniz?" manasını kastetmiştir. Binâenaleyh, bunlar mana cihetinden birbirinden farklı olup, bunda bir tekrar bulunmamaktadır. Mesela bazan bir kimse, başkasına, (çocuğuna) "Küçük iken seni bakıp büyüttüğüm halde, bana asi olmak konusunda Allah'tan ittika etmez misin? Büyüdüğünde de seni okuttuğum halde bana karşı gelme hususunda Allah'tan korkmaz mısın?" der. Nûh (aleyhisselâm) Allah'tan ittikâyı, kendisine itaat emrinden önce getirmiştir, çünkü Allah'tan ittika etmek, ona itaat etmenin de bir illeti ve sebebidir. O da işte illeti ma'lûl'den (neticeden) önce zikretmiştir. Sade İnsanlarla Beraberlikten Kaçınma Nûh (aleyhisselâm) onlara bunu söyleyince, onlar da ona "Arkana hep bayağı kimseler düşmüşken, biz sana iman eder miyiz?" diyerek cevap vermişlerdir. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: (şahid) ve (eşhadun-şahitler) kelimelerinde olduğu gibi ya (tabiim) kelimesinin çoğulu olmak üzere, ya da (batalun-kahraman) ve (kahramanlar) kelimelerinde olduğu gibi (tebe'un) kelimesinin çoğulu olmak üzere "Etbâ'uke" şeklinde de okunmuştur. Buradaki vâv harfi hâl için gelmiş olup, onun hakkı kendisinden sonra gelen ifadesinin başında bir edatının takdir edilmesidir, (......) kelimesi burada vâv nûn ile (cem-i müzekker salim) çoğul yapılmışken, "onlar en aşağı tabakalanmızdandırlar" (Hûd, 27) ayetinde cem-i teksir üzere, çoğul yapılmıştı. "Rezalet" ise değersizlik, aşağılık anlamındadır. Onlar onları sırf nesep cihetinden düşük ve dünyadan payları da az olduğu için bayağı kimseler olarak nitelemişlerdir. Yine (Nuh (aleyhisselâm)'a tabi olanların) mesela terzilik ve hacamat (kan alma) gibi, (o zamanlar aşağı görülen) aşağı dereceden meslek erbabı oldukları da söylenmiştir. Bil ki bu delil (şüphe) son derece yanlıştır. Çünkü Nûh (aleyhisselâm) insanların tamamına peygamber olarak gönderilmiştir. Binâenaleyh, bu konudaki durum fakirlik veya zenginlik sebebiyle, ya da geçim vasıtasının şerefli olması ya da olmamasıyla değişmez. Nûh (aleyhisselâm) da onlara, şu gerçek cevapla mukabele etmiştir: "Benim, onların neler yapmakta oldukları hususunda bilgim yok." Bu söz onların Nûh (aleyhisselâm)'a tabi olanları, buna rağmen bilerek ve istidlalde bulunarak değil de, hevâ ve arzularına uyarak iman etmeye nisbet etmiş olduklarına delâlet eder. Nitekim Cenâb-ı Hak bunu onlardan, "Basit ve zahiri bir görüşle (uyan) en aşağı tabakalarımızdan?(Hûd.27) ayetinde de nakletmiştir. Daha sonra "Onların hesabı, Rabbimden başkasına ait değildir" demiştir. Bunun "onların durumu hakkında biz ancak, gizli olana değil de, zahire itibar ederiz" manasında olması muhtemeldir. Nûh (aleyhisselâm), "Onların hesabı, Rabbimden başkasına ait değildir"deyip onlar da bunu tasdik etmeyince o bunun peşinden "eğer ince düşünürseniz..." ifadesini getirmiştir. Daha sonra ise "ve ben, o mü'minleri (sizin hatırınız için) kovacak da değilim" demiştir. Bu ifade sanki, o münkirlerin, Nûh (aleyhisselâm)'dan, kendisine ittibâ edebilmeleri ya da buna daha yakın olabilmeleri için, o mü'minleri yanından uzaklaştırmasını istemiş olduklarına bir delâlet gibidir. Böylece Nûh (aleyhisselâm) kendisini onları tard etmekten alıkoyanın, onların kendisine iman etmiş olmaları olduğunu beyan etmiş, sonra da, yüklenmiş olduğu risalet göreviyle amaçlanan gayenin buna mani olduğunu açıklayarak "Ben apaçık bir uyarıcıdan başka bir şey değilim..." demiştir. Bundan murat şudur: "Ben, beni yalanlayanı ve nübüvvetimi kabul etmeyeni korkutuyorum. Binâenaleyh kim kabul ederse, o (bana) yakındır; kim de reddederse, o da uzaktır." Nûh (aleyhisselâm) onlara olan cevabını tamamlayınca, onlar ise, ancak tehdit ve korkutma ile mukabelede bulunmuşlar ve "Ey Nûh sen vazgeçmezsen, muhakkak ki taşlananlardan olacaksın..." demişlerdir. Bunun anlamı şudur: "Onlar, Nûh (aleyhisselâm)'ı, taşlayarak öldürmekle korkutmuşlardır." Bunun üzerine Nûh (aleyhisselâm) da, onların felaha ulaşamayacaklarına dair bir ümitsizlik ve ye's hasıl olmuş, bunun üzerine de Nûh (aleyhisselâm) "Rabbim, kavmim beni yalanladı. Artık benimle onların arasındaki hükmü sen ver" demiştir. Bundan gaye, onların yalanladığını Allahü teâlâ'ya bildirmek değildir, çünkü O Âlimu'l-gayb ve şehâdet olan, Allah'ın en iyi bilen olduğunu bilmektedir. Fakat o bununla, "Bana eziyet ettiklerinde, Allah'ım ben onlara bedduada bulunmuyorum... Ben ancak ve ancak Senin ve Senin dinin için sana yakarıyorum... Onlar, vahyin ve risaletin hususunda beni yalanladıkları için benimle onların arasındaki hükmü Sen ver Allah'ım..." manasım murad etmiştir. Fetâhat kelimesi, "hükmetmek" anlamına gelir. "el-Fettâh" ise, hükmeden, hakim anlamındadır, zira hakim zor ve muğlak meseleleri çözümler. Buradaki hükümden maksat ise, onların üzerine bir ceza indirmektir. Zira o, hemen peşinden "Beni kurtar" demiştir. Şayet bu hükümden maksat, ceza indirmek olmasaydı, bundan sonra "kurtarmak" ifadesinin zikredilmesinin hiçbir anlamı olmazdı. Onun kıssası hakkındaki açıklamalar, daha önce geniş bir biçimde A'râf ve Hûd sûrelerinde geçmişti. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bunun üzerine Biz de, onu ve beraberinde olanları o dolu geminin içinde kurtardık" buyurmuştur. Keşşaf sahibi şöyle der: (......) kelimesi gemi anlamında olup, çoğulu da (el-fülük)dür, Nitekim Allah "Gemilerin orada (suları) yararak gittiklerini görüyorsun" (Nahl, 14) buyurmuştur. Buna göre kelimenin müfredi (kufi) vezninde, çoğulu da (usud) vezninde olmak üzere (fuluk)dür. Meskûn dolu anlamına gelir. Denildiğine göre Nûh (aleyhisselâm) gemiyi atlar ve adamlarla iyice doldurdu. Binâenaleyh bu Nûh (aleyhisselâm)'la birlikte kurtulanların bir çokluk olduğuna geminin onlarla ve onların yanında bulunanlarla dolduğuna delâlet eder. Böylece Cenâb-ı Hak, onları kurtardıktan sonra, diğerlerini boğduğunu, onları boğmasının mü'minleri kurtarmasından sonra olduğunu beyan etmiştir. 4. Hazret-i Hûd (aleyhisselâm)'un Kıssası 123Âyetin tefsiri için bak:140 124Âyetin tefsiri için bak:140 125Âyetin tefsiri için bak:140 126Âyetin tefsiri için bak:140 127Âyetin tefsiri için bak:140 128Âyetin tefsiri için bak:140 129Âyetin tefsiri için bak:140 130Âyetin tefsiri için bak:140 131Âyetin tefsiri için bak:140 132Âyetin tefsiri için bak:140 133Âyetin tefsiri için bak:140 134Âyetin tefsiri için bak:140 135Âyetin tefsiri için bak:140 136Âyetin tefsiri için bak:140 137Âyetin tefsiri için bak:140 138Âyetin tefsiri için bak:140 139Âyetin tefsiri için bak:140 140“Âd (kavmi) de, gönderilen (peygamberleri) yalanladı. Hani kardeşleri Hûd zılara demişti ki: "îttikâ etmez misiniz? Şüphesiz ki ben size gönderilmiş emin bir peygamberim. Artık Allah'dan korkun ve bana itaat edin. Sizden buna tarşı hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim, ancak Rabbül-alemin'e aittir. Siz, her yüksek yerde bir alâmet bina edip eğlenir misiniz? Ebedî yaşayacağınızı umarak, yer altında su mahzenleri edinir misiniz? Tutup yakaladığınız vakit, zorbalar gibi yakalar mısınız? Artık Allah'dan korkun ve bana itaat edin. Size bilip durduğunuz imkânlar (nimetler) veren, size davarlar, oğullar, bağlar, ırmaklar ihsan eden (Allah'dan) korkun. Ben, gerçekten üstünüze büyük bir günün azabının (gelmesinden) korkuyorum." Dediler ki: "Va'z etsen de, va'z edicilerden olmasan da bize göre birdir. Bu, evvelkilerin'âdetinden başka (birşey) değildir. Biz azaba uğratılacaklardan da değiliz." Böylece onu yalanladılar, biz de kendilerini helak ettik. Şüphesiz bunda, bir ibret vardır elbet. (Fakat) onların çoğu iman ediciler değildir. Gerçekten senin Rabbin, azîz ve rahîmdir.". Bil ki, bu hadisenin ve Nûh (aleyhisselâm)'un kıssasının başlangıçları aynıdır. Binâenaleyh, yeniden tefsir etmenin faydası yoktur. İmdi Allahü teâlâ, Hûd (aleyhisselâm)'ın kavmine söylediği şeylerin şu üç şey olduğunu belirtmiştir: 1) Onun, "Siz, her yüksek yerde bir alamet bina edip, eğlenir misiniz?" ayetinin ifade ettiği husustur. Ayetteki (......) kelimesi, râ'nın fethasıyla (Rey) şeklinde de okunmuştur ki, yüksek yer, tepe demektir Arapların, "yüksekliği ne kadardır" anlamındaki "Arazinin yüksekliği rakımı ne kadardır" sözleri de bu manadadır. Ayet Kelimesinin Burada Manası Ayette geçen sözüde, "alamet" demektir. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır: a) İbn Abbas şöyle demiştir: "Onlar, her yüksek yere, Hûd (aleyhisselâm)'a gidenlerle eğlenmek için ona giden yollar üzerinde köşkler yapmışlardır." b) Onlar, övünmek için, bu sayede zenginlikleri anlaşılsın diye yüksek yerlere binalar yapmışlardı. Böylece onlar, bundan nehyolundular ve onlar abesle meşgul olmakla vasfolundular. c) Onlar, yolculukları esnasında yıldızlar yardımıyla yol bulan kimselerdi. Ama, buna rağmen onlar, yolları üzerine yol alameti olsun diye yüksek yüksek köşkler yapmışlardı. Oysa yıldızlar sayesinde bunlara ihtiyaçları olmadığı için onların bu hareketi abes addedilmiştir. d) Onlar, her yüksek yere de güvercin burçları yapmışlardır. 2) Onun "Ebedi yaşayacağını umarak, yer altında su mahzenleri edinir misiniz?" sözüdür. Ayetteki "el-mesânî" su kanalları, su mahzenleri demektir. Bu kelimenin kuvvetli köşkler ve kaleler anlamına geldiği de söylenmiştir. yâni, "Çünkü sizler, dünyada ebedi kalmayı umuyordunuz" demektir. Yahut da bu ifadenin anlamı, "sizin durumunuz tıpkı ebedi yaşayacağına inanan kimsenin durumu gibidir" şeklindedir. Ubeyy İbn Ka'b'ın mushafında da "Sanki ebedi kalacakm ıssın iz gibi" şeklinde yazılmıştır. Tâ'nın dammesi ile, şeddeli ve şeddesiz olarak şeklinde de okunmuştur. Bil ki ayette bahsedilenlerden birincisi, ya israfa, yahutta böbürlenmeye götürdüğü için, kınanmıştır. İkincisi de, tül-i emele ve dünyanın, ebedi karargâh değil de uğrak yeri olduğundan habersiz olmaya delâlet ettiği için kınanmıştır. 3) Onun "Tutup yakaladığınız vakit, zorbalar gibi yakalar mısınız?" ifadesinin anlattığı husustur. Cenâb-ı Hak onların, bu israf ve dünya hayatına karşı hırslarının yanısıra, başkalarına karşı davranışlarının da, zorbaların muamelesi gibi olduğunu beyan etmiştir. Biz, bu vasfın herne kadar Allah hakkında bir övgü ifade etse bile, kullar hakkında kötü bir vasıf olduğunu defalarca izah etmiştik. Buna göre, sanki hak etme yoluyla değil de, istila yoluyla başkasına hucûm edenin, onu tutması, "zorbaların yakalanması" olarak tavsif edilmiştir. Hazret-i Hûd'un söylediği bu üç cümlenin neticesi şudur: Yüksek yüksek binalar yapmak, yüceliği sevmeye, yer altında su mahzenleri edinmek, ebediliği sevmeye, zorba olma ise, ululukta ve büyüklükte tek olmayı arzu etmeye delâlet eder. Bunların sonucu da, onların yüceliği sevdiklerine yüceliğin devamını istediklerine ve yücelikte yalnız olmayı arzu ettiklerine varıp dayanır. Bütün bunlar ise, ulûhiyyete ait sıfatlar olup, kul için tahakkuku imkansızdır. Böylece bu dünya sevgisine batıp gittikleri, kulluk sınırlarını aştıkları ve rubûbiyyet iddiasında toplandıkları için, dünya sevgisinin onlara hükümran olduğuna delâlet eder ki, bu da her hatanın başının her küfür ve günahın sebebinin, dünya sevgisi olduğuna dikkat çeker. Hûd (aleyhisselâm) bu üç şeyden sonra onları ahirete daha fazla teşvik etmek ve dünya sevgisinden, israftan, ihtirastan ve zorbalıktan caydırmak için "Artık Allah'dan korkun ve bana itaat edin" demiştir. Hazret-i Hûd (aleyhisselâm) bu öğütüne bunu destekleyecek şu hususu ilave etmiştir: Bu da, Allah'ın onlara olan nimetlerine önce kısaca, sonra tafsilatlı olarak dikkat çekmedir. Böylece onları, kendilerine bunların, unutturan, o gaflet uykusundan uyandırmak istemiştir. Çünkü o önce, "Size, bilip durduğunuz imkanlar (nimetler) veren eden..." demiş, sonra bunu açarak, "Size davarlar, oğullar, bağlar, ırmaklar ihsan eden (Allah'dan) korkun. Ben gerçekten üstünüze büyük bir günün azabının (gelmesinden) korkuyorum" demiştir. Böylece Hazret-i Hûd (aleyhisselâm), bu çağrısında va'z-u nasihat, teşvik, ikaz ve açıklama bakımından, zirveye varmıştır. Fakat gel gör ki onların cevabı "Va'z etsen de, va'z edicilerden olmasan da bize göre birdir" demek olmuştur. Onlar böylece, Hûd (aleyhisselâm)'un bu sözlerine aldırış etmediklerini ve söylediği şeyleri hafife aldıklarını ifade etmişlerdir. Eğer, "Onlar, "Va'z etsen de, va'z etmesen de..." demiş olsalardı, mana aynı olduğu halde, söz daha kısa olmuş olurdu" denilirse, şöyle cevab verilir: "Mana aynı olmazdı, çünkü onlar böyle söylemekle "Bize va'z etsen de, vaz işini yapanlardan olmasan da bizim için değişmez" demek istemişlerdir. Bu onların Hazret-i Hûd (aleyhisselâm)'un va'zlarına hiç değer vermediklerini ifade eder. Ama diğer şekil, bunu ifade etmez. Alimler, onların Hazret-i Hûd (aleyhisselâm)'un sözlerine aldırmadıkları manasını, "Bu, evvelkilerin adetinden başka bir şey değildir" şeklindeki sözlerinden çıkarmışlardır. Binâenaleyh kim, buradaki "hulk" kelimesi "halk" şeklinde okursa, mana "Senin bize getirdiğin, evvelkilerin uydurmaları ve efsaneleridir" şeklinde olur. Nitekim bu kâfirler peygamberlerin söyledikleri hakkında, "esâtiru'l-evvelin" (geçmiş milletlerin efsane ve masalları) demişlerdir. Yahut bu okuyuşa göre ifadenin manası, "Biz, ancak geçmiş ümmetlerin yaratılış gibi yaratıldık. Binâenaleyh onlar gibi yaşar, onlar gibi ölür gideriz. Öldükten sonra dirilme ve hesap da neymiş?" şeklindedir. Bu kelimeyi iki ötüre veya tek ötüre ile, "hulk" ve "huluk" seklinde okursa, ifadenin manası, "üzerinde olduğumuz din evvelki (atalarımızın) adeti, huyu ve yoludur. Çünkü onlar da böyle yaşamışlardır. Biz onlara uymaktayız" şeklinde, yahut "şu anda inandığımız hayat ve ölüm, eskiden beri insanların sürdüre geldikleri bir inançtır" şeklinde, yahut da, "senin getirdiğin bu şeyler, evvelkilerin adetidir. Çünkü onlar da böyle yaldızlı, süslü şeyler söylüyor ve uyduruyorlardı" şeklinde olur. Daha sonra bu kâfirler, "Biz azaba uğratılacaklardan değiliz" diyorlardı ve bu sözleriyle, öldükten sonra diriliş inkâr hususunda görüşlerini te'kid ettiklerini ortaya koyuyorlardı. İşte bundan ötürü Allahü teâlâ, onları helak edeceğini beyan buyurmuştur. Hak teâlâ'nın onları nasıl imha edeceği, başka surelerde anlatılmıştır. Allah en iyi bilendir. 5- Sâlih (aleyhisselâm)'in Kıssası 141Âyetin tefsiri için bak:159 142Âyetin tefsiri için bak:159 143Âyetin tefsiri için bak:159 144Âyetin tefsiri için bak:159 145Âyetin tefsiri için bak:159 146Âyetin tefsiri için bak:159 147Âyetin tefsiri için bak:159 148Âyetin tefsiri için bak:159 149Âyetin tefsiri için bak:159 150Âyetin tefsiri için bak:159 151Âyetin tefsiri için bak:159 152Âyetin tefsiri için bak:159 153Âyetin tefsiri için bak:159 154Âyetin tefsiri için bak:159 155Âyetin tefsiri için bak:159 156Âyetin tefsiri için bak:159 157Âyetin tefsiri için bak:159 158Âyetin tefsiri için bak:159 159"Semûd da peygamberleri tekzib etmişti. O zaman hani kardeşleri Sâüh onlara şöyle demişti: "îttikâ etmez misiniz? Şüphesiz ben, size gönderilmiş emîn bir peygamberim. Artık Allah'dan korkun ve bana itaat edin. Ben buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim, Rabbü'l âleminden başkasına âid değildir. Siz burada, emîn emîn bırakılacak mısınız? Bağların, pınarların içinde ekinlerin ve tomurcukları nazik, yumuşak hurma ağaçlarının içinde. Dağlardan şımarık şımank, evler yontuyorsunuz. Artık Allah'dan korkun ve bana itaat edin, müfritlerin emrine boyun eğmeyin ki, onlar yeryüzünde fesat yapar, ıslah etmez kimselerdir." Onlar dediler ki: "Sen, ancak büyülenmişlerdensin. Sen, bizim gibi bir beşerden başkası değilsin. mnla beraber eğer, sadıklardan isen, haydi bir ayet (mucize) getir." (Salih) dedi ki: 'İşte bu dişi deve... Su içme hakkı (bir gün) onundur, belli bir günün içme hakkı da sizin. Ona bir kötülükle ilişmeyin. Sonra sizi büyük bir günün azabı yakalar." Derken onu kestiler. Fakat pişman oldular, çünkü kendilerini o azab yakalayıverdi. Şüphesiz bunda elbette bir ayet var. Böyle iken onların çoğu imân ediciler değildir. Hakikat senin Rabbin, azizdir rahimdir". Bil ki Salih (aleyhisselâm) kavmine şunları söylemişti: 1) "Siz burada emîn emin bırakılacak mısınız?" ifadesi... Bu, "sizler, bu yerinizde-yurdunuzda güven içinde bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz? Siz bunu ve yurdunun olmadığını mı sanıyorsunuz?" demektir. Bu ifade, "Bu yerde, bulunduğunuz bu nimetler üzere bırakılacağınızı mı sandınız" demektir. Sonra (aleyhisselâm) bunu "Bağların, pınarların içinde..." diyerek tefsir etmiştir. Bu da, birşeyi mücmel (özet) zikredip, sonra tafsil etme (detaylıca anlatma) kabilindendir. Eğer, "Niçin, "cennât" (bağlar-bahçeler) ifadesinden sonra, Cenâb-ı Hakk ayrıca hurma ağaçları" ifadesini getirmiştir. Halbuki, "bağlar-bahçeler" ifadesinde zâten var?" denilirse, buna şu iki açıdan cevab veririz: a) Hurma ağaçları ifadesi, diğer ağaçlarda mevcut olduğu halde, hurmaların daha üstün olduğuna dikkat çekmek için ayrıca zikredilmiştir. b) Ayetteki "bağlar-bahçeler" sözü ile, hurmalıklardan başka bahçeler kastedilmiştir. Çünkü "cennât" lafzı, başka ağaçları da ifade etmektedir. Daha sonra "nahl" (hurma ağaçları-hurmalıklar) ifadesi o ifadeye atfedilmiştir. (......) tıpkı kılıcın ucu, demir kısmı gibi, hurma ağacından tomurcuk olarak çıkan ortasından hurma salkımının çıkıp geliştiği şeye denir. (hedîm) ise, hoş ve güzel olan semektir. Bu Araplar'ın "Hoş ve güzel kemer" tabirlerinden alınmadır. Bu, bu kelimenin yumuşak, olgun ve yetişmiş manasına geldiği de ileri sürülmüştür. Buna göre Cenâb-ı Hakk ayette, "meyveleri olgunlaşmış hurma ağaçlan" demek istemiştir. 2) "Dağlardan şımarık şımarık, evler yontuyorsunuz" ifadesi. Hasan el-Basri bunu hâ'nın fethasıyla (sizin için yontuluyor) şeklinde okumuştur. Yine buradaki kelime (......) şeklinde de okunmuştur. Fârih ve ferâhet, neşeli, şımarık olan, neşeli olma manasınadır. "Fârihîn" kelimesi, dağı yontup ev yapanların "hal"i olur. Hud ve Salih Kavimlerinin Özellikleri Bil ki bütün bu ayetlerin zahiri, Hûd (aleyhisselâm)'un kavmine psikolojik lezzetlerin hâkim auğunu gösterir. Bunlar da; hükümran olma, ebedî kalma ve yücelikte tek olma ve zorbalık gibi lezzetlerdir. Salih (aleyhisselâm)'in kavmine hâkim olan durum ise: yeme içme ve sağlam-güzel evler peşinde koşma gibi maddî lezzetlerdir. 3) "Müsriflerin emrine boyun eğmeyin" ifadesi. Bu, dünyada yettiği kadarı ile yetinmenin gerekli olduğuna; dünyayı istemek ve dünyanın lezzetleri ile arzularından istifade etmede ileri gitmenin doğru olmadığına bir işarettir. İmdi eğer: "Onun ayrıca, "Onlar yeryüzünde fesat yapar, ıslah etmez kimselerdir" demesinin hikmeti nedir?" denilirse, şöyle cevap veririz: "Bunun hikmeti, onların bu fesatlarının bazı müfsitlerin fesatlarının yanısıra, salahlarının da bulunması gibi olmayıp, içinde hiç salah olmayan bir fesat olduğunu anlatmaktır. Salih (aleyhisselâm)'in kavmi de ona şu iki hususu söyleyerek karşılık vermişlerdir: Birincisi, "Sen, ancak büyülenmişlerdensin" sözleridir. Bu hususta şu izahlar yapılır: a) Musahhar, insanın aklını başından alacak şekilde, büyülenmiş kimse demektir. b) Musahhar, "Sahr" (mide) sahibi demektir. Her yiyen canlı da "musahhar"dir. Sahr, karnın üstüne denir. Ferra ise, içi boş olan karnı bulunan her şeye "musahhar" denilir demiştir. O kâfirler bu sözleriyle, "Sen de yiyip içiyorsun, sen de bir insansın" demek istemişlerdir. c) el-Müerric'den, "musahhar" kelimesinin Büceyle Lügatinde, "mahlûk, yaratılmış" anlamına geldiği rivayet edilmiştir. İkincisi: Onların "Sen bizim gibi bir beşerden başkası değilsin. Bununla beraber eğer sadıklardan isen, haydi bir ayet (mucize) getir" şeklindeki sözleridir. Bu ifade iki manaya muhtemeldir: a) Bu, "sen de bizim gibi bir beşersin. Binâenaleyh daha nasıl bir peygamber olabilirsin?" manasındadır. Bu ifadeleri, tıpkı nebiler hakkında söylemiş oldukları, "Eğer onlar doğru ve sadık olsalardı, o zaman melekler cinsinden olurlardı" şeklindeki sözleri menzilesinde, onlar kabilinden bir sözdür. b) Bununla kastedilenin "Muhakkak ki sen bizim gibi bir beşersin. Binâenaleyh bize nübüvvetini delil ile isbat etmen gerekir" şeklinde olmasıdır. Bunun üzerine Salih (aleyhisselâm) "İşte bu dişi deve. Su içme hakkı (birgün) onundur..."dedi. Buradaki şirb kelimesi damme ile şürb şeklinde de okunmuştur. Rivayet olunduğuna göre onlar şöyle derler: "Bu kayanın içinden çıkacak ve hemencecik bir yavru doğuracak olan on aylık gebe bir deve istiyoruz." Bunun üzerine Salih (aleyhisselâm) oturarak düşünmeye başlar. Cebrail (aleyhisselâm) ona, "iki rekat namaz kıl ve Rabbinden dişi deveyi iste" der. O da bunu yapar ve dişi deve çıkarak, onların önüne çöker. Bir de kendisi gibi büyük olan bir yavrusu olur. Sâlih (aleyhisselâm) onlara şu iki tavsiyede bulunur: 1) Onun, "Su içme hakkı (bir gün) onundur, belli bir günün içme hakkı da sizin" şeklindeki sözünün ifade ettiği husus. Katâde şöyle demiştir: "Devenin su içme günü çalince o onların suyunun tamamını içerdi. Onların içmesi ise, devenin içmediği pûndeydi." 2) Onun, "Ona bir kötülükle ilişmeyin" şeklindeki sözünün ifâde ettiği husus. Yani, vurarak, ya da keserek vb." 'Sonra sizi büyük bir günün azabı yakalar..." Günün büyük olması, azabın o günde meydana gelmesinden dolayıdır. Günün büyük olarak nitelenmesi, azabın büyük olarak nitelenmesinden daha beliğdir. Çünkü zaman azâb sebebiyle büyük ve dehşetli olunca, onun büyüklük ve dehşet bakımından etkisi daha şiddetli olur. Daha sonra Allah onların o deveyi kestiklerini nakletmiştir. Rivayet olunduğuna göre bir kimse onu dar bir yere sıkıştırır, sonra ona ok atarak onu devirir. Sonra ise, Kudar onu boğazlar... Buna göre eğer, "Onlar buna pişman oldukları halde, daha niçin onları azâb yakalamıştır?" denilirse, buna iki şekilde cevap verilir: 1) Onların nedameti, tevbe edenlerin nedameti gibi olmadı. Başlarına hemen gelecek olan azâbtan korkan kimselerin nedamet ve pişmanlığı gibi oldu. 2) Nedametleri her ne kadar tevbe edenlerin nedameti gibi olmuşsa da ancak e var ki, tevbe edilmesi gereken zamanda olmamış, aksine azabın müşahede edildiği sırada olmuştu. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kötülükleri yapıp yapıp da, onlardan herhangi birine ta ölüm gelince, "Ben işte şimdi tevbe ettim" diyenlerin tevbesi değil... (kabul olunmaz)" (Nisa, 18) buyurmuştur. el-Azâb kelimesindeki lâm o büyük günün azabına İşaret etmektedir (ahd içindir). 6- Lût (aleyhisselâm)'un Kıssası 160Âyetin tefsiri için bak:175 161Âyetin tefsiri için bak:175 162Âyetin tefsiri için bak:175 163Âyetin tefsiri için bak:175 164Âyetin tefsiri için bak:175 165Âyetin tefsiri için bak:175 166Âyetin tefsiri için bak:175 167Âyetin tefsiri için bak:175 168Âyetin tefsiri için bak:175 169Âyetin tefsiri için bak:175 170Âyetin tefsiri için bak:175 171Âyetin tefsiri için bak:175 172Âyetin tefsiri için bak:175 173Âyetin tefsiri için bak:175 174Âyetin tefsiri için bak:175 175"Lût (kavmi de) peygamberleri tekzib etti. Hani kardeşleri Lût onlara, (Allah'dan) korkmaz mısınız demişti. Şüphesiz ben size (gönderilmiş) emîn bir peygamberim. Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Ben buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfaatım, Âlemlerin Rabbinden başkasına ait değildir. Siz, Rabbinizin sizin için yarattığı zevcelerinizi bırakıp da insanların içinden erkeklere mi gidiyorsunuz? Hayır, siz, haddi aşan bir kavimsiniz." Dediler: "Ey Lût, sen (bu davadan) vazgeçmezsen, andolsun, mutlaka çıkarılanlardan olacaksın." Lût, "Ben sizin bu yaptığınıza elbette buğz edenlerdenim. Ya Rabbi beni ve ehlimi onların yapageldiklerinden kurtar" dedi. Bunun üzerine biz onu ve ehlini tamamiyle kurtardık. Geri kalanların içinde yalnız bir kocakarı vardı. Sonra geridekileri helak ettik. Üstlerine öyle bir yağmur yağdırdık ki! (Bak), inzâr edilenlerin yağmuru ne kötüdür! Şüphesiz bunda elbette bir ibret vardır, ama onların çoğu iman edici değildir. Rabbin mutlak galiptir, çok merhametlidir O". Cenâb-ı Hakk'ın "Siz insanların içinden erkeklere mi gidiyorsunuz?" ifadesine gelince, bunun gelene ait olması muhtemeldir. Yani, "Sizler, insanlar içinde bu sıfata mahsus oldunuz" demektir. Bu sıfatsa, "erkeklere gelmektir" Bunun gelinen şeye ait olması da muhtemeldir. Yani, "Sizler, insanlar içinde erkekleri seçtiniz, kadınları değil" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın "zevcelerinizi" ifadesine gelince, buradaki min harf-i ceninin yaratılanı beyan etmek üzere gelmiş olan beyâniyye olması muhtemel olduğu gibi, teb'îz için olması da mümkündür. "Yaratılan şey ile, kadınların (yaklaşılması) mubah olan uzvu murad edilir. Buna göre sanki onlar bunun aynısını kendi kadınlarıyla da yapıyorlardı. (el-fidî) kelimesi, zulümde çok ileri giden ve haddi aşan anlamındadır. Bu ifadenin anlamı ise. "Onca büyüklüğüne rağmen siz, bu günahı irtikab mı ediyorsunuz?" şeklindedir, "Doğrusu siz, bütün günahlarda haddi aşan bir toplumsunuz, işte bu yaptığınız da bu günahlar cümlesindendir." Yahutta, "Doğrusu siz, böylesi bir hayasızlığı irtikâb ettiğiniz için, haddi aşmakla vasfedilmeyi hak etmiş bir topluluksunuz" demektir. Buna karşılık onlar ona, "Ey Lût, sen (bu davadan) vazgeçmezsen, andolsun, mutlaka çıkarılanlardan olacaksın" dediler. Yani, "ülkemizden çıkardığımız kimseler cümlesinden olacaksın" demektir. Muhtemelen onlar, çıkardıkları kimseyi, en kötü hal üzere sürüp çıkarıyorlardı. Bunun üzerine Lût (aleyhisselâm) onlara "Ben sizin yaptığınıza buğzedenlerdenim" diye. cevap verdi. (el-kıla) kelimesi, şiddetli buğz anlamına gelir. Buradaki buğz sanki gönüle ve ciğerlere tesir etmiş olan bir buğzdur. Onun ifadesi "Ben sizin yaptığınıza bir buğzedenim" sözünden daha befîğ ve etkilidir. Nitekim "Falanca kişi alimler zümresindendir" sözü, "Falanca kişi, alimdir" sözünden daha belîğdir. Bunun manasının, "size buğzda en ileride bulunan Kimselerdenim" şeklinde olması da muhtemeldir. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Biz onu ve ehlini tamamıyla kurtardık" buyurmuştur. Bundan murad, "Biz onu ve ehlini onların işlerinin ukubet ve cezasından Kurtardık" anlamıdır."Azapta kalanların içinde yalnız bir kocakarı vardı." Eğer ifadesinde kadına ait bir sıfat bulunmaktadır. Buna göre sanki denilmiştir. Oysa ki onları kurtardığı zaman azapta kalma o kadının sıfatı değildi" denilirse, buna şöyle cevap verilir: "Bunun manası, azapta kalması takdir edilmiş bir kocakarı" şeklindedir. Bu kadının köyden çıkanlarla birlikte üzerlerine yağan taş yağmuru yüzünden helak olduğu söylenilmiştir. Kadî Abdu'l-Cebbar "Cenâb-ı Hakk'ın, "Siz, Rabbinizin sizin için yarattığı zevcelerinizi bırakıp da insanların içinden erkeklere mi gidiyorsunuz?" ayetinin Tefsirinde şöyle demiştir: "Bu ayette, cebrin batıl olduğuna dair birkaç delil Dulunmaktadır: a) Terketmemeye kudret olmadıkça, "terkediyorsunuz" denilmez. Bunun gibi siye "Sürmeyi ve sıkmayı niçin terkediyorsun?" denildiği halde, "Göğe yükselmeyi niçin terkediyorsun?" denilemez. b) Cenâb-ı Hakk,buyurmuştur. Şayet fiilin yaratılması Allah'a ait olsaydı, o zaman "onlar için yaratılan şey, onlar hakkında yaratıp vacib (zorunlu) kıldığı şey olurdu, yoksa terkedip yapmadıkları şey değil. c) Cenab-ı Hakk'ın "Siz haddi aşan bir kavimsiniz" ifadesi. Eğer, yapageldikleri şeyi onlarda Allah yaratmış olsaydı, daha nasıl onlara haddi aşmış oldukları söylenebilir? O siyah olan bir kimseye "Sen rengin konusunda haddi aştın" denilebilir mi?" Biz de diyoruz ki: Bu açıklamaların neticesi şuna varıp dayanır: "Şayet kul, fiillerinin bizzat mucidi olmasaydı, ona ne medh ve zem, ne emir ne de nehy tereccuh etmez, yönelmezdi. Bu anlamda bu ayetin Musa, İbrahim, Nûh (aleyhisselâm) kıssaianyla diğer kıssalarda gelmiş olan emir nehiy ve medh zemlerden daha fazla bir hususiyeti bulunmaktadır. O halde, bu açıklamalar diğer kıssalara değil de niçin sadece bu kıssaya tahsis edil? Bu izahların batıl olduğu kesinleşince geriye bu meşhur izah şekli kalmaktadır ki, biz de buna şu iki meşhur cevapla cevap veriyoruz: a) Allahü teâlâ bu şeylerin meydana geleceğini bilince, bunların olmaması imkansızdır. Çünkü bunların olmaması, ilmin cehalete dönüşmesini gerektirir ki, bu imkansızdır. İmkansıza götüren şey de imkansızdır. Onun meydana gelmemesi imkansız olunca, onu terketmeyi emretmek de muhal olan bir şeyi emretmek gibi olur. b) Kadfr, iki zıdda kadir olduğunda, herhangi bir müreccih olmaksızın, kudret yetirilen İki şeyden (makdûreyn) birinin diğerine ağır basması imkansız olur. Bu müreccih de "dâı" veya "irade"dir. Bu müreccih muhdes olup ona müessir (olan) bir güç vardır. Eğer bu müessir kul ise o zaman teselsül gerekir ki, bu imkansızdır, eğer Allahü teâlâ ise işte bu da senin iddiana göre cebirdir. Bu iki kati ve kesin delille onun söylediklerinin sakıt ve geçersiz olduğu kesin olarak anlaşılmıştır. Allah en iyisini bilendir. 7- Şuayb (aleyhisselâm)'ın Kıssası 176Âyetin tefsiri için bak:191 177Âyetin tefsiri için bak:191 178Âyetin tefsiri için bak:191 179Âyetin tefsiri için bak:191 180Âyetin tefsiri için bak:191 181Âyetin tefsiri için bak:191 182Âyetin tefsiri için bak:191 183Âyetin tefsiri için bak:191 184Âyetin tefsiri için bak:191 185Âyetin tefsiri için bak:191 186Âyetin tefsiri için bak:191 187Âyetin tefsiri için bak:191 188Âyetin tefsiri için bak:191 189Âyetin tefsiri için bak:191 190Âyetin tefsiri için bak:191 191"Eyke ashabı da peygamberleri yalanlamıştı. O zamanda ki Şuayb onlara, "(Allah'tan) korkmaz mısınız" demişti. Şüphesiz ben size (gönderilmiş) emîn bir peygamberim. Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Ben buna karşı sîzden hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfaatım âlemlerin Rabbinden başkasına ait değil. Ölçeği tam ölçün. Eksiltenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın. İnsanların hakkından bir şeyi kısmayın. Yeryüzünde fesatçılar olara bozgunluk etmeyin. Sizi ve evvelki ümmetleri yaratandan korkun." Dediler ki: "Sen ancak büyülenmişlerdensin. Sen bizim gibi bir beşerden başkası değişin. Biz senin muhakkak yalancılardan olduğunu zannediyoruz. Eğer sadıklardan isen, gökten üstümüze bir parça düşür." (Şuayb) dedi: "Ne yapıyorsanız, Rabbim daha iyi bilendir" Hülasa: Onu yalanladılar da, kendilerini o gölge gününün azabı yakalayıverdi. Gerçekten bu, müthiş bir günün azabı idi. Elbette bunda alınacak bir ibret vardır. (Fakat) onların çoğu iman edici değildir. Senin Rabbin mutlak galiptir, çok merhametlidir O". "Eyke" kelimesi, hemze ile ve hemzenin tahfifi ile ve izafetten ötürü mecrûr olarak (......) şeklinde okunmuştur. Esas olan kıraat de budur. Bunu nasb ile okuyup, "Eyke'nin, "leyle" vezninde olarak meşhur bir beldenin ismi olduğunu iddia edenleri, bu yanılgıya sevkeden şey, mushafın hattı (yazı şekli)dir. Çünkü bu kelime hem bu sûrede hem de Sâd sûresinde etifsiz olarak Kur'ân'ın diğer yerlerinde ise, aslı üzere yani başında elifle diye yazılmıştır. Halbuki kıssa aynıdır, yani aynı yerden bahsedilmektedir. Eyke, marife olmayan bîr isimdir. Rivayet olunduğuna göre, Ashab-ı Eyke sık ağaçlı bir korulukta yaşayanlar demektir. Bunlar, "muhl" nebatının taşıdığı ağaçlardır. Buna göre eğer, "Cenâb-ı Hak, önceki kıssalarda olduğu gibi, "kardeşleri Şuayıb" demeli değil miydi?" denilirse, buna "Şuayb (aleyhisselâm), Ashab-ı Eyke'den değildi" diye cevap verilir. Hadis-i şerifte, "Medyenlilerin kardeşi şuayıb, hem medyenlilere hem de Ashab-ı Eyke'ye peygamber olarak gönderilmiştir" diye vârid olmuştur. Şuayb (aleyhisselâm)'ın Kavminden İstedikleri Sonra Şuayb (aleyhisselâm) onlara şunları emretmiştir: 1) "ölçeği tam ölçün. Eksilticilerden olmayın" ifadesi. Bu böyledir. Çünkü keyl (ölçme), 1) Tam ölçme, 2) Noksan ölçme ve, 3) Fazla ölçme diye üçe ayrılır. Böylece, Cenâb-ı Hak, "tam ölçmek" demek olan vacibi, ifadesiyle emretmiş; noksan ölçmek demek olan haramdan da, "Muhsırinden (eksilticilerden) olmayın" ifadesiyle nehyetmiş, ama fazla ölçmeden bahsetmemiştir. Çünkü insan fazla fazla ölçerek verirse iyilik etmiş olur, fazla ölçmeyip tam ölçerse, o zaman da günaha girmiş olmaz. Şuayıb (aleyhisselâm) tam ölçmeyi emredince, bunun nasıl olacağını beyan ederek, "Doğru terazi ile tartın" demiştir. Kıstas (terazi) kelimesi, kâfin zammesiyle "kustâs" şeklinde okunmuştur. 2) "İnsanların hakkından hiçbir şeyi kısmayın " ifadesi. Arapça'da "Onun hakkını eksik verdi" manasında denilir. Bu herhangi bir şahıs için sabit olup çiğnenmesi caiz olmayan her hak ve malikinden gasbedilmesi caiz olmayan ve onun izni olmadıkça meşru hiçbir tasarrufta bulunulmayan, her bir mülk hakkında kullanılan genel bir lafızdır. 3) "Yeryüzünde fesatçılar olarak bozgunculuk etmeyin" ifadesi. Arapça'da "Yeryüzünde fesad çıkardı, fesadıdır" denilir. Bu da, mesela yol kesmek baskın yapmak ve ekinleri çiğnemek-yoketmek suretiyle olur. Onlar, her türlü fesadı yapmalarının yanısıra bunları da yapıyorlardı. 4) "Sizi ve evvelki ümmetleri yaratandan korkun" emri. Buradaki "cibille" kelimesi "übülle" vezninde, "cübülle" şeklinde de okunmuştur ve "hilkâ" vezninde, "cible" şeklinde okunmuştur. Hepsi de aynı manaya olup "hilkat" sahibi (yaratılmış olan) demektir. Bununla kastedilen eğer o onları yaratmamış olsaydı, hiçbir zaman varlık alemine çıkamayanlardan olacak bu insanları ve bunlardan öncekileri yaratmak suretiyle onlara lutfedenin Cenâb-ı Hak olduğunu anlatmaktır. Binâenaleyh o kavmin buna verebileceği cevap onu yanı Şuayb'i terketmelerinin kendileri için daha uygun bir davranış olduğunu söylemek olmuştur. Bu da şu iki yöndendir. Birincisi, onların "Sen ancak fazla büyülenmişlerdensin ve sen bizim gibi bir beşerden başkası değilsin" şeklindeki sözleridir. İmdi eğer, "Burada ifadenin başına vâv (ve) edatı getirmek, Semûd kıssasında ise getirmemekle mana farklı olur mu?" denilirse, buna şöyle cevab verebiliriz: "Eğer bunun başına vav getirildiğinde de o kâfirlerce peygamberliğe mâni iki ayrı mana kastedilmiş olur. Bu iki durum da sihir ile onun bir insan oluşudur. Fakat buraya "ve" getirilmezse onlar tek bir mani kastetmiş olurlar ki bu da büyülenmişlerden oluşudur. Daha sonra da Hazret-i Şuayb (aleyhisselâm)'in kendileri gibi bir insan olduğunu söylemiş olurlar. İkincisi, "Biz senin, muhakkak yalancılardan olduğunu zannediyoruz" şeklindeki sözleridir. Bunun manası açıktır. Sonra Şuayb (aleyhisselâm) onları, yalanlamalarına devam etmeleri halinde ilahi azabla tehdid etmiştir. Ama onlar, bunun üzerine "Gökten üstümüze bir parça düşür" demişlerdir. Ayetteki "Kisefen" kelimesi sin'in sükûnu ile, "kisfen" şeklinde de okunmuştur. Her iki şekil de "kiste" (parça) kelimesinin cemisidir. Ayetteki gök (semâ) İle bulut veya gölge kastedilmiştir. Onlar bunun olmayacağını düşünerek, böyle bir istekte bulunmuşlardır. Böylece bu işin olmayarak Hazret-i Şuayb (aleyhisselâm)'ın yalancı olduğunun ortaya çıkacağını sanmışlardır. İşte bu noktada Şuayb (aleyhisselâm), "Ne yapıyorsanız, Rabbim daha iyi bilicidir" demiş, onlara beddua etmeyip, bu hususta işi, Cenâb-ı Allah'a havale etmiştir. Ama onlar bu tekziblerini sürdürünce, Allah onlar üzerine ayetteki semâ (gök) ile bulutu kastetmişlerse, istemiş oldukları o "gölgeli gün" azabını vermiştir. Yok eğer onunla, "gölge"yi kastetmişlerse, isteklerini kabul etmemiştir. Rivayet olunduğuna göre, Cenâb-ı Hak onlara yedi gün hep rüzgâr estirdi ve onlara kum, toz-toprak musallat etti ve nefeslerini ne bir gölgenin ne bir suyun fayda veremeyeceği şekilde tuttu (kesti). Böylece onlar çöle çıkmaya mecbur oldular. Allah onları, serinliğini ve tatlı rüzgârını hissettikleri bir bulutla gölgeledi. Hepsi o bulutun altına toplandılar. Bulut onlara öyle bir ateş yağdırdı ki, yanıp gittiler. Rivayet olunduğuna göre, Şuayb (aleyhisselâm), Ashab-ı Medyen ve Ashab-ı Eyke denen iki ümmete peygamber olarak gönderilmiştir. Bunlardan Medyenliler Cebrail (aleyhisselâm)'in bir nârasıyla, Eykeliler de "O gölgeli-bulutlu günün azabıyla" helak oldular. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, duyduğu o şiddetli üzüntüye karşı teselli etmek için Cenâb-ı Hakk'ın bu surede zikrettiği yedi kıssayla ilgili izahımız burada sona erdi. Geriye şu iki soru kaldı Azap Küfür Sebebiyle Olmayıp, Tabii Sebeplerle Olamaz mı? Birinci soru: Âd, Semûd, Lût kavmi diğer kavimlerin başına gelen azabların, onların inkârları ve inatları sebebiyle değil, aksine müneccimlerin (ehl-i nücûm'un) ittifak ettiği üzere, yıldızlar arası alakalar ve yakınlaşmalar sebebiyle olduğunun söylenmesi niçin caiz olmasın? Böyle bir ihtimal mevcut olunca, bu kıssalardan ibret almak söz konusu olamaz. Çünkü ibret almak, ancak bu azabların gelişinin, o kâfirlerin küfür ve inadları sebebiyle geldiğini bilmemiz halinde söz konusu olur. Bela Ceza Değil, İmtihan İçin Olamaz mı? İkinci soru: Allahü teâlâ, "Sizden cihad edenleri ve sabredenleri bilelim diye, mutlaka sizi imtihan edeceğiz" (Muhammed, 31) ayetinde buyurduğu gibi, mükellefleri denemek ve imtihan etmek için bu azabı indirmiştir. Hem sonra Allah mü'min kullarını da pek çok yerde büyük belalarla imtihan etmiştir. Durum böyle olunca da onlara belanın inmesi, onların ehl-i bâtıl olduklarına delalet etmez. Cevap: Allahü teâlâ, bu kıssalar Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i teselli etmek ve onun kalbinden hüznü silmek için indirmiştir. Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, onlara bu azabları indirenin kendisi olduğunu ve inkârlarının bir cezası olmak üzere bunu indirdiğini haber verince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) durumun böyle olduğunu anlamış ve böylece de bu onun için bir teselli, bir ferahlık olmuştur. Bazı kimseler İlmu'l-Ahkam'ı tenkid (inkâr) için şu şekilde istidlal etmişlerdir: Bu eşyada müessir olan, ya yıldızlar, ya burçlar, veyahut da yıldızların belli burçlarda bulunmasıdır. Birincisi bâtıldır, aksi halde yıldızların bulunduğu her yerde böylesi neticeler meydana gelmesi gerekirdi. İkincisi de bâtıldır, aksi halde burçlar devam ettiği müddetçe, eserin de devam etmesi gerekirdi. Üçüncüsü de bâtıldır, çünkü onların görüşüne göre felek, mürekkeb değil, basittir. Böylece bütün burçların karakteri, mahiyetlerinin tamamı bakımından diğer burçların karakterine eşit olurda, böylece o yıldızın durumu kendi burcunda olduğu halde diğer bir burçta olması halindeki durumu gibi olur. Bu sebeple de o yıldız devam ettiği müddetçe, bu neticenin eserin de devam etmesi gerekir. Karşı taraf şöyle diyebilir: "O belli muayyen yıldızdan o eserin zuhur etmesinin o yıldızın başka bir yıldızın hizasında olmasına bağlı olduğu niçin söylenemesin? Binâenaleyh bu karşısında hizasında olma işi olmadığında tesir etme şartı da bulunmamış olur, böylece de o etki meydana gelmemiş olur." Yine onlar şöyle de diyebilirler: "Bu delâlet, yıldızların zâtları ve karakterleri gereği müessir olmadıklarını gösterir. Ancak ne var ki, bu o yıldızların üzerinde bulundukları adete göre müessir olmadıklarını göstermez. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak yıldızların birbirlerine bitişmesi, yaklaşması ve dönüşlerinin peşinden hususi birtakım tesirlerin meydana gelmesine dair ilahi yasasını icra ettiğinde, bu tesirlerin meydana gelmesinden "Allahü teâlâ onları kâfirleri alıkoymak, men etmek için yaratmıştır" denilmesi gerekmez. Tam aksine Cenâb-ı Hak onları, o adetleri tekrar etmek için yaratmıştır. Allah en iyi bilendir. Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Durumunu Bildirmesi 192Âyetin tefsiri için bak:196 193Âyetin tefsiri için bak:196 194Âyetin tefsiri için bak:196 195Âyetin tefsiri için bak:196 196"O, muhakkak ve muhakkak Alemlerin Rabbinin indirmesidir. O'nu, Rûhu'l-emin, inzar edicilerden olasın diye, senin kalbine manası açık Arapça bir dil ile indirmiştir. Şüphe yok ki O, daha evvelkilerin kitablarında da vardır". Bil ki, Allahü teâlâ önceki peygamberlere (aleyhisselâm) dair olan kıssaları bitirince, bunun şeşinden Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetine delalet edecek şeyi getirmiştir. Bu delâlet etme şu iki bakımdandır: 1) O'nun "O, muhakkak ve muhakkak Alemlerin Rabbi'nin indirmesidir..." şeklindeki ayetinin ifade ettiği husustur. Zira Kur'ân-ı Kerim fesahati bakımından bir mucizedir. Böylece o âlemlerin Rabbi'nden olmuş olur. 2) Yahut, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) herhangi bir öğrenimde bulunmaksızın, geçmiş toplumların kıssalarını haber vermiştir. Binâenaleyh bu, ancak Allah'tan alınan vahy ile gerçekleşebilir. Cenâb-ı Hakk'ın bunların hemen peşinden, "Şüphe yok ki o, daha evvelkilerin kitablarında da vardır..." şeklinde, buyurmuş olduğu ifade bu ikinci ihtimali kuvvetlendirmektedir. Bu böyledir, zira Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) herhangi bir öğrenim ve hazırlanmada bulunmadan (bu surede bahsedilen) bu yedi kıssayı, evvelkilerin kitablarında bildirilen duruma aynen uygun olarak zikredip anlatınca, bu Kur'ân'ın Allah katından olduğuna delâlet etmiştir ki, İşte bu ayetin maksadı da budur. Cebrail (aleyhisselâm)'in Vasfı Cenâb-ı Hakk'ın "O, muhakkak ve muhakkak âlemlerin Rabbi'nin indirmesidir..." ifadesindeki tenzîl kelimesi ile ism-i mefûl manası kastedilmiştir. Sonra bu ifade Kur'ân-ı Kerim hakkında getirilmiş bir ifade ve bu kıssaların da vasıtasız olarak Allahü teâlâ'nın Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirdiği şeyler olması mümkündür. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hakk, "Onu Rûhu'l-emîn... indirmiştir" buyurmuştur. Bu ifadedeki bâ harf-i cerri, ister nezele, isterse nezelie şeklinde okunmuş olsun, her iki okuyuşa göre de fiili müteaddi yapmak içindir. O halde (......) ifadesinin anlamı, "Allah ruhu O, Kur'ân-ı Sen'in kalbine indirici kıldı" yani, "Ruh Sana o Kur'ân'ı anlattı ve O'nu senin kalbine unutulmayacak bir biçimde tesbit edip yazdı" demek olur ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın, "Sana okutacağız da sen unutmayacaksın" (A'la, 6) ayeti gibi olmuş olur. Ayetteki "Emîn rûh" ifadesiyle, Cebrail (aleyhisselâm) kastedilmiştir. Cenâb-ı Hakk, Cebrail'i ruhtan yaratılmış olması bakımından "rûh" diye adlandırmıştır. Ona bu âdın verilmesinin O'nun tıpkı kendisiyle hayatın mevcut olduğu bir rûh gibi dini konularda insanların kurtarıcısı olduğu için verilmiş olduğu ileri sürüldüğü gibi, O'nun insanların beden ve ruhtan meydana gelmeleri gibi değil de, sadece rûh oluşundan dolayı bu ismi aldığı da ileri sürülmüştür. O'nun, "Emîn" diye adlandırılması da peygamberlere ve başkalarına götüreceği şeyler hususunda, kendisine güvenildiği içindir. Cenâb-ı Hakk'ın "Sen'in kalbine" ifadesine gelince, bu hususta şu iki görüş bulunmaktadır. 1) Cenâb-ı Hakk her ne kadar Cebrail (aleyhisselâm)'i Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirmiş ise de, indirilen o şeyin peygamber tarafından, hıfzedilmiş olduğunu ve O'nun kalbinde, değişmeyecek ve değiştirilemeyecek biçimde yer ettiğini tekid etmek için, ".. .kalbine..." demiştir. Cenâb-ı Hak bu hususu, maksadının da bu olduğunu beyan ettiği gibi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den sudur edecek olan inzâr ile de tekid etmiştir. İşte bundan ötürü, "İnzâr edicilerden olasın diye..." buyurmuştur. 2) Gerçek manada muhatab, kalbtir. Çünkü kalb, temyiz ve sınama merkezidir. Diğer uzuvlar ise onun emrine verilmiştir. Bunun delili, Kur'ân, hadis ve akıldır. Kur'an'dan delile gelince, bunlar pekçok ayet olup, bunlardan birisi mesela Cenâb-ı Hakk'ın Bakara sûresinde ki, "Çünkü O'nu, Sen'in kalbine indiren O'dur..." (Cebrail'dir)" (Bakara, 97) ayeti ile yine buradaki, "O'nu: Rûhu'l-emîn Sen'in kalbine indirmiştir" ayeti ve "Şüphesiz ki bunda aklı olan kimseler için elbette bir öğüt vardır" (Kaf, 37) ayetidir. İkincisi: Allahü teâlâ, cezayt hak etmenin, ancak kalbin işine bağlı olduğunu bildirerek, "Allah sizi yeminlerinizdeki "lağv" den dolayı sorumlu tutmaz. Fakat sizi kalblerinizin azmettiği yeminler yüzünden sorumlu tutar..." (Bakara, 225) "Onların ne etleri, ne kanlan hiçbir zaman Allah'a erişmez. Fakat sizden O'na (sadece) takva ulaşır"(Hac, 37) Takva ise kalbte bulunur, çünkü Allahü teâlâ, "Onlar Allah'ın takva için kalblerini imtihan ettiği kimselerdir" (Hucurat, 3) buyurmuştur ve, "Göğüslerde ne varsa onlardan derlenip toparlandığı zaman"(Adiyat, 10) buyurmuştur. Üçüncüsü: Cenâb-ı Hakk'ın, cehennemliklerin söylediğini naklettiği, "Eğer biz dinler, yahut aklımızı kullanır olsaydık, şu çılgın cehennem ehli için de bulunmazdık" (Mülk. 10) ayetidir. Aklın, kalbte olduğu, duymanın ile oraya havale edildiği malûmdur. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Çünkü kulak, göz, kalb... Bunların herbiri bundan mesuldür" (İsrâ. 36) buyurmuştur. Kulak ve gözden ancak onların kalbe ulaştıracağı şeylerden istifade edileceği malumdur. Binâenaleyh kaluk ile gözü sorumlu tutma, hakikatte kalbi sorumlu tutma olmuş olur. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Allah gözlerin hâin bakışını, göğüslerin gizleyeceği herşeyi bilir" (Mû'min. 19) buyurmuştur. Gözler ise, ancak baktığı zaman kalblerin sakladığı şeyi gizli tutarlar. Dördüncüsü: Cenâb-ı Hakk'ın "O sizi yaratan, size kulak, gözler ve gönüller verendir" (Mûlk. 23) ayetidir. Cenâb-ı Hak delilin ilzam ediciliğini bu üç şeye tahsis etmiş ve bu üç şeyin kendisine dua etmesi gerektiğini tedai etmiştir. Biz, kulak ve gözlerin o husustaki kalbin karar verebilmesi için, ancak kalbe ulaştırdığı şeyler hususunda takat ve mecallerinin bulunduğunu söyledik. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Andolsun ki, size bile vermediğimiz imkanlardan, biz onlara (nice) kudret vermiştik. Onlara kulaklar, gözler, gönüllerde vermiştik. Fakat ne kulakları, ne gözleri, ne gönülleri onlara hiçbir şeyle fayda vermedi"(Ahkâf, 26) buyurmuş ve bu üçünü, onları sükut etmeye mecbur kıldığı hüccetinin tamamlayıcısı kılmıştır. Ki bundan maksat kendisine, kulak ve gözlerin ulaştırdığı şeyde hükmedenin kalb olmasıdır. Beşincisi: Cenâb-ı Hak "Allah onların kalblerine kulaklarına ve gözlerine mühür basmıştır"(Bakara, 7) buyurmuş, ilâhî azabı bu üç şeye gerekli kılmıştır. Ve yine Cenâb-ı Hak, "Onların kalbleri vardır, bunlarla idrâk etmezler, gözleri vardır, bunlarla görmezler, kulakları vardır, bunlarla işitmezler... "(Araf, 179) buyurmuştur. Bu ayetin konumuza delil olan yönü şudur: Allahü teâlâ bu ayette, onlardan bütünüyle ilmi nefyetmeyi dilemiştir. Binâenaleyh şayet, ilim kalbte sabit olduğu gibi, kalbten başka Dir yerde de sabit olmuş olsaydı, ilâhî maksat tam yerini bulmuş olmazdı. Bu sebeple, bu ayetler ve benzerleri hepsi de ilzâm-ı hüccet (delil getirip susturma) ile maksûd olanın kalb olduğunu ifade etmektedirler. Biz daha önce kalb ile birlikte zikredilen kulak ve gözün zikredilişlerinin sebebinin görünenlerin ve duyulanların şekillerinin yerine getirilmesi hususunda kalbin iki organı olduğunu beyan etmiştik. Hadisten delile gelince, Numan İbn Beşir'in rivayet ettiği şu hadistir. O şöyle demiştir: Ben Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini duydum: "Dikkat, insanın bedeninde, iyi olduğunda bedenin tamamının da iyi olduğu, bozuk olduğunda da bedenin tamamının bozulduğu bir et parçası vardır ki, işte bu insanın kalbidir. 'Buhâri, İman, 39; Müslim, Müsâkat, 107 (3/1220). Akli delillere gelince bunlar şunlardır: 1) Kalb durduğunda, şayet diğer uzuvlar kesilecek olsa, bu kesilmenin farkına varılmaz. Ama kalb, çalışmaya başladığında, o uzuvların başına gelen bütün afetleri hisseder ve duyar. Binâenaleyh işte bu hadise, diğer uzuvların kalbe tabi olduğunu göstermektedir. Kalb, sevindiğinde veya üzüldüğünde diğer uzuvların durumunun değişmesi de bundan dolayıdır. İnsandaki diğer sıfatlar hususundaki hüküm de böyledir. 2) Kalb diğer uzuvlardan meydana gelecek olan, fiillere sevkeden iştiyak ve arzunun kaynağıdır. Bu iştiyaklar diğer fiillerin başlangıcı ve bunların kaynağı da kalb olunca, mutlak manada âmir olan da kalb olmuş olur. 3) Aklın merkezi kaynağı da kalbdir. Durum böyle olunca mutlak manada âmir olan da yine kalb olmuş olur. Bu üçüncü maddenin birinci mukaddimesine gelince, bu hususta münakaşa edilmiştir. Çünkü önceki alimlerden bir grup aklın kaynağının beyin olduğu, fikrine kail olmuşlardır. Bizim görüşümüzün delilleri ise şunlardır: a) Cenâb-ı Hak, "Onlar yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, bu sebeple düşünecek kalblere sahip olsunlar..." (Hac, 46) buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak, "onların kalbleri vardır, bunlarla idrak etmezler" (Araf, 179) ve "Şüphesiz ki bunda kalbi yani aklı olan... kimseler için elbette bir öğüt vardır" (Kaf, 37) buyurmuş, bu ayette aklın kaynağı ve merkezi olduğu için, akla kalb adını vermiştir. b) Allahü teâlâ ilmin zıdlarını da kalbe nisbet etmiştir. Çünkü o, "kalblerinde bir hastalık vardır" (Bakara. 10) ve "Allah kalblerine mühür bastı" (Bakara, 7) buyurmuştur. Müşrikler de, ".. .kalblerimiz perdelidir... "(Nisa, 155) demiş, Cenâb-ı Hak da, "Hayır, Allah onların kalbleri üzerine küfürleri yüzünden mühür basmıştr..." (Nisa, 155) buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak, "Münafıklar kalblerinde olanı kendilerine açıkça haber verecek, bir sûrenin tepelerine indirilmesinden daima endişe ederler" (Tevbe, 64), "Ağızlarıyla kalblerinde olmayanı söylüyorlardı..." (Al-i İmran, 167), "Hayır bilakis, onların kazanmakta oldukları kalblerini yenmiştir" (Tatfif. 14), "Kur'ân'ı İyiden iyiye anlamazlar mı? Daha doğrusu onların kalbleri üzerinde kilitler vardır" (Muhammed. 24) ve "Fakat hakikat şudur ki, (maddi) gözler kör olmaz, fakat sinelerin içindeki kalbler kör olur" (Hac 46) buyurmuştur. Binâenaleyh, bu ayetler bilmemenin ve gafletin yerinin kalb olduğunu göstermektedirler. Bu sebeple, aklın ve anlayışın yerinin de kalb olması gerekir. c) Biz, kendi kendimizi denediğimizde de ilimlerimizin kalb cihetinde olduğunu hissederiz. İşte bundan dolayıdır ki, bizden birisi iyice düşünüp çokça tefekkür ettiğinde, kalbinin sıkıştığını dadandığını ve hatta bundan dolayı elem duyduğunu hisseder. Bütün bunlar aklın merkezinin kalb olduğunu gösterir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, mükellef olanın da kalb olması gerekir. Çünkü teklif akıl ve anlama şartına bağlıdır. d) Kalb, meydana gelme bakımından uzuvların ilki, Ölüm bakımından da en sonuncusudur. Bunun böyle olduğu anatomi ilmi ile sabittir. Bir de kalb, bedenin ortası sayılan göğüs içinde bulunmaktadır. Hizmetçilerine muhtaç olan krallar, etbâı kendisini her taraftan sarsın, kuşatsın ve böylece de bütün kötülüklerden uzak olsun diye, idare ettikleri ülkenin orta kısımlarında yer alırlar. Aklın Beyinde Olduğunu Söyleyenler Aklın beyinde olduğunu söyleyenlerde, şu şekilde istidlal etmişlerdir: 1) Algılamanın, idrak etmenin aletleri olan duyu organları kalbe değil, beyne açılırlar. 2) İhtiyarî ve iradî hareketlerimizde vasıta durumunda olan sinirlerimiz, kalbe değil beyne açılırlar. 3) Beyne bir musibet geldiğinde akıl zedelenir. 4) Örfümüzde, bir kimsenin akıl noksanlığı ile tavsif edilmesi halinde herkes, o Kimse hakkında "Hafif beyinli, hafif kafalı..." der. 5) Akıl en kıymetti şeydir. Binâenaleyh onun bulunduğu yerin de en kıymetli yer olması gerekir. Yüksekte olan kıymetli olan demektir. Yüksekte olan ise kalb değil şeyindir. Öyleyse aklın yerinin beyin olması gerekir. Bunlardan birincisine şöyle cevap verilir: Duyu organlarının (algıladıkları) şeylerin neticesini, beyne ulaştırdıkları, daha sonra da beynin, o neticeleri kalbe ulaştırdığı niye söylenemesin? Böyle olması halinde bu demektir ki, beyin kalbin en yakın aleti, duyu organları ise, uzak olan aletleridir. O halde, bu demektir ki, duyu organları beyne beyin de akla hizmet etmektedir. Bunun gerçekliğini biz kendimizden ola çıkarak da anlayabilirz. Çünkü biz, falanca işin yapılması, falancanın da yapılmaması gerektiğini düşündüğümüzde, işte bu düşünme esnasında uzuvlarımız harekete geçer. Biz bu düşüncelerin beyin tarafından değil, kalb tarafından olduğunu hissederiz. İkincisine de şu şekilde cevap verebiliriz: Bu eserin neticenin kalbten beyne iletilmiş olması, daha sonra da beynin kendisinden çıkan sinirler vasıtasıyla o uzuvları harekete geçirmiş olması, uzak bir ihtimal değildir. Üçüncüsüne de şöyle cevap verebiliriz: Kalbin tesirinin diğer uzuvlara ulaşması için, beynin sağlam olmasının şart koşulması da uzak bir ihtimal değildir. Dördüncüsüne de şu şekilde cevap verebiliriz: Böyle bir örf, kalbin mizacının, özelliğinin, beynin burûdetinden (serinliğinden) istifade etmesiyle mutedil hale geldiği, için olmuştur. Binâenaleyh beyne onu mutedil olmaktan çıkarcak bir musibet geldiğinde, kalb de mutedil ve denge halinde olmaktan çıkar. Bu, ya beynin hararetinin olması gerekli olan miktardan fazla olması veya noksan olmasıyla olur. İşte bu durumda akıl zedelenir ve bozulur. Beşincisine de şöyle cevap verilir: Eğer onların dedikleri doğru olsaydı, o zaman aklın yerinin kafatası olması gerekirdi. Bu yanlış olduğuna göre, onların görüşlerinin yanlışlığı da sabit olmuş olur. Allah en iyi bilendir. Not: Bil ki, bizim kalbe mahsus olduğunu söylediğimiz bu keyfiyetler, bazan insanın sinesine (sadr), bazan da gönlüne (füad) nisbet edilmiştir. Bunların kişinin göğsüne nisbet edilmesine gelince, mesela Cenâb-ı Hak, "Göğüslerde ne varsa onlar da derlenip toparlandığında..."(Adiyât, 10), "(Allah bunu) göğüslerinizin içindekini yoklamak, ...için (yaptı). Allah göğüslerde olanı hakkıyla bilendir" (Al-i imran, 154) ve "De ki: Göğüslerimizin içinde olanı gizlesenizde, onu açıklasanız da Allah bilir onu..."(al-i imran, 29) buyurmuştur. Gönüle (fuad) gelince, bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz onların gönüllerini ve gözlerini (ters) çevirmiş ... bulunuyoruz..." (En'âm, 110) ayetinde ifade edilen husustur. Bazı kimseler, "kalb" ile "fuad"ın birbirinden ayrı şeyler olduğunu ileri sürerek "kalb" kendisini kuşatan et, ve yağ değil de, "fuad"ın (......) ortasında yer alan siyah noktacıktır. "Fuad" ise, onu çevreleyen et, yağ ve bu noktanın tamamıdır." derlerken, bazı kimseler de "kalb" ile "fuad"ın eşanlamlı iki lafız olduğunu söylemişlerdir. Her nasıl olursa olsun, bilinmesi gerekli olan bir husus vardır ki o da, "kalb" ve "fuad" adını alan uzuvda, gerçek manada aklın ve irade gücünün merkezi olan bir yerin bulunduğu ve diğer uzuvlar kalbin emrinde çalıştığı gibi, bu organın kütlesinin büyük kısmının da o yerin emrinde bulunduğudur. Çünkü kendisine nisbet edilen manalarda bir artış olmaksızın, bazan o uzvun parçaları çoğalır, -ki bu parçalar ile, aklı, sevinci ve kederi kastediyorum- bazan da bunlardan bir noksanlaşma olmaksızın, eksilir... Böylece de "kalb" ismi gerçekte bu manaların kendisine girdiği, o parçaların ismi olur; fuad ismi da, bu uzuvların toplamının tamamı olur. İşte bu konudaki sözümüz bundan ibarettir. Doğruya ileten ise Allah'dır. Cenâb-ı Hakk'ın "înzar edicilerden olasın diye" ifadesine gelince, "inzâr"ın içine ilim ve amel namına ne varsa her şeye davet etme ile, her türlü çirkinden men etme dahildir. Çünkü bu iki hususun tamamında ilâhî azabtan korkma Kur'ân'ın Arap Lisanı ile Olması Cenâb-ı Hakk'ın “manası açık, Arapça bir dil ile...” ifadesine gelince, bunun başındaki bâ harf-i cerri, ya kendinden önce geçmiş olan ifadesine taalluk eder. Buna göre mana “Sen manası açık, Arapça bir dil ile uyaranlardan olasın diye...” şeklinde olur. Ki bunlar, Hûd Salih, Şuayb, İsmail ve Muhammed (aleyhisselâm)'ler olmak üzere beş kişidirler. Yahut da ... ifadesine mütealliktir. Buna göre mana, “Onunla uyarasın diye Allah o Kur'ân'ı manası açık Arapça bir dil ile indirdi” şeklinde olur. Çünkü Cenâb-ı Hak o Kur'ân'ı şayet Arapça olmayan bir dille : a'cemi) indirmiş olsaydı o zaman o müşrikler Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, “Anlamadığımız şeyi de ne yapacak mışız?” derlerdi ve böylece de onunla inzârda bulunmak imkansız hale gelirdi. Bu izahta, “O Kur'ân'ı Sen'in ve kavminin lisanı olan Arapça ile indirmek, O'nu Sen'in kalbine indirmek demektir. Çünkü o Kur'ân'ı, hem Sen hem de kavmin anlamaktadır. Binâenaleyh, şayet Arapça olmasaydı, o zaman O Sen'in kalbine değil Sen'in kulağına inmiş olurdu... Çünkü Sen (bu durumda) manasını anlayamadığın bir takım harflerin seslerini duymuş olurdun” manası yatmaktadır. Cenâb-ı Hakk'ın “Şüphe yok ki o daha evvelkilerin kitablarında da vardır” ifadesine gelince, buradaki hû zamirinin, özellikle, (bu sûrede bahsedilen) haberlere ve kıssalara raci olması muhtemel olduğu gibi, bununla Kur'ân'ın sıfatının, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sıfatının veyahutta bütün inzar ve uyarma şekillerinin kastedilmiş olması da muhtemeldir. Çünkü bütün bu şeylerin hepsi de, (bu zamire merci teşkil edecek bir biçimde), daha önce geçmişti... Benî İsrail Alimleri ve Kur'an 197Âyetin tefsiri için bak:202 198Âyetin tefsiri için bak:202 199Âyetin tefsiri için bak:202 200Âyetin tefsiri için bak:202 201Âyetin tefsiri için bak:202 202"İsrailoğulları bilginlerinin bunu bilmesi de onlar için bir alâmet değil miydi? Biz O'nu Arapça bilmeyenlerden birine indirseydik de, onlara karşı bunu okusaydı yine buna iman edici kimseler değillerdi onlar. Biz (küfrü) o günahkârların kalbine öyle bir sokduk ki, o pek çetin azabı görecekleri (ana) kadar onlar bu (Kur'ân'a) inanmazlar. İşte bu (azab) onlara kendileri de farkında olmayarak ansızın gelecektir...". Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın "İsrailoğulları bilginlerinin bunu bilmesi..." ifadesiyle, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetine ve O'nun bu hususta doğru sözlü olduğuna dair ikinci bir delilin getirilmesi kastedilmiştir. Ki bunun izahı şöyle yapılabilir: İsrailoğullarından bir grup alim müslüman oldular ve kendisinde Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sıfat ve vasıflarının geçtiği Tevrat'ta ve İncil'de bazı yerlerin bulunduğunu açıkça ifade ettiler. Kureyş müşrikleri, (zaman zaman) yahudilere başvuruyor ve bu haberleri onlardan öğreniyorlardı. İşte bu durum, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bir nebî oluşunun açık bir delilidir. Zira ilâhî kitapların, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in vasfı ve niteliği hususunda, birbirine mutabık olmaları Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nebi olduğuna kesinlikle delâlet etmektedir. Bil ki, bu ifadede geçen (......) kelimesi mansûb olarak haberi, ifadesi de ismi olarak (......) kelimesi müzekker olmak üzere bu şekilde okunmuştur. Burada geçen "ayet" sözünün isim; ifadesinin de haber kabul edilerek, fiil müennes olarak (tekun) şeklinde de okunmuştur. Bu ikinci okuyuş birinci okuyuş gibi değildir. Çünkü burada, bu okuyuşa göre, nekire olan kelime isim, marife olan ise, haber olarak vaki olmuştur... Fiilin " ayet" kelimesinin haber olarak mansûb okunması halinde de, müennes gelmesi caizdir. Bu tıpkı (En'am, 23) ayeti gibidir. Arap Olmayan Birine Kitap Gelseydi Cenâb-ı Hakk'ın "Biz O'nun, Arapça bilmeyenlerden birine indirseydik de..." ifadesine gelince, bil ki Allahü teâlâ yukarda bahsedilen o iki delil ile, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetini ve lehçesinin doğruluğunu beyan edince, bundan sonra da o kafirlere aklî ve naklî delillerin fayda vermeyeceğini beyan buyurarak, "Biz O'nu, Arapça bilmeyenlerden birine indirseydik de..." buyurmuştur. Yani, "Biz bu Kur'ân'ı, apaçık Arapça bir dil ile, Arabolan bir adama İndirdik. Onlar O'nu dinlediler, onlar O'nu anladılar, onlar O'nu fasih olduğunu bilediler ve misli olan bir ifade ile karşı konulamayan bir kelam olduğunu iyice kavradılar..." demektir. Cenâb-ı Hakk buna, eski semavi kitabların da, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olduğuna dair müjdesini eklemiş, "Ama buna rağmen onlar yine Kur'an'a iman etmemişp'nu inkâr etmişler; O'nu bazan şiir, bazan da sihir olarak adlandırmışlardır. Binâenaleh şayet biz O Kur'ân'ı Arapça bilmeyen kimselere de indirmiş olsaydık, onlar da yine onu inkâr eder ve inkârlarına, hileli yollarla mazeretler bulmaya çalışırlardı..." demek istemiştir. Daha sonra da "Biz (küfrü) o günahkarların kalbine öyle bir sokduk ki..." buyurmuştur ki bu, "böylesi bir sokuşla, o Kur'an'ı mücrimlerin kalbine sokduk... O'nu onların kalblerine işte böylece yerleştirdik ve böylece karar kıldırdık... Onlara her ne yapılırsa yapılsın onların üzerlerinde yürüyüp gittikleri inkâr ve sapıklıklarını değiştirmeleri mümkün değildir..." demektir. Bu da, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i teselli eden ayetler zincirindendir. Çünkü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) onların küfürde İsrar ettiklerini anlayıp ve ezeli hükmün bu şekilde cereyan ettiğini bilince, onların iman edeceklerini ümit etmez. Nitekim darb-ı meselde, "ümitsizlik, iki rahatlıktan birisidir" denilmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın "Biz (küfrü) o günahkârların kalbine öyle bir sokduk ki..." ifadesi her şeyin Allah'ın kaza ve yaratmasıyla olduğuna delâlet eder. Keşşaf sahibi şöyle der: "Allah, bu âyetle, bu yalanlama onların kalblerinde öylesine yer alıp kökleşti ki adeta yaratılmış bir şey gibi oluverdi..." manasını kastetmiştir." Buna şu şekilde cevap verebiliriz: Cenâb-ı Hakk bunlarda, ya yalanlamayı doğruluğa, tercih etmeyi gerektiren bir şey yapmıştır, yahutta onlar da böyle bir şey yapmamıştır. Eğer birincisi olursa; biz, En'am Sûresi'nde tercihin vücub, noktasına varıp dayanmadığı sürece tahakkuk etmeyeceğine işaret etmiştik ki, bu durumda maksat hasıl olmuş olur. Yok, eğer bunlarda, tercihi gerektirecek olan herhangi birşeyi asla yapmamışsa, o zaman da Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz (küfrü) o günahkârların kalbine öyle bir sokduk ki..." demesi imkansız olur. Bu tıpkı, kuşun uçmasının onların küfürleriyle uzaktan ve yakından alakalı olmadığı zaman bu küfürlerinin o kuşun uçmasına isnad edilmesinin imkânsız oluşu gibidir. Keşşaf sahibi şöyle der: "Şayet sen, "Cenâb-ı Hakk'ın "Biz (küfrü) o günahkârların kalbine öyle bir sokduk ki..." ifadesine göre O'nun "bu (Kur'an'a) inanmazlar" ifadesinin konumu nedir..." dersen, ben derim ki: Bunun konumu onu izah eden ve açıklayan bir konumdur. Çünkü bu ifade onu beyan etmek ve onların kalblerindeki inkarı tekit etmek için getirilmiştir. Böylece Cenâb-ı Hak bu ifadeyi "Onlar, Allah'ın vadettiği azabı bizzat gözleriyle görünceye kadar o Kur'ân'ı yalanlamayı sürdürürler..." şeklindeki manayı anlatıp ortaya koyan şeyin peşinden getirmiştir. 203Âyetin tefsiri için bak:209 204Âyetin tefsiri için bak:209 205Âyetin tefsiri için bak:209 206Âyetin tefsiri için bak:209 207Âyetin tefsiri için bak:209 208Âyetin tefsiri için bak:209 209"Bize bir mühlet verilir mi?.." diyeceklerdir. Onlar, hâlâ azabımızı çabuklaştırmak mı istiyorlar? Şimdi sen bana haber ver: Biz onları senelerce yaşatıp faydalandırsak da, sonra kendilerine tehdid olunageldikleri çatıverse, o yaşayıp faydalandıkları (yıllar) kendilerini kurtarabilir mi? Biz hiçbir memleketi ona öğüt vermek üzere inzâr ediciler göndermedikçe, helak etmedik... Biz zulmedenler değiliz". Bil ki Allahü teâlâ, onların, o elîm azabı görünceye kadar, iman etmeyeceklerini ve onlara o azabın ansızın geleceğini beyan edince, bunun peşinden işte bu esnada onlardan bir tehassür ve nedanet şeklinde sudur edecek olan ifadeyi getirmiş ve kurtulmanın imkansız olması halinde, kişinin yardım istemesi gibi "Bize bir mühlet verilir mi?.." diyeceklerini belirtmiştir. Çünkü onlar, ahirette, sığınılacak bir yerin bulunmadığını biliyorlar; ancak ne var ki onlar, bu sözü rahatlamak için söylemişlerdir. Cenâb-ı Hakk'ın "Onlar hâlâ, azabımızı çabuklaştırmak mı istiyorlar?.." ifadesine gelince bu, ilâhî izaba gelirken, onların durumunun, iki hareket tarzının farklı olduğunu anlayıp, böylece de ibret almaları için, kendisinden "mühlet" istemeleri olması gerekirken, onların dünyada iken o azabı hemencecik istemiş olmaları olduğunu beyan buyurmuş; sonra da yalanlarcasına ilahi azabın hemencecik gelmesini istemenin onlardan, dünyada faydalansınlar diye sadır olduğunu, ancak ne var ki bunun bir cehalet olduğunu açıklamıştır. Bu böyledir. Çünkü dünya nimetlerinden yararlanma süresi, azdır ve sonludur. Bundan sonra (ahirette) meydana gelecek azabın müddeti ise, sonsuzdur. Sonlu ve kısa ömürlü olan lezzetleri sonsuz elem ve acılara tercih etmek ise aklen caiz (doğru) değildir. Meymun b. Mihran'dan tavaf yaparken Hasan el-Basrî'ye rastladığı ve ona "bana va'z-u nasihat et" dediği, Hasan el-Basrî'nin ise sadece bu ayeti okuduğu; bunun üzerine Meymun un, "yemin olsun ki hakkıyla va'zettin" dediği rivayet edilmiştir. Ayetteki fiil, şeddesiz olarak şeklinde de okunmuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak kendilerine hüccetler ve deliller getiren inzarcı bir peygamber bulunmadan, hiçbir beldeyi helak etmediğini beyan etmiştir. Ayetteki (zikrâ) ifadesi hakkında Keşşaf sahibi, "bu kelime, "tezkireten" (bir va'z-u nasihat) manasında olmak üzere mansubtur. Bu, ya (......) ve (......) (inzar etti hatırlattı) fiillerinin manaca birbirlerine yakın olmalarından ötürüdür ki buna göre sanki denilmek istenmiştir, ya "munzirûne" deki zamirden haldir, ki buna göre, "onlar onları, hatırlatıcılar olarak inzâr ederler" demek olur, yahut "onlar vaz'u nasihat ve hatırlatma ile onları inzar ederler" manasında olmak üzere mef'ûl-ü leh'dir, veyahutta bu ifade, "bu bir hatırlatmadır" manasında olmak üzere, mahzuf mübtedanın haberi olarak merfudur veya cümle-i i'tiradiyyedir, yahut "onlar, hatırlatıcı olan inzarcılardır" manasında olmak üzere, "münzirune"nin sıfatıdır. Peygamberler hatırlatma va'zu nasihat işine çok önem verip, bunun üstünde durdukları için, sanki bizzat "zikra" (hatırlatma) nın kendisi kabul edilmişlerdir." Bir başka izah da şöyledir: Zikra kelimesi, mef'ul-ü leh olarak fiili ile alâkalı olmasıdır. Buna göre mana, biz onları helak etmemiz, başkaları için bir zikra (hatırlatma) olsun ve böylece de onlar gibi isyan etmesinler diye, zalim kavmin beldelerini, ancak kendilerine inzarcılar göndermek suretiyle onlara delillerimizi anlatıp onları susturduktan sonra, helak ettik" şeklindedir. "Biz zulmedenler olmadık" ki, zalim olmayan bir avmi helak edelim. İşte kendisine dayanılacak olan izah budur. Buna göre eğer sen, edatından sonra, (......) (hicr, 4) ayetinde vâv getirildiği halde, bu ayette niçin getirilmemiştir" dersen, ben derim ki: "Aslolan, vâvın getirilmemesidir. Çünkü bu cümle, "karye"nin sıfatıdır. Ama vâv getirilmişse, bu da sıfatı mevsufa iyice bağlamak içindir. 210Âyetin tefsiri için bak:213 211Âyetin tefsiri için bak:213 212Âyetin tefsiri için bak:213 213"Onu, şeytanlar indirmedi. Bu, onlara hem yakışmaz hem onlar buna (esasen) güç de yetiremezler. Şüphe yok ki onlar, meleklerin sözünü dinlemekten kesinlikle uzaklaştırılmışlardır. Sakın, Allah ile beraber diğer bir tanrı daha çağırma. Sonra azablandırılmışlardan olursun". Bil ki Allahü teâlâ, Kur'ân'ı, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiş olması bakımından, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğruluğuna delil getirip, bu da Kur'ân'daki sonsuz fesahattan ve Hazret-i Muhammet (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hiç öğrenimde bulunmadan ve başkalarından istifade etmeden, Kur'ân-ı Kerim'den, geçmiş milletlerin kıssaları hususunda, diğer semavi kitaplardakine tam tamına uygun olarak haber vermesi sayesinde anlaşılıp, kâfirler de: "Niçin bu, kâhinlere inen ve gelen diğer şeyler gibi cin ve şeytanların likası (haber verip getirmesi) ile olmasın deyince Allahü teâlâ işte buna şöyle cevap vermiştir: "Bu iş, şeytanlar için kolay yapılacak birşey değildir, çünkü onlar, atılan ateşlerle ve semavî fişeklerle kovalanmışlar ve gök ehli meleklerin sözlerini dinlemekten uzaklaştırılmışlardır. Birisi şöyle diyebilir: Şeytanların bu işten, yani meleklerin sözünü dinlemekten alıkonulduklarını bilmek, ancak sâdık peygamberin haber vermesiyle bilinebilecek bir husustur. Binâenaleyh Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, iddiasında doğru olduğunu, Kur'ân'ın fesahati ve gaybtan haber verişiyle isbat edip, Kur'ân'ın fesahatinin ve gaybtan haber verişinin bir mucize oluşunu isbat etmek ise, ancak şeytanların bu işten menolundukları sabit olduğu zaman mümkün olunca, devr-i fasit (mantıkta, neticenin, mukaddimelerden biri olarak kullanılması) gerekir. Bu ise, bâtıldır." Buna şu şekilde cevap verilir: "Şeytanların bu işten alıkonulduklarını bilmenin, ancak Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in haber vermesi ile olacağını kabul etmiyoruz. Çünkü biz, sâdık (doğru) olanın şânına verilen değerin, düşmanın şânına verilen değerden daha fazla olduğunu zarurî olarak biliyoruz. Yine, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, şeytanlara lanet ettiğini, insanlara, onlara lanet etmelerini emrettiğini de kesin olarak bilmekteyiz. Binâenaleyh eğer, böylesi gaybî bilgiler, eğer şeytanların haber vermesi, ilkâ etmesi sayesinde olsaydı, kâfirler böyle bir bilgiyi haydi haydi elde ederlerdi. Bu sebeple de, kâfirlerin böylesi şeylere, öncelikle kadir olmaları gerekirdi. Binâenaleyh durum böyle olmadığına göre, şeytanların bu işten engellendiklerini ve gaybı bilmekten uzak olduklarını bilmekteyiz. Cenâb-ı Hak bu cevabı verdikten sonra, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hitaben "sakın, Allah ile beraber diğer bir tanrı daha çağırma" buyurmuştur, Aslında bu hitab, başkaları nadir. Çünkü hikmet sahibi olan zat, başkasına te'kidli bir şekilde hitab etmek istediğinde, bu hitabia maksad esasen hitab edilenin tabileri ise de, zahiren bu hitab, idareci durumunda olanlara yöneltilir. Bir de Cenâb-ı Hak peşisıra, buna uygun olan hususları bildirmek için, bu ifadeyi ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hitaben getirmiştir. 214Âyetin tefsiri için bak:220 215Âyetin tefsiri için bak:220 216Âyetin tefsiri için bak:220 217Âyetin tefsiri için bak:220 218Âyetin tefsiri için bak:220 219Âyetin tefsiri için bak:220 220"Sen, önce en yakın akrabalarım inzar et. Mü'minlerden sana tabî olanlara, kanat ger. Eğer sana isyan ederlerse de ki: "Ben, gerçekten sizin yaptıklarınızdan berîyim. Sen, o mutlak gâhb, o çok merhametli Allah'a güvenip dayan. O, kıyam ettiğin vakit seni ve secde edenler arasında dolaşmanı görür. Çünkü hakkıyla işiten, hakkıyla bilen O'dur". Bil ki Allahü teâlâ, önce Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i alabildiğine teselli edip, ikinci olarak O'nun peygamberliğine dair hüccetler getirip, üçüncü olarak da inkarcıların sorularını ve şüphelerini zikredip, gerekli cevaplarını verince, bundan sonra Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, tebliğ ve peygamberliği ilgilendiren şeyleri emretmişte. Bunlar, şu üç şeydir: 1) "Sen, önce en yakın akrabalarını inzâr et" emrinin anlattığı husustur. Allahü teâlâ, işe önce Hazret-i Peygamber'den başlayıp, onu, Kendisinin yanısıra bir başka tanrıya ibadet etmesi halinde tehdit etmiş ve sonra O'na, kendisine derece derece yakın olanları bu işe (dine) davet etmesini emretmiştir. Bu böyledir, çünkü insan işi önce kendisi sıkı tutar, sonra akrabalarını yakınlık derecelerine göre bu işe davet ederse, hiç kimsenin bu hususta bir tenkidi olamaz, söylediği söz son derece faydalı, hükümleri alabildiğine geçerli ve tesirli olur. Rivayet olunduğuna göre, bu ayet nazil olunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Safa Tepesi'ne çıkmış ve oradan kendisine derece derece yakın akrabalarına seslenerek, "Ey Abdulmuttaliboğulları, Ey Haşimoğulları, Ey Abdimenâfoğulları, Ey Muhammed'in halası Safiyye, ben, sizin için, Allah'dan gelecek hiçbir şeye mâni olamam. Fakat benden, istediğiniz kadar mal isteyiniz" demiştir." Yine rivayet olunduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Abdulmuttalib oğullarını toplamıştı. Onlar o gün kırk kişi idiler ve her birinin bir koyunu ve bir çanak sütü vardı. O adamlardan her biri, koyunu ve çanaktakini yiyip içiyorlardı. Onlar, bunları yiyip bitirince Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) söze başlayıp, "Ey Abdulmuttalib oğulları, şu dağın arka eteğinde düşman süvarisi var" desem, bana inanır mısınız?" dedi. Onlar, "evet" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "o halde, sizi şiddetli bir azab gelmezden önce uyaran, ikâz eden bir peygamberim" dedi. 2) Bu, "Kanat ger" emrinin anlattığı husustur. Bil ki kuş, konmak için aşağıya doğru süzülmek istediğinde, kanatlarını büker ve yumar. Fakat uçmak istediğinde, kanatlarını açar ve çırpar. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, kuşun iniş esnasında kanatlarını kapamasını, tevazu ve yumuşaklıktan bir teşbih, bir darb-ı mesel kılmıştır. Eğer, peygambere uyanlar, mü'minler olduğu halde aksi de yine böyle iken, daha niçin Cenâb-ı Hak, "mü'minlerden sana tabî olanlara... "demiştir?" denilirse, buna şu şekilde cevap veririz: "Biz, Peygamber'e uyanların sadece mü'minler olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü akrabalarından da pek çoğu, peygambere din için değil, akrabalık ve neseb sebebiyle uyuyorlardı. Ayetteki, "Eğer sana isyan ederlerse de ki: "Ben, gerçekten sizin yaptıklarınızdan berîyim" ifadesinin manası açıktır. Cübbâî şöyle der: "Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, onların günahlarında, beri olduğuna delâlet eder. Bu aynı zamanda, Allahü teâlâ'nın da, Peygamberi gibi, onların amellerinden ben olmasını gerektirir. Aksi halde peygamber, Allah'a ters düşmüş olur. Bu tıpkı, Peygamberin, Allah'ın gazabına uğramış kimselerden razı olması halinde, bu duruma düşmesine benzer. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, onların amellerinden bert olunca, o amelleri yapan (yaratan) ve irade eden daha nasıl Allah olabilir?" Buna şu şekilde cevap veririz: "Allah'ın, onların günahlarından berî oluşu, onları emretmeyip, aksine nehyetmesi manasındadır. Cenâb-ı Hakk'ın, o masiyetleri irade etmemiş olması meselesini ise kabul etmiyoruz. Bunun delili şudur: "Allahü teâlâ, onlardan bu masiyetlerin sâdır olacağını biliyordu. Allahü teâlâ'nın, olacağını bildiği şey ise mutlaka öyle olur. Aksi halde, Allah'ın ilmi, cehalete dönüşmüş olur ki bu imkânsızdır. İmkânsıza götüren şey de imkânsızdır. Olması muhakkak olan şeyin, olmaması murad edilmez. Binâenaleyh biz (ehl-i sünnetin) dediği şey sabit olur. 3) Bu "Güvenip, dayan"emrinin anlattığı husustur. Tevekkül, kişinin işini, o işi yapabilecek ve kendisine fayda ve zarar verebilecek kimseye bırakması demektir. Ayetteki, ifadesi, "izzeti, kudreti ile düşmanlarını ezecek, rahmeti ile, onlara karşı sana yardım edecek Zât'a güven" demektir. Cenâb-ı Hak daha sonra, rahim olduğunu bildirmesinin peşinden, bu rahmetin sebebi gibi olan hususu belirtmiştir. Bu da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kıyam edişi (gece kalkıp namaz kılışı) ve secde edenler arasında dolaşmasıdır. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır: a) Bununla, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gecenin bir yarısında teheccüd namazı için kalkıp, çalışıp çabalayan, din için uğraşan mü'minlerin hallerine muttali olmak için, araştırmak üzere, onlar arasında (evleri arasında) dolaşması kastedilmiştir. Nitekim rivayet olunduğuna göre, gece namazının farziyeti neshedilince, sahabe-i kiram'ın taatlere karşı çok sevgisinden ötürü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onların ne yaptıklarını görebilmek için, O gece ashabın evleri arasında dolaştı ve o evleri, onlardan duyduğu zikrullah seslerinden ötürü, "arı kovanı" gibi buldu. Ayetteki "secde edenler" ifadesi ile namaz kılanlar kastedilmiştir. b) Bunun manası şöyledir: "Allah seni, insanlarla birlikte cemaat halinde namaz kılmaya kalktığında görür." Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in secde edenler arasında dolaşması da, onların imamı olduğu için, kıyamı, rükû'u, secdesi ve oturuşu ile, onlar üzerindeki tasarrufu manasınadır. c) Bu, "sen, dini işleri yerine getirme ve bu hususta yetme hususunda, ne zaman kalkar ve secde edenlerle dönüp dolaşır, çabalarsan, bu halin Allah'a gizli değildir" demektir. Namazda Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Arkayı Görmesi d) Bununla, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, arkasında namaz kılanlara gözünün takılması kastedilmiştir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Rükunuzu ve secdeniz tam yapın. Allah'a yemin ederim ki, şüphesiz sizi, arkamda iken de görürüm' Buhâri, Salât, 40; Müslim, Salât, 110 (1/519).buyurmuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak "Çünkü hakkıyla işiten, hakkıyla bilen O'dur" buyurmuştur. Bu, "O, senin söylediklerini hakkıyla duyan, niyet edip yaptıklarını hakkıyla bilendir" demek olup, Cenâb-ı Hakk'ın semî olmasını, duymak suretiyle bildiği şeylerden başka birşey olduğuna delâlet eder. Aksi halde, "alîm" lafzı, zaten bu manayı ifade etmektedir. Bil ki, (......) ifadesi, nükallibüke şeklinde de okunmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Ecdadının Mü'min Oldukları Bil ki râfizîler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dedelerinin mü'min oldukları görüşündedirler. Onlar bu hususta hem bu ayete, hem bir hadise tutunmuşlardır. Bu ayet hakkında, şunu demişlerdir: “Ayetteki, “secde edenler arasında dolaşmanı görür” ifadesi, sizin ileri sürdüğünüz manalara gelebileceği gibi, bizim dediğimiz şekilde, bununla, “Allah, O'nun ruhunu bir secde edenden, diğer bir secde edene taşımış, dolaştırmıştır” manasının kastedilmiş olması da muhtemeldir. Bütün bu manalar muhtemel olunca, bunlar arasında bir tezâd ve bir üstünlük bulunmaması gerekteği için, ayeti bu manalardan hepsine de hamletmek gerekir.” Bu râfizîlerin hadisten delilleri ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in “Ben, hep temiz erkeklerin sulbünden, temiz kadınların rahimlerine aktarılıp durdum” şeklindeki sözüdür. Halbuki kâfir olan her insan, “Müşrikler ancak pisliktirler” (Tevbe, 28) ayetinden ötürü, pistir. Râfizîler sözlerine şöyle devam ederler: “Bu inancımızın yanlışlığına, “Hani İbrahim babası Âzer'e, “putları ilah mı ediniyorsun?” demişti” (En-âm. 74) ayetini delil getirirseniz, biz deriz ki: Buna şu şekilde cevap verilir: “Baba kelimesi bazan “amca” için de kullanılır. Yine Hazret-i Yakûb'un oğulları, Yakûb (aleyhisselâm)'a “Senin ilâhına, babaların-dedelerin İbrahim, İsmail ve Ishak'ın ilahına ibadet ederiz” (Bakara, 133) diyerek, İsmail (aleyhisselâm), amcası olmasına rağmen, “baba”sı olarak saymışlardır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, amcası Abbas'ı kastederek, “Babamı bana getirin” Kenzu'l-Ummâl, 10/30195. demiştir. Yine putları ilah edinen bu kimsenin, Hazret-i İbrahim'in annesinin babası olması da muhtemeldir. Çünkü Arapça'da buna da baba denir. Zira Cenâb-ı Hak, “Onun zürriyetindendir, Dâvud, Süleyman ...ve İsâ” (En'am. 84) buyurarak, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), ana tarafından onun dedesi olmasına rağmen, İsa (aleyhisselâm)'yı İbrahim (aleyhisselâm)'in zürriyetinden saymıştır. Bil ki biz (ehl-i sünnet) bu hususta, Hak teâlâ'nın, “Babası, Âzer'e...” ayetine tutunmaktayız. Râfizîlerin söyledikleri ise, lafzı, zahirî manasından çıkarıp, mecazî mana vermektir. Onların, “Secde edenler arasında dolaşmanı” ayeti hakkında söyledikleri, “Bunu bütün manalara hamletmek gerekir” şeklindeki görüşleri mümkün değildir. Çünkü birkaç manaya gelebilen bir lafzı, aynı anda bütün manalarına birden hamletmenin caiz olmadığını beyân etmiştik. Râfizîlerin hadisden delillerine gelince, bu haber-i vâhid olup, Kur'ân'a muâraza edemez. Şeytanın Kâhinler ve Yalancılarla Münasebeti 221Âyetin tefsiri için bak:223 222Âyetin tefsiri için bak:223 223"Şeytanların kimlerin üzerine indiğini size bildireyim mi? Onlar, her günahkâr yalancının tepesine inerler. Onlar, onlara duyduklarını anlatırlar ve onların çoğu yalancıdırlar.". Bil ki Allahü teâlâ, onların önceden ileri sürdükleri şüpheyi tekrar edip, buna şu iki şekilde cevap vermişdir: 1) "Onlar, her günahkâr yalancının tepesine inerler" diye... Bu, daha önce de anlattığımız şu hususun aynısıdır: Kâfirler, şeytana itaata davet ederler, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, şeytana, lanete ve ondan uzaklaşmaya davet eder. 2) "Onlar, şeytanlara kulak verirler ve onların çoğu yalancıdırlar" diye... Bununla, "Onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in durumunu, kâhinlerin durumuna kıyas ediyorlardı. İşte bundan ötürü onlara sanki şöyle denilmektedir: "Eğer bu durum, sizin söyledğiniz gibi olsaydı -ki, kâhinlerin genel halleri, yalancı oluşlarıdır- Peygamberin durumunun da böyle olması gerekirdi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, gayba ait haberlerinde doğruluğundan başka birşey ortaya çıkmadığına göre, O'nun durumunun kâhinlerinkine benzemediğini ve onların durumunun aksine olduğunu anlamış bulunmaktayız" manası kastedilmiştir. Müfessirler bu ayet hakkında şu izahları yapmışlardır: a) Burada bahsedilenler şeytanlardır. Rivayet olunduğuna göre şeytanlar, (göklerde) taşlanarak melekleri dinlemekten menolunamazdan önce, mele-i a'la'daki konuşmalara kulak verip dinliyor ve oradakilerin haberdâr oldukları gayblar hakkında, o meleklerin konuşmalarından bazılarını duyuyor, kapıyor, sonra da bunu kendi dostlarına ulaştırıyorlardı. Dostlarına ulaştırdıkları şeylerin çoğunda yalan söylüyorlardı. Çünkü o şeytanlar, duymadıkları şeyleri de, duyduklarına katıp tostlarına söylüyorlardı. b) Onlar, meleklerden duyduklarını aynen dostlarına ulaştırıyorlardı. c) "Effâk", (yalancılar), duyduklarını şeytanlara söylüyor, şeytanlar da kendi duyduklarını onlara haber veriyorlardı. d) "Effak", (yalancı kâhinler), şeytanlardan duyduklarını, insanlara söylüyorlardı. Halbuki o kâhinlerin çoğu yalancıdır, şeytanların kendilerine söylemedikleri şeyleri de, şeytanlar söyledi diye iftira edip, söylüyorlardı. İmdi, eğer, "Ayetteki (......) kelimesinin i'rabtaki yeri nedir?" dersen, derim ki: Bunun, hâl olmak üzere, mahallen mansub olması ve "duyduklarını söyleyerek inerler" manasında olması mümkün olduğu gibi, "effâk"in sıfatı olarak, mahallen mecrûr olması da mümkündür. Çünkü (......) ifadesi de cemi manasındadır. Bunun müste'nef bir cümle olarak irabdan mahalli olmayan bir kelime olması da muhtemeldir. Bunun, müste'nef bir kelime olması da muhtemeldir. Buna göre sanki birisi, "O şeytanlar, yalancılara niçin geliyorlarmış?" demiş de, cevaben, "şöyle şöyle yapmak için" denilmiştir. Eğer, "Cenâb-ı Hak, onların herbirinin yalancı olduklarını bildirdikten sonra, daha niçin, "Onların çoğu yalancıdır" buyurmuştur" denilirse, ben derim ki: "Effâk, hep yalan söyleyen manasında değil, çoğu zaman yalan söyleyen demektir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, onların cinlerden-şeytanlardan naklettikleri şeyler hususunda, söyledikler sözlerinin bazısının doğru olduğunu, ama çoğunun bir iftira olduğunu bildirmiştir. 224Âyetin tefsiri için bak:227 225Âyetin tefsiri için bak:227 226Âyetin tefsiri için bak:227 227"Şairlere gelince, onlara da sapıklar uyar. Onların her sahaya daldıklarını ve gerçekten hep yapmayacakları şeyleri söylediklerini görmüyor musun? Fakat bunlardan, ancak imân edip sâlih amelde bulunanlar, Allah'ı çok zikredenler ve zulme uğratıldıktan sonra öçlerini alanlar böyle değildir. O zulmedenler yakında hangi inkalab (değişim) ile sarsılacaklarını görecekler.". Bil ki kâfirler, "Şeytanların, kehâneti kâhinlere; şiiri de şairlere ilham edip, vermeleri gibi; Kur'ân'ı da Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e getirdiğini söylemek niçin mümkün olmasın?" deyip, Cenâb-ı Hak da, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) le kâhinler arasındaki farkı ortaya koyunca, bu ayetlerde de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile, şairler arasındaki farkı gösteren şeyleri bildirmiştir. Bu fark da, şairlere, genelde azıp-sapanların tâbi olmuş olmalarıdır. Cenâb-ı Hak daha sonra bu azıp-sapmayı, şu iki hususla izah etmiştir: 1) "Onlar, her sahaya dalarlar" diye... Bununla, onları takibettikleri çeşitli yollar kastedilmiştir. Bu tıpkı senin, "Ben bir vadide, sen bir vadide..." demen gibidir. Çünkü o şâirler, bazen bir şeyi zemmettikten sonra medhedebilirler veya aksini yapabilirler. Yine onlar, birşeyi küçümseyip değersiz olduğunu söyledikten sonra, aynı şeyi yüceltip saygı da duyabiliyorlar veya aksini yapabiliyorlar. Bu ise, onları şiirleri ile, hak ve doğruluğu elde etme peşinde olmadıklarını gösterir. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in durumu ise, bunun tam aksinedir. Çünkü işin başından sonuna kadar, hep aynı çizgide, yani Allah'a çağırma, âhirete teşvik etme ve dünyaya yönelmemeye davet etme çizgisinde devam etmiştir. Yapmadıklarını Söyleyen Şairler 2) Onlar, hep, yapmayacakları şeyleri söylüyorlar" diye... Bu da, dalâlet işaretlerindendir. Çünkü onlar, bazan cömertliğe teşvik ediyor, bazan cömertlikten yüz çevirtiyor; bazan cimriliğe teşvik ediyor, bazan ise, ondan nefret ettiriyor; bazan insanları, atalarından çıkmış ufacık bir kusur ile tenkid ediyor, ama kendileri daha büyüğünü yapıyorlar. Bu da onların, azıp-sapmalarına delâlet eder. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelince, O, işe önce kendisinden başlamıştır. Çünkü Cenâb-ı Hak ona, "Sakın Allah ile beraber diğer bir tanrı daha çağırma. (Sonra) azablandırılanlardan olursun" (Şuara, 213) demiştir. Daha sonra da oymak oymak akrabalarına dini tebliğ etmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak O'na, "Sen (önce) aşiretini uyar" (Şuara, 214) diye emretmiştir ki bütün bunlar, o şairlerin yollarına benzemez. Bu anlattıklarımız ile, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in durumunun, o şâirlerinkine benzemediği ortaya çıkar. Cenâb-ı Hak daha sonra, işte Hazret-i Peygamber ile şâirler arasındaki farkı anlatmak için, şâirlerin bu kötü özelliklerini sayınca, şu dört vasfı taşıyan şâirleri, bunlardan istisna etmiştir: 1) "İman, bu "iman edenler müstesna" cümlesi ile anlatılmıştır. 2) Amel-i sâlih. Bu da ayette "sâlih amelde bulunanlar" cümlesi ile anlatılmıştır. 3) Bunların şiirlerinin, tevhid, nübüvvet ve insanları hakka davet hususlarında olması... Bu da, "Allah'ı çok zikrederler" cümlesi ile anlatılmıştır. 4) Kendilerini hicvedenlere karşılık vermeleri durumu dışında, hiç kimseyi hicvetmemeleri... Bu da, "zulme uğratıldıktan sonra öçlerini alanlar böyle değildt" cümlesi ile anlatılmıştır. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Allah, çirkin sözün alenen söylenmesini sevmez, zulme uğrayanlardan olursa bu müstesna". (Nisa, 148) buyurmuştur. Hem sonra bu hususta şart olan, tecavüzü haddi aşmayı bırakmaktır. Çünkü Cenâb-ı Allah, "Kim size karşı haddi aşarsa, siz de tıpkı onların haddi aşmaları kadar ona karşı koyun (haddi aşın)" (Bakara, 194) buyurmuştur. Ayetteki, bu istisna ile, Abdullah b. Ravaha, Hassan b. Sâbit, Ka'b b. Malik, Ka'b b. Züheyr gibi şairlerin kastedildiği ileri sürülmüştür. Çünkü bunlar şiirleriyle Kureyş kâfirlerini hicvediyorlardı. Ka'b b. Mâlik (radıyallahü anh)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm) bana, "Kureyş'i hicvedin. Canım, elinde olan Allah'a yemin ederim ki, sizin onlara bu hicviniz, ok yağdırmadan daha çetindir." Yine, Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm), Hassan b. Sâbit (radıyallahü anh)'e hep, "Söyle, Ruhu'l-Kudüs de seninledir" derdi. Ayetteki, "O zulmedenler, yakında hangi inkilab (değişim) ile sarsılacaklarını görecekler" cümlesine gelince, Allah en iyisini bilir ya, bana göre bu şu manayadır: "Allahü teâlâ bu sûrede, Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm)'in kalbinden kederini silecek aklî delilleri, geçmiş peygamberlerin (aleyhisselâm) kıssalarını, peygamberliğinin hüccetlerini, müşriklerin O' onunla Onu, bazan kâhin, bazan şâir diye adlandırmalarından tutarsızlıklarını, önce Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm) ile kâhinler arasında, sonra yine O'nunla şâirler arasındaki farkı zikrederek anlatmış ve sûreyi işte böyle büyük bir tehdidle sona erdirmiştir. Bu, "Kendilerine zulmedip, ayetlerimizi düşünmeyen, delillerimiz hakkında kafa yormayan bu kimseler, yakında hangi inkılâb ile sarsılacaklarını görüp anlayacaklar" demektir. Alimlerin çoğu, "Bu ifadeyle, Cenâb-ı Hakk o şâirlerde bulunduğunu söylediği yollardan, insanları menetmeyi kastetmiştir" demişlerdir. Ama birinci izah, sûrenin başından-sonuna kadarki nazmına daha uygundur. Allah en iyi bilendir. Hamd âlemlerin Rabbi Allah'a aittir. Salat, efendimiz ümmî peygamber Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, ailesine, ashabına, mü'minlerin anneleri olan peygamber zevcelerine ve kıyamete kadar, bunlara güzellikle uyan mü'minlere olsun. (Âmin) |
﴾ 0 ﴿