NEML SÛRESİ

Bu sûre, doksanüç veya doksandört veya doksanbeş ayet olup, Mekkîdir.

1

Âyetin tefsiri için bak:3

2

Âyetin tefsiri için bak:3

3

"Tâ, Sîn. Bunlar, Kur'ân'ın ve Kitab-ı Mübinin ayetleridir, mü'minler için bir hidayet ve bir müjdedir ki o mü'minler, namazlarını dosdoğru kılarlar, zekâtlarını verirler ve onlar âhirete kesin olarak inanırlar".

Kur'ân'ın Başlıca Vasıfları

Bil ki ayetteki tilke (onlar) kelimesi, bu sûrenin ayetlerine işarettir. "Kitab-ı Mübin" ile ise, levh-i mahfuz kastedilmiştir. Kitabın mübin (açık ve açıklayıcı) oluşu, onda, olacak herşeyin yazılı olması demektir. Binâenaleyh oraya bakan, onu okuyan melekler, olacak şeyleri açıklamaktadırlar. "Kitab-ı Mübin" ifadesi, nekire ile bir mübhemlik (belirsizlik) meydana gelsin ve böylece de onun çok büyük ve önemli birşey olduğu anlaşılsın diye, nekire olarak getirilmiştir. Bu tıpkı, ilf "Melîk-i muktedir" (kudretli bir melik) (Kamer. 55) ayetindeki nekirelik gibidir. İbn Ebi Able, bunun takdirinde, hazfedilen muzafın yerini tutmak üzere ref ile Kitab-ı Mübîn şeklinde okumuştur. Eğer, "Bu ayetle, Hak teâlâ'nın, "Elif, Lâm, Râ. Bunlar o kitabın ve Kur'ân-ı Mübin'in ayetleridir" (Hicr. 1) ayeti arasında ne fark vardır?" dersen, derim ki: Bir fark yok. Çünkü atıf vâv'ı ("ve" edatı) tertibi gerektirmez."

Ayetteki, "Mü'minler için bir hidayet ve bir müjde" ifadesi, ya nasb, ya ref mahallindedir. Mansub oluşu, "hal" kabul edilmesine göredir ve bu takdirde, (bir hidayet edici ve müjdeleyici olarak) manasıdır. Bu "hal"in âmili ise, (......) kelimesindeki "işaret etme" manasınadır. Bunun mahallen merfû sayılması ise şu üç sebebten ötürüdür:

a) Mahzûf bir nüve mübtedasının haberi olarak,

b) Ayetteki, "ayat" lafzından bedel olarak,

c) İkinci haber olarak... yani, "onun ayetleri kitabın ayetleri halinde de bir de hidayet ve müjde kaynağı olarak araya getiritmiştir" demektir.

Rehberliğin Müminlere Hasredilmesi

Âlimler, bu hidayetin sadece mü'minlere has olarak zikredilmesinin sebebi hususunda şu iki değişik izahı yapmışlardır:

a) Bununla, o Kur'ân'ın, sadece mü'minlerin cennete gideceğini söylemesi ve onlara bu müjdeyi vermesi kastedilmiştir. Bu tıpkı, "işte Allah'a imân edip, O'na sarılanlar yok mu, Allah onlan, Kendinden olan bir rahmetin ve lütfün içine sokacak ve onları, Kendisine giden bir yola hidayet edecektir" (Nisa, 175) ayetinde ifade edildiği gibidir. İşte bundan ötürü, bu hidayet mü'minlere has kılınmıştır.

b) Ayetteki "hidayet" ile, delil olma (rehberlik) kastedilmiştir. Bu görüşte olanlav, bunun mü'minlere has oluşu hususunda şu izahlar yapılmıştır:

1) Allah bunu mü'minlere has kılmıştır. Çünkü Allah, bu hidayetin yanısıra müjdeden bahsetmiştir. Müjde ise ancak mü'minler için söz konusudur.

2) Hidayetin o mü'minlere has olarak zikredilmesinin sebebi, onların o hidayete sımsıkı sarılmış olmalarından ötürüdür. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, özellikle mü'minleri zikretti. Bu tıpkı, "Sen ancak ondan korkan kimseyi inzâr edicisin" (Naziat, 45) ayetinde olduğu gibidir.

3) Bu ayetlerin, mü'minler için bir hidayet olması, o mü'minlerin hidayetini artırması demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah, hidayete ermiş olanların hidayetini artırır" (Meryem, 76) buyurmuştur.

Ayetteki, "Namazlarını dosdoğru kılarlar" cümlesine gelince, doğruya en yakın olan, bu namaz ile beş vakit namazın kastedilmiş olmasıdır. Çünkü "salat" (namaz) kelimesinin başındaki elif-lam bunu gerektirmektedir. Namazın ikâmesi ise, onun şartlarına göre yapılmasıdır. Bu ayetteki "zekât" ile ilgili söz de aynıdır. Çünkü bu zekât ile de farz zekât kastedilmiştir. Zekâtın ikâmesi ise, onun yerli yerince verilmesidir.

Ayetteki Nükteler

Ayetteki, "Onlar âhirete kesin İnananların tâ kendileridir" cümlesi ile ilgili şöyle bir soru vardır: Namazlarını dosdoğru kılıp, zekâtlarını hakkıyla edâ eden mü'minlerin, hiç şüphe yok ki mutlaka âhirete de kesinkes inanmış olmaları gerekir. Öyle ise, bu ifâdenin ayrıca zikredilmesinin hikmeti nedir? Buna şu iki şekilde cevap verebiliriz:

1) Bu da, mevsûlün sılası cümlesindendir. Buna göre, şu iki izah yapılabilir:

a) İnsanın kemâli, zatı gereği hakkı; kendisiyle amel etmek için hayrı-iyiyi bilip tanımasındadır. Hakkı tanımanın kısımları ise, pek çoktur. Fakat sayesinde kurtuluş yolunun elde edileceği şey, mebde' (yaratılış-başlangıç) ile me'âd'ın (âhiretin-sonun) bilinip tanınmasıdır. Kendisi ile amel edilen hayrın da kısımları pek çok olup, en kıymetlileri şu iki şeydir. Nefis ile (beden) ile yapılan taat-ibadet; mal ile yapılan taat. O halde ayetteki, "mü'minler için" ifadesi, mebde' bilgisine; "namazlarını dosdoğru kılarlar, zekâtlarını verirler" ifâdesi, bedenen ve malen yapılan ibadetlere ve "Onlar, âhirete kesin inananların tâ kendileridir" ifadesi de, âhiret bilgisine bir işarettir. O halde bu demektir ki Cenâb-ı Hak, mebde'in bilinmesini ilk uç, me'âdın bilinmesini son uç, bedenî ve malî ibadetleri de bu ikisinin arası kabul etmiştir.

b) Namazlarını dosdoğru kılıp, zekâtlarını veren mü'minlerin bir kısmı, hasrın ve neşrin (kıyametin) olacağına kesinkes inanırken, bir kısmının bu hususta şüphesi vardır. Fakat bu kısım, taatlan ihtiyaten yapıyor ve şöyle diyor: "Eğer bu hususta, hakka (doğruya) isabet etmiş isem, mutluluğu elde etmiş olurum. Yok hata etmiş isem, sadece bu kısa ömürdeki az bir takım iyi ve güzel şeyleri kaçırmış olurum." Binâenaleyh kim namazını-zekâtını bu ikinci tarzda ifâ ederse, gerçekte Kur'ân ile hidayete ermiş olmaz. Fakat kim de âhirete kesinkes inanarak bu işleri yaparsa, Kur'ân ile hidayete ermiş olur. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, ayetin sonunda bu ifadeye yer vermiştir.

2) Ayetteki bu ifade, cümle-i i'tirâziyyedir. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: İman edip, namazlarını dosdoğru kılmak ve zekâtlarını hakkıyla vermek suretiyle sâlih amellerde bulunanlar var ya, işte bunlar, âhirete kesinkes inanmış kimselerdir. Doğruya en yakın izah işte bu ikinci izahtır. Bunun, doğruya en yakın oluşunun delili ise, bu cümlenin bir isim cümlesi olup, mübtedâ olan hum (onlar) zamirinin tekrar edilmesidir. Böylece ayetin manası, "Âhirete hakkıyla ancak, imân ile amel-i sâlihi bir arada yapanlar inanırlar" şeklinde olur. Çünkü neticenin ne olacağı hususunda endişe duymaları, bunları, dinî ibadetlerin zorluklarını sırtlanmaya sevketmiştir.

Âhirete İnanmayanların Şaşkınlığı

4

Âyetin tefsiri için bak:5

5

"Biz, âhirete inanmayanların amellerini, kendileri için süslü göstermişizdir de, şaşmp kalmışlardır. Onlar, kötü azab kendilerine ait olanlardır. Onlar, ahrette de en çok hüsrana uğrayanların tâ kendileridir.".

Bil ki Allahü teâlâ, mü'minler için söz konusu müjdeyi beyân edince, bunun peşinden kâfirler için olacak, kötü (şiddetli) azabtan bahsederek, "Biz, âhirete inanmayanların amellerini, kendileri için süslü göstermişizdir..." buyurmuştur. Âlimler, Cenâb-ı Hakk, "Şeytan, onlara, amellerini süslü göstermiştir" (Ankebut, 38) ayetinde, bu "tezyîn" (süstü gösterme) işini şeytana nisbet ettiği halde, bu ayette bu İşi Kendisine isnâd etmiş olması konusunda değişik izahlar yapmışlardır:

Dal ve İlim Meselesi

Bizim (ehl-i sünnet) âlimleri, ayeti, zahirî manasına göre ele almışlardır. Çünkü insan birşeyi ancak o şeyi yapmaya sevkeden bir sebeb bulunduğu zaman yapar. Bu sebeb (dâî) ise, o işi yapmanın bazı menfaatları sağlayacağı hususunda bir bilginin, inancın veya zannın bulunmasıdır. Bu "dâî"nin (insanın kalbindeki bu duygunun), şu iki sebepten ötürü, mutlaka Allah'dan olmuş olması gerekir:

a) Eğer bu, kul tarafından olmuş olsaydı, kul bunun için, başka bir dâî'ye muhtaç olurdu. Bu şekilde de bir teselsül gerekirdi. Halbuki teselsül imkânsızdır.

b) İlim, ya zarurî, ya kesbî olur. Eğer zarurî olursa, mutlaka bu hususta "tasavvur"un bulunması gerekir. "Tasavvur"un ise, kesbî olması imkânsızdır. Çünkü kazanılan o şeyin, eğer bunu kazanan farkında ise, bu, onun için tasavvur edilmiş derrtektir. Halbuki hasıl-ı tahsîl muhaldir. Yok eğer kul bunun farkında değilse, ondan habersiz demektir. O şeyden habersiz olan kimsenin ise, onu istemesi, onun peşine düşmesi İmkânsızdır.

İmdi eğer sen, "Bu husus, bir yönden farkedilir, bir yönden edilmez" dersen, ben derim ki: "Farkedilen, farkedilmeyenden başkadır. Böylece bu iki kısımdan herbiri için biraz önce yapılan taksim yeniden geriye dönmüş olur. Tasavvurun kesbî olmadığı kesin olarak sabit olup, "tasdik"in bulunmasında, iki tasavvurdan herbirinin bulunmasının yeterli olması demek olan, zarurî bir ilim de bulununca, tasavvur kesbî olmamış olur ve bu kesbî olmayan tasavvur, "tasdîk"i gerektirir. O halde bu demektir ki, her nerede, her ne zaman tasavvurât bulunursa, hiç şüphesiz "tasdik" de bulunur, her nerede - her ne zaman o bulunmazsa, tasdik de bulunmaz. Binâenaleyh bu bedîhî (zaruri) tasdîkâtın bulunması kesbî değildir. Sonra bedîhî tasdîkât, nazarî tasdîkâtı gerektirir ise, o nazari tasdîkât da kesbî olmaz. Çünkü zaruri olanın, lâzım-ı gayr-ı mufankı olan vasfı da zarurîdir. Yok eğer onları gerektirmiyorsa, nazarî ilimler diye farzettiğimiz o şeyler de böyle olmazlar, tam aksine taklidi bir takım inançlar olurlar. Çünkü mukallidin inancı, onu yapmayı gerektiren herhangi birşey olmaksızın, doğrudan doğruya iyiniyetle yaptığı bir inançtır. Böylece bu izah ile, bütün ilimlerin zarurî olduğu sabit olur.

Yine fiillerin başlangıcının da bir takım ilimler olduğu anlaşılır. O halde kulların fiillerinin tamamı zarurîdir. Binâenaleyh bu demektir ki, insan aslında mecbur olduğu halde muhtar (irade sahibi) görünmektedir. Böylece, her iş yapanın, o işini ona güzel gösterenin Allahü teâlâ olduğu sabit olmuş olur. Binâenaleyh ayetteki "tezyin" (süslü gösterme) ile, Cenâb-ı Hakk'ın o insanın kalbinde, yapacağı o işte, bir takım lezzet ve menfaatlerin olacağı bilgisini yaratması kastedilmiştir. Cenâb-ı Hakk insanın kalbinde, zararlı ve kötü şeylerin bilgisini yaratmaz. Binâenaleyh bu aklî ve kesin deliller ile, bu ayeti zahirî manasına almanın gerekliliği sabit olmuş olur.

Mu'tezile'nin Yorumunun Reddi

Mu'tezile ise bu ayetin te'vili hususunda şu izahları yapmışlardır:

1) Bu, "Biz, onlara dinî şeyleri ve kendisine sımsıkı sarılmaları gereken şeyleri beyân ettik. Onun güzelliğini ve onlar için ondaki mükâfaatı açıklamak suretiyle de onu süsledik" demektir. Çünkü Allah'ın bir ameli süslemesi, o ameli güzel, gerekli ve iyi neticeli olarak tavsif etmesidir ki bu, "Allah size imanı sevdirdi ve onu kalblerinizde süsledi" (Hucurat. 7) ayetiyle kastedilen manadır. Ayetin sonundaki, "şaşırıp kalmışlardır" ifadesi de buna delâlet eder. Çünkü bu, "Onlar ise, Bizim onlara süslediğimiz amellerden dönmüş ve yüz çevirmişlerdir" demektir.

2) Allahü teâlâ onları, uzun ömür ve bol rızıkla faydalandırınca, o kâfirler, Allah'ın bu lütuf ve in'amlarını şehevî arzulara tabî olmaya ve kendileri için gerekli mükellefiyetlerden uzaklaşmaya bir sebep kılmışlardır. İşte bundan dolayı, sanki Cenâb-ı Hak, onların amellerini süslemiş gibi olur. Bu manaya da, meleklerin, "Fakat onları ve atalarım alabildiğine faydalandırdın da, nihayet zikri (dersi) unuttular ve helake mahkûm bir kavm oldular" (Furkân, 18) şeklindeki sözleri işaret etmektedir.

3) Cenâb-ı Hakk'ın şeytana zaman tanıması ve onu salıvermesi, böylece de şeytanın, insanlara kötü fiillerini güzel göstermesi, bu "tezyin" (süslü gösterme) işinde açıkça görülen bir ilgidir. İşte bundan ötürü bu tezyin işini Cenâb-ı Hak, Kendisine izafe etmiştir.

Mu'tezile'nin bu görüşlerinden birincisine şöyle cevap verilir: Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetteki, "amellerini" sözü, Allah'ın, yapılan amel ister iyi İster çirkin olsun, insanlara o amelleri güzel gösterenin Cenâb-ı Hak olduğunu ifade eden, umûmî bir lafızdır. Bu manadaki "tezyîn"in ne demek olduğunu biraz önce açıkladık. İkinci İzaha da şöyle cevap verilir: Cenâb-ı Hak, onları uzun ömür ve bol rızıkla faydalandırınca, bu işlerin, günahın işlenmesini, işlenmemesine tercihte bir tesiri var mıdır, yok mudur? Eğer var ise, tercihin bulunduğu her yerde mutlaka o işin gereklilik (zarûrîlik) derecesine varıp dayanacağını söylemiştik. Bu durumda, bizim dediğimiz ortaya çıkar. Yok eğer bunda onların bir tesiri yoksa, bunlar, onların amellerine nisbetle, tıpkı bir kapı gıcırtısı ve karga sesi gibi olur ki bu da, onların fililerinin, o nimetlere dayandırılmasına manîdir. Bu, aynı zamanda Mu'tezile'nin üçüncü izahlarına da bir cevaptır. Allah en iyi bilendir.

Ayetteki, "Onlar, şaşıp kalmışlardır" ifadesine gelince, " 'ameh". şaşıp kalmak, hayret etmek, tereddüt) etmek" demektir, tıpkı yolunu şaşıranın durumu gibi.

Hak Teâla'nın "Onlar, kötü azab kendilerine ait olanlardır..." cümlesi ile ilgili olarak şu iki izah yapılmıştır:

a) Bu o kâfirlerin Bedir günü kılıçtan geçirilmeleri ve esir edilmeleridir:

b) Bununla, ister dünyada, ister âhirette olsun, mutlak manada ilahî azab kastedilmiştir. "Kötü" kelimesi ile de, o azabın şiddetli ve büyüklüğü kastedilmiştir.

Ayetteki, "Onlar, en çok hüsrana uğrayanların tâ kendileridir" cümlesi hakkında şu iki izah yapılabilir:

a) Kişinin, dünyada, sıhhat ve selâmetini soyup atması ve âhirette yine kendisini büyük bir azaba teslim etmesinden daha büyük bir azab yoktur.

b) Bu, "Onlar itaat etmiş olmaları halinde cennette elde edebilecekleri o makamları, itaat etmemek suretiyle; elden kaçırmış olmak suretiyle zarar etmişlerdir. Çünkü her mükellefin, cennette itaat etmesi halinde kendisine verilmek üzere hazırlanmış bir yeri vardır. Fakat isyan edince, bunu başkasına vermiş gibi olur, o makamı elde edemeyecek büyük zarara girmiş olur.

Kuran Vahyi İle Nebatatın Mukayesesi

6

Âyetin tefsiri için bak:9

7

Âyetin tefsiri için bak:9

8

Âyetin tefsiri için bak:9

9

"Şüphesiz ki bu (Kur'ân) sana, herşeyi hakkıyla bilen, hakîm ve alîm Allah tarafından veriliyor. Hani Musa ailesine, "Ben bir ateş gördüm. Size ondan ya bir haber getireyim, yahut size ondan bir kor getireyim de ısınasınız" demiştir. Oraya gittiği zaman, ona şöyle nida olundu: "Ateşte bulunana da, çevresinde olanlara da muhakkak bereket verildi. Alemlerin Rabbi olan Allah münezzehtir. Ey Musa, hakikat şudur ki mutlak gâlib olan, Aziz ve Hakîm Allah benim".

Ayetteki ifadesi, "O Kur'ân sana, öyle alîm bir zattan, öyle hakîm bir zattan verilmiştir ki..." demektir. Alim ve Hakîm'ın nekire getirilmesinin hikmeti bu (te'kiddir). Bu ayet, Cenâb-ı Hakk'ın bundan sonra zikredeceği kıssalar için bir mukaddime (giriş)dir. lafzı ise mukadder bir fiili ile mansubtur. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki bundan sonra şöyle demektedir: "O'nun hikmetinin ve ilminin neticesi olan, Musa'nın kıssasını da al." Bu lafzın, "alim" kelimesinin mef'ulü olarak mansub olması da mümkündür. İmdi, eğer, "Hikmet, ya ilmin bizzat kendisidir; yahut ilim, hikmetin içinde birşeydir. Öyle ise niçin, hikmetle birlikte ilim de zikredilmiştir? Cevap: Hikmet, sadece amelî şeyleri bilmekle; ilim ise bundan daha kapsamlıdır. Çünkü ilim bazen amelî, bazanda nazarî olur. Nazarî ilimler ise, amelî ilimlerden daha kıymetlidir. Böylece Cenâb-ı Hak, amelî ilimleri kapsayan hikmeti ele almış, bunun peşinden de, kendisinin alîm olduğunu zikretmiştir ki, alîm, ilimde had noktaya varan demektir. Bunun kemâli ise şu üç cihetle elde edilir:

a) Tek olması.

b) Bütün malumatı içine alması.

c) Hertürlü değişiklikten korunmuş olmasıdır. Bu üç mükemmeliyet hali ise, ancak Cenâb-ı Hakk'ın ilminde mevcuttur.

Bil ki Allahü teâlâ bu sûrede pekcok çeşit kıssadan bahsetmiştir:

1. Kıssa: Hazret-i Musa Kıssasının Ezberlenmesi

Birinci kıssa, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın kıssasıdır.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Hani Musa, ailesine ... demiştir" ifadesine gelince bu, Hazret-i Musa'nın yolunda, hanımı Hazret-i Şuayb'ın kızından başka bir kimse bulunmadığını gösterir. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Musa'nın hanımını, onun, "ehli" olarak vasfetmiş ve bunun peşinden de ümküsü "kalınız" (Kasas.29) buyurarak, fiili çoğul getirmiştir.

Ayetteki, "Ben bir ateş gördüm..." cümlesine gelince, bu şu anlamdadır: "Onlar geceleyin yürüyorlardı. Derken, yolu şaşırdılar. Vakit de soğuk bir vakit idi. Bu gibi hallerde nefis, yol konusundaki şaşkınlığı gidermek ve ısınmak için ateşten istifâde etmek ümidiyle, ta uzaklarda bir ateş görme arzusunu duyar.. İşte bundan ötürü Hazret-i Musa, hanımına, bir müjde vererek, "Ben bir ateş gördüm..." demiştir. Alimler, bu ifadenin ne manaya geldiği konusunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları, ânestü fiilinin "gördüm" anlamına geldiğini söylerken, diğer bazılan da, o, "tesadüf ettim, buldum da, ona ünsiyyet keşfettim" manasına geldiğini söylemişlerse de, birincisi doğruya daha yakındır. Çünkü Araplar, ifadeleri arasında bir fark görmezler.

Cenâb-ı Hakk'ın, "size ondan ya bir haber getireyim..." ifadesine gelince, "haber", kendisiyle yol hakkında bilgi verilen şeydir. Çünkü Hazret-i Musa, yolunu şaşırmıştı. Sonra bu ifade de, şöyle bir hazf söz konusudur: "O, ateşi görünce, ona doğru yönelerek, "size ondan ya bir haber getireyim..." dedi. Yani, "kendisiyle, yolun bilinebileceği bir haber..." demektir.

Onun "yahut size, ondan bir kor getireyim" cümlesine gelince, (şihab), alev, meşale; (kabes) de, ele alınmış kor, ateş demektir. Cenâb-ı Hak, alevi kora, ateşe nisbet etmiştir; çünkü "şihâb" kor ele alındığı zaman ele alınmış olur, ele alınmadığı zaman da ele alınmamış olur. Bu ifadeyi tenvinle (......) şeklinde okuyanlar ise, (......) kelimesini ya bedel tutmuş; yahut da, kendisinde bulunan, "ele alma, tutma" anlamından ötürü, sıfat addetmiştir. Sonra burada, şu şekilde birkaç soru sorulabilir:

Bazı Sorular ve Cevapları

Birinci Soru: Cenâb-ı Hakk'ın, "size ordan ya bir haber getireyim..."(Neml, 7) ifadesiyle, "olur ki ondan size bir haber ... getiririm..." ifadeleri, adeta birbirleriyle tenakuz halindedirler. Çünkü bunlardan birisinde ümit etme manası var (Kasas, 29), diğerinde ise, kesinlik ve katiyyet anlamı...

Biz diyoruz ki, bunun cevabı şöyledir: Bir şeyi uman, bekleyen kimse bazan, o umduğunu elde edememe ihtimalini de düşünerek, o husustaki beklenti ve ümidi kuvvetli olduğu için, "şunu yapacağım ve şöyle olacak" der.

İkinci Soru: Bu ifadenin başına niçin, "gelecek" manasını bildiren sîn gelmiştir?

Cevap: Bu, Hazret-i Musa tarafından, ailesine, geç de olsa, yahut mesafe uzak dahi olsa, onu getireceği hususunda verilmiş olan bir va'ddir.

Üçüncü Soru: Hazret-i Musa, bu iki cümlenin arasına, ev "veya" edatını sokmuştur? Her ikisine de, aynı anda ihtiyacı olduğu için, bunları birlikte anmalı, zikretmeli değil miydi?

Cevap: Hazret-i Musa Allah'ın sünnetine güvenerek, ümidini, ikisini birden elde edemezse bile, onlardan birini elde edeceğine, yani, ya yolu bulacağına, ya da ateşi elde edeceğine bağlamıştır. Çünkü Allah, kulu üzerinde, iki mahrumiyeti birden bulundurmaz.

Ayetteki, cümlesine gelince bu, "ısınmanız için" demektir. Ki bu da, onların, ısınmaya olan ihtiyaçlarını gösterir. Bu durumda bu işin, ancak soğuk bir vakitte meydana geldiği anlaşılır.

Ağaçlardaki İlâhî Zuhur

Cenâb-ı Hakk'ın..Şöyle nida olundu: "Ateşte bulunana da, çevresinde olanlara da muhakkak bereket verildi" ifadesine gelince, bu hususta birkaç bahis vardır:

Birinci Bahis: Bu cümlenin başındaki en, tefsir için getirilen en-İ müfessire'dir. Çünkü nida fiilinde kale (dedi) anlamı vardır. Buna göre mana, "O Musa'ya bereket erildi" denildi.." şeklinde olur.

İkinci Bahis: Alimler "ateşte olan..." tabirinin ne demek olduğu hususunda ihtilaf ederek şu izahları yapmışlardır:

1) (......) kelimesi, "Bereketli oldu, arttı..." anlamındadır, nar kelimesi de, nûr" (şık, ziya) anlamındadır. Buna göre mana, "Nurda olanlar mübarek oldu..." şeklinde olur. Ki bu da, Cenâb-ı Hakk'dır. tabiri ile de, melekler kastedilmiştir. Biz bu rivayetin her ne kadar uydurulmuş ve mevzu olduğunu kesinkes eliyorsak da, bu, İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edilmiştir.

2) (......) ifadesiyle, "Allah'ın nuru" (......) ifadesiyle de, "melekler" kastedilmiştir. Bu da, Katâde ve Zeccâc'dan rivayet edilmiştir:

3) Allahü teâlâ, Hazret-i Musa'ya, mübarek bir yerdeki o ağaçtan duyduğu bir sözle nidâ etmiştir. O halde bu demektir ki, sözün mahalli o ağaçtır; ama, Hazret-i Musa'ya konuşan ise, bu konuşmayı o ağaçta yaratmak suretiyle kendisi olmuştur, ama ağaç olmamıştır. Sonra o ağaç, içindedir. Onun etrafındakiler ise, meleklerdir. İşte bundan dolayı, Cenâb-ı Hak, "Ateşte bulunan da, çevresinde olanlar da mübarek kılındı" buyurmuştur. Bu, Cübbai'nin görüşüdür.

4) Ateşte olan, Hazret-i Musa'dır. Çünkü, ateşe yakın olan odur. Ateşin etrafında olanlar ise meleklerdir. Bu, doğruya en yakın olan görüştür. Çünkü bir şeye yakın olan hakkında, "o, o şeyin içindedir" ifadesi kullanılabilir.

5) Keşşaf sahibine göre, ifâdesinin anlamı "ateşin yerinde olan ıse ve onun çevresindekiler kutlu kılındı" demektir. Burası da ateşin hasıl olduğu yerdir, yani Cenâb-ı Hakk'ın, "bir yerdeki vadinin sağ kıyısın d'an... "(Kasas, 30) ayetinde ele alınan kutlu bölgedir. Bunun böyle olduğuna, Übeyy İbn Ka'b'ın bu kelimeyi "o yer ile, onun etrafındakiler mübarek oldu" şeklindeki kıraati delâlet etmektedir. Yine Ubeyy'in (......) şeklinde okuduğu da rivayet olunmuştur.

O Mekânın Kutlu Olmasının Sebebi

Üçüncü Bahis: O mıntıkanın, ateştekilerin ve onun etrafındakilerin mübarek nma sebebi, bu büyük hadisenin orada vaki olmasıdır. Ki, bu büyük iş de, Allahü teâlâ'nın Hazret-i Musa ile konuşması, onu peygamber kılması ve onun elinden mucizeler izhâr etmesidir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, Şam topraklarını, "Onu da, Lût'u da, içinde âlemler için bereketler verdiğimiz arza (ulaştırıp) kurtardık" (Enbiyâ, 71) ayetinde de belirttiği gibi, bereketli kılmış, mübarek yapmıştır. O toprakların böyle olması da gerekir; çünkü o topraklar peygamberler otağı, vahyin indiği mekân olup onların, ölülerini de, dirilerini de içinde bulunduran yerdir.

Teşbihin Buradaki Anlamı

Dördüncü Bahis: Cenâb-ı Hak, bu sözü, Hazret-i Musa'nın münacâatının bir mukaddimesi yapmıştır. O halde ayet-i kerimedeki, "Ateşte bulunan da, çevresinde olanlar da mübarek kılındı.." cümlesi, bunun, bütün Şam topraklarında, kendisinden bereket fışkıran büyük bir iş olarak kabul olunduğuna delâlet eder.

Ayetteki, "Alemlerin Rabbi olan Allah münezzehtir" cümlesinin şu iki faydası vardır: a) Cenâb-ı Hak, bunun, Hazret-i Musa'nın peygamberliğinin doğruluğu hususunda bir mukaddime olması için, Kendisini, gerek zâtı, gerekse hikmeti hususunda O'na yakışmayan şeylerden tenzih etmiştir, b) Bunun, kâinatta meydana gelen büyük olayların ve hadiselerin, Cenâb-ı Hak tarafından meydana getirildiğine dikkat çekmek için, bunu dileyenin ve onu yapanın, Alemlerin Rabbi olduğunu ilân etmek için gelmiş olmasıdır.

Ateşten Gelen Nidanın Manası

Cenâb-ı Hakk'ın... "hakikat şudur ki, mutlak galib olan, Aziz ve Hakîm olan Allah Benim..." ifadesine gelince, Keşşaf sahibi şöyle der: "innehû kelimesindeki zamirin, şân zamiri; cümlesinin mübtedâ haber; ifadesinin de, o haberin sıfatı olması muhtemel olduğu gibi, bu zamirin, kendinden öncekilerin delâlet ettiği şeye raci bir zamir olması da mümkündür. Yani, "Sana konuşan, Benim..." demek olur, Bu durumda, Allah lafzı, ene'nin beyâniyyesi, (......) ifadeleri de, tayin için getirilmiş iki sıfat olur. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Musa'nın elinden izhâr etmek istediği mucizeleri ortaya koyması için, bir mukaddimedir. Allahü teâlâ bu beyanı ile şunu demek istemiştir: "Meselâ o değneğin bir yılana dönüşmesi gibi, vehim ve anlayışlardan uzak olan şeylere muktedir olan ve yaptığını ince hikmet ve tedbir ile yapan Benim Ben!."

Nidanın Hak Olmasının Ölçüsü

İmdi eğer, "Bu nidanın Allah'dan başkasından olması da mümkündür. O halde, Hazret-i Musa, bunun Allah'dan olduğunu nasıl bilebilmiştir?" denilirse, buna şu şekilde cevap verilir: Ehl-i sünnetin bu hususta, iki izah şekli vardır:

a) Hazret-i Musa, harflere ve seslere benzemekten münezzeh olan bir kelâm duymuş ve bunun, Allah'ın sıfatı olduğunu, bedîhî ve zarurî olarak bilip anlamıştır.

b) Mâverâünnehir imamlarının görüşüdür. Buna göre, Hazret-i Musa(aleyhisselâm) o sesi o ağaçtan duymuştur. Bu noktada biz şöyle diyoruz: Hazret-i Musa, bunun Allah'dan olduğunu, şu sebeplerden dolayı anlamıştır:

1) "O nida, o ateş veya o ağaçta meydana gelince, Hazret-i Musa, bunun Allah tarafından olduğunu anlamıştır. Çünkü, içimizden hiçkimse, böyle bir şeye kadir olamaz." Bu izah tutarsızdır; çünkü, "Ateşe ve o ağaca şeytan girdi; sonra da nida etti" denilmesi muhtemeldir.

2) "O nidanın bizzat kendisinin büyüklük ve azametle, ancak bir mucize olabilecek bir dereceye ulaşmış olması da mümkündür." Bu izah da tutarsızdır, çünkü biz, meleklerin ve şeytanların, (ses bakımından) ne derece kuvvetli olduklarını bilemiyoruz. Binâenaleyh, bunlardan, her frekans ve yükseklikte sesin sadır olması mümkündür.

3) Bu konuşmaya, ilahi bir konuşma olduğunu gösteren bir mucize de eklenmiştir. Bu cümleden olarak, o ateşin yeşil bir ağaçta yanmasına rağmen, o ağacın kendisi yanmamıştır. Bu işte, adetâ bir mucize gibi olmuştur. En doğru olan da budur. Allah en iyisini bilendir.

Musa (aleyhisselâm)'ın Teskin Edilmesi

10

Âyetin tefsiri için bak:14

11

Âyetin tefsiri için bak:14

12

Âyetin tefsiri için bak:14

13

Âyetin tefsiri için bak:14

14

"Ve asanı bırak". (Musa asasını bırakıp da) onu çevik bir yılan gibi hareket eder görünce, arkasını dönüp kaçtı ve geri dönmedi. "Ey Musa, korkma. Çünkü Ben (varım). Benim yanımda peygamberler korkmaz. Zulmeden kimseler müstesna. Fakat zulmeden kimse işlediği kötülükten sonra iyi iş yapar, halini düzeltirse şüphesiz ki Ben, hakkıyla bağışlayıcı, çok merhamet ediciyim. Elini koynuna sok da, Firavn'a ve kavmine (göstereceğin) dokuz mucize içinde o, kusursuz, bembeyaz (parlak) olarak çıkıversin. Şüphesiz ki onlar, fâsıklar topluluğudur". Vakta ki ayetlerimiz böyle apaçık olarak onlara geldi. "Bu, apaçık bir büyüdür" dediler. Vicdanları da bunlara tam bir kanaat hasıl ettiği halde, zulüm ve kibr ile yine bunları inkâr ettiler. Fesat çıkaranların akıbeti bak nice oldu...".

Bil ki, bu ayetlerde yeralan hususların pekçoğunun İzahı geçmişti. Biz burada, hassaten buraya mahsus olan (tekrarlanmamış olan) hususları zikredeceğiz.

Cenâb-ı Hakk'ın, 'Ve asanı bırak" ifadesinin neye atfedildiği sorulmuştur.

Cevap: Bu, (......) (Neml, 8) lafzına atfedilmiştir. Çünkü kelamın takdiri, şeklindedir. Ki, her ikisi de, (......) ifadesinin tefsiridir.

Ayetteki, "çevik biryılangibi..."cümlesinegelince, cânkelimesi, küçük yılan anlamına gelir. Onu bu adla isimlendirmişlerdir, çünkü o, insanlara gözükmez. Hasan el-Basrî bu kelimeyi, iki sakin harfin bir arada bulunmasından kaçınarak, (şâbetun - genç kız) ve (dâbetun - debelenen, kımıldayan canlı) diyen kimsenin okuyuşu üzere (cânun) şeklinde okumuştur.

"ve geri dönmedi" cümlesine gelince, bunun anlamı, "rücû etmedi, arkasına dönmedi" şeklindedir. Nitekim Arapça'da, savaşçı hakkında, kaçıştan sonra tekrar geri dönüp saldırıya geçtiğinde " 'Akkâbe'l-Mukâtilu" denilir. O ancak, bunun, kendisi hakkında murad edilen bir şey olduğunu zannettiği için korkmuştur. Ayetteki "Korkma, çünkü Benim ... yanımda peygamberler korkmaz.." hitabı da buna delâlet eder. Bazıları da şöyle demiştir: "Bundan murad şudur: "Biz peygamberlere bir mucize izhar etmeyi emrettiğimiz zaman, onların bunu izhar hususunda korkmamaları gerekir..." Aksi halde, peygamberler, muhakkak ki bazan korkarlar.

Cenâb-ı Hakk'ın "zulmeden kimseler müstesna" ifadesine gelince, bunun manası şudur: "Lakin, zulmedenler hariç..." Buradaki zulüm, evlâyı terketmek ya da küçük günahlar kabilinden, nebilerden sadır olan şeylere hamledilmektedir. Bununla kastolunanın, Musa (aleyhisselâm) da bulunan şeye ima olması da muhtemeldir ki, bu, son derece hoş olan tavizlerdendir.

Hasan el-Basrî (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Allah'a andolsun ki Musa (aleyhisselâm) kıbtîyi öldürmekle zulmetmiş olan, sonra da halini değiştiren kimselerden idi. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbim, ben nefsime zulmettim. Beni bağışla!.." dedi. Bunun üzerine Allah da bağışladı.."(Kasas, 16) ayeti, Hazret-i Musa'ya delâlet eder. Bu ifade, tenbîh harfiyle, (elâ men zaleme) şeklinde de okunmuştur.

Cenab-ı Hakk'ın, "Sonra bir kötülüğün ardından onu bir iyiliğe çevirse.." ayetine gelince, bundan murad, "tevbe güzelliğin ve günahın kötülüğü"dür. Ebû Bekr'ın Asım'dan olan rivayetine göre o, (Hasenen) şeklinde okumuştur.

Ona Verilen Dokuz Mucize

Cenâb-ı Hakk'ın, "(göstereceğin) dokuz mucize içinde.." ifadesine gelince bu müstesna bir ifadedir. Buradaki fî harf-i cerri, mahzuf olan bir kelama mütealliktir. Buna göre mana, "Dokuz mucize içinde (ile) Firavuna git" şeklinde olur. Bir kimse şöyle diyebilir: "Mucizeler onbir taneydi. Bunlardan ikisi yed-i beyzâ ile asa mucizeleridir. Dokuzu ise şunlar: Denizin yarılması, tufan, çekirge, bit, kurbağa, kan, sitme kör edilmeleri, badiyelerinde kuraktık tarlalarında da eksilme... Ayet-i Kerime'deki "Vaktaki ayetlerimiz böyle apaçık olarak onlara geldi.." cümlesine gelince, burda, "görme" (Ibsâr) ise, ayetlere nisbet edilmiştir; hakikatte ise, bu ayetleri düşünene aittir. Bu da, onların iyice bakmaları ve onun hakkında tefekkür etmeleri sebebiyledir. Yahutta bu ayetler, son derece aşikâr olmalarından dolayı görür ve doğruya ulaşır gibi addedilmişlerdir. Ali İbn Hüseyin ve Katâde bu kelimeyi, tıpkı (mecbene) ve (mebhale) kelimelerinde olduğu gibi, (......) şeklinde okumuşlardır. Yani, kendisinde görme ve ibret almanın çok olduğu mahal ve mekân.

Muarızların İçlerinden İnanmaları

Cenâb-ı Hakk'ın "Vicdanları da buna tam bir kanaat hasıl ettiği halde..." ifadesine gelince, buradaki vâv, hâl vâv'ıdır. Kendisinden sonra da, bir kelime bulunur. Burada muzman (vicdanlar) kelimesini zikretmenin faydası ise şudur: "Onlar bu ayetleri dilleriyle inkâr edip yalanlamışlar, ama kalblerinde ve vicdanlarında ise, bunun gerçek ve hak olduğuna kanaat getirmişlerdir." (isteykane) fiili, (eykane) ifadesinden daha beliğdir.

"zulüm ve kibir ile.." ifadesine gelince, bu, "Bu ayet ve mucizlerin apaçık olup Allah katından olduğuna kanaat getirdikten sonra, onu apaçık bir sihir olarak isimlendirmek suretiyle büyüklenen kimsenin zulmünden daha çirkin hangi zulüm vardır?.." anlamındadır.kelimesi, büyüklenerek, Hazret-i Musa'nın getirdiği şeye imandan yüz çevirmektir. Bu tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın "Kibirlerine yediremediler... Onlar mütekebbir ve müstebid adamlardı..." (Mü'minun, 46) ayetinde olduğu gibidir. Bu kelime tıpkı, (......) kelimesinde olduğu gibi, damme ve kesre ile ve şeklinde de okunmuştur.

2. Kıssa: Davud (aleyhisselâm)

15

Âyetin tefsiri için bak:19

16

Âyetin tefsiri için bak:19

17

Âyetin tefsiri için bak:19

18

Âyetin tefsiri için bak:19

19

"Biz Davud'a ve Süleyman'a ilim verdik. Onlar, "Bizi mü'min kullarının bir çoğundan üstün kılan Allah'a hamd olsun" dediler. Süleyman Davud'a mirasçı oldu. Dedi ki: "Ey insanlar, bize kuşların dili öğretildi. Bize her şeyden verildi. Şüphesiz ki bu, apaçık bir üstünlüğün ta kendisidir." Süleyman'ın, cinlerden, insanlardan, kuşlardan orduları toplandı. İşte bütün bunlar, zapt ve idare ediliyorlardı. Hatta karınca vadisine geldikleri zaman (dişi) bir karınca dedi ki: "Ey karıncalar, yuvalarınıza girin. Sakın Süleyman ve ordusu, bilmeyerek, sizi kırmasın! (Süleyman) onun bu sözünden gülercesine tebessüm etti de: "Ya Rabb, dedi, bana ve ana babama lütfettiğin nimetine şükretmemi ve Senin razı olacağın iyi (işler) yapmamı bana ilham et. Rahmetinle beni de salih kullarının arasına sok".

Cenâb-ı Hakk'ın ifadesine gelince bundan murad, "ilimden bir bölüm"dür. Yahut da, "yüce ve aziz bir ilim." Buna göre eğer, "Burda vâv değil de fâ olmalı değil miydi? Senin tıpkı "ona verdim, o da teşekkür etti" demen gibi olmalı değil miydi?" denilirse, buna şöyle cevap verilir: Dil ile şükretmenin hali ancak, ondan önce bir kalb, amelî bulunduğu zaman güzel olur. Bu kalb ameli de, taatları yapmaya, günahı ise terketmeye azmetmedir. Bundan önce, taatlarla meşgul olmak olan, uzuvların amelinin de bulunması gerekir. İşte, dil ile şükürden önce mutlaka bu ikisinin bulunması gerekince, şüphesiz ki O'nun şöyle demiş gibi olması gerekir: "Biz ona ilim verdik. O da, bununla, hem kalben, hem de bedenen amel etti. Lisanıyla da, "Bana şunu şunu veren Allah'a hamdolsun" diyerek bunu yaptı..."

İlmin Önemi

Onun, "Biz mü'min kullarının bir çoğundan üstün kılan Allah'a hamdolsun.."ifadesine gelince, burada birkaç bahis vardır:

1) Kendilerinden üstün kılınan, çokluk, kendilerine ilim verilmeyenler, yahut da Kendilerine onların ilmi gibi bir ilim verilmeyenlerdir. Onlar bu konuda pekçoklarına üstün kılındıkları gibi, pekçokları da kendilerine üstün kılınmıştır.

2) Ayet-i kerimede, ilmin ve mertebenin yüceliğine bir delil vardır. Çünkü Süleyman ile Davud (aleyhisselâm)'a, başkalarına verilmemiş olan bir mülk verilmiş, ama onların mülke olan şükürleri, ilme olan şükürleri gibi olmamıştır.

3) Onlar kendilerini, herkese üstün tutmamışlardır. Bu da, tevazünün güzelliğine zelâlet eder.

4) İfâdenin zahiri, bu faziletin ancak o ilim olmasını gerektirir. Sonra, Allah ve Onun sıfatlarını bilmenin, diğer ilimlerden daha şerefli olmasını iktiza eder. Binâenaleyh, bu şükür ancak, bu ilimden ötürüdür. Sonra bu ilim, bütün mü'minler için mevcuttur. Dolayısıyla, bunun, onların diğer mü'minlere üstün tutulmalarının sebebi olması imkânsız olur. O halde bu fazilet ve üstünlük, Allah ve onun sıfatlarına dair ilim hususunda, kulun, bunların içine dalmış olmasıdır. Öyle ki artık, kulun kalbine hiçbir şüphe gelmez, kalbi hiçbir an ve zaman Allah'tan gafil olmaz...

Süleyman (aleyhisselâm)'ın Davud (aleyhisselâm)'a Varisliği

Cenâb-ı Hakk'ın, "Süleyman Davud'a mirasçı oldu.." badesine gelince alimler, bu konuda ihtilâf ettiler. Hasan el-Basrî, meselâ şöyle demiştir: "Bu, mal hususundadır. Çünkü nübüvvet ilahi ve doğrudan Allah'dan olan bir bağış olup, ona miras olunmaz." Bir başkası, "Hayır, bu nübüvvettir" derken, diğer bazıları da, "Hayır, bu saltanat ve yönetimdir" demişlerdir. Eğer Hasan el-Basrî iyice teemmül etseydi, oğul kendisine varis olduğunda, malın da Allah'tan olan bir atiyye olduğunu anlardı. İşte bundan dolayıdır ki, çocuk mü'min olduğu zaman varis olur; kâfir ya da (murisin) katili olduğu zaman varis olamaz! Fakat Allahü teâlâ, veraset sebebini, bazı şartlarla, ölüye varis olana tahsis etmiştir. Ama nübüvvet böyle değildir, çünkü ölüm, çocuğun nebî olması için bir sebep olamaz. İşte bundan dolayı bunlar, birbirinden ayrılırlar. Ancak bu, babasının ölümünde nübüvvet ile görevlendirildiği çin, nübüvvete varis olmakla nitelenmesine mani değildir. Nitekim oğul da, babasının ölümünde onu elde ettiği için mala varis olur. Söylediğimizi açıklayan şeylerden birisi de şudur: Allahü teâlâ şayet tafsilatlı olarak açıklasaydı da, "Süleyman Davud'a, onun malına varis oldu" deseydi, o zaman, "Ey insanlar, bize kuşların dili öğretildi" ayetinin hiçbir anlamı olmazdı. Ama biz, "Süleyman onun, nübüvvet ve mülk (hakimiyet) makamına varis oldu" dersek, bu o zaman güzel olur. Çünkü mülke varis olmak, bütün bunları içine alır; mala varis olmak ise, nübüvveti içine almaz. Onun, "Şüphesiz ki bu, apaçık bir üstünlüğün ta kendisidir.." ifadesine gelince, bu da ancak, kâmil olsun yada olmasın herkese nasîb olan mal değil de, zikrettiğimiz şeye, nübüvvet makamına yakışan bir şeydir. Allahü teâlâ'nın bundan sonra zikretmiş olduğu, Süleyman (aleyhisselâm)'ın orduları ifadesi ise, ancak zikrettiğimiz hususa uygun düşer. Yaptığımız bu açıklama ile, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın sadece mala varis olduğunu iddia eden kimsenin görüşü batıl olmuş olur. Ama, "Süleyman, hem mala hem de mülke (hakimiyete) varis oldu.." denilirse bu, bizim yaptığımız açıklamalarla ibtal edilmez. Aksine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Biz, peygamberler topluluğu, varis olunmayız" Buhâri, Humus, 1; Müslim, Cihâd, 52-56 (3/1379). ifadesinin zahiriyle geçersiz olur.

Kuş Dilini Bilme Nimeti

Onun, "ey insanlar" ifadesine gelince, bundan maksat Allah'ın nimetini izhar etmek, onu yüksek sesle dile getirmek ve insanları, kuşların dilini bilme olan mucizeyi zikretmek suretiyle, tasdik ve imana davet etmektir. Keşşaf Sahibi şöyle demiştir: "Mantık, konuşmak, bir mana ifade etsin ya da etmesin, tek tek kelimeleri ya da cümleleri söylemek, sesle ifade etmektir. Ya'kûb, kitabına, Islahu'l Mantık başlığını koymuştur. Halbuki o, o kitabında sadece, müfret kelimeleri düzeltmiştir. Araplar şöyle derler: "Güvercin nutketti, seslendi." Süleyman (aleyhisselâm)'ın kuşların diline dair öğrendiği şey ise, kuşların maksad ve gayelerinden bazısını bazısından ayırıp seçmesi, farketmesidir.

Ayetteki, "Bize herşeyden verildi" ifadesi ile Süleyman (aleyhisselâm)'a verilen şeylerin çok olduğu anlatılmak istenmiştir. Çünkü "herşey" ile, herşeyin çoğu, çok olma bakımından müşterektirler. İşte böyle bir istiarenin (mecazın) yapılabilmesine sebep, bu müşterekliktir. Bundan dolayı ayetteki "küllü" (herşey) kelimesi, "çok şey" manasında kullanılmıştır. Bunun bir benzeri de Hak teâlâ'nın, "O (Belkıs'e) herşey verildi" (Neml, 23) ayetidir.

Nebilerden Tevazu Dersi

Ayetteki, "Şüphesiz ki bu apaçık bir üstünlüğün tâ kendisidir" ifadesi, "Bizi, mü'min kullarından bir çoğundan üstün kılan Allah'a hamdolsun" ifadesinin bir izahıdır ki bundan murad, Allah'a şükür ve hamd etmektir. Nitekim Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm), "Ben, Âdemoğullarının efendisiyim, ama (bunda) öğünülecek birşey yok" buyurmuştur. Buna göre eğer, uluların kullandığı üslûbtan olduğu halde, Hazret-i Süleyman nasıl, "Bize öğretildi, Bize verildi" diyebilmiştir?" denilirse, buna şu iki şekilde cevap verilir:

1) Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm), bu Biz ifadesiyle, kendisi ile babası Dâvud (aleyhisselâm)'u kastetmiştir.

2) Bu fiillerdeki nûn harfine, "nûnu'l-vâhidi'l-mutâ' " (itaat olunan ferdi ifade eden nün) denilir. Çünkü Süleyman (aleyhisselâm), itaat olunan bir padişahtı. Birçok maslahat (sebep), padişahı yüce olarak zikretmeyi gerektirir. Binâenaleyh böyle bir saygı vâcib olmuş olur.

Hazret-i Süleyman'ın Ordusu

Cenâb-ı Hakk'ın "Süleyman'ın cinlerden, insanlardan, kuşlardan orduları toplandı" ifadesindeki, "haşr", çeşitli yerlerden bir araya gelip toplanmak ve toplamak demektir. Buna göre bu, "Allahü teâlâ bütün bu çeşit varlıkları, onun ordusu kıldı" demektir. Bu ise, ancak Hazret-i Süleyman'ın kendi gayesi ve muradında tasarruf sahibi olmasıyla mümkün olur. Bu tasarruf da ancak, mevcûd olduğu zaman mükellefiyetin söz konusu olduğu "akıl" bulunduğu zaman olur. Yahut da Hazret-i Süleyman, mükellif çağına yaklaşmış bir mürahık iken olmuştur. İşte bundan ötürü, "Allahü teâlâ. Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) zamanında, kuşları, akıllı varlıklar Kılmıştır. Hernekadar Cenâb-ı Hak, ihtiyaç duydukları incelikleri kuşlara ilham etmiş veya arı gibi hayvanlara kullara menfaatli olma özelliklerini vermiş ise de, zamanımızdaki kuşlar böyle akıllı değildir" diyoruz.

Hak teâlâ'nın, "İşte bütün bunlar zabt ve idare ediliyorlardı" ifadesi, "hepsi zabtu rabt altında tutuluyorlardı" demektir. Bu, ayette bahsedilen her gurubta bir zabtu rabt altına alan ve idare ettiği, tasarrufta bulunduğu, adına hareket ettiği kimseler üzerinde o kimsenin, bir hükümranlığı ve yetkisi bulunduğunda olur. Binâenaleyh ayetin zahiri, işin bu kadarını anlatmaktadır. Hadiste, "Onlar, Hazret-i Süleyman'ın ordusu ile birlikte yaptığı hareket, bir nizam ve tertib dahilinde olsun diye, ileri gidenlere mâni oluyorlardı" şeklindeki haber ise, İmkânsız değildir.

Karınca Vadisi

Hak teâlâ'nın "Nihayet karınca vadisine geldikleri zaman.." ifadesine gelince, bu yerin, Şam'da karıncası çok bir vadi olduğu söylenmiştir. Eğer buradaki fiilin niçin alâ harf-i cerri ile müteaddî olduğu sorulursa, şu iki şekilde cevap verilir:

a) Onların gelişleri, vadinin üst tarafından olmuştur. Bundan dolayı bu fiil, isti'la (üstten oluşu) ifade eden bu edat ile kullanılmıştır.

b) Bununla, vadinin geçilip, sonuna ulaşıldığı manası kastedilmiştir. Bu, birisi birşeyin sonuna ulaştığında Arapların kullandığı deyimindendir. Buna göre Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın ordusu, vadinin bitiminde konaklamayı murad etmişlerdir. "Neml" (karınca) kelimesi, mim'in ve nûn'un zammesi ile, nümûl şeklinde okunduğu gibi, racûl vezni üzere nemül şeklinde de okunmuştur. Neml şekli ise, bunların tahfif ile okunan şeklidir.

Karıncanın Konuşması

Ayetteki, ifadesi, "Bir karınca dedi ki" demektir ki karıncanın konuşması akıldan uzak görülecek birşey değildir. Çünkü Allahü teâlâ, karıncada hem aklı, hem konuşma kabiliyetini yaratmaya kadirdir. Katâde'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: O, birgün Kûfe'ye gelmiş ve etrafına insanlar toplanmış. Bunun üzerine o, "İstediğinizi sorun" demiş. Ebu Hanife (r.h) de, o zaman henüz bir delikanlı olarak, onların arasında imiş ve "Süleyman (aleyhisselâm)'ın karıncasının, erkek mi dişi mi olduğunu sorun" demiş. İnsanlar, Katâde'ye bunu sorunca, o cevap verememiş. Ebu Hanife (r.h), o karıncanın dişi olduğunu söylemiş. Ebu Hanife'ye "Nereden biliyorsun?" denildiğinde, "Allah'ın kitabından... Çünkü Allah, kitabı Kur'ân'da demiştir. Eğer o karınca erkek olsaydı, derdi" cevabını verimiştir. Bu böyledir. Çünkü "nemle" kelimesi, müzekker ve müennesi aynı olma bakımından, "hamâme" (güvercin), "şât" (koyun) kelimeleri gibidir. Binâenaleyh bunlardan dişisi erkeğinden verilen sıfat ile (erkek güvercin) ve diyerek veya gibi zamirler kullanılarak ayırdedilirler.

Ayetteki, "Yuvalarınıza girin" ifadesine gelince, bil ki, karınca akıllı bir varlık olunca, şüphe yok ki, onlara, akıllı varlıklara hitap edildiği gibi hitap ederek, (cemi müzekker salim siğası kullanmıştır.) Bundan ötürü, böyle söylemiştir. Eğer, "Ayetteki, "Sizi kırmasın" ifadesinin iğrabtaki yeri nedir?" dersen, ben derim ki: Bunun, emrin cevabı olması muhtemel olduğu gibi, emirden bedel bir nehiy olması da mümkündür. Buna göre mana, "Yerinizde durmayın, yoksa onlar sizi yol üzerinde ezer, kırıp geçerler. Sizi, burada görmeyeyim" şeklinde olur.

Bu ayetle, şu hususlara dikkat çekilmiştir:

a) Yolda yürüyenin (yerdekilere) dikkat etmesi gerekmeyip, yol üzerindekilerin sakınması gerekmektedir.

b) Karınca, peygamberin masum (günahsız) olduğunu ve ondan ancak hatâen canlıları öldürme İşinin sâdır olacağını bildiği için, "bilmeyerek sizi kırmasınlar" demiştir ki bu, peygamberlerin masum olduklarına kesin inanmak gerektiğine önemli dikkat çekmedir.

c) Bir kitabta şunu gördüm: O karınca başkalarına, içeri girmelerini şundan ötürü emretmiştir. Çünkü o, idare ettiği karınca topluluğunun, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ı, bu saltanat ve celâlet içinde görmeleri halinde, nankörlüğe düşebilecekleri endişesini duymuştur. İşte onun, "Süleyman sizi ... kırmasın" ifadesi ile kastettiği budur. Böylece o, karıncalar bu nimet ve saltanatı görüp, bir nankörlüğe düşmesinler diye, onlara yuvalarına girmelerini emretmiştir ki bu, bir, kendini dünyaya kaptırmış kimselerle oturup kalkmanın mahzurlu olduğuna dikkat çekmedir.

d) Ve şeddesiz nün ile şeklinde kıraatler de var. Yine aslı olmak üzere bu fiil, tî'nın fethası veya kesresiyte seklinde de okunmuştur.

Süleyman (aleyhisselâm)'ın Gülümsemesi

Ayetteki, "(Süleyman) onun bu sözüne gülercesine tebessüm etti", "tebessüm sınırını gülmeye vardırdı", "gülmeye başlayarak tebessüm etti" demektir. Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) şu iki sebepten ötürü gülmüştür:

a) O karıncanın sözünün, kendisinin ve ordusunun merhametine, hallerinin şöhretine ve ordusunun takva konusundaki şöhretine delâlet edişinden hoşlandığı için. Karıncanın buna delâlet eden sözü, "bilmeyerek" şeklindeki sözüdür.

b) Allahü teâlâ'nın, karıncanın sözünü duyma ve onu anlama gibi bir nimeti kendisine verip, başka kimseye vermemiş olmasından ötürü duyduğu sevinçten.

Ayetteki, "Rabbim bana ... ihsan et" ifadesi hakkında Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Bunun asıl manası, "Bendeki nimetlerinin şükrünü hakkıyla yapmamı bana nasib et ve ömür boyu sana şükredebilmem için, o nimetlerin benden gitmesine manî olma kudreti ver" demektir." Bu ayet biz (ehl-i sünnetin) görüşüne delâlet eder. Çünkü Mu'tezile ye göre, yapılması mümkün olan herşey lütuf fiillerindendir. Binâenaleyh bütün bunlar olup bitmiştir. Halbuki hasıl-ı tahsil (olmuş şeylerin olmasını istemek) abestir.

Ayetteki, "ve ana babama" ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i Süleyman'ın ebeveynine verdiği nimetleri, aynen Süleyman'a verilmiş nimet gibi saydığına delâlet eder. "Senin razı olacağın iyi işler yapmamı (bana ilham et)" ifadesi ise, gerek şükür, gerekse amel-i salih hususunda, Allah'dan yardım istemektir.

Daha sonra o, "Rahmetinle beni de sâlih kulların araşma sok" demiştir. O, dünyada iken, iyi şeyleri yapma hususunda Allah'ın yardımını taleb edince, âhirette kendisini sâlih kullardan kılmasını da istemiştir. Onun, "rahmetinle" ifadesi, cennete girmenin, kul tarafından hakedilmesiyle değil de, ilahî lütuf ve rahmet sayesinde olduğuna delâlet eder.

Bil ki Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) önce âhiret mükâfaatını sağlama vesilesi olacak şeyi istemiş, sonra âhiret mükâfaatını istemiştir. Ahiret mükâfaatına vesile olacak şey, şu iki husustur: a) önceki nimetlere şükür, b) hizmetlerle (ibadetlerle) meşgul olma... Önceki nimetlere şükür hususunu, "Ya Rabbi, bana ... lütfettiğin nimetine şükretmemi ilham et (nasib et)" ifâdesi anlatmaktadır. İnsanın, ana-babasına ve atalarına verilen nimetlerin, oğlun kıymetli bir babaya nisbet edilmesinin, Allah tarafından o oğula verilmiş bir nimet olacağı için, bizzat kendisine verilmiş gibi olduğundan dolayı, "ve ana babama ... verdiğin nimetleri" ifadesi ile, Hazret-i Süleyman, Allah'ın, baba ve atasına verdiği nimetlere de şükretmiştir. Hazret-i Süleyman'ın diğer ibadetleri yapması ise, "Senin razı olacağın iyi işler yapmamı..." şeklindeki sözü etmektedir. Hazret-i Süleyman'ın, Allah'dan âhiret mükâfaatı isteyişini de, "Rahmetinle beni de sâlih kulların arasına sok" ifadesi anlatmaktadır. Buna göre eğer, "Peygamberlerin, dereceleri, velilerin ve sâlih kulların derecelerinden daha büyük olduğu halde, Allah'dan, kendilerini sâlih kullarından kılmasını istemelerinin sebebi nedir? Çünkü meselâ Yusuf (aleyhisselâm), "Beni müslüman olarak öldür ve beni sâlih kullarına kat" (Yusuf, 101) diye dua ederken, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) da, "Rahmetinle beni de sâlih kulların arasına sok" diye dua etmiştir" denilirse, şöyle cevap verilir: Kâmil-tam salih, Allah'a hiç isyan etmeyen ve hiçbir günaha yeltenmeyendir ki bu, çok yüce bir derecedir. Allah en iyi bilendir.

Süleyman (aleyhisselâm)'ın Kuşları Teftişi

20

Âyetin tefsiri için bak:24

21

Âyetin tefsiri için bak:24

22

Âyetin tefsiri için bak:24

23

Âyetin tefsiri için bak:24

24

"(Süleyman) kuşları teftiş edip dedi ki: Hüdhüd'ü niçin göremiyorum? Yoksa gelmeyenlerden mi oldu? Onu mutlaka çetin bir cezaya uğratacağım, yahut onu mutlaka kestireceğim. Yahut bana, açık bir burhan (mazeret) getirir." Derken o geldi ve "Ben, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe'den sana çok doğru bir haber getirdim. Hakikaten orada bir kadını, onlara hükümdarlık eder buldum. Ona herşey verilmiştir. Onun bir de büyük bir tahtı var. Hem onun, hem kavminin, Allah'ı bırakıp güneşe secde etu'klerini gördüm. Şeytan, onlara, işlerini süslemiş ve yoldan çıkarmış. Dolayısıyla onlar hidayete eremiyorlar" dedi".

Hüdhüd'ü Sorması

Bil ki Süleyman (aleyhisselâm), kuşları teftiş edince Hüdhüd'ü hususi bir işi için aradığı zannını uyandırmaktadır. Alimler, Hazret-i Süleyman'ın Hüdhüd'ü neden araştırdığı hususunda şu değişik izahları yapmışlardır: 1) Vehb b. Münebbih'e göre, Hüdhüd nöbetini ihlâl ettiği için, Süleyman (aleyhisselâm) onu araştırmıştır. 2) Süleyman (aleyhisselâm) onu, su ölçekleri ve bulma aletleri onda olduğu için, aramıştır. Çünkü Hüdhüd, yakında olan su ile, uzakta olanı bitebiliyordu. Süleyman (aleyhisselâm) buna ihtiyaç duyduğundan dolayı, onu sordu ve araştırdı. 3) Hüdhüd, güneşe karşı, Süleyman (aleyhisselâm)'a gölge yapardı. Ortalıktan kaybolunca, Süleyman (aleyhisselâm) onu araştırdı.

Ayetteki, "Hüdhüd'ü niçin göremiyorum? Yoksa gelmeyenlerden mi oldu" dedi" ifadesindeki, edatı, em-i münkatıadır. Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm), Hüdhüd'ün yerine baktı, fakat onu göremedi. Bunun üzerine, o, orada olduğu halde, görünmesine mâni olan birşeyden ötürü, yoksa başka bir sebepten ötürü mü onu göremiyorum" manasında, "Bana ne oluyorda onu göremiyorum" demiş. Sonra onun orada olmadığını anlayınca, bu sözden vazgeçmiş ve "Yoksa gelmeyenlerden mi?" demiştir. Böylece sanki, anladığı şeyin, doğru olup olmadığını sormuştur. Bunun bir benzeri de, Arapların, "Bu (sürü) deve sürüsü, yok koyun sürüsü" şeklindeki sözleridir.

Hüdhüd İçin Düşündüğü Ceza

Ayetteki, "Onu mutlaka çetin bir azaba uğratacağım, yahut onu mutlaka kestireceğim. Yahut bana açık bir burhan (mazeret) getirir" ifadesine gelince, Hazret-i Süleyman'ın böyle bir sözü, ya ancak mükellef kimseler, yahut da temyiz mükellefiyet) çağına yaklaşmış ve terbiye edilmeye elverişli kimseler hakkında söylemesi mümkündür. Alimler, onun, "onu mutlaka çetin bir azaba uğratacağım" ifadesindeki azab hakkında, şu değişik görüşleri belirtmişlerdir: Meselâ İbn Abbas (radıyallahü anh), Hazret-i Süleyman'ın, onun kanatlarını yolup, güneşe atacağını söylerken; onun, zifte batırılıp, güneşe atılacağı da söylenmiştir. Yine bununla, onun, karıncaların içine atılıp, onlar tarafından yeneceği ile tehdid edilmiş olduğu söylendiği gibi, "kafesine kapatılarak" cezalandırılacağı da ileri sürülmüştür. Yine onunla arkadaş olanların arasının ayrılması ve o Hüdhüd'ün, hoşlanmadığı kimselerle arkadaşlığa mecbur edileceği de söylenmiştir. Çünkü bazı kimseler, "en kötü ve dar hapishane, kişinin hoşlanmadıkları ile beraber olmasıdır" demişlerdir. Yine bu cezanın, Hüdhüd'ün emsallerine hizmet mecburiyetinde bırakılacağı şeklinde olacağı da söylenmiştir.

Ayetteki, ifadesi, kâfin fethası ve zammesiyle okunmuştur. ifadesi se, (çok geçmeden, en yakın zamanda) manasınadır. Cenâb-ı Hakk'ın bu oekleyişi "kısa" olarak nitelemesi, Hüdhüd'ün Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'dan korktuğu için, hızlıca geldiğini göstermesinden dolayı ve o kuşun, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın emrine nasıl âmâde olduğunu bildirmek içindir.

Hüdhüd'ün Getirdiği Haber

Onun "Ben senin bilmediğin bir şeyi öğrendim" ifadesine gelince bunda, Hazret-i Süleyman'ın, Allahü teâlâ'nın en aşağı derecedeki varlıkları arasında, onun bilmediğini bilen kimselerin bulunduğu hususunda bir tenbih ve uyarı bulunmaktadır. Binâenaleyh bu, ücbü (kendini beğenmeyi) terketme hususunda, ince Dir uyan olmuş olur. Bir şeyi ilimce kuşatmak, onun bütün yönlerden bilinmesidir.

Sebe

Onun, "Sebe'den sana çok doğru bir haber getirdim" sözüne gelince bil ki, (Sebe') kelimesi hem munsarif olarak hem de gayr-i munsarif olarak okunmuştur. Kelime, bâ'nın sükûnuyla da şeklinde de rivayet olunmuştur. Bir rivayette ise İbn Kesir'den, elifle okunuş rivayet edilmiştir: (min seba). Bu onların tıpkı (Onlar, Seba'nın huzuruna gittiler) ifadeleri gibidir.

Bu, Sebe İbn Yeşcub İbn Ya'rub İbn Kahtân'dır. Bunu kabilenin ismi addeden kimse kelimeyi munsarif okumaz... Bunun mahallenin ya da büyük babanın ismi olduğunu söyleyense, munsarif okur. Daha sonra ise, Me'reb kenti, Sebe' diye isimlendirilmiş olup, onunla Sana arasında üç günlük bir mesafe bulunmaktadır. en-Nebe'u kelimesi ise, mühim haber anlamına gelir. Buradaki ifadesi, sözün lafızla alakalı güzelliklerinden olup, güzelliğinin alâmeti de, mânanın doğruluğudur. Andolsun ki burada, mananın doğruluğuna ilave olarak gelmiş, böylece de hem lafız hem de mana cihetinden güzel olmuştur. Bir baksana; eğer (......) yerine, (......) kelimesi konulmuş olsaydı, mana yine sahîh ve doğru olurdu. Ama (nebe'un) kelimesi, kendisinde durumun tasvirine daha uygun olan bir fazlalık ve tekîd bulunduğu için, daha uygun ve evlâdır...

Sebe'yi Yöneten Kıraliçe

Onun, "Hakikaten orada, bir kadını onlara hükümdarlık eder buldum..." ifadesine gelince, buradaki kadından murad, Belkis Binti Şurahil'dir. Onun babası, Yemen topraklarının hükümdarı olup, o ve kavmi, güneşe tapan Meclislerdendi. ifadesindeki zamir, Sebe' (kavmine) racidir. Eğer bununla kavm murad edilmişse, durum gayet açıktır; ama bununla kent kast edilmişse, o zaman mana, "Ora halkına hükümdarlık eden" şeklinde olur.

Onun, "Ona herşey verilmiştir" ifadesine gelince, burada şöyle bir soru bulunmaktadır: Süleyman (aleyhisselâm), "Bize herşeyden verildi" (Neml, 16) demişken, Hüdhüd daha nasıl, "Ona herşey verilmiştir" demiştir? Sanki böylece Hüdhüd, her ikisini bir tutmuştur. Cevap: Süleyman (aleyhisselâm)'ın söylediği şey, ona verilmiş olan nübüvvet ve hikmete racidir. Sonra da, mülk ve dünya sebeplerine... Hüdhüd' ün (Belkîs hakkında) söylediği ise, ancak dünyayla alakalı meselelerle ilgilidir.

Belkîs'in Tahtı

Onun,"Onun bir de büyük bir tahtı var" cümlesine gelince, burada da bir soru bulunmaktadır: Hüdhüd, Süleyman (aleyhisselâm)'ın mülkünü görmüş olduğu halde, nasıl olur da Belkîs'ın tahtının çok büyük olduğunu söyleyebilmiştir? Ve yine nasıl olur da, büyüklükle niteleme hususunda, Belkîs'ın tahtını Allah'ın Arşına müsavî tutar?..

Birinciye Cevap: Süleyman (aleyhisselâm)'ın durumuna nisbetle Belkîs'ın durumunu aşağı görüp de, kendisine nisbetle tahtını büyük görmüş olması caiz olabilir. Yine, onca büyüklüğüne ve azametine rağmen, Süleyman (aleyhisselâm)'ın böyle bir şeyinin olmaması -nümkündür. Nitekim, kimi emirlerin (prensinin), hükümdarda benzeri bulunmayan şeylere sahip olduğuna tesadüf olunmaktadır.

İkinciye de şöyle cevap verilir: Onun tahtını büyüklükle nitelemek, bunu, onun sülalesinden gelen hükümdarların tahtlarına nisbetle yüceltmek ve büyük görmektir... Allah'ın Arşını büyüklükle nitelemek ise, onu, Allah'ın yaratmış olduğu göklere ve arza nisbetle tazîm etmek ve ululamaktır... Bil ki burada iki bahis vardır.

Bazı Şüphelere Cevaplar

Birinci Bahis: Mülhidler bu kıssayı birkaç bakımdan ta'n etmiştir:

1) Bu kıssa, karınca ve Hüdhüd'ün, ancak akıllı varlıklardan sadır olacak olan bir sözü söylemiş olduklarını ifade eder. Bu ise, safsataya götürür... Eğer biz bunu tecviz edersek, şu zamanımızda müşahede ettiğimiz karıncaların, Öklîd'den daha iyi geometri, Sîbeveyh'den daha iyi nahiv bildikleri konusunda emin olamayız... (Bu mümkündür). Bit ve beyaz karınca hakkında da böyle söylenebilir... Binâenaleyh, onların içinde peygamberler, mükellefiyetler ve mucizeler bulunabilir. Bilinen birşeydir ki, bunların olabileceğini söyleyen kimse, deliliğe daha yakındır.

2) Süleyman (aleyhisselâm) Şam diyarında olduğu halde, Hüdhüd nasıl olurda, Şam'dan Yemen'e kadar olan mesafeyi bu kadarcık kısa zamanda uçar, sonra da tekrar geri döner?

3) Bütün insanların ve cinlerin Süleyman (aleyhisselâm)'a boyun eğmiş olduğunu; rivayete göre, Belkîs'ın sancağı altında, oniki bin meliklik (birlik), bunların herbirinin sancağı altında da yüzbin kişi bulunduğu halde, Süleyman (aleyhisselâm) bütün dünyanın meliki ve kralı iken, yine rivayete göre, Süleyman (aleyhisselâm) ile Belkîs'ın ülkesi arasında, Hüdhüd'ün uçuşuyla ancak üçgünlük bir mesafe bulunuyorken, daha nasıl olur da, Süleyman (aleyhisselâm) böylesine azametli bir kraliçenin hükümranlığından haberdar olamazdı?

4) Hüdhüd, marifetullah, O'na secde edilmesinin farziyyetini, onların güneşe tapmalarını inkâr edip de, bunu şeytana ve onun süslemesine nisbet etmeyi nereden ve nasıl öğrenmiştir?

Birinciye Cevap: Böyle bir ihtimal aklen mümkündür; ancak bu, icmâ ile reddolunur. Diğerinede şöyle cevap verilir: Alemin, kadir ve irâde sahibi bir Yaratıcı'ya. muhtaç olduğuna iman etmek, böylesi şüpheleri yok eder.

İkinci Bahis: Mu'tezile, "Güneşe secde ettiklerini ... Şeytan onlara, işlerini süslemiş ve yoldan çıkarmış" ifadesinin, kulun fiilinin kendisi cihetinden olduğuna delâlet ettiğini; çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, bu fiili, önce kullara nisbet ettikten sonra şeytana izafe ettiğini; bunu zem makamından getirip, onların hidâyete ermediğini oeyan ettiğini söylemişlerdir.

Buna birkaç bakımdan cevâp verilir: 1) Hüdhüd'ün bu sözü hüccet olmaz. 2) Bu ifadenin zahiri terkolunur. Çünkü Cenâb-ı Hak, "O yolun doğrusunu göstermek Allah'a aittir" (Nahl. 9) buyurmuştur. Onlara göre şeytan, kâfiri, doğru yoldan men etmemiştir. Eğer kâfir, men edilmiş ve alıkonulmuş olsaydı, teklifin ondan düşmesi gerekirdi. Binâenaleyh burada ancak, medh ve zemmi feshetmek (ayırmak) işine tutunmaya kalır. (Yani, o zemmolunduğuna göre, fiilinin failidir ve sorumludur)...

Bu konudaki cevap ise, daha önce defalarca geçmiş olup, bunu tekrarlamanın hiçbir faydası yoktur. Allah en iyisini bilendir.

Süleyman (aleyhisselâm) ile Hüdhüd'ün Muhaveresi

25

Âyetin tefsiri için bak:28

26

Âyetin tefsiri için bak:28

27

Âyetin tefsiri için bak:28

28

"... göklerdeki ve yerdeki her gizliyi çıkaran, gizlediklerinizi de açığa vurduklarınızı da bilen Allah'a secde etmesinler diye... Allah O'dur ki, o büyük arşın sahibi olan kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. (Süleyman), "Bakalım doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mı oldun?" dedi. Şu mektubumu götür, onu kendilerine bırak. Sonra onlardan biraz geri çekil de bak neye dönecekler".

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın ifadesinde birkaç kıraat vardır:

1) Kelimeyi tenbîh edatı olmak üzere, şeddesiz olarak (elâ) şeklinde okuyan kimsenin kıraati. Şu kıraate göre yâ harfi, nida harfi olur. Münada ise mahzûftur. (Yani, Dikkat, ey falancalar, secde ediniz...) Bu, aşağıdaki beytinde münâdâyı hazfeden şairin hazfetmesine benzer:

2) (......) şeklinde okumak. Bu kıraatle, "ve şeytan, secde etmemeleri için onları yoldan alıkoydu, saptırdı" manası murad edilir. Böylece edatı ile birlikte harf-i cer olan lam düşmüştür. Buradaki (lâ)'nın, zâid olması da mümkündür. Buna göre mana, "Onlar, secde etme hidâyetine varamadılar... ulaşamadılar..." şeklinde olur.

3) Bu, Abdullah İbn Mes'ûd ile A'meş'in harfi (Mushaflarında bulunan şekil) olup, buna göre (......) kelimesindeki hemze hâ'ya çevrilir ve (hellâ) şeklinde okunur. Abdullah Ibn Mes'ûd'un, muhatap siğasıyla, "secde etsenize, secde etmiyor musunuz?" anlamında olmak üzere (......) şeklinde okuduğu da rivayet edilir.

4) Übeyy İbn Ka'b'ın kıraati olup o, şeklindedir.

İkinci Mesele

Muhakkik ulemâ şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hakk'ın ifadesinin, emir manasında olması gerekir. Çünkü eğer, secdeden men etme anlamında olsaydı, Cenâb-ı Hakk'ın, kendisine secde edilmeyi vâcib kılan şeyle -ki bu, O'nun, gizliyi çıkarmaya kadir olup, sırları bilmesidir- vasfedilmesinin bir manası olmazdı."

Üçüncü Mesele

Ayet-i kerime, Allahü teâlâ'nın kudret ve ilimle vasfedilmiş olduğuna delâlet eder. Kudrete gelince, bu, "Göklerdeki ve yerdeki her gizliyi çıkaran" ifadesidir. Gizli olan şey, masdar ile isimlendirilmiştir. Bu, bütün rızık ve mal çeşitlerini ve onların, yağmur ile semâdan; nebat ile de yerden çıkarılmasını içine alır. İlim ile vasf edilmesine gelince, bu da, "gizlediklerinizi de açığa vurduklarınızı da bilen" ifadesidir.

Güneşe Tapanlara Red

Bil ki bu ifadeden maksat, güneşe tapanlara reddiyedir. Bunun delâleti şu şekilde iade edilebilir: İlâhın, gizliyi çıkarmaya muktedir ve gizli olan şeyleri bilmesi âlim olması gerekir. Güneş ise böyle değildir. Binâenaleyh o, bir ilâh olamaz. O, ilâh olmayınca da, ona secde etmek caiz olmaz. Allahü teâlâ'ya gelince, O'nun, zikredildiği üzere, kadir ve âlim olması vacibtir. Allah, zâtı gereği vâcib olunca, O'nun kadir oluşu ve âlim oluşu, kimilerini dışta bırakacak biçimde, bazı makdurâta ve bazı malûmata tahsis olunmaz, onlarla sınırlanmaz. Güneşe gelince, o böyle değildir. Çünkü o, sonlu bir cisimdir. Zâtında sonlu olan her şey ise, sıfatlarında da sonludur. Durum böyle olunca, onun, gizliyi çıkarmaya muktedir ve gizli olan şeyleri bilen olduğu bilinemez... Onun halinden bu anlaşılamayınca da, onun halinden, faydalar temin edip zararları gidermeye kadir olduğu da anlaşılamaz... Böylece bu ifadenin nihai delâleti, Hazret-i İbrahim'in, "işitmeyen, görmeyen, sana hiçbir faydası dokunmayan şeylere niye tapıyorsun?" (Meryem, 42) ayetinde zikretmiş olduğu şeye raci olur.

Cenâb-ı Hakk'ın, "göklerde ve yerdeki her gizliyi çıkaran..." buyuruğunda başka bir izah şekli daha vardır. Bu da şudur: Bu, Hazret-i İbrahim'in, "Rabbim, dirilten ve öldürendir" (Bakara, 268), "Allah güneşi doğudan getirir, o halde sen onu batıdan getir (bakalım!)" (Bakara, 258) ifadelerinde kendisiyle istidlalde bulunduğu hakikate bir işarettir. Bu böyledir, çünkü, Allahü teâlâ güneşi, o batıds battıktan sonra, doğudan getirendir. Bu, göklerdeki gizliyi açığa çıkarmaktır. İbrahim (aleyhisselâm)'ın, "Ben ufûl edip batanları sevmem..."(En'am.76) ve "Allah güneşi doğudan getirir, o halde sen onu batıdan getir (bakalım!)" (Bakara, 258) sözleriyle, Hazret-i Musa'nın, "Doğunun da batının da Rabbi" (şuara, 28) sözlerinden kastedilendir. Bunların neticesi şunu vurgulamaktadır. Güneşin batması ve doğması, onların, kahir bir müdebbirin yönetimi altında olduğuna delâlet ederler. O halde, onları hükmü altında tutup onlar da tasarrufta bulunana ibâdet etmek daha makûl ve evlâdır. Yerdeki gizli olanın çıkarılmasına gelince, bu da, nutfenin "sulb" ve "terâib"ten çıkarılmasını, bunlardan ceninin oluşturulmasını içine alır.

İmdi, eğer, "İbrahim ile Musa (aleyhisselâm), enfüsî delilleri afakî delillerden önce zikretmişlerdir. İbrahim (aleyhisselâm), "Rabbim dirilten ve öldürendir" demiş, ondan sonra, "Allah güneşi doğudan getirir, o halde sen onu batıdan getir (bakalım!)" demiştir. Musa (aleyhisselâm) ise, "Hem sizin hem de daha önceki atalarınızın Rabbi" (şuara, 26) demiş, bundan sonra da, "Doğunun da batının da Rabbi" (Şuara, 28) demiştir. "O halde durum burada niye tersine olmuş da, göklerin gizlisini çıkarmak yerlerin gizlisini çıkarmaktan önce zikredilmiştir?" denilirse, buna şöyle cevap verilir: ibrahim (aleyhisselâm) ve Musa (aleyhisselâm), insanın ilah olduğunu iddia edenlerle münazara etmişlerdi. Bu nedenle, hiç şüphesiz işe, insanın ilah olamayacağını isbatla başlamışlar ve daha sonra göklerin, ulûhiyyetini ibtâle geçmişler. Ayetteki, "Hem onun, hem kavminin, Allah'ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm" ifadesinden anlaşıldığı üzere, buradaki münazara, güneşin ilah olduğunu iddia edenlerle yapılmıştır. İşte bu sebeple işe, önce göklerle ilgili olanlardan başlanmış, sonra yeryüzünde olanlara geçilmiştir.

Hak teâlâ'nın "Allah O'dur ki, o büyük Arş'ın sahibi olan kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur" ifadesine gelince, bu, "Allah, göklerin, yerin ve bunlar arasındakilerin bir müdebbire muhtaç olduklarını beyan edince, bundan sonra, cisimlerin en büyüğü ve kıymetlisinin de yaratılmış ve terbiye edilmiş olduğunu zikretmiştir. Bu ise, Hak teâlâ'nın kudret ve rubûbiyyet hususunda, dahası olmayan bir dereceye varıp dayandığına delâlet eder" demektir. Allah en iyi bilendir.

Dördüncü Mesele

Ayetteki, (......) den, (......) ifadesine kadar (ayet 22-23) kısmın, Hüdhüd kuşunun sözleri cümlesinden olduğu ileri sürüldüğü gibi, bunun Cenâb-ı Allah'ın kelâmının devamı olduğu da söylenmiştir.

Tilavet Secdesi Gerektirmesi

Doğru görüşe göre, her iki kıraate göre de, secde-i tilavet vâcibtir. Bu, Şafiî ve Ebu Hanife (r.h)'nin görüşüdür.

Bunlar, Kur'an'daki secde ayetlerinin on dört olduğu ve bunun da onlardan biri olduğunda ittifak etmişlerdir. Bir de, secde ayetlerinde, ya secde emredilmiştir, ya secde eden medhedilmiştir, yahut da secde etmekten kaçınan zemmedilmiştir. Bu iki kıraatten birisine göre, ayette secde emredilmekte, diğerine göre de, secdeye yanaşmayan kınanmaktadır. Böylece Zeccâc'ın, ayetin şeddesiz okunması halinde secdenin vâcib olacağı şaklindeki görüşün, iltifat edilmez bir görüş olduğu anlaşılır.

Altıncı Mesele

Ayette vakıf yapan, bu iki kıraatin arasını ayırabilir mi? Cevap: Evet. Vakıf yapan kimse, ayeti şeddesiz okuduğunda, ifadesi üzerinde vakıf yapar. Sonra da okumaya diye başlar. Bu kimse isterse üzerinde vakıf yapar, sonra da diye yeniden başlar. Fakat şeddeli okursa, ancak üzerinde vakıf yapar.

Ayetteki, "Bakalım" ifadesi, "düşünme" manasında olan "nazar"dandır. Bu ifade ile, "Doğru mu yoksa yalan mı söyledin?" manası kastedilmiştir. Fakat, "yoksa yalancılardan mı oldun?" ifadesi daha beliğdir. Çünkü kişi yalan söylemekle meşhur olunca, verdiği haberlerde de yalanla itham olunur ve kendisine güvenilmez.

Hazret-i Süleyman "Onu kendilerine bırak" diyerek, zamiri cemi getirmiştir. Çünkü Hüdhüd, "Hem onun, hem kavminin, Allah'ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm " deyince, Süleyman (aleyhisselâm) da, "o mektubu onlara, yani dinleri böyle olanlara bırak" demiştir.

Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın, "Sonra onlardan biraz geri çekil" yani, "Onlardan, ne diyeceklerini duyabileceğin ve neye döneceklerini, neye başvuracaklarını görebileceğin ve onların seni göremeyecekleri, yakın bir kenara çekil" dedi. Bu ifade tıpkı, "Onlar sözü birbirine evirip-çevirirler (danışırlar)" (Sebe, 31) ayetinde olduğu gibidir. Hüdhüd'ün, Belkıs'ın odasına, mazgal deliğinden girdiği ve mektubu onun yanına attığı ve sonra pencerede saklanıp neticeyi gözlediği ileri sürülmüştür.

Belkıs'a Gönderilen Mektup

29

Âyetin tefsiri için bak:33

30

Âyetin tefsiri için bak:33

31

Âyetin tefsiri için bak:33

32

Âyetin tefsiri için bak:33

33

"(Belkıs) Dedi ki: "Ey seçkin topluluk, gerçekten bana çok şerefli bir mektup bırakıldı. Hiç şüphesiz o, Süleyman'dandır ve şüphesiz Bismillahirrahmanirrahîm diye başlamaktadır, "Bana karşı baş kaldırmayın, müslümanlar olarak bana gelin" diye (yazmaktadır)." O, "Ey seçkin topluluk, bana bu işim hakkında bir görüş belirtin. Siz, huzurumda bulunmadıkça, hiçbir işte kâfî (bir hüküm) vermem" dedi. Onlar da dediler ki: "Biz, güç, kuvvet sahibi, savaşçı bir milletiz. Emir sana âit, ne emredeceğini düşün".

Bil ki ayetteki, "(Belkıs) dedi ki: "Ey seçkin topluluk, gerçekten bana çok şerefli bir mektup bırakıldı" ifadesi, "Ona bu mektubu Hüdhüd attı. O da (adamlarına) böyle dedi" demektir. Binâenaleyh bu hususlar, takdiren vardır. Rivayet olunduğuna göre, o melike, uyurken kapılarını kitler ve anahtarları başucuna kordu. Derken Hüdhüd mazgal deliğinden (penceresinden) girip, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın mektubunu sırtüstü uyumakta olan melikenin göğsüne bıraktı. Hüdhüd'ün Belkıs'ı gagaladığı ve onun da çığlık atarak uyandığı da rivayet edilmiştir.

Ayetteki, "kitab-ı kerim'e şu üç mana verilmiştir:

1) Bu, muhtevası güzel olan bir mektubtur.

2) Belkıs bu mektubu, kerim (kıymetli) olarak nitelemiştir. Çünkü bu, kerim bir hükümdardan gelmektedir.

3) Mektub mühürlü idi. Çünkü Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm) "Mektubun şerefi, mührüdür" Deylemî, 3/297. buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, yabancılara mektub yazarken, "Onlar, ancak mühürlü mektubları kabul ederler" denilince, kendisi de bir mühür edinmişti.

Mektubun Bazı Özellikleri

Ayetteki "Hiç şüphesiz o Süleyman'dandır ve Bismillahirrahmanirrahîm diye başlamaktadır" ifadesi ile ilgili bir kaç bahis vardır:

Birinci Bahis: Bu, müstenef bir cümle olup, Belkıs'e bırakılan mektubu anlatmaktadır. Buna göre sanki o kadın, "Bana, çok kıymetli bir mektub bırakıldı" deyince, ona, "o mektub kimden geliyor ve içinde ne var?" denilince o da, "Süleyman'dan geliyor ve şöyle yazıyor" demiştir. Abdullah b. Mes'üd (radıyallahü anh), bunu (......) üzerine atfen (......) şeklinde okumuştur. Her iki (......) de, fetha ile (......) şeklinde de okunmuştur. Bu okuyuşa göre şu iki izah yapılmıştır:

a) Bu, "kitab" kelimesinden bedeldir. Buna göre sanki, (......) takdirindedir.

b) Bu, "Belkıs, bunun Süleyman'dan olduğunu anlatmak istemektedir, bir de bu besmele iledir" takdirindedir. Sanki Belkis, o mektubun kıymetli olduğunu, Süleyman'dan oluşuna ve besmele ile başlayışına bağlamıştır. Übeyy (radıyallahü anh), en-i müfessire olarak okumuştur. Buradaki, (......) daki "en" edatı da, böyle en-i müfessiredir. ise, "Diğer krallar gibi, sen de kibirlenme" demektir. Ibn Abbas da, kelimeyi, bu "haddi aşmak" manasına olan, "guluvv"den olarak, (......) şeklinde okumuştur.

İkinci Bahis: Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) mektubunda niçin, Allah'ın adından önce kendi ismini zikretmiştir? Cevap: Hâşâ o bunu yapmaz. Aksine o, mektuba besmeleyle başlamıştır. Fakat Belkıs, önce kitabın kimden olduğunu, sonra içinde ne olduğunu anlatmıştır. Cenâb-ı Hak da bunu aynı şekilde anlatmıştır. O halde, buradaki bu önce zikrediş, hikâye edişdedir.

Üçüncü Bahis: Peygamberler sözü uzatmazlar, aksine sadece maksatlarını söylemekle yetinirler. Bu mektub da, maksadı tam olarak ifade etmektedir. Bu böyledir, zira, insanlardan istenen, ya ilimdir, ya ameldir. İlim, amelden öncedir. O halde onun, "Bismillah..." ifadesi, münezzeh olan bir yaratıcının varlığını ifade etmektedir. Yine bu ifade o yaratıcının, âlim, kadir, hayy (diri), hür ve irade sahibi, hakîm ve rahîm olduğunu da ifade etmektedir.

Ayetteki "Bana karşı baş kaldırmayın" ifadesi, nefse, heva-ü hevese itaatten ve kibirden bir nehiydir. "Müslümanlar olarak bana gelin" ifadesindeki "müslümanlar" ile, ya inkiyâd eden, boyun eğenler manası, ya "iman edenler" manası kastedilmiştir. Böylece bu mektubun, son derece kısa olmasına rağmen, hem dinî, hem dünyevî konularda anlatılması gereken herşeyi ihtiva etmiş olduğu sabit olur.

İmdi eğer, "Kendisinin gerçek bir peygamber olduğuna bir delil getirmeden, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın, isyandan nehyedip, kendisine boyun eğilmesini emretmesi, "taklid" ile yetinilmesi gerektiğine delâlet eder?" denilirse, şöyle cevap verilir: Burada bir taklidin bulunmasından Allah'a sığınırım. Bu böyledir, zira Süleyman (aleyhisselâm)'ın Belkıs'e gönderdiği elçi, Hüdhüd idi. Hüdhüd'ün böyle elçi olarak gönderilmesi ise bir mucizedir. Mucize ise, bir yaratıcının varlığına, sıfatlarına ve peygamberlik iddiasında bulunanın doğruluğuna delalet eder. Binaenaleyh Hüdhüd'ün bu elçiliği, tevhide ve nübüvvete tastamam delalet edince, Süleyman (aleyhisselâm) mektubunda ayrıca bir delil zikretmemiştir.

Belkıs'ın Şûra'ya Danışması

Ayetteki, "Ey seçkin topluluk, bana bu işim hakkında bir (fetva) görüş belirtin" ifadesinde geçen, "fetva", yaşta genç demek olan "tetâ" kelimesinden alınıp mecazen kullanılan ve "yeni bir hadise hakkında belirtilen bir görüş" demek olan bir kelimedir, yani, "Bana, şu yeni ortaya çıkan problem hakkında bir görüş belirtin" demektir. Ben, size başvurmak ve görüşlerinizi öğrenmek istemek suretiyle, gönüllerinizi hoşnud etmek istedim. Henüz kesin karar vermiş değilim, yani, İşi, ancak sizin huzurunuzda kesin karara bağlayacağım" demektir.

Ayetteki "Onlar da dediler ki: "Biz, güç, kuvvet sahibi, savaşçı bir milletiz" ifadesindeki "ülû kuvve" ifadesi ile, bedenlerinin, alet edevatlarının, silahlarının kuvveti, "ülû be'sin şedidin" ifadesi ile, savaştaki yiğitlikleri ve sebatları kastedilmiştir. Bu cevabın ortaya koymak istediği şudur: Bu adamlar, şu iki hususu belirtmek istemişlerdir:

a) "Eğer sen, ey Belkıs. bizden savaşmamızı, vatanımızı müdafaa etmemizi istiyorsan, bizi arzu ettiğin şekilde bulursun" hususunu ortaya koymak için, zatî ve arızî (bedenî ve teknik) güçlerini göstermek.

b) Onların, "Emir sana âit, ne emredeceğini düşün" şeklindeki sözlerinde de, melikenin barış istemesi halinde, yine ona itaat edecekleri hususunu bildirme vardır. Bundan daha güzel bir cevap vermek mümkün değildir.

Belkıs'ın Süleyman (aleyhisselâm)'ı Sınaması

34

Âyetin tefsiri için bak:37

35

Âyetin tefsiri için bak:37

36

Âyetin tefsiri için bak:37

37

"O dedi ki: Şüphesiz ki hükümdarlar, bir memlekete girdikleri zaman, orasını perişan ederler; halkından şerefli olanları hor ve hakir kılarlar. Bunlar dü, böyle yapacaklar. Ben onlara bir hediye göndereyim de, elçiler ne (cevap) ile dönecekler bakayım. Bunun üzerine o heyet Süleyman'a geldi. (Süleyman da) dedi ki: "Siz bana mal ile yardım mı edeceksiniz, işte Allah'ın bana verdiği nimetler. Onlar, size verdiğinden daha hayırlıdır. Doğrusu siz hediyenizle böbürlenirsiniz. Dön onlara. Andolsun ki karşı duramayacakları ordularla onlara gelir ve onları hor ve hakîr olarak oradan çıkarırım".

Bil ki Belkıs, hadiseyi, kavminin ileri gelenlerine arzedip onlarda diyeceklerini deyince, o zaman kendi fikrini açıkladı. Bu fikir de şudur: "Hükümdarlar bir memlekete zorla girdiklerinde, orayı bozup yıkarlar, yani harap ederler, oranın azîz olanlarını zelîl hale getirirler." Böylece Belkıs onlara, harbin neticesinin ne olacağını anlatmış oldu.

Ayetteki "Bunlar da böyle yapacaklar" ifadesine gelince, alimler bu ifadenin, Belkıs'in sözü cümlesinden mi, yoksa Allah'ın sözü cümlesinden mi olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir ki bu, Belkıs'ı tasvib etmek gibidir. Doğruya en yakın olanı, bunun, Belkıs'in sözü cümlesinden ve onun bunu, meliklerin durumu hakkında söylediği şeyleri fekîd için getirmiş olmasıdır.

Ona Hediye Göndermesi

Ayetteki "hediyye"nin ne demek olduğu hususunda, alimler çok söz söylemişlerdir. Ancak ne var ki, Kur'ân'da, bunun vasfına dair bir şey zikredilmemiştir.

Belkıs'in "elçiler ne (cevap) ile dönecekler bakayım" ifadesine gelince bu ifadede, Belkıs'in Hazret-i Süleyman'ın o hediyyeyi kabul edeceğinden emin olmadığına, bunu reddedebileceğine ve bununla Hazret-i Süleyman'ın maksadının ne olduğunu anlamak istediğine bir delâlet bulunmaktadır.

O hediyyeler Hazret-i Süleyman'a ulaşınca, Hazret-i Süleyman şu iki şeyden bahsetmiştir:

1) Onun, "Siz bana mal ile yardım mı edeceksiniz?" demesi... Böylece, Hazret-i Süleyman bu sözüyle, o mallara değer vermediğini beyan etmiştir. Onun, "Doğrusu siz, hediyenizle böbürlenirsiniz" cümlesine gelince, bu hususta da şu üç izah yapılabilir:

a) Hediyye, tıpkı "atiyye"nin, verilen şeye ad olması gibi, hediyye edilen şeyin adıdır. Binâenaleyh bu kelime, hem, hediyye edilen, şeye, hem de kendisine hediyye edilen kimseye nisbet edilir. Buradaki nisbet ise, kendisine hediye edilenedir. Buna göre mana, "Allah bana, en yüce mutluluk olan dini vermiştir. Ve bana, dünyada üzerine hiçbir şeyin ilave edilemeyeceği şeyleri vermiştir. O halde, benim gibilerin gönlü, bu gibi hediyyelerle nasıl gelinebilir? Hayır, tam aksine, sizler size hediyye edilen şeylerle sevinip böbürlenirsiniz. Ne var ki benim durumum sizinkine benzemez" demektir.

b) Bunun manası şudur: "Sizler, bu gibi şeyleri hediyye etmeye muktedir olmanız açısından sunduğunuz bu hediyyelerle sevinir böbürlenirsiniz."

c) Hazret-i Süleyman sanki şöyle demek istemiştir: "Hayır, hayır, tam aksine size yaraşan hediyyenizi geri almanız ve onunla sevinmenizdir."

2) Onun, "Dön onlara" şeklindeki sözü... Bu sözün, o elçiye bir hitab olduğu ileri sürüldüğü gibi, başka bir mektubu götürmesi için, Hüdhüd'e yazılmış bir hitab olduğu da söylenmiştir.

Cenâb-ı Hakk'ın "Karşı duramayacakları" ifadesine gelince bu, "takat edilemez" demektir. Esasen kıbel, mukavemette bulunmak, mukabelede bulunmak demektir. Yani, "onlar ona mukabele edemezler" demektir. İbn Mes'ûd bu ifadeyi, "onlar onlara mukavemet edemez" şeklinde okumuştur Ayetteki zamiri Sebe' kelimesine racidir. Söz konusu olan zül ise, onlardı bulunan izzet ve melikliğin onlardan gitmesidir. Ayette bahsedilen, "hakîr olmak' ise, onların esarete düşmeleri ve köle edinilmeleri; böylece de, daha önceleri kra iken, onların tebaa haline dönüştürülmesiyle yetinmemektir.

Süleyman (aleyhisselâm)'ın Belkıs'ın Tahtını Getirtmesi

38

Âyetin tefsiri için bak:40

39

Âyetin tefsiri için bak:40

40

"(Süleyman) dedi: "Ey seçkin topluluk, onun tahtını, kendilerinin bana müslüman olarak gelmelerinden önce, hanginiz bana getirir?" Cinlerden bir İfrît, "Sen, makamından kalkmadan ben onu sana getiririm. Ben bu hususta, mutlaka güvenilecek bir kuvvete mâlikim" dedi. Nezdinde kitaptan bir ilim olan, "Ben, sen gözünü yumup açmcaya kadar onu sana getiririm" dedi. Vakta ki onu yanında durur bir halde gördü. "Bu, Rabbimin lütfundandır. Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni imtihan etmek içindir. Kim şükrederse, bu onun faydasınadır, kim de nankörlük ederse, şüphe yok ki Rabbim, tamamen müstağnidir, hakkıyla kerem sahibidir".

Tahtı Getirtme Sebebi

Bil ki ayet-i kerimedeki "(Süleyman) dedi: "Ey seçkin topluluk, onun tahtını, hanginiz bana getirir?" ifadesinde, hem Belkıs'ın, Süleyman'a katılmaya azmettiğine, hem de o taht meselesinin meşhur bir mesele olduğuna, böylece de Hazret-i Süleyman'ın, Belkıs gelmeden önce, o tahtın kendi yanında olmasını istediğine dair bir delâlet bulunmaktadır. Alimler, Hazret-i Süleyman'ın o tahtı getirip,orada hazır bulundurmasındaki maksadının ne olduğu hususunda ihtilaf ederek, şu açıklamaları yapmışlardır:

1) Bundan maksat, bunun, Belkıs için, Allah'ın kudretine, Hazret-i Süleyman'ın peygamberliğine dair bir delil olması ve böylece Belkıs'ın, bu delili daha önce geçmiş' olan diğer delillere eklemesidir.

2) Hazret-i Süleyman, o tahtı getirtmeyi, böylece şeklini ve şemailini değiştirmeyi, daha sonra da Belkıs'ın onu tanıyıp tanıyamayacağını anlamak için, o tahtı ona sunmasıdır. Ki, bunun gayesi de, Selkıs'ın aklını ve zekâsını ölçmektir. Cenâb-ı Hakk'ın "Onun tahtını bilinmez hale getirin. Bakalım (tanımaya) muvaffak olacak mı, yoksa başaramayanlardan mı olacak?" (Neml. 41) ifadesi de, bu görüşe delâlet eder gibidir.

3) Katâde şöyle der: "Hazret-i Süleyman, Bel kıs müslüman olduğunda, onun malını almasının helâl olmayacağını bildiği için, o müslüman olmadan önce, onun tahtını almak istemiştir."

4) "Arş", bir memleketin kudretini simgeleyen bir şeydir, tahttır. Böylece Hazret-i Süleyman, Belkıs kendisine gelmeden önce, onun mülkünün miktarını, (ne derece zengin olduğunu) bilmek istemiştir.

İfrit'in Teklifi

Ayetteki, "Cinlerden bir ifrit dedi..." ifadesine gelince, insan hakkında kullanıldığı zaman, "İfrit" akranlarını ezip geçen, onları zefil kılan kötü adam demektir. Şeytanlar için kullanıldığında ise, âsî ve habîs anlamına gelir.

Ayetteki, "Sen makamından kalkmadan..." ifadesi, "sen meclisinden kalkmadan" demektir. Bu işin, bir zamana ve bir müddete bağlanabilmesi için, bu hususta mutlaka malûm olan bir örfün bulunması gerekir. İşte bu sebeple, bu cümleden olarak bununla, insanlar arasında hükmetme meclisi (zamanı) kastedilmiştir, denildiği gibi; bununla, kendisinde insanlara bir hutbenin, hitabenin îrad edileceği bir vaktin kastedildiği de ileri sürülmüştür. Yine bu müddetin, gündüzün yarısına (öğleye) kadar olan bir müddet olduğu da ileri sürülmüştür.

Ayetteki lafzına gelince bu, "Onu taşıyabilirim, hiçbir şeyi kırmadan, dökmeden, olduğu gibi getirebilirim" anlamındadır.

İlim Ehli Vezirinin Teklifi

Ayetteki "Nezdinde kitaptan bir ilim olan... "tabirine gelince, bu hususta şöyle iki bahis bulunmaktadır:

Birinci Bahis: Alimler bu ifade, bahsi gecen şahsın kimlerden olduğu hususunda şu iki şekilde ihtilaf etmişlerdir:

a) Bunun meleklerden olduğu ileri sürüldüğü gibi,

b) Bunun insanlardan olduğu da ileri sürülmüştür. Binâenaleyh, birinci görüşte olanlar da, kendi aralarında ihtilaf ederek,

1) Bu Cebrail (aleyhisselâm)'dir,

2) Allahü teâlâ'nın Hazret-i Süleyman'ı desteklediği bir melektir.

İlim Ehli Kim İdi?

İkinci görüşü benimseyenler de kendi aralarında inkişaf ederek şu izahları yapmışlardır:

1) İbn Mes'ûd'a göre bu, Hızır (aleyhisselâm)'dır.

2) İbn Abbas'ın en meşhur görüşüne göre bu, Hazret-i Süleyman'ın veziri Asaf İbn Berhiyâ'dır ki bu, Allah'ın ısm-i azamı'nı bilen sıddîk bir kuldu. O bununla dua ettiğinde, duası kabul olunurdu.

3) Katâde'ye göre bu, ism-i azamı bilen bir insandı.

4) İbn Zeyd'e göre bu, o denizdeki bir adada yaşayan salih bir kimseydi. O gün, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'a bakmak için çıkmıştı.

5) Doğrusu bu, Süleyman (aleyhisselâm)'ın bizzat kendisidir. Hitap olunan şahıs ise Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın kendisiyle konuştuğu ifrittir. Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm), bir mucize ortaya koymak ve böylece de, herşeyden önce onlara meydan okumak istemiştir. Daha sonra da İfrît'e, İfrît için mümkün olmayan bir sürat içinde, o tahtı kendisinin getireceğini açıklamıştır.

Katından Bir İlim Bulunanın Süleyman (aleyhisselâm) Olduğu Hakkında

Bu görüş şu görüşlerden dolayı doğruya daha yakındır.

a)lafzı, Arapça'da, bir şahıs belli bir hâdise ile tarif edilmeye çabalandığında, o muayyen şahsa işaret etmek için vazolunmuş bir lafızdır. "Katnda kitaptan bir ilim" bulunmakla meşhur olan o şahıs ise, Süleyman (aleyhisselâm)'dır. Binâenaleyh, bunun Hazret-i Süleyman'a verilmesi gerekir. Bu konuda söylenebilecek son söz şudur: Diyelim ki, Asâf da böyledir. Ancak ne var ki, biz diyoruz ki: Hazret-i Süleyman, kitabı ondan daha iyi bilir, çünkü Hazret-i Süleyman peygamberdir. Binâenaleyh bu lafzı, Süleyman (aleyhisselâm)'a'hamletmek daha uygundur.

b) O tahtı, çok kısa bir zaman dilimi içinde getirip mevcut hale getirmek, yüksek bir payedir. Binâenaleyh, şayet bu derece, Hazret-i Süleyman'da değil de Asalda tahakkuk edecek olsaydı, bu, Asâf'ın Hazret-i Süleyman'dan üstün kılınmış olmasını gerektirirdi ki, bu caiz olamaz.

c) Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm), şayet bu hususta, Asâf'a muhtaç olmuş olsaydı, bu, Hazret-i Süleyman'ın durumunun, halk nazarında daha aşağıda olmasını gerektirirdi.

d) Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) "Bu Rabbimin lütfundandır. Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni imtihan etmek içindir" demiştir ki, bu ifadenin zahiri, Cenâb-ı Hakk'ın bu mucizeyi, Hazret-i Süleyman'ın duası vesilesiyle izhar etmiş olmasını gerektirir.

İkinci Bahis: Alimler bu ayette geçen "kitap" lafzıyla neyin kastedildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bununla, Levh-i Mahfuz; "katında ondan bir ilim bulunan kimse" tabiriyle de Cebrail (aleyhisselâm)'in kastedildiği ileri sürüldüğü gibi, bununla, Hazret-i Süleyman'ın kitabı veya peygamberlerden birinin kitabının kastedildiği de ileri sürülmüştür. Bunun, bir medh ifadesi olduğu ve bu vasfın, o tahtın taşınmasında bir tesirinin bulunduğu, işte bundan dolayı da onların, "Bu, mevcut olduğunda, en kısa zamanda Allah tarafından icabetin meydana geldiği ism-i azamdır" dedikleri, genel olarak malumdur.

Ayette yer alan "Ben, gözün sana dönmeden evvel onu sana getiririm" ifadesine gelince, bununla ilgili şöyle iki bahis vardır:

Birinci Bahis: Her iki yerde geçen ifadesinin, fiil veya ism-i fail olması mümkündür.

İkinci Bahis: Alimler, "gözün sana dönmeden evvel..." ifadesinin ne demek olduğu hususunda ihtilaf ederek şu iki açıklamayı yapmışlardır:

1) Bununla, bu işin son derece kısa zamanda meydana geleceği kastedilmiştir. Bu, tıpkı senin arkadaşına, "Ben bunu bir anda, hemen yaparım!" demen gibidir. Bu, Mücâhidin görüşüdür.

2) Bizim, bu ifadeyi, zahirine göre ele almamızdır. Tarf bakarken, gözkapaklarım hareket ettirmek demektir. Binâenaleyh, sen, göz kapaklarını açtığında, gözün ışığının, görülen nesneye doğru uzadığı sanılır. Yumduğunda ise, o nurun, tekrar yeniden göze geri döndüğü sanılır ki, işte ayetteki, "gözün dönmesinden kastedilen de budur.

Burada şöyle bir soru sorulabilir: Aradaki mesafe böylesine uzak iken, o tahtın bu kadarcık bir zaman içinde taşınması nasıl mümkün olabilir? Bu taşınmaz işi, ya, o tahtın sıçrayarak buraya konduğunu veyahut da aynı cismin, aynı anda iki yerde bulunduğunu söylemeyi gerektirir.

Cevap: Mühendisler, şöyle demişlerdir: Güneş küresi, yer küresinden yüzaltmış dört kez daha büyüktür. Buna rağmen güneşin doğma zamanı, çok kısa sürer: Binâenaleyh biz, güneş yuvarlağının doğuş zamanını, Şam ile Yemen arasındaki zamana taksim ettiğimizde, o lemha (o kısacık an), uzamış olur. Binâenaleyh, böylesine hızlı bir hareketin varlığı aklen sabit olup, Cenâb-ı Hakk'ın da bütün mümkinâta kadir olduğu sabit olunca, bu soru ortadan kalkar.

Şükür, Şükredene Fayda Verir

Sonra, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm), "Vakta ki onu yanında durur bir halde gördü, "Bu, Rabbimin lütfundandır. Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni imtihan etmek içindir" demiştir. "Ibtilâ-imtihan etme"nin ne demek olduğu, defalarca anlatıldı. Hazret-i Süleyman, şükrün faydasının, Allah'a değil, şükredene yönelik olduğunu beyan etmiştir. Bunun, şükredene yönelik olmasına gelince, bunun sebepleri şunlardır:

1) Şükrünü gerektiren hususun, böylece hakkını yerine getirmiş, mes'uliyetten kurtulmuş olur.

2) O, bununla, Allah'ın daha fazla vermesini talep etmiş olur. Nitekim Cenab-ı Hak, "Eğer şükrederseniz, elbette size olan nimetimi artırırım" (İbrahim, 7) buyurmuştur.

3) Şükr ile meşgul olan, maddî lezzetlerle meşgul olmuş demektir. Bu ikisi arasındaki fark, şeref bakımından, in'am edenle o nimet arasındaki fark gibidir. Daha sonra, "Kim de nankörlük ederse, şüphe yok ki Rabbim, tamamen müstağnidir, hakkıyla kerem sahibidir" demiştir. Bu, "Allah, o kimsenin şükründen müstağnidir, onun nankörlüğü O'na zarar vermez; O, kulunun şükretmekten yüz çevirmesi sebebiyle, o nimetlerini o kimseden kesmeyecek derecede kerîm olandır" manasındadır.

Süleyman (aleyhisselâm)'ın Belkıs'ı Sınaması

41

Âyetin tefsiri için bak:43

42

Âyetin tefsiri için bak:43

43

"(Süleyman) dedi ki: "Onun tahtını tanınmaz şekle getirin. Bakalım, tanıyabilecek mi, yoksa tanımaya muvaffak olamayanlardan mı olacak? Artık, o kadın gelince, ona şöyle denildi: "Senin tahtın böyle miydi?" Kadın, "Sanki bu odur, dedi; ondan evvel de bize ilim verilmişti ve biz, müslüman olmuştuk." (Hayır), onun, Allah'tan başka olarak tapmakta devam ettiği şey, kendisinin müslüman olmasına mani olmuştu. Hakikatte o, kâfirler topluluğun dandı”.

Tahtın Görünüşünü Değiştirmesi

Bil ki, Hazret-i Süleyman'ın, ifadesinin anlamı, "o tahtı, tıpkı bir kimsenin. insanlar tarafından tanınmamak için kıyafet değiştirmesi gibi, şeklini değiştiriniz, tanınmaz hale getiriniz" şeklindedir. Bu böyledir, zira o taht, aynen olduğu gibi bırakılmış olsaydı, şüphesiz ki Belkıs onu tanırdı. Ve onun onu tanıması çok akıllı olduğuna delalet ederdi. Ama taht değiştirildiğinde, onun onu tanıması veya o hususta duraklaması ise, aklının fazlalığına delalet eder. İleri sürülen şu şeyin doğru olması da imkansız değildir: Rivayet edildiğine göre Süleyman (aleyhisselâm)'a, hasetlerinden, o onunla evlenmesin ve o kadın onun yanında makam-mevki sahibi olmasın diye, onun aklının noksan olduğu söylenmiştir. Bunun üzerine de Süleyman (aleyhisselâm), onun aklını sınamak istemiştir.

Ayetteki "bakalım..." ifadesine gelince, bu ifade, emrin cevabı olarak meczûm; mûste'nef bir cümle olarak merfû okunmuştur.

Alimler, ayetteki ifadesinin ne demek olduğu hususunda ihtilaf ederek şu iki açıklamayı yapmışlardır:

a) Daha evvel de söylediğimiz gibi, o, onun kendi tahtı olduğunu tanıyacak mı?

b) O bu sayede, bununla, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın nübüvvetini anlayacak mı, anlamayacak mı? İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "yoksa tanımaya muvaffak olamayacaklardan mı olacak?" buyurmuştur. Bu, bir zem ve kınama gibi olup, ancak, delâlet yoluyla buraya uygun düşer. Buna göre Süleyman (aleyhisselâm) sanki, onun, bu tahtı bulup o tahtın uzak bir yerden oraya getirilmiş olması açısından, bu sayede kendi nübüvvetini tanımasını arzulamıştır. Çünkü bu, hem Allah'ın kudretine, hem de Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın doğruluğuna delalet eder. Ve yine Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm), kendisine has bu maksatlardan dolayı, yine bununla, aklının üstünlüğünü bilmek istemiştir. İşte bundan dolayı ona bu şekilde sormuştur.

Onun İsabetli Cevabı

Ayetteki "Senin tahtın böyle miydi?" ifadesine gelince; bil ki, (......) ifadesi, harf-i tenbîh, teşbih kâfi ve işaret ismi gibi üç kelimeden meydana gelmiştir. Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) "senin tahtın bu mu?" dememiş, ancak ne var ki, ona bir ipucu vermemek için, "senin tahtın da böyle miydi?" demiştir. Bunun üzerine o kadın da, "Bu, o", veya, "bu, o değildir" demeyip, "sanki bu, odur" demiştir ki, bu da, onun aklının mükemmel oluşunun neticesidir. Çünkü o, durulması, itinâ edilmesi, teennî ile hareket edilmesi gereken) yerde, cevrîlik yapmamış, teennie hareket etmiştir.

Onun, "Daha evvel verilmişti..." ifadesine gelince, bununla ilgili şu iki şey sorulabilir:

a) Bu, kimin sözüdür?

b) Bu, hangi cümleye atfedil mistir? Bunun iki cevabı vardır:

a) Bu, Süleyman (aleyhisselâm) ve kavminin sözüdür. Çünkü, Belkîs'e tahtı sorulduğunda, o da, bu soruya "sanki bu, odur" diye cevap verince, görünen odur ki, Süleyman (aleyhisselâm) ile kavmi, "cevabında isabetli, akıllı ve zekî bir kadın; İslâm'la müşerref oldu" demişler, sonra da bu sözlerine, "ondan bize ilim verildi" şeklindeki sözlerini atfetmişlerdir. Buna göre onlar sanki, "Biz, o kadın bilmezden önce, Cenâb-ı Hakk'ı ve O'nun kudretini biliyoruz" demek istemişlerdir, onların bundan maksatları, İslâm'a ilk girme şerefini kendilerine nasîb ettiği için, Allah'a şükretmektir.

b) Bu, Belkîs'ın, "Sanki bu, odur" şeklindeki sözüyle alâkalı olarak, yine onun sözüdür. Buna göre, mana, "Bize, bu mucizeden ya da bu hallerden önce, Allah'ı ve Süleyman (aleyhisselâm)'ın nübüvvetini tanıma bilgisi verildi" şeklinde olur. Daha sonra, ayetteki "(hayır), onun, Allah'dan başka olarak taptığı şeyler "şeklindeki ifadeler ise, Cenâb-ı Hakk'ın sözleri cümlesinden olmuş olur.

Belkıs'in Şirki

Ayetteki, "Onun, Allah'tan başka olarak tapmakta devam ettiği şey, kendisinin müslüman olmasına mani olmuştu" ifadesine pelince, bu hususta şu iki izah yapılmıştır:

1) Bununla, "o kadının, Allah'tan başkasına ibadet etmesi, kendisinin iman etmesine mani olmuştur" manası kastedilmiştir.

2) Harf-i cerr'in hazfedildiği ve fiilin i'sali (fiilin doğrudan doğruya müteallakıyla birleştirilmesi) düşünülerek, o kadını, Allah veya Süleyman (aleyhisselâm), ibadet ettiği şeylerden menetti" manasının murad edilmesi (demektir) (......) ifadesindeki (......) kelimesi, yâ, (......) fiilinin failinden bedel olmak üzere, veyahut da (......) manasında olduğu düşünülerek, fetha ile (ennehâ) şeklinde de okunmuştur.

Mu'tezile, bu ayetle istidlalde bulunarak şöyle der: "Şayet, o kadında o küfrü yaratan Allahü teâlâ olmuş olsaydı, onun imana girmesine mani olan, "ne onun önceki küfrü, ne de o kadının kâfirler topluluğundan olması" olmazdı. Tam aksine, onun imana girmesini engelleyen şey, Allahü teâlâ'nın o kadında, o küfrü yeniden yaratmış olması olur.

Cevap: Bu, ikinci te'vile göre ele alınırsa, bu istidlalin sakıt olduğunda şüphe yoktur. Ama, birinci te'vile göre, bizim buna vereceğimiz cevap şudur: O kadının kâfirler zümresinden olması, onun küfrünü gerektirecek "daî"nin meydana gelmesine sebep olmuştur. Bu durumda da, ayetin zahiri, biz ehl-i sünnetin görüşüne muvafık olarak kalmış olur. Allah en iyi bilendir.

Belkîs'ın Saraya Girişi

44

"Ona denildi ki: "Saraya gir." Kadın onu görünce (sarayın girişini) derin su sandı, baldırlarını açarak sıvadı. (Süleyman), "o, sırçadan mamul, düzeltilmiş ve (şeffaf) bir sahadır" dedi. (Kadın), "Ya Rabbi, muhakkak ki ben, kendime yazık etmişim. Süleyman'ın maiyyetinde alemlerin Rabbi olan Allah'a teslim, (müslüman) oldum" dedi.".

Bil ki Allahü teâlâ, daha önceki delillerin tümüne rağmen o kadının küfründe devam ettiğini nakledince, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın, o kadının müslüman olmasına sebep olan şeyi izhar ettiğini zikretmiştir ki, bu da, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın. "saraya gir" şeklindeki sözüdür. Sarh kelimesi, tıpkı, "Ey Hâmân, benim için yüksek bir kule yap"(Mü'min, 36) ifadesinde olduğu gibi, "köşk, yüksek saray" demektir. "Evin eyvanı" manasına geldiği de söylenir. İbn Kesir bu kelimeyi (......) şeklinde okumuştur ki, bunu şu şekilde izah edebiliriz: Bu kelimenin (sü'ûk) şeklinde cemisi dilde mevcut olduğundan müfredi de onun yerinde mütalaa edilmiştir.

Mümerred kelimesi, "pürüzsüz, dümdüz" anlamındadır. Rivayet olunduğuna göre Süleyman (aleyhisselâm), Belkıs gelmeden emreder, böylece, Süleyman (aleyhisselâm) için, Belkıs'ın yolu üzerine, şeffaflık bakımından tıpkı su gibi olan bembeyaz bir köşk yapılır. Sonra da, o köşkün altına su salınır ve o suya balıklar vb. şeyler bırakılır. Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın tahtt da, o köşkün baş köşesine konulur. Böylece Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm), etrafında insanlar, cinler ve kuşlar dolanır bir durumda o tahta oturur. O bunu, o kadına, şanının ne kadar büyük olduğunu ve nübüvvetinin gerçek olduğunu bildirmek için yaptı.

Cinlerin Belkıs'i Kötü Tanıtmaları

İddia olunduğuna göre cinler, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın Belkıs'la evlenmesini istememişler. Bunun üzerine de, cinler, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'a Sebe' Kabilesi nin sırlarını iletmişlerdir. Çünkü Belkıs, cin taifesine mensup bir kız idi. Denildiğine göre, cinler, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın Belkıs'tan bir çocuk sahibi olmasından, böylece de o çocukta cin ve insan zekâsının bir araya gelmesi sebebiyle kendilerinin Süleyman (aleyhisselâm)'ın idaresinden daha sıkı bir idareye çatmalarından endişe ettiler. "Belkıs'ın aklında bir noksanlığı var", "onun bacakları kıllı olup, ayakları da tıpkı eşek ayağı gibidir..." şeklinde sözler yaydılar. İşte bu sebepten dolayı, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm), o tahtın şeklini ve şemalini değiştirmek suretiyle onun aklını sınadı. O köşkü de, bacaklarının durumunu öğrenmek için yaptırmıştır. Saf camın durumunun, tıpkı bir su gibi olduğu malumdur. Binâenaleyh Belkıs bunu görünce, onu, durgun bir su sandı da, ona girmek için baldırlarını açtı. Bir de ne görsünler; o, baldır ve ayak cihetinden insanların en güzeli! Bu, Hazret-i Süleyman'ın o kadınla evlendiğini söyleyenlere göre yapılan bir tuzaktır.

Diğerleri ise şöyle demişlerdir: "Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın o köşkü yaptırmaktan maksadı, o toplantının muhteşem ve muazzam olmasını sağlamak içindir. Baldırların açılıp sıvanması ise, (onun su sanılmasından dolayı), ister istemez meydana gelmiştir. Ama kendisine, oranın camdan yapılmış dümdüz bir saha olduğu hatırlatılınca bacaklarını kapamış, bundan dolayı hayranlık duymuş ve bununla, Cenâb-ı Hakk'ın birliğine, Süleyman (aleyhisselâm)'ın da peygamberliğine istidlalde bulunarak, "Ya Rabbi, ben kendime, daha önceki küfre devam etmek suretiyle yazık etmişim" demiş, peşinden de, "Ben, Süleyman (aleyhisselâm)'ın maiyyetiyle birlikte, âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum" ifadesini eklemiştir. Yine şu da ileri sürülmüştür: O kadın, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın kendisini suda boğacağını sanmış, böylece bir şeyin olmadığını görünce de, "Süleyman (aleyhisselâm) hakkında sû-i zan'da bulunduğu için, kendime yazık etmişim" demiştir.

Süleyman (aleyhisselâm)'ın Belkıs'la Evlenmesi Hakkında

Alimler, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm)'ın, o kadınla evlenip evlenmediği, o kadınla bu halde mi evlendiği, yahut da, bacaklarını sıvazlamasından önce mi evlendiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ulemanın açıklamalarından anlaşılan, onun o kadınla evlenmiş olduğudur. Halbuki, bunun bilgisi ne Kur'ân'da yer alır, ne de sahih bir hadiste... Ibn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet olunduğuna göre, Belkıs müslüman olunca, Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) ona, "Kavminden, seni evlendirebileceğim birisini seç" dedi. Bunun üzerine kadın, "Böylesi bir saltanatı olan benim gibi bir kadınla, (alelade) adamlar evlenmez" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm), "Nikâh İslâm'dandır" deyince de kadın, "Eğer durum böyleyse, beni, Hemdan hükümdarı Tübba ile evlendir" dedi. Bunun üzerine de Hazret-i Süleyman onu, onunla evlendirdi. Sonra da onları Yemen'e gönderdi ve o kadın, kraliçeliğini devam ettirdi. Allah en iyi bilendir.

3. Salih (aleyhisselâm)'ın Kıssası

45

Âyetin tefsiri için bak:53

46

Âyetin tefsiri için bak:53

47

Âyetin tefsiri için bak:53

48

Âyetin tefsiri için bak:53

49

Âyetin tefsiri için bak:53

50

Âyetin tefsiri için bak:53

51

Âyetin tefsiri için bak:53

52

Âyetin tefsiri için bak:53

53

"Celalim hakkı için Biz, Semûd'a da, "Allah'a ibadet edin" diye, kardeşleri Salih'i gönderdik. Bir de ne görsün, onlar, biribirleriyle çekişen iki grup..., Salih dedi ki: "Ey kavmim, niçin iyiden evvel çarçabuk kötüyü istiyorsunuz? Allah'dan mağfiret edilmenizi istemeli değil misiniz? (Böyle yaparsanız), mağfiret edilmeniz umulur." Onlar da dediler ki: "Sen ve beraberinde bulunanlar sebebiyle uğursuzluğa uğradık." (Salih) dedi ki: "Sizin amel ve hareketleriniz Allah yanında (yazılı)dır. Belki siz, imtihana çekilmekte olan bir kavimsiniz." O şehirde dokuz grup vardı ki, bunlar, yeryüzünde fesat çıkarıyorlar, iyiliğe hiç yanaşmıyorlardı. (Biribirine) Allah adına yemin ederek dediler ki: "Ona ve ehline mutlaka bir gece baskın yapalım. Sonra da fisine, "Andolsun biz onun ailesinin helakinde bulunmadık. Şüphesiz ki biz dbette sadıklarız" diyelim. Onlar böyle bir tuzak kurdular. Biz de, kendilerinin berleri olmadan, onların planlarını alt-üst ediverdik. işte bak, o tuzaklarının akıbeti nice oldu! Çünkü biz onları da, kavmlerini de toptan helak ettik." İşte zulmetmeleri yüzünden çökmüş, ıpıssız kalmış evleri. Şüphe yok ki bilecek kimseler için bunda bir ayet vardır. İman edip, ittikâ edenleri ise, biz kurtardık".

Nûn'u bâ'nın zammesine tabî kılarak, şeklinde de kıraat vardır.

İki Gruptan Maksat

Ayetteki, "Bir de ne görsün, onlar iki grup..." ifadesiyle ilgili şu iki görüş ileri sürülmüştür:

a) Bununla, mü'min grup - kâfir grub manası kastedilmiştir.

b) Bununla, onlardan hiç kimse iman etmezden önce, Salih (aleyhisselâm)'in kavmi kastedilmiştir.

Ayetteki, "Birbirleriyle çekişen"ifadesi, "iman edenler, Hazret-i Salih (aleyhisselâm)'in getirdiği delilleri inceleyip doğruluğunu anladıkları için iman etmişlerdir. Durum böyle olunca da, bunların mutlaka o delilleri kabul etmeyenlerin hasmı olmaları gerekir. Bu hasımlaşma ve çekişme, din konusunda olunca, bu, dinî konularda mücadele etmenin, tartışıp, onları iyice incelemenin hak olduğuna delalet eder. Yine bu ifadede, taklidin geçersizliğine de işaret vardır.

İyi Yerine Kötüyü İsteme

Ayetteki, "Ey kavmim, niçin iyiden evvel çarçabuk kötüyü istiyorsunuz?" ifadesi ile ilgili şu iki bahis vardır:

Birinci Bahis: Haseneden (iyiden) evvel, çarçabuk kötülüğün istenmesi hususunda şu iki izah yapılmıştır:

1) Hazret-i Salih (aleyhisselâm)'in, kendisini yalanlayanlara getirdiği deliller fayda vermeyince, o onları ilahî azabla tehdit etmiş; bunun üzerine onlar, "Eğer sadıklardan isen (doğru söylüyorsan), haydi o azabı getir" (Ankebut, 29) demişlerdir. Onlar bu sözü, onunla alay etmek için söylemişlerdir. İşte bu sırada o, "Niçin iyiden evvel, çarçabuk kötüyü istiyorsunuz?" demiştir. Bu, "Allah size, rahmetine ulaşma ve mükâfaatını elde etme fırsatı vermiştir. Binâenaleyh daha niçin bunu bırakıp, O'nun azabının hemen gelmesini istiyorsunuz" demektir.

2) Onlar cahil oldukları için, "Salih'in bizi tehdid edip durduğu o ilahi ceza eğer, iddia ettiği gibi gelecek olursa o esnada bir araya gelir ve Allah'dan mağfiret isteriz. Bu durumda da Allah tövbelerimizi kabul eder ve o azabı bizden uzaklaştırır" diyorlardı. Salih (aleyhisselâm) bu sebeple, onların inançlarına göre hitap edip, "Keşke o azap gelip çatmazdan önce Allah'dan mağfiret isteseniz. Çünkü hayrı hemen istemek, şerri hemen istemekten daha evladır" demiştir.

İyi İle Kötünün Manası

İkinci Bahis: Ayetteki "seyyie" (kötü) İle, ilahî ceza, "hasene" (iyi) ifadesi ile de ilahî mükâfaat kastedilmiştir. İlahî azabın, "kötü" diye adlandırılması mecazdır. Bu mecazın sebebi, ya ikâb-ı ilâhînin, kötülüğün ayrılmaz vasfı oluşundandır, yahut da bu ilahî ceza, kötü olma bakımından kötüye benzetilmiş olmasındandır. Rahmetin ve mükâfaatın iyi (hasene) diye nitelenmesinin, bazı alimler "hakikat" olduğunu sövlemis. bazıları da bunun mecazî olduğunu söylemişlerdir. Birincisi doğruya daha yakındır. Sonra Salih (aleyhisselâm) bu gerçek sözü ifade edince, onlar buna, yine bozuk bir ifade ile, "Sen ve beraberinde bulunanlar sebebiyle uğursuzluğa uğradık. Çünkü başımıza gelen bu darlık ve kıtlık, senin ve adamlarının uğursuzluğu yüzündendir" demişlerdir.

Tatayyur (Uğursuzluk)

Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Onlardan birisi, yolculuğa çıkmak istediğinde, bir kuşa rastlayınca onun peşinden giderdi. Eğer o kuş, solundan sağına doğru uçarsa, bunu uğur sayar; şayet, sağından soluna doğru uçarsa, uğursuzluk kabul ederdi. Binâenaleyh onlar iyiyi-kötüyü, hayrı-şerri kuşların uçuş ve hareketlerine nisbet edince, "tayr" (kuş) kökü, mecazî olarak hayır ve şer için kullanılmaya başlamıştır. Halbuki bu, Allah'ın takdiri ve taksimi ile olur." İşte Salih (aleyhisselâm) de, "Sizin kuşunuz (yani amel ve hareketleriniz) Allah yanında (yazılıdır.)" Yani "size gelen hayır ve serleriniz, Allah'dan olup, bu da O'nun kaza ve kaderi iledir. O, isterse size rızık verir, isterse sizi mahrum eder" demiştir. Bunun manasının, "sizin uğursuzluğunuzun karşılığı olan ilahî ceza Allah katındandır" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Doğruya en yakın olan, birinci manadır. Çünkü o kavim, o anda meydana gelen bu işe işaret etmişlerdir. Bunun cevabının da, başka konuda değil, bu konuda olması gerekir.

Hazret-i Salih (aleyhisselâm) daha sonra, bunun onların cahilliklerinden kaynaklanan bir cevap olduğunu, "Belki siz imtihana çekilmekte olan bir kavimsiniz" ifadesi ile açıklamıştır. Binâenaleyh onları o sözü söylemeye sevkedenin, başkaları olması muhtemel olduğu gibi, şeytanın, vesvesesiyle onları bu fitneye düşürmüş olması da muhtemeldir.

Şehirdeki Dokuz Çete

Cenâb-ı Hak "O şehirde dokuz çete vardı ki, bunlar yeryüzünde fesat çıkarıyorlardı..." buyurmuştur. Doğruya en yakın olan bu ifade ile, dokuz grubun kastedilmiş olmasıdır. Çünkü "raht" kelimesinin zahiriyle tek kişi değil, bir cemaat kastedilir. Bunların, dokuz kabile olması muhtemel olduğu gibi, sebebin farklı olmasından değil de, sıfatlarının ve hallerinin farklılığından ötürü, onların bu belli sayıda olmuş olmaları da muhtemeldir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, onların yeryüzünde fesat çıkarıp, iyiliğe hiç yanaşmadıklarını, fesatlarına iyilik namına hiçbirseyi karıştırmadıklarını anlatmıştır. Çünkü O, "Bunlar, yeryüzünde fesat çıkarıyorlar, iyiliğe hiç yanaşmıyorlardı..." buyurmuştur.

Daha sonra Hak teâlâ, onların Hazret-i Salih (aleyhisselâm)'in işine dair kafalarında kurdukları şeyin de, bu fesatları cinsinden olduğunu beyan buyurmuştur.

Ayetteki, "(Birbirlerine) Allah adına yemin ederek..." ifadesindeki fiilin, emir veya başında mahzuf bir (......) edatı ile, hal yerine vaki olmuş bir haber cümlesi olması da muhtemeldir. Yani, "onlar, yemin ederek böyle söylediler" demektir.

"Beyat" geceleyin düşmanı izlemek ve baskın yapmak demektir.

Ayetteki, "Sonra da velisine, "Andolsun biz onun ailesinin helakinde bulunmadık" diyelim" ifadesi, "Eğer onun kavmi, akrabaları bizi itham ederlerse, onlara, "orada değildik" diye yemin ederiz" demektir. Ayetteki, mehlike fiilinden olmak üzere, mîm'in ve lâm'ın fethasıyla mehlek; ve lâm'ın kesresiyle mehlik şeklinde okunduğu gibi, den olmak üzere, mîm'in zammesiyle mühlek şeklinde de okunmuştur. Bu kelimenin, masdar-ı mîm'i, ism-i zaman ve ism-i mekân olması da muhtemeldir.

Hilelerine İlâhî Ceza

Daha sonra Hak teâlâ, "Onlar böyle tuzak kurdular. Biz de kendilerinin haberleri olmadan onlara tuzak kurduk..." buyurmuştur. Alimler Allah'ın mekri (tuzağı) hususunda şu değişik izahları yapmışlardır

1) Allah'ın mekri, onları farkına varmadıkları bir anda helak etmesidir. Allah'ın mekri, mecazî olarak, insanların mekrine benzetilmiştir. Rivayet olunduğuna göre, Salih (aleyhisselâm)'in, o kayanın içinde namaz kılabileceği bir kovuk vardı. O kâfirler, "Salih (aleyhisselâm), bizden üç güne kadar kurtulacağını iddia etmektedir. Gelin biz, ondan ve ehlinden (ailesinden - adamlarından) üç gün gelmezden önce kurtulalım" demişler, o kaya kovuğuna gitmişler ve "o buraya namaz (ibadet) için geldiğinde onu öldürür, daha sonra gider ehlini öldürürüz" demişler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, bir kaya göndermiş ve o kaya onlar kovukta iken, kovuğun ağzını tamamen kapamış. Böylece onlar yok olup gitmişler. Geri kalanları da (Cebrail (aleyhisselâm)'in o narası ile yok olup gitmişlerdir.

2) Onlar, geceleyin kılıçlarını sıyırarak, Hazret-i Salih (aleyhisselâm)'in bulunduğu yere gelmişler. Allahü teâlâ da Hazret-i Salih (aleyhisselâm)'in evi dolusu melek göndermiş ve melekler onların kafalarını taşlarla yarmışlar. Onlar taşları görüyorlarmış, ama atanları göremiyorlarmış.

3) Allahü teâlâ, Salih (aleyhisselâm)'e, onların kurdukları bu tuzağı haber vermiş, Salih (aleyhisselâm) de, böylece onlardan kurtulmuş. İşte Allah'ın onlara karşı tuzağı, bu haber verişidir.

Ayetteki, "Onları helak ettik" ifadesi, bir müste'nef cümledir. Bunun başındaki edatını meftun okuyanlar, bunu, ya önce geçen "akıbet"den bedel yaparak mahallen merfu kabul etmişlerdir, yahut takdiri, "Onların helakleri budur" şeklinde olan, mahzûf bir mübtedanın haberidir. Yahut da bu ifade, . (......) manasında (mef'ûl-ü leh) olarak, yahut da Jif nin haberi olarak mahallen mansubtur. Bu ikincisine göre mana, "Onların tuzaklarının neticesi, kendileri için bir helak oldu" seklinde olur.

Ayetteki hâviyeten kelimesi, üzerinde, tükenin delalet ettiği şeyin amil olduğu bir "hal"dir. Isa b. Ömer, bunu, mahzûf bir mübtedanın haberi olmak üzere, ref ile haviyetun şeklinde okumuştur. Allah en iyi bilendir.

Hazret-i Lût (aleyhisselâm)'un Kıssası

54

Âyetin tefsiri için bak:58

55

Âyetin tefsiri için bak:58

56

Âyetin tefsiri için bak:58

57

Âyetin tefsiri için bak:58

58

"Lût'a da (peygamberlik) vermiştik. O zaman kavmine şöyle demişti: "Siz, gözünüz göre göre hâlâ o kötülüğü yapacak mısınız? Gerçekten kadınları bırakıp da, şehvetle erkeklere mi yanaşacaksınız? Hayır, hayır, siz beyinsizlikte devam eden bir kavimsiniz." Buna karşı kavminin cevabı ancak, "Lût hanedanını memleketinizden çıkarın, çünkü onlar (bize uymayıp) temizlik gayretinde olan insanlardır" demek oldu. Bunun üzerine biz de, hem onu, hem geri kalanlardan olmasını takdir ettiğimiz karısı dışındaki bütün ailesini kurtardık. Onların üstüne öyle bir yağmur yağdırdık ki... Ne kötü İdi, inzar edilenlerin o yağmuru".

4. Hazret-i Lût (aleyhisselâm)'un Kıssası

Keşşâf sahibi şöyle der: "Bu ayetin başındaki "Lût" kelimesi, ya mukadder bir "hatırla" fiili ile, yahut (Neml, 45) ayetinin delalet ettiği mahzûf bir erselnâ fiili ile (mef'ul olarak) mansubtur. Bundan sonraki İz edatı, birinci ihtimale göre bedel, ikinciye göre zarftır.

Ayetteki, "O kötülüğü yapacak mısınız?" ifadesi, her nekadar başında istifham (soru) edatı varsa da, bu işin nahoş olduğunu gösteren bir tarzdadır. Çünkü bu gibi üslûb ile, azarlamak ve tenkid etmek, genelde daha beliğ ve daha etkilidir.

Ayetteki, "gözünüz göre göre" ifadesi ile ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır:

1) Onlar, bu işi önemsemeyerek, bu işin yapılmasından kendilerini tenzih etmiyor ve saklama gereği duymuyorlardı ki, işte bu, bu fiilin çirkinliğinin sebeplerinden birisidir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu kötülüğünü anlatmak için onlara bunun ne kadar fena birşey olduğunu gösteren bir ifade kullanmıştır.

2) Buradaki görme ile, kalbin görmesi ve düşünmesi kastedilmiştir, yani, "Sizler bunun, daha önce hiç kimsenin yapmadığı bir kötülük olduğunu ve Allahü teâlâ'nın erkeği erkek için yaratmamış olduğunu biliyorsunuz. O halde, yaptığınız bu çirkin iş, Allah'ın yaratış hikmetlerine ters bir davranıştır" demektir.

3) Bu, "Sizler, sizden önceki âsilerin - günahkârların başlarına gelenleri ve hallerini görüp biliyorsunuz" demektir. Buna göre eğer sen "Bu ifadeden sonra, "Siz beyinsizlikte devam eden bir kavimsiniz" ifadesi bulunduğu halde, ayetteki "göre göre" ifadesini, "bile bile" manasına alıyorsun. Çünkü onlar aynı anda hem bilenler, hem beyinsizler olamazlar" dersen, ben derim ki: "Cenâb-ı Hak bu ifadesi ile, "Sizler, onun'bir fuhuş (kötülük) olduğunu bile bile, bir kötülük olduğunu bilmeyenler gibi davranıyorsunuz" manasını, yahut, "sizler bu işin neticesini bilmiyorsunuz" manasını kastetmiştir. Yahut Cenâb-ı Hak, ayetteki cehalet ile, beyinsizliği ve onların sürdürmekte oldukları o cinayeti kastetmiştir. Daha sonra onların cehaletlerini, o söze uygun olmayan bir şekilde cevap verdiklerini göstermek suretiyle ortaya koyarak şöyle demiştir: "Buna karşı kavminin cevabı ancak, "Lût hanedanını memleketinizden çıkarın. Çünkü onlar temizlik gayretinde olan insanlardır" demek oldu." Böylece onlar, onların çıkartılma sebebini, bu kötü fiilden uzak ve temiz kalmak isteyişleri olarak göstermişlerdir. Halbuki bu, onları ödüllendirme ve hürmet etme sebebi sayılmalıydı. Fakat müfessirler, onların bu sözü, istihza için söylediklerini ileri sürmüşlerdir. (Yani temizlik taslayan, "sözüm ona temiz" kimseler olduklarını söylemişlerdir.) Daha sonra Cenâb-ı Hak, Hazret-i Lût (aleyhisselâm)'u ve o hanımı dışındaki bütün ailesini kurtardığını, diğerlerini ise helak ettiğini bildirmiştir. Bütün bu hususlar, daha önce genişçe ele alınmıştı. Allah en iyi bilendir. Bu sûredeki kıssalar burada sona erdi. Allah'u a'lem.

Cenâb-ı Hakkın Hazret-i Muhammet (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Hitabı

59

Âyetin tefsiri için bak:60

60

"De ki: "Hamdolsun Allah'a, selam olsun O'nun seçtiği kullarına. Allah m; hayırlı, yoksa onların Allah'a ortak koştukları şeyler mi?" (O şeyler mi), yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten sizin için su indiren mi? Biz o su ile, sizin bir ağacını bile bitiremeyeceğiniz nice güzel bahçelerin bitkilerini bitiririz. Allah ile beraber bir tanrı öyle mi? Hayır, onlar sapıklıkta devam eden bir güruhtur".

Selam O Peygamberlere

Hak teâlâ'nın, "De ki "Hamdolsun Allah'a, selâm olsun onun seçtiği kullarına. Allah mı hayırlı, yoksa onların Allah'a ortak koştukları şeyler mi?" buyruğu ile ilgili ;.j iki izah yapılır:

1) Bu, sürede geçen önceki kıssalarla alâkalı olup, "Peygamberlerini yalanlayan I kavimleri helak ettiği için, Allah'a hamdolsun ve kendilerini peygamber olarak göndermek ve helakten kurtarmak suretiyle seçtiği o kullarına sefam olsun" manasındadır,

2) Bu, yeni bir cümle ve yeni bir konudur. Çünkü Allahü teâlâ, peygamberlerin hallerinden bahsedip, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in durumu da, o azab hususunda, geçmiş peygamberlere benzer olmayınca, yani kökü kazıma azabı onun ümmetinden kaldırılmış olduğu için, O'na, bu nimeti kendisine veren Rabbine şükretmesini ve peygamberlik görevindeki zorluk ve sıkıntılara göğüs gerip sabreden o peygamberlere selam etmesini emretmiştir.

Şerikler Lehine Hiçbir Sebep Yoktur

Ayetteki, "Allah mı hayırlı, yoksa onların Allah'a ortak koştukları şeyler mi?" ifadesi, müşrikleri susturmak, susmaya mecbur bırakmak ve üzerinde oldukları hali küçümseyip, onunla alay etmektir. Çünkü onlar putlara ibadeti, Allah'a ibadete tercih etmişlerdir. Halbuki bir kimse, bir şeyi bir şeye, ancak onda daha fazla hayır ve fayda olursa tercih eder. İşte bu sebeple, onların sapıklıkta ve cehalette zirvede olduklarına dikkat çekmek için böyle denmiştir. fiili, yâ veya tâ ile olmak üzere iki şekilde okunmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, bu ayeti okuduğunda, "Hayır, hayır, Allah daha hayırlıdır, daha bakîdir, daha yüce ve daha kerimdir" dediği rivayet edilmiştir.

Sonra bil ki Hak teâlâ, bunun peşisıra sözünü bir fasıl halinde getirmiştir.

Birinci Fasıl; Bu, putperestlere red hususundadır. Bu faslın merkezi, Hak teâlâ'nın nimetlerin asıllarını ve fer'lerini yaratıcı olmasının İzahıdır. Dolayısıyla, hiçbir faydası bulunmayan şeylere ibadet etmek daha nasıl güzel olur? Hak teâlâ bu noktada şu hususları zikretmiştir:

Birinci husus, göklerle ilgilidir. Bu, "(O şeyler mi), yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten sizin için su indiren mi? Biz, o su ile, sizin bir ağacını bile bitiremeyeceğiniz nice güzel bahçelerin bitkilerini bitiririz. Allah ile beraber bir tanrı öyle mi? Hayır, onlar sapıklıkta devam eden bir güruhtur..." ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Bel Edatı Hakkında

Keşşaf sahibi şöyle der: "Buradaki em edatı ile ve deki arasındaki fark şudur: Birincisi, em-i muttasıladır.

Çünkü manası, "Bu ikisinden hangisi daha hayırlı" şeklindedir. Berikiler ise, em-i munkatıadır ve bel (daha doğrusu, hayır; aksine) manasınadır."

Hadfka, etrafı duvarlar ve engellerle çevrili bağ-bahçe demektir ve kuşatmak manasına gelen "ihdâk" masdarındandır. Ayette (......) kelimesi kullanılmıştır, çünkü bu "güzel olan bahçeler" demektir. Nitekim Arapça'da "Kadınlar gitti" denilir (fiil müfred müennes olarak getirilebilir). Bahçe, güzel ve hoş demektir. Çünkü o bahçelere bakanın içi açılır, ferahlar, ondan hoşlanır. "Allah ile beraber bir tanrı öyle mi?" ifadesi, "Allah'dan başkası ona yakın görülür ve ortak koşulur öyle mi?" demektir. Bu, şeklinde de okunmuştur ve "sizler, demek Allah'dan başkasına ibadet ediyor ve O'na onları ortak koşuyorsunuz öyle mi?" manasına gelir.

Gökleri Yaratan Allah'tır

Allahü teâlâ, gökleri ve yeri, ancak kendisinin yarattığını, gökleri yağmur için, yeri de bitki için bir mahal kıldığını beyan etmiş, en büyük nimetlerinden olan güzel bahçelerden bahsetmiş ve o güzel bahçelerde bitki bitirmeye Kendisinden başka hiç kimsenin kadir olamayacağına dikkat çekmiştir. Çünkü eğer bizden biri buna kadir olsaydı, ağaç dikmeye ve onun meyvesini beklemeye ihtiyaç duymazdı. Bu nimetleri veren sadece Allahü teâlâ olduğuna göre, ibadetin de sadece O'na yapılması gerekir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Hayır, onlar sapıklıkta devam eden bir güruhturlar" buyurmuştur. Alimler bunun manası hakkında değişik görüşler belirtmişlerdir: "Bu, "Onlar, apaçık olan bu haktan sapıyorlar" manasındadır" denildiği gibi, "Onlar başka varlıkları, Allah'a denk tutuyorlar" manası da verilmiştir. Bunun benzeri bir ayet En'âm Sûresi'nin başında geçmişti.

İltifat Sanatındaki İncelik

"Ayetteki, "Biz ... bitkilerini bitiririz" ifadesindeki "iltifat"ın (gaibten, böyle mütekellim sîgasına geçişin) hikmeti nedir?" denilirse, buna şöyle cevap verebiliriz. İnsanın, göklerin ve yerin yaratıcısının, gökten yağmur indirenin ancak Allahü teâlâ olduğunda şüphesi yoktur. Fakat insanın kalbine, zaman zaman, o ağacı bitirip yerleştirenin kendisi olduğu şüphesi arız olur. Çünkü o şöyle düşünür: "Sıcak yere tohumu atan benim. Onu sulayan benim. Onun güneş almasına gayret eden benim. Sebebi yapan, müsebbebin (neticenin) de faili sayılır. O halde, o ağacı bitiren benim." Binâenaleyh işte böyle bir şüphe ihtimali söz konusu olunca, Cenâb-ı Hak bu ihtimali ortadan kaldırmak için, gaib sîgasından mütekellim (konuşan) sîgası olan, "Biz .... bitirdik" sîgasına geçmiş ve "Siz onun bir ağacını bile bitiremezsiniz" buyurmuştur. Çünkü insan, bazan tohum atar, suyunu verir, bu hususta her türlü sıkıntı ve meşakkate katlanır, güneş almasını sağlar, ama yine de istediği gibi bir mahsul elde edemez. İstediği gibi olanlarda ise, o şeyin sebebini, yapısını, ölçüsünü ve nasıl olduğunu anlayamaz. Öyle ise, o insan nasıl bu işin gerçek faili olabilir? İşte bu İncelikten ötürü, buradaki "iltifat" pek yerinde ve güzel olmuştur.

Yeryüzüne Hayat Veren Allah'tır

61

"(O şeyler mi), yoksa yeryüzünü bir karargâh yapan, aralardan ırmaklar akıtan, onun için sabit dağlar kuran, iki denizin arasına bir perde koyan mı (daha hayırlı)? Allah ile beraber bir tanrı öyle mi? Hayır, hayır, onların çoğu bilmiyorlar".

İkinci husus, yeryüzü ile ilgili olandır ve bu ayetle anlatılmıştır.

Keşşaf sahibi şöyle der: "Bu ifadeler, bundan önceki "yaratan mı?" ifadesinden bedeldir. Buna göre, bu ayetin durumu da, önceki ayetin durumu gibidir."

Arzın Dört Faydası

Bil ki Allahü teâlâ, bu ayette yeryüzünün şu dört faydasını saymıştır:

Karargâh Olması

Birinci Fayda, onun bir karargâh oluşudur. Bunun böyle oluşunun pek çok sebepleri vardır:

a) Allahü teâlâ, yeryüzünü oval yaratmış ve üzerinde rahat durulabilsin, karar kılınabilsin diye, onu düzenlemiştir.

b) Allahü teâlâ, yeri ne fazla sert, ne fazla yumuşak yaratmamış, orta bir halde yaratmıştır. Böylece yeryüzü, üzerinde oturan kimsenin rahatsız olacağı bir taş gibi sert değildir. Yine yer, içine batılıp gidilen bir su ve balçık gibi yumuşak değildir.

c) Allahü teâlâ yeri, ışığın aksetmesine kabil olması için kesîf ve tozlu yaratmıştır. Eğer yeryüzü saydam olsaydı, ışıklar onda durmaz, o zaman da hiçbir canlının yaşamayacağı bir soğuklukta olurdu.

d) Allahü teâlâ güneşin dönme eksenini eğik yaratmıştır.

Böyle olmasaydı mevsimlerdeki farklılıklar meydana gelmezdi. Mevsimlerden hâsıl olan faydalar da elde edilemezdi.

e) Hak teâlâ, yeryüzünü durgun (hareketsiz) yaratmıştır. Eğer o hareketli olsaydı, ya bir doğru istikametinde hareket edecekti, yahut bir daire üzerinde hareket edecekti.

Her iki takdire göre de, yeryüzünde iskân ile elde edilen faydalar elde edilemezdi.

f) Allahü teâlâ yeryüzünü, ölülerin de dirilerin de yer aldığı bir mekan kılmıştır. Çünkü her çirkin şey onun üzerine atılır ve her güzel şey ondan çıkar.

Orada Irmaklar Akıtılması

İkinci Fayda, Allah'ın o yeryüzünün aralarında ırmaklar akıtmış olmasıdır. Bil ki yeryüzünden şu dört çeşit su çıkmaktadır:

a) Akan gözelerin suyu... Bu, kendisi fazla, fışkırma gücü ileri, yer altı buharlarından kaynaklanan, yeri bu kuvvetiyle delip çıkan ve sonra devamlı olarak akan sulardır.

b) Durgun gözelerin suları... Bunlar da, kuvveti, ancak yeryüzüne çıkacak kadar olan, fakat kuvveti ve kendisi, peşpeşe gelecek derecede olmayan buharlardan olan sulardır.

c) Nehir ve kanalların suları... Bunlar da, yeryüzünü delecek güçte olmayan buharlardan elde edilen sulardır. Bunların üzerinden, o toprak kazılıp kaldırıldığında, o buharlar çıkacak bir delik bulurlar ve az bir güç ile yeryüzüne çıkıp akmaya başlarlar.

d) Kuyuların suları... Bunlar da, kanal ve nehir suları gibi, yerden kaynayan sulardır. Fakat bunların, bir yere doğru akma imkanı yoktur. Kanal ve nehir sularının, kuyu sularına nisbeti, akan göze sularının, duran göze sularına nisbeti gibidir. Binâenaleyh, yeryüzünün bu sertliğinin olmaması halinde, o buharların yerin altında bir araya gelemeyecekleri anlaşılır. Çünkü eğer o buharlar yerin altında bir araya gelmeselerdi, yerin üstündeki bu gözeler meydana gelemezlerdi.

Arzda Dağların Yaratılması

Üçüncü Fayda, Allah'ın o yeryüzünde revasf yani kazık gibi çakılmış dağlar yerleştirmesidir. Bu cümleden olarak diyoruz ki: Gözelerin, su birikintilerinin ve madenlerin çoğu, ya dağlarda, ya dağlara yakın yerlerde bulunur. Gözelerin dağlarda meydana gelmiş olması şöyle olur: Yer yumuşak ve nemsiz olsaydı oradan buharlar emilip zayi olur ve zikre değer bir su birikmezdi. Demek ki bu buharlar ancak, sert toprak altında toplanabilir. Dağlar ise, yerin en sert yerleridir. Dolayısıyla bu buharları tutmaya, toplamaya ve böylece de gözelerin esasını oluşturabilecek şeylerin biraraya gelmesine elverişli yerler olurlar. Dağ su deposuna benzer. Dağın huknası buharla doludur ki, adeta damıtma işlemi için hazırlanmış imbiğe benzer. Buharın az bir kısmının bile dağılıp kaçmasına imkan vermez. Dağın alt kısmı ise damıtma kazanır durumunda olup kanallardan gelen su orada toplanır. İşte bundan ötürü, gözelerin çoğu dağlardan, pek azı da sahralardan fışkırır. Bu az kısmın o sahralardan fışkırması da yine, oraların sert olmasına bağlıdır.

Dağda Su Olmasının Sebebi

Bulutların çoğunun dağlarda oluşmasının şu üç sebebi vardır:

1) Dağlarda bulunan çiğ taneleri kadar, başka yumuşak arazilerde çiğ tanesi bulunmaması...

2) Dağların, yüksek olmaları sebebiyle, daha serin olmaları... Böylece, dağların üzerindeki çiğler ve karlar kadar, başka yerde çiğ ve kar kalmaz.

3) Yükselen buharların dağlarda hapsedilmiş, tutulmuş olup, ayrılıp çözülmelerine imkan verilmemiş olması... Bunun böyle olduğu sabit olunca, dağlarda bulutların çok oluşunun sebebi de ortaya çıkmış olur. Çünkü onları meydana getiren madde, dağların içinde ve dışında daha çoktur, yine buharı tutma özelliği daha fazladır ve buharın çözülüp gitmesine sebep olan sıcaklık da dağlarda daha azdır. İşte bundan ötürü, bulutlar dağlarda daha fazla oluşur. Buharlara muhtaç olan madenlerin arz ile olan münasebeti ise daha fazladır ve kanal açma işinin tamamlanması için yeryüzünde daha fazla kalma durumundadırlar. Bu hususta ise, dağlar kadar müsait ortam olamaz.

İki Deniz Arasına Engel Konulması

Dördüncü Fayda: Allah'ın iki deniz arasına bir perde koymasıdır... Bundan murad, tatlı suyun karışmalar ile bozulmamasıdır, bir de aradaki perdeden istifade edilmesidir. Bir de mü'minin kalbinde iman ve hikmet denizi ile, tuğyan ve şehvet denizi vardır. Cenâb-ı Hak, yardımı ile bu ikisinden biri diğeri ile karışıp bozulmasın diye, aralarına bir engel koymuştur. Bazı feylesoflar, Hak teâlâ'nın, "O, iki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. (Böyle iken) aralarında yekdiğerine tecavüz etmeye mâni bir perde vardır" (Rahman, 19-20) hususunda, "tecavüz olmadığı zaman o ikisinden inci ve mercan çıkar" demişlerdir. Kalbte de aynı şekilde, İki tarafın birbirine tecavüzü ve karışması olmadığı zaman, şükür sayesinde din ve iman çıkar. Buna göre eğer, "Cenâb-ı Hak niçin denizi tuzlu yaratmıştır?" denilirse, biz deriz ki: Eğer deniz tuzlu olmasaydı, suyunun tadı, rengi ve kokusu bozulur, böylece de o bozukluk yeryüzüne yayılır ve umumi bir veba hastalığı meydana gelirdi.

Bil ki denizin yeryüzünün belli yerine yerleştirilmesi, değişmesi mümkün olmayan birşey değildir. Gerçek olan şudur ki, deniz bir asırdan, diğer bir asra nakledilen tarihlere sığmaz, uzun bir müddet içinde yer değiştirir. Çünkü denizler genelde nehirlerden, nehirler de genelde gözelerden beslenir. Gökyüzünün suları ise, belli mevsimlerde oluşurlar. Sonra ne gözelerin, ne gök sularının aynı mıntıkada, hallerinin devamlı birbirine benzemesi gerekmez. Çünkü gözelerin çoğu, batıp kaybolur. Yine çoğu kez, gök, sularını indirmez. Binâenaleyh mutlaka bu durumda vadilerin ve nehirlerin suyu çekilir ve kurur. Böylece de denizlerdeki suların azalması-çekilmesi meydana gelir. Yeryüzünün bir başka tarafında gözeler meydana geldiğinde, orada nehirler de meydana gelir. Bundan sonra da o tarafta denizler meydana gelir.

Daha sonra Hak teâlâ, kendisinde bu gibi yüce faydalar bulunan yeryüzünü yaratanın ancak kendisi olduğunu beyan edince, ulûhiyyetin de kendisine has kabul edilmesi gerekir. Cenâb-ı Hak, "Hayır, hayır, onların çoğu bilmiyorlar" ifadesiyle de, onların böylesi bir düşünceden yoksun oldukları için, cehaletlerinin büyük olduğuna dikkat çekmiştir.

Mahlûkların Allah'a İhtiyaçları

Üçüncü Husus, mahlûkâtın, Hak teâlâ'ya muhtaç oluşları ile ilgilidir ve bu ayetle elde edilmiştir.

62

"Yoksa bunalmışa kendisine dua ettiği zaman icabet eden, fenalığı gideren, sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı? Allah ile beraber bir tanrı (ediniyorsunuz) Öyle mi? Siz ne kıt düşünüyorsunuz?".

Bil ki Cenâb-ı Hak, bu ayette şu iki şeye dikkat çekmiştir:

a) "Yoksa muzdar kalmışa, kendisine dua ettiği zaman icabet eden .... mi?" ayetinin ifade ettiği husus... Keşşaf sahibi şöyle der: "Zaruret, insanı sığınmaya götüren, mecbur bırakan hal demektir. "Iztırar" da, "zaruret" kökünün "İftial" vezni üzere olan şeklidir. Arapça'da, "Onu, ona mecbur kıldı" denilir. Bu bâb'ın, ismi faili ve ism-i mef'ûlü aynı şekilde "muztar" olarak gelir. Bil ki "muztar", bir hastalığın veya fakirliğin veya zamanın belâlarından herhangi birinin, Allah'a yalvarıp yakarmaya mecbur bıraktığı kimsedir." Süddî'nin buna, "gücü kuvveti olmayan, çaresiz" manası verdiği rivayet edilmiştir. Yine bu kelimenin, "mağfiret eden, günah işleyip istiğfar eden kimse" manasına olduğu da söylenmiştir.

Kabul Edilmeyen Dua Olur mu?

İmdi, eğer, "Cenâb-ı Hak, bu beyanı ile, "muztar"ı genel olarak zikretmiş ve onların dualarına icabet ettiğini bildirmiştir. Halbuki nice dua eden çaresiz kimseler vardır ki, dualarına icabet olunmamıştır?" denilirse, buna şu şeklide cevap verilebilir: Başında elif-lâm bulunan müfred kelimelerin, umûmî mana ifade etmediklerini; bunların sadece o "mahiyet"i ifade ettiklerini, usûl-ü fıkıhta beyan etmiştik. Mahiyet için söz konusu olan hükmün doğruluğu hususunda, bu hükmün, o mahiyetin fertlerinden birinde bulunması yeterli olur. Hem sonra, Allahü teâlâ onun duasını kabul edeceğini söylemiş, ama hemen kabu) edeceğini söylememiştir. Duanın ve kabulünün şartları ile ilgili bütün izahlarımız, (Mü'min, 50) ayetinin tefsirinde yapılmıştır.

Hak teâlâ'nın "Fenalığı giderir" ifadesi, duanın nasıl kabul edildiğinin izahı gibidir. Çünkü acze düşürülemeyen, kadir ve karşı durulamayan, kahhâr Allah'dan başka hiç kimse, insanın başına gelen fakirliği zenginliğe, hastalığı sıhhate. darlığı genişliğe döndürmeye gücü yetmez.

b) "Sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı?" ayetinin ifade ettiği husus... Bununla, "Onların, o yerde yerleşmeyi ve tasarrufta bulunmayı, nesil be nesil, birbirlerinden devralmaları" manası kastedilmiştir. Hak teâlâ, ayetteki "halifeler" sözü ile, mülkiyeti ve hükümranlığı kasdetmiştir. Son fiil, ya ile ve ta ile, idğamlı olarak, yezzekkerûn ve tezzekkerûn şekillerinde de okunmuştur. Bunun başındaki (......) edatı, zaide olup, mana, "Onlar çok az düşünüyorlar" şeklindedir. Ama aslında kastedilen, onların hiç düşünmedikleridir. Çünkü "azlık", bazan "yokluk" manasında kullanılır.

Mahlukların İhtiyaçları

63

"Yahut o kara ve denizlerin karanlıkları içinde, size yolunuzu bulduran, rahmetinin önüsıra rüzgârları müjdeci gönderen mi? Allah ile beraber bir tanrı öyle mi? Allah onların ortak koştukları şeylerden çok yüce, çok münezzehtir".

Dördüncü Husus, mahlûkatın belli vakitlerdeki belli ihtiyaçları ile ilgilidir ve bu ayet ile ifade edilmiştir.

Bil ki Allahü teâlâ bu ayette de şu iki şeye dikkat çekmiştir:

a) "Size yolunuzu bulduran mı?" ayetinin ifade ettiği husus... Bu, "O, siz karada ve denizde yolculuk ederken, gece, karanlığını üzerinize döktüğünde, size, gökteki yıldızları ve yerdeki çeşitli alâmetleri ile yolunuzu buldurandır" demektir.

b) "Rahmetinin önüsıra rüzgârları müjdeci gönderen mi?" ayetinin ifade ettiği husus... Çünkü, rüzgârları harekete geçirerek, bulutları önce yayıp, sonra onları dilediği yere götüren Hak teâlâ'dır. Eğer, "Biz rüzgârları harekete geçirenin Hak teâlâ olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü felsefeciler şöyle demektedirler: "Rüzgârlar, dumanlardan (buharlardan) oluşur. Dumanların hepsi ateş ile yanan şeylerden yükselen siyah madde değildir. Aksine ister ateşin sıcaklığından, ister güneşin sıcaklığı sebebi ile olsun, sıcaklığın artması ile yükselen yeryüzü maddelerinin hepsi dumandır. Rüzgârların dumanlardan doğuşları da, birisi çok, diğeri az olmak üzere ikiye ayrılır. Çok olanlarına gelince, şöyledir: Çok miktarda duman yukarı doğru yükselip, soğuk bir tabakaya ulaştığında ve dumanların sıcaklığı, o soğuk hava tabakasının soğukluğu ile ya kırılır (azalır), ya kırılmaz. Eğer kırılırsa, şüphesiz o zaman ağırlaşır, aşağı doğru iner ve onun inişinden hava dalgaları meydana gelir. Bundan da rüzgârlar meydana gelir. Yok eğer o dumanların sıcaklığı, o hava tabakasının soğukluğu ile kırılmaz ise, mutlaka o dumanlar, feleğin hareketi ile hareketlenen ateş küresine ulaşıncaya kadar yükselmeye devam ederler. Buraya ulaşınca da, o ateşin hareketi sebebi ile artık yükselme imkânı bulamazlar ve geri dönüp rüzgârları oluştururlar. Şu da iddia edilemez: Eğer o dumanların geriye dönüşleri, üstteki havanın hareketi sebebiyle olmuş olsaydı, o zaman dumanların hareketleri aşağı doğru değil, aksine yukarıdaki havanın hareket yönüne doğru olurdu. Çünkü biz diyoruz ki: Bunun şu iki şekilde izahı vardır:

1) Çoğu kez o dumanların yükselmesine onlara katılan şeylerin hepsi, karşı çıkan hareketin yönünün aksi yönünde hareketi gerektirir. Bu tıpkı, hareket eden bir cisme isabet eden ve onu bazan, eğer o karşı çıkan engel, hareket edeni kendisine doğru gelmekten çevirmeye kadir olduğu gibi, kendisinin hareketi yönüne çevirmeye de kadir olursa, o oku bazan kendi yönüne doğru, bazan da, o karşıt kuvvet onu engellemeye kadir, ama geri çevirmeye kadir olmadığı zaman, o cihetin aksi yöne dönen bir ok gibi olur.

2) Çoğu kez, alttan yükselen dumanların bir kısmı, üstten aşağı doğru inen dumanlara mâni olur. İşte bu sebepten ötürü de, diğer taraflara doğru hareket eder" denilirse, bil ki müslümanların burada yapacakları şu iki iş vardır:

a) Bu gerekçenin yanlışlığına delil getirmek... Bunu şu iki şekilde yapabiliriz:

1) Yeryüzündeki dumanların parçaları, sıvılara ait buharların parçalarından daha ağırdır. Hem sonra bu buharlar soğuduklarında "hatt-ı müstakim"i takib ederek (düz olarak) yağmur şeklinde inerler. O halde duman, soğuduğunda, niçin düz olarak inmez de, sağa sola gider?

2) O parçaların aşağı doğru hareketleri tabiîdir. Sağa sola doğru hareketleri ise, arızîdir. Tabii olan, arızî olandan daha kuvvetlidir. Kuvvetli olmasa bile, en azından eşittir. Sonra o rüzgâr sağa sola hareket ettiğinde, çoğu kez ağaçları kökünden söker, duvarları yıkar, hatta tepeleri bile götürür. O halde, dumanlara ait o parçalar, kendilerine ait tabii hareketlerini, yani aşağı doğru hareketlerini yaptıkları zaman, tavanları delip-yıkıp inmeleri gerekir. Fakat biz, pek çok toz toprağın havadan inip, damlara dolduğunu görürüz ama, bunun bacaları yıkması şöyle dursun, indiğini bile hissedemeyiz. Böylece felsefecilerin ileri sürdükleri şeylerin yanlışlığı anlaşılır.

b) Farzedelim ki durum onların söyledikleri gibidir. Fakat gerek etkili olan sebepleri ve gerek (onların etkilerine maruz kalan) alıcı durumundaki sebepleri yaratan Allahü teâlâ'dır. Çünkü eğer o buharların ve dumanların yükselmesinde tesirli olan güneş ve hava tabakaları olmasaydı, bu işler olamazdı. Halbuki bilindiği üzere, bir kimse birtakım sebeplen yaratır, o sebepleri de akla hayale sığmayan enteresan menfaatler ve üstün hikmetler sağlarsa, o kimse, o faydalı şeyleri de yapmış sayılır. Binâenaleyh bütün durumlarda bu gibi hadiselerin, ihtiyaçlar zincirini sona erdirmek için, zatı gereği var olan hâkim bir müdebbirin varlığına mutlaka şehadet ettiğini kabul etmek gerekir.

Haşr

64

Beşinci Husus, haşr ve haşr (diriliş) ile ilgili olup, bu ayetle ifade edilmiştir. "Yahut ilk yaratan, sonra onu iade edecek olan ve sizi gök ile yerden rızıklandıran mı? Allah ile beraber bir tanrı öyle mi? De ki: "Eğer iddianızda doğru iseniz delilinizi getiriniz".

Bil ki Allahü teâlâ, dünya nimetlerini sayınca, "Yahut ilk yaratan, sonra onu iade edecek (yeniden yaratacak) olan mı (daha hayırlı)" buyurarak, âhiret nimetlerinden bahsetmiştir. Çünkü mükâfaat ile elde edilecek âhiret nimetleri, ancak ilk yaratmadan ve mükellef çağına getirdikten sonra, yeniden yaratma ile tamamlanır. O halde, Hak teâlâ'nın bu sözü, bütün bu nimetleri ifade etmektedir. Bu nimetlerin ancak rızıklarla tamamlanacağı malumdur. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, "Sizi gök ile yerden kim rızıklandırıyor?" buyurmuş ve sonra onların hareket tarzlarındaki tersliğe dikkat çekerek, "Allah ile beraber (başka) bir tanrı öyle mi?" demiştir. Sonra, "De ki: "Eğer iddianızda doğru iseniz, delilinizi getiriniz" hitabı ile, onların buna hiçbir delilleri bulunmadığını ve onların bâtılı böyle delilsiz olarak savunduklarını beyan buyurmuştur. Hak teâlâ'nın bu hitabı, iddia edilen şey hakkında mutlaka bir delil bulunması gerektiğine ve taklidin yanlışlığına delalet eder.

İmdi şayet, "onlar, öldükten sonra dirilmeyi kabul etmedikleri halde, kendilerine daha nasıl, "Yahut ilk yaratan, sonra onu iade edecek olan mı?" denilmiştir?" denilirse, buna şu şekilde cevap verebiliriz: Onlar, yaratılışın başlangıcını kabul etmektedirler. İbtidâ ise, "iâde"ye, çok kuvvetli bir biçimde delâlet etmektedir. Binâenaleyh bu söz, böylesine kuvvetli bir delil olunca, onlar, öldükten sonra dirilmeyi inkâr edince, adeta mazeretsiz kalıvermişlerdir. Allah'ın kudretinin mükemmelliğine delâlet eden deliller burada sona ermektedir.

Gayb İlmi Allah'ındır

65

Âyetin tefsiri için bak:66

66

"De ki: "Göklerde ve yerde, gaybı Allah'dan başka kimse bilmez. Onlar da, ne zaman diriltileceklerini bilmezler. Hayır, onların ahiret hakkındaki bilgileri ard arda gelip bitişmiştir. Hayır, onlar bundan şekk içindedirler. Hayır, onlar bundan kördürler".

Bil ki Allahü teâlâ, bu kudretin kendisine mahsus olduğunu beyan edince, gaybın bilgisinin de kendisine mahsus olduğunu beyan buyurmuştur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, İbâdete müstehak olanın da kendisi olduğu sabit olmuş olur. Çünkü ilah, mükâfaatı hak eden kimseleri, cezayı hak eden kimselere karıştırmadan, mükâfaatlandıran zâttır.

Buradaki İstisnanın İzahı

Eğer; "istisna, yapılmaması halinde, müstesna minh'in muhtevasına girmesi gerekenlerin hariçte tutulması için yapılır. Burada bu ayet, Allah (c.c.)'ın, gökler ve yerdekilerden istisna edildiğine delâlet etmektedir. Binâenaleyh, Allah'ın, göklerde ve yerdekilerden olması gerekir ki, bu da, Allahü teâlâ'nın bir mekânda olmasını iktizâ eder" denilirse, buna şu şekilde cevap veririz: Bu ayetin zahiri terkolunmuştur. Çünkü, Allahü teâlâ'nın bir mekânda olduğunu söyleyenler, O'nun göklerin üstünde olduğunu adia etmişler; O'nun bir mekânda olmadığını söyleyenler ise, O'nu bütün mekânlardan tenzih etmişlerdir. Böylece Allah'ın göklerde ve yerde olmadığı icmâ ile sabit olmuş olur. Bu sebeple bu ayetin te'vil edilmesi gerekir. Bu cümleden olarak biz diyoruz ki: Allahü teâlâ, göklerde ve yerde olanlardandır. Nitekim kelâmcılar şöyle demektedirler: "Allah her yerdedir" sözü, "O'nun ilmi her yerdedir" manasına gelir.

"Allahü teâlâ'nın göklerde ve yerde olması mecaz, o göklerde ve yerde bulunanların orada bulunmaları ise hakikattir. Halbuki, bir kimsenin aynı ibare ile hem hakiki hem de mecazi manayı murad etmesi caiz değildir" de denilemez. Çünkü biz diyoruz ki, göklerde ve yerde olanların orada olmaları, zatları mekânlarda bulunduğu halde, orada bulunmaları hakikat olduğu gibi, mecaz da olur ki, mecazî oluşu da, onların o yerleri bilmeleri demektir. Binâenaleyh biz, Cenâb-ı Hakk'ın, göklerde ve yerde olmayışını mecazî manaya, -ki bu O'nun oralarda ilmi ile bulunmasıdır- hamlettiğimizde, hem Allahü teâlâ, hem de kulları bu ifadenin kapsamına girmiş olur. Böylece de istisnanın yapılması yerinde olmuş olur.

Cenâb-ı Hakk'ın "onlar da bilmezler..." ifadesine gelince, bu, gökteki ve yerdekilerin sıfatı olup, onların gaybı bilmediklerini anlatır. Cenâb-ı Hak, öldükten sonra dirilmenin ne zaman olduğunu "ne zaman diriltileceklerini..." ifadesiyle, gaybları bilinemezler içinde zikretmiştir. O halde bu ifadenin başındaki eyyîne kelimesi meta anlamında olup, bu kelime, kelimelerinden meydana gelmiştir. Vakit anlamındadır. Hemzenin kesresiyle, (iyyâne) şeklinde de okunmuştur.

Ayetteki "Hayır, onların ahiret hakkındaki bilgileri ard arda gelip bitişmiştir" ifadesine gelince, bil ki, Keşşaf sahibinin bu husustaki sözü şu üç bahse dayanmaktadır:

Ayetteki Oniki Kıraat

Birinci Bahis: Bu ayette, oniki türlü kıraat vechi bulunmaktadır: iki hemze ile hemze arasında; elif ile fethası, dâl'ın şeddesi ile: ki bunun aslı, istifham üslûbu üzere tek hemze ile ve

İkinci Bahis: (......) 'nin aslı, (......) 'dir. Bu demektir ki tâ, dâl'a idğam edilmiştir, (......) babındandır.

Üçüncü Bahis: (......) ifadesinin manası, "Zirveye vardı ve mükemmel oldu" şeklindedir. Yine, (......)'nin manası, "peşipeşine geldi ve sağlamlaştı" demektir. Sonra burada şu izahlar yapılabilir:

1) "Kıyametin seksiz şüphesiz olacağına dair ilimlerinin sağlamlaşmasının ve mükemmelleşmesinin sebepleri, onlar için bulunmaktadır. Onlar, o sebepleri tanıma imkânını bulmuşlardır. Ama onlar, yine de şüphe içinde olup cahildirler." Ki bu son mana, Cenâb-ı Hakk'ın, "Hayır onlar bundan şekk içindedirler. Hayır, onlar bundan kördürler" ayetinin beyan ettiği husustur. Cenâb-ı Hak bu beyanı ile, göklerde ve yerde bulunan müşrikleri kasdetmiştir. Çünkü o göktekiler de yerdekilerin cisminden olduğu için, yerdekilerin fiilleri tümüne birden nisbet edilmiştir. Bu tıpkı, o işi onlardan bir grup yaptığı halde, "Falancaoğulları şöyle yaptılar" denilmesi gibidir.

İmdi şayet, "Ayet, gaybı bilmenin sadece Allah'a mahsus olduğunu, kulların ise, buna dair hiçbir şey bilemediklerini, onların öldükten sonra dirilmelerinin ve ayağa kaldırılmalarının zamanının da, gaybler cümlesinden olduğunu, fakat o insanların bunun farkında olmadıklarını bildirmek için getirilmiştir. Binâenaleyh, bilme sebep ve vasıtalarının sağlamlığına ve onların bunu bilebilme İmkânına sahip olmalarına rağmen, müşrikleri öldükten sonra dirilmeyi inkârla vasfetmek, bu manaya daha nasıl uygun düşer?" denilirse, buna şöyle cevap verilir: Cenâb-ı Hak, sanki, "Varlığına apaçık delillerin delâlet ettiği ahiretin varlığı hususunda şüphe ederlerken, daha nasıl gaybı bilecekler? Binâenaleyh, bu kadar apaçık şeylerden habersiz olan kimse, daha nasıl, herşeyden daha kapalı ve daha gizli olan gaybı bilebilecektir?" demek istemiştir.

2) Onların bu konudaki ilimlerini, "sağlamlık"la nitelemek, onlarla alay etmek içindir. Bu tıpkı senin, en cahil insana, alay etmek için, "ne acaip alimsin?" demen gibidir. Bu, onların, kendisine ileten yol apaçık olan bir şeyin varlığı hususunda şüphe etmelerinden dolayıdır.

3) "sona erdi, son buldu" demektir. Bu senin,"Meyve olgunlaştı, sona erdi" sözünden türetilmiştir. Çünkü, meyvenin bu noktaya varmasıyla, yok olması da başlamış olur.

Hasan el Basrî, bu ifadeye "Onların ilimleri izmihlale uğradı ve ard arda yok olup gitti" anlamını vermiştir ki, bu ifade, "ard arda yok olup gittiler" anlamına gelen, (Tedâreke benû fülânin) ifadesinden alınmıştır.

İstifham hemzesiyle, (......) şeklinde okuyanların kıraatinin izahına gelince, bu, onların ilimlerinin olgunlaşmasını inkâr etme tarzında olan bir okuyuştur, (......) şeklinde okuyanların kıraati de böyledir. Çünkü bu ifadelerin başındaki ve istifham hemzesi anlamında olan fî 'dır. (......) şeklinde okuyanlara gelince, böyle okuyan kimse, Cenâb-ı Hakk'ın "bilmezler" ifadesinden sonra 'yi getirince, o zaman bunun manası, evet, bunun farkına varırlar" demek olup, sonra da bu farkına varma işini, bu bilginin olmadığını ifade eden bir istihza tarzında, "Onların ahiret hususundaki ilimleri olgunlaşıp kemâle ermiştir, (Öyle mi?)" diyerek açıklamıştır. Buna göre, bu şekilde okuyan sanki onların ahiretin ne zaman olacağına dair bilgi ve bilinçleri; onların o ahireti bilmeyişleridir. Böylece bu söz, daha beliğ bir biçimde bilmeyi nefyetmiş olur.

Bu kelimeyi, istifham şeklinde (......) şeklinde okuyanlara göre mana, "Evet ya, onlar ne zaman diriltileceklerini bilirler" şeklinde olup, sonra o, bu istifhamla, onların ahireti bilmediklerini kastetmiş olur. O, onların ahireti bilmediklerini belirttiğinde ve yine o, onların, ahiretin varlığına dair bilgilerinin mevcut olmadığını söylediğinde, onlarda ahiretin ne zaman olacağına dair bilgi de meydana gelmemiş olur. Eğer sen, Bu ayetteki üç "idrâb"ın, (yani "öyle değil böyle" demenin) manası nedir?" dersen ben derim ki, bu onların, bu konudaki derecelerini ve mertebelerini beyandır. Çünkü Cenâb-ı Hak onları ilk önce, öldükten sonra dirilmenin vaktini bilmemekle vasfetmiş, daha sonra. Kıyametin olacağını da bilmediklerini belirtmiş, bunun peşinden onların şekk ve şüpheleri için de şuursuzca hareket ettiklerini bildirmiş, daha sonra da en kötü vasıfla nitelemiştir ki, bu da onların kör olduklarını belirtmesidir. Burada şöyle bir nükte de bulunmaktadır: Allahü teâlâ, ahireti, onların körlüklerinin başlangıcı kabul etmiştir. İşte bundan dolayı (......) kelimesini an ile değil de, ibtidâ ifade eden min ile müteaddî kılmıştır. Onların ahireti ve cezayı inkâr etmeleri, onları adeta hayvanlar haline getiren şeydir.

Ahireti İnkâr Karşısında Allah'ın Hilmi

67

Âyetin tefsiri için bak:75

68

Âyetin tefsiri için bak:75

69

Âyetin tefsiri için bak:75

70

Âyetin tefsiri için bak:75

71

Âyetin tefsiri için bak:75

72

Âyetin tefsiri için bak:75

73

Âyetin tefsiri için bak:75

74

Âyetin tefsiri için bak:75

75

"Küfredenler dediler ki: "Biz ve atalarımız toprak haline geldikten sonra mı, hakikaten biz mi kabtlerimizden çıkarılacağız? Andolsun ki, bu tehdit bize yapıldığı gibi, daha önce atalarımıza da yapıldı. Bu, evvelkilerin düzme yalanlarından başka birşey değildir." De ki: "Yerde gezin, dolaşın da, mücrimlerin sonu nice olmuştur, görün." Sen onlara karşı tasalanma. Kurmakta oldukları tuzaklardan dolayı da darlıkta olma. Onlar, "Bu vaad ne zamandır? Doğru sözlü kimseler iseniz, (söyleyiniz?)" derler. De ki: Çabuk gelmesini istemekte olduğunuz o azabın bir kısmı, ensenize binmek üzeredir." Şüphesiz ki senin Rabbin insanlara karşı fazla kerem sahibidir. Ama onların çoğu şükretmezler. Senin Rabbin, onların sinelerinin saklamakta olduğunu da, açıklayageldiklerini de muhakkak biliyor. Yerde ve gökte hiçbir gâib müstesna olmamak üzere, hepsi apaçık bir kitaptadır".

Önceki Kısımla Münasebet

Bil ki, Allahü teâlâ, yaratılışın durumundan bahsedince, bundan sonra da, meâdin durumundan bahsetmiştir. Zira mead hususundaki şüpeler, Allah'ın kudretinin veya ilminin mükemmel oluşu hususundaki şüpheden kaynaklanmaktadır. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, bütün mümkinâta kadir ve her türlü malûmatı bilen bir zât olduğu sabit olunca, O'nun, mükelleflerden herbirinin bedeninin cüzlerini, diğerinin bedeninin cüzlerinden ayırabileceği kesinleşmiş olur. Yine, O'nun, yeniden bir araya getirip, getireceği o şeylere hayat vermeye muktedir olduğu kesinlik kazanmış olur. Bunun mümkün olduğu sabit olunca, haşr ile ilgili sözün doğruluğu da sabit olmuş olur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, bu iki temel kaideyi bu ayetten önceki yerlerde beyân buyurunca, pek yerinde olarak bu ayet-i kerimede bu hususu tekrarlamamış, sadece, onların, toztoprak olduktan sonra yeniden canlı hale getirileceklerine dair hayrete düştüklerini ve bunu, şu iki yönden tenkit ettiklerini nakletmiştir;

1) Onların, "Andolsun ki, bu tehdit bize yapıldığı gibi, daha önce atalarımıza da yapıldı..." şeklindeki sözlerinin ifade ettiği husustur. Yani, "Bu, bize denildiği gibi bizden öncekilere de söylenen bir sözdür. Ama, bunun herhangi bir neticesi ortaya çıkmamıştır. O halde bu, evvelkilerin düzme yalanlarındandır" demektir. Onlar, bu sözleriyle bunun aslı esası olmayan haberlerden olduğunu kastetmişlerdir.

Eğer, "Burada, "Andolsun ki, bu tehdit bize yapıldığı gibi, daha önce atalarımda da yapılmıştır" buyurulmuşken, başka bir ayette de, denilmiştir. Yani mananın aslı aynı kalmakla beraber hazâ işaret zamirinin yeri değiştirilmiştir. Aralarındaki fark nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bir ifadeyi başa almak, onun esas maksat olduğunu, ve sözün de sırf bunun için söylendiğini gösterir.

Sonra, Cenâb-ı Hak, bu iki asla delâlet eden delilleri beyan edince, bu iki aslı iyice anlayıp ihata eden kimsenin haşir ve neşrin doğruluğunu bilip anlayacağı açık ve aşikâr bir hal olduğundan, böylece onların bunlardan yüz çevirdiği ve onları iyice düşünmediği sabit olmuş olur. Bu yüz çevirmenin sebebi ise, dünya sevgisi, riyaset, mevki-makam tutkusu ve de başkasına itaat etmemedir. İşte bundan dolayı, pek yerinde olarak Cenâb-ı Hak, dünyanın fani ve geçici olduğunu önemle belirtmiş ve "De ki: "Yerde gezin, dolaşın da, mücrimlerin sonu nice olmuştur, görün" buyurmuştur. Burada iki soru bulunmaktadır:

Bazı Sorular:

Birinci Soru: Cenâb-ı Hak niçin,buyurmamış da, tâ buyurmuştur?

Cevap: Çünkü (......) kelimesinin müennesliği hakîki değildir. Bir de, mana, "Onların işlerinin sonu nice oldu" şeklindedir.

Kâfir Yerine Mücrim Denilmesinin İzahı

İkinci Soru: Cenâb-ı Hak niçin, "Kâfirlerin sonu nice olmuştur?" buyurmadı? Cevap: Bu ifadenin amacı, bütün mücrimlerin kork utul maşıdır.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Teselli Edilmesi

Sonra Cenâb-ı Hak, peygamberine, bu kâfirlerden karşılaştığı kötülüklere direnip dayanmasını emretmek üzere şöyle buyurmuştur: "Onlara karşı fenalarıma. Kurmakta oldukları tuzaklardan dolayı da darlıkta olma..." Böylece Cenâb-ı Hak bu cümlede, onların inkârları sebebiyle Hazret-i Peygamber'in üzülmemesini ve onlardan gelecek şeylerden korkmamasını aynı anda zikretmiştir. Bu da adeta, onlara karşı kendisine yardım edeceğini tekeffül etme gibi olmuştur. cümlesindeki dayk, "kalb sıkışıklığı ve darlığı" manasına gelir. Arapça'da, "o şey daraldı, sıkıştı" (Daykan - dîkan) denilir. Dayk kelimesi, dayyık kelimesinin şeddesiz okunuşudur. Burada, "Onların hile ve tuzaklarından ötürü, dar ve sıkıcı bir iş içinde olma" manasının kastedilmiş olması da mümkündür.

İkinci İzah şekli ise şöyledir: Kâfirler, "Bu vaad ne zamandır?" demişlerdir. Onların "Doğru sözlü kimseler iseniz" şeklindeki ifadeleri, onların önceki sözü alay etme üslubuyla zikrettiklerine delâlet eder. Cenâb-ı Hak da buna, "Çabuk gelmesini istemekte olduğunuz o azabın bir kısmı, ensenize binmek üzeredir" diyerek cevap vermiştir. Bu, Bedr gününün azabıdır. Tıpkı, "Kendinizi tehlikeye atmayın" (Bakara, 195) ayetindeki bâ harf-i-cerri gibi, buradaki lekümde bulunan lâm, te'kîd etmek için ziyade kılınmıştır. Yahut da lâm ile teaddî eden bir fiil manası içerdiği için, bu lâm gelmiştir. Meselâ, "Size uydu ve size bitişti, yetişti" anlamına gelen "Denâ leküm ve ezife leküm" tabirleri gibi. A'rec ise bu kelimeyi, vezninde olmak üzere redefe şeklinde okumuştur ki, bunlar iki ayrı kullanıştırlar, ama kesreti olarak redife daha fasihtir. Burada iki bahis bulunur:

Allah Hakkında Asâ (Ola Ki) Tabirinin İzahı

Birinci Bahis: Muhakkak ki, "ola ki" ve "belki" ifâdeleri, hükümdarların vaad ve vaîdlerinde, o şeyin kesin olarak doğruluğuna delâlet ederler. Onlar bu ifadeleri kullanmakla, kendi saygınlık ve vakarlarını göstermek ve düşmanlarının, ellerinden kaçamayacaklarına emin oldukları için, intikam almak için acele etmeyeceklerini anlatmak isterler. İşte, Cenâb-ı Hakk'ın vaadi ve vaîdi de bu ifadelerin üslûbuna göre cereyan etmektedir.

Allah'ı Görmekten Mahrumluk Ateşten Beterdir

İkinci Bahis: Aklî deliller ile sabit olmuştur ki, ru'yetullahtan mahrum bırakılma azabı, ateş azabından daha şiddetlidir. Bundan dolayıdır ki Cenâb-ı Hak, "Hayır! Şüphesiz ki onlar o gün Rablerinden kesin olarak mahrumdurlar. Sonra onlar nuhakkak ve muhakkak o alevli cehenneme gireceklerdir" (Mutaffifin, 15-16) buyurmuş, böylece mahrumiyeti, cehennem ateşinden önce zikretmiştir. Sonra onlar, şu anda da mahrum bırakılmışlardır. Böylece azabın sebebi, eksiksiz meydana gelmiştir. Ancak şu var ki, dünya ve lezzetleriyle meşgul olmak, bu acı ve elemi duymaya mâni gibidirler. Tıpkı, kendisine ateş dokunmuş olan uyuşuk bir uzvun hissetmeyişi gibi. Zira, elem ve acının sebebi şu anda mevcuttur, ancak ne var ki, bir engel bulunduğundan, bu elem ve acı hissedilmemektedir. Ama engel ortadan kalkınca, belâ ve mihnet büyüyecektir. İşte burada da böyledir. Beden ortadan alkınca, mahrumiyetin acı ve azabı büyük olacaktır. Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifadesi buna göre, "Bunu iktizâ eden ve buna müessir olan şeyler mevcut. Onun tamamı da ölümden sonra vuku bulacaktır" demek istemektedir.

Hemen Cezalandırmamanın İzahı

Daha sonra Cenâb-ı Hak, hemencecik azablandırmamasının sebebini açıklamış ve şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki senin Rabbin insanlara arşi fazl-u kerem sahibidir..." Fadl kelimesi, lütuf ve ihsanda bulunma anlamına gelir. İfadenin manası, "Muhakkak ki o onlara, akibetini geciktirmek suretiyle lütuf ikramda bulunandır. Ama onların ekserisi bu nimeti anlamaz ve onun şükrünü eca etmez" şeklindedir. Bu ayet, "Allah'ın kâfirlere karşı bir nimeti bulunmamaktadır" yen kimsenin görüşünü iptal eder.

Gizli Olanın Aşikârdan Önce Zikredilmesi

Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların kalblerinde bulunan şeylere muttali olduğunu ederek "Senin Rabbin, onların sinelerinin saklamakta" olduğunu da, açıklayageldiklerini de muhakkak biliyor" buyurmuştur. Burada aklî bir bahis bulunmaktadır ki, o da şudur: Cenâb-ı Hak, sinelerin sakladığı şeyleri bilmesini, açıklayageldikleri şeyleri bilmesinden önce zikretmiştir. Bunun sebebi şudur: Sinelerin gizlediği şeyler, istekler ve temayüllerdir. Bunlar ise, açığa vurdukları şeylerin (arka plandaki) sebepleridir. Berikiler ise, uzuvların amel ve davranışlarıdır. "İlleti bilmek, bu illete bağlı olanı bilmenin de illetidir." İşte, buradaki takdimin sebebi budur. Bu kelime tekunnu şeklinde de okunmuştur. Arapça'da, "onu gizledim ve örttüm" anlamında, "Kenentü'ş-seye ve eknentuhû" buna göre bu ifade, "Allahü teâlâ, onların Allah'ın resulüne düşmanlık yapmak ve tuzaklar kurmak kabilinden gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilir!" anlamına gelir.

Cenab-ı Hakk'ın "hiçbir gâib müstesna olmamak üzere..." ifadesine sahibi şöyle demiştir: "Gâib olan ve gizil kalan şey, ve olarak isimlendirilir. Buradaki tâ'lar ise, bu kelimelerin sıfat olmayıp, ucanm ifade etmek için gelmiş olup, akibet, afiyet, nati'ha (sürülmüş (kesilmiş hayvan) ve remiyye (oklanmış, taşlanmış) kelimelerindeki tâ'lar gibidir. Bunların iki sıfat olup, lâ'ların ise, mübalağa için getirilmiş olması caizdir. Bu tıpkı Arapların, "Kötü olanı çokça anlatmasından dolayı, yazıklar olsun şaire!" ifadesindeki "rivayet" kelimesinin tâ'sının mübalağa ifade etmesi gibidir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki şöyle demiştir: "Son derece gizli ve saklı bile olsa, hiçbir şey yoktur ki, Allah onu bilip, ilmiyle ihata etmiş ve mahfû olan, apaçık olan, kendisine bakan melekler için aşikâr ve zahir olan Levh-i Mahfuz'a kaydetmiş olmasın."

Kuran Rahmeti

76

Âyetin tefsiri için bak:81

77

Âyetin tefsiri için bak:81

78

Âyetin tefsiri için bak:81

79

Âyetin tefsiri için bak:81

80

Âyetin tefsiri için bak:81

81

"Şüphesiz ki bu Kur'ân, Isrâiloğullarına, hakkında kendilerinin ihtilaf edegeldikleri şeylerin pekçoğunu açıklar. Hakikaten o, mutlak bir hidâyettir, mü'minler için de bir rahmet... Muhakkak ki senin Rabbin onların arasındaki hükmünü yerine getirecek. O, mutlak galiptir, hakkıyla bilendir. O halde sen, Allah'a güvenip dayan. Çünkü sen apaçık bir hak üzerindesin. Zira, şüphesiz ki sen ölülere duyuramazsm. Arkalarını dönmüş kaçarlarken sağırlara da sesini işittiremezsin. Ve sen o körleri sapıklıklarından ayınp hidâyet veremezsin. Sen ayetlerimize iman edecek kimselerden başkasına (söz) dinletemezsin. İşte müslüman olanlar onlardır,".

Kur'an'ın Mucizliğine Dair

Bil ki Cenâb-ı Hak, mebde' ve meâdı isbat etmeye dair sözünü tamamlayınca bunun peşinden nübüvvetle ilgili açıklamaya geçmiştir. Hazret-i Peygamberin nübüvvetin isbat hususunda en büyük dayanak Kur'ân olunca, pek yerinde olarak, önce Kur'ân'ın birkaç bakımdan mucize olduğunu beyan etmiştir:

1) Kur'ân'da zikredilen kıssalar, Hazret-i Peygamber'in bir ümmî olduğu, hiçbir âlimle bir araya gelmemiş olduğu, asla ilim ve öğrenmeyle meşgul olmadığı bilindiği halde Tevrat ve İncil'de bulunanlara uygundur. Öyleyse Kur'ân ancak, Allah tarafından gönderilmiş demektir. Alimler, onların ihtilaf ettikleri şeyin ne olduğu hususunda ihtilaf etmişler, bu cümleden olmak üzere bazıları, "Allah bununla, hakkında ihtilaf edip ayrıldıkları hususları kastetmiştir" derken, diğer bazıları da, "Allah bununla, bazılarının yaptığı tahrifi kastetmiştir" demiştir. Diğer bazıları da şöyle demiştir: "Hayır, bununla, peygamberlerin haberlerini murat etmiştir." Doğruya yakın olanı, birincisidir.

2) Cenâb-ı Hakk'ın, "Hakikaten o, mutlak bir hidayettir, mü'minler için de bir rahmet..." ifadesi... Çünkü, bazı kimseler şöyle demiştir: "Biz Kur'an'ı iyice düşündüğümüzde, onda tevhide, haşre, nübüvvete, Allah'ın sıfatlarının açıklanmasıyla O'nun celâl ve azametinin vasfına dair öyle aklî deliller buluruz ki, bunu başka hiçbir kitapta bulamayız. Yine onda, akla mutabık ye ona uygun yasalar bulur, onun, hertüriü tenakuz ve tutarsızlıktan uzak olduğunu görürüz. İşte böylece o, bu cihetlerden bir rahmet ve hidayettir. Yine biz, beşerî hiçbir kuvvetin, böylesi bir kitap te'lif etmeye güç yetiremediğini görürüz. Böylece de biz, onun ancak Allah katından olduğunu iyice anlamış oluruz. İşte Kur'ân, bu cihetten bir mucize olmuş olur.

3) Kur'ân fesahat bakımından, insanların kendisine muarazada bulunamayacakları bir dereceye ulaşmış olduğu için, mü'minler için bir rahmet ve hidayettir. Bu ise, bir mucizedir.

Sonra Cenâb-ı Hak, Kur'ân 'in, Hazret-i Peygamberin nübüvvetinin doğruluğuna delâlet etmek üzere bir mucize olduğunu beyan edince, bundan sonra şu iki hususu zikretmiştir:

a) Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakkak ki senin Rabbin onların aralarındaki hükmünü yerine getirecek. O mutlak galiptir, hakkıyla bilendir" ifadesi... Bundan murad şudur: "Kur'ân-ı Kerim her ne kadar, İsrailoğulları'na, ihtilaf ettikleri çoğu şeyi anlatıyor ise de, ancak ne var ki sen, onlara uyma, onların kaydı altına girme. Çünkü Rabbin, onlar arasında hükmedecek olandır. Yani, "isabet edenle etmeyen arasında..." Bu ifade, kâfirler için bir men ifadesidir. Bundan ötürü (......) buyurulmuştur. Yani, "karşı konulamayan gâlib ve azîz; hükmettiğini bihakkın bilen, alîm ve ancak, Hak olan."

İmdi, eğer "Kaza ve hüküm, aynı manadadırlar. O halde, "hükmünü yerine getirir" ifadesi, "kazasıyla hükmeder, hükmüyle hükmeder" demek gibi olur" denilirse, buna şöyle cevap verilir: ifadesinin anlamı, "Kendisiyle hükmettiği şey ile" demektir ki, bu O'nun adaletidir. Zira Allah ancak adaletle hükmeder. Yahut da O, bununla "hikmetler" anlamını murat etmiştir ki, bunu "hikmet" kelimesinin çoğulu olarak "bi hikemihî" şeklinde okuyan kimsenin kıraati delâlet eder.

b) Allahü teâlâ Hazret-i Peygamber'e, risalenin hücceti zuhur ettikten sonra, Allah'a tevekkül etmesini, Allah'ın düşmanlarına iltifat etmemesini, peygamberlik görevlerini ifa ederken sağlam bir kalble başlamasını emretmiş ve ona, "Allah'a güvenip dayan” buyurmuştur. Sonra bunu da iki sebebe bağlamıştır:

1) Onun, "Çünkü sen apaçık bir hak üzerindesin" cümlesi... Bunda, haktan yana olanın, Allah'ın yardımına layık olduğuna, onun asla yardımsız kalmayacağını beyan ve izahta bulunmaktadır.

2) Onun, "Zira, şüphesiz ki sen, ölülere duyuramazsm" ifadesi... Bunun, tevekkülün sebep ve gerekçesi kılınmış olması güzeldir. Çünkü insan, bir kimseden bir şeyler almayı umduğu sürece, o, kalbinde ona karşı muhalefet etme gücü bulamaz. Ondan olan beklenti ve ümidini kestiğinde ise, kalbinde ona muhalefet hususunda güç ve kuvvet bulur. O halde Cenâb-ı Hak, onların ölüler sağır ve körler gibi olduklarını, böylece de onların anlamayan, duymayan, hakkı görmeyen kimseler olduğunu beyan etmek suretiyle, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onlar hakkında beklentisini kesmek istemiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, dini olduğu gibi ortaya koymasına dair, kalbini kuvvetlendiren sebep de işte budur.

Eğer: "Ayetteki "arkalarını dönmüş kaçarlarken..." cümlesinin manası nedir?" denilirse buna şöyle cevap verilir: Bu, sağırların durumunu tekiddir. Çünkü sağırlar, haktan sırt çevirmek suretiyle, ona ileten vesilelerden uzaklaşınca, onun sesini idrak etmekten de o nisbette uzak olurlar.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen ayetlerimize iman edecek kimselerden başkasına (söz) dinletemezsin" buyruğuna gelince bu, "Senin, ancak Allah'ın, ayetlerine iman edeceklerini, O'nu tasdik edeceklerini bildiği kimselere işittirebilmen mümkündür ki, bunlar, müslümanlardırlar; yani ihlâslı ve samimi mü'minlerdir" demektir. Ki bu ifade Cenâb-ı Hakk'ın (Bakara, 112) beyanı kabilinden olup, "O kimse dirisini, ölüsünü, zâtını Allah'a teslim etti, yani O'na has kıldı, özge kıldı" demektir.

Kıyamet Alâmeti

82

Âyetin tefsiri için bak:86

83

Âyetin tefsiri için bak:86

84

Âyetin tefsiri için bak:86

85

Âyetin tefsiri için bak:86

86

"ilahî hüküm haklarında vâkî olduğu zaman, yerden bunlar için bir dâbbe çıkarırız ki, bu, onlara insanların ayetlerimize yakınen inanmadıklarını söylerler. O gün her ümmetin ayetlerimizi yalan sayanlarından bir cemaatı toplayacağız. Artık onlar tevkif olunacaklar. Nihayet (hesap yerine) geldikleri zaman, (Allah) buyuracak ki: "Siz benim ayetlerimi, onları hiçbir bilgi ile kavramadığınız halde, yalanladınız ha! (Ayetlerimi okumadıysanız) ne yapmış sayılırsınız ki?" Zulüm etmeleri sebebiyle üzerlerine o hüküm vâki olmuştur. Artık onlar söz de söyleyemeyecekler. İçinde sükûn bulmaları için geceyi, aydınlıkla gözlerini açmaları için gündüzü yarattığımızı görmediler mi? Bunda, iman edecek kimseler için elbette kat'î ibretler vardır".

Bil ki Allahü teâlâ, kesin delillerle kudret ve ilminin kemâlini anlatmış, sonra bunlara haşrin (dirilişin) mümkün olduğu meselesini dayandırmış, sonra Kur'ân'ın mucize oluşundaki yönü ortaya koymuş, sonra buna dayalı olarak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini anlatmış, sonra bu ayetlerde de, Kıyametin kopuşunun mukaddimelerinden (alâmetlerinden) bahsetmiştir. Cenâb-ı Hak bu konudaki sözü, peygamberlik müessesesini ispattan sonraya bırakmıştır. Çünkü bu şeyler ancak, sâdık bir peygamberin sözü ile bilinebilir. Bu, son derece güzel bir sıralamadır.

Dâbbetu'l-Arz

Bil ki Allahü teâlâ, bazan Kıyametin kopmasına alâmet olan şeyleri, bazan da Kıyamet koptuğunda meydana gelecek işleri zikretmiştir. Böylece Cenâb-ı Hak, Kıyamet alâmetlerinden olarak önce, "dâbbetü'l-arz"dan bahsetmiştir. İnsanlar bu hususta birkaç açıdan izah yapmışlardır:

1) Bunun cisminin miktarı (büyüklüğü) hususunda... Bir hadis-i şerifte, onun yetmiş zira uzunluğunda olduğu ifade edilmiştir. Yine onun başının bulutlara değdiği de rivayet edilmiştir. Ebu Hureyre (radıyallahü anh)'den, onun iki boynuzu arasındaki mesafenin, bir süvarinin bir fersahta (konakta) alabileceği kadar olduğu rivayet edilmiştir.

2) Bunun, yaratılışı (şekli şemaili) hususunda... Onun dört ayağı, yumuşak tüyleri, kanatları olduğu rivayet edilmiştir. İbn Cüreyc onu şöyle anlatmıştır: "Başı, öküz başı; gözü, domuz gözü; kulağı, fil kulağı; boynuzu, deve boynuzu; göğsü, aslan göğsü; rengi, kaplan rengi; böğrü, sığır böğrü; kuyruğu, koç kuyruğu; ayakları da deve ayağı gibidir."

3) Bunun, nasıl çıkacağı hususunda... Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'den, onun üç günde çıkıp büyüyeceği, insanların ona bakıp seyredeceği ve sadece üçte birinin (yer üstüne) çıkacağı rivayet edilirken, Hasan el-Basrî, onun çıkışının üç günden sonra tamamlanacağı rivayeti gelmiştir.

4) Bunun, çıkacağı yer hususunda... Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, onun nereden sorulduğunda Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onun, Allah katında en kıymetli olan yerden, yani Mescid-i Haram'dan çıkacağını söylemiştir. Yine bunun Safa tepesinden çıkıp, insanlara Arapça konuşacağı da ileri sürülmüştür.

5) Bunun kaç defa çıkacağı hususunda... Rivayet olunduğuna göre, bu şey, üç kez çıkacaktır. Önce, Yemen-i Aksa'dan (Yemen'in en uzak cihetinden) çıkacak ve gizlenecek, kaybolacak. Sonra, bâdiyeden (çölden) çıkacak, sonra kaybolup, uzun müddet görünmeyecek. Ahali, Allah katında en kıymetli ve büyüğü olan Mescid-i Haramda iken, onları onun mescidin sağından, Mahzûmoğulları evlerinin hizasından, "Rükn" arasından çıkıp, insanları korkutacak. O zaman bazı insanlar korkup kaçacak, bir kısmı orada kalacak.

Bil ki Allah kitabı Kur'ân'da, bu anlatılanlardan hiçbirine açık bir delâlet yoktur. Eğer bu konuda Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den sahih bir hadis var ise kabul edilir, aksi halde bunlara iltifat edilmez.

Ayetteki ifadesi ile, mutlaka ilgili bir söz (bir hüküm) kastedilmiştir. Bu da, o kâfirlerin tehdid edilmekte oldukları Kıyametin kopuşudur. Kıyametin vâkî oluşundan maksad, gerçekleşmesidir. Bundan da murad, Kıyametin yaklaşması ve alâmetlerinin ortaya çıkmasıdır. Ayetteki "dâbbetü'l-arz"ın manasını biraz önce anladın.

Hak teâlâ'nın "Onlara söyler..." ifadesi, "yaralamak" manasına gelen "kelm" masdarından olarak, teklimuhum (onları yaralar) şeklinde de okunmuştur. Rivayet olunduğuna göre, bu hayvan, Safâ'dan çıkacak ve kendinde Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın âsâsı ile, Süleyman (aleyhisselâm)'ın mührü bulunacak. Mü'minlerin iki kaşı arasına, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın âsâsıyla vurup, beyaz bir çizik atmış olacak. Bu çizik, mü'minlerin yüzünün her tarafına yayılıp, bütün yüzü ak olacak. Kâfirin de burnuna yine bununla vurup, bir çizik atacak. O çizik, kâfirin bütün yüzüne bir siyahlık olarak yayılacak.

Bil ki bu ifadenin, "teksir" (çok çok yapma) vezninde olmak üzere, aynı kökten şeklinde olması da mümkündür. Nitekim Arapça'da, "çok çok yaralıyor" manasında, denilir. Übeyy (radıyallahü anh), bunu (onlara haber veriyor) şeklinde okurken, Abdullah b. Mes'ûd (radıyallahü anh) bâ ile (......) şeklinde okumuştur. Bunun, meksûre "Inne" ile okunması, ya o hayvanın sözünü, yahut da Allah'ın sözünü nakletmek içindir. Böylece Cenâb-ı Hak, o hayvanın işte bunu söylemek için çıktığını açıklamıştır.

İmdi eğer: "Bu ifade, o hayvanın sözünü nakletme manasında ise, Cenâb-ı Hak nasıl, "ayetlerimize" demiştir?" denilirse, buna şöyle cevap veririz: "O hayvanın sözü, Allah'ın sözünün naklinden ibarettir. Yahut buradaki, "ayetlerimiz..." ifadesi, "Rabbimizin ayetleri" manasındadır. Yahut da ayetlerin aslında Allah'a mahsus olduğu bilindiği için, Allah'ın ayetleri o hayvana nisbet edilerek ifade edilmiştir. Nitekim meselâ hükümdarın has adamları, atlar ve belde krala ait olduğu halde, "Bizim atlarımız ve beldemiz" derler. Kim buradaki elif-nûn maddesini, fetha ile okursa, bunu, harf-i cerr'in hazfinden dolayı yani, takdirinde olarak böyle okumuş olur.

Hak teâlâ'nın, "Ogün her ümmetin ayetlerimizi yalan sayanlarından bir cemaat Toplayacağız..." beyanına gelince, bil ki bütün bu ayetin anlattıkları, Kıyametin kopmasından sonra olacak şeylerdir. O halde, bu ayette yer alan iki min edatı arasındaki fark, birincisinin "teb'iziyye", ikincisinin beyaniyye olmasıdır. Bu ikincisi tıpkı, (putlardan) ifadesindeki min gibidir.

Hak teâlâ'nın "Onlar tevkif olunacaklardır..." ifadesi, "onların Ikleri, sonlarını beklemeleri için durdurulacak, böylece bir araya toplanacak ve hep birlikte cehenneme, tepetakla atılacaklardır" demektir. Bu, onların çokluğundan ve kapladıkları alanın çok geniş oluşundan ötürüdür. Bu tıpkı, Süleyman (aleyhisselâm)'ın ordusunun benzeri şekilde nitelendirilişi gibidir.

Ayetteki, "Nihayet (hesap yerine) geldikleri zaman (Allah) buyuracak ki: "Siz, benim ayetlerimi yalanladınız ha!" ifadesi ile, her nekadar bazılarının dediği gibi, o peygamberlerin mucizeleri kastedilmiş olabilir ise de, bu "âyet" ifadesi ile, bütün ayetler ve mucizeler kastedilmiş de olabilir. Dolayısıyla bu ifadeye, Allah'ın bütün ayetlerini, veya onlardan en ufak bir şeyi inkâr eden diğer kâfirler de girer.

Hak teâlâ'nın, "Onları hiçbir bilgi ile kavramadığınız halde..." ifadesinin başındaki "vâv" "hâliyye"dir. Buna göre Allahü teâlâ sanki, "Siz, ayetlerimi hiç düşünmeden ve aslına götürecek bir tefekkürde bulunmadan, peşinen inkâr ettiniz" demektedir.

Ayetteki o ısrarla yaptığınız...?" ifadesinden murad, 'Siz bu mühim işle meşgul olmadığınıza göre, daha ne yapacaksınız?" manası olup, Allah âdeta, "Bunun dışında her iş, sanki hiç yok gibidir" demek istemiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, o vaadedilen azabın, Allah'ın ayetlerini yalanlamaları sebebiyle onları çepeçevre sardığını ve konuşup mazeret ortaya koyamaz hale getirdiğini anlatmak üzere: "Zulmetmeleri sebebiyle, üzerlerine o söz vâkî olmuştur" buyurmuştur ki, bu da, Hak teâlâ'nın, "Bu, onların konuşamayacakları bir gündür" vcırssiât, as) ayeti gibidir.

Gece ve Gündüzdeki Nimet

Daha sonra Allahü teâlâ, onları Kıyametin halleriyle korkutunca, imana sevketmede ve küfürden sakındırmada etkili olsun diye, tevhide, haşre ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğine delil olacak bir cümle getirerek, "içinde sükûn Tulmaian için geceyi, aydınlıkla gözlerini açmaları için gündüzü yarattığımızı görmediler mi?" buyurmuştur. Bunun tevhide delâleti şu şekildedir: Aklen nurun zulmete, zulmetin nura çevrilişi, ancak yüce, kahir bir kudretle olabileceği açıkça : inebileceği bir husustur. Bu ifadenin haşre delaletinin izahı da şöyledir: Allahü teâlâ'nın, anlatıldığı şekilde, nuru zulmete, zulmeti nura çevirmeye kadir olduğu anlaşılınca, bazan hayatı ölüme, bazan da ölümü hayata çevirmeye de kadir ?iduğunun kalplerde anlaşılmasına mâni ne olabilir?

Bunun nübüvvete delâletinin izahı da şöyle yapılabilir: Allahü teâlâ, mükelleflerin faydasına olsun diye, gece ile gündüzü ard arda getirir, kısaltır, uzatır. Peygamberlerin mahlûkata gönderilmesinde de yine büyük faydalar vardır. O halde, onların bu faydalarından dolayı, insanlara gönderilmiş olmasına ne mâni var? Böylece bu tek ifadenin, kâfirlerin küfürlerinin ve ilahî azabı hakedişlerinin kaynağı olan, bu üç temelin doğruluğuna delil olmada, yeterliliği anlaşılır.

İki Soruya Cevap

Bu ayetle ilgili şöyle iki soru sorulabilir:

Birinci Soru: Görme işinin, insanlara âit olduğu halde, "gündüz"e nisbet edilmesinin sebebi nedir?

Cevap: Bu vasfın, görmenin gündüz mükemmel ve tam oluşuna dikkat çekmek içindir.

İkinci Soru: Cenâb-ı Hak niçin, "Sükûn bulmaları için geceyi..." demiş de, aynı şekilde onda görebilsinler diye gündüzü" dememiştir?

Cevap: Çünkü gecede sükûnet, ondan beklenen asıl maksaddır. Ama gündüz görme işi ise, asıl maksat olmayıp, dinî ve dünyevî birtakım menfaatleri elde etmeye sebeptir.

Hak teâlâ'nın, "Bunda, iman edecek kimseler için elbette kati ibretler vardır" ifadesine gelince, her ne kadar bu ayetler herkes için bir delil ve ibret ise de, sadece mü'minler bunları kabul ettiği, -daha önce de belirtildiği gibi-, sadece onlar bundan istifade ettiği için, Cenâb-ı Allah sadece "iman edecek kimseler için..." buyurmuştur.

Kıyamet

87

"Sûr'a öfürüleceği gün, Allah'ın diledikleri müstesna, artk göklerde kim var, yerde kim varsa dehşetle korkmuştur. Herbiri hor ve hakir O'na gelmiştir.".

Sûr Hakkında

Bil ki bu, Kıyametin kopuşunun ikinci alâmetidir. "Sûr'a üfürüleceğigün..." ifadesi ile ilgili, birkaç izah var:

1) Sûr, boynuza benzeyen bir şeydir. İsrafil (aleyhisselâm), Allah'ın ismi ile ona üfleyecek, onu çalacaktır. İnsanlar tabiatlarının-güçlerinin tahammül edemeyeceği bir şekilde olan bu sesi duydukları zaman, derhal dehşete kapılıp, düşüp ölecekler. Bu ayet aynen, "O boru üfürülünce..."(Müddessir, 8) ayeti gibidir. Bu izah, ekserî alimlerin görüşüdür.

2) Bunun, ölülerin çağrılmasını anlatan bir temsil olması da caizdir. Çünkü onların kabirlerinden çıkışı, tıpkı borazanın sesini duyan askerlerin karargâhtan çıkıp toplanışı gibidir

3) Sûr "suret" kelimesinin çoğuludur. Sûr'a üfleme, suretlere (bedenlere) rûh üflenmesi tarzında düşünülmüştür. İfadenin zahiri buna delâlet ettiği için, birincisi doğruya daha yakın olup, buna mani herhangi bir şey de yoktur.

Herkesin Dehşete Kapılması

Ayetteki, göklerde kim var, yerde kim varsa dehşetle korkmuştur" cümlesine gelince, bil ki, Cenâb-ı Hak buyurdu da buyurmadı; bu, dehşetli korkunun vaki olduğunu ve kesinleştiğini; mutlaka meydana geleceğini bildirmek içindir. Zira mazi fiil, işin meydana geldiğine ve kati olarak tahakkuk ettiğine delâlet eder. Burada kastolunan ise, onların, sûra ilk üfürülme sırasındaki dehşetli korkularıdır.

O'nun "Allah'ın diledikleri müstesna..." ifadesine gelince, bundan murad, Allahü teâlâ'nın, kalbini sağlamlaştırmış olduğu meleklerdir. Alimler bunların, Cebrail, Mikâil, İsrafil ve ölüm meleği (Azrail) olduğunu söylemişlerdir. Şehitler olduğu da söylenmiştir. Dahhâk'tan, huriler, cehennem bekçileri ve Arş'ı taşıyan melekler olduğu rivayet edilmiştir. Câbir'den de, Musa (aleyhisselâm)'nın da bunlardan olduğu, zira onun daha önce bir kere yere yıkıldığı nakledilmiştir. Bunun bir benzeri de, "Sûr'a üfürülmüş de, artık Allah'ın diledikleri müstesna olmak üzere, göklerde kim varsa, yerde kim varsa düşüp ölmüştür" (Zümer, 68) ayetidir. Bu konuda kesin bir haber olmayıp, kitap, mücmel olarak birkısım kimselerin müstesna tutulduğuna delâlet etmektedir.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Herbiri hor ve hakir O'na gelmişti" ifadesine gelince, buradaki (......) kelimesi (O'na geldiler) ve (O'na geldi) şeklinde; (......) kelimesi de (Denirine) şeklinde okunmuştur. Fiilin çoğul sîğasıyla okunması, mâna cihetinden; müfred okunması ise lâfız cihetindendır. Dahir ve dehir kelimesi, zelil ve hor anlamına gelirler. Buradaki gelmenin manası ise, onların sûr'a ikinci üfürülüşten sonra durak yerine gelip hazır olmalarıdır. Bundan, onların Allah'a dönmeleri ve O'na boyun eğmelerinin kastedilmiş olması da caizdir.

Dağların Hareketi

"Sen dağlan görür, onları yerinde durur sanırsın. Halbuki onlar, bulut gibi geçer gider. Bu, herşeyi sapasağlam yapan Allah'ın sanatıdır. Şüphesiz ki O, ne yaparsanız hakkıyla haberdârdır."

Bil ki bu, Kıyametin kopmasının üçüncü delilidir. Bu da, dağların yürütülmesidir. İnsanların, dağların hareketsiz sanmalarının sebebine gelince, çünkü büyük cisimler aynı yönde ve aynı keyfiyyette hızlıca hareket ettiritseler, bunlara bakan kimse, onları duruyor zanneder. Halbuki onlar süratle yola devam etmektedirler.

"Bu Allah'ın sanatıdır" cümlesindeki (......) kelimesi, (Nisa, 123 ve (Bakara, 138) kelimeleri gibi, te'kid eden mandarlardandır. Ancak ne var ki, bu kelimenin te'kid ettiği şey mahzuf olup, bu da ifadesini nasbeden kelimedir. Buna göre mana şöyle olur: "Allah, kendisinden başka hiç kimsenin güç yetiremeyeceği o şeyleri daha önce zikredince, bu sanatının da, sapasağlam, hikmet ve doğruluk üzere yapmış olduğu o şeyler cümlesinden olduğunu beyan buyurmuştur. Kâdî Abdulcebbar, "Bunda, kabîh (çirkin) olan fiillerin Allah'tan olmadığına dair bir delalet bulunmaktadır. Aksi halde, bunları da sapasağlamtıkla (itkân) vasfetmiş olması gerekirdi. Fakat icmâ buna manidir..." demiştir ki, buna şöyle cevap verilir: İtkân (muhkem yapma) ancak, mürekkeb şeylerde olur. Binâenaleyh, arazların bununla vasfedilmesi imkânsızdır. Allah en iyisini bilir.

İşlerin Karşılığı

88

Âyetin tefsiri için bak:90

89

Âyetin tefsiri için bak:90

90

"Kim iyi (bir haslet) le gelirse, ona bundan daha iyi bir ödül vardır. Onlar o gün, korkudan emniyet içindedirler. Kim de fena bir amelle gelirse, yüzleri ateşe sürtülür. Ya siz yaptıklarınızın başkasıyla mı mukabele edileceksiniz?".

Bil ki Allahü teâlâ. Kıyametlerin alametlerinden bahsedince, sonrada, Kıyametin kopması sırasında, mükelleflerin hallerini açıklamıştır. Buna göre, mükellef ya itaatkâr olur, ya da asî. İtaatkâr olana gelince, o iyilikle gelendir. Onun iki durumu söz konusudur:

1) Ona, getirdiğinden daha hayırlısı vardır ki, bu da sevap ve mükâfaatıtır.

Maddî Zevk Taattan İyi Olabilir mi?

Buna göre şayet, "Kulun getirdiği iyiliğe, Allahü teâlâ'yı bilme, taatlarda ihlâs sahibi olma dahildir. Sevap, yani mükâfaat ise. ancak yeme ve içmedir. O halde daha nasıl (cennette) yeme ve içmenin, Allah'ı bilip tanımadan daha hayırlı olduğu söylenebilir?" denilirse, buna biraç bakımdan cevap verilir:

a) Dünyada meydana gelen nazarî bilginin sevabı, ahirette meydana gelecek olan, zorunlu marifet, Allah'ı bilmek ve Allahü teâlâ'nın vech-i kerîmine bakmanın verdiği haz ve lezzettir. Deliller de, mutlulukların en üstünün bu olduğuna delâlet etmektedirler. Şayet ayet bu manaya hamledilmezse, yeme ve içmenin, Marifetullah'dan daha hayırlı olması gerekir, ki bu, bâtıldır.

b) Mükâfaat, sevap, kendisinin devamlı; amelin de sonlu olması sebebiyle, amel ve işten daha hayırdır. Çünkü amel, kulun fiilidir; sevap ise, Allahü teâlâ'nın fiili.

c) Minha'daki zamir cennete ait düşünülebilir. Buna göre ifadesinin anlamı, "ona, o cihetten, yani cennet cihetinden gelen, hâsıl olan bir hayır vardır..." şeklinde olur.

Günahkâr Mü'minin Cezası

Bir İkinci soruya gelince, bu da şudur: "el-Hasenetü" kelimesi, mahfe olan tekil bir kelimedir. Bunun, umûm ifâde etmeyip, aksine, sadece tek şeyin meydana geldiğini ifade edebildiği daha önce sabit olmuştu. Hal böyle olunca, biz bunu, durum bakımından en mükemmel ve en yüce haseneye hamledelim ki, bu da, imandır. Bundan dolayıdır ki İbn Abbas, "Kelime-i şehâdet, tekil olarak hasenenin ifade ettiği anlamlardandır" demiştir. Bu ise, iman ehlinin cezalandırılmayacağını kesin olarak söylemeyi gerektirir." Buna da şöyle cevap verilir: Buradaki "hayır", o mü'minin cezasının, ebedi ve muhalled olmamasıdır.

2) İtaatkâr kulun ikinci durumu ise, onların, hertürlü dehşet ve korkudan emin olmalarıdır. Yoksa durum, bazılarının, "Kıyametin dehşeti, mü'min-kâfir herkese şamildir" şeklinde değildir. İmdi eğer, "Allahü teâlâ, daha önce, "artık göklerde kim var, yerde kim varsa, dehşetle korkmuştur..."(Neml, 87) buyurmuştur. O halde daha nasıl, burada, korku nefyedilebilir?" denilirse, buna şöyle cevap verilir: Duyulan İlk dehşet ve korku, vaki olan şiddet ve korku hissolunduğunda hickimsenin hali olmayacağı bir korkudur. Denildiği gibi, muhsin olan kimse, bu zararın kendisine ulaşmasından güvenlik içinde ise de, bu hal, şiddetli bir korku ve dehşetle aniden yakalayıverir; her ne kadar vakit izzet ve ikram vakti ise de, kişi çok korkmuş bir sîne ve titreyen bir kalb ile huzura girer. İkinci korkuya gelince, bu cezalandırılma korkusudur. Kıyametin dehşetlerinin müşahede edildiği sırada kişiye arız olan korku ve ürperişten hiçkimse kurtulamaz. Buna delâlet eden haberler bulunmaktadır. Buna göre, öylesine şiddetli ve yoğun bir korku söz konusudur ki, bunu nitelemek mümkün değildir. Bu, cehennem korkusudur, "emine-emin oldu" kelimesi, hem harf-i cer'le, hem de harf-i cer'siz teadclî eder. "Onlar artık, Allah'ın İhmalinden mi emin oldular? Fakat... Allah'ın ihmalinden emin olamaz" (A'raf, 99) ayeti, harf-i cer'siz teâddi ettiğine bir örnektir. Bu, mutî kulların halini beyandır.

Seyyie: Burada Şirk

Asilerin hâline gelince, bu da "Kim de fena (bir amelle) gelirse..." ayetinin ifade ettiği husustur. Buradaki es-seyyie kelimesinin şirk anlamına geldiği söylenmiştir. "Yüzleri ateşte sürtülür..". Bil ki, bütünden, yüz, kafa ve boyun ile bahsedilmiştir. Buna göre sanki, "ateşte sürtülürler... (Bütün uzuvları)" denilmiştir. Bu Cenâb-ı Hakk'ın "Yüzleri koyun (cehennemin) içine atılmışlardır" (Şuârâ, 94) ayeti gibidir. Onların ateşe, yere kapaklanmış biçimde, yüz üstü yere atılacaklarını bildirmek için, burada, "yüz" ifadesinin zikredilmiş olması da caizdir.

Onun, "Ya siz, yaptıklarınızdan başkasıyla mı mukabele edileceksiniz?" ifadesine gelince, burada, iltifat sanatının ve maddesinin takdiriyle de yüzüstü, ateşe atılmaları sırasında olan söylenenin nakledilmesinin söz konusu olması caizdir.

Kur'ân'ı Bilmenin Önemi

91

Âyetin tefsiri için bak:93

92

Âyetin tefsiri için bak:93

93

"Bana ancak, bu beldenin Rabbine -ki O, burayı hürmetli kılmıştır- ibâdet etme emri verildi. Her şey O'nundur. Ayrıca bana müslümanlardan olma ve Kur'ân okuma emri de verildi. Kim doğru yolu bulursa, o, kendi faydasına bulmuş olur. Kim de saparsa de ki: "Ben sadece, fena hareketlerin korkunç akıbetini haber verenlerdenim." Ve "Allah'a hamdolsun" de. O, size ayetlerini gösterecek de, siz de bunları tanımayacaksınız. Rabbin ne yapacağınızdan gafil değildir".

Bil ki Allahü teâlâ, mebde' ve meâdı, Kıyametin alâmetlerini, Kıyamet halkının sevap ve ikâb hususundaki hallerini açıklayınca, -ki bu, dinî asıllarını beyan etmekle alâkalı şeylerin en önemlileridir-sözünü, bu hoş hatimeyle bitirerek buyurdu ki: "De ki, ey Muhammed, "bana bazı şeyler emredildi."

1) "Ben, İbadeti sadece tahsis etmek, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamakla emrolundum." Allahü teâlâ tevhidin delillerini önce zikredince, böylece, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e sanki, o müşriklere, "Size zikrettiğim bu şekiller, şayet sizin için tevhîdi ifade etmeye yetmiyorsa, şüphesiz benim için tevhîdi ifade etmektedir. Siz bu daveti ister kabul edin, ister yüz çevirin, ben bu inanç üzere sebat edeceğim, onda şüpheye düşmeyeceğim..." demesini emretmiştir.

Sonra o, Cenâb-ı Hakk'ı iki vasıfla nitelemiştir:

a) O, bu beldenin Rabbidir. Bu belde, Mekke'dir. O, diğer beldeleri değil de, kendi ismini (Rab adını) bu şehre nisbet ederek, sadece Mekke'yi zikretmiştir. Çünkü Mekkp, onun nezdinde beldelerin en sevgilisi ve en kıymetlisidir. Böylece ona, bu beldenin, nebisinin vatanı, vahyinin de indiği yer olduğuna delâlet edecek bir biçimde, tazim üslubuyla işarette bulunmuştur.

Cenâb-ı Hakk'ın "Ki O, bunu hürmetli kılmıştır" ifadesine gelince, bu ifade şeklinde de okunmuştur. Allah bu beldeyi, şu sebeplerden dolayı hürmetli olmakla vasfetmiştir:

1) Cenâb-ı Hak, orada, hacc yapan kimselere bazı şeyleri haram ve hürmetli kılmıştır.

2) Oraya sığınan kimse, emindir, güven içinde olur.

3)Oraya ancak zalim olan saygısızlık eder. Ağacı koparılmaz; avı avlanmaz, ovalanmaz... Bu böyle zikredilmiştir, çünkü Araplar, Mekke'nin saygın bir yer : :uğunu kabul etmekte ve bu üstünlüğün, putlardan değil, aksine Allah'tan kaynaklandığını bilmekteydiler. Böylece Cenâb-ı Hak sanki, "Sen ve sizler, bu "netleri tekeffül edip verenin Allahü teâlâ olduğunu bildiğine ve bildiğinize göre, oadeti sırf Allah'a has kılmanız gerekmiştir.

b) O, Cenâb-ı Hakk'ı "Herşey O'nundur" ifadesiyle vasfetmiştir. Ki bu, bu sûrede tevhîd konusunda ele alınmış olan, önceki delillere bir işaret olup, bu da, Allah'ın, bütün nimetlerin yaratıcısı olduğudur. Böylece Allah, yukarda mufassal olarak verdiği şeyleri, burada icmâien zikretmiştir. Bu tıpkı, bir kralı, kuvvetle nitelemek isteyen ve ondan sonra da, ayrıntılı biçimde onun niteliklerinden bahsederek, en sonunda da, "Bütün dünya onun, herkes de ona itaat içindedir" demesi gibidir.

2- Ona, müslümanlardan olmasını emretmiştir.

3) Ona, onlara Kur'ân okuması emredilmiştir. Andolsun ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bütün bunları, en mükemmel biçimde yerine getirmiştir. Binâenaleyh, "Kim, daha önce geçen bu üç meselede, yani tevhid, haşr ve nübüvvet meselesinde hakkı kabul eder, doğru yolu bulursa, o yolu, kendi faydasına bulmuş olur. Yani, onun ihtida etmesinin faydası, kendisine yöneliktir. Kim de saparsa, bana bir günah yok. Çünkü ben, ancak uyarıcı olan bir peygamberim.

Daha sonra Cenâb-ı Hak bu sûreyi, son derece güzel bir hatime ile bitirmiştir ki, bu da onun, "Bana verdiği ilmi, hikmet ve nübüvvet nimetlerine mukabil, yahut da, beni risâlet görevini yerine getirmeye ve inzâra muvaffak kılmasına mukabil, Allah'a hamdolsun" demesidir. "O size, kesin ayetlerini gösterecek, siz de onu anlayacaksınız, ama ne yar ki, bu anlayışınız imanınızın size fayda vermeyeceği bir zamanda olacak. "Rabbin ne yapacağınızdan gafil değildir". Çünkü amel eden kimseleri ödüllendirmek Allah'a aittir. Allah en iyisini bilendir.

Allah'a hamd-ü senalar; ümmî Resulüne, âline ve ashabına, mü'minlerin anneleri olan ezvâc-i tahiresine, Kıyamete kadar güzellikle onlara tâbi olanlara salâtü selâmlar olsun ki, bu sûrenin tefsiri tamamlanmıştır.

0 ﴿