KASAS SÛRESİ(52.) ayetinden (55.) ayetine kadar olan kısım hariç, bütün sûre Mekkî'dir. Sadece (85.) ayetinin Medeni olduğu da söylenmiştir. Sûre, 87 veya 88 ayettir. 1Âyetin tefsiri için bak:6 2Âyetin tefsiri için bak:6 3Âyetin tefsiri için bak:6 4Âyetin tefsiri için bak:6 5Âyetin tefsiri için bak:6 6Ta, Sin, Mîm. Bunlar, apaçık bildiren kitabın ayetleridir. Musa ile Firavun haberinden bir kısmını, iman edecek bir zümre için, hak olarak sana okuyacağız. Hakikat, Firavun yeryüzünde büyüklük taslamaya kalktı, ora ahalisini fırkalar haline getirdi. Onlardan bir zümreyi zaafa uğratıyor, bunların oğullarını boğazlıyor, kızlarını diri bırakıyordu. Çünkü o fesatçılardandı. Biz ise diliyoruz ki o yerde zaafa uğratılanlara lütfedelim. Onları önderler îpalım. Onları, vârislerden kılalım. Onlara orada kudret verelim. Firavun'a, Hamân'a ve bunların ordularına da gocunmakta oldukları şeyi gösterelim". Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın ifadesi, diğer sûrenin başındaki, hurûf-ı mükattaalar gibi olup, bu husustaki sözümüz daha önce geçmiştir. Bu ayetteki tilke ism-i İşareti, bu sûrenin ayetlerine işarettir. Buradaki "kitab-ı mübin" sözüyle, ya Levh-i Mahfuz, yahut da Allahü teâlâ'nın Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e İndireceğini kastettiği kitap kastedilmiştir. Böylece Cenâb-ı Hak, bu sûrenin ayetlerinin, o kitabın ayetleri olduğunu beyan etmiş oldu. Allah, bu kitabı, ya kendisinde helâl-haram beyan edildiği için; ya, fesahatiyle onun, kulların kelâmı değil, Allah'ın kelâmı olduğu; yahut Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetinin doğruluğu; yahut evvelkilerin ve sonrakilerin haberleri, veyahut da sapıkların şüphelerinden nasıl kurtulunacağı beyan edildiği için "mübîn" diye vasfetmiştir. "Sana okuyacağız..." ayetine gelince, bu, "Cebrail (aleyhisselâm)'in lisanıyla okuyoruz..." demektir. Çünkü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine gelen vahiyleri ezberleyinceye kadar, Cebrail (aleyhisselâm) ona okuyordu. Cenâb-ı Hakk'ın "Musa ile Firavun haberinden bir kısmım ... hak olarak..." "... okuyacağız" fiilinin mef'ulü olup, "Biz, sana, o ikisinin, yani Musa (aleyhisselâm) ile Firavunun haberlerini hak (gerçeğe uygun) olarak okuyacağız" demektir. Bu Cenâb-ı Hakk'ın, "Yağı bitiriyor... "(Mü'minûn, 20) ayeti gibi olup, orada olduğu gibi, burada da ba harf-i cerri aslî unsur olmayıp tezyîn için kullanılmıştır. Ayet-i kerimedeki "iman edecek bir zümre için." ifadesiyle ilgili olarak şu iki açıklama yapılmıştır: 1) Allahü teâlâ bu tabirle iman etmeyenleri de kastetmiştir. Ancak ne var ki, kabul edip yararlananlar iman edenler olduğu için,hassaten mü'minlerden bahsetmiştir. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Müttakiler için bir hidâyet rehberi" (Bakara, 2) ifadesi gibidir. 2) Şu mâna da muhtemeldir: Allahü teâlâ, Kur'ân'ı okumadaki salâhın, onların iman etmeleri olduğunu biliyordu. Böylece O'nun, o salâhı iman etmeyenler için dilemiş olması da, (teb') kabilinden olur, yani bunun peşinden gelen talî bir şey olur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Hakikat, Firavun o yerde büyüklük taslamaya kalktı..." ifadesine gelince, bu ayetteki Firavun kelimesi, fa'nın dammesi ile Firavun ve Furavn şeklinde okunmuştur, ama kesreti (Firavun) okunması daha yerinde olup, bu tıpkı el-Kustâs ve el-Kıstâs kelimeleri gibidir. "At kelimesi, "tekebbür etti, zorba oldu, büyüklük tasladı ve azdı" anlamlarına gelip, bununla, o kralın kuvvet ve kudreti kastedilmiştir. "Yerde büyüklük taslamak" ise, "idare ettiği beldede böyle oldu, dünyanın her tarafında değil..." demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu saltanatın bir yönünü, "ora ahalîsini fırkalar haline getirdi..." beyanı ile açıkladı. Bu ya, " Firavun, idare ettiği memleketlerin halkını, istediği şeyde, kendisine yardım eden ve itaatta bulunan; içlerinden hiçbirisinin kendisine muhalefet edemeyeceği gruplar haline getirdi" demektir, yahut, "Kendisine hizmet hususunda, onları birbirleriyle yardımlaşır hale getirdi"; yahut da, "Onları, kendisine hizmet hususunda, daha fazla itaatkâr olsunlar diye, aralarında düşmanlığı kışkırttığı değişik değişik sınıflara, gruplara böldü" demektir. Veyahut da, bununla kastedilen, Cenab-ı Hakk'ın "Onlardan bir zümreyi zaafa uğratıyor, yani kendisine hizmet ettiriyor, bunîann oğullarım boğazlıyor, kızlarını diri bırakıyordu..." buyruğu ile tefsir ettiği şeydir ki, işte ayetteki (......) kelimesiyle kastedilen de budur. Onlardan zaafa uğratılan o zümre, İsrailoğullarıdır. Onların oğullarının kesilme sebebi hususunda da, şu izahlar yapılmıştır: 1) Bir kâhin, Firavuna, "İsrailoğulları arasında, falanca gecede doğacak bir çocuk sebebiyle, senin mülkün ve devletin yok olup gidecektir" demiş, o belirtilen gecede de oniki erkek çocuk doğmuş, Firavun ise onları öldürtmüştür. Müfessirlerin ekserisine göre, bu işkence, İsrailoğulları arasında uzun seneler devam etmiştir. Vehb şöyle demektedir: "Kıptîler, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı bulabilmek için, İsrailoğullarından doksanbin kişiyi öldürdü." İşte bundan dolayı bazı kimseler şöyle demişlerdir: "Bu, - âdisede, Firavun'un ahmak olduğuna bir delil yatmaktadır. Çünkü, kâhin eğer doğru söylüyorsa, yapılacak olan öldürmeler, olacak olan şeyin önüne geçemeyecek. Eğer yalan söylüyorsa, bu öldürmenin ne manası kalır? Bu soru, ilm-i nücûmdan elde edilen, "İlmü'l-ahkâm"ın geçersizliği hususunda da bazen ileri sürülür. Bunun bir benzeri de, teklifin olmadığını söyleyenlerin şu şekildeki sözleridir: "Eğer, meselâ Zeyd; Allah'ın ilmine ve kazasına göre "saîd" kullardan ise, onun itaatta bulunmasına perek yok. Yok eğer, "şakî" (bedbaht) kimselerden ise, onun taatte bulunmasının faydası yoktur. Hem bu soru, şayet doğru olsaydı, o zaman rüya tabîri (yorum) ilmi ve faydaları geçersiz olurdu. Bir de, müneccimlerin cevabı şöyledir: "Yıldızlar, Sürülmemesi halinde, şöyle şöyle olacak bir çocuğun doğumuna işaret etmiştir". Böyle olması halinde, onu öldürmeye çaba sarfetmek, boş şeyle iştigal olmaz." Bil ki bu son izah tutarsızdır; çünkü böylesi bir haberin o kâhine isnat edilmesi, o kâhinin, gayb'dan tafsilatlı bir biçimde haber verdiğini kabullenme olur. Binâenaleyh, şayet biz bunun olabileceğini söylesek, gaybdan haber verme işinin, peygamberlerin doğruluğuna delâlet etmeleri bâtıl olmuş olur ki, bu müslümanların icmâı ile bâtıl ve geçersiz bir husustur. 2) Süddî'ye göre Firavun, rüyasında, Beyt-i Makdis yönünden, bir ateşin geldiğini; Mısır diyarını da içine aldığını, derken İsrailoğullarını değil de, Kıptileri yakıp kül ettiğini görmüş... Böylece de, rüyasını tabircilere sormuş, onlar da, İsrailoğullarının geldiği deden ve onların içinden, Mısır'ın helakine sebep olacak olan bir adamın açacağını söylemişler... Bunun üzerine de, Firavun, İsrailoğullarının erkeklerinin öldürülmesini emretmiştir. 3) Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'dan önce gelen peygamberler, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın peygamber olacağı müjdesini vermişler. Firavun da bunu duymuş. İşte bundan dolayı Firavun, İsrailoğullarının erkek çocuklarını kati ettirmiştir. Bu izah, kabule daha uygundur. Keşşaf sahibi şöyle der: (......) ifadesi, ya (......) ifadesindeki zamirden haldir, ya (......) kelimesinin sıfatıdır, veyahut da müste'nef bir kelâmdır. (......) kelimesi de, (......) kelimesinden bedeldir. Ayet-i kerimedeki "Çünkü o fesatçılardandı" cümlesi, bu öldürme işinin sadece bir fesat olup; Allah'ın kazasını defetme hususunda bir tesirinin bulunmadığını gösterir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz ise diliyoruz ki.." ifadesi, O'nun "Fakat, Firavun yeryüzünde büyüklük taslamaya kalktı..." ifadesine atfedilmiş bir cümledir. Çünkü bu da, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ile Firavun'un o önemli haberlerini tefsir etme ve anlatma hususunda, o ayetin bir benzeridir. Ancak ne var ki, mırfdu lafzı, muzari olması itibarı ile her ne kadar, gelecek ifâde ediyorsa da, bununla mazinin hikayesi kastedilmiştir. Bunun, (......) kelimesinden hâl olması da mümkündür. Buna göre mana, "Biz, onlara lütfetmeyi dilediğimiz halde, Firavun onları istihdam etmek ve zaafa uğratmak istemiştir" şeklinde olur. İmdi eğer, "Allah'ın onlara lütfetmeyi irade etmesiyle, Firavun'un onları köle olarak kullanması hâdisesi, nasıl bir arada düşünülebilir? Çünkü Allah bir şeyi irade ettiğinde, o hemen oluverir ve onun olması, başka bir vakte kalmaz..." denilirse, biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın, onların Firavun'un elinden kuıiulmalarıyla ilgili lütfunun meydana gelme zamanı yakın olduğu için, bu lütfün meydana gelişini dilemek, sanki, onların zaafa uğratılmak istenilmesine mukarin (bitişik) kılınmıştır (İkisinin zamanı aynı kabul edilmiştir). Cenâb-ı Hakk'ın, "Onları önderler yapalım..." beyanına gelince, bu, "Onları, gerek dinî, gerekse dünyevî hususlarda (kendi zamanlarının) Öncüleri kıldık" demektir. Mücahid bu ifadeye, "onları, hayra çağıranlar yaptık..." manasını verirken, Katâde, "onları idareciler kıldık" manasını vermiştir ki, bu ikinci manaya göre bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ve sizi, krallar yaptık..." ifadesi gibi olmuş olur. Cenâb-ı Hakk'ın "Onları, varisler kılalım..." ifadesine gelince. bu, "Firavun'un idaresine, yerine, sahip olduğu şeylere varisler kılalım..." demektir. Cenâb-ı Hakk'ın "Onlara orada kudret verelim..." buyruğuna gelince, bil ki: Arapça'da, birisi birisine, üzerinde oturacağı, ayak basacağı bir yer hazırlayıp onu oraya yerleştirdiğinde, (......) denilir. Bunun bir benzeri de, (......) tabiridir. Onlara o yerde -ki bu, Mısır ve Şam beldeleridir, imkân ve kudret vermesi anlamı, onların emirlerini geçerli ve nüfuzlu kılmak, el ve ayaklarını çözüp hürriyete kavuşturmaktır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Firavun'a, Hâmân'a ve bunların ordularına da, gocunmakta oldukları şeyi gösterelim..." beyanına gelince, bu cümlenin başındaki (......) kelimesi yuriye şeklinde de okunmuştur ki, buna göre mana, "Bunlara, İsraitoğulları arasında doğacak olan o çocuk vasıtasıyla mülklerinin ellerinden çıkmasına ve yok olup gitmesine dair o şeyi göstermek için..." şeklinde olur. Musa (aleyhisselâm)'yı Irmakta Bulup Almaları 7Âyetin tefsiri için bak:9 8Âyetin tefsiri için bak:9 9"Musa'nın anasına, "Onu emzir, onun hakkında endişe edersen, kendisini denize bırak, korkma, kederlenme. Çünkü biz onu yine sana geri döndüreceğiz. Hem onu peygamberlerden biri yapacağız" diye vahyettik. Firavun'un ailesi de akıbette kendilerine düşman ve başlarına dert olsun diye onu bulup aldı. Doğrusu Firavun da, Hâmân da, bunların orduları da suçlulardı. Firavun'un karısı dedi ki: "Benim için de, senin için de bir göz aydınlığı... Onu öldürmeyin. Olur ki bize faydası dokunur, yahut onu bir evlat ediniriz." Halbuki onlar (işin) farkında değillerdi.". Musa (aleyhisselâm)'nın Annesine Vahyedilmesi Bil ki Allahü teâlâ, "Biz ise diliyoruz ki, o yerde zaafa uğratılanlara lütfedelim " buyurunca bu konudaki nimetlerin ilkinî "Musa'nın anasına ... vahyettik" ifâdesiyle zikretmiştir ki, burada bahsedilen, "vahy" ile ilgili açıklamayı biz, Tâhâ Suresi'ndeki, "Andolsun ki biz sana diğer bir zamanda, anana vahyolunacak şeyi iham ettiğimiz vakit de lütfetmiştik..." (Tâha, 37-38) ayetlerinin tefsirinde yapmıştık. Cenâb-ı Hakk'ın "onu emzir" ifadesi, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın annesinin, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı emzirdiğine delâlet eder gibidir. Fakat, Kur'an'ın metninde, emzirmenin sının, kesin bir şekilde yer almamaktadır. "Komşularının, onun farkına varmalarından, ağlarlarken onun sesini duymalarından endişelendiğinde ise, onu denize bırak..." Ibn Cüreyrc şöyle der: "Denize atma işi, doğumundan dört ay sonra olmuştur. Çünkü Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ağlayınca denize atılmıştır. Cenâb-ı Hak, "korkma, kederlenme" buyurmuştur. el-Havfu, ilerde meydana gelmesi beklenilen nahoş bir şeyden dolayı meydana gelen keder. hüzün ise, geçmişte meydana gelmiş olan nahoş bir şeyden dolayı insanı saran bir kederdir. Buna göre sanki, "Onun helak olacağından korkma; senden ayrıldığı için de mahzun olma. Çünkü biz onu emzirenlerden olasın diye, biz yine sana göndereceğiz ve onu, Mısırlı ve Şamlılara gönderilmiş olan bir peygamber yapacağız..." Onun, denize (Nil'e) atılma hadisesi, Tâhâ Sûresi'nde geçmişti. Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın Doğumu İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: "Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın annesinin doğumu yaklaşınca, Firavun'un hamile kadınları kontrol ile görevlendirdiği ebelerden bir ebe de, Musa (aleyhisselâm)'nın annesi için görevlendirilmişti. Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın annesi, doğum sancılarının başladığını hissedince, o ebeye haber saldı ve ona, "Başıma gelecek şeyler geldi. Senin beni sevmen, işte bu gün fayda verecek..." dedi, bunun üzerine ebe oturdu. Musa (aleyhisselâm) dünyaya gelince, o kadın bir de ne görsün! Musa (aleyhisselâm)'nın iki gözü arasında bir nur. İşte bunun üzerine, kadının bütün mafsalları titremeye başladı ve Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın sevgisi kalbine girdi... Bunun üzerine ebe, "Ey kadın, aslında ben sana çocuğunu öldürmek için geldim. Ancak ne var ki, senin şu oğluna karşı, içimde alabildiğine bir sevgi duydum... Haydi artık oğlunu muhafaza et. Çünkü onu, düşmanlarımız görebilir..." dedi. Ebe, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın annesinin yanından ayrılınca, onu, casuslar gördü. Derken, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın annesinin yanına girmek için, o kapının yanına geldiler. Bunun üzerine Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın kız kardeşi. "Anneciğim, bekçiler..." diye bağırdı. Bunun üzerine Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın annesi, onu bir beze sararak, kızgın tandıra attı. O sırada, aklı başından gitmiş ve ne yapacağım akledememişti. Derken, bekçiler içeri girerler; birde ne görsünler, kızgın bir tandır! Musa (aleyhisselâm)'nın annesinin ise, rengi değişmemiş ve kendisinde süt meydana gelmemiş olarak gördüler. Bunun üzerine, "Ebe, yanına niye geldi?" deyince, Musa (aleyhisselâm)'nın annesi, "O, benim dostumdur; ziyaret için gelmişti..." cevabını verdi. Bunun üzerine onlar, onun yanından çıkınca, aklı başına geldi ve Musa (aleyhisselâm)'nın kız kardeşine, "Çocuk nerede?" dedi. O da "bilmiyorum" cevabını verdi. Tam o sırada, tandırda bir ağlama sesi duydu. Hemen o tarafa doğru koştu. Bir de ne görsün; Allah o ateşi, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) için bir serinlik ve esenlik kılmış! Hemen çocuğunu aldı ve bağrına bastı... Daha sonra, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın annesi, Firavunun, doğan erkek çocukların peşine düşme hususundaki ciddiyetini görünce, oğlundan endişe duymaya başladı. Derken, Allahü teâlâ, onun kalbine, bir sandık yaptırıp,sonra da o sandığı Nil'e bırakması düşüncesini ilham etti... Bunun üzerine, "Mısırlı bir marangozun yanına gitti. Derken, ondan bir sandık satın aldı. Bunun üzerine marangoz ona, "Bunu ne yapacaksın?" deyince de, kadın, "Bir oğlum var, Firavunun tuzağından endişeleniyorum... Onu bu sandıkta saklayacağım..." dedi. Annesi, bu haberin yayılacağını düşünemedi. Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın annesi, marangozun yanından ayrılır ayrılmaz, marangoz, bu haberi cellatlara bildirmek için oradan hemen ayrıldı. Onların yanına gelince, Allah, marangozun dilini konuşmaz hale getirdi ve o, eliyle işaret etmeye başladı... Derken, bunun üzerine onlar onu tartakladılar, dövüp kovdular. Marangoz çalışma yerine dönünce, Allah, konuşma yeteneğini kendisine yeniden verdi. Bunun üzerine o, bu hadiseyi onlara haber vermek için yine oraya gitti; onlar da onu, yine dövüp tartakladılar. Yine yerine dönünce, Allah konuşma yeteneğini ona yeniden verdi. Bunun üzerine o, bu hâdiseyi bildirmek için yeniden oraya gitti. Onlar onu, aynı şekilde dövdüler ve tartakladılar. Bu sefer, Allahü teâlâ onun gözünü ve konuşma yeteneğini alıverdi. Böylece o, Allahü teâlâ'ya, ona, gözünü ve dilini iade etmesi halinde, onlara bu haberi iletmek üzere gitmeyeceğine dair yalvarmaya başladı. Cenâb-ı Hak da onun, bu niyazında samimi olduğunu görünce ona görme ve konuşma yeteneğini yeniden verdi... Derken, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın annesi gelip, onu o sandığa koyarak Nil'e attı... Firavunun bir kızı vardı. Ondan başka da çocuğu yoktu. O çocuğun, günlük olarak, babasına arzettiği üç derdi vardı. Şöyle ki: O kızda, ileri derecede bir alaca hastalığı vardı. Firavun da, bu hastalık hususunda, o günün tabib ve sihirbazlarıyla fikir alışverişinde bulunuyordu. Bunun üzerine onlar, "Ey hükümdar! Bu kız, bu hastalıktan ancak deniz tarafından insana benzer bir şeyin bulunması; onun tükrüğünden alınarak, bu alacalı yerlere sürülmesi ile kurtulacak. Bu iş de, falanca ayda, falanca günde, güneş doğarken gerçekleşecek. O gün olunca, Firavun, Nil'in kenarındaki meclis binasına geldi. Beraberinde, Asiye Binti Müzahim de bulunuyordu. Derken, Firavun'un kızı, cariyeleri arasında çıkageldi ve nehrin kenarına oturdu. Tam o sırada Nil, dalgalarının çarptığı bir sandığı getirdi ve o sandık bir ağaç dalına takıldı. Bunun üzerine Firavun, "onu bana getirin bakalım" dedi. Herbir taraftan, kayıklara binerek onu almaya yöneldiler ve onu getirip Firavunun önüne koydular... Sandığın kapısını açmaya çabaladılar, ama bir türlü açamadılar. Kırmak istediler, ama kıramadılar. Derken, Asiye sandığa baktı ve sandığın ortasında, ondan başka kimsenin göremeyeceği bir nur gördü. Bu sefer Asiye işe müdahale etti... Ve sandığı açtı. Bir de ne görsün, o beşikte küçük bir çocuk! Gözleri arasında da bir nur... Böylece Allah, o çocuğun sevgisini, oradakilerin kalbine atıverdi... Firavunun kızı hemen onun tükrüğünden almaya yöneldi ve aldı, alacalı yerlerine sürdü ve hemen iyileşti. Derken o çocuğu bağrına bastı... Bunun üzerine, Firavun kavminin azgınları, "Biz, bunun, kendisinden sakındığımız; senden korkulduğu için de denize atıldığını zannettiğiniz o şey olduğunu sanıyoruz..." dediler. Bunun üzerine Firavun, onu öldürmeye niyetlendi, ama Firavunun karısı, "onu bana bağışla" dedi ve onu alarak evlat edindi; bunun üzerine de Firavun onu öldürmekten vazgeçti. (......)'deki Lam'ın Nev'i Cenâb-ı Hakk'ın Bunun üzerine Firavun'un adamları onu yetik olarak aldılar" ifadesine gelince, (iltikâtun) kelimesi, bir şeyin peşine düşmeksizin bulunması, tesadüfen bulunması demektir. Bu ifadedeki (......) (Alu) kelimesiyle de Firavun'un cariyeleri kastedilmiştir Ayetteki (......) kelimesiyle de, Firavun'un cariyeleri kastedilmiştir. Ayetteki, "İleride kendilerine düşman ve başlarına dert olsun diye..." ifadesine gelince, meşhur olanı, bu lam ile, âkibet ve netice manası kastedilmiş olmasıdır. Bu görüşte olanlar, sözlerine devamla şöyle derler: "Aksi halde, ayetlerdeki, "Benim için de, senin için de birgöz aydınlığı..."ifadesiyle, "Sana karşı kendimden bir sevgi bırakmıştım..." ifadesi çelişir. Bu lâm'ın bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın Andolsun ki cehennem için yaratmışızdır" (Araf, 179) ifadesiyle, şairin, "Ölmek için, doğurunuz; yıkılmaz için yapınız" şeklindeki ifadesidir. Bil ki, bu husustaki gerçek izah, Keşşaf sahibinin yaptığı şu izahtır: "Buradaki lâm, mecazî anlamda olmak üzere, lâm-ı ta'lîl'dir. Bu böyledir, zira o şeyin maksat ve gayesi, o şeyin neticesinin ona varıp dayanmasıdır. Böylece Araplar bu lâm'ı, teşbîh üslubuyla, o şeyin ilerde varıp dayanacağı o şey, o netice anlamında kullanmışlardır. Bu tıpkı, arslan kelimesinin, cesur bir kimseye; ahmak kelimesinin de eşeğe verilmesi gibidir." Hamza ve Kisâi, hâ'nın dammesi ve zâ'nın sükûnuyla, hüznen şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları ise, her ikisinin de fothasıvla hazenen şeklinde okumuşlardır ki, bu iki okuyuş da, tıpkı sukm ve sekam (hastalık) kelimeleri gibi iki kullanıştır. Ayetteki, "Çünkü Firavun da, Hâmân da, bunların orduları da suçlu idiler..." ifadesine gelince bununla ilgili olarak şu iki izah yapılmıştır: a) Hasan el-Baarî şöyle der: "Buradaki sözü, (Hatte-hata, günah, suç) manasında olmayıp, tam aksine mana, "Onlar, onların mülkünü giderecek olanın o olduğunun farkında değillerdir..." şeklindedir. Müfessirlerin ekserisine göre bunun anlamı, "Onlar, üzerinde bulundukları küfür ve zulümleri konusunda, suçlu İdiler. Derken, Allahü teâlâ, onları kendi düşmanlarını ve kendilerinin helakine sebep olacak olan kimseyi, kendi ellerinde büyütmek suretiyle, cezalandırdı..." şeklindedir. Bu ifade, benzeri olarak, "doğruyu yanlışa kattılar" anlamında, "Hâtîne" şeklinde de okunmuştur. Allahü teâlâ, hem kendisi hem de Firavun için göz aydınlığı olsun diye, Firavun'un hanımı Asiye'nin onu bulduğunu beyân etmiştir. İbn İshâk ise şöyle der: "Allahü teâlâ Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın sevgisini; Firavunun hanımının kalbine attı. Çünkü, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın yüzünde, gören herkesin sevebileceği bir tatlılık vardı. Bir de, Firavun'un hanımı o sandığı açarken, o nuru görmüştü. Ayrıca, Firavun'un hanımı, o sandığı açarken, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı parmağını emerken bulmuştu. Bir başka husus da, Firavun'un kızının, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın tükrüğünü, alacalı yerlerine sürdüğünde iyileşmiş olmasıdır. Firavun'un hanımının çocuğu olmadığı için, onu sevmiş olduğu da söylenmiştir..." İbn Abbas şöyle der: "Firavun'un hanımı, "Benim için dedenin için de bir göz aydınlığı..." deyince Firavun, "Bu, senin için böyle; bana gelince, benim buna ihtiyacım yok" dedi. İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kendisine yemin olunan Allah'a yemin ederim ki, şayet Firavun da, hanımı gibi, onun kendisi için bir göz aydınlığı olacağını ifade etseydi (Allah) hanımını hidayete erdirdiği gibi onu da hidayete erdirirdi..." Keşşaf sahibi şöyle der: ifadesi, mahzûf bir mübtedânın haberi olup, bunun mübtedâ olması; "onu öldürmeyin..." ifadesinin de haber olması kuvvetli bir tahlil değildir. Şayet mansûb kılınacak olsa, daha kuvvetli olur. İbn Mes'ûd'un kıraati, bunun haber oluşunun delilidir. Çünkü o, (......) şeklinde okumuştur. Bunun mübtedâ olması da, (......) ifadesinin başa alınmasından dolayıdır. Daha sonra Firavunun hanımına,"Olur ki bize faydası dokunur, böylece de, onun vesilesiyle bir hayır bulmuş olur. Yahut onu evlat ediniriz. Çünkü o, evlat edinilebilir" demiştir. Hak teâlâ'nın "Halbuki onlar İşin farkında değillerdi" ifadesine gelince, müfessirlerin ekserisi, bunun, yeni başlayan bir cümle olduğu kanaatindedirler ve "onlar, kendi helaklerinin, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) sebebiyle ve onun elinde olacağının farkında değillerdir" demektir. Bu, Mücahid, Katâde, Dahhâk ve Mukatil'in görüşüdür. İbn Abbas, "Cenâb-ı Hak bu cümle ile, onların, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın işinin nereye varacağının şuurunda olmadıklarını kastetmiştir" demektedir. Diğer alimler ise, bunun, o kadının sözünün devamı olan bir cümle olduğunu söylemişlerdir. Buna göre, "İsrâiloğulları ve Mısır halkı, bizim onu bulacağımızın farkında değillerdi" şeklinde olur. Bu, Kelbî'nin görüşüdür. 10Âyetin tefsiri için bak:11 11"Musa'nın annesi, yüreği (evladından başka bir şeyden) bomboş olarak, sabahladı. Eğer (Allah'ın vaadine) inananlardan olması için, kalbini pekiştirmeseydik, az kalsın onu açığa vuracaktı. Musa'nın ktekardeşine dedi ki "Onun izini takibet." O da, berikiler farkına varmaksızın, onu uzaktan gözetledi", Alimler, ayetteki, ifadesi hakkında şu izahları yapmışlardır: 1) Hasan el-Basrî buna, "Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı düşünme dışında her türlü düşünceden uzak ve boş" manasını verirken; 2) Ebu Müslim, "Kalbin fariğ (boş) olması, korku ve heyecanla dolu olup (başka şeye yer olmaması)" demektir. Bu tıpkı,"Kalblerinin içi ise bomboş..." (İbrahim, 43) ayeti gibidir" demiştir. 3) Keşşaf sahibi de buna, "Akıldan boş" manası vermiştir. Buna göre mana, "Musa (aleyhisselâm)'nın annesi, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, Firavunun eline düştüğünü duyunca, aşırı sabırsızlık ve korkudan ötürü aklı uçtu" şeklinde olur. 4) Hasan el-Basrî ve Muhammed b. İshak, bu tabire, "Onun kalbi, kendisine, "Kendisini denize bırak, korkma, kederlenme. Çünkü biz onu yine sana geri döndüreceğiz" (Kasas, 7) şeklinde vahyimizi unutmuş olduğu halde..." manasını vermiştir. Derken, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın annesine şeytan gelerek ona, "Sen, Firavun'un, çocuğunu öldürüp, böylece de bir ücret almaktan hoşlanmadın ama, kendin onu yok etmiş oldun" dedi. Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın annesine, çocuğunun Firavun'un eline düştüğü haberi gelince, bu büyük musibet ona, Allah'ın kendine verdiği o sözü unutturdu. 5) Ebu Ubeyde şöyle der: "Onun kalbi, hüzünden boş ve uzak olarak sabahladı. Çünkü o, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın faydasına olan şeyleri garanti ettiğine güvendiği için, onun öldürülemeyeceğini biliyordu." İbn Kutebye de şöyle der: "Bu, şaşılacak şeydir. Allahü teâlâ, "Kalbini pekiştirmeseydik" demiş olduğu halde, onun kalbi nasıl hüzünden boş olabilir. Rabt (pekiştirme) ancak hüzünlü ve sabırsız kalbe yapılır." Buna şöyle cevap verilebilir: Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın annesi, Allah'ın vaadine alabildiğine güvendiği için onun ismini açıklamaktan korkmamış ve Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın annesi, onun ismini açıklasa bile, Allah'ın vaadinden ötürü, salim kalacağına, kötülüklerden uzak olacağına kesin olarak inanmıştı. Fakat Musa (aleyhisselâm)'nın kimliğini açıklamasının zahiren zarara sebebiyet vereceği için, Allah onun kalbine bir kuvvet ve sabır verdi. Ayetteki ifadesi, "Eğer biz onun kalbini vahyile pekiştirip, teskîn edip, böylece de o kendisini bu konuda emin hissedip, kalbinden o hüzün ve keder gitmemiş olsaydı, neredeyse onun kimliğini açığa vuracaktı" manasına gelebilir. Bu izaha göre, "onun kalbi, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) için üzülmekten kesinlikle uzak oldu" şeklinde te'vil edilebilir. Burada bir üçüncü izah olarak da şu yapılabilir: Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın annesi, Firavun'un hanımının, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya şefkat duyup evlat edindiğini duymuştu.. Eğer biz, o mel'un Firavun'un hanımının Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı evlat edinmesi ve ona şefkatli davranmasına değil, Allah'ın vaadine güvenenlerden olsun diye, onun kalbindeki aşırı sevinç ve memnuniyeti yatıştırmamış olsaydık, duyduğu o şeyin sevincinden ötürü kendisine hakim olamayarak, onun kendi çocuğu olduğunu açıklayabilirdi." Ayetteki fâriğa kelimesi, "boş ve uzak" manasında olarak, firğâ şeklinde de okunmuştur. Bu, Arapların "Kabın ve avlunun boş olmasından Allah'a sığınırım" şeklindeki sözlerinde olduğu gibidir. Yine Araplar, "Aralarındaki kan davası boştur" manasında, yani "Aralarında akan kanlar boşa akmıştır" derler. Buna göre ayet, "Onun kalbi, kalbe gelen şeylerin şiddetinden ötürü, bozuldu, heder oldu" demektir. Ayetteki, ifadesine gelince, bil ki ayetteki "fariğ" kelimesini, kalbin kederden ve üzüntüden boş manasına tefsir edenlere göre, bu ifadenin ne manaya geleceğini biraz önce zikrettik. Fakat bu kelimeyi, kalbi korkunun sarması manasına tefsir edenlere göre ise, bu ifade hakkında şu izahlar yapılmıştır: İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: "Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın annesi neredeyse, "Sizin bulduğunuz o çocuk benim oğlumdur" diye haber verecekti." İkrime'nin rivayetine göre yine İbn Abbas buna, "O, bu sebeple uğradığı vecdin (kendinden geçmenin) şiddetinden ötürü, Nil'in dalgalarının Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı kaldırıp indirdiğini gördüğünde, neredeyse "vah evladım!" diyecekti" manasını vermiştir. Kelbî şöyle der: "Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın annesi bunu, insanların "Musa, Firavun'un oğludur" dediklerini duydukça yapacaktı." Süddî buna, "Firavun'un, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı Nil'den alınca, neredeyse Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın annesi, "o benim oğlum" diyecekti. Fakat Allah böyle söylemekten onu korudu" manası vermiştir. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Kalbini, pekiştirmeseydik" buyurmuştur. Rabt koparılmış, çözülmüş birşeyin oradan ayrılmaması için, bağlanması, çivilenmesi demektir. "İnananlardan olması için" ifadesi, "Allah'ın vaadine güvenen, tasdik edenlerden olması için" demek olup, bu vaad, Hak teâlâ'nın, "Biz onu yine sana geri döndüreceğiz" şeklindeki sözüdür. Ayetteki "O (Musa'nın) kızkardeşine dedi ki: "Onun izini takib et" ifadesi, "Onun peşinden izle, nereye takılıp kalacağına ve o (sandığın) kimin eline geçeceğine bak" demektir. Bu, Musa (aleyhisselâm)'nın ana-baba bir kızkardeşi olup, ismi Meryem'di. "O, (Musa'nın içinde bulunduğu) sandığı gözetledi." İbn Abbas, bu kelimenin, (onu gördü) manasında olduğunu söylerken, Müberred, veaynı manayadır" demiştir. ifadesi, "uzaktan" demek olup, şeklinde de okunmuştur. Her ikisi aynı manaya olup, "O, uzaktan, farkettirmeden gözetledi ve izledi" demektir. "O Firavun'un adamları ise, o kızın durumunun ve maksadının farkında değillerdi" manasınadır. 12Âyetin tefsiri için bak:13 13"Biz daha evvel ona, süt anaların (sütünü emmeyi) haram etmiştik. Bunun üzerine, (kızkardeşi) onlara, "sizin için onun bakımını üstlenecek ve bunun için hayn isteyen kimseler olacak bir aileye sizi götüreyim mi?" dedi. İşte böylece onu annesine geri döndürdük. Tâ ki gözü aydın olsun, endişelenmesin ve Allah'ın vaadinin şüphesiz bir hak olduğunu bilsin diye. Fakat onların çoğu bunu bilmezler". Bil ki Hak teâlâ'nın, "Biz daha evvel ona, süt anaları haram etmiştik" ifadesi, o süt anaların bundan önce de haram kılınmış olduğu manasına gelir. Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya haram kılma, onun ayırdetme çağında olmaması sebebiyle mükelleftik ve nehiy suretinde olamayacağına göre, mutlaka başkasına ait bir fiil ile olması gerekir. Bu şeyin şöyle birşey olması muhtemeldir: Meselâ Allahü teâlâ, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın süte ihtiyacı olmasına rağmen, Musa (aleyhisselâm)'da diğer kadınların sütünden hoşlanmama oraktehni yaratmıştır. İşte bundan ötürü o, anasından başkasını emmemiştir. Yahut Allah, o kadınların sütünde, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın tabiatının hoşlanmayacağı birşey yaratmıştır. Yahut Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın annesinin sütüne fevkalâde bir lezzet vermiştir. Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ona alıştığı için, artık başka kadınların sütünden hoşlanmamıştı. Dahhak'dan, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın annesinin onu üç ay emzirdiği, böylece de onun, annesinin kokusunu tanıdığı rivayet edilmiştir. "Merâdî", kelimesinin çoğulu olup, bu, "emziren kadın" demektir. Yahut bu kelime, (......) kelimesinin çoğulu olup, "süt emme yeri" (yani meme) yahut masdar-mimi, yani süt emme manasınadır. ifadesi, "onu annesine geri döndürmezden, kızkardeşi gelmezden ve bizim hüküm ve kazamıza göre, doğum meydana gelmezden önce..." demektir. İşte tam o sırada, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın kızkardeşi . "Onu emzirmesi ve faydasına olan şeyleri üstüne alacak, onun iyiliğini isteyecek, onu terbiye etmek, büyütmek ve yemesi hususunda faydalı şeyleri ondan esirgemeyecek, onun hakkında size hıyanet etmeyecek bir ev ahalisine sizi götüreyim mi?" demiştir. "Nasihat", işi, fesat şaibesinden kurtarmak demektir. Süddî şöyle der: Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın kız kardeşi "Onlar onun için nasihat edicidirler" deyince, bunun zahiri, bahsedilen o ev halkının onu tanıdığına delâlet eder. İşte bu sebeple, Firavun'un veziri Hâmân, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın kız kardeşine, "Bu çocuğu tanıdın. Öyle ise ailesini bize göster" deyince, o, "Ben onu Tanımıyorum. Fakat onların, kralın kalbindeki sıkıntı son bulsun diye kral hakkında nayırhah olduklarını kastediyorum" demiştir. Bu konuda rivayet edilenlerin tamamı, bu sevginin sadece, Firavun'un karısı Asiye'ye has olduğunu söyleyenlerin görüşüne değil de, Firavun'un da Asiye'nin yanında, Musa (aleyhisselâm)'yı alabildiğine sevdiğine delalet eter. Daha sonra Cenâb-ı Hak yani, "Biz onu annesine, işte böyle bir lütfumuzla, gözü aydın olsun, mahzun obnasın ve Allah'ın onu kendisine döndüreceği vaadiyle ilgili şeylerdeki bu vaadinin hak bir vaad olduğunu bilsin diye geri döndürdük, getirdik" buyurmuştur. Andolsun ki annesi de bunu biliyordu. Fakat haber, hiçbir zaman görme gibi değildir. Dolayısıyla, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın annesi, vaadedilen şeyin bizzat gerçekleşmesi ile, onu bizzat görmekle, kalbi sükûnete ermiştir. Ayetteki, "Fakat onların çoğu bunu bilmezler" ifadesi ile olarak şu dört İzah yapılmıştır: 1) "Fakat insanların çoğu bu vaadi ve bundan sonra olacakları, Allah'ın ayetlerine takmaktan, onlar üzerinde düşünmekten yüz çevirdikleri için bilmezler." 2) Dahhâk ve Mukâtil, "Mısırlılar, Allah'ın, onu annesine geri vereceği hususundaki ilâhi vaadini bilemezler" demişlerdir. 3) Bu, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın annesinin, Musa (aleyhisselâm)'nın haberini duyup, sabırsızlanıp, kalbinin bomboş, daha birşey düşünemez hale geldiği, o ileri durumuna bir ta'riz (işaret) gibidir. 4) Bunun manası, "Biz, Allah'ın vaadinin hak olduğunu bilesin diye onu sana geri döndürdük. Bu geri döndürmenin asıl gayesi, dinî olan o gayedir. Fakat insanların çoğu, asıl maksadın bu olduğunu, bunun dışındaki hüznün gitmesi gibi şeylerin buna bağlı ikinci derecede şeyler olduğunu bilemezler" şeklinde olabilir. Dan hâk şöyle der: "Hazret-i Musa (aleyhisselâm), annesinin memesini kabul edince, Haman, "Sen şüphe yok ki, onun annesisin" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın annesi "hayır" deyince, Hâmân, "Öyle ise niçin kadınlar arasından sadece senin memeni tuttu?" dedi. Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın annesi de, "Ey kral, ben kokusu güzel, sütü tatlı bir kadınım. Benim kokumu alan her çocuk mememi tutar" dedi. Oradakiler, "Doğru söylüyorsun" dediler ve Firavun'un ailesinden herkes ona hediyeler verdiler, altın ve mücevheratlar bağışladılar." 14Âyetin tefsiri için bak:17 15Âyetin tefsiri için bak:17 16Âyetin tefsiri için bak:17 17"Musa gençliğine erip geliştiği zaman, biz ona hikmet ve ilim verdik, iyi hareket edenleri biz böyle mükâfaatlandırırız. (Musa), ahâlisinin gaflet üzere bulunduğu bir zamanda şehre girdi. (Orada) birbiriyle kavga etmekte olan ikiadam gördü. Birisi kendi taraftarlarından, öbürü de düşmanlarındandı. Derken taraftarlarından olan adam, düşmanına karşı ondan yardım istedi. Bunun üzerine Musa onu bir yumruk vurup öldürdü. (Musa): "Bu, şeytanın işlerindendir, o, gerçekten şaşırtıcı, apaçık bir düşmandır. Ya Rabbi, ben (böyle yapmakla) cidden kendime zulmettim. Bana mağfiret et" dedi. Allah da ona mağfiret etti. Çünkü O, gafur ve rahimdir, "Rabbim bana in'âm ettiğin şeylerden ötürü (bana olan ihsanın hakkı için) artık suçlulara asla destek olmayacağım" dedi". Bil ki ayetteki, (......) ifadesi ile ilgili olarak şu iki görüş ileri sürülmüştür: a) Her iki ifade de aynı manaya olup, kuvvetin kemale ermesi, karakter ve sutyenin dengeye ulaşması demektir. b) En doğru olan görüşe göre bu ikisi, birbirinden farklı manadadırlar. Bu görüşü savunanlar, şu değişik izahları yapmışlardır: 1) En doğrusuna göre, bedenî ve cismanî kuvvetlerin kemale ermesi; "istiva", da aklî kuvvetin mükemmelleşmesi demektir. 2) (......) kuvvetin tamamlanması; istiva ise, bünyenin ve hilkatin tamamlanmasıdır. 3) (......) buluğ çağı demektir. İstiva da, hilkatin tamamlanmasıdır. 4) İbn Abbas, "Esüdd, onsekiz-otuz yaş arasında olmadır. Otuzdan kırka kadar olan çağda insanlar, ne artarlar, ne eksilirler. Kırktan itibaren ise noksanlaşma başlar" demiştir. İbn Abbas'ın söylediği doğrudur. Çünkü insan, ömrünün başında büyüme ve gelişme çağındadır. Sonra bu iş, bir müddet duraklar. Sonra da gerileme başlar. Büyüme yaşının sonu yirmidir. Yirmiden otuza kadar çağda, gelişme gerçekten az olur. Ama kuvvet alabildiğine gelişir. Otuzdan kırka kadar artık bu iş duraklar, ne arar, ne eksilir. Kırktan altmışa kadar, çok belirsiz ve yavaş bir eksilme ve gerileme tavlar. Altmıştan ömrün sonuna kadar ise, belirgin bir gerileme başlar. Rivayet olunduğuna göre, peygamberler kırk yaşlarının başında peygamber olarak gönderilmişlerdir. Bunun hikmeti açıktır. Çünkü insanın kırk yaşına kadar şehevî ve gazabi kuvvetleri gelişir ve tamamlanır, duyuları kemale erer. Böylece insan bu kuvvetlere iyice çekilmiş olur. Fakat kırka dayandığında, bundan sonra bedenî kuvvetler noksanlaşmaya, aklî kuvvet artmaya başlar. İşte bu noktada insan en mükemmel ve olgun haline gelir. İşte bu incelikten ötürü Allahü teâlâ vahy için bu yaşı seçmiştir. Alimler, (......) kelimesinin müfredi hakkında ihtilaf etmişlerdir: Ferrâ, "Bunun müfredinin kıyasa göre, (......) şeklinde olması gerekir ama, bunun müfredi hiç duyulma derken, Ebu'l-Heysem, "Nasıl, (......) kelimesinin müfredi, "ni'met" şeklinde ise aynı şekilde (......) kelimesinin müfredi de, "şiddet"tir. Şiddet de, kuvvet ve celâdet demektir" demiştir. Ayetteki, "Biz ona hikmet ve ilim verdik" ifadesi ile ilgili olarak şu iki izah verilmiştir: 1) Bu, nübüvvet ve nübüvvetle ilgili bilgiler, huylar demektir. Buna göre, ayette nübüvvetin, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın o Kıptîyi (Mısırlıyı) öldürmezden önce mi sonra mı olduğuna bir delil yoktur. Çünkü "ve şehre girdi" ifadesindeki vâv (ve) edatı, tertip (sıra) ifade etmez. 2) Bu, "Biz ona hikmet ve ilmi verdik" demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Evlerinizde Allah'ın ayet ve hikmetlerinden okunanları hatırlayın" (Ahzâb. 34) buyurmuştur. Bu görüş şu sebeplerden ötürü daha uygundur: a) Nübüvvet, insanlara verilecek derecelerin en üstünüdür. Binâenaleyh nübüvvetten önce, hem ilim bakımından, hem de büyüklerin ve hükemânın yolu olan sîret (gidişat) bakımından mükemmel bir halin bulunması gerekir. b) Ayetteki, "iyi hareket edenleri biz böyle mükâfaatlandırırız" ifadesi, Hak teâlâ'nın Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın muhsin (iyi) oluşuna bir mükâfaat olsun diye, ona bu hikmet ve ilmi vermiş olduğuna delalet eder. Halbuki nübüvvet, bir işin mükafaat olarak verilmez. c) Eğer ayetteki hüküm ve ilim ile nübüvvet kastedilmiş olsaydı, o zaman "Muhsinleri biz böyle mükâfaatlandırırız" ifadesinden ötürü, İyilikte bulunan (muhsin olan) herkes için nübüvvetin olması gerekirdi. Çünkü ayetteki bu ifade, daha önce geçen hikmet ve İlim verilişi ile ilgilidir. Kıptî'nin ölümüyle İlgili Bazı Meseleler Hak teâlâ, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya o Kıptîyi öldürmezden önce, in'amda bulunduğunu bildirmiştir. Bu hususta birkaç mesele var: Alimler, ayette bahsedilen o şehrin neresi olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir: Alimlerin çoğu bunun, Firavunun yaşadığı şehir olduğu kanaatindedirler. Bu da iki fersah uzaklıkta bir yerleşim yeridir. Dahhâk, bu şehrin "Ayn-i Şems" olduğunu söyler. Alimler, ayetteki "Ahalisinin gaflet üzere bulunduğu bir zamanda..." ifadesinin manası hususunda şu değişik görüşleri belirtmişlerdir: Birinci Görüş: "Hazret-i Musa (aleyhisselâm), gençliğine erip olgunluk çağına eriştiğinde, Allah ona, hem kendi dini, hem atalarının dini ile ilgili bilgileri ve hikmeti verince, Hazret-i Musa (aleyhisselâm), Firavunun ve kavminin bâtıl üzere olduklarını anladı, hakkı söylemeye başladı ve onların dinlerini tenkit etti. Bu öylesine yaygınlaştı ki iş, Firavun ve adamlarının, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı tehdit etmeleri ve böylece onun onlardan çekinmesi noktasına varıp dayandı. Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, İsrailoğullarından, kendine tâbi olan ve sözünü dinleyen taraftarları vardı. Bundan dolayı Hazret-i Musa (aleyhisselâm), Firavunun şehrine korkarak gireceği bir hale geldi. İşte bu şekilde o şehre bir gün, insanların gaflette (uykuda) olduğu bir zamanda girdi." Bu görüşte olanların çoğu, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın o şehre, ahalinin kaylûle (öğle) uykusuna yattıkları bir zamanda girdiği görüşündedirler. İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan ayetteki bu ifade ile, akşam ile yatsı arasının kastedildiği rivayeti gelmiştir. Fakat önceki izah daha uygundur. Çünkü Allahü teâlâ bu "gaflet"i, o şehrin ahalisine nisbet etmiştir. Binâenaleyh kişi, korktuğu için, görünmeden bir yere girecek olursa, bu durumda gaflet (farkında olmayış) işi, oranın ahalisine nisbet edilmez. İkinci Görüş: Süddi şöyle der: "Musa (aleyhisselâm) büyüdüğünde, Firavunun bineklerine biner ve onun elbiselerini giyerdi. Bundan dolayı da, "Firavunun oğlu" diye çağrılırdı. Bir gün "Firavun'unki gibi bir bineğe bindi ve halkın kaylûle (Öğle) uykusuna yatmış oldukları bir yere rastladı. Ortalık ıssız iken, gündüzün tam ortasında o yere girdi. İşte ayetteki ifade ile bu kastedilmiştir." Üçüncü Görüş: İbn Zeyd şöyle der: "Ayetteki bu ifade ile, "o saatte bir gafletin bulunduğu" mânâsı kastedilmemiş, aksine oranın halkınca, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'dan ve o nübüvvet işinden habersiz oluşları kastedilmiştir. Çünkü Musa (aleyhisselâm), küçükken, Firavunun başına sopayla vurmuş ve sakalını yolmuştu. Bunun üzerine Firavun onu öldürmek istemiş, ama sonra bir ateş koru getirilip Musa (aleyhisselâm)'nın eline verildiğinde, o onu avuçlayıp, ağzına atmış. İşte dilindeki tutukluk bunun eseri olarak kalmış. Bunun üzerine Firavun, "Onu öldürmeyeceğim. Ama onu bu şehirden çıkarın" demiş. Böylece Hazret-i Musa oradan çıkarılmış ve büyüyüp olgunlaşıncaya kadar, bir daha o şehre girmemiş. Oradakiler de, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı anmaz olmuşlar ve onu tamamen unutmuşlardı. İşte ayetteki "gaflet" ile kastedilen budur." Bu rivayetlerin birini diğerine tercih etmenin imkânı yoktur. Çünkü Kur'an'da bunlardan birine delalet edecek birşey yer almamıştır. Ayetteki "(Orada) birbiriyle kavga etmekte olan iki adam gördü. Şu kendi taraftarlarından, bu da düşmanlarındandı..." buyurulmuştur. Zeccâc şöyle der: "Cenâb-ı Hak, hikaye yoluyla ve her ikisi de gaib sığası ile "Biri, öbürü" buyurmuştur. Buna göre, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) orada dövüşen iki adama rastladı. Birisi anlara baktığında (zahiren), "şu birisi, onun taraftarlarından, beriki de onun düşmanlarından" derdi" demektir. Alimler bu hususta değişik İzahlar yapmışlardır: Mukâtil şöyle demiştir: "Dövüşen o iki adam da kâfirdi. Fakat biri İsrailoğullarından, diğeri Kıptîlerdendi." Mukâtil buna şöyle delil getirmiştir: "Çünkü Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ona ertesi gün, "sen gerçekten besbelli bir azgınsın" (Kasas, 18) demiştir. Meşhur olan görüşe göre ise, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın taraftarlarından olan adam müslümandı. Çünkü birisine hem din, hem mezheb (gidişat) bakımından ters düşen kimse hakkında "Bu falancanın şî'asındandır (taraftarlarındandır)" denilemez. İsrailoğullarından olana musallat olan o Kıptî'nin, Firavun'un ocakçısı olduğu, onu mutfağına odun taşımak için görevlendirdiği rivayet edildiği gibi, dövüşenlerden Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın taraftarı olanın Sâmiri, diğerinin ise Firavun'un ocakçısı olduğu da rivayet edilmiştir. Doğrusunu Allah bilir. Musa (aleyhisselâm)'nın Kıptî'yi Öldürmesi Ayetteki "Derken taraftarlarından olan adam, düşmanına karşı ondan yardım istedi" ifadesi, "o, ondan, kendini bu düşmandan kurtarmasını ve ona karşı kendine yardım etmesini istedi." Bunun üzerine "Musa onu bir vuruşta öldürdü" demektir. "Vekz", parmak uçları ile itmektir. Bu itmenin bütün avuçla olduğu da söylenmiştir. İbn Mes'ud bunu (......) şeklinde okumuştur. Bazıları "vekz"in, önden, döşten itmek, "lekz"in de sırttan itmek olduğunu söylemişlerdir. Musa (aleyhisselâm) güçlü-kuvvetli idi. Bazı müfessirler Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın onu, asası ile ittiğini söylemişlerdir. Fakat Mufaddal, bunun yanlış olduğunu, çünkü Arapça'da "Onu âsâ ile "vekz" etti" şeklinde bir kullanış bulunmadığını söyler. (......) yani Hazret-i Musa (aleyhisselâm) böylece o adamı öldürdü. Peygamberlerin ismeti olduğuna itiraz edenler, bu ayeti delil getirerek şu izahları yapmışlardır: 1) O Kıptînin, bu ölümü haketmiş olduğu veya etmemiş olduğu söylenebilir. Eğer birinci ihtimal söz konusu ise, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) daha niçin, "Burada, "Bu, şeytanın işlerindendir" ve "Ya Rabbi, ben cidden kendime zulmettim. Bana mağfiret et" demiş, yine bir başka surede, "Ben bunu o vakit bilmezlerden olarak yaptım" (Şuara. 20) demiştir. Eğer ikinci ihtimal, yani Kıptî'nin ölümü haketmemiş olması ihtimali söz konusu ise, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın onu öldürmesi bir günah olur. 2) Ayetteki "öbürü de düşmanlarındandı..." ifadesi, onun "harbî" bir kâfir olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh onun kanı mubahtır. Hazret-i Musa (aleyhisselâm), onun ölümünden ötürü mağfiret olunmasını istemiştir. Halbuki mubah bir işi yapmadan ötürü, bağışlanmayı istemek caiz değildir. Çünkü bu o mubahın haram olduğu zannını uyandırır. 3) Ayetteki "vekz" ile, açıkça ve kasten öldürme manası kastedilmemiştir. Binâenaleyh bu öldürme işi, hataen olmuştur. O halde daha niçin o, mağfiret olunmasını istemiştir. Birincisine şöyle cevap veririz: "Öldürülen şahıs kâfir idi. Bundan ötürü de kanı mubah idi" denilmesi niçin caiz olmasın? Hasmın, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, "Bu şeytanın işlerindendir" deyişini delil getirmesine karşı şu izahlar yapılabilir: a) Belki de Allahü teâlâ, her nekadar o kâfirin öldürülmesini mubah kılmış ise de, "Evlâ olan onların öldürülmelerinin bir başka zamana ertelenmesidir" demiştir. Binâenaleyh Hazret-i Musa (aleyhisselâm), o adamı öldürünce, mubah ve mendub olan bir hususu (evlayı) terketmiş oldu. Dolayısıyla Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, "Bu şeytanın işlerindendir" sözü, "Benim mendubu yapmamam, şeytanın işlerindendir" manasındadır. b) Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, "Bu" kelimesi, kendi yaptığı işe değil, öldürülenin işine işarettir. O halde, bu ifade, "O maktulün yaptığı iş, şeytana işlerindendir" manasında olur. Bununla, o kimsenin, Allah'ın emrine muhalefet etmesinden dolayı, ölüme müstehak olduğunu anlatma kastedilmiştir. c) Yine ayetteki hazâ ile, öldürülenin kendisine işaret edilmiştir ve "Bu şeytanın ordusundan ve hizbindendir" demektir Nitekim "şeytanın adamları" manasında, 'falanca şeytanın işlerindendir" denilir. Hasmın, "Hazret-i Musa(aleyhisselâm)'nın, "Rabbim, ben cidden kendime zulmettim. Bana mağfiret et" şeklindeki sözünü kendilerine delil olarak ileri sürmelerine gelince, bu, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, tıpkı Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'in metodunu kullanarak söylediği gibidir. Çünkü o da, "Ey Rabbimiz, biz kendimize zulmettik" (Arafat, 23) demişti ki bununla şu iki husustan biri kastedilmiştir. Bu, her nekadar ortada bir günah yoksa da, ya Allah'a yalvarıp yakarma ve görevlerini hakkıyla yerine getirmemeyi itiraf etmek için söylenmiş bir cümledir, yahut da mendûbu (evlâ) olanı yapmamak suretiyle, insanın kendini mükafaattan mahrum kılmış olması açısından söylenmiş bîr cümledir. Hazret-i Musa' (aleyhisselâm)'nın "Bana mağfiret et" deyişi de, "Bu mendubu yapmadığım için beni bağışla" demektir. Bu hususta şöyle bir diğer izah da yapılabilir: "Bu mel'ûnu öldürdüğüm için, ya Rabbi kendime zulmetmiş oldum. Çünkü Firavun bunu benim yaptığımı anlarsa, ona karşılık beni öldürür. Binâenaleyh, "Bana mağfiret et" yani, "bunu gizle ve bunun haberinin Firavuna ulaşmasına fırsat verme". Bunun üzerine (......) yani, Allah bu haberi Firavuna ulaşmaktan alıkoydu, Musa (aleyhisselâm) ile arasında sır olarak bıraktı." Böyle bir te'vilin yapılabileceğine, bunun peşinden, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın "Rabbim, bana ın'am ettiğin şeylerden ötürü ettiğin ihsan hakkı için, artık suçlulara asla destek olmayacağım" demiş olması da delâlet eder. Binâenaleyh burada mü'min olan tarafa yardım etmek, eğer bu mastyetin sebebi olsaydı, Hazret-i Musa (aleyhisselâm), böyle demezdi. Hasmın, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, "Ben bunu o vakit bilmezlerden olarak yaptım" (Şuara, 20) sözünü delil getirişine gelince, Hazret-i Musa, "Ben, bu işte hatalı oldum, sapıttım" dememiştir. Fakat Firavun, onun öldürdüğü sırada kâfir olduğunu iddia edince, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) kâfir olduğu iddiasını reddetmiş ve fakat (......) yani, ne yapması ve nasıl tedbir alması gerektiğini henüz o zaman bilmeyen bir şaşkın olduğunu itiraf etmiştir. Hasmın, "Eğer o harbî bir kâfir idiyse, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) niçin onu öldürmesinden ötürü bağışlanmasını istedi?" şeklindeki sözüne gelince, biz deriz ki: Kâfirin kanının akıtılmasının mubah olması, şeriatlara göre değişen bir durumdur. Belki de onları öldürmek o zaman haramdı. Yahut mubah idiyse de, daha önce de beyan ettiğimiz gibi, evlâ olan onu yal anmamaktı düşmedir" şeklindeki sözüne gelince, biz deriz ki: Bunu kabul etmiyoruz. Belki o adam zayıf, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ise güçlü-kuvvetli biri idi. Onu parmak uçlarıyla yitince, kesin olarak öldürmüş oldu. Sonra biz bunu kabul etsek bile, Musa (aleyhisselâm)'nın, o yahudiyi o kıptînin elinden bu, terki evlâ olan, parmak uçlarıyla itmeksizin (yumruk vurmaksızın) da kurtarabileceğini söyleyebiliriz. İşte bundan ötürü mağfiret edilmesini istemiştir. Şunu da belirtelim ki: Biz bu ayetin, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'dan bir günahın sâdır olduğuna delâlet ettiğini kabul etsek bile, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın o vakit peygamber olduğuna dair kesin bir delilin bulunmadığını beyan etmiştik. Binâenaleyh bu iş, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'dan, peygamber olmazdan önce sadır olmuş bir hadisedir ki bunda zaten münakaşa yoktur. Mu'tezile şöyle der: "Bu ayet, günahları Allah'ın yarattığını söyleyen kimsenin görüşünün yanlışlığına delalet eder. Çünkü Hazret-i Musa (aleyhisselâm), "Bu, şeytanın işlerindendir" demiş ve bu işi, şeytana nisbet etmiştir. Binâenaleyh bu masiyet, eğer Allah'ın yaratmasıyla olmuş olsaydı, şeytandan değil, Allah'dan olmuş olurdu. Bu tıpkı, Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm)'un, "Benimle kardeşlerimin arasını şeytan bozduktan sonra" (Yusuf. 100), Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın yol arkadaşı, Hızır (aleyhisselâm)'ın, "onu bana ancak şeytan unutturdu" (Kehf, 63) ve Cenâb-ı Hakk'ın, "Şeytan, ebeveyninizi cennetten çıkardığı gibi, sizi de fitneye düşürmesin " (Arafat, 27) sözleri gibidir. Ayetteki, "Ya Rabbi bana in'am ettiğin şeylerden ötürü (bana olan ihsanın hakkı için), artık suçlulara asla destek olmayacağım" ifadesi ile ilgili bir kaç izah var: 1) Bu ayetin zahiri Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, "sen bana böylesi bir in'amda ve lütufta bulununca, ben nasıl herhangibir suçluya destekçi olabilirdim. Aksine ben mü'mini desteklerim" demiş olduğuna delalet eder. Bu da, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, kıptîye karşı, İsrailliye yaptığı yardımın, günah değil taat olduğuna delalet eder. Çünkü eğer bu bir günah olsaydı, o zaman Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, "Sen bana o günahtan ötürü tevbemi kabul ederek in'am edince, ben o günaha devam ettim" demesi gerekirdi. 2) Kaffal şöyle der: Hazret-i Musa (aleyhisselâm), sanki Allah'ın kendisine lütfettiği şeylere, yemin ederek, hiçbir suçluya destekçi olmayacağını bildirmiştir, "in'am ettiğin şeylere yemin olsun ki" ifadesinin başındaki "bâ", kasem (yemin) içindir. 3) Kisâi ve Ferrâ, "Bu, bir haber cümlesi olup, dua manasınadır. Buna göre, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) sanki, "Ya Rabbi beni, isyankârlara destekçi kılma" demek istemiştir. Ferrâ bunu zaten Abdullah b. Mes'ûd (radıyallahü anh) şeklinde okuduğunu söyler. Bil ki bu ayette, zâlimlere ve fasıklara destekçi olmanın caiz olmadığına bir delalet vardır. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: "Hazret-i Musa (aleyhisselâm) istisna yaparak (inşaallah diyerek) "Eğer Allah dilerse, mücrimlere destek olmayacağım" dememiştir. İşte bundan dolayı, ertesi gün buna mübtelâ olmuştur." İbn Abbas'ın bu görüşü zayıftır. Çünkü Hazret-i Musa (aleyhisselâm), ikinci gün o adama destekçi olmayı bırakmıştır. O düşman Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'dan korktuğu için, "Bu yerde ille yaman bir zorba olmak istiyorsun sen" demiştir. Yoksa Hazret-i Musa (aleyhisselâm), birşey yapmış değildir. 18Âyetin tefsiri için bak:21 19Âyetin tefsiri için bak:21 20Âyetin tefsiri için bak:21 21"Hülasa, şehirde korkarak, etrafı kollayarak sabahladı. Bir de ne görsün! Dün kendisinden imdad isteyen adam kendisine sesleniyor. Musa ona dedi ki: "Sen gerçekten besbelli bir azgınsın!" Derken (Musa), ikisinin de düşmanı olan o adamı yakalamak isteyince, o dedi ki: "Musa, dün bir cana kıydığın gibi, şimdi beni de mi öldürmek istiyorsun? Arabuluculardan olmayı arzu etmiyorsun da, bu yerde illâ yaman bir zorba olmak istiyorsun sen." Şehrin öte başından koşarak bir adam geldi ve dedi ki: "Musa, şehrin yetkilileri seni öldürmek için, aralarında müzakere ediyorlar. Hemen çık (git). Şüphesiz ki ben senin iyiliğini isteyenlerdenim. Bunun üzerine Musa, korkarak ve etrafı gözleyerek oradan çıktı ve "Ya Rabbi, beni o zalimler güruhundan kurtar" dedi." Soydaşının Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı Tekrar Yardıma Çağırması Bil ki o adamın, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın itmesinden ötürü ölmesinden sonra, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ertesi gün o adamı öldürenin kendisi olduğunun anlaşılacağı ve böylece de peşine düşüleceğinden endişe ederek sabahladı. Kimselere gözükmeden dışarı çıkınca, bir de ne görsün! Dün kendisinden yardım ve imdat isteyen o İsrailli yine seslenerek, kendisinden yardım istiyor. İşte o zaman Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ona, "Sen gerçekten besbelli bir azgınsın" dedi. Dilciler şöyle derler, "gavîy" kelimesi, "müf'il" (azdıran) manasında "fa'fl" vezni üzere bir kelime olabilir. Buna göre mana, "Sen benim kavmimi iğvâ eden, azdıransın. Çünkü dün senin yüzünden o belaya düştüm" şeklinde olur. "Gaviy" kelimesinin "gâvî" (azgın) manasında olması da mümkündür. Peygamberlerin masum olduklarını kabul etmeyenler bununla istidlalde bulunarak şöyle demişlerdir: "Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, kendisinden yardım isteyenler ve taraftarlarından olan birisine, "Sen gerçekten besbelli bir azgınsın" demesi nasıl caiz olur?" Buna şu iki şekilde cevap verebiliriz: 1) Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın kavmi, kaba, sert sinirli kimselerdi. Baksana, onca mucizeyi görmelerine rağmen, yine de "Onların ilahları olduğu gibi, bizim için de ilahlar (putlar) yap" (Araf, 138) demişlerdi. O halde, Hazret-i Musa (aleyhisselâm), bu sözüyle bunu kasdetmiştir. 2) Hazret-i Musa (aleyhisselâm) onu böyle gaviyy (azgın) diye nitelemiştir. Çünkü kendisinden, karşı tarafın zarar vermek istediği şeylerden kurtarması imkansız olacak bir şekilde çokça düşmanlık sâdır olan kimsenin yolu, rüşd yolunun aksi olur. Alimler, ayetteki, "O dedi ki: "Musa, dün bir cana kıydığın gibi, şimdi beni de mi öldürmek istiyorsun?" ifadesinin, o İsraillinin mi, yoksa o Kıptî'nin mi sözü olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir: Bazıları şöyle demişlerdir: "Hazret-i Musa (aleyhisselâm) o İsrailliye "azgın" deyip, İsrailli de onu öfkeli görünce, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) onu yakalamak istediğinde, İsrailli onun kendisini öldüreceğini sanmış ve bu sözü söylemiştir." Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: "Çünkü dün o adamı öldürdüğünü ondan başkası bilmiyordu. Böylece bu, o katlin zuhuruna ve adamın korkusunun artmasına bir sebep teşkil etmiştir." Diğer alimler ise, "Aksine bu, Kıptinin sözüdür. Çünkü bu hadiseyi Kıptî, o İsrailliden öğrenmişti" demişlerdir. Doğru izah da budur. Çünkü Allahü teâlâ, "Derken Musa, ikisinin de düşmanı olan o adamı yakalamak isteyince, o dedi ki: "Musa..." buyurmuştur. Binâenaleyh bu söz, başkasına değil, o adama aittir. O halde, ayetteki, "Bu yerde illa yaman bir zorba olmak istiyorsun sen" ifadesi, ancak o kâfir tarafından söylenmeye uygundur. Bil ki "cebbar", çeşitli zulüm ve katillikler yapmak isteyen, işlerin neticesine bakmayan ve kendisine yapılanı en güzel bir şekilde karşılamayan kimse demektir. Bunun, hiç kimseye boyun eğmeyen, kibirli kimse manasına olduğu da söylenmiştir. Bu hadise meydana gelince, o şehirde yayıldı, Firavuna kadar ulaştı ve böylece de Kiptiler, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı öldürmeyi kafalarına koydular. Ayetteki, "Şehrin öte başından koşarak bir adam geldi...ifadesine gelince, Keşşaf sahibi şöyle der: "Ayetteki (koşarak) fiil cümlesinin, "racül" kelimesinin sıfatı olarak, mahallen merfû; veya o kelimeden "hal" olarak mahallen mansub olması mümkündür. Çünkü bu kelime (hal olmasına göre), ayetteki ile tahassüs kesbetmiş (hususîlik, biraz belirlilik kazanmış) bir nekiredir. Ayetteki "l'timâr", "karşılıklı meşverette bulunmak, görüşme yapmak" demektir. Arapça'da, taraflar birbirlerine birşeyler emir ve tavsiye edip veya bir şeye dikkat çektiği için, "o iki adam istişare ediyorlar" denilir. Buna göre mana, "senin hakkında onlar görüşme yapıyorlar" şeklindedir. Müfessirlerin çoğu, ayette bahsedilen bu adamın Firavun hanedanından iman etmiş bir kimse olduğu kanaatindedirler. İşte onun bu şefkatinden ötürü, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı o toplumun kendisini öldürmek için ve kendisi hakkında görüştüklerini haber vermek, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı ikaz etmek için, koşup ona geldi. Ayetteki, "Bunun üzerine Musa, korkarak ve etrafı gözleyerek oradan çıktı" ifadesi, "Firavun hanedanına karşı, canından korkarak, arkasına düşen ve kendisini yakalamaya gelmiş birisinin olup-olmadığını gözetleyerek çıktı" demektir. Daha sonra, Hazret-i Musa (aleyhisselâm), Allah'dan başka sığınılacak birisinin olmadığını bildiği için, Allah'a iltica edip, "Ya Rabbi, beni o zalimler güruhundan kurtar" dedi. Bu, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, o Kıptî'yi öldürmesinin bir günah olmadığına delalet eder. Aksi halde, kendisi onlara zulmeden olmuş olurdu ve onlar ise, Hazret-i Musa aleyhisselâm)'yı kısasen öldürmek için, peşine düşüp aradıkları için zalim olmuş olmazlardı. 22Âyetin tefsiri için bak:28 23Âyetin tefsiri için bak:28 24Âyetin tefsiri için bak:28 25Âyetin tefsiri için bak:28 26Âyetin tefsiri için bak:28 27Âyetin tefsiri için bak:28 28"(Musa) Medyen tarafına yönelince dedi ki: "Umarım, Rabbim beni doğru yola iletir." Medyen suyuna varınca, su başında bir yığın insan buldu, (hayvanlarını) suluyorlardı. Onların gerisinde ve aşağısında da, (sürülerini) bekleten iki kadın gördü. Dedi ki: "Bu haliniz ne?" Dediler ki: "Çobanlar hayvanlarını sulayıp dönmedikçe, biz sulayamayız. Babamız da yaşlanmış bir ihtiyardır. Bunun üzerine Musa da, onların (hayvanlarını) suladı. Sonra gölgeye dönüp, dedi ki: "Rabbim, gerçekten ben bana indireceğin bir hayra muhtacım" derken, o iki kadından biri utana utana yürüyerek ona geldi ve "Babam, sürümüzü sulamanın ücretini ödemek için seni çağırıyor" dedi. Bunun üzerine Musa ona gitti ve ona kıssasını anlattı. O, "Korkma, o zalimler güruhundan kurtuldun" dedi. O iki kadından biri, "Babacığım, onu ücretle çoban tut. Çünkü ücretle tuttuklarının en hayırlısı şüphesiz, kuvvetli ve emfn olandır" dedi. O (zat) dedi ki: "Ben, İki kızımdan birini, bana sekiz yıl işçilik yapmak şartıyla, sana nikahîamayı arzu ediyorum. Eğer hizmetini on yıla tamamlarsan, o da senin kereminden olur. (Bununla beraber), sana zorluk çıkarmayı da arzu etmem. Inşaallah beni salihlerden bulursun." (Musa) dedi ki: "O, seninle benim aramdadır. Bu iki müddetten hangisini yerine getirirsem, demek ki bana karşı bir husumet yok. Allah, dediğimize vekildir". Bil ki, alimler, ayetteki "(Musa) Medyen tarafına yönelince" ifadesinin izahı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları, "Musa, yola çıktı, ama Medyen'i keşfetmedi. Ne var ki, kendisini Allah'a teslim etti ve bu hususta hiçbir bilgisi olmadan yürümeye başladı. Bu sebeple de Allahü teâlâ onu, Medyen'e ulaştırdı" demişlerdir ki, bu, İbn Abbas'ın görüşüdür. Diğer bazı alimler ise şöyle demişlerdir: "Hazret-i Musa (aleyhisselâm), bu yolculuğa çıkınca Medyen'i kafasına koydu. Çünkü onun gönlünden Medyenlilerle kendisi arasında bir akrabalık bulunduğu düşüncesi geçmekteydi. Çünkü onlar da, Medyen İbn İbrahim (aleyhisselâm)'ın torunlarındandı. Medyen İbn İbrahim (aleyhisselâm) de İsrailoğullarındandı. Ne var ki, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın o yol hakkında herhangi bir bilgisi yoktu. Bu sebeple, Allah'ın lütfuna sarılmıştı. Bazı kimseler de, "Tam aksine, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya Cebrail (aleyhisselâm) geldi ve ona o yolu öğretti" demişlerdir. İbn Cerir, Süddî'den şunu nakletmiştir: "Musa (aleyhisselâm) yürümeye başlayınca, kendisine at üzerinde bir melek geldi. Derken, sevincinden dolayı, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) onun önünde eğildi. Bunun üzerine melek, "Böyle yapma. Peşimden gel" dedi. O da, Medyen'e giden yolda ona uydu." Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın yolculuğa çıkarken kafasına Medyen'i koymadığını söyleyenler, şu iki şekilde istidlal etmişlerdir: 1) Ayette, "(Musa) Medyen tarafına yönelince..." buyurulmuştur. Binâenaleyh, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) şayet, Medyen'e gitmeye niyetlenmiş olsaydı, o zaman ayette, "Medyen'e yönelince..." buyurulurdu. Ayette böyle buyurulmayıp, "Medyen tarafına yönelince..." denilince, biz, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'run, o tarafın nereye çıktığını bilmeden, sadece o cihete doğru yönelmiş olduğunu anlamış bulunuyoruz. 2) Ayetteki, "Umarım, Rabbim beni doğru yola iletir" ifâdesidir. Çünkü bu, Dilenden değil, şüphe edenden sudur edecek olan bir sözdür. Doğruya en yakın olanı se, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın Medyen'e gitmeye kastettiğini, ama yolu bilmediğini söylemektir. Daha sonra Hazret-i Musa (aleyhisselâm), o yolun nasıl olduğunu rastladığı kimselere sormuştur. Çünkü, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın aklından ve zekâsından beklenen şey, onun eyle yapmasıdır. Daha sonra İbn İshâk şunu ilave eder: "O, Mısır'dan Medyen'e, yryeceksiz ve desteksiz olarak çıkmıştır. İki şehir arasında da, sekiz günlük bir mesafe bulunuyordu. Hazret-i Musa (aleyhisselâm), bu yolculuğu esnasında ağaç yaprakları yemiştir." Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın "Umarım. Rabbim beni doğru yola iletir..." ifadesine gelince, bu, dedesi İbrahim (aleyhisselâm)'in, "Ben, dedi, doğrusu Rabbime gidiciyim. O, bana yol gösterir" (Saffat. 99) şeklindeki sözünün bir benzeridir. Zaten, Musa (aleyhisselâm), getirdiği istidlallerde, verdiği cevaplarda, yalvarıp yakarmalarında, genel olarak Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in zikrettiği şeyleri zikreder. Zaten, selefi Salih (aleyhisselâm) için, gerçek manada halef olmak da bunu gerektirir. Allah'ın salât ve selâmı onlara, bütün tayyib ve müttakîlere olsun. Ayetteki, "Medyen suyuna varınca..."cümlesinde geçen su, hayvanların sulandığı bir su olup, rivayete göre burası bir kuyuydu. Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın oraya "vürûdu" ise, oraya gelip ulaşması demektir. ifadesi, "onun üzerinde, yani kenarında, sulanan yerde bir topluluk, yani çeşitli İnsanlardan çok sayıda bir cemaat gördü. Onların bulunduğu yerden daha aşağı bir yerde de sürülerini beklerken iki kadın gördü" demektir. Zevd, karşı koymak, itmek, engellemek demektir. Buna göre, (......) kelimesinin anlamı, "sürülerini engelleyen, onları tutan, hapseden iki kadın" demektir. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır: 1) Onlar, koyunlarını engelliyorlardı. Alimler bu engellemenin nedeni hususunda da ihtilaf ederek, şu izahları yapmışlardır: a) Zeccâc şöyle der: "Çünkü, o suyun kenarında, o ikisinden daha kuvvetli ve güçlü olan kimseler bulunuyordu. Dolayısıyla onlar koyunlarını sulama imkânı bulamıyorlardı." b) Onlar, suyun kenarındaki sıkışıklıktan hoşlanmıyorlardı. c) Koyunlarının, o suyun kenarındakilerin koyunlarına karışmasını istemiyorlardı. d) Erkeklere karışmamak için. 2) Onlar, kendilerini görmek için bakan kimselerin bakışlarını, yüzlerinden uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. 3) İnsanları, koyunlarından uzak tutmaya çalışıyorlardı. 4) Ferrâ şöyle der: "Onlar, o koyunları dağılmaktan ve sürülüp gitmekten alıkoymaya çalışıyorlardı." Ayetteki, "Bu haliniz ne?" ifadesine gelince bu, "Neyiniz var?" demek olup, masdar, ism-i mef'ûl anlamında olarak demek olup, "sizin bu alıkoymadan maksat ve gayeniz nedir?" demektir. Buna göre bu demektir ki, tıpkı senin, sözündeki, "meş'ün" manasının (şe'n) diye adlandırılması gibi, "mahtûb" da hatb diye adlandırılmıştır. Ayetteki, "Dediler ki: "Çobanlar hayvanlarını sulayıp dönmedikçe, biz sulayamayız. Babamız da çok yaşlı bir İhtiyardır" ifadesine gelince bu, şu sebeplerden dolayı, o iki kadının, sulamadan aciz olduklarını göstermektedir: 1) Sulama işini, adeten erkekler yapar. Kadınlar ise bunu yapamazlar. 2) Onlardan beklenen, daha sonra sulamak üzere hayvanlarını engellemeleridir. 3) Onların, "Çobanlar hayvanlarını sulayıp dönmedikçe..." şeklindeki sözlerinden anlaşılan... 4) Onların, o topluluktan artan suyu beklemeleri. 5) Onların, "Babamız da çok yaşlı bir ihtiyardır..." şeklindeki sözleri. Bunun bu manaya delalet şekli şöyledir: Şayet onların babaları güçlü kuvvetli olsaydı, orada bulunurdu. Orada bulunsaydı, o zaman, sulama işi geriye kalmazdı. İşte o zaman da, çobanlar kendi hayvanlarını sulamadan önce onlara sıra gelirdi. O vakit ise, babalarına, mûtad olan vakitten önce dönerlerdi. Ebu Amr, Ibn Amir ve Asım, yâ'nın fethası, dal'ın da hemzesi ile (yasdure) şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları, yâ'nın dammesi, dal'ın kesresi ile, (yusdıre) şeklinde okumuşlardır. Birinci kıraate göre mana, "Onlar o sudan ve o sulama işinden dönmedikçe" şeklinde olur ki, (sadere) (gelmek)'nin zıddıdır (gitti, suya vardı) İkinci kıraate göre mana, "o topluluk hayvanlarını döndürmedikçe" şeklinde olur. Ayetteki, "Bunun üzerine Musa da, (onların) hayvanlarını suladı" ifadesine gelince, bu, "işte, o ikisinden dolayı, onların koyunlarını suladı" demektir. Bu sulama işinin nasıl olduğu hususunda da, şu görüşler ileri sürülmüştür: 1) Musa (aleyhisselâm), oradakilerden müsaade etmelerini istedi de, onlar da bunun üzerine müsaade ettiler. 2) Bazı kimseler de şöyle demişlerdir: "Hazret-i Musa (aleyhisselâm), üzerinde, ancak on kişinin, bir rivayete göre kırk kişinin, bir rivayete göre de yüz kişinin itebileceği bir kaya parçası bulunan kuyuya yöneldi, onu tek başına oradan itti ve o kuyudan su çekti." 3) Hazret-i Musa (aleyhisselâm) oradakileri sıkıştırınca, onlar o taşı o kuyunun ağzına koymaya yöneldiler. İşte, bunun üzerine Hazret-i Musa (aleyhisselâm) o taşı oradan itti ve kadınların koyunlarını suladı. Bunun izahı Kur'an'da yer almamıştır. Bunlardan hangisinin doğru olduğunu en iyi bilen, Allah'tır. Ancak ne var ki o kadın, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı kuvvetli atmakla nitelemiştir. Böylece bu niteleme, o kadının, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın kuvvetinin fazla olduğunu gösteren bir şeyin ondan sâdır olduğunu görüp müşahede ettiğine delalet eder. Cenâb-ı Hak, "Sonra gölgeye dönüp..." buyurmuştur. Bunda, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, o kadınların sürülerini, güneşte ve sıcak bir havada sutamış olduğuna ve Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın kuvvetinin mükemmelliğine bir delalet vardır. Kelbi şöyle der: "Musa (aleyhisselâm), o suyun kenarında bulunanların yanına geldi ve onlardan bir kova su istedi. Bunun üzerine onlar ona, "Eğer istersen, o kovayı kuyudan getir ve o ikisinin koyunlarını sula" deyince, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) da, "tamam" dedi. Daha önce, kuyudan çıkarabilmek için, kovanın başına kırk kişi toplanıyor ve onu ancak çıkarabiliyorlardı. Derken, Musa (aleyhisselâm), yalnız başına olduğu halde o kovadan tuttu, su doldurdu ve (onu çıkararak) havuza döktü. Bereketlenmesi için de, dua etti. Daha sonra da, o iki kadının koyunlarını o havuza yaklaştırdı; böylece de o hayvanlar, kanıncaya kadar su içtiler. Sonra da, onları, koyunlarıyla beraber salıverdi." imdi eğer, "Allah'ın Peygamberi olan Şuayb (aleyhisselâm)'ın, o iki kızının o sürüyü sulamalarına gönlü nasıl razı olmuştur ve nasıl olup da bunu uygun bulmuştur?" denilirse, biz deriz ki: Kur'ân'da, onların babalarının Şuayb (aleyhisselâm) olduğuna dair bir delâlet bulunmamaktadır. Alimler bu hususta ihtilaf etmişlerdir: Bu cümleden olarak İbn Abbas fradıyallahü anh) şöyle der: "Onların babaları, Hazret-i Şuayb (aleyhisselâm)'ın kardeşinin oğlu Bîrûn'dur. Şuayb (aleyhisselâm), kör olduktan sonra ölmüştür." Bu, Ebu Ubeyd'in tercihidir. Hasan el-Basrî de şöyle der: "Bu, o dini Şuayb (aleyhisselâm)'dan öğrenmiş olan mü'min bir kimseydi." Şunu da belirteyim ki, biz, bu mü'min adamın Şuayb (aleyhisselâm) oluğunu kabul etsek bile, kızların hayvanları sulamasında bir fesat söz konusu değildir. Çünkü din, buna karşı değildir. Ama, bu konuda, insanların kişilikleri farklı farklıdır. Çöldeki kimselerin halleri, yerleşik hayat sürenlerinkinden farklıdır. Özellikle, o durum zaruret durumu olursa. Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın İsteği Ayetteki, "Ya Rabbi, gerçekten ben, bana indireceğin hayra muhtacım" ifadesine gelince bu, "Ben, bana indirdiğin az veya çok, arık ya da besili, vereceğin her şeye muhtacım" demektir. "Fakîr" kelimesi, (istedi) ve (talep etti) manalarını kapsadığı için, lâm harf-i cerriyle mûteaddi kılınmıştır. Bil ki, bu söz bir ihtiyaç haline delalet eder, ama bu ihtiyaç, yiyecek de olabilir, başka şey de olabilir. Ancak ne var ki, müfessirler bunu yiyeceğe hamletmiş, yiyecek anlamına almışlardır. İbn Abbas, "Hazret-i Musa (aleyhisselâm), bu sözüyle yiyeceği bir şeyi, taamı kastetmiştir" derken, Dahhak, "o, yer baklası hariç, yedi gün hiçbir şey tadmadan bekledi" der. Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Musa (aleyhisselâm), bu sözü söylerken, bunu o iki kadına işittirmek için, yüksek sesle istedi. Buna göre şayet, "Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'da, o büyük kovayı taşıyabilecek kuvvet mevcutken, onun o yüce himmetine böyle bir taam ve yiyecek talebinde bulunması nasıl yakışır? Hem, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Zengine ve güçlü kuvvetli kimseye tasaddukta bulunmak helal olmaz" buyurmamış mıdır?" denilirse, biz deriz ki: "Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, bunu o iki kadına duyurmak ve yiyecek istemesi için sesini yükseltmiş olması, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya kesin olarak yakışmaz. Binâenaleyh, bu rivayet kabul edilemez. Ancak ne var ki, belki de, Hazret-i Musa bunu, içinden, Rabbine karşı söylemiştir." Bu ayet hakkında şöyle bir izah da yapılabilir: Hazret-i Musa, "Ya Rabbi, senin bana, din hayırlarına dair verdiğin şeyler sebebiyle ben, dünya konusunda fakir düştüm" demek istemiştir. Çünkü Hazret-i Musa (aleyhisselâm), Firavun'un yanındayken, bolluk ve servet içinde bulunuyordu. Hazret-i Musa (aleyhisselâm) bu sözü, işte bu tebdile (din ile dünyasının yer değiştirmesine) razı olduğu, buna sevindiği ve buna şükrettiği için söylemiştir. İste bu açıklama, bu tevil, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın haline daha uygundur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Derken o iki kadından biri utana utana yürüyerek ona geldi..." ifadesine gelince buradaki (istihyâ'un) masdarı, terkip bakımından hal, ism-i fail anlamındadır. Yani, "utanarak, havf ederek" demektir. Ömer İbni'l-Hattab, "O kadın, gömleğinin kolunu yüzüne tutarak, onunla örtünerek gelmişti..." demiştir. Bu ifadeye "Erkeklere dönmeden, uzaktan uzağa yürüyerek..." anlamı da verilmiştir. Abdülaziz İbn Ebî Hazım, bu ifadeye, "Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya saygı duyarak..." manasını vermiştir. Kıraat alimlerinden kimileri, ayetteki bu kelimeyi ifadesi üzerinde vakfederek, daha sonra da, okumaya başlayarak, der. Ayetteki, "Babam, seni çağırıyor..." cümlesine gelince, bu, "o, utanarak geldi ve böyle dedi..." demektir. Çünkü, cömert kimse, bir başkasını ziyarete davet edince, utanır özellikle kadınlar. Bu ifadede, Şuayb (aleyhisselâm)'ın, o iki kızın dışında, başka bir yardımcısının bulunmadığına dair bir delalet vardır. Rivayet olunduğuna göre, o iki kadın oradakilerden önce babalarının yanına varınca, Şuayb (aleyhisselâm) onlara, "Ne çabuk bitirdiniz?!" deyince, onlar, "Biz, bize acıyan, edebli, irfanlı, salih bir adama rastladık da, o bizim koyunlarımızı suladı" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Şuayb (aleyhisselâm), onlardan birisine "Git ve ona, bana gelmesini söyle" dedi. Ayette bahsedilen o ihtiyarın, Şuayb (aleyhisselâm) mı yoksa başkası mı olduğu hususundaki farklı görüşler daha önce geçmişti. Ekseri ulemâ, onun Şuayb (aleyhisselâm) olduğu kanaatindedirler. Muhammed İbn Ishâk, o iki kız hakkında, "Onların büyüğünün ismi, Safûra, küçüğünün ismi da, Liyâ'dır" derken, başkaları, Safran, Safirân olduğunu söylemiştir. Dahhak da, büyüğünün adının Safûrâ olduğunu söylemiştir. Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya gelen ise, ekserî ulemânın görüşüne göre, büyük kızdır. Kelbî, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı çağırmaya gelenin küçüğü olduğunu söyler. Ama Kur'ân'da, bu tür tafsilattan herhangi birine dair herhangi bir delâlet yoktur. Ayetteki 'Ve, "Babam, sürümüzü sulamanın ücretini ödemek için seni çağırıyor" dedi" ifadesine gelince,bunda bazı müşkil meseleler vardır: 1) Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, bir kadının sözüne göre davranması ve o kadın yabancı olduğu halde onunla yürümesi nasıl uygun olmuştur? Zira bu, büyük bir töhmete sebep olabilir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, "Töhmetgetirecek mahallerden, işlerden kaçının" buyurmuştur. 2) O, o iki kadının koyunlarını Allah'a yaklaşmak amacıyla sulamıştı. O halde onun, buna mukabil bir ücret alması nasıl uygun düşebilir? Çünkü bu, ne mürüvvete, ne de dine uygun düşer. 3) Hazret-i Musa (aleyhisselâm), hem kızların hem de babalarının yoksulluğunu ve acziyyetlerini anlamıştı. O ise, azıcık bir çabayla, pekçok şeyler elde edebilecek derecede, son derece güçlü ve kuvvetliydi. O halde böyle olan bir kimsenin, bu kadarcık bir sulamaya mukabil, yaşlı bir adamdan ve fakir bir kadından ücret talep etmesi nasıl uygun düşebilir? 4) Bir peygamber olan Şuayb (aleyhisselâm)'in, kendi genç kızını, o adamın namuslu mu yoksa fasık birisi mi olduğunu henüz öğrenmeden genç olan birisinin yanına yollaması nasıl uygun düşebilir? Birinciye cevap: Biz şöyle deriz: İster hür, ister köle, ister kadın, isterse erkek olsun, birisinin sözüne göre bizim davranmış olduğumuz gibi, bir kadının sözüne göre davranmak, haberde variddir. Burada o kadın, ancak babasından haber getirmiştir. Kadınla birlikte yürümeye gelince, ihtiyatlı ve takva içinde olduğu sürece bunda herhangi bir sakınca yoktur. İkinciye cevap: Her ne kadar kadın böyle demişse de, belki de Hazret-i Musa (aleyhisselâm), onlara, ücret talep etmek için gitmemiş, aksine o yaşlı ve muhterem kimseyi görmenin bereketi ümidiyle gitmiştir Rivayet olunduğuna göre, kadın, "ücretini ödemek için" deyince, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) bundan hoşlanmıyor. Ona yiyecek sunulduğunda, yemekten kaçınıyor ve, "Biz, öyle bir evin halkıyız ki, dinimizi dünyamıza değişmeyiz; yapılan iyiliğe mukabil, bir ücret almayız..." diyor. Bunun üzerine Şuayb (aleyhisselâm), "Bu, bize gelen herkese gösterdiğimiz âdet ve örfümüzdür" diyor. Aynı şekilde şöyle de demişlerdir: Açlığın, artık tahammül edemeyeceği bir dereceye vardığı; çaresiz kaldığı için de bunu kabul etmiş olduğu., herhalde yadırganmaz. Bu aynı zamanda üçüncünün de cevabıdır. Zira, zaruretler, mahzurlu ve memnu şeyleri mubah kılarlar. Dördüncüye cevap: Muhtemeldir ki Hazret-i Musa (aleyhisselâm), vahiy vasıtasıyla, o kadının temiz ve pak olduğunu öğrenmişti. Bundan dolayı da. onun namuskârlığma güveniyordu. Ayetteki "Bunun üzerine Hazret-i Musa ona gitti" cümlesi hakkında, Ömer İbni'l-Hattab (radıyallahü anh) şöyle demiştir: " Hazret-i Musa (aleyhisselâm) yürümek üzere ayağa kalkar. önünde de kız bulunmaktadır. Derken rüzgâr eser, kızın kimi yerlerini açar. Bunun üzerine Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ona, "Ben, İbrahim (aleyhisselâm) soyundanım. Binâenaleyh, sen benim arkama geç ki, rüzgâr elbiselerini kaldırmasın. Ben de böyle, benim için helal olmayan şeyi görmeyeyim" der. Şuayb (aleyhisselâm)'in yanına girdiğindeyse, bir de ne görsün, yemek hazırlanmış. Şuayb (aleyhisselâm) ona hemen, "Buyur ey delikanlı" deyince, Hazret-i Musa (aleyhisselâm), "Allah'a sığınırım" der. Şuayb (aleyhisselâm) "Niye ki?" diye sorduğunda Hazret-i Musa (aleyhisselâm), "Çünkü biz, öyle bir ev halkındanız ki yer dolusu attın mukabilinde bile olsa, dinimizi satmayız" cevabını verir. Bunun üzerine Şuayb, "Fakat benim ve atalarımın örfü, misafiri yedirip içirmektir" deyince de, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) sofraya oturur ve yer. Şüphesiz ki o, başlangıçta, bunun yaptığı işe mukabil bir ücret olacağı endişesiyle yemekten kaçınmıştı. Hızır'la birlikte bulunduğunda, ona, "Dileseydin elbette buna karşı bir ücret alırdın" (Kehf, 77) derken, bunu istemezlik yapmamıştı. Fark şudur: Yapılan sadaka (kabilinden ise) mukabil bir ücret almak caiz olmaz; ama, doğrudan doğruya ücretli çalışmaya gelince, mekruh değildir. 'Ve ona kıssasını anlattı..." cümlesinde kasas kelimesi, tıpkı 'alet kelimesi gibi bir masdardır. Anlatılan şeye, kasas denilmiştir. Dahhak şöyle demiştir: "Musa (aleyhisselâm), Şuayb (aleyhisselâm)'ın yanına girdiğinde Şuayb (aleyhisselâm) ona, "Ey Allah'ın kulu, kimsin sen?" diye sorar. O, "Ben, Musa İbn Imrân İbn Yeskur İbn Kahis İbn Lâvî İbn Ya'kûb'um" der ve doğduğundan itibaren başından geçen her şeyi, ebeleri, kendisini emzirenleri, denize atılmalarını, Kıptî'yi öldürmesini, onların onu öldürmek istemelerini... anlatır. Bunun üzerine Şuayb (aleyhisselâm) "Korkma, o zalimler güruhundan kurtuldun" der. Yani, "onların, bizim topraklarımızda sözü geçmez. Biz onların toprakları üzerinde değiliz..." demektir. Ayette, onun bunu, vahiyle mi yoksa durum öyle gerektirdiği için mi söylediğine dair bir delalet bulunmamaktadır. Eğer, "Müfessirler şöyle demişlerdir: "Firavun, Musa (aleyhisselâm)'nın arkasına düştüğünde, bir milyon altıyüz bin kişiyle birlikte yola çıkmıştı." O halde, durumu böyle olan bir kralın toprakları içinde, kendi yönetim merkezinden sekiz günlük ıtesafede böyle bir köyün bulunması nasıl makul olabilir?" denilirse, biz deriz ki: Bu, ender rastlanacak bir şey ise de, imkânsız değildir. Ayet-i kerimedeki "O iki adından biri, "Babacığım, onu ücretle çoban tut. Çünkü ücretle tuttuklarının en hayırlısı şüphesiz, kuvvetli ve emin olandır..." ifadesiyle ilgili birkaç mesele vardır: Kadın, onun hayvanları nasıl suladığını gördüğü için, onu kuvvetti olmakla nitelemiştir. Yine, anlattığımız üzere, onlar sürülerini alıkoyarken Hazret-i Musa (aleyhisselâm), onların hayvanlarını sularken ve de kadının önünde babasına gelirken bakışlarını indirdiği, ona bakmamış olduğu için de, onu güvenilir olmakla nitelemiştir. Aksi daha uygun olduğu halde (......) ifadesi, (......)'nin ismi, (......) ifadesi de haberi kılınmıştır. Çünkü, takdirin sebebi, o şeye daha çok ilgi ve alaka gösterilmesidir. Kendilerine, anlayış ve zekâ bitişmediği sürece, güçlü olmak ve emniyyet telkin etmek, maksadı elde etmek için yeterli değildirler. O halde o, zekâ ve anlayış işini niye ihmal etmiştir? Bunun, emniyyet telkin etme, emânet ehli olmanın kapsamına girdiğinin söylenilmesi mümkündür. Abdullah İbn Mes'ûd'dan şu rivayet edilmiştir: "İnsanların en zekileri, şu üç kişidir: Şuayb (aleyhisselâm)'in kızı, Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm)'un hapishanedeki arkadaşı ve Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'i tasdik ve tezkiye eden Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh)." Kızlardan Biri ile Evlenme Teklifi Ayetteki "O (zât) dedi ki: "Ben, iki kızımdan birini ... sana nikâhlamayı arzu ediyorum..." ifadesine gelince, hiç şüphesiz ki, lafız her ne kadar bir belirsizlik (terdîd) ifade ediyorsa da, fakat o, evlendirme hususunda, (hangisiyle olduğu hususunda) muayyen birisini gösterir. Akdin, iki süreden en azına göre vaki olduğunda şüphe yoktur. Daha fazla süre çalışmak ise, bir teberru gibidir. Fukahâ bununla bazan, çalışmanın da mehir sayılma yönünden mal gibi olduğuna, ücrete ve ücrete bağlanana ziyadede bulunmanın caiz olduğuna dair istidlalde bulunmuşlardır. Fakat bu, bizden önceki ümmetlerin şeriatı olup, bizi bağlamaz. Bu ifade aynı zamanda, o şeriatta, veliye bir menfaatin şart koşulmasının caiz olduğuna; yine o şeriatta, kadının hak etmiş olduğu bir bedel olmaksızın kadının nikahlanmasının caiz olduğuna; aynı şekilde, akdin gerektirmediği şartların, nikah akdini bozmadığına delalet etmektedir. Daha sonra, o, "bana sekiz yıl işçilik yapman şartıyla,. demiştir. Bu ifade, sen, başkasına ücretli olarak çalıştığında söylediğin, (ecertuhû) ifadesinden alınmıştır. Bu durumda "sekiz yıl" ifadesi, onun zarfı olur. Yahut da bu, "ona şöyle şöyle karşılık verdim" anlamına gelen ifadesinden alınmıştır. Nitekim "Allah mükâfaatmı versin ve size merhamet etsin" temennisi de bunun gibidir. O zaman, "sekiz yd" ifadesi, mef'ûl-ü bih olur. Manası ise,"sekiz yıl çobanlık yapmak" şeklinde olur. Daha sonra o, "Sana zorluk çıkarmayı da istemem" der. Bu hususta iki izah şekli vardır: 1) Bunun manası, "süreyi on yıla tamamlamayı mecbur tutmak suretiyle, sana zorluk çektirmeyi de istemem" şeklindedir. Buna göre eğer, "Arapların ifadesinin manası nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bunun manası şudur: "Durum sana ağır geldiğinde, o zaman sanki, iki şeyi düşünmen suretiyle, o sana ağır ve meşakkatli gelmiştir. Bu yüzden, bazan, "Buna gücüm yeter" dersin, bazan da, "Buna gücüm yetmez" dersin." 2) Bunun manası şudur: "Çobanlık konusunda sana sıkıntı vermek istemiyorum. Bu konuda sana kolaylık gösteriyor, imkânın ölçüsünde çalışman konusunda müsamaha ediyorum. Çobanlık konusunda, büyük bir dikkat ve titizlikle seni sorumlu tutmuyorum..." İşte, peygamberler, burada da görüldüğü gibi, insanlarla olan muamelelerinde en kolayı seçerler. Nitekim hadiste şöyle buyurulmuştur: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) benim ortağım idi. En hayırlı bir ortaktı; ne mudara yapar, ne tartışmada ileri giderdi, ne de nizalaşırdı...". Daha sonra o "inşaattan beni salihlerden bulursun..." der. Burada da iki izah şekli vardır: 1) O burada, "salâh" ifadesiyle, güzet muameleyi ve yumuşak huyluluğu kasdetmektedir. 2) O, "salâh" ifadesiyle, umûmî manayı kastetmektedir ki, güzel muameleler de buna dahildir, "inşaallah" demiştir, ki bu, O'nun tevfik ve yardımına güvenip dayanmak içindir. Buna göre eğer, "Böyle bir şartla akid nasıl tamam olur? Çünkü sen, "Allah dilerse karım boştur" dersen, o boş olmaz" denilirse, biz deriz ki: Bu, şeriatlara göre değişen bir husustur: Onun, "O, seninle benim aramda..." ifadesine gelince, bil ki, zâlike mübtedâdır. (......) ifadesi ise, onun haberidir. Bu, Hazret-i Şuayb (aleyhisselâm) ile yapmış olduğu anlaşmaya bir işarettir. O bununla "Bu söylediğin ve, benimle üzerinde anlaşma yaptığın şey, ikimiz arasında geçerli olup, hiçbirimiz ondan çıkmayacağız. Se ben, bana koştuğun şartlardan çıkacağım, ne de sen, kendine karşı bana taahhüt ettiğin şartlardan..." manasını kasdetmiştir. Daha sonra o "Bu iki müddetten hangisini yerine getirirsem (...)" buyurmuştur. Yani, "en uzunu on yıl, en kısası da sekiz olan iki sûreden hangisini yerine getirirsem" demektir. Yani, "ziyâdeyi istemede bana karşı husumet edilmez..." demektir. O bununla muhayyerliği belirtmek istemiştir. Şunu demek ister: Dilerse o, dilerse bu. Süreyi artırma işi, hiç kimse tarafından ona bir zorlama olmaksızın, onun görüşüne ve kanaatine bırakılmıştır. Daha sonra o, "Allah, dediğimize vekildir" demiştir. el-Vekîl, işin, kendisine havale edildiği kimsedir. el-Vekil, şahit manasında kullanıldığı için, alâ harf-i cerriyle müteaddî olmuştur. Hazret-i Musa'ya Risalet Verilmesi 29Âyetin tefsiri için bak:32 30Âyetin tefsiri için bak:32 31Âyetin tefsiri için bak:32 32"Artık Musa, müddetini tamamlayınca, ailesiyle yola çıktı. Tur yanında, bir ateş farketti. Ailesine dedi ki: "(Siz burada) bekleyin; çünkü ben, bir ateş gördüm; olur ki, oradan size bir haber, yahut ısınmanız için bir ateş parçası getiririm. Derken oraya gelince, mübarek bir yerdeki vadinin sağ kıyısından, ağaçtan; "Ya Musa, alemlerin Rabbi olan Allah benim ben! Asanı bırak..." diye nida olundu. (Musa), asasını, bir yılan gibi deprenir görünce, arkasını dönüp uzaklaştı, geri dönmedi. "Ya Musa, beri gel, korkma; çünkü sen emniyyette olanlardansın. Elini yakanın içine sok. Af etsiz bembeyaz olarak çıkacaktır o. Korkudan ellerini kendine kavuştur. İşte bu ikisi, Firavun'a ve cemaatine Rabbinden iki burhandır. Çünkü onlar fâsıklar güruhudur". Bil ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, "Musa, o iki kızın küçüğü ile evlendi ve o iki vakitten uzun olanını yerine getirdi" dediği rivayet olunmuştur. Mücâhid, "Hazret-i Musa (aleyhisselâm) bu süreyi on sene olarak tamamladı ve bundan sonra Şuayb (aleyhisselâm)'in yanında bir on sene daha kaldı" demiştir. Ayetteki "Artık Musa müddetini tamamlayınca, ailesiyle yola çıktı. Tür yanında bir ateş farketti..." ifadesi, bu hissetme işinin, bu iki işten sonra olduğuna delalet eder. Fakat bunun, iki işin sadece birisinden sonra yani o müddetin tamamlanmasından sonra meydana geldiğine delalet etmez. Böylece Kâdi'nin, "Bu, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, o müddetten fazla kalmadığına delalet eder" şeklindeki sözü bâtıl olmuş olur. Ayetteki, "Ailesiyle yola çıktı..." ifadesinde, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın sadece hanımıyla yola çıktığına dair bir delalet yoktur. Çünkü ayette daha sonra gelen, 'bekleyin" ifadesinde, bunların iki kişiden fazla bir cemaat olduklarına bir işaret vardır. Ayetteki, "Bir ateş farkettim" ifadesinin izahı, Tâhâ ve Neml sûrelerinde geçti. Ayetteki "Olur ki oradan size bir haber yahut, ısınmanız için bir ateş parçası getiririm" ifadesiyle ilgili birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Keşşaf sahibi şöyle der: "Ayetteki üç şekilde, yani "cezve", cüzve" ve "cizve" şekillerinde kullanılır ve bu şekillerde de okunmuş olup, bu, ister ucunda ateş olsun, ister olmasın, kalın sopa demektir." Zeccac ise, "cezve"nin, kuru ağaçtan koparılmış kalın bir parça olduğunu söyler. İkinci Bahis: Tahâ sûresinde, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın yolculuk ettiği bu gecede, çölde alabildiğine zifiri bir karanlık olduğunu, şiddetli bir rüzgârın estiğini, hayvanlarının eğildiğini, yolu kaybettiklerini, bir yağmura tutulduklarını, böylece de çok üşüdüklerini, işte tam o sırada uzakta bir ateş gördüklerini, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, kendilerine yol gösterecek birisini bulmak üzere o ateşe doğru gittiğini anlatmıştık ki bu, ayette "Oradan size bir haber yahut ısınmanız için bir ateş parçası (yanan bir odun) getireyim" ifadesi ile anlatılan husustur. Ayetin, "Olur ki oradan size bir zaber getiririm" kısmında, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın yolu kaybettiğine; "Isınmanız için bir ateş parçası getireyim" kısmında da üşüdüklerine bir delalet vardır. Ayetteki, "Derken oraya gelince, mübarek bir yerdeki vadinin sağ kıyısından, iğaçtan, "Ya Musa, alemlerin Rabbi olan Allah benim ben" diye nida olundu" sadesine gelince, bil ki, şâtı'u'-vadi, "vadi tarafından" demektir. Çünkü o nida, vadi vatından, ağaç tarafından, Musa (aleyhisselâm)'nın sağ yanından gelmişti. Ayetteki, "ağaçtan" ifadesi, "vadinin kıyısından" ifadesinden bir "bedel-i istimal"dir. Çünkü o ağaç, vadinin o kenarında idi. Bu tıpkı, (Zuhruf. 33) ayetindeki bedel gibidir. Cenâb-ı Hak, bu ayette, o bölgeyi "mübarek" diye nitelemiştir. Çünkü Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın peygamberliğinin başlangıcı ve Allah'ın ona konuşması, orada olmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele var: Kelamullah'ın Mahiyeti Hakkında Mu'tezile, "Allah herhangi bir cisimde yarattığı kelamla konuşur" şeklindeki görüşlerine, ayetteki, "ağaçtan' ifadesini delil getirerek şöyle demişlerdir: "Bu, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın o sesi, o ağaçtan duyduğu ve bu şekilde nida edenin Allahü teâlâ olduğu hususunda açık bir ifadedir. Allahü teâlâ ise, bir cisim içinde olmaktan münezzehtir. Dolayısıyla Allahü teâlâ'nın, kelamını bir maddede yaratmak suretiyle konuştuğu sabit olur." Cenâb-ı Hakk'ın kelamının kadîm (ezeli) olduğunu savunan (ehl-i sünnet) şöyle derler: Bu meselede bizim şu iki görüşümüz var: 1) Ebu Mansur el-Maturidi ve Mavera ün nehir alimlerinin görüşüne göre, Cenâb-Hakk'ın zâtı ile kâim (birlikte) olan kadîm kelâmı duyulmaz. Duyulan şey ancak sesler ve harflerdir. İşte o ağaçta yaratılan ve duyulan budur. Böyle olması halinde. Mu'tezile'nin görüşü sakıt olur, düşer. 2) Ebu'l-Hasan el Es'ârî'nin görüşüne göre, harf ve ses olmayan Allah kelâmının, tıpkı cisim (madde) ve araz (sıfat) olmayan zât-ı ilâhinin görünmesinin mümkün oluşu gibi, duyulması mümkündür. Bu görüşe göre, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın o harfleri ve seslen ağaçtan duyması ve kadîm kelâmı (sözü) de, ağaçtan değil, Allah'tan dinlemiş olması uzak bir ihtimal değildir. Çünkü bu iki şey arasında bir uyuşmazlık söz konusu değildir Ehl-i sünnet, görüşüne şöyle delil getirmiştir: "Ayetteki, "Alemlerin Rabbi olan Allah benim ben!" sözünün çıktığı ve duyulduğu yer, eğer o ağacın kendisi olmuş olsaydı, o zaman o ağaç, "Allah benim" demiş olurdu." Mu'tezile buna şöyle cevap verir: "Bu, o sözü söyleyenin, sözün faili (sahibi) değil de, sözün mahalli (söylendiği yer) olması halinde söz konusu olur ki, esas meselemiz de budur.." Ehl-i sünnet buna şu şekilde cevap verir: "Zehirli bir but, "Benden yeme, çünkü ben zehirliyim" dediğinde, bu sözün faili Allah olur. Çünkü eğer bunu söyleyen but, bizzat bu sözün sahibi olsaydı, o zaman Allah'ın, "Benden yeme, çünkü ben zehirliyim" demiş olması gerekirdi ki, bu olamaz. Binâenaleyh eğer konuşan, sözün yeri olmuş olsaydı, o zaman o ağacın, "Ben Allah'ım" demiş olması gerekirdi ki, bütün bunlar olamaz. Şöyle de denebilir: "Allahü teâlâ, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'de, duyduğu o sözün, Allah'ın sözü olduğuna dair kesin bir bilgi yaratmıştır." Mu'tezile buna da itiraz ederek şöyle der. "Çünkü eğer, Hazret-i Musa (aleyhisselâm), o sözün, Allah'ın sözü olduğunu kesin olarak bilmiş olsaydı, o zaman Allah'ın varlığını da kesin (bedihî) olarak bilmiş olması gerekirdi. Çünkü sıfatın (arazın) zarurî olarak bilinmesi ve bu sıfatın zatının (cevherinin) İse istidlali olarak bilinmesi imkansızdır. Binâenaleyh eğer, Hazret-i Musa (aleyhisselâm), Cenâb-ı Allah"ı zarurî (bedihî) olarak bilmiş olsaydı, mükellefiyet ortadan kalkardı." Şöyle de denebilir "Allahü teâlâ, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ya harf ve ses olmayan o kelâmını duyurunca, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) böyle bir sözün, mahlûkâtın sözlerinden olamayacağını anlamıştır." Şu da ileri sürülebilir: "Bu sözün o ağaçtan çıkması, böyle bir sözün ancak Allah'dan olacağı bilinmesi yönünden, tıpkı çakıl taşlarından tesbîhatın çıkışı gibidir." Şu da söylenebilir: "Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın yaş bir ağaçta ateşi görmesi mucize olunca, Hazret-i Musa (aleyhisselâm), ateşle, yaş ve yeşil bir ağacı bir arada tutmaya kadir olanın ancak Allahü teâlâ olduğunu anlamış oldu." Şu rivayetin doğru olması da muhtemeldir: İblis, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya, "Onun Allah'ın nidası olduğunu nasıl anladın?" dediğinde, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) "Çünkü ben onu, bütün cüzlerimle, her tarafımla duydum" demiştir. Binâenaleyh o, bu duyma işinin bütün bedeninden olduğunu hissedince, bunun Allah'dan başka hiç kimsenin kadir olamayacağı şeylerden olduğunu anladı." Bu ancak, biz ehl-i sünnete göre doğru olabilir. Bize göre hayatın bulunması için, bünye şart değildir. Cenâb-ı Hak, Neml Sûresi'nde, "Kendisine şöyle nida olundu: "Ateşte bulunana da, çevresinde olan kimselere de muhakkak bereket verildi" (Neml, 8) buyurulmuş; burada "Alemlerin Rabbi olan Allah benim ben!" diye nida olundu" buyurulmuş; Tahâ Sûresi'nde ise, "Ben senin Rabbinim" diye nida olundu" (Tâha, 12) buyurulmuştur. Bu üçü arasında bir tezat yoktur. Binâenaleyh Allahü teâlâ, bütün bunları zikretmiş, ama her sûrede bunlardan birini nakletmiştir. Hasan el-Basri "Musa (aleyhisselâm)'ya konuşma nidası değil, vahiy nidası yapıldı. Bunun delili ise, "Vahyolunana kulak ver" (Taha, 13) ayetidir" demiştir. Ekseri âlimler ise, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya vahyen değil, vasıtasız olarak konuştuğu kanaatindedirler. Bunun delili, Hak teâlâ'nın, "Allah, Musa'ya konuştu" (Nisa. 164) ayeti ve benzeri ayetlerdir. Hasan el-Basrî'nin delil getirişi zayıftır. Çünkü, "Vahyedilene kulak ver" (Tâha, 13) sözü ona, vahiy ile olmamıştır. Çünkü eğer bu da vahiy ile olmuş olsaydı, o zaman işin sonu, mükellefin duyduğu ve vahiy olmayan bir söze dayanmalıdır. Aksi halde teselsül gerekir. Aksine "Vahyedilene kulak ver" ifadesi ile kastedilen, Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya, artık bundan sonra kendisine vahiy yoluyla gelen emirler hususunda titiz olması manasıdır. Ayetteki "Asanı bırak" diye nida olundu. Şimdi (Musa), âsâyı bir yılan gibi deprenir görünce, arkasını dönüp uzaklaştı, geri dönmedi. "Ya Musa beri gel, korkma. Çünkü sen emniyette olanlardansın..." ifadesinin tefsiri daha önce geçmişti. Ayetteki, "yılan gibi" ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın o âsâyı yılana benzettiğini açıkça göstermektedir. Allah, âsânın bizzat yılan olduğunu söylememiştir. Binâenaleyh bu ifade, o âsânın ejderha (yılan) olmasına ters düşmez. Aksine Cenâb-ı Hak, o âsâyı, miktar bakımından değil de, hareket etme ve deprenme bakımından yılana benzetmiştir. Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın niçin korktuğunu daha önce açıklamıştık. Ayetteki, (......) ifadesi, "geri dönmedi" demektir. Nitekim, savaşan birisi, kaçtıktan sonra geriye döndüğünde Arapçada (......) denilir. Vehb şöyle demiştir: "O âsâ, ağaç ve kaya nâmına orada ne varsa hepsini yutmuştur. Hatta Musa (aleyhisselâm), onun dişlerinin gıcırtısını ve kayaların onun karnında çıkardığı sesleri duymuştur. İşte o zaman dönüp kaçmıştır. Alimler, bunun hangi âsâ olduğu hususunda şu değişik görüşleri belirtmişlerdir 1) Hazret-i Şuayb (aleyhisselâm)'in yanında, geçmiş peygamberlerin asaları vardı. Bir gece Musa (aleyhisselâm)'ya şöyle dedi: "Bu eve girdiğinde, o asalardan birini al"dedi. Hazret-i Musa (aleyhisselâm) da, Hazret-i Adem (aleyhisselâm) ile birlikte cennetten inen âsâyı aldı. Peygamberler, o âsâya Şuayb (aleyhisselâm)'a gelinceye kadar hep vâris olmuşlardır. Hazret-i Şuayb (aleyhisselâm) ona, "Bana aldığın âsâyı göster" dedi ve âmâ olduğu için, o âsâyı eliyle yokladı ve onu vermemek istedi. Bunun üzerine, "Başkasını al" dedi. Hazret-i Musa (aleyhisselâm) yedi defa (rastgele) bir âsâ seçmek istedi, yedisinde de bu âsâ eline geldi. Böylece Şuayb (aleyhisselâm), Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın o âsâ ile epey işi olduğunu anladı. Yine rivayet olunduğuna göre, Şuayb (aleyhisselâm), kızına, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) için evden bir âsâ getirmesini istedi. O da o eve girip, bu âsâyı alıp babasına verdi. Şuayb (aleyhisselâm) onu görünce, kızına "Başkasını getir" dedi. Kızı onu yere attı, başkasını alıp götürmek istedi. Fakat eline yine o âsâ geldi. İhtiyar Şuayb (aleyhisselâm) bunu görünce önce razı oldu, sonra pişman oldu ve Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı aramaya başladı. Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya rastlayınca "o âsâyı geri ver" dedi. Hazret-i Musa (aleyhisselâm), "o, benim âsâmdır" deyip, ona vermemek istedi. Derken münakaşa ettiler. Sonra da ilk rastlayacakları adamı bu hususta aralarında hakem kılmak üzere anlaştılar. Derken, yürüyerek (İnsan şeklinde) bir melek geldi ve aralarında şöyle hükmetti: "O âsâyı yere bırakın. Bundan sonra onu kim kaldırabilirse, o onundur." Bunun üzerine Hazret-i Şuayb (aleyhisselâm) onu kaldırmak istedi, ama gücü yetmedi. Musa (aleyhisselâm) ise, onu kolaylıkla kaldırdı. İhtiyar Şuayb (aleyhisselâm) böylece onu ona verdi ve Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ona on yıl çobanlık etti. 2) Ibn Salih, Ibn Abbas (radıyallahü anh)'dan şunu rivayet etmiştir: "Şuayb (aleyhisselâm)'in kardeşinin oğlu Bîrûn'un evinde, sadece Birûn ile, Birûn'un Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yla evlendirdiği o kızından başka hiç kimsenin giremediği bir oda vardı. Çünkü o kızı, orayı temizliyor ve süpürüyordu. O odada onüç tane âsâ vardı. Bîrûn'un da onbir erkek çocuğu vardı. Onlardan olgunluk çağına gelenlere, o odaya girip, asalardan bir tane almalarını emrederdi. Bir gün Hazret-i Musa (aleyhisselâm), geceleyin Bîrûn'un evine geldi. Fakat evde kimseyi bulamadı ve koyunları gütmek için bir âsâya ihtiyaç duydu. Böylece o odaya girip, asalardan birini alıp çıkardı. Hanımı bunu görünce, babasına gidip, durumu haber verdi. Birûn buna sevindi ve kızına, "senin kocan peygamberdir ve onun bu âsâ ile yapacağı pek çok işler vardır" dedi. 3) Bazı rivayetlerde şu yer almıştır: Hazret-i Musa (aleyhisselâm), Şuayb (aleyhisselâm)'la o anlaşmayı yapıp, ertesi sabah olup, Musa (aleyhisselâm) koyunları gütmeye gitmek isteyince, Şuayb (aleyhisselâm) ona, "o koyunları, bu âsâ ile sür, götür, yol ayrımına geldiğinde, her ne kadar sağ daha otlak ise de, sen sola sap. Çünkü sağ tarafta büyük bir ejderha var. O yılanın sana ve koyunlara zarar vermesinden korkarım" dedi. Hazret-i Musa (aleyhisselâm) da koyunları alıp gitti. Yol ayrımına gelince koyunlar sağa gitmek istediler. Hazret-i Musa (aleyhisselâm), onları sola çevirmek için çok çaba sarfetti ama başaramadı. Mecburen onların peşinden gitti ve bir de ne görsün, alabildiğine geniş bir otlak... Derken uyudu. Koyunlar otluyortardı. İşte o sırada o yılan çıkageldi. Musa (aleyhisselâm)'nın âsâsı hareketlenip dikildi ve o yılanla, öldürünceye kadar mücadele etti. Öldürünce, kana bulanmış olarak Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın yanına döndü. Musa (aleyhisselâm) uyanınca, asasının kana belenmiş ve yılanın ölmüş olduğunu gördü. Allahü teâlâ'nın o asada bir mucizesinin olduğunu ve bir kudretin bulunduğunu anladı. Şuayb (aleyhisselâm)'ın yanına döndü; o, kör idi. Koyunlara dokunduğunda, bir de ne görsün; onlar, öncekinden daha güzel ve besili... Bunun üzerine, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya, bunun sebebini sordu, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) da ona hadiseyi anlattı; o da buna sevindi ve hem Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın hem de o asanın, kadr ü kıymeti olduğunu anladı. Sürüsünü güzelce güttüğü için, ikram olsun ve de kızı için de bir destek olsun diye, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı mükafaatlandırmak isteyince şöyle dedi: 'Koyunlarımın bu sene doğuracağı, dişi olsun erkek olsun, siyah beyaz, alacalı bütün kısımları sana hediye ettim. Bunun üzerine Allahü teâlâ Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya, "Âsânla, kendisiyle koyunları suladığın suya var!" diye variyetti. O da bunu yaptı, sonra da koyunlarını o sudan suladt. O koyunlardan hiçbiri müstesna olmamak Üzere de, herbiri, erkekli dişili olmak üzere siyah-beyaz alacalı yavru doğurdu. Böylece Hazret-i Şuayb (aleyhisselâm), bunun Allahü teâlâ'nın Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya ve esine gönderdiği bir rızık olduğunu anladı ve ona vermiş olduğu sözü de eksiksiz yerine getirdi. 4) Bazıları da şöyle demişlerdir: "Bu âsâ, Adem (aleyhisselâm)'nın âsâsıdır. Cebrail (aleyhisselâm), o öldükten sonra bu asayı almıştı. Ta ki, Hazret-i Musa (aleyhisselâm), geceleyin onunla karşılaşıncaya kadar..." 5) Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Bu, rastgele karşısına çıkan bir ağacın gövdesinden alıp yaptığı bir âsâ idi. Yani onu, ağacın enli kısmından almıştı. Bir şeyi seçerek almayıp, rastgele aldığında, Arapça'da, (İ'terada) denilir. Kelbî'den de şu rivayet edilmiştir: "Kendisinden Musa (aleyhisselâm)'ya nida edilen ağaç, Avsec ağacıdır. Âsâsı da ondandı." Bu izahlardan kimini diğerlerine tercih etmemize imkân verecek bir şey yoktur; çünkü Kur'ân-ı Kerim'de, buna delâlet eden bir şey bulunmamaktadır. Haberlerse birbiriyle çelişmektedir. Allah, bunu daha iyi bilir. Cenâb-ı Hakk'ın "Elini yakanın içine sok. Afetsiz bembeyaz olarak çıkacaktır..." ifadesine gelince, bil ki Allah bunu, üç ibareyle zikretmiştir: a) Buradaki ifade. b) Tâhâ süresindeki, (Tahâ, 22) "Bir de elini koynuna sok da, o ayıpsız ve bembeyaz bir halde çıkıversin..." ifadesi. c) Neml süresindeki "Elini koynuna sok da..." (Neml, 12) ifadesi. Garibu'l-Kur'ân adlı eserinde, el-Azizî, (......)'nin anlamı, "elini koynuna sok, girdir" şeklindedir" demiştir. Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifadesine gelince, bu konuda en güzel sözü söyleyen, Keşşaf sahibi olup, o şöyle demiştir: "Bunun iki anlamı vardır: a) Allahü teâlâ, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) için, âsâyı yılan haline çevirince, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) dehşete kapıldı ve tedirgin oldu, korktu. Bir şeyden korkan kimsenin yaptığı gibi, eliyle ondan korunmaya, sakınmaya çalıştı. Bunun üzerine ona, "Elinle ondan korunmada, düşmanlarına karşı senin için bir zillet ve nakîsa bulunmaktadır. Onu attığında o nasıl yılan haline geliveriyorsa, aynı şekilde, elinle sakınacağın yerde onu koltuğunun altına sok. Sonra da, şu iki şeyin meydana gelmesi için, onu bembeyaz çıkarıver. Bu iki şey de, sana karşı bir nakîsa olan şeyden sakınma ve bir başka mucize izhâr etme... Buradaki cenah kelimesinden maksat, eldir. Çünkü İnsanın iki eli, kuşun iki kanadı mesabesindedir. Kişi, sağ elini sol koynuna soktuğunda, kanadını kendine yapıştırmış olur. b) "Kanadın kendine çekilmesi "yle, kuşun davranışından istiare yapılarak, Asanın yılana çevrilmesi sırasında titreyip korkmasın diye, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın serinkanlı olması, kendine hakim olması ve metin, cesur davranmasıdır. Çünkü kuş korktuğunda, iki kanadını yayar ve onları salıverir. Aksi halde İse, kanatları gövdeye yapışık ve kendine doğru çekilmiş olur. ifadesinin anlamı ise, "korkudan ötürü" şeklindedir. Yani, "yılanı görmen esnasında sana bir korku isabet ederse, ellerini kendine topla" demektir. ifadesi, iki tefsirden herbirine göre, aynı anlamdadır. Fakat lafızlar farklıdır. İki yerdeki maksatlar farklı olduğu için, aynı mana tekrarlanmıştır. Şöyle ki: İki yerden birindeki gaye, ellerin bembeyaz çıkmasıdır. İkinci yerden gaye ise, korkuyu gizlemek ve örtmektir. Eğer, "el" anlamına gelen el-cenah (kanat), bir yerde toplanmış, çekilmiş (madmûm) olarak nitelendiği halde, diğer yerde, "kendisine toplanmış, kendisine çekilmiş" (madmûun ileyh) olarak nitelenmiştir. Bunlar (Tâhâ, 22) ifadesidir. O halde bunların arası nasıl ulaştırılabilir?" denilirse, biz deriz ki: "Toplanmış cenâh"tan maksat, sağ eldir; kendisine doğru toplanılan, çekilen -madmûun ileyh- "cenah" ise, sol eldir. Sağ ve sol ellerden herbiri, bir kanattır..." İşte bütün bu açıklamalar, Keşşaf sahibinin sözü olup, bunlar son derece güzeldir. Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifadesine gelince bu, hem şeddeli, hem de şeddesiz olarak okunmuştur. Şeddesiz olarak okunması halinde bu, (......) kelimesinin tesniyesidir. Şeddeli (Fe zânnike) okunması halinde ise, (......)'nin tesniyesidir. (......)'nin anlamı, "Onun peygamberliğinin doğruluğu ve kendisine davet ettiği tevhîd akidesinin gerçekliği hususunda, apaçık iki hüccettirler" biçimindedir. İfadenin zamiri, Allahü teâlâ'nın bunu ona, nezdinde izhâr edeceği mucizelerin ne olduğunu bilebilmesi için, Firavunla karşılaşmasından önce emretmiş olmasını gerektirir. Çünkü Allahü teâlâ bundan sonra, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın "Rabbim, ben, onlardan olan bir cana kıydım; bu sebeple beni öldürmelerinden korkuyorum" (Kasas. 33) dediğini nakletmiştir. Kâdî şöyle demiştir: "Durum böyle olursa, iki mucizenin de zuhur etmesi durumunda, gerek ehlinden olsun gerekse başkasından, burada, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın kendilerini risâletine davet etmiş olduğu kimselerin bulunması gerekir. Çünkü mucizeler peygamberler elinde ancak, resul olarak gönderilmeleri anında zuhur eder; önce değil. Onlar ancak kendileriyle, başkaları risâlete istidlal etsinler diye zuhur ederler..." Bu, zayıftır; çünkü mucizeler izhar etmenin mutlaka bir hikmeti vardır. Başkasının, kendisiyle, iddia olunanın gerektiğine istidlal etmesinden daha büyük bir hikmet ise yoktur. Burada bir hikmetin bulunmayışına gelince, bunu kabul etmiyorum. Çünkü, muhtemeldir ki, burada da, bundan başka pekçok hikmet ve gayeler bulunur. Hele hele bu ayetler, burada Hazret-i Hum (aleyhisselâm)'yla birlikte başka bir kimsenin bulunmamış olduğu hususunda tam mutabık İken... Onun Harun (aleyhisselâm)'ı da Yardımcı İstemesi 33Âyetin tefsiri için bak:37 34Âyetin tefsiri için bak:37 35Âyetin tefsiri için bak:37 36Âyetin tefsiri için bak:37 37"Dedi ki: "Ya Rabbî, bem onlardan bir cana kıydım. Onun için beni katledeceklerinden korkarım. Kardeşim Harun, o, lisan bakımından benden daha fasihtir. Onu da benimle beraber yardımcı olarak gönder ki, beni tasdik etsin. Çünkü ben, beni yalanlayacaklarından endişe ediyorum." Allah, "Seni kardeşinle kuvvetlendireceğiz ve size öyle bir satvet vereceğiz ki, onlar size erişemeyecekler. Gidin ayetlerimizle. Siz de size tâbi olanlar da, galipsiniz" buyurdu. Musa, onlara apaçık ayetlerimizi getirince dediler ki: "Bu, uydurulmuş bir büyüden başka bir şey değildir. Biz evvelki atalarımızdan bunu işitmedik." Musa dedi ki: "Benim Rabbim, katından kimin hidayet getirdiğini, yurdun (güzel) akıbetinin kimin olacağını daha iyi bilendir. Hakikat şudur ki, zalimler asla felah bulmazlar". Bil ki Allahü teâlâ, "iş bu iki (mucize), Firavun a ve cemaatine, Rabbinden iki hüsrandır" (Kasas, 32) deyince, bu ifade, Musa (aleyhisselâm)'nın, bu iki delil ile Firavun ve onun kavmine gitmesini tazammun etmiştir. Hazret-i Musa (aleyhisselâm) da o zaman Allah'tan, kalbini kuvvetlendirip korkusunu giderecek olan şeyi talep etmiş ve "Ya Rabbî, ben onlardan bir cana kıydım. Onun için beni katledeceklerinden korkarım. Kardeşim Harun, o, lisan bakımından benden daha fasihtir..." demiştir. Zira, onun lisanında bir tutukluk bulunmuyordu; bu, ya doğuştan idi, ya da, Firavunun sakalını yolduğunda, ağzına ateş parçası konulduğu için... Onun, "Onu benimle beraber yardıma olarak gönder ki, beni tasdik etsin" ifadesine gelince, burada birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Rid'u kelimesi, kendisinden yardım talep edilen şeyin ismi olup, fi'l veznindedir, ama ism-i mefûl anlamındadır. Tıpkı (......) kelimesinin ısınma vasıtası olan şeyin, ateşin ismi olması gibi. Nitekim Arapça'da, devrilmesin diye, duvarı tahta vs. şeylerle desteklediğinde denilir. İkinci Bahis: Nâfi, hemzesiz olarak diğerleri ise, hemzeli olarak (......) şeklinde okumuşlardır. Asım ve Hamza, kâfin dammesiyle, (......) şeklinde okumuşlardır. Ebu Amr ve diğer kıraat alimlerinin, kâfin cezmiyle yusaddıknî şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir ki, bu Ebu Amr'dan meşhurdur. Merfû okuyana göre mana, "Beni destekleyen bir yardımcı..." şeklinde; cezm ile okuyana göre de, şartın cezası olmak üzere, "Eğer onu gönderirsen, o beni destekler" şeklinde olur. Bunun bir benzeri de "Bana tarafından -bir velî- oğul, ihsan et. Ki bana da mirasçı olsun..." (Meryem, 5-6) ayetidir. Buradaki (......) kelimesi, hem cezm, hem de ref ile okunur. Süddî ise bazı hocalarından "Beni tasdik etmesi için bir yardımcı..." şeklinde bir okuyuş nakletmiştir. Üçüncü Bahis: Cumhur, tasdikin, Harun (aleyhisselâm)'a ait olduğu görüşünü benimserken, Mukâtil, bunun "Firavunun tasdik etmesi için" anlamında olduğunu söylemiştir. Buna göre mana, "Kardeşimi benimle gönder de, hüccet ve delilimi beyan etme hususunda beni desteklesin, iki delilin bir araya gelmesiyle de, ola ki, maksat olan Firavun'un tasdiki tahakkuk eder" şeklinde olur. Dördüncü Bahis: Harun (aleyhisselâm)'un tasdikinden maksat, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya, "Doğru söyledin", yahut insanlara, "Musa (aleyhisselâm) doğru söyledi" demesi değildir. Aksine bundan maksat, fasîh lisanıyla delillerin yönlerini açıklaması, şüphelere cevap vermesi ve onun namına kâfirlerle mücadele etmesidir. İşte, anlamlı tasdik de budur. Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'rtın, "Kardeşim Harun, o, lisan bakımından benden daha fasihtir" ifadesine bakmaz mısın? Fesahatin anlamı ise ancak, sadece "doğru söyledin" sözünde değil de, daha önce zikrettiğimiz biçimde ortaya çıkar. Beşinci Bahis: Cübbaî şöyle demiştir: "Musa (aleyhisselâm), Harun (aleyhisselâm)'un nebîlik için uygun olup olmadığını bilmediği halde, Allahü teâlâ'dan, onu da Allah'ın emriyle görevlendirilmesini istemiştir. O, cevap verileceğinden emin olmadığı ya da hikmet olmayan bir şeyi istemiş değildir. Yine muhtemeldir ki, o, bunu mutlak olarak değil de, dua eden kimsenin duasından söylediği üzere, "Eğer hikmet bunu iktizâ ediyorsa, uygunsa..." anlamında olmak üzere, mukayyet olarak istemiştir. Altıncı Bahis: Süddî şöyle demiştir: "İki peygamber ve iki ayet, tek peygamber ve tek ayetten daha kuvvetlidir." Kadî şöyle der: "Onun dediği, Örf ve âdet bakımından daha kuvvetlidir. Delâlet bakımındansa, iki mucizeyle bir mucize arasında ve bir peygamberle iki peygamber arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü, kendilerine peygamber gönderilenler bunlardan hangisine bakarsa, hakikati anlar, herhangi birine bakmazsa, durum birdir. Bu, iki mucizedeki delâlet yolu, bir ve aynı olduğu zaman böyledir. Eğer bu iki peygamberin gösterdikleri mucizeler farklı olur ve onlardan birinde, diğerinde bulunması mümkün olmayan, şüpheyi izate özelliği bulunursa, o zaman bu ikisinin mucizelerinin farklı olması imkânsız değildir. Bu durumda da. Süddî'nin dediği gibi, bu iki peygamberin mucizelerinin toplamı, birininkinden daha kuvvetli olmuş olur. Fakat böyle bir şeyin, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ve Hazret-i Harun (aleyhisselâm) haklarında söz konusu olması düşünülemez. Çünkü onların mucizeleri, ayrı değil, aynı idi. Ayetteki, "seni kardeşinle kuvvetlendireceğiz" ifâdesine gelince, bil ki "adud", elin kuvvetli ve kâim olması, "adud"un "şeddi" ise, elin kuvvetli olması ile elin kuvvet kazanması demektir. Nitekim, hayır dua etmek için, "Allah pazunu kuvvetlendirsin" denilir. Beddua olarak ise, "Allah pazunu kırsın" denilir. O halde ayetteki bu ifade, "seni, kardeşinle kuvvetlendireceğiz" demektir. Bu kuvvetlendirme ya pazu kuvvetli olursa kuvvetli olduğu içindir. Böylece beden de elin kuvvetli olması ile, işlevi görmeye kuvvet bulur. Yahut da adam, elin pazu ile kuvvet bulması sebebiyle kuvvet bulma bakımından, pazunun kuvvetine benzetilmiş. Böylece, Hazret-i Musa (aleyhisselâm), kuvvetli bir pazu ile kuvvetlendirilmiş bir ele benzetilmiştir. Ayetteki, "Size öyle bir satvet vereceğim ki onlar size erişemeyecekler..." ifadesinden murad, Allahü teâlâ'nın Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'y korktuğundan emin kılmaktır. Buna göre eğer, "Allahü teâlâ, o satvetin (sultanın) ayetlerle olacağını bildirmiştir. Öyle ise, o kâfirler, o ikisine ayetler yüzünden ulaşamazlar? Firavun, bunlar zahirî (açık) ayetler olmasına rağmen, (inanan) sihirbazları asmaya yeltenmemiş midir?" denilirse, biz deriz ki: O asâ yılana dönüşmesi demek olan o ayet bir mucize olduğu gibi, aynı zamanda, Firavun'un zararının Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ile Hazret-i Harun (aleyhisselâm)'a ulaşmasına mani oluyordu. Çünkü onlar Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın asasını attığında büyük bir yılana dönüştüğünü ve üzerlerine salıvermek istediğinde, bu yılanın kendilerini yok edeceğini bildikleri için, onların bu bilgileri, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ile Hazret-i Harun (aleyhisselâm)'a hücumdan alıkoymuştur. Dolayısıyla bu asâ, öldürme ve benzeri şekillerde onların, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ve Hazret-i Harun (aleyhisselâm)'a zarar vermelerine mani olmuş olur ve hem bir ayet hem bir mucize olmuş olur. Böylece de her iki durumu birlikte bulunduran bir özelliğe sahip olur. Firavunun, sihirbazları asması konusunda alimlerin ihtilafı vardır: Bazı alimler, "Onlar, sihirbazları asamadılar. Çünkü Kur'ân'da buna delalet eden birşey yoktur" demişlerdir. Bunun böyle olduğunu kabul etsek bile, Hak teâlâ, "Onlar size erişemeyeceklerdir" buyurmuştur. Binâenaleyh açık olan husus, onların Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ve Hazret-i Hârun (aleyhisselâm)'a zarar veremeyecekleridir. Bu ikisinin dışında kalanlara zarar vermeleri ise, ayetin bu ifadesini zedelemez. Daha sonra Cenâb-ı Hak "Siz de, size tabî olanlar da galipsiniz" buyurmuştur. Ayetteki bu galibiyet ile, ya o andaki, hüccet ve delillerle galib olma kastedilmiştir, yahut başka bir zamandaki, devlet ve memleket için galip geliş manası kastedilmiştir. Birincisi, ayetin lafzına daha yakındır. Ayetin, "Musa onlara apaçık ayetlerimizi getirince" ifadesine gelince, Tahâ sûresinde, cemî olan "ayetler" tesniye (iki tane) olan, "asa" ve "el" hakkında niçin kullandığını izah etmiştik. Ayetteki "Dediler ki: "Bu uydurulmuş bir sihirden başka birşey değildir" ifadesine gelince, alimler, "müftera" hususunda ihtilaf etmişler, bazıları, "Bununla, "O bir sihirdir. Onu yapan bunun aksini iddia ederse, o zaman bu uydurulmuş, iftira edilmiş bir büyü olmuş olur" derlerken; Cübbâî şöyle demiştir: "Bununla, bu işin Allah'a ait olduğu, O'nun tarafından olduğu manası kastedilmiştir. Buna göre sanki onlar, "Bu, işte bu açıdan yalandır" demişler ve sonra sözlerine, câhil olduklarını gösteren, "Biz evvelki atalarımızdan bunu işitmedik" sözünü ilave etmişlerdir. Bu, "Atalarımız bize, kendi içlerinde böyle birşey yapıldığını ve olduğunu söylemediler" demektir. Bu kâfirlerin, ya bu şeyleri atalarından duymuş oldukları halde yalan söylüyorlar, yahut da korkunçluğu ve dehşeti açısından bu kadarını duymadıklarını söylemek istemişlerdir, veyahut da kâfirler, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın ortaya çıkacağını, getireceği o şeyleri haber vermemiş, gizlemişlerdir. Bil ki böyle bir şüphe söz konusu olmaz. Çünkü bunun neticesi taklide varıp dayanır. Bir de evvelkilerin durumu mutlaka şu iki şekilde idi: Ya onlara böyle bir delil getirilmemiştir; bu durumda aradaki fark açıktır. Yahut da, onlara böyle deliller getirilmiştir, ama onlar bunu kabul etmemişlerdir. Bu durumda da, onların cehalet ve hatalarını hüccet kılmak doğru değildir. İşte Hazret-i Musa (aleyhisselâm), bu noktada onların inad ettiklerini bilerek, "Rabbim, katından kimin bidayeti getirdiğini, yurdun (güzel akıbetin) kimin olacağını en iyi bilendir" demiştir. Çünkü bir kimse hüccet getirir ve hasmından hüccetine bir karşılık görmez, ama onun, yine de inadlaştığını hissederse, " Rabbim, bizden hüccet ve hidayetin kimin tarafında olduğunu ve kimin bâtıl üzere olduğunu en iyi bilendir" demesi yerinde olur. Hazret-i Musa (aleyhisselâm) bu sözüne, tehdidini ve va'îdini ekleyerek, "...Yurdun (güzel akıbetin) kimin olacağını en iyi bilendir" demiştir, yani, Hakka tutunmasına karşılık mükâfaatın kime, yine cezanın kime olacağını en iyi o bilir" demektir. "Akıbetü'd-dâr" güzel netice demektir. Bunun delili, "işte bunlar âkıbetü'd-dâr, yani Adn cennetleri kendilerinin olacak kimselerdir" (Ra'd,22-23) ve "Akıbetü'd-dâr'ın kimlere olacağını kâfirler öğrenecekler' (Rad, 42) ayetleridir. Dâr-ı dünya (dünya yurdu), bunun akıbeti ve neticesinden murad, kulun Allah'ın rahmet ve rızası ile canını vermesi, ölürken onu meleklerin müjde ile karşılamalarıdır. Buna göre eğer, "Güzel veya kötü neticeden herbirinin de, "âkıbetü'd-dâr" (dünya yurdunun neticesi) olarak adlandırılması mümkündür. Çünkü dünyanın neticesi, bazıları için bir hayır, bazıları için bir şer olur. O haide, daha nasıl, dünya hayatının şerli sonucuna değil de, hayırlı sonucuna bu isim verilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: "Çünkü Allahü teâlâ, bu dünyayı, ahirete bir geçiş köprüsü olarak koymuş ve kullarına, hayırlı neticelere ve güzel sonuca ulaşabilmeleri için, sadece hayırlı şeyleri yapmalarını emretmiştir. Dolayısıyla kim dünyada, Allah'ın, dünyayı yaratması hikmetinin aksine hareket ederse, işi tersyüz etmiş olur. O halde, dünyanın asıl neticesi, hayırlı neticedir. Kötü neticeye gelince, aslında buna itibar edilmemekte, değer verilmemektedir. Çünkü bu, facirlerin tahrifleri, işi saptırmalarıyla meydana gelen bir neticedir. Daha sonra Hazret-i Musa (aleyhisselâm) bu sözünü, "Zalimler asla felah bulmazlar" diyerek te'kid etmiştir. Bu, "Onlar, kurtuluşu, necatı ve faydalı şeyler elde edemezler, aksine bunların zıddını elde ederler" demek olup, bu da, onları, inadlarından alabildiğine caydıracak bir ifadedir. 38Âyetin tefsiri için bak:43 39Âyetin tefsiri için bak:43 40Âyetin tefsiri için bak:43 41Âyetin tefsiri için bak:43 42Âyetin tefsiri için bak:43 43"Firavun dedi ki: "Ey müstaşarlanm, sizin benden başka bir tanrınızı bilmiyorum. Ey Hâmân, haydi benim için, çamurun üzerinde ateş yak da Bana büyük bir kule yap. Belki tırmanır da Musa'nın tanrısına çıkarım! Mamafih, onu kesin yalancılardan sanıyorum," Kendisi de, askerleri de yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve bize döndürülmeyeceklerini sandılar. Bunun üzerine, hem onu, hem askerlerini yakalayıverdik ve denize attık. Bak zâlimlerin akıbeti nice oldu! Biz onları, ateşe davet eden öncüler yaptık. Kıyamet gününde ise, asla yardım olunmayacaklardır. Bununla beraber, dünyada onların arkalarına lanet taktık. Hele Kıyamet günü onlar, çok menfur adamlardır! Andolsun ki Musa'ya, evvelki nesilleri helak ettikten sonra, insan için basiretler, hidayet ve rahmet olmak üzere o kitabı verdik. Umulur ki, onlar nasihat kabul ederler diye...". Bil ki Firavunun âdeti, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın delillerinin galip geldiği her seferde, 3 delilleri savuşturmak için, kavminin cahil, tecrübesiz toylarına, yutturabileceği bir şüpheyi ortaya atmaktır. Burada da Firavun şu iki şüpheyi akıllara sokmuştur: Birinci Şüphe: "Sizin için benden başka tanrınızı bilmiyorum..." şeklindeki sözüdür. Bu söz, gerçekte şu iki hususu ihtiva etmektedir: a) Kendisinin dışında hiçbir İlah kabul etmemek... b) Sadece kendisinin ilah olduğunu söylemek... Birincisi hususunda Firavun, "Delili olmayan şeyin isbatı mümkün değildir" prensibine dayanmıştır. Bu hususta delilin olmayışı şöyledir: Bu yıldızlar ve felekler, bu yeryüzü âleminin hallerinin değişmesinde yeter sebeptirler. Binâenaleyh bunların dışında bir yaratıcıyı kabul etmeye gerek yoktur. "Delili olmayanın isbatı mümkün değildir" sözünün manası açıktır. Bil ki birinci mukaddime yalandır. Çünkü bir yaratıcının varlığına delil bulunmadığını kabul etmiyoruz. Çünkü, meleklerin "hadis" (mahlûk) olduklarını deliller ile bildiğimize göre, madde olan feleklerin ve yıldızların hadis olduklarını da anlıyoruz. Zarurî ve bedîhî olarak, muhdes varlığın, mutlaka bir muhdisi olması gerektiğini de bilmekteyiz. Böylece âlemin bir yaratıcısı olduğunu delil ile bilmiş oluruz. Şaşarım şuna ki, bir kısım kimseler, pek çok şeyi inkâr için, "Bunun delili yok, binâenaleyh yok olduğunu söylemek gerekir" şeklindeki sözlerine dayanarak, "Biz bunun delili olmadığını söyledik, çünkü araştırdık-soruşturduk, ölçtük-biçtik ve delili olmadığını gördük" derler. Bunların sözlerinin neticesi, iyice düşünülürse, "Delili bilinmeyen şeyin, yok olması gerekir" prensiblerine dayanır. Firavun ise, işi hemen kesip atmamış, "Bunun delili yoktur. Dolayısıyla bunu isbat etmek mümkün değildir. Bundan dolayı onu, iddiasında yalancı sanıyorum" demiştir. O halde o, bunca cehaletine rağmen, yukandaki delil getirmeye uğraşanlardan daha iyi ve insaflı sayılır. Tanrılık İddiasında Firavun'un Maksadı b) Bu, Firavun'un kendisinin ilah olduğunu söylemesidir, Bu hususa gelince, bil ki, bununla kastedilen, Firavun, kendisinin göklerin, yerin, denizlerin, dağların ve insanların zatlarını ve sıfatlarını yarattığını iddia etmemiştir. Çünkü bunun imkansız olduğunu bilmek için pek zeki olmaya gerek yok. Dolayısıyla bu hususta şüphe etmek, aklının noksanlığına delil olur. İlah ise, ibadet edilendir. O halde Firavun, bir yaratıcının olmadığını ileri sürerek, insanların mükellefiyetlerinin, sadece meliklerine itaat etmeleri ve onun emirlerini dinlemeleri olduğunu söylüyor. İşte Firavun'un ulûhiyyet iddiası ile kastedilen, çoğu kimsenin sandığı gibi, onun, göklerin ve yerin yaratıcısı olduğunu iddia etmesi değil, mâbûd olduğunu iddia edişidir. Biz, özellikle, Tâhâ sûresinde, "Siz ikinizin Rabbi kim, Ey Musa?" (Tâha, 49) ayetinin tefsirinde, Firavun'un Allah'ı bildiğini ve bu sözü, kavminin cahil ve ahmaklarına yutturmak için söylediğini anlatmıştık. İkinci Şüphe "Ey Hâmân, haydi benim için çamurun üzerinde ateş yak da, bana büyük bir kule yap. Belki tırmanır da Musa'nın tanrısına çıkarım! Mamafih onu kesin yalancılardan sanıyorum..." şeklindeki sözüdür. Bununla ilgili birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Müşebbihe Allah'ın gökte olduğu inançları hususunda bu ayete tutunarak şöyle demişlerdir: "Hazret-i Musa (aleyhisselâm), Firavunu buna inanmaya davet etmemiş olsaydı, Firavun bu sözü söylemezdi." Buna şu şeklide cevap verilir: Hazret-i Musa (aleyhisselâm) "Göklerin ve yerin Rabbi" ifadesiyle, Firavun'a delil getirmek istemiş. Fakat bunun için, "O, yerde değil gökte olandır" dememiştir. Böylece Firavun, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, ilâhının gökte olduğunu söylediğini sanmıştır. Bu da, Firavun'un kötü niyetinden, pisliğinden, tuzağından ve dehasındandır. İkinci Bahis: Alimler, Firavunun, bu kuleyi yaptırıp yaptırmadığı hususunda ihtilaf etmiştir. Bu cümleden olarak bazıları, onun bunu yaptırdığını ileri sürerek şöyle demişlerdir: "Firavun o kulenin yapılmasını emredince Hâmân, işçileri toplar. Derken, yardımcılar ve işçiler hariç, yedibin tane usta toplandı. Kiremitlerin pişirilmesini, kireç taşlarının yakılmasını, tahtaların yontulmasını, çivilerin çakılmasını emretti. Derken o binayı, hiçbir kimsenin binasının ulaşamayacağı bir derecede, oldukça sağlam yaptılar. Derken Allahü teâlâ, güneş batarken, Cebrail (aleyhisselâm)'i gönderdi. Cebrail (aleyhisselâm) ona kanadıyla vurdu, bunun üzerine onu, üç parçaya ayırdı. Bir parçası Firavunun ordusu üzerine düştü, böylece bir milyon adam öldürdü.. Bir parçası, o denize düştü, bir parçası da batı tarafına düştü. Onun ustalarının, yapımcılarının hepsini imha etti." Bu kıssa hakkında şu da rivayet edilmiştir: Firavun o kulenin tepesine çıktı. Semaya doğru bir ok attı. Allah onu fitneye düşürmek istemişti. Derken o ok kana bulanmış olarak döndü. Bunun üzerine Firavun, "Musa (aleyhisselâm)'nın ilahını öldürdüm!" Dedi. Bu sözü söyledikten sonra, Allahü teâlâ, o kuleyi yıkması için Cebrail (aleyhisselâm)'i gönderdi. Bazıları da, Firavun'un o kuleyi yaptırmadığını ileri sürerek şöyle demişlerdir: "En yüksek dağın tepesinde bulunan bir kimsenin gökyüzünü yeryüzünde iken gördüğü gibi göreceğini bilmelerine rağmen, onlardan aklı başında olan kimselerin, o kulenin yüksekçe yapılmasıyla gökyüzüne yaklaşabileceklerini sanmaları uzak bir şeydir. Bunun böyle olduğundan şüphe eden, akıl sınırları dışına çıkmış olur. Gökyüzüne atılan ok ve onun, kana bulaşmış olarak geriye dönmesi hususundaki diz söz de böyledir. Çünkü, aklı başında olan herkes, o okun gökyüzüne ulaşamayacağını ve bu hususta çaba gösteren herkesin, ancak deli olabileceğini bilir. Binâenaleyh, Allahü teâlâ'nın, Kur'ân'da naklettiği bu kıssayı, yanlış olduğu aklın bedâhetiyle bilinebilen bir manaya hazfetmek, akla ve dine uygun düşmez. Binâenaleyh bu, Kur'an-ı tenkid etmeyi içten içe arzu eden herkes için kapı açmak olur. Bu sebeple doğruya en yakın olanı, şöyle denilmesidir: "O, böyle bir şey yapmayı düşündü ama yapmadı." Veyahut da, bu ifadenin, Firavun'un, "Sizin benden başka bir tanrınızı bilmiyorum" şeklindeki sözünün bir devamı olmasıdır. Yani, "bir yaratıcının varlığını delil ile ispat etmeye imkan yoktur. Çünkü, yıldızların hareketten, bu âlemlerin değişmesi hususunda yeter sebeptir. O yaratıcıyı histerimizle de isbat etmenin imkanı yoktur. Çünkü, O'nu hissetmek, ancak göklere yükselmekten sonra mümkün olur. Bu ise, yapılmasına imkân bulunmayan şeylerdendir" demektir. İşte bu noktada Hâmân'a, "Haydi benim için, çamurun üzerinde ateş yak da bana büyük bir kule yap" dedi. O, bu sözü alay olsun diye söyledi. Yani, "saydığım bu şeylerin toplamıyla da, o yaratıcının varlığına dair bir delilin olmadığı tesbit edilmiş oldu" demektir. Daha sonra bu delillerin neticesini de buna bağlayarak, "Mamafih, onu kesin yalancılardan sanıyorum" demiştir. Bu açıklama, bunun dışında kalan açıklamalardan daha evlâ ve uygundur. Üçüncü Bahis: Firavun, "Ey Hâmân, haydi benim için, çamurun üzerinde ateş yak" demiş, "Benim için tuğlalar ve kiremitler pişir ve onları hazırla, edin..." dememiştir. Çünkü, Hâmân, o tuğla işini yapanların ilkidir. Binâenaleyh, bu demektir ki, o bu sanatı biliyor. Bir de bu şekilde ifade kullanmak, Kur'ân'ın fesahatine daha uygun ve zorba kimselerin sözlerine daha da çok benzer. Veziri olduğu halde Hâmân'a, çamur üzerine ateş yakmasını emretmiş ve ona sözün ortasında "ey" edâtıyla nida etmiştir ki, bu, o Firavun'un büyüklük ve zorbalık tasladığının bir delilidir. (Ayetteki, (......) ifadesine gelince) tulü' ve Ittıla' kelimeleri, yükselmek anlamına gelir. Nitekim aynı manada "Tala'a'l-cebele ve ttala'a" "Dağa yükseldi, tırmandı" denilir. Ayetteki, "Kendisi de, askerleri de yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar" cümlesine gelince, bil ki, "hak ile büyüklenmek, ancak Allah'a mahsustur. Binâenaleyh, gerçekte büyüklük, tekebbür, yani şan hususunda büyüklüğün zirvesinde olmak, ancak Allah'a aittir. Nitekim bir hadisti kudsîde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Cenâb-ı Allah'dan şöyle nakletmiştir: "Kibriya cübbem azamet elbisemdir. Binâenaleyh, onlardan birinde, her kim bana ortak olmaya kalkışırsa, onu cehenneme atarım." Müsned, 2/414,442,376; Ibn Mace, zühd 16 (2/1397) Binâenaleyh, O'nun dışında kalan, büyüklük taslayan herkesin, bu büyüklük taslaması haksız olacaktır. Cübbâi şöyle der: "Bu ayet, Allahü teâlâ'nın Firavuna hakimiyet vermediğine delalet eder. Aksi halde bu, haklı bir hakimiyet olurdu. Her istilâcının durumu da böyledir. Nitekim istilâ ettiklerinde, Emevîlerin melikleri de mülklerinin Allahü teâlâ tarafından olduğunu iddia etmişlerdi. Çünkü Allahü teâlâ, Allah'ın hükmünü gasbeden, herkes hakkında, onun bunu, haksız yere aldığını beyan buyurmuştur." Bil ki bu izah, zayıftır. Çünkü, o mülkün ona ulaşması, ya kendisindendir, ya Allah'tandır, yahut da ne ondan ne de Allah'tandır. Binâenaleyh, eğer o ondan ise, daha niçin, o mülke ondan başkası da kadir olamasın? Nice aciz kimseler vardır ki, bir işi idare eden pekçok kimseden, daha kuvvetli ve daha akıllıdır. Yok eğer, bu, Allah'tan ise, zaten maksat elde edilmiş olur. Yok eğer, diğer insanlardan ise, daha niçin, insanların temayülleri, (onları yönelten saikler, faktörler) falancayı destekleyip, falanı desteklememe şeklinde bir araya gelmiştir? Bil ki bu izah, hiçbir akıllının şüpheye düşmeyeceği derecede çok net bir İzahtır. Ayetteki, "ve bize döndürülmeyeceklerini sandılar" ifadesine gelince, bu ifade, onların Allah'ı tanıdıklarına, ne var ki, Öldükten sonra dirilmeyi kabul etmediklerine, bu yüzden de diretip isyan ettiklerine delâlet eder. Ayetteki, "Bunun üzerine, hem onu, hem askerleriniyakalayıverdik ve denize attık..." ifadesine gelince, bu, O'nun şanının büyüklüğüne ve hükümranlığının azametine delalet eden susturucu sözler cümlesindendir. Cenâb-ı Hak onları, -her ne kadar, büyük kalabalık ve son derece fazla iseler de-, hakir kılmak ve onların sayılarını ve hazırlıklarını hafife almak için, bir şahsın, bir hamlede eline alıp da denize fırlattığı çakıl taşlarına benzetmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Orada sabit ve yüce (dağlar) vücuda getirmedik mi?" (Mürselat, 27); "Yerler, dağlar yerlerinden kaldırılıp da yekdiğerine bir çarpışla hepsi toz haline geldiği (zaman)" (Hakka, 14) ve "Allah'ın kadrini, layık olduğu tarzda bilemediler. Halbuki, Kıyamet günü bütün yeryüzü (ancak) O'nun kabzasindadır. Gökler de O'nun elinde dürülmüşlerdir" (Zümer, 67) ayetleri de bunun gibidir. Allah'ın bütün bunlardan maksadı, kendisine güç yetirilen herşeyin, ne kadar büyük olsalar dahi, kendi kudretine nisbetle önemsiz ve hakîr olduğunu anlatmaktır. Ayetteki, "Biz onları, ateşe davet eden öncüler yaptık..." ifadesine gelince, ehl-i sünnet âlimleri, Allahü teâlâ'nın, hayrın ve şerrin yaratıcısı olduğu hususunda, bu ayete de tutunmuştur. Cübbâi ise şöyle der: ifadesiyle, "Biz, onların halinin bu olduğunu belirttik ve onları bu şekilde adlandırdık..." manası kastedilmiştir." "Onlar, o çok esirgeyici Allah'ın bizzat kulları olan melekleri de dişi saydılar..." (Zuhruf, 19) ayeti de bu anlamdadır. Dilciler de, Arapça'daki ve (Fessakahû-behhalehû) ifadelerinin manasının, "o onu fâsık addetti; cimri olarak niteledi..." şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Yoksa, Allah onları imanlı olarak yarattı anlamında değildir. Çünkü Allah onları yaratırken, onlar "çocuk" idiler. Ka'bî de şöyle der: "Cenâb-ı Hak, onları, yaptıkları o şeylerle başbaşa bırakıp, cezalarını peşin olarak vermediği ve onlar kâfir oldukları halde, onları zorla bu işten alıkoymadığı için, "biz onları öncüler yaptık..." buyurmuştur. Bu tıpkı, ayet nazil olduğu zaman küfürlerini artırdıkları için, Cenâb-ı Hakk'ın, "Fakat (o sureler)... küfürlerine küfür katıp arttırdı... " (Tevbe, 115) ayeti gibidir. Bunun bir benzeri de şudur: Bir kimse, vermesi mümkün iken veren kimseye ağır gelen bir şeyi ister, o da cimrilik eder vermezse, isteyen kimseye, "onu cimrileştirdin" anlamında denir." Ebu Müslim ise şöyle der: "Bu ayetteki, "imamlar" kelimesinin anlamı, öne geçenler, liderler demektir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak onların azabını peşinen verince, onlar, kendilerinden sonra gelen kâfirler için öncü ve lider olmuş olurlar. Bil ki bu husustaki sözümüz, Cenâb-ı Hakk'ın, Meryem süresindeki, "Bizkâfirlerin başına, kendilerini alabildiğince tehyic eden şeytanlar gönderdik..." (Meryem, 83) ayetinin tefsirinde geçmişti. Onların, ateşe davet etmelerinin anlamı, o ateşi gerektiren küfür ve günahlara davet etmeleridir. Çünkü hiç kimse, kesinlikle ateşe çağırmaz. Allahü teâlâ onları, bu konuda öncüler olarak nitelemiştir; çünkü onlar, bu konuda zirveye ulaşmışlardır. Böyle olan herkes, bu konuda kendisine uyulan bir lider olmaya namzettir. Sonra Allahü teâlâ, o azabın, onların başına, kurtuluşları mümkün olmayan bir tarzda ineceğini beyan etmiştir ki, bu da, "Kıyamet gününde ise, asla yardım olunmayacaklardır" ayetinin ifade ettiği husustur. Yahut da bunun anlamı, "Dünyada iken cennete çağıran öncülerin Kıyamet gününde yardıma mazhar olmalarının aksine, onlara yardım olunmaz..." demektir. Cenâb-ı Hak, "Bununla beraber, dünyada onların arkalarına lanet taktık" buyurmuştur. Bu, "Allah'ın ve meleklerinin laneti onların üzerinedir" demektir. Cenâb-ı Hak, bu dünyada mü'minlere, onlara lanette bulunmayı emretmiş ve onların Kıyamet gününde de, makbuhînden, yani ilahi rahmetten uzaklaştırılmış ve lanetlenmiş kimselerden olduklarını beyan buyurmuştur. "Kubh", uzaklaştırmak demektir. Nitekim Leys şöyle der: "Arapça'da," Allah onu her türlü hayırdan uzaklaştırdı" anlamında, "Kabahahu'llâhu" denilir." Ibn Abbas (radıyallahü anh) da, tabirine "yüzleri kara olmak, gözleri de gömgök olmak suretiyle uğursuzluğa duçar kılınmışlardandır..." manasını vermiştir. Netice olarak diyebiliriz ki, birinci görüşte olanlar, "kubh "u, manevî bakımdan kubh'a, yani kovma, İlahî rahmetten uzaklaştırma manasına alırlarken, diğerleri bunu, şeklen ve sûreten çirkinlik manasına hamletmişlerdir. Bu hususta şu da ileri sürülmüştür: Allahü teâlâ, onların şekillerini çirkinleştirdiği gibi, amellerini de çirkinleştirmeyi, böylece onlarda bu İki kepazeliği birleştirmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, kendisine sımsıkı sarılmak gereken şeyin, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın getirdiği şey olduğunu beyan buyurarak, "Andolsun ki Musa'ya, evvelki nesilleri helak ettikten sonra, insanlar için basiretler, hidayet ve rahmet olmak üzere, o kitabı verdik..." buyurmuştur. el-Kitâb", Tevrat'tır. Allahü teâlâ onu, sayesinde, dinî konularda hakikatleri görecek olmaları açısından, "insanlar için basiret olmakla; kendisiyle istidlal olunduğu ve ona tutunanın, elde etmek istediği o mükâfaatı elde etmesi itibariyle "hidâyet" ve, kendisine kulluk eden kimselere karşı ilahî bir nimet olduğu için de, "rahmet" olarak vasfetmiştir. Ebu Said el-Hudri, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Allahü teâlâ, maymunlara çevirdiği o belde halkı hariç, Tevrat'ı indirdiğinden beri, hiçbir nesli gökten ve yerden gelen bir azâb ile helak etmemiştir...Kenzul-Ummal, 2/3020 Ayetteki, "Umulur ki onlar,nasihat kabul ederler, diye" cümlesine gelince, bu, "düşünmeleri için, tefekkür etsinler diye..." demektir. Kâdî şöyle der: "Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, her mükelleften bu mükellef onu ister tercih etsin isterse etmesin, tezekkürde bulunmasını istediğine delalet eder. Bu ifadede, "Cenâb-ı Hak, tezekkürü, ancak tezekkürde bulunanlardan ister; tezekkür etmeyenlere gelince, bunun onlardan sudûrunu kerîh görür" diyen Cebriyye'nin görüşünün iptal edilmesi bulunmaktadır. Halbuki, Kur'ân'ın nassı bu görüşü reddetmektedir." Biz diyoruz ki: Siz, Allahü teâlâ'nın, "Andolsun ki, cehennem için yarattık..." (A'raf, 179) ifadesini, netice manasına hamletmemiş miydiniz? Binâenaleyh, bu ifadenin burada da netice manasına hamledilmesi niçin caiz olmasın? Çünkü herkes için böyle bir tezekkür tahakkuk edecektir ki, bu da ahirette olacaktır. 44Âyetin tefsiri için bak:47 45Âyetin tefsiri için bak:47 46Âyetin tefsiri için bak:47 47"Musa'ya, o emri vahyettiğimiz vakit, sen batı tarafında değildin. Görenlerden de değildin. Fakat biz, (Musa'dan sonra) daha birçok nesiller yarattık da, uzun bir ömür sürdüler. Sen Medyen ahalisi içinde ikâmet edip, edici olup da ayetlerimizi onlardan okuyarak öğrenmiş de değilsin. Fakat rasul gönderip bu haberleri vahyeden biziz. (Musa'ya) nida ettiğimiz vakit de, sen, Tûr'un yanında değildin. Fakat sen, Rabbinden bir rahmet olarak gönderildin. Ta ki senden evvel, kendilerini uyaran (bir peygamber) gelmemiş olan bir kavmi sen inzâr edesin... Olur ki onlar, iyice düşünüp nasihatim kabul ederler. Kendi elleriyle öne sürdükleri şeyler yüzünden, Kıyamet günü başlarına azap geldiğinde "Ey Rabbimiz, keşke bize bir peygamber gönderseydin de, biz de ayetlerine uysaydık, mü'minlerden olsaydık" diyecek olmasalardı... (seni göndermezdik)" . Bil ki, bu ayetle ilgili birkaç soru vardır: Birinci Soru: Ayetteki ca'nib mevsûf, el-Garbî kelimesi ise sıfattır. O halde daha nasıl mevsûf, sıfatına muzâf kılınmıştır? Cevap: Bu, nahivciler arasında ihtilaflı bir meseledir. Basralılara göre mevsûfun sıfatına izafeti, ancak biraz sonra bahsettiğimiz hususi şartlar muvacehesinde caiz olur. Kûfelilere göreyse bu, kayıtsız şartsız caizdir. Basralıların delili şöyledir: Mevsûfun, sıfatına izafeti, bir şeyin, kendi kendisine izafetini gerektirir ki, bu doğru değildir. Binâenaleyh, bu da caiz değildir. Bu iki şeyin birbirleri arasındaki bu İlgi ve münasebeti şu şekilde izah edebiliriz: Sen meselâ, "Bana zarif Zeyd geldi" dediğinde, zarif lafzı, kendi zâtında muayyen, fakat, kendisi için akıllılığın meydana geldiği o lafza nisbetle ise, meçhul (bilinmeyen) bir şeye delâlet eder. Binâenaleyh sen, Zeyd'i açıkça söylediğinde, biz, kendisi için akıllılığın tahakkuk ettiği o kimsenin Zeyd olduğunu anlamış oluruz. Bu sabit olduğuna göre, şimdi sen kalkar da, Zeyd'i ez-Zarif kelimesine muzaf kılarsan, Zeyd'i yine Zeyd'e muzaf kılmış olursun. Halbuki, bir şeyin, yine kendisine izafet edilmesi caiz değildir. Binâenaleyh, mevsufun sıfatına izafe edilmesinin de caiz olmaması gerekir. Ancak ne var ki, bu kelimenin aksi pekçok lafız kullanılagelmiştir. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın bu ayeti (Kasas, 44) İle (Beyyine. 5) (Hakka. 51) ayetleridir. Yine, denilmektedir. Binâenaleyh, Basralılar, bunların tevillerinin şöyle olduğunu ileri sürmektedirler: Daha sonra da sözlerine devamla şöyle derler: Bu gibi yerlerde muzâfun ileyh durumunda olan kelime, sıfat değil, mevsûftur. Ancak ne var ki, mevsuf hazfedilmiş, sıfatsa onun yerine kâim olmuştur. Binâenaleyh, burada bakılır; eğer bu sıfat, o mevsûf için belirlenmiş ve tayin edilmiş gibiyse, böyle bir izafet caiz olur; aksi halde, makbul olmaz. Baksana, sen, "Yanımda yeni para vardır" manasında, (......) diyemezsin; ama, "fakih bir adama rastladım" anlamında (......) diyebilirsin. Çünkü fakihin, ancak bir insan olduğu malumdur. Ama ceyyid-yeni, taze olan, dirhem de olur, başka şeyler de olur. Bu böyle olunca, o zaman (......) şeklinde kullanılması caiz olur. Çünkü, kendisine "Cânib" kelimesinin muzaf kılındığı el-Garbî kelimesiyle nitelenen o şey ancak ya bir mekân ya da mekâna benzeyen bir şey olur. Binâenaleyh, hiç şüphesiz böyle bir izafet makbul olmuş olur. Diğerleri hakkındaki söz de aynıdır. Allah en iyi bilendir. İkinci Soru: Ayetteki "Musa'ya o emri vahyettiğimiz vakit..." cümlesi ne demektir? Cevap: Batı tarafı demek, Batı kıyısına düşen yer demektir ki, bu da Musa (aleyhisselâm)'nın mîkatının tahakkuk ettiği ve Allah'ın, levhalara emirler yazdığı Tûr dağındaki o yer demektir. Musa (aleyhisselâm) için hükmedilmiş olan emir ise, ona vahyedilen o emirler mecmuu vahiy demektir. .. "sen değildin... "ifadesiyle de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hitap edilmiştir. Buna göre mana, "sen bizim Musa (aleyhisselâm)'ya vahyettiğimiz o mekânda değildin ve sen, o vahye veya ona vahyedilen şeye şahit olanlardan da değildin..." şeklindedir. Bu böyledir, zira, şahidin mutlaka hazır olması gerekir. Bu şe şahit olanlar ise, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın o mîkat için seçip tercih ettiği nakiblerdir, temsilcilerdir. Üçüncü Soru: Cenâb-ı Hak, "Sen batı tarafında değildin..." deyince, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in orada bulunmadığı anlaşılmış olur. Çünkü şahidin, mutlaka bulunması gerekir. Binâenaleyh, daha yeniden ikinci kez, "Görenlerden de değildin" denilmesinin hikmeti nedir? Ctvap: İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: "Bu ifadenin takdiri şöyledir: "Sen orada bulunmadın. Şayet orada bulunmuş olsaydın da, o hâdiseleri müşahede edemezdin. Çünkü orada, müşahede etmeden ve görmeden de bulunmak mümkündür." Dördüncü Soru: Cenâb-ı Hakk'ın, "Fakat biz, (Musa'dan sonra) daha birçok nesiller yarattık..." buyruğu, bir önceki ifadeyle nasıl alâkalıdır ve hangi yönden, birinci cümleden istidrâk yapılmıştır?" Cevap: Ayetin manası şöyledir: "Ancak ne var ki, biz, Musa (aleyhisselâm)'nın devresinden senin dönemine kadar olan zaman arasında, pekook nesiller yarattık. Derken, onların ömürleri uzadı. Ve bu iş, senin içinde bulunduğun nesle, zamana kadar devam edegeldi. Gitgide bütün ilimler inkıraza uğradı. Binâenaleyh, seni onlara, peygamber olarak göndermek gerekti. Böylece de biz, seni peygamber olarak gönderdik ve sana, o peygamberlerin ve Musa (aleyhisselâm)'nın hallerini bildirdik, haberlerini anlattık..." Netice olarak diyebiliriz ki: Cenâb-ı Hak sanki, "Sen, Musa (aleyhisselâm)'ya ve onun başına gelenlere şahit olmadın. Ancak ne var ki, bütün bunları, sana biz vahyettik" demek istemiştir. Böylece Cenâb-ı Hak, fetret-i vahyi (vahyin kesintiye uğrama süresini) uzatmak demek olan o vahyin geliş sebebini zikretmiş, bununla neticeye işaret etmiştir. Binâenaleyh bu istidrâk, bundan sonra gelen iki istidrâke benzemektedir. Bil ki bu, o mucizeye dikkat çekmektedir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Senin, bütün bunları orada bulunmadan, onları müşahede etmeden ve onlardan bunu öğrenmeden haber vermende, senin peygamber olduğuna apaçık bir delalet bulunmaktadır" demek istemiştir ki, bu aynen, "Bize o Rabbinden bir mucize getirmeli değil miydi?" (Taha. 133) ayeti gibidir. Medyen Hakkında Bilginin Kaynağı (......) cümlesinin anlamı, "Sen orada mukîm değildin..." demektir. "Ayetlerimizi onlardan okuyorsun..." ifadesine gelince, bu hususta da şu iki izah yapılmıştır: a) Mukatil şöyle der: "Sen, Medyen halkının içinde bulunmadın ki, Mekkelilere onların haberlerini okuyuveresin... "Bizseni, Mekkelilere peygamber olarak gönderdik ve bu haberleri sana, biz indirdik (vahyettik). Eğer böyle olmasaydı, sen bu haberleri bilmezdin." b) Dahhak ise şöyle der: "Ey Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), sen, Medyen halkına, o kitabı okumak için gönderilmiş bir peygamber değilsin. Böyle yapan, başkasıdır. Ancak biz, her zaman bir peygamber gönderilen olduk. Ve derken, Medyen halkına Şuayb'ı, seni de peygamberlerin sonuncusu olasın diye, Araplara gönderdik. "Sen Dağın Yanında Değildin"in Manası Ayetteki, "Nida ettiğimiz vakit de, sen, Tûr'un yanında değildin..." ifadesine gelince, Cenâb-ı Hak bu ifadeyle, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya o münacaat gecesindeki nidasıyla, onunla konuşmasını kastetmiştir. "Fakat sen, Rabbinden bir rahmet olarak gönderildin..." Yani "Biz, sana Rabbinden bir rahmet olarak (bunları) öğrettik..." demektir. İsa İbn Ömer, ref ile (rahmetim) şeklinde okumuştur ki, bu takdirindedir. Müfessirler, ayetteki ifadesiyle ilgili olarak, şu diğer açıklamaları da yapmışlardır: 1)il yani, "Biz, Musa (aleyhisselâm)'ya, "Benim rahmetim her şeyi kuşatmıştır.... Onlar selâmete erenlerin ta kendileridir" (A'raf, 156-157) dedik" demektir. 2) İbn Abbas şöyle der: "Bunun manası şudur: "Biz, senin ümmetine, atalarının sulbünde iken, "Ey ümmet-i Muhammed, siz bana duâ etmeden önce duanızı kabul ettim. Benden istemeden önce size verdim. Ve benden, bağışlanmanızı istemeden önce sizi bağışladım" diye nida etmiştik..." O, sözüne devamla şöyle der: "Allah bunu, Hazret-i Musa, Rabbiyle mîkat için yetmiş kişiyi seçerken söylemiştir..." 3) Vehb İbn Münebbih şöyle der: "Allahü teâlâ, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya, ümmet-i Muhammed'in faziletlerinden bahsedince, Hazret-i Musa (aleyhisselâm), "Ya Rabbi, onları bana göster" dedi. Cenâb-ı Hak da, "sen onların zamanına ulaşamayacaksın. Ama, istersen, ben onların seslerini, sana duyurabilirim" buyurdu. Bunun üzerine Hazret-i Musa, "Evet, ya Rabbi" deyince Allah (c.c), "Ey ümmet-i Muhammed" diye seslendi. Bunun üzerine onlar da, Cenâb-ı Hakk'a, atalarının sulbünde iken cevap verdiler de, Allahü teâlâ, Hazret-i Musa'ya, onların seslerini işittirdi, sonra da, İbn Abbas'ın zikrettiği gibi, "Siz bana dua etmeden önce sizin dualarınızı kabul ettim..." buyurdu. Sehl İbn Sa'd, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Cenâb-ı Hakk'ın, "Musa'ya o emri vahyettiğimiz vakit, (habibim), sen batı tarafında değildin" ifadesi hususunda şöyle dediğini nakletmiştir: "Allahü teâlâ, mahlûkatı yaratmadan ikibin yıl önce, bir kitap, bir hüküm yazdı, o sonra da onu, Arşın üzerine koydu ve "Ey ümmet-i Muhammed, benim rahmetim gazabımı geçmiştir. Siz benden istemeden önce, ben size veririm; siz benden bağışlanmanızı istemeden önce ben sizi bağışlarım. Sizden kim, Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in O'nun kulu ve peygamberi olduğuna şehâdet ederek benim huzuruma gelirse, onu cennetime sokarım" diye nida etti. Ayetteki "Ta ki senden evvel, kendilerini uyaran (bir peygamber) gelmemiş olan bir kavmi sen inkâr edersin" ifâdesine gelince el-lnzâr, yazılan günahlara karşı, ilahî ceza ile korkutmak demektir. Bil ki, Allahü teâlâ, Musa (aleyhisselâm)'nın kıssasını anlatınca, H. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), "Batı tarafında değildin. Medyen halkı içinde ikamet etmedin ve Tûr tarafında da değildin" buyurmuş, bu üç ifadenin üçünü de zikretmiştir. Çünkü bu üç durum, Musa (aleyhisselâm) için tahakkuk eden büyük hadiselerdir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Musa'ya o emri vahyettiğimiz vakit..." ifadesiyle, Tevrat'ın indirilmesi kastedilmiştir. Tevrat'in inmesi sayesinde de, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın tebliğ ettiği din kemâle ermiş, şeriatı yerleşmiştir. Ayetteki, "Sen ikâmet edici değildin" ifadesi ile de, bu işin başlangıcı kastedilmiş olup, buna göre, kastedilen mana, "Biz o Musa (aleyhisselâm)'ya, o işin ortasında nida ettik" şeklinde olup, bu nida edilen orta iş te, münacâtın yapıldığı gecedir. Araplara Önce Peygamber Geldi mi? Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu işler olurken orada bulunmadığını, beyan buyurunca, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i peygamber olarak gönderdiğini ve ona, alemlere rahmet olsun diye, bu durumları öğrettiğini bildirmiş, daha sonra da bu rahmeti "Ta ki senden evvel, kendilerine inzâr edici (bir peygamber) gelmemiş olan bir kavmi sen inzâr edesin" ifadesiyle açıklamıştır. Alimler bunun ne demek olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları, "Allah onlara, onlardan bir peygamber göndermemişti..." manasını verirken, bazdan da, "Peygamberlerin delilleri onlar için de geçerliydi. Ancak ne var ki, Allahü teâlâ o delilleri onlara bulup gösterecek olan kimseyi göndermemişti" demişlerdir. Diğer bazıları da şöyle der: "Mükellefiyetler hususunda, oraya bir fetretin girmiş olması, böylece Allahü teâlâ'nın Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, o mükellefiyetleri anlatmak ve o fetreti sona erdirmek için peygamber olarak göndermiş olması uzak bir ihtimal değildir. Cenâb-ı Hakk'ın (......) ifadesine gelince, Keşşaf sahibi şöyle der: Birinci (Leylâ), "imtinâiyye" olup, bunun cevabı mahzûftur. İkincisi ise, teşvik içindir. ifadesindeki fa. atf içindir. (......) ifadesinde, (......)'nın cevabı yatmaktadır. Çünkü bu ifade, bir şeyi emretmenin o işi yapmaya sevkedici olması bakımından, emir hükmündedir. "Sevkeden ve "teşvik eden" ise, aynı vadiden, aynı manadandır. Binâenaleyh, buna göre mana, "Şayet onlar, daha önce işlerinin, oldukları şirk ve günahları sebebiyle (kıyamet günü) olunduklarında, bu şekilde, aleyhimize hüccet getirecek, "keşke bize de bir peygamber gönderseydin" demeyecek olsalardı, biz onlara peygamber göndermezdik" şeklinde olur. Yani, "Biz, o Resulü, işte böyle bir mazereti sona erdirmek için gönderdik" demek olup, bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ta ki peygamberlerden sonra İnsanların Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın" (Nisa, 165), "Ta ki, "Bize ne bir rahmet müjdeci, ne de bir azab habercisi gelmedi" demenize (meydan vermesın..)" (Maide. 19) ve "Ey Rabbimiz, bize bir peygamber gönderseydin de şu zillete ve rüsvayhğa uğramamızdan evvel ayetlerine tabi olsaydık ya!" (Taha. 134) ayetleri,gibidir. Bil ki, Allahü teâlâ, "Onlar, böyle bir mazeret beyan etmeyecek olsalardı, biz peygamber gönderecek değildik" dememiş, tam aksine "şayet onlara bir musibet gelmemiş ve böylece de bu mazereti öne sürmemiş olmasalardı, biz peygamber gönderecek değildik..." buyurmuştur. Allah, şu nükteden dolayı böyle ifade etmiştir: "Onlar şayet, dinlerinin bâtıl olduklarını bildikleri halde, meselâ, bir ceza görmemiş olsalardı, böyle diyecek değillerdi. Tam aksine onlar bu sözü, başlarına o ilahi ceza geldiği için söylemişlerdir. Böylece bu, onların bu mazereti, küfürlerine dair bir pişmanlık duyduklarından dolayı getirmediklerine, tam aksine, onların bunu, o ilahî cezaya takat getiremedikleri için söylediklerine delalet eder ki, bunda da, onların küfürlerinin iyice yerleşmiş olduğuna ve o küfrün onların içinde kök salıp yerleştiğine bir dikkat çekme bulunmakta olup, bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Geri gönderilseler büe, yine vazgeçirilmek istendikleri şeylere döneceklerdir..."(Enam,28) ayeti gibidir. Bu ayette ilgili birkaç mesele vardır: Cübbâi, lütuf fiillerinin vacib oluşuna dair bu ayetle istidlal ederek şöyle der. "Şayet bu, vâcib olmasaydı, o zaman onların "Bize bir peygamber gönderseydin de, ayetlerine tâbi olsaydık..." (Taha, 134) deme hakları olmazdı. Zira inanmalarına kesin olarak vesile olacak şeyin kendilerine gönderilmemesi de lütfün vücubuna muhalif olanlara göre- caizdir. Yaratılmasında fayda olma mümkin de mutlaka yaratılır. Ka'bî bu ayetle, Allahü teâlâ'nın, kullarının mazeretlerini kabul edeceğine istidlal etmiş ve şöyle demiştir: "Durum, ehl-i sünnetin söylediği gibi, Allah'ın hüccetleri kabul etmeyeceği şeklinde değildir. Bununla, Hak teâlâ'nın "O (Allah) yaptığından sorumlu tutulmaz" (Enbiya, 23) ayetinden kastedilenin ehl-i sünnetin zannettiği mana olmadığı ortaya çıkar. Allah'ın kullarının mazeret ve hüccetlerini kabul edeceği sabit olunca,kulun flitini Allah'ın yaratmamış olması gerekir. Aksi halde kâfir, Allah'a karşı en büyük hüccete sahip olurdu." Kadi'nin Bazı iddialarına Cevap Kâdî şöyle der: "Ayetin bu ifadesinde, şu yönlerden Cebriye'nin görüşünün batıl olduğuna delil vardır: 1) Onlara kalsa, insanların hakka tabi olmaları ve imanları, Allah'ın bu imanı onların kalblerinde yaratmasına bağlıdır, ister resul gönderilsin, ister gönderilmesin (halbuki ayet resul göndermenin önemini bildirmektedir). 2) İster peygamber gönderilsin, ister gönderilmesin, Allah insanlarda, buna dair bir kudret yarattığında, bu işlerin meydana gelmesi gerekir. 3) Onlara ister peygamber gönderilsin, ister gönderilmesin, Allah bu işin olmasını istediğinde, bu işin olması gerekir. O halde, Cebriyye'nin (ehl-i sünnetin) "Bu, "eğer onların fiillerinin, Allah'ın mahlûku olduğunu kabul etme halindedir" şeklindeki sözlerinin ne manası vardır? Kâdî'ye şöyle denebilir: "Farzet ki sen yaratma ve irade meselesinde, (ehl-i sünnete) karşı çıkıyorsun. Fakat, "ilim" meselesinde, onlarla aynı görüştesin. Dolayısıyla Allah o insanlardan inkarın sâdır olacağını bildiği zaman, bunun meydana gelmesi gerekir mi gerekmez mi? Eğer gerekmezse, o zaman, Allah'ın o inkarın, meydana geleceğini bilmesine rağmen, meydana gelmemesi mümkün olmuş olur. Halbuki bunun mümkün olduğunu söylemek, iki zıt şeyi aynı anda kabul etmek demektir. Eğer o inkarın meydana gelmesi gerekirse, o zaman bizim aleyhimize delil getirdiğin şey, senin aleyhine de delil olur. Bil ki Kâdî'nin sözü her nekadar güzel ve kuvvetli ise de, bu kendisinden kurtuluş olmayan tenakuz ihtiva ediyorsa, akıllı olan bir kişi, nasıl olur da ona itimat edebilir? 48Âyetin tefsiri için bak:55 49Âyetin tefsiri için bak:55 50Âyetin tefsiri için bak:55 51Âyetin tefsiri için bak:55 52Âyetin tefsiri için bak:55 53Âyetin tefsiri için bak:55 54Âyetin tefsiri için bak:55 55"(Fakat) şimdi onlara tarafımızdan o hak gelince, "Musa'ya verilenler gibi, ona da verilmeli değil miydi?" derler. Onlar, daha evvel Musa'ya verileni inkâr etmediler mi? "iki sihir birbirine destek oldu" dediler. Keza, "Doğrusu biz hepsini inkâr edicileriz" dediler. De ki: "Eğer sâdık kimseler iseniz, Allah tarafından bu ikisinden daha doğru bir kitap getirin de, ben ona uyayım" Sana yine icabet etmek istemezlerse, bil ki onlar sırf heva-ü heveslerinin arkasında gitmektedirler. Halbuki Allah'tan bir delil olmaksızın, kendi hevâsma uyandan daha sapık kim olabilir? Şüphe yok ki Allah zâlimler duyurduk. Bundan evvel kendilerine kitap verdiğimiz kimseler buna inanmışlardır Onlara (Kur'ân) okunduğu zaman, "Buna inandık, şüphesiz ki bu Rabbimizden gelen bir haktır. Gerçekten biz, bundan evvel de İslâm'ı kabul etmiş kimselerdik" derler. İşte bunlara, sabır ve sebat etmelerinden ötürü iki kat mükâfaat verilecektir. Bunlar kötülüğü iyilikle defederler. Kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infâk ederler. Bunlar boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirdiler ve "Bizim amellerimiz bize, sizin amellerini size aittir. Size selam (olsun). Biz câhillere bulaşmaya tenezzül etmeyiz” derler”. Bil ki Allahü teâlâ, onların, korktukları zaman, "Hey Rabbimiz, bize bir peygamber gönderseydin de, şu zillete ve rüsvaylığa uğramamızdan evvel ayetlerine tabî olsaydık ya" (Taha, 134) dediklerini nakledince, Mekkelilere peygamber gönderdiğinde de Mekkelilerin, "Musa'ya verilen (mucizeler) gibi, ona da verilmeli değil miydi?" dediklerini beyan etmiştir. Binâenaleyh bu kâfirler, peygamber gönderilmezden önce bir şüpheye, gönderildikten sonra da başka bir şüpheye tutunmaktalar. Böylece haktan sapma ve inadlaşma dışında herhangi bir maksatlarının olmadığı ortaya çıkmış oluyor. Ayetteki, "Onlara tarafımızdan hak gelince..." ifadesi, "Onlara, diğer mucizelerin yanı sıra, mucize olan bir kitapla tasdik edilmiş o peygamber geldiğinde bu peygambere "toptan indirilen kitap, âsânın yılana, elin bembeyaz hale dönüşmesi, denizin yarılması, bulutun onları gölgelemesi, taşın yarılıp su fışkırması, kudret helvası ve bıldırcın etinin indirilmesi, Allah'ın Musa (aleyhisselâm) ile konuşması, levhalarda emirler yazılması ve diğer mucize ve ayetler gibi, Musa (aleyhisselâm)'ya verilen şeylerin aynısı verilmeli değil miydi?" derler, işi sarpa sardırmak ve yokuşa sürmek için bazı isteklerde olunurlar. Bu tıpkı onların, "Ona bir hazine indirilmeli değil miydi, yahut kendisiyle birlikte bir melek gelmeli değil miydi" gibi sözler söylemeleri" gibidir. Bil ki onların istedikleri şeylerin meydana gelmesi gerekli değildir. Çünkü peygamberlerin mucizelerinin aynı olması ve onlara indirilen kitapların benzer şekilde gelmesi gerekmez. Çünkü kulların menfaati Tevrat'ın toptan indirilmesinde, Kur'ân'ır ise parça parça indirilmesindedir. Yahudilerin Vaktiyle Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı İnkârları Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların bu şüphelerine "Onlar daha evvel Musa'ya verileni inkâr etmediler mi?" diyerek karşılık verilmiştir Alimler "inkâr etmediler mi?" ifadesindeki "onlar" zamirinin kime râcî olduğu hususunda şu değişik izahları yapmışlardır: 1) Yahudiler, Kureyş'e, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya verilen mucizelerin aynısını getirmesini istemelerini söylediler. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak "Onlar, daha evvel Musa'ya verileni inkâr etmediler mi?" buyurdu. Bu, "Ey, o apaçık net mucizelere rağmen, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın karşısına böyle bir istekle çıkan yahudiler, sizler de onu inkâr etmemiş miydiniz?" demektir. 2) Bu talepte bulunanlar, "Mekke kâfirleridir. Hazret-i Musa (sallallahü aleyhi ve sellem)'yı inkâr edenler de, onun zamanında olan kimselerdir. Fakat Allahü teâlâ onları, aynı kabul etmiştir Çünkü bunların hepsi de, küfürde ve işi sarpa sarmada aynıdırlar. 3) Kelbî şöyle der: Mekke müşrikleri, Medine yahudilerine, Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm)'in durumunu sorup araştırmak için bir heyet gönderdiler. Bunun üzerine onlar. "Biz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, aynen Tevrat'ta bahsedilen sıfat ve özellikleri ile bulmaktayız" dediler. Heyet, Mekke müşriklerine dönüp, yahudilerin söylediklerin haber verince, Mekke müşrikleri, "Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), nasıl bir sihirbaz ise, o (Musa (aleyhisselâm) da) bir sihirbazdı" dediler. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Onlar, daha evvel Musa'ya verileni inkâr etmediler mi?" buyurmuştur." 4) Hasan el-Basrî şöyle der: "Arapların, tâ Hazret-i Musa (aleyhisselâm) zamanında soyla-vardı. Buna göre ayetin manası, "Bu Mekke müşriklerinin ataları da, Musa (aleyhisselâm) ve Hârun (aleyhisselâm) haklarında, "Onlar iki sihirbaz" diyerek kâfir olmamışlar mıydı?" şeklinde olur" 5) Katade şöyle der: "Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanındaki o yahudiler, daha önce Hazret-i Musa (aleyhisselâm) 'ya verilmiş olan, Hazret-i İsa (aleyhisselâm) ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ilgili müjdeleri inkâr edip, "onlar iki sihirbazdır" dememişler miydi?" 6) Bence en açık görüşe göre, Kureyş ve Mekke kâfirleri bütün peygamberler inkâr ediyorlardı. Sonra buna rağmen, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın mucizeleri gibi mucizeler getirmesini isteyince, Allahü teâlâ, "Onlar daha önce sırf Musa (aleyhisselâm)'ya verilenleri inkârla kalmayıp, bütün peygamberlere verilenleri inkar etmemişler miydi?" demiştir. Böylece biz, onların bu İstekteki maksatlarının, işi yokuşa sürmek olduğunu anlamış oluyoruz. "İki Sihir Birleşti" İddiaları Daha sonra Cenâb-ı Allah, onların Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya verilenleri nasıl inkâr rini şu iki şekilde anlatmıştır: a) Onlar, "Bunlar birbirini destekleyen iki sihirbazdı" demişlerdir. İbn Kesir, Ebu Aar. Medine kurrâsı, bunu elif ile "sahirâni" şeklinde okurlarken; Kûfeliler, elifsiz Arak "sihrânı" (iki sihir) şeklinde okumuşlardır. Alimler, bu iki sihrin (sihirbazın) demek olduğu hususunda şu izahları yapmışlardır: Bununla, birbirlerine destek olan, Hazret-i Harun (aleyhisselâm) ve Hazret-i Musa (aleyhisselâm) kastedilmiştir, (......) kelimesi, karışılıklı yardımlaşma, destek olma manasına olup, bu kelime idğâm ile (......) şeklinde; "Sahirani" ifadesi de, "sihirli-büyülü" manasında olarak, "sihrâni" şeklinde de okunmuştur. Onlar, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ve Hazret-i Harun (aleyhisselâm)'u alabildiğine sihirbaz olarak nitelemek için, onları "bizzat sihir" olarak ifade etmişlerdir. Pek çok müfessir ise sihrani (iki sihir) şeklinde okunması halinde, bu kelime ile, Kur'ân ile Tevrat'ın kastedildiğini söylemişlerdir. Ebu Ubeyde, elifli olan kıraati tercih etmiş ve "Çünkü insanların ve fiillerinin taatirine destek olması, kitapların birbirine destek olmasından daha uygundur" deniştir. Buna şöyle cevap verebiliriz: "Daha evvel de beyan ettiğimiz gibi, "sihrâni" İadesini o iki adam (Musa (aleyhisselâm) ile Harun (aleyhisselâm) manasına almak mümkündür, bununla, iki kitabın kastedilmiş olduğu farzedilse bile, bu iki kitaptan herbiri diğerini takviye ettiği için, mecazî olarak, "O ikisi birbirine destek oldular" denilmesi akıldan uzak birşey değildir. Bu tıpkı senin, "Haberler birbirlerini destekliyor" demene benzer. Bu izah, ancak biz ayetteki, "Onlar daha evvel Musa'ya verileni inkâr etmediler mi?" ifadesini, ya Mekke kâfirleri manasına, yahut da Hazret-i Musa (aleyhisselâm) zamanındaki Kafirleri manasına aldığımızda geçerli olur. Ayetin siyakına uygun düşenin de bu olduğunda şüphe yoktur. b) "Onlar, "Doğrusu biz hepsini inkâr ediyoruz" dediler." Bu, "Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, Musa (aleyhisselâm)'ya ve diğer peygamberlere indirilenleri inkâr ediyoruz" demektir. sözün, yahudilere değil de, ancak müşriklere uygun düşeceği malum olup, bu, O müşrikler, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın onca mucizesine rağmen, onu yalanladıklarına göre, her nekadar hüccetleri açık olsa bile, aynı inkârı Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yapmalarına "ne manîdir?'demektir. Cenâb-ı Hak, onların bu şüphelerini cevaplayınca, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Doğruluğuna delil olacak şeyi getirerek De ki: "Eğer sadık kimseler iseniz, Allah tarafından bu ikisinden daha doğru bir -.tap getirin de, ben ona uyayım..." buyurmuştur. Bu, onların, onun aynısını getirmekten aciz olduklarına dikkat çekmedir. Zeccâc şöyle der: "Şartın cevabı olarak, (Ben ona uyayım) ifâdesi, meczûm okunmuştur. Bunu merfû okuyan, ifadenin takdirini şeklinde yapmış olur." Cenâb-ı Allah sonra, "Sana yine icabet etmek istemezlerse..." buyurmuştur. İbn Abbas, "Allahü teâlâ, bununla, "Eğer onlar, senin getirdiğin hüccetleri tasdik etmezlerse..." manasını kastetmiştir" derken, Mukâtil, "Eğer onların, bu ikisinden daha doğru bir kitap getirmeleri mümkün değilse..." manasını vermiştir ki bu mana, ayete daha uygundur. Buna göre, "icabet (kabul), bu duanın (isteğin) yapılmış olmasını gerektirir. Burada duâ nerede?" denilirse, biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir kitap getirin" ifadesi bir emirdir. Emir ise, o işi yapmaya bir davet (bir istek)tir. Cenâb-ı Allah sonra "Bil ki onlar sırf, hevâ-ü heveslerinin arkasında gitmektedirler" buyurmuştur. Bu, "Onlar, artık susmak mecburiyetinde bırakıldılar. Artık geriye sadece nevalarının peşinden gitme kalmıştır" demektir. Allahü teâlâ sonra, onların bu yollarının, "Halbuki Allah'tan dosdoğru bir delil olmaksızın, kendi nevasına uyandan daha sapık kimdir?" buyurarak bozuk olduğunu beyan etmiştir. Bu, taklidin yanlışlığına dair delillerin en büyüklerindendir ve mutlaka istidlal ve delil getirmenin gerekli olduğunu gösteren bir ifadedir. "Şüphe yok ki Allah zâlimler güruhunu muvaffak etmez." Bu ifade, "Hiç şüphe yok ki şirk, büyük bir zulümdür" (Lokman, 13) ayetinden ötürü, bütün kâfirleri içine alır. Ehl-i sünnet âlimlerimiz bu ayeti, Allah'ın hidayetinin mü'minlere has olduğuna delil getirmişlerdir. Mu'tezile şöyle demiştir: Lütuf fiillerinin bir kısmının mutlak olarak verilmesi güzeldir. Bir kısmının ise, ancak lütfedilecek şahsın imanından sonra yapılması güzel olur. Bunun delili, Hak teâlâ'nın "Allah, hidayeti kabul edenlerin hidayetini artırmıştır" (Muhammed, 17) ayetidir. Binâenaleyh Hak teâlâ'nın, "Şüphe yok ki Allah zâlimler güruhunu muvaffak etmez" buyruğu, bu ikinci hususla ilgilidir. Bunu birincisine hamletmek caiz değildir. Çünkü Allahü teâlâ önceki ayette, peygamber göndermemenin onlar için oir mazeret sayılacağını beyan ettiğine göre, onları hidayete erdirmemesi, onlar için haydi haydi bir mazeret olur." Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetini, ayetin bu ifadesiyle beyan edince, "Andolsun ki biz onlar için sözü birbiri ardınca indirip duyurduk" buyurmuştur. Sözün "tavsîl"i, peşpeşe getirilmesidir. Bu,"Onları peşpeşe getirdi" ifadesindendir. Bu peşpeşe getirmeden, "Biz Kur'ân'ı, daha fazla va'z-u nasihat olsun ve hatırlatmaya vesile olsun diye, parça parça, peşpeşe indirdik" manasının kastedilmiş olması muhtemeldir. Çünkü böylece insanlar, her gün başka bir hikmete muttali oluyor, yeni bir fayda öğreniyorlardı. Böylece de, hatırlamaya, va'z-u nasihat almaya o nisbette yakın bulunuyorlardı. Mânânın böyle olması halinde bu, onların, "Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya kitabın toptan verilmiş olması gibi, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e de kitabı toptan verilmeli değil miydi?" şeklindeki sözlerine bir cevap olmuş olur. Bununla, "Biz, va'z-u nasihat alma, böylece de küfürden iyice vazgeçmeleri için, peygamberlerin haberlerini ve peygamberleri inkâr eden kâfirlerin nasıl helak olduklarına dair kıssaları peşpeşe getirdik" manasının kastedilmiş olması da muhtemeldir. Yine mananın, "va'z-u nasihat almaları için, Kur'ân'ın mucize olduğuna dair delilleri tekrar tekrar ortaya koyduk" şeklinde olması da muhtemeldir. Cenâb-ı Allah, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğine dair delilleri getirince, bu hususu "Bundan evvel, yani Kur'ân gelmezden önce kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, buna inanmış, yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i kabul etmişlerdi." Binâenaleyh kitapları tanımayanların, haydi haydi teslim olması gerekir" diyerek te'kid etmiştir. Alimler "kitap verdiğimiz kimseler" ifadesiyle kimlerin kastedildiği hususunda şu değişik izahları yapmışlardır: 1) Katâde şöyle der: "Bu ayet, ehl-i kitaptan, hak şeriat üzere olan ve o şeriata tutunan, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilince, onu da tasdîk eden kimseler hakkında nazil olmuştur. Selman-ı Fârisi ile Abdullah b. Selâm (radıyallahü anha)m) bunlardandır." 2) Mukâtil şöyle der: "Bu ayet, İncil'e inananlardan kırk kişi hakkında nazil olmuştur ki, bunlar, Cafer b. Ebi Talib (radıyallahü anh) ile birlikte Habeşistan'dan gelen o geminin yolcularıdır." 3) Rifa'a b. Kurayza bunun, on kişi hakkında indiğini ve kendisinin onlardan biri olduğunu söylemiştir. Fakat burada nazar-ı dikkate alınacak şeyin, sebeb-i nüzulün hususiliği değil, lafzın umumiliği olduğunu biliyorsun. Binaenaleyh kendisinde ve hakkında bu özellik bulunan herkes, ayetin hükmüne dahildir. Daha sonra Allahü teâlâ, bunların imanlarının çok güçlü olduğuna delalet edecek şayi naklederek, "Buna inandık. Şüphesiz ki bu Rabbimizden gelen bir haktır. Gerçekten biz, bundan evvel de İslâm'ı kabul etmiş kimselerdik" dediklerini Delmiştir. Ayetteki "Bu Rabbimizden gelen bir haktır" ifadesi, bir sebep manası taşır, yani, "Bunun Allah katından bir hak olması, ona iman etmeyi gerektirir" demektir. Ayetteki, "Biz, bundan evvel de İslâm'ı kabul etmiş kimselerdik" ifadesi de onların, "Buna inandık" şeklindeki sözlerinin bir izahı gibidir. Çünkü bu imanın, zamanının yakın veya uzak olması muhtemeldir. Bundan dolayı onlar, buna eskiden beri inandıklarını haber ve vermişlerdir. Bu onların, Hazret-i Muhammed'in geleceğine dair müjdeyi önceki peygamberlerin kitaplarında da görmüş olmalarından ötürüdür. Daha sonra Cenâb-ı Hak onları şu büyük övgüyle anarak, "işte bunlara, sebat etmekten ötürü iki kat mükâfaat verilecektir" buyurmuştur. Alimler bu hususta şu izahları yapmışlardır: 1) Onlara, bir, Hazret-i Muhammed peygamber olarak gönderilmezden önce onu bekleyip, ona iman ettikleri, bir de peygamber olarak gönderildiğinde ona iman ettikten için iki kat mükâfaat verilecektir. Bu, doğruya en yakın olan görüştür. Çünkü Allahü teâlâ, onların, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderildikten sonra, onu tasdik edip, ona iman ettiklerini beyan buyurunca, onların, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilmezden önce de iman etmekte olduklarını beyar buyurmuş, sonra da onların ücretlerinin iki kat olduğunu bildirince, ayetin bu manaya alınması gerekir. 2) Onlar, bir Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den önce yaşamış olan peygamberlere imar ettikleri, bir de Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman ettikleri için, iki kat ücreti haketmişlerdir 3) Mukâtil şöyle der: "Bunlar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman edince, müşrikler onlara sövüp-saymışlar; ama onlar müşriklerin sözlerine aldırmamışlardır. Bundan dolayı, bir aldırmayışlarına, bir de iman edişlerine karşılık onlara iki ücret verilmiştir." Rivayet olunduğuna göre, onlar müslüman olunca, Ebu Cehil onlara lanet etmiş, ama onlar ona cevap vermemişlerdi. Süddî ise şöyle der: "Yahudiler, Abdullah b. Selam'ı ayıplayıp, ona sövüp saydıkça, o, "Selam size" deyip geçmiştir." Kötülüğü İyilikle Uzaklaştırma Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Bunlar kötülüğü iyilikle defederler" buyurmuştur ki, bu, "Onlar, daha önce işlemiş oldukları günahları, taa: yaparak telafi ederler..." demektir. Bununla, "Onlar, kendilerine yapılan işkencelere affetmek ve aldırmamak suretiyle karşılık verirler" manasının kastedilmiş olmas muhtemel olduğu gibi, bu "hasene" (iyilik) lafzı ile, onları günahlardan kaçınmalar manasının kastedilmiş olması da muhtemeldir. Çünkü günahtan kaçınmak da bir "hasene"dir. Yine bununla, yapılmaması halinde seyyie (kötülük) olan şeyler de bertaraf edilmiş olur. Bununla, tevbe etme, pişman olma ve tevbeyi sürdürmeni kastedilmiş olması da muhtemeldir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infak ederler' buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ, onları önce iman ile, "Bunlar kötülüğü iyilikle defederler" ifadesiyle bedenî; "Rızıklandırdığımız şeylerden infak ederler" ifadesiyle mâfî İbadetlere sahip kimseler olarak medh-ü sena etmiştir. Kâdt şöyle der: "Bu medh haramın rızık olmayacağına delalet eder." Kadî'ye şöyle cevap veririz: Bu ifadedeki (...den), ba'ziyyet (kısmiyyet) ifade eden bir kelimedir. Dolayısıyla bu, onların rızıklandırıldıkları şeylerden bir kısmını infâk etmek suretiyle bu medhe müstehak olduklarına delalet eder. Bu durumda, Kâdî'nin yapmış olduğu istidlal düşer. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bunların taat ve güzel işlerle nasıl meşgul olduklarını anlattıktan sonra, cahillerden nasıl yüzçevirdiklerini de anlatarak, "Bunlar, boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler" buyurmuştur. "Lağv", aldırılmaması ve terkedilmesi gerekli olan, abes vesaire şeylerdir ki, onlar, böyle şeyleri duyuyor, ama buna girmiyor, aksine güzel bir şekilde, aldırmaksızın çekip gidiyorlardı. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, onların, "Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size aittir. Size selam (olsun)" dediklerini bildirmiştir. Bu ifade hakkında Hasan el-Basri'nin şu sözü ne güzel: "Selam, mü'minler arasında bir selamlaşma, kâfirlere (câhillere) karşı ise, bir kurtulma için kullanılır. Bunun bir benzeri de "Rahman'ın kulları, yeryüzünde vakarla yürürler, cahiller onlara hitap ettiklerinde de "selam" derler" (Furkan, 63) ayetidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu hususu, onlardan naklettiği, "Biz cahilleri aramayız" ifadesiyle te'kid etmiştir. Bu ifade ile, "Biz bâtıla, bâtılla karşılık vermeyiz" manası kastedilmiştir. Bazı kimseler, ayetteki bu ifadenin, "kıtal" (savaş) emriyle neshedildiğini ileri sürmüşlerdir, ama bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü savaşmak vâcib ise de, sefihliği bırakmak da mendubtur. 56Âyetin tefsiri için bak:57 57"Sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin. Fakat Allah dilediğine hidayet eder ve O, hidayete erecekleri daha iyi bilendir. Dediler ki: "Eğer biz, seninle birlikte hidayete uyarsak, derhal yerimizden yurdumuzdan olur, bir çırpıda imha ediliriz. Biz onları tarafımızdan bir rızık olarak herşeyin mahsullerinin gelip toplanacağı korkusuz bir haremde yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler" Bil ki Hak teâlâ'nın, "Sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin. Fakat Allah dilediğine hidayet eder..." beyanı ile ilgili birkaç mesele vardır: Bu ayetin zahirinde Ebu Talibin kâfir olduğuna bir delâlet yoktur. Zeccac şöyle demektedir: "Müslümanlar, bu ayetin Ebu Talib hakkında nazil olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü o ölürken, "Ey Abdimenafoğulları, Muhammed'e itaat edip, onu tasdik edin ki kurtulasınız, doğruya ermiş olasınız" demişti. Bunun üzerine Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), "Onlara iyiliği, kendileri için güzel olanı emrediyor, fakat aynı nasihati kendine yapmıyorsun" deyince, Ebu Talib, "Ey kardeşimin oğlu, ne istiyorsun?" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) "Senden tek kelime istiyorum. Zira dünyada son gününü yaşıyorsun. Senin "lâilâhe illallah" demeni istiyorum. (Eğer bunu dersen), Allah yanında senin için bu hususta şâhid olurum" dedi. Ebu Talib de, "Değerli yeğenim, senin sâdık olduğunu biliyorum. Fakat "ölürken kalbi yufkalaştı, ısrara dayanamayıp söyledi" denilmesinden hoşlanmam. Eğer benden sonra senin ve soyun hakkında, bir aşağılama, sövüp-sayma söz konusu olmasaydı, senin hayırhahlığına ve teessürüne bakarak, mutlaka bu sözü söyleyerek seni sevindirirdim. Fakat, büyüklerimiz Abdulmuttalib, Haşim ve Abdimenaf'ın dini üzere ölmek istiyorum" dedi." Hak teâlâ bu ayette, "Sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin" buyurmuş; bir başka ayetinde ise, "Şüphesiz sen, dosdoğru bir yola hidayet edersin" (şûra, 52) buyurmuştur. Bu iki ifade arasında bir tezat yoktur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e nisbet ettiği, yapacağını söylediği "hidayet", davet ve açıklamadır; ona nisbet etmediği "hidayet ediş" ise, imana göğsü açma ve muvaffakiyyet verme manasındaki hidayettir. Zira bu imana muvaffakiyyet ve göğsü açma, kalbe verilen ve sayesinde kalbin hayat bulduğu bir nurdur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanlar arasında yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimse..."(En'am, 122) buyurmuştur. Ehl-i sünnet âlimlerimiz, hidayet ve delalet konusunda bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Ayetteki, "Sen, sevdiğini hidayete erdiremezin. Fakat Allah dilediğins hidayet eder" ifadesi, her iki "hidayet"in de aynı manaya olmasını gerektirir. Çünkü "Sen hidayete erdiremezsin" ifadesindeki hidayet ile bir şey; "fakat Allah dilediğine hidayet eder" ifadesindeki hidayet ile başka birşey kastedilmiş olsaydı, o zaman ayetin nazmı bozulurdu. Hem sonra ayette gecen hidayet ile, ya delillerin açıklanması, ya cennete davet, veya cennetin yolunu tarif, yahut kalblerde mecburî (zarûrî-kesin) olarak marifetullahı yaratmak, veyahut da kalblerde, mecburî olmaksızın marifetullah kastedilmiştir. Bununla "delillerin beyan edilmesi" manasının kastedilmiş olması mümkün değildir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu manada herkese "hidayet" etmiştir. Binâenaleyh bu hidayet, Cenâb-ı Hakk'ın bütün insanlar için söz konusu olmadığını bildirdiği o hidayetten başkadır. "Cennete davet" manasındaki hidayet hakkındaki sözümüz de böyledir. "Cennetin yolunu tarif" manasındaki hidayet de bu ayetten kastedilmemiştir. Çünkü Allahü teâlâ, bu hidayeti kendi meşîetine bağlamıştır. Cennetin yolunu tarif ise, Allah'ın meşîetine bağlanmamıştır. Çünkü cennetin yolunu tanıtma işi Allah'a vâcibtir. Vâcib olan ise, meşîete (iradeye) bağlanamaz. On dinar borcu olan kimsenin, "İstersem bu on dinarı veririm" demesi doğru değildir. Zorlama, mecbur etme manasındaki hidayet de caiz değildir. Çünkü böyle bir şey, onlara göre, mükellefler hakkında, Allah'tan sadır olması doğru değildir. Doğru olmayanı (kabîhi) yapmak ise, ya cahilliği, ya o işe olan ihtiyacı gerektirir. Bu ikisi de Allah hakkında imkansızdır. İmkansızı gerektiren de imkansızdır. Binâenaleyh bunun Allah'tan sâdır olması imkansızdır. İmkansızın, Allah'ın meşîetine bağlanması caiz değildir. Hidayetin manası hususunda saydığımız bu kısımlar bâtıl olunca, geriye ayetteki bu hidayet ile, "Allah, hidayeti ve marifetullahı kalbte yaratmak suretiyle, bu hidayeti bazı insanlara nasib eder, bazılarına ise vermez" manası kastedilmiştir. Çünkü Allah yaptığından mes'ul değildir. Ayetteki bu hidayeti bu manada aldığında, Kâdî'nin bu konuda ileri sürdüğü mazeretlerin tamamı düşer. Ayetteki, "O, hidayete erecekleri daha iyi bilendir" cümlesi, Gaybı bilmek Allah'a mahsustur. Binâenaleyh O, bundan sonra hidayete erecekleri de, ermeyecekleri de bilir" demektir. Müşrik Arapların Tepkisinden Korku Hak teâlâ, onların şüphelerini zikredip, onlara çok net cevapler verip, bu konuda kendisinin hidayetinin olmadığı sürece, delillerin vazıh olmasının da yeterli olmayacağını beyan buyurunca, onların dünya halleriyle ilgili diğer bir şüphelerini nakletmiştir. Bu da onların, "Eğer biz, seninle birlikte hidayete uysak, derhal yerimizden olur, bir çırpıda imha ediliriz" şeklindeki sözleridir. Müberred şöyle der: "Hatf, hızlıca koparılmak, sökülmektir." Rivayet olunduğuna göre Haris b. Amir b. Nevfel b. Abdimenaf, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şöyle demişti: "Söylediğin şeyin doğru olduğunu kesinkes biliyoruz. Fakat bunu kabul etmemize mani olan, yerimizden yurdumuzdan koparılmamız, sürülüp çıkarılmamız korkusudur. Yani Araplar, bizimle savaşmak için toplanır ve bizi yerimizden yurdumuzdan sürüp çıkarırlar." Cenâb-ı Allah, bu şüpheye de birkaç yönden cevap vermiştir: 1) "Biz onları korkusuz bir haremde yerleştirmedik mi?" ladesi... Bu, "Size, içinde korku hissetmeyeceğiniz, endişeye kapılmayacağınız, bir yurt verdik" demektir. Bu, ya Arapların Harem-i Şerife saygı duyup, orada bulunanlara kesinlikle sataşmamalarından ötürüdür. Çünkü rivayet olunduğuna göre, (cahiliye döneminde) Araplar, Harem'in dışında, çeşitli yağma ve baskın işlerini yaparlarken, Harem'in sakinlerine asla sataşmazlardı. Yahut da Hak teâlâ'nın, "Kim oraya girerse, korkudan emin olur" (Al-i Imran, 97) beyanından ötürüdür. 2) "Herşeyin mahsullerinin gelip toplanacağı..." ifadesi... Allahü teâlâ, bu diyarın, çeşitli afet, korku ve endişelerden uzak olduğunu beyan ettiği gibi, buradaki nimetlerin bol olacağından da bahsetmiştir. Çünkü ayetteki yücbâ "toplanır, gelir" manasına olup, bu, Arapların "suyu havuzda topladım" deyimlerinden alınmadır. Medine kurrâsı bunu tâ ile tücbâ; Kûfeliler ve Ebu Amr ise ya ile yücbâ şeklinde okumuşlardır. Çünkü "semerât" lafzının müennesliği, cemî oluşundan olup, hakiki müennes değildir. Binâenaleyh bunun fiilinin, lafzından ötürü müennes, manasından ötürü müzekker getirilmesi caizdir. Ayetteki, "herşey" ifadesi, "çoğu şeyler" manasına olup, "Ona herşey verildi" (Neml. 23) ayetindeki gibidir. Velhasıl şunu diyebiliriz: Allahü teâlâ Harem-i Şerifi, her türlü kötülükten muhafaza edip, oradakileri emin kılıp, onlara, Allah'a ibadetten yüz çevirip, putlara ibadet ettikleri halde çokça rızık verdiğine göre, eğer onlar iman etmiş olsalardı, bu durum haydi haydi sürerdi. Kâdî şöyle der: "Eğer Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara, "Sizin ileri sürdüğünüz, memleketinizden sökülüp atılma mazeretiniz gerçek olsa bile, bu husustaki deliliniz çok net ve açık olduğu için, ileri sürdüğünüz şey, iman etmeniz için yine de bir mazeret olmaz" demiş olsaydı, onlar kesilir kalırdı. Yahut peygamber onlara, "İman ederseniz, Kureyşlilerin sizi öldürmek ve benzeri şeylerle, sizi memleketinizden söküp çıkarmaları, sizin için bir şahadet gibi olur. Dolayısıyla bu da faydalıdır" demiş olsaydı, yine diyecek birşey bulamazlardı. Şayet Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara, "Küfrünüze devam etmeniz halinde, kendisinden sakındırdığım o devamlı azabın yanında, memleketinizden sürülmenizin zararı bir hiç kalır" demiş olsaydı, yine apışıp kalırlardı. Fakat Hak teâlâ, onların iman etmeleri halinde, o bölgenin adetinin böyle birşeyin cereyan etmemesi şeklinde olduğunu bilmiş olmaları açısından, memleketlerinden olma korkusunun mazeret olarak ileri sürmedeki yalanlarını ortaya koymak suretiyle, daha kuvvetli bir delil getirmiştir. Böyle birşeyin karşı tarafa açıklanmasının mümkün olması halinde, bu gibi deliller, bahsettiğimiz önceki delillerden daha evla olur. işte bundan ötürü Cenâb-ı Hak bu delili ileri sürmüştür. Ayet, sayesinde ehl-i bâtılın şüphelerini bertaraf etmeye imkan bulunan delillerin doğruluğuna delâlet etmektedir Burada geriye şu iki bahis kalmaktadır: Birinci Bahis: Keşşaf sahibi, ayetteki "rızk" kelimesinin mansub oluşu hususunda şunları söylemiştir: "Eğer bu kelimeyi, mef'ûl-ü mutlak kabul edersen, mâkablindeki fiilin manasından ötürü böyle mansub olması caizdir.Çünkü "yücba" (toplanır) fiili ile, "yürzaku" (rızık olarak verilir)" fiilinin manası temelde aynıdır. Bu kelimenin mef'ûl-ü leh ("rızık için") manasında olması da caizdir. Eğer bu kelimeyi ism-i mef'ûl yani "merzûk" (rızık olarak verilen şey) manasına alırsan, sıfat ile tahsis edilen nekireden ötürü mansub kılınma gibi, "Semerât" kelimesi izafetle "tahassüs" kesbettiği için, "rızık" kelimesi "semerât'ın hâli olur. İkinci Bahis: Alimlerimiz, "tarafımızdan bir rızık" ifadesini, kulun fiillerini Allah'ın yarattığı hususunda delil getirerek şöyle demişlerdir: "O rızıklar insanlara ulaşmıştır. Çünkü her yerden insanlar bu çeşitli rızıkları oradaki insanlara taşımışlardır. Binâenaleyh eğer kulun fiilini Allah yaratmamış olsaydı, bu şekilde "tarafımızdan" denilerek, bunun Allah'a izafe edilmesi doğru olmazdı. İmdi eğer, "Bu şekilde bir nisbetin sebebi, Allahü teâlâ'nın bu duygu ve niyetleri, ' zıkları oraya götüreceklerin kalbine veren zat olmasıdır" denilirse, biz deriz ki: Bu duygu ve niyetler, her nekadar bir tercihi gerektirirse de, "Tercih tahakkuk ettiğinde vücûb (gereklilik) söz konusu olur. Bu durumda, bizim söylemek istediğimiz olur. Yok bu tahakkuk etmezse, nisbet etme işi, tamamen ortadan kalkar" diye defalarca açıklamıştık. Bil ki Allahü teâlâ, o rızıkların onlara ancak kendisi tarafından ulaştığını, bunun sebebinin ise şu olduğunu açıklamıştır: Onlar, her nezaman bunun böyle olduğunu bilirlerse, Allah'ın dışında hiç kimseden korkmaz ve Allah'dan başka hiç kimseden ummaz hale gelirler. Böylece de, onların nazarları, halktan kesilir, Halık'a yönelir. Bu da, imanın mükemmelliğinin, Allah'ın dışındaki herşeyden yüzçevirip, tamamen Allah'ın taatına yönelmeyi gerektirir. 58Âyetin tefsiri için bak:59 59"Biz, (bol) geçimi ile halkı şımarmış nice memleketler imha ettik. İşte kendilerinden sonra ancak, pek az kimsenin konabileceği harap meskenleri... işte bütün bunlara biz vâris olduk. Senin Rabbin, memleketlerin ana merkezlerine, karşılarında ayetlerimizi okuyacak bir peygamber göndermedikçe o ülkeleri imha etmez ve biz, ahalisi zalimlerden ibaret olan memleketlerden başkasını helak edici de değiliz". Bil ki bu, o şüpheye ikinci cevaptır. Zira Allahü teâlâ, Mekkelilere has kılmış olduğu o nimeti hatırlatınca, bunun peşinden, dünya nimetlerine gömülmüş geçmiş ümmetlerin başına getirdiği şeylerden bahsetmiştir. İşte onlar peygamberlerini yalanlayınca, Allah, onlardan o nimetleri almıştır. Cenâb-ı Hakk'ın, bu açıklamasının maksadı şudur: O kâfirler, "Biz, dünya nimetlerinin elimizden kaçmasından korktuğumuz için iman edemiyoruz" deyince, Allahü teâlâ onlara, o nimetleri elden kaçıracak olan şeyin, imana yönelmek değil, iman etmemekte ısrar olduğunu beyan etmiştir. Keşşaf sahibi şöyle der: "Batar", zenginliğin verdiği şımarıklık ve kötülüktür Bu da, zengin olanın, Allah'ın hak ve hukukunu gözetmemesidir." Ayette-"ma'îşetehâ" kelimesi, ya tıpkı (A'raf, 155) ayetinde olduğu gibi harf-i cerrin hazfedilip, fiilin doğrudan doğruya ona birleştirilmesiyle, yahut da kendisine muzaaf mahzûf bir "zaman" kelimesinden ötürü mansubtur. Buna göre takdir "Geçim günlerinde şımaran..." şeklindedir. Yahut da, bu fiil "inkâr etti, nankör oldu" manasını taşıdığı için, kelime böyle mansub olmuştur. Ayetteki, "İşte kendilerinden sonra ancak, pek az kimsenin konabileceği harab meskenleri.:." ifadesindeki istisna hakkında şu izahlar yapılmıştır: 1) İbn Abbas (radıyallahü anh), "Bu, "Orada, bir günlüğüne, bir saatliğine misafir olan veya geçip giden kimselerden başka hiç kimse durmaz" demektir." 2) Mana "Asi olmuş ve helak edilmiş bu insanların uğursuzluklarının izleri hâlâ o memleketlerde mevcuttur. Binâenaleyh onların soylarından, orada yerleşen herkes, pek azı müstesna, orada fazla durmaz. Çünkü, oranın ahâlisinin helakinden sonra oraya varis olanlar biziz" şeklinde olabilir. Oranın belli bir sahibi kalmayınca, "Burası Allah'ın varis olduğu yer" denilir. Çünkü mahlûkatı son bulduktan sonra, bakî kalacak olan sadece O'dur. İki Soruya Cevap: Mekke Müşrikleri Niçin İmha Edilmedi? Daha sonra Hak teâlâ, halkının şımarması yüzünden o memleketleri helak ettiğini belirtince, sanki birisi şu iki soruyu sormuştur: 1) Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) gelmezden önce, onlar küfür ve inada gömülmüş olmalarına rağmen, Cenâb-ı Hak o kâfirleri niçin imha etmemiştir? 2) Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak geldikten sonra, kavminin mütemadiyen Allah'ı inkâr, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i tekzîb etmelerine rağmen, niçin Hak teâlâ onları helak etmemiştir?" İşte Cenâb-ı Hak, bunlardan birincisine, "Senin Rabbin, memleketlerin ana merkezlerine, karşılarında ayetlerimizi okuyacak bir peygamber göndermedikçe o memleketleri imha etmez" buyurarak cevap vermiştir. Velhasıl Allahü teâlâ, önce peygamber göndermemenin o kavim için bir mazeret sayılabileceğini, binâenaleyh onları helak etmenin ancak peygamber gönderdikten sonra caiz olabileceğini beyan etmiştir. Müfessirler bu hususta şu açıklamayı yapmışlardır: a) Bu ifade, "O beldenin iki ana merkezi ve bağlı şehirlerine, susturmak ve hertürtû mazeretlerini sona erdirmek için bir peygamber göndermedikçe.,." demektir. b) Bu, "Senin Rabbin, ümmü'l-kurâ'ya (metropol, ana kente) yani Mekke'ye peygamber göndermedikçe, yeryüzündeki beldeleri imha etmez" demektir. Bu peygamber de, hâtemü'l-enbiya olan, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. Ayetteki, "Karşılarında ayetlerimizi okuyacak..." ifadesi, ayetleri tebliğ eden ve gereğini yapan demektir. Cenâb-ı Hak, ikinci soruya da, "Biz, ahâlisi zâlimlerden ibaret olan memleketlerden başkasını helak etmeyiz" buyurarak cevap vermiştir. "Zâlimler", "şirke düşerek kendilerine zulmedenler" manasınadır. Mekkeliler ise böyle değildi. Çünkü onların bir kısmı iman etmişti. Allah bir kısmının da ileride iman edeceklerini biliyordu. Bir kısmının ise, iman etmeyeceklerini, ama soylarından iman edecek kimselerin geleceğini biliyordu. 60Âyetin tefsiri için bak:61 61"Size verilen herşey, dünya hayatının metaldir, onun süsüdür. Allah nezdinde olan şeyler ise, hem daha hayırlı, hem daha devamlıdır. Halâ akıllanmayacak mısınız? Şimdi kendisine güzel bir vaad ile söz verdiğimiz, böylece de ona kavuşan kişi, dünya hayatının geçici zevki ile fâidelendirmediğimiz, sonra Kıyamet gününde huzurumuza getirilmişlerden olan kimse gibi midir?". Bil ki bu, o şüpheye verilen Üçüncü cevaptır. Çünkü onların şüphelerinin vardığı netice, "Biz, dini, dünyamızı elden kaçırmamak için terkettik" demelerine varıp dayanır. Böylece Cenâb-ı Hak, bunun büyük bir hata olduğunu; Allah'ın yanında olan şeyin ise, daha hayırlı ve daha devamlı olduğunu beyan buyurmuştur. Daha hayırlı olması şu iki şeyden dolayıdır: a) Ahiretteki faydalar daha büyüktür. b) Bu faydalar, her türlü şaibe ve kusurlardan arınmıştır. Dünya menfaatleri ise, zarar ve sıkıntılarla iciçedir; hatta, sıkıntı tarafı daha çoktur. Ahiretteki menfaatlerin bakî olmasına gelince, bu, o nimetlerin ardı arası kesilmeden devam etmesidir. Dünya menfaatleri ise, sonludur. Her ne zaman sonlu olan, sonsuz olanla mukayese edilirse, bir yok mesabesindedir. Nasıl böyle olmasın ki? Cennettekilerin herbirinin nasibi, dünya menfaatlerinin bütününe kıyasla bir zerresinin okyanusla mukayese edilmesi gibidir. Bu açıklamamızdan, dünya menfaatlerinin,- ahiret nimetleriyle asla kıyas edilemiyecekleri ortaya çıkmış oldu. Binaenaleyh, dünya menfaatlerini ebedîleştirmek maksadıyla ahiret menfaatlerini terketmenin büyük bir cehalet olduğu ortaya çıkmış olur. Allahü teâlâ, buna dikkat edince, "Halâ akıllanmayacak mısınız?" buyurmuştur. Yani, "Dünya menfaatlerini ahiret menfaatlerine tercih etmeyen, sanki aklın ölçüleri dışına çıkmış olur" demektir. Şafiî (r.h) şöyle demiştir: "Bir kimse, malının üçte birinin, insanların en akıllısına verilmesini vasiyyet ederse, bu üçte bir, Allah'a tâatle meşgul olanlara verilir. Çünkü insanların en akıllısı, azı verip de çoğu alandır. Bunlarsa, ancak, Allah'a taatla meşgul olan kimselerdir." İmam-ı Şafiî sanki, bu hükmü, bu ayetten çıkarmış gibidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak bu tercihi, bir başka yönden de kuvvetlendirmiştir ki, o da şudur: Biz, Allah'ın nimetlerinin sona ereceğini, devamlı olan o azabın dünya nimetleriyle İçice olmadığını farzetsek bile, yine aklın sarîh beyanı, ahiret nimetlerinin dünya nimetlerine tercih edilmesi gerektiğini iktiza ederdi. Ya, o dünya nimetleriyle ahiret azabı birteşirse!... Binâenaleyh, hangi akıl, ahiret nimetlerinin dünya nimetlerinden üstün olduğundan şüpheye düşebilir? İşte Cenâb-ı Hakk'ın "Şimdi kendisine güzel bir vaad ile söz verdiğimiz, böylece de ona kavuşan kişi..." ifadesiyle kastedilen de budur. Binâenaleyh bu kimse, Allah'ın kendisine, dünya metâından az bir şey verip, ahırette de, ilahî azaba duçar olanlar gibi olmuş olur. Bu ifadenin gayesi şudur: Onlar, "Dini, dünya için terkettik" deyince, Allahü teâlâ onlara şöyle demiş oldu: "Dünyanın peşinden ilahî cezanın zararı gelmemiş olsaydı bile, yine akıl, ahiret menfaatlerinin dünya menfaatlerine tercih edilmesini gerektirirdi. Nerde kaldı ki, bu dünyanın peşinden, devamlı olan bir azab gelecektir. Tercihi İtiraf etmede, daha etkili ve daha baliğ olsun diye, Cenâb-ı Hak bu cümleyi, soru cümlesi şeklinde îrâd etmiştir. Azaba duçar olan kimseler için lafzının tahsis edilmesi, Kur'ân'a ait bir örftür. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Hazır bulundurulanlardan olacaksın..." (Saffat, 57) ve "Onlar, behemehal ihzâren getirilecekler..."(Saffat, 158) buyurmuştur. Bu kelimenin lafzında da, bu manayı ihzar vardır. Çünkü, "ihzar", mükellefiyeti susturmayı ve boyun eğdirmeyi ihsas ettirmektedir. Bu ise, lezzet meclislerine değil, sıkıntı ve meşakkat meclislerine uygun düşer. 62Âyetin tefsiri için bak:66 63Âyetin tefsiri için bak:66 64Âyetin tefsiri için bak:66 65Âyetin tefsiri için bak:66 66"O gönde ki, (Allah), onlara nida edip, "Hani tanrılığını iddia edip durduğunuz ortaklarınız nerede?" diyecektir. (O gün), aleyhlerinde söz hak olanlar, şöyle derler: "Ey Rabbimiz, işte bunlar bizim azdırdığımız kimselerdir. Kendimiz nasıl azmış isek, onları da öylece azdırdık. Biz onlardan beriyiz. Sana döndük. Zaten onlar bize tapmıyorlardı." (O gün onlara), "Çağırın ortaklarınızı" denilmiştir de, onlar da onları çağırmışlardır. Fakat bunlar onlara icabet etmemişlerdir ve (onların uğradıkları) azabı görmüşlerdir. Ne olurdu, hidayeti kabul etmiş olsalardı! Allah, o gün onlara nida edip, "Peygamberlere 'ne cevap verdiniz?" diyecektir. Artık o gün onlara karşı haberler kör olmuştur. Bu sebeple, birbirlerine bir şey soramazlar". Bil ki Cenâb-ı Hak bu ayetinde, Kıyamette kâfirlere şu üç şeyi soracağını beyan etmiştir: 1) Bu "O gönde ki, (Allah), onlara nida edip, "Hani tanrılığını iddia edip durduğunuz ortaklarınız nerede?" ayetinin ifade ettiği husustur. Kâfirlerin Kıyamette, dünyada iken, yapageldikleri o şeyin batıl olduğunu; tevhidin ve nübüvvetin doğruluğunu kesin olarak anlamış oldukları sabit olunca, Cenâb-ı Hak onlara, "Nerede taptıklarınız, Bana, ibâdette ortak koştuklarınız! Şefaat edeceklerini iddia ettikleriniz? Size yardım etmeleri ve sizi, başınıza gelen bu şeylerden kurtarmaları için, hani nerede onlar?" demiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, diyeceği o şeyi, yani azabın, sözün kendilerine hak olduğu kimseleri beyan etmiştir ki, ayette geçen kavi = söz'den maksat, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kesinlikle, cehennemi cin ve ins ile dolduracağım" (Secde, 13) hükmünün onlar hakkında gerçekleşmesidir. O halde, tabirinin anlamı, "o sözün gereği kendilerine hak ve vacib oldu..." demektir. Alimler, kendileri hakkında bu sözün vacib olduğu kimselerin kim olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları bunların, dalalete davet eden o reisler olduğunu söylerken, bazıları, bunların şeytanlar olduğunu söylemişlerdir. Ayetteki, "Ey Rabbimiz, işte bunlar bizim azdırdığımız kimselerdir" cümlesindeki mübtedâ, onun sıfatı; mevsûfa raci olacak zamir ise, mahzûf olup; müteakiben gelen 'kelimesi, mübtedânın haberi; (......) ifadesindeki kâf da, mahzûf olan masdann sıfatı olup, kelamın takdiri, "Biz onla-azdırdık. Onlar da, bizim azdığımız gibi azdılar..." şeklindedir. Bu ifadeden kastedilen ise, "Bizim azgınlığımız, kendi irade ve ihtiyarımızla olduğu gibi, onların azıp sapmalar da, onların irade ve seçmeleriyle olmuştur..." demektir. Yani, "Bizim onları azdırıp saptırmamız, onları azıp sapmaya mecbur etmemiş, tam aksine onlar, o tür inanç ve amellere yönelme hususunda muhtar idiler..." demektir. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, şeytanların söyleyeceklerini bildirdiği şu ayeti gibidir: "Şüphesiz Allah size sözür, doğrusunu söyledi. Ben de size vaad ettim amma, size yalana çıktım. Zaten benim, sizin üzerinizde hiçbir hükmüm, nüfuzum da yoktu. Yalnız ben sizi çağırdım, siz de bana hemen icabet ettiniz. O halde kusuru bana yüklemeyin. Kendiniz kınayın..." (İbrahim, 22) ve, Cenâb-ı Hak İblise, "Benim kullarımın üzerinde senir. hiçbir etkin yoktur; azıp sapanlardan sana tâbi olanlar müstesna..." (Hicr. 42) demiştir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın "Sana tabi olanlar müstesna" beyanı, bu tâb olma işinin, şeytanın buna mecbur etmesi cihetinden değil de, kendileri cihetinden olduğuna delalet eder. Daha sonra, "Biz, onlardan, onların İnanç ve amellerinden berfyiz, sana döndük. Onlar bize tapmadılar; onlar ancak hevalarına taptılar" buyurmuştur. Hasılı kelâm, onlar, Kıyamette onlardan uzaklaşmışlardır Nitekim Cenâb-ı Hak, "O zaman arkalarından uyulup gidilenler kendilerine uyanlardan hızla uzaklaşmıştır..."(Bakara. 166) buyurmuştur. Hem, Cenâb-ı Hakk'ın. "Ortaklarım nerede?" ifadesiyle, o reislerin ve şeytanların kastedilmiş olması da imkânsız değildir. Çünkü onlar onlara itaat edince, onlar onları, taal hususunda, Allah'a şerik koşmuş gibi olurlar; binâenaleyh, ayetin lafzı bu manaya alınırsa, kendilerine tapılanların cevabı, "Ey Rabbimiz, onlar bize değil, tam aksine kendi fasit hevâ ve heveslerine taptılar..." demeleri olur. 2) Cenâb-ı Hakk'ın "Çağırın ortaklarınızı" denilmiştir de, onlar da onları çağırmışlardır. Fakat bunlar onlara icabet etmemişlerdir" ayetinin beyan ettiği husus. Doğruya en yakın olan şöyle denilmesidir: Bu, takrir, anlatma üslubu üzere söylenmiş bir ifadedir. Çünkü onlar, onları çağırmalarında bir fayda olmadığını biliyorlardı. Buna göre bu ayetten kastedilen mana, "Onlar, şayet onları cağırsalardı bile, onlardan, yardım hususunda olumlu cevap sudur etmez ve azab kendileri hakkında sabit olur, değişmezdi..." şeklindedir. Sütün bunlar, azarlamak içindir. Bu ayetin ifadesinde, onları, ta dünyada iken bir caydırma ve men etme hususiyeti bulunmaktadır. Ayetteki, "Ne olurdu hidayeti kabul etmiş olsalardı!" cümlesine zelince, pekçok müfessir, bu cümlenin başındaki lev'in cevabının mahzûf olduğunu ddia ederek, şu izahları yapmışlardır: 1) Dahhâk ve Mukâtil, "Hem tâbi olunanlar, hem de tâbi olanlar, o azabı görürler. Şayet onlar.dünyada iken hakikati bilmiş olsalardı, ahirette o azabı görmezlerdi" demişlerdir. 2) "Şayet onlar, dünyada iken, hidayete kavuşmuş olsalardı, bu azabın hak : duğunu bilirlerdi..." 3) "Onlar o azabı görünce, dünyada iken, hakka hakikate kavuşmuş olmayı arzularlar..." 4) "Şayet onlar, herhangi bir çâre elde edebilmiş olsalardı, onunla, bu azabı def ederlerdi..." 5) Azabı görmeleri, daha önce hidayete ermiş olmalarının ne kadar gerekli ve faydalı bir iş olduğunu anlayacakları vakit gelmiştir. Bunun böyle olduğunu, "O pek çetin azabı görecekleri (ana) kadar onlar inanmazlar" (Şuara, 201) ayeti de te'kid eder. Hazf Bulunmadığını Düşünmek Evlâdır Bana göre lev'in cevabı mahzuf değildir. Bunu şu şekilde izah edebiliriz: 1) Allahü teâlâ onlara, "ortaklarınızı çağırınız" diye hitap ettiğinde, onların korkuları o zaman şiddetlendi ve onlar, başından vurulmuş şaşkına döndüler, herhangi bir şeyi göremez hale geldiler. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Onlar azabı gördüklerinde, şayet bir şey görmüş, ona kavuşmuş olsalardı. Ama onlar, o korkunun şiddetinden dolayı, hiçbir şeyi göremez hale geldikleri için, hiç "şüphesiz ki onlar, o azabı farkedememişlerdir" buyurmuştur. 2) Cenâb-ı Hak, o şürekâdan, yani o putların kendilerine seslenmesine cevap vermekten aciz olduklarını bildirince onlar hakkında, "azabı gördüklerinde hidayete ermiş olsalardı!" demiştir ki, bu, "Bu putlar, o azabı gördüklerinde, keşke, hidayete ermiş canlılardan olmuş olsalardı. Ancak ne var ki, o putlar, hiç de böyle değillerdir. Binâenaleyh, şüphesiz ki o azabı görememişlerdir" demektir. Eğer ifadesinde vâv zamiri, ancak akıllı varlıklara uygun düşen bir zamirdir; öyleyse, bu zamirin o putlara raci olması nasıl düşünülebilir?" denilirse, biz deriz ki: Bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, ifadesi gibidir. Bu ifadeler, o kavmin İnancına göre söylenmiş olan ifadelerdir. İşte burada da böyledir. 3) Buradaki görmek fiiliyle, kalbin fiili, yani anlama kastedilmiştir. Yani, "O kâfirler. şayet hakka ulaşmış olsalardı, bu azabın gerçek olduğunu, ta dünyada iken anlarlardı..." demektir. Bana göre bu izahlar lev'in cevabının hazfedil meşine bina edilen izahlardan daha makuldür. Çünkü hazfi düşünmek, ayetin nazmını (düzenini) parçalamaya yol açmaktadır. 3) Cenâb-ı Hakk'ın, ahirette, kâfirlere sorduğu üçüncü şey de Bu "Cenâb-ı Hak, o gün onlara nida edip. "Peygamberlere ne cevap verdiniz?" diyecektir. Artık o gün onlara karşı haberler kör olmuştur" ayetinin ifade ettiği husustur. Yani, "O haberler onların hepsine, adeta kör olmuş gibi olur. Onlara ulaşmaz. Binâenaleyh onlar, "Bu nedenle, birbirlerine bir şey soramazlar."Yani, onlar birbirlerine, insanların müşkil meseleleri hususunda birbirlerine danışıp sormaları gibi, birşey soramazlar. Çünkü, onların hepsi de haberlerin kendilerine kapalı olması ve o haberlere cevap vermeme hususunda eş ve denktirler. Bu ifade fe umiyet şeklinde de okunmuştur. Peygamberler, o günün dehşetinden dolayı bu gibi sorulara cevap verme hususunda aciz kalıp, ne diyeceklerini şaşırarak, işi Allah'ın emrine havale ederlerse ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın "O gün de ki Allah bütün peygamberleri toplayıp da, "Size verilen o cevap nedir?" diyecek, onlarda, "Bizim hiçbir bilgimiz yok. Şüphesiz gaybları hakkıyla bilen sensin sen" diyecekler (Maide, 109) ifadesinden anlaşılan husustur. Artık sapıkların hallerinir ne olacağını bir düşün! Kâdî şöyle der: "Bu ayet, Cebriyye'nın görüşünün bâtıl olduğuna delalet ede-Çünkü, kulların fiillerini şayet Allah yaratmış olsaydı ve o fiiller, Allah'ın kudret ve irâdesine göre meydana gelmiş olsalardı, o haberler onlara kör olmazdı ve onlar Biz, senin bizde, onları yalanlamayı ve bunu gerektiren kudreti yaratmış olman sebebiyle o peygamberleri yalanladık..." derlerdi. Böylece de onların, Allah'a karşı aan delilleri çok net ve sarih olmuş olurdu. Daha önceki ifadeler hakkında da aynı söz geçerlidir. Çünkü şeytan, Allah'a, "Ben, senin bende azgınlığı yaratman suretiyle azdım ve azdırdım. Benim davet ettiğim kimseler de, bu davetimi, işte bundan dolayı kabul ettiler" dedi. Böylece de, bu husustaki onların delili, çok kuvvetli; gerekçeleri se apaçık olmuş olurdu." Cevap: Kadî, medh ve zemme, sevap ve ikaba şamil hiç bir ayeti bırakmaksızın, onunla istidlalde bulunmayı tekrarlıyor. Onun bütün ayetlerdeki istidlalde bulunma şekli, nasıl böyle tek bir söz ise, aynı şekilde, bizim cevabımız da bir tek sözden ibarettir. Şöyle ki: "İman vaki olduğu halde, Allah'ın iman olmayacağına dair bilgisi, zâtları ve mahiyetleri gereği, birbirini nefyeden, iki zıddırlar. İmanın vaki olmayacağını bilmekle beraber, kişi, imânı varlık alemine sokmakla emrolunursa, o takdirde iki zıddı aynı anda yapmakla emrolunmuş olur." Kâdî'nınse bu açıklamasını teyid etmek için Kelâm ilmine dair kitaplarında, dayandığı şey şudur: "Bu mümkündür" diyenin sözü de yanlıştır, "mümkün değildir" diyenin süzü de." Doğrusu, vacib olan sükut etmedir. Şayet kâfir Rabbine karşı böyle bir sual irad etseydi, Rabbinin ona karşı sükûttan başka bir cevabı olmazdı. Böylece kâfirin bahanesi kuvvetli, özrü de meydanda olur. Böylece, problemin her iki taraf için de müşterek olduğu sabit olmuş olur. Allah en iyisini bilendir. 67Âyetin tefsiri için bak:70 68Âyetin tefsiri için bak:70 69Âyetin tefsiri için bak:70 70"Ama tevbe ve iman edip de iyi amel işleyen kimseler, muradlarına erenlerden olacaklarım umabilir. Rabbin ne dilerse yaratır, ihtiyar eder. Onlar için ise, muhayyerlik yoktur. Allah münezzehtir. Eş tutmakta olduklarından yücedir. Göğüsler neyi saklıyorsa, neleri de açıklıyorsa, Rabbin bilir. O, öyle Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. Önünde de sonunda da hamd O'nundur. Hüküm de O'nundur. Siz, ancak O'na döndürüleceksiniz". Bil ki, Allahü teâlâ, azaba dûçâr olan kâfirlerin halleriyle onlara yöneltilen kınama ve azarları beyan edince, bunun peşinden, tevbeye teşvik edip küfürde direnmekten alıkoymak için, bu dünyada tevbe eden kimseyi anlatarak "Ama tevbe ve iman edip de iyi amel işleyen kimseler, muradlarına erenlerden olacaklarını umabilir" buyurmuştur. Buradaki asâ hakkında birkaç izah şekli vardır: 1) Bu ifade, kerîm kimselerden sâdır olduğunda "muhakkak" anlamını ifade eder, Allah ise, kerîm olanların en keremlisidir. 2) Bununla, tevbe edenin umut ve beklenti içinde olması murad edilmiştir. Buna göre sanki, "O, felaha ermeyi umsun!" denilmiştir. 3) Bunun, "Tevbe ve imana devam ettikleri takdirde, böyle olmaları umulur..." manasında olması. Çünkü, buna devam etmemeleri de muhtemeldir. Bil ki, müşrikler başka bir şüphe daha zikrederek, "Bu Kur'ân, iki memleketin birindeki büyük bir adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf,31) derler. Bununla da, Velid İbnu'l-Muğîre'yî ya da Ebu Mesûd es-Sakâfî'yi murad ederler. İşte Allahü teâlâ onlara, "Rabbin ne dilerse yaratır, ihtiyar eder" diyerek cevap vermiştir. Bu cümleden maksad şudur: "O, mutlak mâliktir. Fayda ve zarardan münezzehtir. Dilediği kimseyi dilediği şeye tahsis etmek, O'nun hakkıdır. O'na asla itiraz edilemez." Mu'tezile'nin anlayışına göre ise şöyle denilir: "O'nun mutlak hikmet sahibi olduğu kesin olunca, O'nun yaptığı her şeyin hikmet ve doğru olduğu, hiç kimsenin O'na itiraz edemeyeceği bilinir." Allah'a Karşı Kul İradesi Olmaz Cenâb-ı Hakk'ın "Onlar için ise, muhayyerlik yoktur" ifadesine gelince, (hıyare) kelimesi "seçmek, ihtiyar etmek" kelimesinden gelen bir isim olup, masdar yerine geçmiştir. Bu kelime yine, ism-i mef'ûl (seçilmiş olan) anlamına da gelir. Meselâ, Arapça'da, "Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), Allah'ın kulları içinde seçtiğidir (Hıyaratu'llâh)" denilir. Sen bunu iyice anlayınca deriz ki: Ayette iki izah şekli vardır: 1) En güzeli olan bu açıklamaya göre, vakfın tamamının üzerinde yapılması; .. da olumsuzluk için olması. Buna göre mana şöyle olur: "Rabbin ne dilerse yaratır, ihtiyar eder. Onlar için seçme yetkisi yoktur; çünkü onların, Allah'a karşı neyi yapacağı hususunda seçme hakları yoktur..." 2)'daki nın manasında olması... O zaman da vakıf, üzerinde olur; sonra da okuyan kimse "Muhayyer oldukları şeyi seçer, ihtiyar eder" diyerek, okumasına devam eder. Ebu'l-Kasım el-Ensarî der ki: "Bu, salâhı ve aslah olanı yapmanın Allah'a vacib olduğunu söyleyen Mu'tezile'nin tutunduğu bir delildir (fiili mâ'ya mutelailık yapması). İman etmeyeceğini bildiği bir kimseyi mükellef kılmada hangi salâh vardır ki? Belki de onu mükellef tutmasaydı, o, Allah'ın fadlından olan cenneti ve nimeti hak edecekti." Eğer, "Allah onu mükellef tutunca, aslahı seçmek ve yapmak Allah'a vacib olmuştur; çünkü hak edilen şey lütuf olarak verilenden daha üstündür..." denilirse, biz deriz ki: Efdal olanın elde edilemeyeceği kesin olarak bilindiğinde, onu ebedî bir ikâba dûçâr kılmada, maslahata riayet bulunmaz. Sonra onların, "Hak edilen lutfedilenden daha hayırlıdır" sözleri de, bir cehalet eseridir. Çünkü bu farklılık ancak onun lutfedilmesinden kaçınan kimse için söz konusudur. Zatını ve vasıflarını ancak Allah'ın yaratması, lütfü ve keremi ile elde eden kimseye gelince, o, nimetlerin lutfedilmesinden nasıl kaçınabilir ki?... Daha sonra Cenâb-ı Hak "Allah münezzehtir. Eş tutmakta olduklarından yücedir..." buyurmuştur. Bu ifadenin maksadı şudur. "Yaratma, seçme, azîz kılma, zelil kılma, Allah'a aittir. Hiç kimsenin bunda, ne bir ortaklığı, ne de münakaşa hakkı vardır." Cenâb-ı Hak, daha sonra bunu Allah'ın, göğüslerin, Allah'ın rasulüne karşı gizlemiş olduğu düşmanlıklar ile, onu ta'n ve tenkit etmek için açığa vurdukları düşmanlıkları; onların, "Peygamberlik" konusunda başkasını seçseydi ya!" şeklindeki sözlerini bildiğini beyan ederek kuvvetlendirmiştir. Allahü teâlâ, onların içinde yüzdükleri kin, kıskançlık ve adiliği bildiğini beyan edince, bundan sonra "O öyle Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur." buyurmuştur. Bunda, Cenâb-ı Hakk'ın, bütün mümkinâta kadir, bütün malûmatı âlim, noksanlık ve kusurlardan münezzeh olduğuna, taatlarına mukabil muhsinleri mükâfaatlandıracağına; isyanlarından dolayı da asileri cezalandıracağına bir dikkat çekme vardır. Öte yandan bu ifade, günahkârlar için şiddetli bir men ve red, itaatkârlar için de, son derece müessir olan bir gönül tavsiyesi ifade etmektedir. Yine şu da muhtemeldir; Allahü teâlâ, "o gün onlara seslenir ve "nerede ortaklarım?" der" (Kasas, 62) ifadesinden başlayarak, müşriklerin yollarının bozukluğunu açıklayınca, bu konudaki sözünü, tevhidi izhar edip, hamd ve senanın ancak O'na layık olduğunu açıklayarak bitirmiştir. Başta da Sonda da Hamd Ona'dır Cenâb-ı Hakk'ın "Önünde de sonunda da hamd O'nundur" ifadesine gelince, bu, bizim görüşümüzü desteklemektedir. Çünkü, mükafaat vermek. Allah'a vacib değildir. Aksine Allah, onu bir lütuf ve ihsan olarak verir. Önünde de sonunda da hamd O'na aittir. Cennetliklerin "Bizden hüznü gideren Allah'a hamdolsun" (Fatır. 34); "Bize olan vaadini yerine getiren Allah'a hamd olsun" (Zümer, 74) ve "Dualarının sonu şudur: "Hamd, alemlerin Rabbine'dir" (Yunus, 10) demeleri de bunu teyid eder. Mu'tezile 'ye gelince, onlara göre mükafaat, hak olunmuştur. Allah, bunu yapmasından dolayı, cennetliklerden hamd ve senaya müstehak olmaz. Cehennemliklere gelince, onlara in'âmda bulunmamıştır ki, onlardan yana hamde müstehak olsun. Kâdî ise şöyle demiştir: "Dünyada onlara olan, imkân verme, müyesser kılma, lütuflarda bulunma ve diğer nimetler gibi şeyleri sebebiyle, cehennemliklerden de hamd ve şükrü hak etmiştir. Zira onların kötülükleri Allah'ın nimetlerine şükretme gereğini ortadan kaldırmaz. Bu açıklamada tereddüdüm var, tedkik etmek lazım. Zira ahîret ehli, Allah'ı tanımaya mecbur ve muzdardırlar. Onlar eğer, günahlardan yapılan tevbeyi kabul etmenin Allah'a vacib olduğunu, şükürle meşgul olmanın mükafaat vermeyi Allah'a vacib kıldığını kesin olarak bilince ve bunu yapmaya muktedir de olunca, keza bunun kendilerini azaptan kurtarıp cennete girdireceğini bilince, o şahısların bu tevbeye bırakacaklarına hiç ihtimal verir misin? Bu mümkün mü? Bilakis onlara gereken, tevbe etmek ve şükürle meşgul olmaktır. Bunu ne zaman yaparlarsa, o zaman ikab sona erer. Ayetteki, "Hüküm de O'nundur" cümlesine gelince, bu ya, "dünyada, ya da ahirette" demektir. Dünyada olmasına gelince, Allah'ın dışındakilerin hükmü ancak, O'nun hükmü sayesinde geçerli olabilir. Eğer Allah'ın hükmü olmasaydı efendinin hükmü köleye, kocanın hükmü hanıma, babanın hükmü oğula; hükümdarın hükmü halka, Resulün hükmü de ümmete tesir etmezdi. İşte, hakiki hakim, Allah'dır. Ahirette olmasına gelince, oradaki yegâna hakim'in o olduğunda şüphe yoktur. Çünkü, ahirette, kullar arasında hükmetmeyi üstlenmiş olan O'dur. Mazlumların zalimlerdeki haklarını da, alır. "Siz, ancak O'na döndürüleceksiniz" hitabının manası şudur: "Onun hükmünün ve yargısının mahalline varacaksınız." İlâ kelimesi, bir uca varma manasını ifade eder ki, Allah mekândan ve cihetten münezzehtir. 71Âyetin tefsiri için bak:73 72Âyetin tefsiri için bak:73 73"De ki: Eğer Allah üzerinde geceyi ta Kıyamete kadar fasılasız devam ettirirse, Allah'dan başka size ışık getirecek tanrı kimdir? Bana haber verin? Halâ dinlemeyecek misiniz? De ki: "Eğer Allah üzerinizde gündüzü Kıyamet gününe dek mütemadiyen devam ettirirse, içinde dinleneceğiniz bir geceyi Allah'dan başka getirecek kimdir? bana haber verin? Halâ görmeyecek misiniz? O'nun rahmetindendir ki, O, sizin faydanız için, içinde sükun ve istirahat etmeniz için geceyi ve faz-lu kereminden aramanız için, gündüzü yaratmıştır. Ta ki şükredesiniz".. Bil ki Allahü teâlâ, daha önce, "O öyle Allah 'dır ki, kendinden başka hiçbir tanrı yoktur, önünde de sonunda da hamd O'nundur. Hüküm de O'nundur. Siz, ancak O'na döndürüleceksiniz" (Kasas, 70) ifadesiyle, hamde müstehak olduğunu genel olarak beyan edince, bunun peşinden de, kendilerinden dolayı hamdetmeniz vacib olduğu ve Allah'dan başka kimsenin kadir olamayacağı şeyleri tafsilattı olarak anlatmış ve Resulüne, "De ki: "Eğer Allah üzerinizde geceyi de Kıyamete kadar fasılasız devam ettirirse, Allah'dan başka size ışık getirecek tanrı kimdir?" demiş; böylece Allah, gece ve gündüzün, zaman olarak birbirini takip eden iki nimet olmaları hususundaki cihete dikkat çekmiştir. Çünkü kişi dünyada bulunduğu ve mükellef olduğu sürece, ihtiyaç duyduğu şeyleri elde etmek için, yorgunlukla başbaşadır. Halbuki, gündüzün ışığı olmasaydı, o bunları elde edemezdi. İşte bundan dolayıdır ki, insanlar bir araya gelebilirler ve çeşitli alışveriş yapma imkânı hasıl olur. Gecedeki rahatlık ve sükun olmasaydı, bu işlerin tam bir şekilde yapılamayacağı malumdur. Binâenaleyh, durum böyle olunca, bu iki şeyin mutlaka olması gerekir. Cennette ise, yorgunluk-argınlık olmadığı için, insanların geceye ihtiyacı yoktur. İşte bundan dolayı, cennette, hem aydınlık hem de lezzet alma devam eder. Böylece Allah, buna kadir olanın sadece kendisi olduğunu beyan buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, bu iki ayetten birisinin sonunda, "Halâ dinlemeyecek misiniz?" buyurmuş, diğerinin sonunda da, "Halâ görmeyecek misiniz?" buyurmuştur., Çünkü bunların maksadı, duydukları ve gördükleri şeylerden tefekkür ve tedebbür açısından istifade edilmesidir. Binâenaleyh onlar, bu istifâdeyi yapmayınca, duymayanlar ve görmeyenler olarak kabul edilmişlerdir. Kelbî, Hak teâlâ'nın, "Hâlâ dinlemeyecek misiniz?" hitabının manasının, "Hâlâ bunları yapana itaat etmeyecek misiniz"; "Hâlâ görmeyecek misiniz?" hitabının manasının ise, "üzerinde olduğunuz hatanızı ve dalâletinizi görmeyecek misiniz?" demektir. Keşşaf sahibi şöyle der: "Sermed" birbirine bitişik, devamlı olup, "Ard arda, peşpeşe" manasındaki "serd" kelimesindendir. Arapların haram aylar için, "üçü serd, yani ardarda, biri ferd, yani tek basınadır" şeklindeki sözleri de bu manadadır." Eğer, "Cenâb-ı Hak, "İçinde dinleneceğiniz bir geceyi..." demiş olduğu "gibi, "içinde tasarruf edebileceğiniz bir gündüzü" demeli değil miydi?" denilirse, biz deriz ki: Bu ifadede,"güneşin ışığı" demek olan "ziya" kelimesinin getirilmesi, kendisine taalluk eden menfaatlerin çokluğundan ötürüdür. Yoksa bu, sadece geçimle ilgili tasarruflar değildir. Karanlık (gece) ise, bu şekilde değildir. Cenâb-ı Hak, "ziyâ"nın peşi sıra, "Halâ dinlemeyecek misiniz?" hitabını getirmiştir. Çünkü dinlemek ve duymak, o ziyanın (ışığın) faydalarını anlamak ve anlatmak için, gözün idrâk edemediği şeyleri idrâke vesiledir. Gecenin peşisıra da, "Halâ görmeyecek misiniz?" buyurulmuştur. Çünkü karanlığın faydalarından olarak gördüğün o sükûnet, rahatlık, rahmet ve benzeri şeyleri, senden başkası da görür. Hak teâlâ, şu üç maksattan ötürü, gece ile gündüzü bir çift olarak yaratmıştır: Onlardan birinde yani gecede sükûnete ve rahata ermeniz; diğerinde, yani gündüzde Allah'ın fazlından elde etmeye uğraşmanız ve her iki faydaya karşı şükrünüzü yerine getirmeniz. Bil ki her nekadar gündüzün sükûnete ermek ve geceleyin çalışıp çabalayıp, Allah'ın fazlından elde etmek mümkün ise de, bu ikisinden herbirine en uygun olanı, Allahü teâlâ'nın zikretmiş olduğu şekildir. Bundan ötürü Cenâb-ı Hak, herbirine o belli özelliği tahsis etmiştir. 74Âyetin tefsiri için bak:75 75"Gün gelecek, Allah onlara nida edip: "Hani bâtıl zan ile iddia edip durduğunuz ortaklarım nerede?" diyecektir. (O gün) her ümmetten birer şâhid çekip çıkarmişızdır da, "Burhanınızı getirin" demişizdir. O vakit bilmişlerdir ki hak muhakkak Allah'ındır ve uydurageldikleri şeyler (yani putlar) da kendilerinden ayrılıp gaib olmuşlardır". Bil ki Allahü teâlâ, ilk önce müşriklerin yolunu tenkid edip, ikinci olarak tevhidden ve onun delillerinden bahsedince, yeniden müşriklerin metodlarını redde yönetip, onların âhiretteki durumlarını dile getirerek, "Gün gelecek... o gün, yani kıyamet günü Allah onlara nida edip, "Hani batıl zan ile iddia edip durduğunuz ortaklarım nerede?" diyecektir" buyurmuştur. Bu, "sizi kurtarmaları için, daha önce, ilah olduklarını iddia ettikleriniz bugün nerede?" veya "Allah'dan başka ilah olmadığını bile bile, "O putlar bizi Allah'a yaklaştıracaktır" şeklindeki sözünüz nerede?" demektir. Onlara bu şekilde hitab edilmesi, onların gam ve pişmanlıklarını artırır. Ayetteki, "O gün her ümmetten birer şâhid çekip çıkaracağız" ifadesi, "Onlara karşı şahidlik etmesi için, içlerinden birini çekip çıkarırız" demektir. Bazıları bu şahidlerin, peygamberler olduğunu; herbir peygamberin, peygamberi olduğu kavimlere Allah'ın delillerini ve ayetlerini tebliğ ettiklerine şahidlik edeceğine ve kusurun, kavimde olduğunun anlaşılması için, o delilleri izahta son noktaya kadar varmış olduklarını anlatacaklarını ve bunun o kavimlerin kederlerini artıracağını söylerlerken; diğer bazıları, "Hayır, bunlar her zaman insanlara şahidlik yapan kimselerdir" demişlerdir. "Bu şahidlere peygamberler de dâhildir" demişlerdir. Bu görüş doğruya daha yakındır. Çünkü Allahü teâlâ, o şahidi, o ümmetten çekip çıkaracağını bildirmek suretiyle olacak bu işin, her ümmet ve her cemaat için genel bir durum olduğunu bildirmiştir. Binâenaleyh bu ifadenin içine, peygamberin bulunmadığı haller de girer. Bu haller, "fetret" zamanları ile, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den sonraki zamanlar da girer. Böylece bu şâhidler, hakkın Allah ve Peygamberi tarafından olduğunu bilirler ve iftira edip uydurdukları o şeyler, yani yalanları ve batılları, onlardan sıvışıp giden birşey gibi kaybolup gider. 76Âyetin tefsiri için bak:78 77Âyetin tefsiri için bak:78 78"Karun, Musa'nın kavmindendi. Fakat onlara karşı o, serkeşlik etti. Halbuki biz ona öyle hazineler verdik ki, anahtarları bile güçlü-kuvvetli bir cemaate ağır geliyordu. O vakit kavmi ona şöyle demişti: "Şımarma, çünkü Allah şımarıkları sevmez. Allah'ın sana verdiğinden harcayıp, âhiret yurdunu iste. Dünyadan nasibini de unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun. Yeryüzünde fesat arama. Çünkü Allah fesadcıian sevmez." Karun: "Bu bana ancak bende olan ilim sayesinde verildi" dedi. Kendisinden evvelki nesillerde, kuvvetçe ondan daha üstün, taraflarca daha kalabalık kimseleri Allah'ın imha etmiş olduğunu bilmiyor mu? Mücrimlerden günahları (artık) sorulmaz". Bil ki Kur'an'ın açık ifadesi, Karun'un da Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın kavminden olduğunu göstermektedir. Yine bu ifadenin zahiri, onun, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya başlangıçta iman etmiş kimselerden olduğunu gösterir. Bunun akrabalık manasında bir yakınlık olması da uzak bir ihtimal değildir. Çünkü Kelbî şöyle der: "Kârun, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın amcası oğludur. Zira, onun künyesi, Karun b. Yasher b. Kahis b. Lavî'dir. Musa (aleyhisselâm)'nın nesebi de, Musa b. İmran b. Kâhis b. Lâvî'dir." Muhammed b. Ishak ise şöyle der: Karun, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın amcasıdır. Çünkü Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın nesebi, Musa b. İmran b. Yasher b. Kâhistir. Karun'un nesebi de, Karun b. Yasher b. Kâhis'dir. İbn Abbas'dan Karun'un Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, halaoğlu olduğu şeklinde rivayet de gelmiştir. Karun'a, yakışıklılığından ötürü "münevver" denediği de rivayet edilmiştir ki o, İsrailoğulları içinde Tevrat'ı en çok okuyanlardandı. Fakat tıpkı Sâmirî gibi münafık idi. Ayetteki, "Fakat, onlara karşı serkeşlik etti" ifadesi ile ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır: a) O, malı ve zenginliği yüzünden azdı. Onun azması, fakirleri küçümsemesi, onların iman kardeşliği hakkını gözetmemesi ve malının çokluğundan ötürü onlara saygı duymamasıdır. b) Bu "bağy" (serkeşlik), zulüm manasınadır. Rivayete göre, Firavun onu İsrailoğullarına başkan yapmış, o da İsrailoğullarına zulmetmişti. c) Kaffal: "Bu ifade, "O, onlara üstünlük tasladı ve onların emri altında olmalarını istedi" manasındadır" der. d) Dahhâk da, "Bu ifade, "O, onlara isyan etti, onlara karşı büyüklük tasladı ve hiçbir hususta onlarla uyuşmadı" demektir" demiştir. e) İbn Abbas, "O, zorba oldu, böbürlendi ve onlara gazab etti" der. f) Şehr b. Harşeb, "Bu, "O, onlardan bir karış elbise giydi" manasınadır" der. Böyle uzun elbise giymek de, onun kibrini gösterir. g) Kelbi, "Bu, "O, Harun'un dinî lider seçilmiş olmasını kıskandı" manasınadır" der. Rivayet olunduğuna göre, Musa (aleyhisselâm) o denizi geçip, Allah Firavun'u o denizde ordusuyla birlikte boğunca, dinî liderliği Harun (aleyhisselâm)'a verdi. Böylece Hazret-i Harun aleyhisselâm)'da hem peyamberlik, hem dinî liderlik, hem kurban kesme ve kabul etme vazifeleri toplanmış oldu. Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'da ise sadece "risalet" görevi kaldı. İşte oundan dolayı Karun buna dair bir kıskançlık hissetti ve "Ey Musa, risâlet sana, dinî liderlik ise Harun'a kaldı. Bana ise birşey yok. Ben buna tahammül edemem" dedi. Bunun üzerine Musa (aleyhisselâm), "Allah'a yemin ederim ki Harun (aleyhisselâm)'a bunu ben vermedim. Bunu ona Allah verdi" deyince, Karun, "Vallahi, sayesinde bunu Harun'a verenin Allah olduğunu anlayacağım bir delil ve mucize getirmedikçe, kesinlikle sana nanmam" dedi. Hazret-i Musa (aleyhisselâm) da, İsrailoğullarının reislerine, asalarını getirmelerini emretti. Herbiri de asasını getirdi. Hazret-i Musa (aleyhisselâm) onları, kendisine ait bir çadıra koydu. Sunu, Allah emrettiği için yapmıştı. Bunun sebebini onlara göstermesi için Allah'a dua etti. Onlar, asalarını bekleyerek gecelediler. Sabahleyin baktılar ki, Harun (aleyhisselâm)'un asası, üzerinde yemyeşil yapraklar bulunan bir badem ağacından olarak, hareket ediyor. Musa (aleyhisselâm), "Ey Karun, Allah'ın Harun için yaptığını gördün mü?" deyince, o, "Vallahi bu, senin daha önce yaptığın büyülerden daha şaşırtıcı değil" dedi ve birçok insan da onunla birlikte çekip gitti. Böylece Harun (aleyhisselâm), hem dinî liderlik, hem kurban, hem kabul işlerini üstlendi. İsrailoğulları kurbanlarını ona getiriyorlar, o da onları kesimhaneye koyuyor, gökten bir ateş inip onları yakıp bitiriyordu. (Böylece o kurbanlar kabul edilmiş oluyordu.) Karun, o çok malı ve İsrailoğullarından o çok taraftarıyla çekip gitti. Artık Musa (aleyhisselâm)'ya gelmez, onunla oturup kalkmaz oldu. Ebu Omâme el-Râhilî, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "O, Hazret-i Musa'nın ilahî kelamı dinlemek içın seçtiği yetmiş kişiden biri idi" dediğini rivayet etmiştir. Hak teâlâ'nın "Halbuki biz ona şöyle hazineler verdik ki, anahtarları güçlü-kuvvetli bir cemaate ağır geliyordu' ifadesi ile ilgili olarak birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Ka'bî "Sizler, Allah haramı vermez demiyor muydunuz? Öyle ise Allah daha nasıl, Karun'un malını, "Biz verdik" diyerek, kendisinin verdiğini ifade etmiştir?" der. Buna şu şekilde cevap vermişlerdir: Karun'un malının haram olduğum gösteren birşey yok. Bunun, Karun'dan önceki kralların biriktirmiş (saklamış) olmaları Karun'un da bunları ele geçirmiş olması mümkündür. Bu ele geçiriş de ya mülk edinme yoluyla olmuştur, yahut da ona çeşitli yönlerden miras olarak kalmıştır. Daha sonra Karun, çeşitli ortaklıklar kurarak, malı böylesine artırmış olabilir. Bütün bunla ihtimal dahilindedir." İkinci Bahis: "Mefâtîh", mîm'in kesresi ile "miftah"ın yani "anahtarın" cemi'dir. Bunun, "hazineler" manasına geldiği de söylenmiştir. Bunun müfredinin kıyasa uygun şekli ise, mim'in fethası ile "meftah"tır. Arapça'da birşey birşeye ağır gelip, onu eğdirdiğinde, "Yük onun belini eğdi" denilir. "Usbe" de, kalaba topluluk manasınadır. "İsâbe" de, aynı manayadır. On kişilik toplulupa "usbe" dem Bunun delili, Hak teâlâ'nın, Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm)'un kardeşlerinin, (......) (Yusuf, 8) dediklerini nakledişidir. Onlar, on kişiydiler. Çünkü Yusuf (aleyhisselâm) ve kardeşi onlarla birlikte değillerdi. Lafızların manalarını anladığına göre, diyoruz ki burada şu iki görüş vardır: a) "Mefâtîh" ile, kapıların kendileriyle açıldığı anahtarlar kastedilmiştir. Bu görüşte olanlar, "Karun'un hazilenelerinin anahtarları, deve derilerindendi ve her anahtar da bir parmak kalınlığındaydı. Her hazinenin bir anahtarı vardı. Karun yolculuğa çıktığında, bu anahtarlarını altmış katıra yükler, (beraberinde götürürdü). Bazı kimseler bu görüşü şu iki açıdan tenkid etmişlerdir: 1) Tek bir adamın malı, bu kadar olamaz. Şayet biz, altın ve mücevher dolu bir ülke var saysak, o zaman ona, az sayıdaki anahtarlar yeter. Daha, bu anahtar çoğaltmaya ne gerek var? 2) "Künûz", yerde istiflenmiş olan mallara denilir. Binâenaleyh, onların anahtarlarının olması caiz olmaz. Birinciye şöyle cevap verilir: Şayet mal, nakit cinsinden değil de, meta cinsinden olursa, onun çokluk itibariyle bu noktaya ulaşması caizdir. Yine, "Bu anahtarlar altmış yüke baliğ olmuştu" şeklindeki ifade, Kur'ân'da zikredilmez, bu sebeple de bu rivayet kabul olunmaz. Kur'ân'ın açıklaması, bu anahtarların çok olduğu ve onlardan herbirinin bir başka şeye tahsis edilmekte olduğu şeklindedir. O zaman da, çokluğu sebebiyle, onu muhafaza etmek ve bilmek, güçlü kuvvetli bir cemaate ağır gelir. Bu açıklamaya göre de, imkânsız görme, ortadan kalkar. İkinciye de şöyle cevap verilir: "Kenz" kelimesinin zahiri, her ne kadar o örfen söyledikleri şey ise de, bazan, anahtar üstüne anahtarla kilitli yerlerde toplanmış mala da isim olur. b) İbn Abbas ve Harun el-Basrî'nin tercihi olup, buna göre, "anahtarlar" ifadesi bizzat malın kendisi manasına alınır. Bu izah, daha açık, şüpheden de daha uzaktır. İbn Abbas şöyle demiştir: "Onun hazinelerini, güçlü kuvvetli kırk adam taşıyordu. Onun hazineleri dörtyüzbin (altın) olup, herbir adam onarbiner (altın)yükleniyordu." c) Ebu Müslim'in tercihi olup, buna göre, "anahtarlar" ifadesinden murad, ilim ve ihatadır. Bu tıpkı "O'nun katındadır, gaybın anahtarları" (En'âm,59) ayeti gibidir. Buna göre ayetten kastolunan mana şu olur: "Biz ona öyle hazineler (künüz) verdik ki, onları muhafaza etmek ve onları beklemek, güçlü kuvvetli ve hem de bilgili bir topluluğa son derece ağır gelir." Yani, "Bu hazineler çok fazla ve muhtelif türde olduğu için, onu bekleyen ve gözetleyen kimseleri, onu bekleme hususunda çok yorar." Daha sonra Cenâb-ı Hak, Karun'un kavmi içinde, ona pekçok şekilde vaz'ü nasihat eden bir kimseler bulunduğunu açıklamıştır: 1)Onun, "Şımarma; çünkü Allah şımaranlan sevmez" ifadesi. Bundan murad, şımarma ve dünyaya tutunmadan dolayı, kendisine, onu ahiretten kesin olarak gafil kılacak olan bir halin arız olmamasını (istemedir). Bazıları da şöyle demiştir: "Dünya ile ancak, ona razı olup da onda güven ve itminan bulan kimse şımarır. Ama, kendisinin pek yakında dünyadan ayrılacağını bilen kimse ise, onunla şımarmaz. Mütenebbî'nin söylediği şu söz ne güzeldir: "Kederlerin en şiddetlisi, bana göre, az sonra değişip gideceğini, sahibinin kesin olarak bildiği bir sürür ve neşe içinde bulunmadır." Bundan daha güzel ve veciz olanı ise, Cenâb-ı Hakk'ın şu buyruğudur: "Elinizden çıkana tasalanmayacaksınız, O'nun size verdiği ile sevinip şımarmayasınız diye" (Hadid, 23). İbn Abbas şunu söylemiştir: "Onun bu şımarması şirk idi. Çünkü o, ondan ötürü, Allah'ın ikâbından çekinmiyordu." 2) Onun, "Allah'ın sana verdiğinden harcayıp, ahiret yurdunu iste" sözü ifadenin zahirine göre o, ahireti kabul ediyordu. Maksat ise onun, -alı. kendisini cennete götürecek şeylere harcayıp, tevazu yoluna girmesidir. 3) Onun, "Dünyada nasibini de unutma" hitabı. Burada üç zah şekli bulunur: a) Belki de, bütün himmet ve gayesini dünyayı elde etmeye sarfediyordu. Bundan ötürü de, onlardan istifade ve yararlanmaya zaman ayıramıyordu. İşte nasihat eden kişi de, onu bundan nehyetmişti. b) Nasihat eden kimse ona, malını ahiret yurdu için sarfetmesini emredince, bu sözüyle de ona, dünya malından mubah yollarla yararlanmada bir zarar bulunmadığını açıklamıştır. c) Bundan maksat, malı, Allah'a taat uğruna harcamadır. Çünkü kişinin dünyadan nasibi, yediği ve içtiği şeyler değil, budur... Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Öyleyse herkes kendi nefsinden -yine kendisi için- bir şeyler ayırsın, dünyasından bir şeyler ayırıp ahireti için hazırlık yapsın, ihtiyarlık gelmeden önce gençliğinden bir şeyler ayırsın, ölüm gelmeden önce de hayatından bir şeyler ayırsın. Muhammed'in hayatı elinde olan zata yemin ederim ki, ölümden sonra artık malık (tövbe) imkânı olmadığı gibi, dünyadan sonra cennet ya da cehennem dışında bir diyar olmayacaktır." 4) Onun, "Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun" ifadesi. O ona, mal ile ihsanda bulunmayı emredince, ona, mutlak anlamda ihsanda bulunmayı da emretmiştir. Buna, mal ve mevki ile yardımda bulunmak, güler yüzlü ve hüsnükabul sahibi olmak, sözü iyi olmak gibi şeyler dahildir. Bu kimse, Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun, eğer şükrederseniz size olan nimetimi artırırım" (İbrahim, 7) ayetine dikkat çekmek üzere, "Allah sana ihsan ettiği gibi..." demiştir. 5) Onun, "Yeryüzünde fesat arama..." ifadesi. Bundan murad, onun işlemekte olduğu zulüm ve haksızlıklardır. Bunu söyleyenin, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) olduğu söylendiği gibi, bazıları da, kavminin iman edenleri olduğunu söylemişlerdir. Hangisi olursa olsun; doğrusu, bu öğütte öyle bir muhteva vardır ki, şayet kabul etseydi daha fazlasına hiç bir ihtiyaç kalmazdı. Ama Karun, kabul etmekten kaçındı, hatta buna mukabil, nimetin nankörlüğünü artırarak, "Bu bana ancak, bende olan ilim sayesinde verildi" dedi. Bu hususta birkaç izah şekli bulunur: a) Katade, Mukatil ve Kelbi şöyle demiştir: "Karun, İsrailoğullarının, Tevrat'ı en iyi okuyanı idi. Bundan dolayı da, "Bu bana ancak, ilmimin üstünlüğünden ve bunu hak etmemden dolayı verildi" dedi. b) Sald İbnü'l-Müseyyeb ve Dahhâk ise şöyle demişlerdir: "Musa (aleyhisselâm)'ya semadan kimya ilmi indirilmişti. Bu ilmin üçte birini Karun, üçte birini Yûşa ve üçte birini de Kalib öğrenmişti. Derken, Karun onları aldattı da, onların ilmini de kendi ilmine kattı. Artık, kurşunu alıyor gümüşe çeviriyor, bakın alıyor altına çeviriyordu." c) O bununla, kazanç ve ticaret yollarına dair ilmini kastetmiştir. d) Onun. ifadesinin "Allah bana bunu, beni ve benim halimi bildiği halde vermiştir. Eğer bu bir maslahat olmasaydı, bunu yapmazdı" manasında olması... Onun (......) ifadesi, "Bana göre durum böyledir" anlamındadır. Nitekim fetva veren kimse de, "Görüşüm ve anlayışım budur" anlamında, "Bana göre durum böyledir" der. Allah onun bu sözüne "Kendisinden evvelki nesillerde, kuvvetçe ondan daha üstün, taraftarca da daha kalabalık kimseleri Allah'ın helak etmiş olduğunu bilmiyor mu?" diyerek cevap vermiştir. Burada iki izah şekli bulunmaktadır: 1) Bunun, onun, Allahü teâlâ'nın kendisinden önceki nesiller içinde, kendisinden daha kuvvetli ve zengin kimseleri imha etmiş olduğunu bildiğini göstermesi caizdir. Çünkü o, bunu, Tevrat'ta okumuş, Musa (aleyhisselâm) onu buna bildirmiş ve o da bunu, tarih belleyenlerden duymuştur. Buna göre, ona sanki şöyle denilmiştir: "O, üzerindeki ilimler cümlesi içinde, bunu öğrenmedi mi? (Yani, öğrendi). Öyleyse, malının ve kuvvetinin çokluğu ile gururlanmasa ya!" 2) Bu ifadenin, onun bunu bilebilmesini nefy için olması caizdir. Buna göre sanki, o, "Bu bana, bendeki ilimden ötürü verilmiştir" deyip de, ilmi ile kibirlenip onunla büyüklük taslayınca, ona, "Onun yanında, iddia ettiği ve kendisi sebebiyle şahsını her nimete müstehak addettiği o ilim gibisi var mı ki? O bu faydalı ilmi öğrenmedi; şayet öğrenseydi onunla kendisini, helak olanların akıbetinden korurdu" denilmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın ifadesine gelince, bunun anlamı, ya, "kendisinden daha çok mal toplamış olan", ya da "sayı ve taraftarca daha kalabalık..." şeklindedir. Verilen cevabın neticesi şudur: "Onun, malıyla, kuvvetiyle ve taraftarlarıyla gururlanması, büyük bir hatadır. Çünkü, Allah onu imha etmek istediği zaman, ona ne bu fayda vermiştir, ne de kat kat arttırmak istediği malı..." Cenâb-ı Hakk'ın, "Mücrimlerden günahları (artık) sorulmaz" ifadesine gelince, bundan murad şudur: Allah günahkârları cezalandırdığında, O'nun, onlara günahlarının keyfiyyet ve kemmiyetinden sormaya htiyacı yoktur. Çünkü Cenâb-ı Hak, bütün malumatı bilir, bu sebeple de sormaya htiyacı yoktur. Buna göre eğer, "Bu ifadeyle, "Rabbine andolsun, muhakkak ki onların topuna birden soracağız" (Hicr. 92) ayeti nasıl ulaştırılabilir?" denilirse, deriz Bu, daha önce de anlattığımız veçhile, iki (ayrı) vakte hamledilir: Ebu Müslim ise, başka bir izah zikretmiş ve şöyle demiştir: "Sorma, bazan -nuhasebe için olur, bazan da, takrir ve azarlamak için. Kimi kez de, tarziye alınmak için olur. Bu ayete en uygun şey ise, tarziye alınmak anlamında olmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sonra o kâfirlere izin verilmeyecek, onlardan tarziye de talep edilmeyecektir" (Nahl, 84) ve "Bu (hepsinin) dillerinin tutulacağı bir gündür. Onlara izin de verilmeyecek ki özür dilesinler..." (Mürselât, 35-36) buyurmuştur." 79Âyetin tefsiri için bak:81 80Âyetin tefsiri için bak:81 81"(Derken bir gün) zineti içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzu edenler dediler ki: "Ne olurdu, Karun'a verilen gibi bizim de olsaydı. O, hakikaten büyük bir nasib sahibidir." Kendilerine ilim verilenler de şöyle dedi: "Yazıklar olsun size. Allah'ın sevabı, iman ve iyi amel eden kimseler için daha hayırlıdır. Buna da sabredenlerden başkası kavuşamaz." Nihayet biz onu da, sarayını da yere geçiriverdik. Artık Allah'a karşı kendisine yardım edecek hiçbir cemaatı da yoktu onun. Kendi kendisini müdafaa edebileceklerden de değildi". Onun, "Derken, zineti içinde kavminin karşısına çktı..." ifadesine gelince, bu, onun en gözde ve en güzel elbisesiyle kavminin karşısına çıktığına delalet eder. Kur'ân'da ancak bu kadarı zikredilir. Ancak insanlar, bu zinetin keyfiyyeti hususunda muhtelif şeyler zikretmişlerdir. Mukatil şöyle demiştir: "Karun, üzerinde gümüş eğer bulunan beyaz bir katır üzerinde kavminin karşısına çıkmıştı. Beraberinde, atlar üzerinde, erguvanı renkli elbiseler giymiş olan dörtbin süvari bulunuyordu. Ayrıca yanında, beyaz katırlara binmiş olan, zinetlerle süslenmiş ve kırmızı elbiseler giymiş, ak tenli üçyüz cariye vardı." Bazıları da, "Doğrusu o, bu şekilde olan doksanbin kişi ortasında, kavminin karşısına çıktı" derken, diğer bazdan da "Hayır, üçyüz kişi ortasında..." demişlerdir. En uygun olanı ise, bu tür açıklamaları terketmektir. Çünkü bunlar birbirleriyle çelişmektedirler. Halk, bu ihtişamı görünce, içlerinden dünyaya rağbet edenler, "Ne olurdu, Karun'a verilen gibi bizimde olsaydı" dediler. Yani, "Bu şeylerden ve bu mallardan..." Bu arzuyu taşıyanların kâfirler olması muhtemel olduğu gibi, dünyayı seven müslumanlardan olması da muhtemeldir. Bilgin ve dindarlara gelince, onlar, bunu arzulayanlara şunu söylemişlerdir: "Yazıklar olsun size, Allah'ın sevabı, bu nimetlerden daha hayırlıdır. Zira sevab, zarar şaibelerinden uzak olan büyük ve kesintisiz faydalardır. Bu fani dünya menfaatleri ise, bu üç vasfın aksine bir durumdadır..." Keşşaf sahibi şöyle demiştir: (......) kelimesinin asıl anlamı, "helak olsun!" diye beddua etmektir. Daha sonra ise, men, reddetme ve hoşnut olunmayan şeyi terketmeye teşvik etmek anlamlarında kullanılmıştır." Ayetteki, "Buna da, sabredenlerden başkası kavuşamaz" cümlesine gelince, müfessirler bunun manasının, "Ona muvaffak kılınmaz..." şeklinde olduğunu söylemişlerdir. (......)'daki zamirin neye râci olduğu hususunda iki izah şekli bulunmaktadır: a) Ayetin başındaki "îman ve iyi amel eden kimseler..." kısmının ifade ettiği şeye racidir. Yani, "Bu ameller, bu şeyler ancak sabredenlere verilir" demektir. b) Zeccâc şöyle demiştir: "Bu kelime, yani, "Allah'ın sevabı daha hayırlıdır" kelimesi ancak, tâatleri edâ, haramlardan kaçınma; kendisine ayırıp verdiği her türlü hayır ve şer hususunda Allah'ın kaza ve kaderine rıza hususunda sabredenlere verilir!!. Ayetteki "Nihayet biz onu da sarayını da, yere geçiriverdik" ifadesi ile ilgili iki vecih vardır: 1) Karun şımarıp, böbürlenip haddi aşınca, Allahü teâlâ, onu ve evini barkını, haddi aşmasının ve şımarıklığının bir cezası olarak yere batırdı. Bu ifadenin başındaki fâ, bu manaya delalet ettirmektedir. Çünkü o, sebebiyyet manasını ihsas ettirmektedir 2) Rivayet edildiğine göre Karun, Allah'ın Nebisi Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya eziyet eder, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ise, aralarındaki akrabalıktan ötürü ona müdara ederdi. Derken zekatla ilgili ilahî emir geldi. Bunun üzerine Hazret-i Musa (aleyhisselâm), Karun ile, her bin dinara karfilık bir dinar, her bin dirheme karşılık bir dirhem (zekat vermesi) üzere anlaştı. Karun bunun yekununu hesab edince, çok buldu. Dolayısıyla cimrileşti ve İsratloğullarım toplayarak, "Musa (aleyhisselâm) mallarınızı almak istiyor" dedi. Onlar da: "Sen bizim efendimiz ve büyüğümüzsün, bize dilediğini emret (yapalım)" dediler. Karun, "Falanca günahkâr (zaniye) kadına rüşvet (para) verelim. Musa (aleyhisselâm)'nın kendisiyle zina ettiğini söylesin. Böylece İsrailoğulları ondan vazgeçerler" dedi. Böylece o kadına altın bir tas dolusu altın verdiler. Bir bayram günü, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ayağa kalktı ve "Ey İsrailoğulları, kim hırstık ederse, onun elini keseriz. Kim, "muhsen" olmaksızın zina ederse, sopa vururuz, kim de muhsen (evli) olarak zina ederse onu recmederiz" dedi. Bunun üzerine Karun, "Sen de olsan bile mi?" deyince, Hazret-i Musa (aleyhisselâm), "Ben bile olsam" dedi. Karun, "İsrailoğulları senin falanca kadınla günah işlediğini söylüyorlar" dedi ve o kadını huzura getirdi. Hazret-i Musa (aleyhisselâm) o kadına, "Denizi yaran ve Tevrat'ı indiren zat-ı ilâhiyye adına doğruyu söylemesini istedi." Cenâb-ı Allah bunu sağladı (kadına doğruyu söyletti). Böylece kadın, "Onlar yalan söylüyorlar. Aksine Karun bana, benimle zina ettiğin iftirasında bulunayım diye para verdi" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ağlayarak secdeye kapandı ve "Ya Rabbi, eğer ben senin peygamberin isem, (onlara) benim için gazab et" dedi. Allahü teâlâ da, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya, "Yere istediğin gibi emret. Çünkü o, istediğini yapacak" diye variyetti. Hazret-i Musa (aleyhisselâm), "Ey İsrailoğulları, Allah beni Firavun'a peygamber olarak gönderdiği gibi, Karun'a da peygamber olarak gönderdi. Binâenaleyh kim onunla beraber olmak isterse, onun yanından sarayından ayrılmasın. Kim de benimle beraber olmak isterse, Karun'dan uzaklaşsın" dedi. İki kişi dışında bütün insanlar Karun'dan uzaklaştılar. Sonra Hazret-i Musa (aleyhisselâm) "Ey yer, onlan yakala" dedi. Bunun üzerine toprak onları diz kapaklarına kadar çekti. Sonra yine, "Onlan yakala!" deyince, yer onları bellerine kadar içine çekti. Üçüncü kere oları tut deyince, yer onları boyunlarına kadar içine çekti. Derken Karun ve arkadaşları, "Allah ve akrabalık aşkına" diyerek, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya yalvardılar. Fakat Musa (aleyhisselâm), son derece öfkeli olduğu için, bunlara iltifat etmedi ve yeryüzüne yine, "yakala" deyince toprak onları tamamen yutup, üzerlerini kapattı. Allahü teâlâ, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya, "Ey Musa seni böylesine kah yapan neydi? Onlar senden defalarca meded umdular, yardım istediler, ama sen onlara acımadın. Halbuki onlar bana, bir defa bile dua etse, meded umsalardı, izzetim hakkı için, beni, yakın ve dualarına icabet edici bulurlardı" buyurdu. Ertesi gün İsrailoğulları biribirlerine şunu fısıldamaya başladılar: "Musa (aleyhisselâm), Karun'un hazineleri ve yurduna tek başına konmak için, Karun'a beddua etmiş, Allah'a yalvarmış. Böylece de Allah onu, yeri, yurdu ve mallarıyla yere batırmış." Karun hergün, yüz boy yere batmaya devam etmiş." Kâdi şöyle der: O, yere batırılma azâbıyla helak olunca, onun yeryüzünün dışından, yedinci kat yere kadar inip-inmemesi farketmez. Çünkü bunun, zecirde (diğer insanlara ibret verip, onları caydırıcı olmasında) mübalağa üslubuyla böyle ifade edilmiş olması imkânsız değildir. Bunu rivayet edenlerin, "Allahü teâlâ, "Eğer o benden yardım isteseydi, ben ona yardım ederdim" şeklindeki sözlerine gelince, eğer bu söz doğru ise, ancak tevbe ile birlikte olan bir yardım çağrısına hamledilebilir. Fakat Allahü teâlâ, bu yere batırma hükmünü veren zat olduğu halde, Karun'un küfrünü sürdürmesiyle birlikte, Allah'ın böyle söylemiş olması uzak bir ihtimaldir. Çünkü Hazret-i Musa (aleyhisselâm), bu bedduayı, ancak Allah'ın emriyle yapmıştır. Bu hikayeyi nakledenlerin, "Kânın, hergün yere batmaya devam etmektedir" şeklindeki iddiaları da akıldan uzak bir şeydir. Çünkü bu işin, mutlaka bir yerde noktalanması gerekir. "Her gün yüz boy yere batması" iddiası da böyledir. Bana göre bu gibi hikayelerin faydası azdır. Çünkü bunlar âhâd rivayetlerdendir. Dolayısıyla kesinlik ifade etmezler. Hem sonra bu mesele, amelî bir mesele değildir ki bu hususta zann-ı gâlib yeterli olsun. Sonra bu haberler, genelde birbiriyle çelişir-çatışırlar. Dolayısıyla evlâ olan, böylesi şeyleri alıp, kabul etmemek, Kur'ân'ın nassının delâlet ettiği kadarıyla yetinmek ve diğer tafsilatı, gaybı bilen Allah'a havale etmektir. Ayetteki, "Artık, Allah'a karşı kendisine yardım edecek hiç kimse yoktur" ifadesi, "Musa (aleyhisselâm)'dan intikam alanlardan veya Allah'ın azabına karşı korunma gücüne sahip olanlardan değildi" demektir. Nitekim Arapça'da, birine destek verip de hasmına karşı onu güçlendirmeyi ifade için (falana yardım etti) (o da galip geldi) denilir. 82Âyetin tefsiri için bak:83 83"Dün onun mevkiini temenni edenler, sabahleyin şöyle diyorlardı: "Vay, demek ki Allah, kullarından kimi dilerse, onun rızkını genişletiyor, yahut daraltıyor. Allah bize lutfetmeseydi, bizi de muhakkak yerin dibine geçirirdi. Demek hakikat şudur ki, kâfirler felah bulmaz." İşte âhiret yurdu! Biz onu, yeryüzünde ne tegallüb ne fesad arzusuna düşmeyeceklere veririz. İyi akıbet müttakilerindir". Bil ki Karun'un varlığını görüp imrenen o kimseler, onun başına yere batırılma hadisesinin gelişini de görünce, bu onlar için, dünya sevgisinden ve Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya muhalefetten caydırıcı birşey; Allah'ın kaza ve kaderine, taksimatına (rızkına) razı olmaya, Allah'ın peygamberlerine iyice itaat etmeye sevkeden birşey olmuştur. Ayetteki, 'Vay, demek ki..." deyimine gelince, bil ki vey, keenne den ayrı bir kelime olup, hatayı görmek ve pişmanlığı ifade için kullanılan bir kelimedir. Binâenaleyh onlar, "Ne olurdu, Karun'a verilen servet gibi, bizim de malımız olsaydı"(Kasas, 79) deyip, sonra onun yere batırıldığını görünce, hatalarını anlayıp önce "vay", dediler; sonra da "Demek ki Allah, kullarından kimi dilerse, ona ikram olsun diye değil, ilahî irade, meşfet ve hikmetine göre, onun rızkını genişletiyor, dilediğinin de, onu hor ve hakir kılmak için değil, aksine onu denemek, imtihan etmek için, hikmeti ve kazası gereği, rızkını dariaştırmıştır" dediler. Sibeveyh şöyle der: "Halil'e, bunun nasıl bir kelime olduğunu sorunca, şu cevabı verdi: "Vey" 'den ayrı, müstakil bir kelimedir. Onlar hatalarını anladıklarında, önceki sözlerine pişman olarak "vey" (vay!, tüh!) dediler." Ferrâ da şu iki açıklamayı yapmıştır: 1) "Veyleke" "Sana yazıklar olsun" demektir. Buna göre, lâm hazfedilmiştir. Çünkü bu kelime çok kullanıldığı için, lâm hazfedilmiştir ve meftun mukadder bir fiil ile mansub kılınmıştır. Buna göre sanki, "Yazıklar olsun sana. Bil ki Allah..." denilmek istenmiştir. Bu, aynı zamanda Kutru b' un Yunus'dan naklettiği bir görüştür. 2) "Vey"den ayrı bir kelime olup, "hayret" ifade eder. Nitekim ' birisi birisine, "Vay, (şaşılacak şey), önündekini görmüyor musun?" der. Buna göre Cenâb-ı Hak, "vey" (şaşılacak şey)" deyip, sonra yeni bir cümle ile, "Demek ki Allah..." buyurmuştur. Binâenaleyh Allahü teâlâ bu kelimeyi, insanları hayrete davet için kullanmıştır. Vahidî şöyle der: "Bu, doğru bir izahtır. Fakat Araplar bu kelimeyi ayrı olarak yazmazlar. Eğer kelime, bu görüştokilerin söylediği gibi olsaydı, Araplar bunu ayrı olarak da yazar (kullanırlardı)." Birinci görüştekiler buna, "Mushaf'ın hattı diğer kelimelerin imlasına kıyas edilmez" diye- cevap verirler. Daha sonra o İsrailoğulları, "Allah bize lutfetmeseydi, bizi de muhakkak batırırdı" demişlerdir ki bu da, bir önceki cümleyi te'kid eden bir ifadedir. Ayetteki, "işte ahiret yurdu..." ifadesi, onun yüceliğini ve üstünlüğünü anlatmak için söylenmiştir, yani, "Bahsini duyduğun, sıfatları sana haber verilen şey işte odur" demektir. Bu vaad, sadece kibirlenmeyi ve fesadı bırakma şartına bağlanmamış, aynı zamanda onların bunu düşünmelerinin ve (kalblerinin ona meyletmesinin terki şartına bağlanmıştır. Nitekim Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Eğer bir kimseyi, nalininin (çarığının, ayakkabısının) kayışının, arkadaşı nın nalininin kayışından daha güzel oluşu, ucbe (kendini beğenmeye) sevkederse, o dsı bu ayetin muhtevasına dahildir." Keşşaf sahibi şöyle der: Hak teâlâ'nın "Gerçekten Firavun o yerde tegallübe kalktı" (Kasas, 3) ayetinden ötürü, tagaliübü (büyüklük taslamayı) Firavun'a; "Yeryüzünde fesad arzusuna düşmeyecekler..." ifadesinden dolayı, "fesad"ı Karun'a verip, "Kim Firavun ve Karun gibi olmazsa, işte ahiret yurdu onundur" diyen ve fakat cennet için de takvayı şart koşan "İyi akıbet müttakilorindir" cümlesini düşünmeyen kimse, boşuna heveslenmektedir. Halbuki yapılması nnatlub olan Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin yaptığı gibi, bu ayetten takva dersini almaktır. 84Âyetin tefsiri için bak:88 85Âyetin tefsiri için bak:88 86Âyetin tefsiri için bak:88 87Âyetin tefsiri için bak:88 88"Kim iyi hal ile gelirse, onun için bundan daha hayırlısı vardır. Kim de kötü hal ile gelirse, o kötülükleri işleyenler, yapmış olduklarından başkasıyla cezalandırılmazlar. Herhalde o Kur'ân'ı sana farz kılan, seni dönülüp varılacak yere döndürecektir. De ki: "Hidayetle gelen kim, o apaçık bir sapıklık içinde olan kim, Rabbin çok iyi bilendir." Sen, kitabın sana vahyolunacağmı ummuyordun. Ancak bu, Rabbinden bir rahmettir. O halde kâfirlere arka çıkma sakın. Allah'ın ayetleri sana indirildikten sonra sakın, müşrikler seni onlardan saptırmasınlar. Sen, Allah'a davet et ve sakın müşriklerden olma. Allah ile birlikte bir başka tanrıya daha tapma. Ondan başka hiçbir tanrı yok. O'nun vechinden başka herşey helak olmuştur. Hüküm O'nundur ve siz ancak O'na döndürülüp götürüleceksiniz". Bil ki Cenâb-ı Hak, ahiret yurdunun, yeryüzünde tahakküm ve bozgunluk peşinde alanlar için değil, muttakiler için olduğunu beyan edince, bundan sonraki ayetlerde muttakilere olacak mükafaatları anlatarak, "Kim iyi hal ile gelirse, onun için bundan daha hayırlısı vardır" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır: 1) Mânâ, "Kim bir iyilik işlerse, o iyiliğinden ötürü onun için bir hayır doğar" şeklindedir. 2) Bu, "Onun için, yaptığı iyilikten daha üstünü meydana gelir" yani "Onlara mükafaatları fazlasıyla verilir" demektir. Bunun izahı, Neml sûresinin sonlarında geçti. Ayetteki, "Kim de kötü hal ile gelirse, o kötülükleri işleyenler, yapmış olduklarından başkasıyla cezalandırılmazlar" ifadesinin zahiri, onlara, müstahak ; duklarından daha fazlasının verilmeyeceğini anlatır. Bu, seyyieler hakkında sahih olunca, haseneler hakkında, ayetteki, "onun için ondan daha hayırlısı vardır' ifadesiyle kastedilenin, az önce de bahsettiğimiz gibi, fazla mükafaat vermek manas olduğu ortaya çıkar. Keşşaf sahibi şöyle der: "Ayetin takdiri, "Kim bir kötülük yaparsa, onlar yaptıklarıyla mukabele görürler" şeklindedir. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hak, "seyyie lafzını, bu ayette iki kez zikretmiştir. Çünkü, kötü amelin onlara tekrar tekrar isnâc edilmesinde, onların hallerini iyice kötülemek ve dinleyenlerin kalbinde, "seyyle"nir ismi kötü bir şey olduğunu iyice vurgulamak vardır. Allah'ın "seyyie"ye karşı, ancak misliyle; "hasene"ye de on katıyla mukabelede bulunması, O'nun büyük fazlındandır." Burada şöyle iki soru sorulabilir: Birinci Soru: Cenâb-ı Hak, (Isrâ sûresinde) "Eğer iyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz. Eğer kötülük ederseniz, kendinize kötülük etmiş olursunuz"(isra, 7) buyurarak, "ihsan"ı iki defa tekrarlamış: kötülük yapmayı da bir kere zikretmekle yetinmiştir. Bu ayette ise, "seyyie"yi iki defa zikretmiş, "hasene"yi bir defa zikretmekle yetinmiştir. Bunun sebebi ne olabilir? Cevap: Çünkü burası, ahiret yurduna teşvik makamıdır. Binâenaleyh, günahlardan men etme hususunda, müessir ve belîğ ifade kullanmak, burada sor derece uygundur. Zira, günahlardan alabildiğine caydırmak, o nisbette, ahirete davet etmek demektir. Ama İsrâ süresindeki ayette ise, Cenâb-ı Hak, onların hallerini açıklamıştır. Binâenaleyh, onların güzel yanlarım iyice anlatmak, oraya uygun düşer İkinci Soru: Küfür kelimesini telaffuz eden, o anda öldüğünde, ebedî ve devamlı bir şekilde azab göreceği halde, daha nasıl Cenâb-ı Hak, "Kötülük, seyyie, ancak misliyle mukabele görecektir" buyurmuştur? Cevap: Çünkü o, devamlı yaşaması halinde, bunu söyleme azmi içinde olacağı için, ona, azmine ve niyyetine göre muamele edilmiştir, Cübbaî, "Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, suçsuz olarak, (kâfirlerin) çocuklarına da devamlı biçimde azab edeceğini caiz görenlerin bu görüşlerinin bâtıl olduğuna delalet eder" demiştir. Biz deriz ki: Allah böyle yapmaz, zaten ayette, buna delalet edecek herhangi bir şey de yoktur. Mekke'nin Fethinin Müjdelenmesi Cenâb-ı Hak (c.c), Resulü Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Kıyamet meselesini iyice açıklayınca, ona, kendisiyle alâkalı olan şeyi de beyan ederek, "Herhalde o Kur'ân'ı sana farz kılan, seni dönülüp-vanlacak yere döndürecektir" buyurmuştur. Ebu Ali şöyle der: "Bu ayetin manası, "Sana, o Kur'ân'ın hükümlerini, farzlarını farz kılan zât, ölümünden sonra da seni, "meâd"e döndürecektir" şeklindedir. "Meâd" lafzının belirsiz getirilmesi, onu (gönüllerde ve gözlerde) büyütmek içindir. Cenâb-ı Hak sanki, "Ne meâd ki, ne meâd!" demek istemiştir. Yani, "Senin dışındaki hiçbir beşer için, böyle bir meâd söz konusu değildir" demektir. Meâd kelimesiyle, Mekke'nin kastedildiği de ileri sürülmüştür ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Mekke'ye döndürülmesinden kastedilen, Mekke'nin fethedilme günüdür. Bu kelimenin, bu manada olmak üzere, belirsiz getirilmesini de şu şekilde izah edebiliriz: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Mekke'ye hükümran olacağı, oradaki kâfirleri ezip geçeceği, İslâm'ın izzetini ortaya koyup kâfirler güruhunu zelil kılacağı için, o günde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için şanı çok büyük olan bir meâd (dönüş) vardır. Bu sûre, Mekkî'dir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, o Mekke'de eziyyet görüp ve Mekkeliler tarafından ezildiği bir sırada, onun oradan hicret etmesini emretmiş ve onu oraya, açıktan, hem de galip bir şekilde döndüreceğini vaadetmiştir. Mukatil şöyle der: "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), mağaradan çıkıp peşine düşülme endişesinden dolayı, esas yolun dışında yürüyüp gidiyordu. Kendisini (bu ilahi vaad sayesinde) emniyyette hissedince, tekrar anayola döndü ve Mekke ile Medine arasındaki Cuhfe'ye indi. Mekke'ye giden yolu tanıdı ve Mekke'ye arzu duydu. Kendisinin ve babasının doğduğu yerleri hatırladı. Bunun üzerine Cebrail (aleyhisselâm) gelerek, "Sen, beldene ve doğum yerine arzu duyuyorsun, değil mi?" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Evet" dedi. Bunun üzerine Cebrail (aleyhisselâm), "Allahü teâlâ, "Her halde o Kur'ân'ı sana farz kılan, seni dönülüp-varılacak yere, döndürecektir" buyuruyor..." dedi. Yani, "Mekke'ye, hem de onlara galip olarak..." Bu izah, doğruya daha yakındır, çünkü "meâd" sözünden anlaşılan, ilk önce onun orada bulunması, sonra oradan ayrılması, daha sona da yine oraya dönmesi anlamınadır. Böyle olmak ise, ancak Mekke'ye uygun düşer. Her ne kadar diğer izahlar da ihtimal dahilinde ise de, ancak ne var ki, doğruya en yakın olanı budur Muhakkik alimler, "Bu, onun nübüvvetine delalet eden şeylerden birisidir. Çünkü bu ifade, gaybdan haber vermiştir. Bu haber de, bildirdiği gibi tahakkuk etmiştir. Binâenaleyh bu, bir mucize olur" demişlerdir. Daha sonra Cenâb-ı Hak "De ki: "Hidayetle gelen kim, o apaçık bir sapıklık içinde olan kim, Rabbin çok iyi bilendir" buyurmuştur. Bu ifadenin, daha önceki kısımla münasebetini de şu şekilde izah edebiliriz: Allahü teâlâ Resulüne, onu "meâd"e döndürmeyi vaadedince, "Müşriklere şöyle de, dedi: "Kendisini meâd'de hak edeceği mükâfaatı ve Mekke'ye döndürülmekle elde edeceği şerefi kastederek, "Benim Rabbim, hidayeti getiren ile; onları ve meâd'lerinde hak edecekleri cezayı kastederek, "apaçık bir sapıklık içinde olanı en iyi bilendir" buyurmaktadır. Daha sonra Cenâb-ı Hakk Resulüne "Sen, kitabın sana vahyolunacağmı ummuyordun. Ancak bu, Rabbinden bir rahmettir" buyurmuştur. Bu ifadede geçen illa kelimesiyle ilgili iki izah yapılmıştır: a) Bu, istisna için olan "illâ"dır. Öte yandan Keşşaf sahibi şöyle der: "Bu, manaya hamledilmiş bir ifadedir. Buna göre sanki, "Bu kitap sana, Rabbinden bir rahmet olsun diye verildi" denilmek istenmiştir. Bunu zahirî manasına almak da mümkündür. Buna göre mana, "Sen, ancak Allah'ın, rahmetiyle sana merhamet etmesini ve bu şekilde sana in'âmda bulunmasını bekliyordun. Yani, sen ancak böylesi bir ümit içindeydin" şeklinde olur." b) Buradaki, istidrâk için olan "lâkin" anlamındadır. Yani, "Lâkin, Rabbinden bir rahmet olarak o kitap sana verildi" demek olup, bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Nida ettiğimiz vakit de sen, o dağın yanında değildin. Fakat sen, Rabbinden, sana tahsis etmiş olduğu bir rahmet olarak (gönderildin)" (Kasas, 46) ayetidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şunları teklif etmiştir: 1) Onu, kâfirlere destekçi olmamakla mükellef tutarak "O halde sakın kâfirlere arka çıkma" buyurmuştur. 2) "Allah'ın ayetleri sana vahyedildikten sonra, sakın müşrikler seni onlardan saptırmasınlar" buyurmuştur. Dahhâk şöyle der: "Bu, o müşrikler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i yolundan ve davasından men etmek için, atalarının dinine davet edip, mallarının bir bölümünü ona vermek istediklerinde nazil olmuştur ki, bu "Onlara iltifat etme, onların sözlerine meyletme; aksi halde onlar seni, Allah'ın ayetlerine ittibâ etmekten alıkorlar" demektir." "Sen, Allah'a davet et..." buyurmuştur. Yani "Rabbinin dinine" demek olup, Cenâb-ı Hak bu ifadesiyle, kâfirleri ve müşrikleri, kendi dinine davet etme hususunda sıkı davranmasını kastetmiştir. İşte bundan dolayı da, "Ve sakın müşriklerden olma" buyurmuştur. 4) Cenâb-ı Hak, "Allah ile birlikte bir başka tanrıya daha tapma" buyurmuştur. Bu, her ne kadar, herkes için vacib ise de, ancak ne var ki Cenâb-ı Hak, tazîm için, özellikle Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bu şekilde hitap etmiştir. İmdi, eğer, "Peygamberin böyle bir şeyi yapmayacağı kesinlikle biliniyorken, "Bu yasaklamanın faydası nedir?" denilirse, biz deriz ki: Belki de, zahiren hitab, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'edir. Ancak ne var ki, bununla başkası kastedilmiştir. Mananın, "Allah'tan başkasına güvenme. İşlerin hususunda, O'ndan başkasını vekîl edinme. Çünkü Allah'tan başkasına güvenenin, sanki, tevhîd hususundaki yolu kemâle ermemiş demektir" şeklinde olması da mümkündür. Daha sonra Cenâb-ı Hak, kendisinden başka ilahın olmadığını, yani fayda ve zarar verenin; (herşeyi) verenin ya da vermeyenin ancak kendisi olduğunu beyan buyurmuştur ki, bu tıpkı, "O, doğunun da batının da Rabbidir. O'ndan başka hiçbir tanrı yoktur" (Müzzemmil, 9) ayeti gibidir. Binâenaleyh, O'ndan başkasının ilâh edinilmesi caiz olmaz. Allah'dan Başka Herşey Helaktedir Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O'nun vechinden başka her şey helak olucudur" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Alimler, Cenâb-ı Hakk'ın, "Herşey helak olucudur" ifadesinin ne demek olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazı alimler, buradaki "helak" kelimesini, "yok olma" diye tefsir etmişlerdir. Buna göre mana, "Allahü teâlâ, kendisi dışında her şeyi yok eder" şeklinde olur. Bazı kimseler de bu ifadeyi, ya öldürmek; yahut, her ne kadar parçaları devam etse bile, cüzlere ayırmak suretiyle, o şeyi yararlanılabilir halden çıkarma manasıyla açıklamışlardır. Çünkü Arapça'da, "Elbise ve eşya, yok oldu, helak oldu" denilir. Onlar bununla, bu şeylerin cüzlerinin yok olmasını kastetmezler. Tam aksine, onun istifade edilir halden çıkışını kastederler. Bazıları da şöyle demişlerdir: Onun helak olması, o şeyin, zâtı gereği helak olmayı kabul etmesi demektir. Çünkü, O'nun dışında kalan her şey, zâtı gereği mümkinu'l-vücud'dur. Mümkinu'l-vücua olan her şeyin ise yok olması kabildir. Binâenaleyh, bu demektir ki o helak olmayı kabul eder. İşte bu izaha göre, bu işe, "helak olmak" ismi verilmiştir. Bil ki kelamcılar, Allah'ın dışında kalan her şeyin, yok olmayı ve helaki kabul ettiğine dair deliller getirmek istediklerinde şöyle demişlerdir: Âlemin muhdes olduğu sabittir. Muhdes olan her şeyin hakikati ise, yokluğu ve varlığı kabul eder. Böyle olan her şeyin, her zaman o hal üzerine kalması gerekir. Çünkü mümkin oluş, mahiyetin ayrılmaz vasıflarındandır. Mahiyetin ayrılmaz vasfı ise, kesinlikle o mahiyetten ayrılmaz. Ancak ne var ki biz, bu delili incelediğimizde, bu maksadı tastamam biçimde ortaya koymadığını görmekteyiz. Zira kelamcılar, maddelerin ve vasıfların, arazların hadis olduğuna dair delil getirmişlerdir. Binâenaleyh, şayet onlar, Allah'ın dışında kalanların bir mekân işgal ettiklerine, veyahut da, mekân işgal edenle kâim olduklarına dair delil getirebilselerdi, o zaman maksatları tamamlanmış olurdu. Ancak ne var ki karşı taraf, mekânda olmayan ve mekânda olanla kaim olmayan birtakım varlıklar ispat etmektedirler. Binâenaleyh, mekânda olanın ve mekânda bulunanla kâim olanın muhdes olduğunu beyan eden delil, bu üçüncü kısmın olmadığına dair delil bulunmadığı sürece, Allah'ın dışında kalan her şeyin hadis olduğunu ortaya koyamaz. Kelâmcıların, bu üçüncü kısmı nefyetme hususunda şu iki yolları bulunur: 1) Onların, "Delili bulunmayanın kabul edilmemesi, nefyedilmesi gerekir" şeklindeki sözleridir. Bu, kelâm kitaplarımızda, tutukluğunu beyan ettiğimiz zayıf bir yoldur. 2) Onların, "Şayet böyle bir varlık mevcut olsaydı, mekânın, zamanın ve mümkin oluşun nefyedilmesi hususlarında, Allah'a ortak bir varlık olmuş olurdu. Şayet böyle olsaydı, o zaman bu varlık, Allah'ın misli olmuş olurdu" şeklindeki sözleridir. Bu da tutarsızdır. Çünkü şöyle denilebilir: (Bu vasıftaki) bu iki varlık, her ne kadar bu olumsuz vasıflardan müşterek iseler de, ancak ne var ki, bu iki varlıktan herbiri, mahiyet ve hakikat açısından diğerinden ayrılır. Durum böyle olunca da, onların aklî delillerinin, Allah'ın zâtından başka her şeyin helak oluşunu eksiksiz biçimde isbât edemediği ortaya çıkmış olur. Bu konuda itimada şayan olan izah, bizim şöyle dememizdir: Alemin zâtı gereği, vâcibu'l-vücud olan bir yaratıcısının bulunduğu sabittir. Binâenaleyh, zâtı gereği vacib olan bir diğer varlığın bulunması imkânsız olur. Aksi halde bu iki varlık, vacib oluş hususunda müşterek olur; herbiri de diğerinden, kendi hususiyetiyle ayrılmış olur. Sayesinde müşterekliğin sağlandığı şey ise, yine sayesinde farklılığın meydana geldiği şeyden farklıdır. Böylece bu demektir ki, bu iki varlıktan her biri, sayesinde müşterekliğin sağlandığı şey ile, sayesinde farklılığın meydana geldiği şeyden mürekkepdir, yani ondan meydana gelmişlerdir. Halbuki, her mürekkeb. kendisini meydana getiren cüzlerine muhtaç olan mümkin bir varlıktır. Sonra her iki cüz, eğer vacibü'l-vücud iseler, vücubda müşterek olurlar, başka bir şey nazar-ı dikkate alındığında da, birbirlerinden ayrılırlar. Binâenaleyh, bu durumda da, bu iki cüzden herbirinin de, terekküb etmiş olması gerekir. O zaman da teselsül gerekir. Halbuki teselsül, imkânsızdır. Yok eğer, bu iki cüzden ikisi de vacibu'l-vücud olmazlarsa, bu iki cüz'e muhtaç ve onlardan meydana gelmiş olan "mürekkeb", vacibü'l-vücud olmamaya daha uygundur. Böylece, vacibü'l-vücud'un tek bir tane olduğu; dışında kalan her şeyin ise, mümkinü'l-vücud varlık olduğu sabit olmuş olur. Halbuki, her mümkin için, bir müreccih gerekir. Onun o müreccihe muhtaç olması ise, ya yokluğu ya da varlığı halindedir. Eğer birincisi olursa, onun muhdes olduğu sabit olur. Eğer ikincisi olursa, var olanın, bir müessise muhtaç oluşu, ya meydana geliş sırasında, yahutda varlığını sürdürdüğü esnada olur. İkincisi batıldır, çünkü bu, varolmuş bir şeyin yeniden varedilmesini gerektirir ki, bu İmkânsızdır. Böylece, başkasına muhtaç oluşun, varoluş sırasında ortaya çıktığı sabit olmuş olur ve yine, Allah'ın dışında kalan herşeyin, ister mekânda yer tutsun, ister mekânda yer tutanla kaim olsun, isterse yer tutmasın, isterse yer tutanla kaim olmasın, muhdes olduğu sabit olmuş olur. Binâenaleyh, eğer bu delalet, Allah'ın sıfatlarıyla bir tenakuz teşkil edecek olursa, bil ki, burada çok güçlü bir fark bulunur. O'nun dışında kalan her şeyin hadis olduğu ve muhdes olan her şeyin de yok olmayı kabul edeceği sabit olunca, bu çok net aklî delil ile, yokluğu ve helaki kabul ediyor manasında olmak üzere, Allah'ın zatının dışındaki her şeyin helak olacağı sabit olmuş olur. Sonra, bu ayeti bu şekilde tefsir edenler, bunun evlâ olduğunu ileri sürerek şöyle demişlerdir: Çünkü, Cenâb-ı Hak, kendisi dışında kalan her şeyin, o esnada helak olacağına hükmetmiştir. Binâenaleyh, bizim yapmış olduğumuz açıklamaya göre her şey o esnada helak olmaktadır. Sizin yapmış olduğunuz açıklamaya göreyse, o esnada değil, ilerde helak olacaktır. Binâenaleyh, bizim görüşümüz daha evla olur. Hem, mümkin varlık, mümkin olarak var olduğunda, zatı gereği, ne yokluğa ne de varlığa müstehaktır. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak için söz konusu olan, varlığa müstehak oluş ise, zatı gereği olan bir müstehak oluştur. Var oluş, (eşyaya ise) dıştan gelmektedir. O halde, onun varoluşu, kendisi için ödünç alınmış bir elbise gibidir. Çünkü eşya, böyle olması açısından, tıpkı, zengin bir adamdan ödünç elbise almış olan fakir bir kimse gibidir. Zira, fakir kimse, ödünç alman bu elbise sebebiyle, fakirlikten çıkmaz. Aynen bunun gibi, mümkin varlıklar da, bizzat kendileri olmaları açısından, varlıktan ârîdirler. Onların var olmaları, tıpkı ödünç alınarak elde edilen bir elbiseye benzer. Böylece eşya, eşya olması açısından, her zaman yok olmaya mahkûmdur. İleride Helak Olacaktır Anlayışı Bunu, "ilerde yok olacaktır" manasına hamledenlere gelince onlar bu hususta şöyle diyerek istidlalde bulunmuşlardır: Arapça'da "helâk"in iki manası vardır: 1) O şeyin, yararlanılabilir olmaktan çıkması. 2) Sona erip yok olması... Lafzı birinci manaya almak caiz değildir, çünkü, ssyanın, istifade edilir durumdan çıkması manasında helak olması, imkânsızdır. Çünkü, eşyadan, cüzleri birbirinden ayrılsa bile, yararlanılması mümkündür. Çünkü, elde edilmek istenen menfaat, o eşyanın, kendisiyle kadîm bir yaratıcının varlığına istidlâl edilebilir halde olmasıdır. Böyle bir istifâde ise, o eşya ister dağınık, ister toplu halde olsun; ister varlığını sürdürsün, isterse yok olsun, daima söz konusudur. Helak anayı bu manaya almak imkânsız olunca, onu yok olma, varlığının sona ermesi manasına almak gerekir. Helaki, parçalanma ve dağılma manasına alanlar, buna şu şekilde cevap verirler: Eşyanın hetâk olması, onun, kendisinden dolayı taleb edilen bir menfaatten hâlî kalması demektir. Meselâ; insan öldüğünde, "helak oldu" denilir. Çünkü, ondan matlub olan özellik, onun hayatiyetidir ve aklıdır. Elbise paramparça olduğunda, "helak oldu" denilir. Çünkü elbiseden maksat, onun, giyilmeye elverişli olması demektir. Binâenaleyh, âlemin parçaları birbirinden ayrıldığında gökler, yıldızlar, dağlar ve denizler, kendisi sebebiyle, kendilerinden özel bir şekilde yararlanılan vasıflarından uzak olmuş olurlar. Binâenaleyh, hiç şüphesiz, "helak olan" vasfının bunlar hakkında kullanılması doğru olmuş olur. Bunlarla, bir yaratıcının varlığına istidlal edilebilmesine gelince, böyle bir menfaat, güneşe, güneş olduğu için; aya da, ay olduğu için tahsis edilmiş bir menfaat değildir. Binâenaleyh, bunların (bu şekilde) devam etmesinden onlara, helak olma vasfının verilmemesi neticesi çıkmaz. Bu görüşte olanlar, âlemin parçalarının devamına dair, Cenâb-ı Hakk'ın, "O gün ki, yer başka bir yere; gökler de (başka göklere) tebdil olunacaktır" (ibrahim. 48) ayetiyle istidlal ederek şöyle demişlerdir: Bu, eşyanın cüzlerinin devam edeceği hususunda açık bir ifadedir. Fakat ne var ki, o cüzler, başka bir şekle bürünecektir. Burada söylenilecek şey, bundan ibarettir. Allah Hakkında "Şey" Denebilir Ehl-i tevhîd, bu ayetle, Allahü teâlâ'ya, "şey" denilebileceği hususunda istidlal ederek, şöyle demişlerdir: "Zira Allahü teâlâ (kendisini), ayetteki "Her şey" ifadesinden istisna etmiştir. İstisna, yapılmaması halinde, o şeyin muhtevasına girebileceklerin ve girmesi gerekli olanların, hüküm dışı bırakılması için yapılır. Binâenaleyh, Allah'ın da "şey" olması gerekir. Bunu, bizim, En'âm sûresinde zikrettiğimiz husus da tekîd etmektedir. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın "De'ki: Şahit olmak bakımından hangi şey daha büyük?" De ki: Allah"(En'âm, 19) ifadesidir. Onlar Cenâb-ı Hakk'ın şey olmadığına dair, O'nun "O'nun benzeri gibisi yoktur" (Şura. 11) ayetiyle istidlal ederek şöyle demişlerdir: Bu ifadenin başındaki kâf, "misl" anlamındadır. Buna göre ayetin takdiri, "Hiçbir şey, O'nun mislinin misli değildir" şeklinde olur. Allah'ın mislinin misli ise, yine Allah'dır. Binâenaleyh, Allah'a şey denilmemesi, O'nun şey olmaması gerekir. Buna şu şekilde cevap verilir: Buradaki kâf, zaidedir. Allah Cisim Olmaktan Münezzehtir Mücessime, Allahü teâlâ'nın cisim olduğu hususunda, bu ayetle şu şekilde istidlal etmiştir: 1) Bu ayet, Allah'ın yüzü bulunduğu hususunda, sarih bir ifadedir. Bu ise, Allah'ın cisim olmasını gerektirir. 2) Cenâb-ı Hak, "Siz ancak O'na döndürülüp götürüleceksiniz..." buyurmuştur mesafenin sonunu ifade eder. Mesafe ise, ancak maddeler hakkında düşünülebilir. Buna şu şekilde cevap verebiliriz: Bu söz şayet doğru olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın, diğer bütün uzuvlarının kabul edilmemesi ve yüzünden başka hiçbir uzvunun bulunmaması gerekirdi. Râfizîler'den bazı Müşebbihe de bu iddiayı iltizâm etmiştir. Ki bu, İbn Sem'ân'ın bir iddiası olup, bunu, hiçbir akıllı söylemez. Sonra bazı alimler, şöyle demişlerdir: "Ayetteki vech sözüyle, Cenâb-ı Hakk'ın varlığı ve hakikati kastedilmiştir. Nitekim Arapça'da, "Onun hakikati" manasında "Bu işin vechi, budur" denilir. Bazıları da, buradaki "vech" kelimesinin zaid olduğunu, mananın, "o hariç, her şey helak olucudur" şeklinde olduğunu; "O'na döndürüleceksiniz" ifadesinin manasının ise, "O'nun hüküm ve yargısının mahalline döndürüleceksiniz" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Mutezile, cennet ve cehennemin mahlûk olmadıklarına bu ayetle istidlal ederek şöyle demiştir: "Çünkü bu ayet, her şeyin son bulacağını ifade etmektedir. Binâenaleyh, şayet cennet ve cehennem de mahlûk olmuş olsalardı, onlar da son bulurlardı. Halbuki bu ifade, Cenâb-ı Hakk'ın cenneti vasfederken, "Her zaman yemişini verir durur" (ibrahim, 25) ayetinde söylediği, bu ifadeyle çelişir. Cevap: Sizin bu istidlaliniz, Cenâb-ı Hakk'ın, cenneti vasfederken buyurduğu, "Müttakiler için hazırlanmıştır" (Al-i imran, 133); cehennemi vasfederken de, "Yakıtı, insanlar ve taşlar olup, kâfirler için hazırlanmıştır"(Bakara, 24) ifadesiyle çelişir. Sonra, Cenâb-ı Hakk'ın, "Herşey helak olucudur" beyanı, ya, tıpkı "Ona her şeyden de verilmiştir" (Nahl, 23) ayetinde olduğu gibi, ya genel manaya hamledilir; yahut "Her zaman yemişini verir durur" (ibrahim, 25) ayeti, "Cennet ile cehennemin yok olma zamanları, devam etme zamanlarına nisbetle az olunca, hiç şüphesiz devam lafzı kullanılmıştır" manasına hamledilir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Herşey helak olucudur" ifadesi, zâtın, bilfiil zât olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, o şeyin, helak olacağına hükmetmiştir. Böylece bu, o şeyin, şey olması bakımından helaki kabul ettiğine delâlet eder. Binâenaleyh, mâdûmun, şey olmaması gerekir. Allah, en iyisini bilendir. Hamd, alemlerin Rabbine mahsustur. |
﴾ 0 ﴿