ANKEBÛT SÛRESİ

Mekkîdir. Medenî olduğu da söylenmiştir. Yine, ilk on ayetin Mekke'de; geriye kalanların ise

Medine'de nazil olduğu söylenmiştir. Yahut aksi de ileri sürülerek, ilk on ayetin Medine'de, geriye kalanın ise Mekke'de nazil olduğu da belirtilmiştir. Yetmiş veya altmış dokuz ayettir.

İmanın Mükellefiyeti

1

Âyetin tefsiri için bak:2

2

"Elif-Lâm-Mîm. İnsanlar, inandık demeleriyle bırakılıvereceklerini, kendilerinin imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar?".

Bu ayetin tefsiri ve tefsir ilmini alâkadar eden şeyler hakkında birkaç mesele vardır:

Önceki Kısımla Münasebet

Bu sûrenin, başının, daha önceki kısımla münasebeti hakkında olup, bu hususta şu izahlar yapılmıştır:

1) Cenâb-ı Hak, bu sûreden önce, "Herhalde o Kur'an'ı sana farz kılan, seni dönülüp-varılacak yere döndürecektir." (Kâsas, 85) buyurup, bundan maksadın da, açıkça Cenâb-ı Hakk'ın, peygamberini Mekke'ye, kâfirlere üstünlük sağlamış ve zafer elde etmiş olarak; cezalandırmak maksadıyla, Mekke'ye geri döndürmesi olup, bunda da, savaşın getirdiği sıkıntılara katlanma meselesi yatınca, bu iş, bazılarına zor geldi. İşte bunun üzerine de Allahü teâlâ, 'İnsanlar, inandık demeleriyle bırakılıp da, cihadla emrolunmayacaklarını mı sandılar?" buyurmuştur.

2) Allahü teâlâ, önceki sûrenin sonlarında, "Rabbine davet et" buyurmuştu. O'na çağırma meselesinde de, süngüleşme, muharebe etme ve mukâtele işin içine girmektedir. Çünkü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabı, kâfirler sırf davet ile iman etmezlerse cihadla emrolunmuşlardı. Hal böyle olunca, bu iş, bazılarına zor geldi. İşte bunun üzerine Cenab-ı Hak, "İnsanlar, inandık demeleriyle burakıiıvereceklerini mi sandılar?" buyurdu.

3) Allahü teâlâ, Önceki sûrenin sonunda, "Allah'ın zâtı hariç, her şey helak olucudur" buyurunca, bundan sonra haşrl inkâr edenlerin görüşünü ibtâl edecek hususa yer vererek, "Hüküm O'nundur ve siz ancak O'na döndürülüp götürüleceksiniz..." (Kasas, 88) buyurmuştur. Yani, "Hiçbir şey rücû olmaksızın helak olucu değildir. Tam aksine, her helak olanın, mutlaka Allah'a dönmesi söz konusudur" demektir. Bunun böyle olduğu ortaya çıkınca, bil ki, haşri inkâr edenler, "Mükellef tutmanın faydası yoktur. Çünkü teklifler o anda bir sıkıntı doğurur. Fakat bunların, ilerde bir faydası yoktur. Çünkü, helak olup son bulduktan sonra, rücû diye, Allah'a dönüş diye bir şey yoktur. Binâenaleyh bu demektir ki, mükellef tutulmada bir fayda yoktur. Bu sebeple, Allahü teâlâ, onların, kendisine döndürüleceklerini beyan buyurunca, bu işin, onların sandığı gibi olmadığını, tam aksine, şükredenleri mükâfaatlandırmak, nankörlük edenleri de cezalandırmak için mükellef tutmanın makul olduğunu beyan ederek, "İnsanlar, kendisi sebebiyle Rablerine döndürülecekleri amelleri olmaksızın, mükellef tutulmadan bırakılacaklarını mı sanıyorlar?" buyurmuştur.

Hurûf-u Mukattaanın Hikmeti

Bu, sûrenin hecâ harfleri ile başlamasının hikmeti hakkındadır. Biz sûrelerin bu harflerle başlaması hususunda önce genel bir açıklama yapıp şöyle diyoruz: Hakîm olan, gafletteki yahut kalbi birşeyle meşgul olan kimseye hitab ettiğinde, sayesinde muhatab kendisine dönsün ve bütün kalbiyle kendisine yönetsin diye, söyleyeceği esas sözden önce, başka birşey söyler ve sonra esas maksadına geçer. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre diyoruz ki: Esas söylenecek şeyden önce söylenen o söz, bazan manası anlaşılan bir söz olur: Mesela, birisinin, "Dinle", aklın bende olsun", "bana dikkat et" demesi gibi. Bazan da manası anlaşılan söz manasında olur. Mesela birisinin, "Ey Zeyd", "yâ Zeyd", "Dikkat ey Zeyd" demesi gibi... Bazan da bu, manasız bir ses olur. Mesela, birisinin arkasından dönmesi için çalınan ıslık gibi... Bazan da o ses, ağızdan çıkmayan bir ses olur. Mesela, duyanların dönüp bakması için, insanın ellerini birbirine vurması (çırpması) gibi... Sonra gaflet edilecek husus ne kadar tam ve söylenmesi gereken söz de ne kadar ehemmiyetli olursa, esas sözden öyle söylenecek söz de o nisbetle çok olur.

İşte bundan ötürü, yakın kimseye "hemze" ile nida edilip, mesela "Ee Zeyd"; uzakta olana yâ ile nida edilip, "Ya Zeyd"; gafil (dalgın) kimsenin de önce dikkati çekilip, sonra nida edilerek, "Dikkat, ey Zeyd" denilir. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, şimdi diyoruz ki: Hernekadar Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hep kalbi uyanık ise de, o da bir işin kendini meşgul edebileceği bir insandır. Binâenaleyh hakîm olanın, bir ikaz-uyarı niteliğindeki bir takım harfleri, esas maksadını söylemezden önce söylemesi güzel olur. Ayrıca, o harfler, manası anlaşılmayacak biçimde oldukları zaman, uyarma-dikkat çekme işinde bu maksadı ifadede manalı olan harfleri getirmekten daha mükemmel olur. Çünkü harflerin önce telaffuz edilmesi, dinleyen kimseyi, o harflerden sonra gelecek sözü dinlemek gayesiyle, konuşana yöneltmek için olup, ilk söylenen söz düzgün ve manası anlaşılan bir söz olduğu zaman, dinleyen onu duyduğunda, maksadın hepsinin bundan ibaret olduğunu, artık başka bir sözün gelmeyeceğini zanneder ve o söze olan ilgisini sürdürmez. Fakat konuşandan, manası olmayan bir ses duyduğunda, o sese iltifat eder, duyduğu şeyin, esas söylenecek şey olmadığını kesin olarak düşündüğü için, ondan sonra başka birşey duymadıkça, dikkatini ondan kesmez. Binâenaleyh vaz' (konuş-icad ediliş) bakımından manası olmayan harflerin, esas söylenecek sözden önce getirilmesinin üstün bir hikmeti olduğu anlaşılır.

Münferit Harflerle Başlayan Sûreler

İmdi, eğer birisi, "Bu harflerin sadece bazı sûrelerin başında olmasının hikmeti nedir?" derse, biz deriz ki: İnsanın aklı, bütün tafsilatı bu ince şeylerin hakikatini idrak etmekten acizdir. Herşeyi bilen ise Allah'dır. Ancak biz yine de, Allah'ın muvaffak kıldığı ölçüde bu konuyu ele alıp şöyle diyoruz: Başında hecâ harfleri bulunan her sûrenin evvelinde, ya "kitab", ya "Tenzîl" veya "Kur'ân" lafzı getirilmiştir. Mesela ayetlerinden olduğu gibi. Ancak, üç sûre yani, (Meryem, 1); (Ankebut, 1) ve (Rum, 1) sûreleri müstesna. Kendisinde Kur'ân, kitab veya Tenzil lafızlarının yer aldığı sûrelerin bu harflerle başlamasının hikmeti şudur: Kur'ân, büyüktür. O'nu inzal etmek (indirmek) ağır bir iştir. O'nun kitabeti (yazılması) da, zor bir yüktür. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz biz sana ağır bir söz bırakacağız (vahyedeceğiz)" (Müzzemmil, 5) buyurmuştur. Başında "Kur'ân, Kitab ve Tenzil" sözünün geçtiği her sûrede, bunlardan önce, muhatabı O'nu dinlemeye sevkedecek bir uyarıcı söz getirilmiştir."

Her sûre Kur'ân'dır. O'nu dinlemek ise, ister içinde "Kur'ân"ın ismi bizzat geçsin, ister geçmesin; Kur'ân'ı dinlemektir. Binâenaleyh (sizin bu izahınıza göre), her sûrenin başında böyle bir dikkat çekici lafzın olması gerekirdi. Ayrıca "tenzil", "kitab" gibi kelimelerin yer alıp da, başında böyle hecâ harfleri bulunmayan sûreler de vardır. Meselâ (Kehf, 1); (Nur, 1); (Furkan, 1); (Kadir, 1) sûrelerinde olduğu gibi" denilmesin. Çünkü birinci hususaşöyle cevab veririz: Her sûrenin Kur'ân'dan olduğunda şüphe yoktur. Fakat içinde Kur'ân ve Kitab lafızları geçen o sûreler, Kur'ân'dan olmanın yanısıra, Kur'ân'ın bütününe dikkat çekmektedirler. Zira ayeti, Kur'ân'ın bir parçası olmasına rağmen, Kur'ân'ın bütününden bahsedilmektedir. Binâenaleyh bunun misal., tıpkı padişahtan adamlarına gelen ve içinde bir mesele yazılmış olan bir mektup gibidir. Yine bunun misali, padişahtan adamlarına gelen ve içinde, "Biz sana, emirlerimiz bulunan bir mektup yazıyoruz. Binâenaleyh ona uy" diye yazılan bir başka mektup gibidir. Bu sonraki mektubun ağırlığının, birincisinden daha çok voktur.

İkinci hususa da şöyle cevap verebiliriz: "Elhamdülillah" ve "Tebâreke" gibi ifadeler, asıl maksadı teşkil eden bir takım tesbihattır. Kul, Rabbisini tesbihten gafil olamaz. Dolayısıyla burada bir uyarıcıya -dikkat çekiciye- ihtiyaç yoktur. Ama, emirlerin ve yasakların yer aldığı sûreler böyle değildir. Bu sûrelerde "kitab" kelimesinin zikredilmiş olması İse, tesbihatın yapıldığı zât'ın büyüklüğünü anlatmak içindir. ifadesine gelince, biz bunun, Kur'ân'ın indiril işinden bahseden bir sûre olduğunu daha önce beyan etmiştik. Bizim bahsettiğimiz sûrelerde ise, Kur'ân'ın bütününün bahsi esastır. Binâenaleyh Kur'ân'ın bütün olarak zikredildiği sûreler, aslında daha ağır ve büyüktürler . "Biz onu indirdik" (Kadr, 1) ifadesine gelince, biz diyoruz ki: Bu, kalbi başka bir işle meşgul bir kimseye hitaben değildir. Bunun delili, bu ifadede "hû" (onu) zamirinin yer almış olmasıdır. Bu zamir, ya daha önce bahsedilmiş bir şeye, yahut da çok bilinen bir şeye râcîdir. Binâenaleyh bu "hû" (onu), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, malum olan bir şeyi ifâde etmektedir. Zaten Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), dikkati çekilmesine gerek kalmayacak kadar, o şey için pür dikkattir.

Bil ki Kur'ân'da manası anlaşılmayan bu harflerin dışında başka lafızlarla da, dikkat çekilmiştir. "Yâ eyyühen'nas..." "Ey insanlar, Rabbinizden ittikâ ediniz. Çünkü kıyametin sarsıntısı büyük bir şeydir. "(Hacc. 1); "Ey Peygamber, Allah'dan ittika et..."(Ahzab, 1) ve "Ey Nebi, niçin Allah'ın sana helâl kıldığını, haram kıldm..." (Tahrim, 1) ayetlerinde olduğu gibi... Çünkü bu ayetlerde bahsedilen hususlar, önemli ve büyük şeylerdir. Çünkü Allah'dan hakkıyla ittika etmek büyük birşeydir. Dolayısıyla, bunların önü sıra, uzakta bulunan habersiz kişileri uyarmak için, nida edatları getirilmiştir.

İçinde kitab ve Kur'ân lafızları yer almadığı halde, hecâ harfleriyle başlayan sûrelerin, bu şekilde başlaması ise, o sûrelerde yer alan konuların ve manaların ehemmiyetinden ötürüdür. Tefsir ettiğimiz bu sûrede ise, bütün mükellefiyetler zikredilmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "insanlar, "inandık" demeleriyle, bırakılıvereceklerini, kendilerinin imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar?" yani "Onlar sırf bu söz ile bırakılacaklarını mı sanıyorlar? Aksine onlar her türlü mükellefiyetle emrolunmuşlardır" buyurmuştur. Binâenaleyh, emir ve yasakları ihtiva eden, "Kur'ân"ın isminin zikredildiği o sûrelerdeki mana, bu sûrede de (zımmen) mevcuttur.

Eğer: Tevbe süresindeki şu ayet, bu sözün hem lafız, hem mana bakımından aynısıdır: "Allah sizden cihad edenleri bilmeden, (ortaya koymadan), bırakılıvereceğinizi mi zannettiniz?" (Tevbe, 16), "Ama bunun başında hecâ harfleri yer almamıştır?" denilirse deriz ki: "Bunun cevabı gayet açık olup şöyledir: Tefsir ettiğiniz ayet, sûrenin ilk cümlesidir. Bundan ötürü, istifham "hemze" olarak getirilmiştir. Tevbe süresindeki bu ayet ise, sözün ortasındadır. Bunun delili, istifhamın (fi) şeklinde getirilmiş olmasıdır. Dikkat çekme işi, sözün ortasında değil, başında olur. ayetiyle ilgili izah, inşaallah o sûrenin tefsirinde yapılacaktır. Bu harflerle ilgili sözümüz bundan ibarettir.

Üçüncü Mesele

'in i'rabı hakkındaki açıklamamızın tamamı, bunun tefsirine dair nakledilen diğer İzahlarla birlikte, Bakara sûresinde geçmişti. Fakat burada, onlara ilaveten, bu harflerin i'rabtan mahalleri olmadıklarını, çünkü bunların uyarıcı sesler niteliğinde olduklarını beyan ediyoruz.

Nüzul Sebebi

Ayetin sebebi nüzulü hakkında şunlar ileri sürülmüştür:

1) Ammâr b. Yasir, Ayyaş b. Ebî Rebîa, el-Velid b. el-Velîd ve Seleme b. Hişam hakkında nazil olmuştur.

Bunlar Mekke'de iken işkenceye maruz kalmışlardı.

2) Bu ayet, hicret ettiklerinde peşlerine kâfirlerin takıldığı, vuruşma neticesinde bir kısmının şehid düşüp, bir kısmının kurtulduğu Mekkell bazı müslüman gurublar hakkında nazil olmuştur.

3) Bedir günü öldürülen Muhca' b. Abdullah hakkında nazil olmuştur.

Beşinci Mesele

Bu ayetteki ifadesinin tefsiri hususundadır. Bu, "Onlar, sırf "inandık" demekle yakalarının bırakılacağını mı sanıyorlar?" "Bedenî ve malî bir takım mükellefiyetlerle imtihan olunmadıkça..." demektir. Nahiv imamları (alimleri), ayetteki ifadesinin tahlilinde ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazı alimler, bunun takdirinin "demek ile" şeklinde olduğunu söylerlerken; bazıları da, "inandık diyerek..." şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bu ifadenin zahirinin muktezası (manası), sanki onların "inandık" demekten yasaklanmalarıdır. Bu tıpkı birisinin, "sen Zeyd'i dövmekten alıkonulacağını mı sanıyorsun?" yani "Bunun sana yasaklanacağını mı sanıyorsun?" demesi gibidir. Zâhirindeki bu mana, doğruluktan uzak bir manadır. Çünkü Allah hiç kimseyi, "inandım" demekten menetmez. Fakat bu müfessirin maksadı, onların, imtihan edilmeden, sırf "inandık" sözleri ile yakalarının bırakılmayacağıdır. Binâenaleyh farzların gerekli kılınması ile, buradaki bütün şeylerden menedilmiş duruma girmişlerdir.

Bazı Deruni Meseleler

Bu ayetteki manevî (deruni) bir takım incelikler hakkındadır. Bunlar şöyledir: İnsanlardan istenen en önemli şey, ibadettir. İbadetlerin en önemli gayesi ise, hadis-i şerifte de varid olduğu gibi, kişide "muhabbetullah"ın gerçekleşmesidir. Bir hadis-i kudsîde Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Kulum Bana ibadetleri ile yaklaşmaya devam eder, nihayet Ben onu severim... " Müsned, 6/256; Buhari Rikak, 36. Fakat hadiste ibadet yerine, Mvifil (yani nafile ibadetle) lafzı vardır.

O halde kalbi Allah sevgisi ile dolup taşan kimse, Allah katında en büyük dereceyi alır. Fakat kalbin tercümanı vardır. Bu da dildir. Dilin de tasdikcileri vardır. Bunlar da bedenin diğer uzuvlarıdır. Bu tasdikcilerin de, tezkirecileri vardır. Mesela insan diliyle, "inandım" dediğinde, bu kimse kalbinde Muhabbetullah'ın yerleştiğini iddia etmiş olur. Binâenaleyh bu kimsenin iddiasına şâhidler getirmesi gerekir. İman binasının üzerine oturacağı şeyleri yapmak için bütün uzuvlarını kutlandığında, iddiasına, tasdikci şâhidler tahakkuk etmiş olur. Bu kimse canını ve malını Allah yolunda harcayıp, amellerini Allahü teâlâ dışındaki herşeyi bir tarafa bırakarak tezkiye ettiğinde (temizlediğinde), iddiasında kendisini tasdik eden şâhidlerini de tezkiye etmiş olur. Böylece de ismi, "muhibbîn" (Allah'ı sevenler) defterine kaydedilir ve mukarrebler bölümüne girmiş olur. İşte buna, 'insanlar inandık demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?" ifadesiyle işaret edilmiştir ki bu, "Onlar, davalarının, şâhidler olmaksızın ve şâhidlerinin tezkiye edicileri olmaksızın kabul edileceğini mi sanıyorlar! Hayır, aksine onların "muhibbîn"den olabilmeleri için, bunların bulunması gerekir" demektir.

İkinci İncelik: Kulun en aşağı derecesi, müslüman oluşudur. Çünkü müslüman oluşun hemen altında, küfür (inkâr) derekesi vardır. Binâenaleyh kulun elde ettiği ilk derece müslüman olmasıdır. Binâenaleyh kul böyle bir mertebeyi elde ettiğinde, ismi müslümanlar arasına yazılır, bölümü belirlenir. Fakat padişahlar nezdinde hizmet edenler pek çok kısımlara ayrılırlar: Kimileri, kendisine verilen görevi can-u gönülden içten gelerek yapar ve kendini işine verir. Dolayısıyla bu kimse, yaptığı o hizmetten alınıp, derece bakımından daha yüksek bir hizmete verilir. Kimileri de tembel olur, görevini aksatır. Dolayısıyla bu, o hizmetten alınıp, daha düşük bir hizmete verilir. Kimileri, hiç yeri değiştirilmeden, aynı işte bırakılır. Kimilerinin de ilgisi tamamen kesilir, defterlerden ismi silinir. İşte Allah'ın kulları da böyledir: Müslüman bazan âbid olur, kendini tamamen ibadete verir, saadeti benimser. Böylece bu kimse, mü'minler derecesinden, daha üst derece olan, mûkınîn derecesine yükseltilir ki bu, mukarrebîn'in derecesidir. Kimilerinin de taatı az olur, nefsine düşkün olur, dolayısıyla bu kimse, mevcut derecesinden, daha aşağı bir dereceye yani asîler ve kalbi katılaşmış kimseler derecesine indirilir. Bu kimse, kusurları küçük görür, çokça günah işler, ibadetten nasibini almaktan mahrum olur. Kovulur ve "ehl-i inâd"a katılır. Kimileri de cennetin ilk derecesinde kalır. Bunlar da aptallardır. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, işe cân-ı gönülden sarılan ve onu benimseyenleri müjdelemek için, "İnsanlar... bırakılıvereceklerini mi sandılar?" buyurmuştur. Yani, "Onlar, kendilerinin ilk makamda bırakılıvereceklerini mi sandılar. Hayır, hayır. Aksine onlar, derecelerin en üstüne çıkarılırlar". Nitekim Cenâb-ı Hak, "ilimden kendilerine dereceler verilmiş olanlar..." (Mücadele, 1); "Allah, mücâhidleri, oturanlardan (geri duranlardan) bir derece üstün kılmıştır" (Nisa, 95) ve bunun zıddını tembeller için söyleyerek, "İnsanlar, "inandık" demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sanırlar?" buyurmuştur, yani, "tembel olan, "iman ettim" deyip, günah işlemek suretiyle, sözünün aksine yaptığında, öylece bırakılıp, kendisinden razı olunacağını mı sanır? Hayır, aksine, daha düşük bir makama, yani ya günahkârlar, ya kâfirler makamına indirilir.

Öncekilerin İmtihanı

3

"Celalim hakkı için Biz onlardan evvelkileri de imtihan etmiştik. Allah elbette doğru olanları da, yalancıları da bilir...".

Cenâb-ı Hak, onları teselli edecek bir ifade kullanmak üzere, "Allah, sizden öncekilere de aynı şekilde davranmış ve "sırf "inandık" dedikleri için yakalarını bırakmayıp, onlara birtakım taatları farz ve gerekli kılmıştır" buyurmuştur.

İmtihanla Bilme Konusu

Ayetteki, "Allah elbette doğru olanları bilir" ifadesi ile ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır:

1) Mukâtil, "Bu, "Allah elbette gösterecektir" manasınadır" derken,

2) Bu, "Allah ortaya çıkaracak" ve "Allah, bunları birbirinden iyice ayırıp, seçecektir" manasınadır denilmiştir. Müfessirler, ayeti, ayetteki bu "bilme" ifâdesini, zahirî manasına hamletmesin, Allah'ın ilminin teceddüdünü (yenilenmesini-değişmesini) gerektireceğini sanmışlardır. Çünkü Allah, imtihan etmeksizin, doğru söyleyeni ve yalan söyleyeni bilir. O halde daha nasıl, "Allah bunu etmek suretiyle bilir" denebilir.

Ama biz, ayetin zahirî manasına alınabileceğini söylüyoruz. Zira Allah'ın İlmi, kendisinde olacak herşeyin, aynen olduğu gibi göründüğü bir sıfattır. Binâenaleyh Allah, mükellef tutup, denemeden önce de, mesela Zeyd'in itaat edeceğini, Amr'in ise isyan edeceğini; mükellef tutunca da, Zeyd'in itaat edip, Amr'in isyan edeceğini; Zeyd ile Amr'in yaratılmalarından sonra, Zeyd'in itaat edip, Amr'in isyan edeceğini Dilir. O'nun ilmi hiçbir şekilde değişmez. Burada değişen, bilinen şeylerin durumudur.

En güzel temsili getirmek Allah'a mahsus olmakla birlikte, biz bunu maddî bir misal ile açıklamaya çalışalım: Cilalanmış, tertemiz bir ayna bir yere asılıp, bir yöne doğru çevrilsin ve hareketsiz bırakılsın. Sonra önünden beyaz bir elbise ile Zeyd geçsin. Zeyd o aynada beyaz bir elbise içinde gözükecektir. Yine onun önünden, sarı bir elbise giyinmiş olarak Amr geçsin. Amr da aynada sarı elbiseli görülecektir. Şimdi kimin zihninde, "Demirden olan bu ayna değişmiştir?" yahut "o kimse, ayna döndürüldüğü için değişik göründü" gibi fikir belirebilir? Yahut kim o aynanın cilasında değişme olduğunu sanabilir? Yahut kimin hatırına, o aynanın yerinden oynadığı aûşüncesi gelebilir. Hiç kimse, bunlardan hiçbirini aklına getirmediği gibi, aksine burada değişen şeylerin, harici (aynanın karşısındaki) şeyler olduğunu kesin olarak bilir. Binâenaleyh Allah'ın ilmini bu misal ile anlamaya çalış. Ama Allah'ın ilmi bundan daha yücedir. Çünkü bu aynanın değişmesi mümkündür. Fakat Allah'ın ilmi asla değişmez.

O halde Hak teâlâ'nın ayetteki bu ifadesi, "Allah'ın, itaat edeceğini bildiği kimselerden itaat sâdır olur. Böylece de, bu ilim sayesinde onun itaatkâr olduğu anlaşılır" manasında olur; "Yalana olanları da bilir" ifadesi de, "Kim ben mü'minim der, ibadetler farz kılındığında doğruluğunu gösterirse, ondan bu zuhur eder, bu bilinir. Kim de "Ben mü'minim" der, ama münafık olursa, ondan da bu münafıklık zuhur eder, bu bilinir" manasında olur.

Ayetteki, "sadık (doğru) olanlar" kelimesinin fiil sıgasıyla, "yalancılar" kelimesinin de isim sigasıyla getirilmesinin lafızdaki ihtilafın fesahata delalet etmesinin yanı sıra şöyle bir faydası vardır: "İsm-i fail, pekçok yerde, ifade ettiği işin, failde mevcut olduğuna ve onda kök saldığına delalet ettiği halde, mazî fiil buna delalet etmez. Nitekim Arapça'da, "Falanca içki İçti". "Falanca içki içendir" ve "Falancanın emri geçerli oldu" ve "Falancanın emri geçerlidir" denilir. Fiil sigasında tekrar ve o işin kök saldığı manası anlaşılmadığı halde, ism-i failden bu anlaşılır. Bunun böyle olduğu sabit olunca diyoruz ki: Bu ayet indiğinde, mükellefiyetin başlangıcında İslâm'a hemen girecek olanlar ile, küfrünü sürdürüp gidecek olanlardan söz etmiştir. Böylece de mü'minler hakkında fiil sigasıyla, "yani onlardan doğruluk sâdır olan kimseler" buyurmuş, kâfirler hakkında da, devamı ve sürekliliği haber veren siga ile, "yalancılar" (Kazibin) demiştir. İşte bundan ötürü, "Doğruluklarının doğrulara (sadıklara) fayda verdiği o gün... "(Maide, 119) buyurarak, burada ism-i fail sigası getirilmiştir. Çünkü bahsedilen o günde sadakat, artık mü'minlerin kalbine kök satmıştır. O gün de âhiret günüdür. Fakat bu durum, İslâm'ın başlangıcında böyle değildir.

Mücrimler Kaçamazlar

4

Âyetin tefsiri için bak:5

5

"Yoksa kötülükleri yapanlar Biz'den kaçıp kurtulacaklarını mı sandılar? Ne kötü düşünüyorlar. Kim Allah'a kavuşmayı umarsa, şüphe yok ki Allah'ın (tayin ettiği) o vakit mutlaka gelecektir. O, semi ve alimdir".

Cenâb-ı Hak, "İnsanlar, bırakıhvereceklehni mi sandılar?" ifâdesi ile, mükellef tutmanın hikmeti ve güzel olduğunu beyan edince; bir görev verdiği halde bunu yerine getirmeyen kimseye azab edeceğini, hemen o anda azab etmese bile, ileride azab edeceğini; ne o anda, ne ileride hiçbirşeyin Allah'ın elinden kurtulamayacağını beyan buyurmuştur. Bu, "mükellefiyetler, yol göstermelerden ibarettir. Bunların yapılmaması halinde karşılık yapılan tehdidlerin, bir teşvik ve terhîb (korkutma) olduğunu, Allah'ın azab etmeyeceğini, azab etmiş olsaydı, peşinen azab etmekten âciz olmadığını dolayısıyla, cezasını ertelemesi gerekmediğini" söyleyenlerin görüşünün yanlışlığına delildir. İşte bu sebeble Cenâb-ı Hak, "Yoksa kötülükler yapanlar Biz'den kaçıp kurtulacaklarını mı sandılar?" yani, "İş, onların dediği gibi değil. Aksine Ben, va'd ve va'îd hükmüne göre, azab olunacaklara azab eder, ödüllendirileceklere de mükâfaat veririm. Çünkü Ben, va'dimden dönmem" buyurmuştur. İmhâl, (yani mühlet verme, cezayı geriye bırakma), ihmal demek değildir. Amellerin karşılığını hemen vermek, derhal vermemesi halinde bunu bir daha yerine getiremeyeceği endişesini taşıyanların işidir. Cenâb-ı Hak daha sonra "Ne kötü hükmediyorlar?" yani, "Onların, "insanlar Allah'ın emrine muhalefet edebilirler, ama bunun cezasını çekmezler" şeklindeki hüküm ve düşünceleri, çok kötü ve yanlış bir düşüncedir. Çünkü güzel hüküm, aklın ve şeriatın verdiği hükümdür. Akıl, Allah hakkında hükmedemez, karar veremez. Zira Allah istediğini yapar. Şeriatın hükmü de, bu iddiada olanların söylediklerinin aksinedir. O halde bunların hükümleri, vardıkları netice, son derece kötü, yanlış ve âdî bir hükümdür" buyurmuştur.

Hesaba İnananların Hâli

Cenâb-ı Allah daha sonra "Kim Allah'a kavuşmayı umarsa, şüphe yok ki Allah'ın (tayin ettiği) o vakit mutlaka gelecektir. O, semi' ve alîm'dir" buyurmuştur. Hak teâlâ, "insanlar... sanıyorlar mı?" ifadesi ile, kulun dünyada başıboş bırakılmayacağını beyan edip, "Yoksa kötülükleri yapanlar, Biz'den kaçıp kurtulacaklarını mı sandılar?" ifadesiyle de, mükellefiyetlerini yerine getirmeyenlerin azab göreceklerini bildirince, ahirete inanıp, ahiret için hazırlık yapanların, bu hazırlıklarını zayi etmeyeceğini, onları umduklarına nail edeceğini beyan buyurmuştur. Bu ayetle ilgili bir kaç mesele var:

Birinci Mesele

Biz, pekçok yerde üç asıl inanç prensibini ifadeye çalıştık: Birincisi, Allah'ın varlığına ve birliğine imandır; sonuncusu âhiret gününe imandır; ortası da birinciden gönderilen ve sonuncuya ulaştıran peygamberdir. İlahiyat meselelerinde, bu üç şey, neredeyse birbirinden ayrılmazlar. O halde Hak teâlâ'nın, "İnsanlar, "inandık" demekle... bırakıhvereceklerini mi sandılar?" ifadesi, birinci asla işarettir. Yani, "Onlar, ilk aslın (birinciye imanın) yeterli olduğunu mu sanıyorlar?" demektir. Hak teâlâ'nın, "imtihana çekilmeyeceklerini mi sanıyorlar? Andolsun ki Biz onlardan evvelkileri de, kendilerine peygamberler gönderip, yollarını bildirmek suretiyle, imtihan ettik" buyruğu ikinci asla, yani peygamberlik müessesesine işarettir. "Yoksa kötülükleri yapanlar..." ve "Kim Allah'a kavuşmayı umarsa..." ifadesi ele üçüncü asla, yani "âhirete" bir işarettir.

Likâ

Bazı müfessirler, Allah'a kavuşmanın "Allah'ı görme" manasına olduğunu söylemişlerdir. Bu görüş zayıftır. Çünkü "lika" ve "mülakat" aynı manaya olup, Arapça'da "kavuşmak" manasınadır. Hatta iki cansız şey birbirlerin kavuşturulduklarında, yanyana getirildiklerinde, "Birbirlerine mülâki oldukları" söylenir.

Reca

Bazı müfessirler, ayetteki "yercûne" (umarlar) kelimesinin, "Recâ ederler, korkarlar" manasında olduğunu söyleyerek, bunun "Kim Allah'a kavuşmaktan korkarsa..." manasına geldiğini ileri sürmüşlerdir. Bu görüş tutarsızdır. Çünkü "recâ"nm meşhur manası, başka şeyi değil, hayrı ummaktır. Bir de "recâ"nın bu manaya geldiğinde ittifak etmişiz. Nitekim "Allah'ın fazlına recâ ederim (umarım)" denilir. Tabii ki bundan, "Allah'ın fazlından korkarım" manası anlaşılmaz. Kelime bu mana için kullanılınca, müşterekliği çok anlamlılığı, bertaraf etmek için, başka manaya kullanılmaz.

Ecelellah

Ayetteki "ecelellah" (Allah'ın eceli) ifadesi ile, (Allah'ın belirlediği) ölümün kastedilmiş olabileceği gibi, "haşr" ile meydana gelecek dirilişin kastedilmiş olması da mümkündür. Binâenaleyh eğer bu, "ölüm manasına alınırsa, ayet ölümden sonra da ruhların (canların) bakî kaldıklarını ifade eder. Nitekim hadislerde de bu şekilde vârid olmuştur. Çünkü birisi, "Kim hayrı umuyorsa, bilsin ki sultan gelecektir" dediğinde, bu sözden, o hayır ümidinin, padişahın gelişine kadar süreceği anlaşılır. Hatta padişah gelse ve hayır sonraya kalsa, o zaman bunu diyene, "Sen şöyle şöyle dememiş miydin! Sultan geldi, ama ortada hayır yok" denilebilir. Binâenaleyh ölürken "lika" (kavuşma) olmamış olsaydı, misalimizde olduğu gibi, ayetteki bu ifade yerinde olmuş olmazdı. Binâenaleyh bunun böyle olduğu anlaşıldığına göre, beka olmasaydı, "Ukâ" olmazdı.

Beşinci Mesele

Ayetteki, "Kim Allah'a kavuşmayı umarsa" cümlesi şart; "Şüphe yok ki Allah'ın (tayin ettiği) o vakit mutlaka gelecektir" cümlesi ise bunun cevabıdır. Şarta bağlı olan şey, o şart bulunmadığı zaman gerçekleşmez. Binâenaleyh Allah'a mûlakî olmayı (kavuşmayı) ummayanlar için, Allah'ın bu eceli gelmez. Fakat bu söz konusu olamaz. Binâenaleyh buna nasıl cevap verilir? Biz diyoruz ki: Buradaki "ecelin gelişi" ile kastedilen, itaat eden kimseye, ölümünden sonra, va'dedilen mükafaatın gelmesidir. Yani "Kim, bu kavuşmayı umarsa, Allah'ın eceli geldiğinde, o kimsenin taatlarına karşı elde edeceği mükâfaat da beraberinde gelir. Bunu ummayana ise, Allah'ın ecelinin, mükâfaat görecek şekilde gelmeyeceğinde şüphe yoktur.

in Hikmeti

Cenâb-ı Hak, bu ayetin sonuna, "aziz" ve "hakîm" gibi sıfatlarını değil de, "semi" (işitici) ve "alîm" sıfatlarını getirmiştir. Çünkü, "insanlar, "inandık" demekle bırakılıvereceklerini mi sandılar?..." cümlesinde, "deme" (söz); "imtihan edilmeksizin" ve "Allah... bilir" ve "Kötülük yapanlar... sandılar mı?" ifadelerinde ise "fiiller" geçmiştir. Sözün duyma (sem') ile, bilineceğinde şüphe yoktur. Amellerden ise niyetler gibi göz ile idrak olunmayanlar olduğu gibi, idrak olunanlar da vardır. "İlim", her ikisini de kapsar. O halde Allah, onların dediklerini duyan, söylediğinde sâdık olanları, yalancı olanlardan bilip ayıran bir âlimdir. Sonra Allah amel edenleri bilen, ona göre mükâfaat ve ceza veren bir âlimdir.

Burada şöyle bir incelik vardır: Kulun, üç çeşid hasenatı vardır:

a) Kalbinin amelleri... Bu, kalbin tasdiki (imanı)dır ve görülüp duyulmaz, fakat bilinir.

b) Dilinin amelleri... Bu, sadece duyulur.

c) Uzuvlarının ve bedeninin amelleri. Bunlar da görülür. Binâenaleyh kul, bunları yaptığında, Allah onun duyulan amellerini, hiçbir kulağın duymadığı şeyleri; görülen amelleri için, hiçbir gözün görmediği ve kalbinin amelleri için de, hiç kimsenin akıl ve hayaline gelmeyen mükâfaatlar verir. Nitekim bu husus, cenneti anlatan haberde de belirtilmiştir.

Allah Müstağnidir

6

"Kim cihâd ederse, ancak kendisi için cihad eder. Çünkü Allah, bütün alemlerden müstağnidir...".

Bil ki Allahü teâlâ, mükellef tutmanın güzel ve yerinde olduğunu, bundan ötürü savuşturulması mümkün olmayan va'd ve va'îdlerinin bulunduğunu, beyan, edince, mükelleften bunu istemesinin kendisiyle ilgili bir faydası olmadığını, çünkü kendisinin halükârda, herşeyden müstağni olduğunu, kemâlinin, başkasına -başka şeylere bağlı olmadığını bildirmiştir. Bu gibi ifadeler, Kur'ân'da pek çoktur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kim sâlih amel işlerse, kendisi için yapmış olur" (Casiye, 15) ve "Eğer iyilik (ibadet) ederseniz, kendiniz için iyilik etmiş olursunuz"(Isra, 7) buyurmuştur. Ayette ilgili birkaç mesele vardır:

Amel-i Salih

Önceki ayet, bu ayetle birlikte, kulun amel-i salihi çokça ve sağlamca yapmasını gerektirir. Çünkü bir padişah için bir iş yapan ve o padişahın, yaptığı işi göreceğini ve bileceğini bilen insan, işini hem güzel, hem de sağlam yapar. Kul, yaptığı işin faydasının kendisine ait olduğunu ve yaptığı işe göre takdir edileceğini bilirse, o işi çokça yapar. Binâenaleyh Allahü teâlâ, zâtının alabildiğine duyan ve bilen olduğunu belirtince, kul amelini hem sağlam yapar, hem de sırf O'nun için yapar. Cenâb-ı Hak, "Kulun çalışıp çabalaması kendisi içindir" dediği zaman, kul daha çok gayret eder.

Amellerin Karşılığı

Birisi şöyle diyebilir: "Bu, karşılığın (mükâfaatın), yapılan işe göre olduğunu gösterir. Çünkü Allahü teâlâ, "Kim cihâd ederse (çalışıp-çabalarsa), ancak kendisi için savaşmış olur" buyurunca, bundan, çalışıp-çabalayan kimsenin, bu gayreti olmaması halinde kazanamayacağı şeyleri, çalışıp çabalaması ile, gayreti ile kazanacağı anlaşılır." Biz diyoruz ki: Bu böyledir. Fakat mükâfaat, hak etmeye göre değil, Allah'ın va'dinin hükmüne göredir. Bunu şu şekilde izah edebiliriz: Allahü teâlâ, mükellefin, çalışıp çabalaması halinde ona mükâfaat vereceğini beyan edip, mükellef de kendine düşeni yaptığında, bu kendisi için faydalı bir çalışma olmuş olur. Bunun böyle olduğunda münakaşa yoktur. Münakaşa ancak, eğer Allah'ın bir va'di olmasaydı, kulunu, o işinden dolayı mükâfaatlandırmasının Allah'a vacib (gerekli) olup olmaması ve herkese ancak ameli karşılığında ihsan ve lütufta bulunmasının caiz olup olmaması konusundadır. İşte bu hususla ilgili ayette birşey yoktur.

Üçüncü Mesele

Ayetteki, innemâ lafzı hasr (sadece) manasınadır. Buna göre, kişinin çalışıp-çabalamasının sırf kendisi için olması, bundan başkasının istifade etmemesi gerekir. Halbuki durum böyle değildir. Çünkü çalışıp çabalayan kimse, çalıştığı şeyden istifade edebildiği gibi, faydalı olmayı istediği kimse de ondan fayda görür. Hatta baba ve oğul, çalışıp-çabalamaları ve gayretlerinin bereketinden, birbirlerinden istifade edebilirler. Şimdi biz diyoruz ki: Bu, yine aslında baba için bir faydadır. Çünkü çocuğunun istifadesi de, babasının istifadesi sayılır. Buradaki "hasr"ın manası, insanların çalışıp çalışmasından, Allah'ın hiçbir faydalanması olmaması manasındadır. Bunun böyle olduğuna, ayetteki "Allah, bütün âlemlerden müstağnidir" ifadesi delalet eder. Bu ifade ile İlgili birkaç mesele vardır:

Aslahı Yapmak Meselesi

Bu ayet, daha faydalı olanı (aslanı) gözetmenin Allah'a vacib olmadığına delalet eder. Çünkü Allah en faydalı olandan da istifade etmez. Aksi halde, Cenâb-ı Hak, o fayda ile kemale ermiş olurdu. Halbuki o fayda, Allah'ın zâtının dışında, "âlemlerde ait bir şeydir. Bu durumda Cenâb-ı Hak, kendisi dışındaki birşeyle kemâle ermiş olması gerekir ve o şeye muhtaç olmuş olur. Halbuki Allah, "âlemlerden" müstağnidir. Bir de, daha önce de beyan ettiğimiz gibi, Cenâb-ı Hakk'ın fiilleri, herhangi bir sebebe bağlanamaz.

İkinci Mesele

Bu ayet, Allah'ın bir mekânda olmadığına, özellikle Arş üzerinde bir mekan tutmadığına delalet eder. Çünkü Arşı da "âlemler"dendir. Allah ise, âlemlerden müstağnidir. Mekândan müstağni olanın bir mekana girmesi mümkün değildir. Çünkü bir mekana girene başlıbaşına, "Burada, orada..." diye işaret edilebilir. Kendisi için, "Burada" veya "Orada" denilebilenin, burada veya orada olmaması imkânsız olur. Aksi halde akıl bir mekânda olmayan cismin, idrâk edilebileceğini mümkün görür. Halbuki bu imkânsızdır.

Üçüncü Mesele

Eğer birisi, "Cenâb-ı Hakk'ın kadir oluşu kudretle ve âlim oluşu ilimle değildir. Aksi halde O, kadir oluşu hususunda kudrete muhtaç olmuş olurdu. Kudret ise Allah'ın Kendisi dışında birşeydir. Kendisi dışında kalan herşey ise, "âlem"dendir. Böylece Allah ona muhtaç olmuş olurdu. Halbuki Allah herşeyden müstağnidir?..." diyebilir. Biz deriz ki: Siz, O'nun kudretinin "âlem"den olduğunu nasıl söyleyebiliyorsunuz? Çünkü âlem, sıfatları ile birlikte, Allah'ın dışında katan varlıklardır. Yani her mevcud, hayy, kadir, irade eden, âtim, semî, basîr ve mütekellim (konuşan) bir ilah mefhumunun dışındadır. O halde kudret, kadir mefhumundan, ilim de âlim mefhumundan hâriç değildir.

Dördüncü Mesele

Bu ayette hem bir müjde, hem bir inzâr vardır. Ayette bir inzâr (korkutma-ikaz)ın bulunduğunu şu şekilde isbat ederiz: Allah, âlemlerden müstağni olunca, bu demektir ki, eğer kullarını azab ile helak ederse, O'na herhangibir şey gerekmez. Çünkü O, Kendisi dışında kalan herşeyden müstağnidir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın böyle oluşu büyük bir korkuyu gerektirir. Ayette bir müjdenin oluşunu da şöyle izah edebiliriz: Allah, herşeyden müstağni olunca, bu demektir ki, eğer O, herhangi bir kuluna bütün yarattıklarını verecek olsa, yine O'na birşey gerekmez. Çünkü O, herşeyden müstağnidir. Cenâb-ı Hakk'ın böyle oluşu da tam bir ümîdi gerektirir.

İman ve Amel-i Salih'in Mükâfaatı

7

"îman eden ve salih ameller işleyenlerin kötülüklerini örteriz ve her halde, o işlemekte olduklarının daha güzeliyle onları mükâfaatlandınnz".

Cenâb-ı Hak, kısaca salih amel yapan kimsenin, bunları kendisi için yapmış olduğunu beyan edince, kısmî bir tafsilat ile de, sâlih amel yapmak suretiyle itaatta bulunanın mükâfaatının da, kişinin ameli olduğunu açıklamak üzere, böyle buyurdu. Ayetle ilgili bir kaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayet, amellerin imandan başka birşey olduğuna delalet eder. Çünkü atıf başkalığı gerektirir.

İman-Amel Münasebeti

Ayet, amellerin imandan maksûd olan, gaye edinilen şeye dâhil olduğunu gösterir. Çünkü günahların bağışlanması ve amellerin en güzeli ile mükâfaatlandırılması işi, Sâlih amellerin işlenmesi şartına bağlanmıştır. Çünkü ameller, imanın meyvesidir. Bunu şöyle bir misalle açıklayabiliriz: Bu, tıpkı meyve veren bir ağaca benzer. O ağacın damarlarının ve dallarının ağaçtan olduğunda şüphe yoktur. Fakat yerden çektiği su ve etrafını çevreleyen o toprak ağaca dahil değildir. Fakat meyvesi, ancak kendisine dahil olmayan bu su ve toprak sayesinde elde edilmiştir. İşte iman ile amel-i salih münasebeti de böyledir. Hem sonra o ağacın etrafını, işe yaramaz otlar, zararlı dikenler sararsa, meyve mutlaka az olur. Eğer bunlar büsbütün o ağaca hükümran olur, onu mağlub ederlerse, ağacın hiç meyvesi olmaz ve ağaç kurur. İşte günahlar da imana bu tesiri yapar.

Hûsn ve Kubh

İman, tasdik (doğrulama, kabul etme) demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sen bize iman edici değilsin"(Yusuf, 17) yani "tasdik edici değilsin" buyurmuştur. Bu kelime şeriat ıstılahında, Allah'ın ve Rasûlüllah'ın buyurdukları şeylerin tamamını, tafsilatlı bir şekilde tasdik etmek, kabul etmektir, eğer tasdik eden kişi, bunun Allah'ın veya Rasûlüllah'ın sözü olduğunu ayrıntılı olarak biliyorsa... Allah'ın ve Rasûlüllah'ın söylediği şeylerin tamamını icmâlen tasdik etmektir, eğer bunları ayrıntılı olarak bilmiyorsa... Bize göre sâlih amel, Allah'ın emrettiği her bir şeydir. Binâenaleyh bu, Allah emrettiği için "sâlih" olmuştur. Eğer Cenâb-ı Hak, onu yasaklamış olsaydı, o zaman o fiil sâlih olamazdı. O halde "salah" ve "fesad". fiillerin ayrılmaz vasfı değildir. Mu'tezile ise, bunun aksini iddia ederek, salah ve fesadın, fiillerin ayrılmaz sıfatı olduğunu ve emirler ile yasakların, bundan ötürü yapıldığını söylemiştir. Mu'tezile'ye göre sıdk (doğruluk), aslında "sâlih", iyi bir şeydir. İşte bundan ötürü Allah, doğruluğu emretmiştir. Bize göre İse, salah ve fesad, hüsün ve kubüh (iyilik ve kötülük), emretmeye ve yasaklamaya dayanan mefhumlardır (yani Allah emrettiği için, emrettiği o şey güzel, Allah yasakladığı için, yasakladığı o şey kötüdür). Mu'tezile'ye göre ise, birşey aslında güzel veya çirkin olduğu için, Allah tarafından emredilmiş veya yasaklanmıştır. Bu mesele, akâid kitablarında enine boyuna ele alınmıştır.

Dördüncü Mesele

Amel-i sâlih, bakîdir, kaybolmaz, yitmez. Çünkü "sâlih", fasidin zıddıdır. Fâsid ise, telef olan, yok olan demektir. Arapça'da, "Ekin yok olduğunda veya istifade edilme halinden çıktığında"denilir. Yine Arapça'da "O, henüz sâlihür, yani olduğu gibi devam etmektedir" denilir. Bunun böyle olduğu bilinince diyoruz ki: Amel-i sâlih, kendi kendine bakî kalamaz. Çünkü o bir arazdır, cevher değildir. O, âmili (yapanı) ile de kalamaz. Çünkü Cenâb-ı Hakk, onu yapanın (kulların) helak olacaklarını bildirmiştir ve "Allah'ın zâtı dışında herşey helak olacaktır" (Kasas, 88) buyurmuştur. Binâenaleyh amel-i Salih'in bakî oluşunun, mutlaka bakî olan birseyden dolayı olması gerekir. Fakat bakî olan, sadece Allah'ın zâtıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Allah'ın zâtı dışında herşey helak olacakhr" buyurmuştur. Binâenaleyh o amelin bakî kalabilmesi ve sâlih olabilmesi için, Allah rızası uğrunda yapılmış olması gerekir. Allah rızası için olmayan şeyin ise, ne kendisi, ne yapanı ve ne de uğruna yapıldığı şey ile bakî kalamaz, dolayısıyla da sâlih amet olamaz, O halde amel-i sâlih, mükellefin, sırf Allah rızası için yaptığı şeylerdir.

Amelde Niyet

Bu, sâlih amellerde niyetin şart olmasını gerektirir. Niyet, o işi sırf Allah için yapmaya kastetmek demektir. İmam Züfer dışındaki fukahaya göre, bunun içine oruç niyeti; Ebu Hanife dışındaki fukahaya göre, abdest niyeti de girer.

Amellerin Tasnifi

Sâlih ameller "yükseltilir". Çünkü Cenâb-ı Hak, "Amel-i sâlihi (hoş kelimeler) yükseltir" (Fâtır, 10) buyurmuştur. Fakat amel-i sâlih, kelime-i tayyibe (kelime-i tevhid, yani iman) ile yükselir. Çünkü kelime-i tayyibe, kendi kendine yükselir. Zira Cenâb-ı Hak, "Kelime-i tayyibe, (hoş kelimeler) O'na (yani Allah'a) yükselir" (Fatır, 10) buyurmuştur. İşte amel-i sâlihi, tutup yükselten de budur. Binâenaleyh mü'min olmayanın ameli, kabul olunmaz. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, imanı amelden önce zikretmiştir. Burada şöyle bir incelik vardır: Mükelleflerin amelleri üç kısma ayrılır: Tefekkürü, inancı ve tasdiki demek olan, kalbinin amelleri; zikri ve şahadeti demek olan, dilinin amelleri; taatı ve ibadeti demek olan, uzuv ve bedenlerinin amelleri... Binâenaleyh bedenî ibadetler, kendi başlarına değil, ancak diğerleri sayesinde yükselebilirler. Doğru söz ise, ayette de beyan edildiği gibi, kendi kendine yükselebilir. Kalbin ameli demek olan tefekkür ise, ona İner. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah, en yakın semaya iner ve "Yok mu bir tevbe eden, tevbesini kabul edeyim" diye nida eder. Müslim, musâfirin,, 172 (1/523) Müsned, 2/433.

"Tevbe eden", kalbi ile pişmanlık duyandır. Yine, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Allah Azze ve Celle, buyuruyor ki: "Ben, kalbi kırık ve mahzun olanların yanındayım" Keşfu'l-Hafa, 1/203 yani "Kendi aczini ve Benim kudretimi, kendi önemsizliğini ve Benim azametimi düşünenlerin yanındayım" demiştir. Bu, aklen de böyledir. Çünkü kim, Allah'ın nimetleri hususunda tefekkür ederse, Allah'ı bulur ve O'nu zihninde tutar. Böylece anlaşılır ki, kalbin ameli için Allah iniyor. Dilin amelleri ise Allah'a gidiyor ve uzuvların amelleri Allah'a kavuşuyor. İşte bu, kalbin amelinin (tefekkürün) ne kadar faziletli birşey olduğuna dikkat çekmektedir.

İman ve Cennet

Allah, kulunun amellerinden, iman ile amel-i salih çeşitlerini dile getirmiş ve Kendi fiillerinden olmak üzere, bu ikisinin mukabilinde şu iki şeyi, yani günahları örtmeyi (silmeyi) ve en güzel bir şekilde mükâfaatlandırmayı zikretmiştir. Çünkü O, "(Onların) kötülüklerini örteriz ve her halde, o işlemekte olduklarının daha güzeliyle onlan mükâfaatlandırırız" buyurmuştur. Binâenaleyh, günahları örtmek, imanın mukabili; "daha güzeîiyle mükâfaatlandırma" da, amel-i salih mukabili zikredilmiştir. Bu ise şunları ortaya kor:

1) Mü'min ebediyyen cehennemde kalmaz. Çünkü onun imanı günahlarını örter. Dolayısıyla ilahî azabta ebedî kalmaz.

2) Burada bahsedilen "daha güzel mükâfaat", cennet dışında bir mükâfaattır Çünkü mü'min cennete imanı sayesinde girecektir. Çünkü cennet onun kötülüklerini örter. Kötülükleri örtülmüş olan kimse ise cennete girer. O halde "en güzel (daha güzel) mükâfaat" cennetten başka birşey olup, bu da hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir insanın aklına gelmeyen birşeydir. Bunun rü'yetullah (Allah'ı görme) olması, uzak bir ihtimal değildir.

3) İman, dünyada günahların çirkinliğini örter. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak da mü'minin kusurlarını âhirette örter. Amel-i sâlih, dünyada sâlih kimsenin hâlini güzelleştirir. Dolayısıyla Allah o kimseyi âhirette en güzel mükâfaatla mükâfaatlandınr. Binâenaleyh imanı, günahlar ibtal edemez. Aksine günahlara galib gelen, onları örten ve işleyeni pişmanlığa sevkeden imandır.

Mü'min ve Günah

Ayetteki, "Kötülüklerini örteriz" ifadesi, örtülebilmesi için, bir takım günahların bulunması gerekir; "iman eden ve sâlih ameller işleyenler" ifadesine göre ise, onlar için günah söz konusu değildir? Buna şu iki bakımdan cevap verilir:

1) Herkese bir takım şeyleri va'detmek, her bir kimseye, va'dedi tenlerden herbirinin va'dedilmiş olmasını gerektirmez. Bunu şöyle bir misalle açıklayabiliriz: Padişah, bir yerdekilere "Bana itaat ederseniz, babalarınıza (büyüklerinize) ikram eder, oğullarınıza saygı duyar, size in'am ve ihsanda bulunurum" dediğinde, bu, o hükümdarın, babası ölmüş kimsenin atalarına ikram etmesini veya çocuğu olmayan kimsenin oğullarına saygı duymasını gerektirmez. Tam aksine onun bu sözünden anlaşılan, onun, babası olanların babasına ikramda bulunacağı; oğlu olanların da oğullarına saygılı davranacağı anlaşılır. İşte, aynen bunun gibi, ayetin ifadesi de, "O, kötülüğü olanların kötülüklerini örter" şeklinde olur.

2) Her mükellefin, mutlaka bir hatası bulunur. Peygamberlerin dışında kalanların durumu açıktır. Peygamberlere gelince, onların, efdâl, evlâ olanı yapmamaları, başkalarının seyyieleri mesabesindedir. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Hay Allah affedesice neden izin verdin onlara "(Tevbe, 43) buyurmuştur.

Daha Güzel Mûkâfaat

Cenâb-ı Hakk'ın, "...Daha güzeliyle onları mükâfaatlandınnz" ifadesi, şu iki manaya gelebilir:

a) "Biz onları, amellerinin en güzeline göre, mükâfaatlandınnz."

b) "Biz onları, amellerinden daha güzeliyle mükâfaatlandırırız". Birinciye göre ayetin anlamı, "Biz onların amellerini, olabilecek en güzel şekilde değerlendirir ve ona göre onlara mükâfaat veririz" şeklindedir. Yoksa, "onlardan en güzeli alınır, ona göre mükâfaat verilir, gerisi değerlendirmeye tâbi tutulmaz" şeklinde değildir, tercisine göreyse, bu ifadenin manası, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim iyi (hal) ile gelirse,için bundan daha hayırlısı vardır" (Kasas, 64) ve "Kim (Allah'a) bir iyilikle, güzellikle gelirse, işte ona bunun on katı..." (En'am, 160) ifadelerinin anlamına yakındır.

Onuncu Mesele

Cenâb-ı Hak, azâb edeceğine kısaca işaret olsun diye, kötülük yapanların halini, "Yoksa kötülükler yapanlar bizden kaçıp kurtulacaklarını mı sandılar?" (Ankebût, 4) ifadesiyle belirtmiş, iyilikte bulunanların durumunu, "Kim cihad ederse, ancak kendisi için cihad eder" (Ankebût, 6) ifadesiyle kısaca, rahmetinin gazabından daha tam ve mükemmel; lütfunun, adlinden daha kapsamlı olduğuna bir işaret olsun diye de, bu ayetle de, tafsilatlı biçimde anlatmıştır.

Anne ve Babaya İyi Davranma

8

"Biz insana ana ve babasına güzellik (le davranmasını) tavsiye ettik. Eğer onlar, hakkında bilgin olmayan bir şeyi Bana ortak koşman için uğraşırlarsa kendilerine itaat etme. Dönüşünüz ancak banadır. Binâenaleyh, ne yapar idiyseniz, size Ben haber vereceğim...".

Önceki Kısımla Münasebet

Bu, bu ayetin, kendinden öncekilerle münasebetinin izahı hususundadır. Biz diyoruz ki: Allahü teâlâ. mükellef tutmasının güzelliğini, bilfiil mükellef tuttuğunu ve mükellefi taate teşvik etmek için de, tekliflerin usul ve fürûlarını yerine getirenleri mükâfaatlandıracağını beyan edince, bu husustaki engeli zikretmiş ve mükellefi, başkasına uyma yolunu tercih etmekten men ederek şöyle buyurmuştur: "insan, eğer mutlaka bir başkasına uyacaksa, ana-babasına uyması gerekir... Binâenaleyh, bununla beraber, şayet ana-babası ona, Allah'a asi olmayı, (bunu gerektiren şeyleri) emrederlerse, başkaları şöyle dursun, bunlara dahi uyması caiz olmaz. Binâenaleyh, "Sizi, hiçbir şey, Allah'a itaattan alıkoymasın ve hiç kimse. Allah'a asi olmayı emreden kimseye tâbi olmasın" demektir.

İkinci Mesele

Bu, kıraat hakkındadır. Ayet, (......) şeklinde de okunmuştur. Ama, burada (......) şeklinde okunmasının sebebi daha aşikârdır. kıraati ise, Cenâb-ı Hakk'ın (İsra. 23) ayetini nazar-ı itibara alır. Bu ifadeyi meşhur kıraate göre şu şekilde tefsir etmek mümkündür: "Allahü teâlâ, insana, ana-babasına karşı, gerek fiil, gerekse söz ile, en güzel bir teenni ile davranmasını emretmiştir." Mükemmellik ifade etsin diye de, bu kelime, nekre olarak husnen şeklinde getirilmiştir. Bu tıpkı, "Zeyd'in öyle bir malı var ki!.." denilmesi gibidir. Cenâb-ı Hakk'ın "Biz insana, ana ve babasına güzellikle (davranmasını) tavsiye ettik" ifadesinde, insanın, ana-babasına küfür noktasında ittibâ etmesinin caiz olmadığına delil vardır. Çünkü, ana-babaya iyilikte bulunmak. Allah emrettiği için vacib olmuştur. Binâenaleyh, bir kimse kalkar da, ana-babasının sözünden dolayı, Allah'a ibadeti bırakırsa, Allah'a itaati terketmış olur. Dolayısıyla da, Allah'ın o kimseye emredip tavsiye ettiği şeye inkiyâd etmemiş olur. Neticede de, ana-babasına ihsanda bulunmuş olmaz. O halde kulun, onlara iyilikte bulunmak maksadıyla, ana-babasının sözüne uyması, onlara iyilikte bulunmama neticesine götürür. Varlığı yokluğuna götüren şey ise, batıldır. O halde, ana-babasına (bu anlamda) ittibâ etmek batıldır. Ama kişi, şirkten kaçındığı sürece, tâat üzerinde bulunuyor demektir. Ana-babasına ihsanı da, taattandır. Dolayısıyla o, bunu yapmış demektir. Bu sebeple, şeklen, bu tür bir ihsanın yapılmaması onların şirk konusundak davetine uymaması hakikatte ise ihsanın yapılmasına götürür.

Halık'ın Hakkı

Ana-babaya iyilikte bulunmak emredilmiştir. Çünkü, ana- baba, doğurma neticesinde, çocuğun vatlığının; alışılagelen terbiye sebebiyle de, bekâsının sebebidirler. O halde bu demektir ki, ana-baba, çocuk için, mecazî manada bir sebeptir. Halbuki Allahü teâlâ ise, çocuk için, onun dünyaya gelmesini irâde etmesi sebebiyle, varlığının; ebedî saadete ulaşması için de. Öldükten sonra diriltmek suretiyle, bekasının hakiki sebebidir. Binâenaleyh, kulun, Allah'a karşı olan halini güzelleştirmesi daha yerinde olur.

İlim Şirke Manîdir

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer onlar, olmayan bir şeyi bana ortak koşman için uğraşırlarsa, kendilerine itaat etme" buyurmuştur. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, "hakkında bilgin olmayan şeyi" ifadesi, şu demektir: Taklîd, küfürde taklîd olması şöyle dursun, iman konusunda daha iyi bir şey değildir. Binâenaleyh, insan bu konuda, taklidden kaçınıp ilimden başkasına boyun eğmeyince, ana-babasına asla itaat edemez. Çünkü, onların sözlerinin doğruluğunu bilmek, meydana gelmesi imkânsız olan bir şeydir. Binâenaleyh insan, taklid yoluyla müşrik olamayacağına göre, ilim olduğu halde şirkin sudur etmesi imkânsız olur. O halde, o bilgili olan kimseden, asla şirk sadır olmaz.

Dönüş Allah'adır

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Dönüşünüz ancak Bana'dır. Binâenaleyh, ne yapar idiyseniz, size Ben haber vereceğim" buyurmuştur. Bu, "Her ne kadar bu gün, babalarınızla, çoluk-çocuğunuzla, akraba ve taraftarlarınızla oturup kalkıyor-içiçe yaşıyor iseniz de, akibetiniz ve varışınız Bana'dır Banal..." demektir. Halbuki, birisiyle beraber oturup-kalkan kimsenin, bu oturup-kalkmasının sona ereceğini, onun dışında kalan kimseyle bulunuşunun ise devamlı olup sona ermeyeceğini bilen kimsenin, bir başka zamanda terkedeceği kimseleri memnun etmek için, devamlı beraber olacağı kimseyi hoşnut etmeyi terketmeyeceğinde şüphe yoktur. Cenâb-ı Hakk'ın "Size haber vereceğim" ifadesinde şöyle bir ayrılık vardır: Allah Teâllâ sanki şöyle demek ister: "Babalarınızı hazır, beni de sizden gâib, sizden uzak sanıp da, Ben'im gayb olmama ve sizin Bana muhalefetinizi (güya) bilmememe sığınarak, yanınızda bulunanlara itaat etmeyin, her dediklerini yapmayın! Çünkü Ben, daima sizinle beraberim. Sizin yaptıklarınızı bilirim, onları unutmam; onların hepsini de, teker teker haber vereceğim."

Salihler Zümresi

9

"İman edip de güzel güzel amel işleyenler yok mu, biz onları muhakkak ki salihler (zümresine) sokacağız."

Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, 'İman edip de güzel güzel amel işleyenler" ifadesini yeniden getirmesinin faydası ve hikmeti nedir?

Cevap: Biz diyoruz ki, Allahü teâlâ, "Allah, elbette sadık olanları da bilir, elbette yalancı olanları da bilir" (Ankebût, 3) ifadesiyle, birisi hidâyete ermiş, birisi de sapıtmış olan iki çeşit mükelleften bahsetmiş; sapıtanın halini, kısaca; hidayete ermiş olanın halini de, "İman eden ve salih ameller işyelenlerin kötülüklerini örteriz" (Ankebût, 7) ifadesiyle tafsilatlı olarak ele almıştır. Cenâb-ı Hak bunu bitirince, birisi hidâyete sevkeden, diğeri de saptıran olmak üzere, diğer iki kısmı da ele almıştır. O halde bu demektir ki, "Biz insana, ana ve babasına güzellik (le davranmasını) tavsiye ettik" (Ankebût, 8) ayeti, ana-baba vesilesiyle hidâyete ulaşılması; O'nun, "Eğer onlar, bana ortak koşman için uğraşırlarsa..." (Ankebût, 8) ayeti ile de, ana-babanın saptırması kastedilmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Dönüşünüz ancak Bana'dır. Binâenaleyh, ne yapar idiyseniz, size Ben haber vereceğim" ifadesi, saptıran kimse için kısaca tehdit; O'nun, "îman edip de..." (Ankebût, 9) ifadesi, hidayete sevkeden kimseler için, detaylı bir biçimde va'd ifâde eder. O halde bu demektir ki, Cenâb-ı Hak, "iman edip de" ifadesini, bir keresinde, "hidayete eren" kimsenin durumunu; diğer keresinde de, "hidayete sevkeden" kimsenin durumunu beyan etmek için tekrarlamıştır. Bunun böyle olduğuna, Cenâb-ı Hakk'ın önce "Kötülükleri örteriz" (Ankebût, 7) demesi, ikinci olarak da, "Biz onları muhakkak ki salihler (zümresine) sokacağız" buyurması delâlet etmektedir. Salihler, hidayete sevkedenlerdir; çünkü bu, peygamberlerin mertebesidir. İşte bundan dolayıdır ki pekçok peygamber, "Beni, salihlere kat" (Yusuf, 101) demiştir.

Beka

Biz, salih amellerin bakî olduklarını ve o amelleri işleyen kimselerin de baki olduklarını zikretmiş, onların bekasının bizzat kendilerinden kaynaklanmayıp, tam aksine bakî olan amelleri sayesinde olduğunu söylemiştik. Binâenaleyh, bu demektir ki onların amelleri bakîdir; o amellerin kendisi için yapıldığı şey, yani Allah'ın zâtı da bakîdir. Bu demektir ki, o amelleri yapanlar da, amellerinin bekası sebebiyle bakîdirler. O halde bütün bunlar, dünyevî işlerin, aksinedir. Zira, dünyada, fiilin bekası, fail ile; ahirette ise, failin bekası fiil sebebiyledir.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesinin manasının, "Biz onları salihlerin makamına" ya da, "salihlerin yurduna sokacağız" şeklinde olduğu ileri sürülmüştür ama, evlâ olan, ayette herhangi bir takdîr cihetine gidilmemesi, kelamın manasının, "O onları salihlerden kılar ve onları, onların zümresine katar" şeklinde olduğunun söylenmesidir. Bu tıpkı, "Fakîh, ulemaya dahildir" denilmesi gibidir.

Dördüncü Mesele

Feylozoflar şöyle demiştir: Unsurlar âlemi, kevn (oluş), fesat ve kendisine fesadın arız olduğu alemdir. Çünkü su, su olmaktan çıkar, bozulur ve kendisinden hava oluşur... Gökler (ruhanî varlıklar) aleminde ise, bir oluşum ve bir bozulma söz konusu değildir. Tam aksine onlar, yoktan meydana gelmiş, ama yok olmazlar. Meselâ melek, toprağa dönüşmez. Ama insan, böyle değildir. Çünkü insan, ya toprağa ya da başka bir şeye dönüşür. Bu açıklamaya göre bu demektir ki, ulvî alem, (fesada uğramaz, yok olmaz), hep salihtir, yani hep bakîdir. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz onları muhakkak ki salihlere sokacağız" ifadesi, onları, "Kendileri için fesad söz konusu olmayan ruhanî varlıklara katacağız" anlamındadır.

İman ve Çile

10

Âyetin tefsiri için bak:11

11

İnsanlardan öylesi vardır ki, "Allah'a inandık" der de Allah uğrunda eziyete (duçar) olduğu zaman insanların fitnesini Allah'ın azabı imiş gibi tanır. Rabbinden bir nusret gelirse, onlar, "Biz de hakikaten sizinle beraberdik" diyecekler muhakkak. Allah, alemlerin sineleri içinde ne var, çok iyi bilen değil midir? Allah iman edenleri de elbet bilir, münafıkları da elbette bilir...".

Biz deriz ki: Mükellefler üçe ayrılır:

a) Hüsn-i itikadıyla kendisini ortaya koyan mü'min.

b) Küfrü ve inadıyla, açıktan hareket eden kâfir.

c) Bu ikisi arasında dönüp dolaşan (münafık).

Çünkü o, lisanıyla, iman ettiğini açıklıyor, kalbinde ise küfür saklıyordun Allahü teâlâ, "Allah iman edenleri de elbette bilir, münafıkları da elbette bilir" ifadesiyle, ik iki kısmı açıklayıp, "Yoksa kötülükler yapanlar..," (Ankebut, 4-9) ifadesiyle de o iki grubun durumunu ortaya koyunca, üçüncü kısmı da beyan etmek üzere: "İnsanlardan öylesi vardır ki: "Allah'a inandık" der" buyurmuştur. Bununla İlgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Cenâb-ı Hakk'ın, daha sonra buyurarak, fiilleri müfred getirdiği halde, burada "inandım" buyurmamış "inandık" buyurmuştur. Çünkü münafık, kendisini mü'mine benzeterek, "Benim, imanım senin imanın gibidir" diyerek, "iman ettik" demiştir. Bu, kendi imanının, mü'minin imanı gibi olduğunu ihsas ettirerek, "Ben ve mü'min kimse, gerçekten iman ettik" demektir. Bu tıpkı şuna benzer: Aciz ve korkak bir kimse, kahraman savaşçılarla savaşmaya çıkıp da, onlar düşmanlarını hezimete uğrattığında, o korkak kimse de, "Savaşa çıktık, onlarla savaştık ve onları hezimete uğrattık!" der Onun sözünü duyan kimsenin, bu durumda, "Senin onlar arasında ne işin vardı ki. şimdi de kalkmış, "Biz savaşa çıktık ve onlarla savaştık" diyebiliyorsun!?" demesi doğru olur... Bu reddetme, o kimsenin sözünden, o korkağın çıkışının ve savaşmasının, onlarınki gibi olduğunun anlaşıldığına delalet etmektedir. Çünkü, çıkma ve savaşma konusundaki iddiasında onu yalanlamak doğru olmaz... "Ben ve kıral falancayla karşılaştık ve onu istikbâl ettik" diyen kimsenin sözü de, bunun gibi yadırganır. Çünkü bundan anlaşılan, eşitlik ve müsavat, kendini kıratla bir tutmadır. İşte münafıklar da, kendi imanlarının hak yolda olanların imanı gibi olduğunu göstermek istediklerinde, içlerinden birisi, "iman ettik" yani, "Ben ve hak üzerinde olan, iman ettik" diyordu.

Zor Karşısında Münafık

Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah uğrunda eziyyete (duçar) olduğu zaman..." ifadesine gelince, bu, "... Yurtlarından çıkarıldılar, benim yolumda işkenceye uğradılar" (Âl-i İmran, 195) ayetinin ifade ettiği anlamdadır Ancak ne var ki Al'i İmran 195 ayetiyle murad edilen, kâfirlerin eziyyetlerine sabredenler olduğu halde, burada kastedilenler ise, buna sabredemeyenlerdir Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, orada, "Benim yolumda işkenceye uğradılar buyurmuşken, burada, "Allah uğrunda eziyete düçür olduğu zaman" "Allah yolunda..." buyurmamıştır. Buradaki nükte şudur: Allah, sabredip dayanan mü'minir ne kadar şerefli olduğunu; öte yandan da, inançsız münafığın ne kadar adî ve bayağ olduğunu beyan etmek istemiştir... Bunun için de, "Mü'mine, onu terketmesi için Allah yolu uğrunda işkence edildi de, buna rağmen o, onu terketmedi; inançsız münafığa da işkence edildi ve hemen o, kendisini kurtarmak için Allah'ı terketti' buyuruldu. Münafığın, kendisine yapılan eziyyet, ikrah derecesine varsada mü'minlerie bir olduğunu; kalbinin iman ile mutmain olup, Allah'ı terketmediğir göstermesi (böyle bir hava vermesi) de mümkündür; böyle bir durumda o, (aksine) bunu yapmamış, doğrusu, Allah'ı bütünüyle terketmiştir. Mü'mine ise eziyyet edilmiş ama o, Allah yolunu terketmemiştir. Bilakis, kelime-i şehadet'i söylemiş ve taat ve biadete sabretmiştir.

Halktan Korkma, Haktan Korkma

Cenâb-ı Hakk'ın, "İnsanların fitnesini Allah'ın azabı imiş gibi tanır" ifadesine gelince, Zemahşerî şöyle der; "Nasıl, Allah'ın azabı, küfürden döndürücü ise, bunun gibi bu da, insanların fitnesini, imandan döndüren bir sebep bilmiştir" anlamındadır." Bunun, "Onlar, tıpkı Allah'ın azabından korktukları gibi, insanların eziyyetinden korktular" manasında olduğu da söylenmiştir. Kısaca, bu ifadenin manası şudur: "İnsanların fitnesini onlar, zayıf ve sona erici olduğu halde, Allah'ın, son derece elim ve devamlı olan azabı gibi addettiler de, bundan dolayı, bu meselede tereddüde düşerek, "Eğer iman edersek, insanların eziyyetine duçar kalacağız; ama imanı terkedersek bu sefer de, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bizi tehdit ettiği şeye maruz kalacağız" dediler. Böylece de, bu dünyada gelebilecek olan eziyyetten kurtulmayı tercih ettiler... Oysa ki tereddüt, eşitlik söz konusu olduğu zaman olur. Halbuki, bu nerede, o nerede?! İnsanların işkencesi, ne son derece şedid, ne de, nihayetsiz... Zira bu işkence, meselâ ateş ve başka şeylerle yapılan işkenceler gibi, çok şiddetli olursa, insan derhal ölür ve böylece de işkence devam etmez. Hapsetmek ya da gözetim altında tutmak gibi, uzun süreli olsa, o zaman da çok şiddetli olmuş olmaz. Allah'ın azabı ise, hem şiddetlidir hem de kesintisiz. Yine, insanların işkencesinin önüne geçilebilir, ama Allah'ın azabının önüne ise, hiç kimse geçemez. Bunun gibi, insanların işkencesine mukabil, mü'mine büyük bir sevab ve mükâfaat vardır. Allah'ın azabından sonra ise, çok elim ve acı bir azab vardır. Eğer meşakkatin peşinden büyük bir rahatlık geliyorsa, o hoştur ve bir azab sayılmaz. Bu tıpkı, bir urun kesilmesi ve onun, işkence sayılmaması gibidir.

Musibete Sabır

Allahü teâlâ buyurmuş, buyurmam ıştır. Çünkü kulun fiili, Allah tarafından bir sınama ve imtihandır. Onun fitnesi, kimi insanları, ona eziyyet etsinler diye iman kelimesini izhar eden kimselere musallat etmesidir. Böylece onun durumu, tıpkı mükellefiyet ve sorumlulukları, bir imtihan ve sınama vesilesi yapmış olan kimse gibi olmuş olur. Ve bu da, insanı sınamak ve imtihan etmek için zuhur eden musibetlere sabretmenin, ibadetlere sabretmek gibi olduğuna bir işarettir.

İkrah Geçerli Değil mi?

Buna göre şayet bir kimse, "Bu durum, mü'minin, İkrah halinde kelime-i küfrü izhâr etmemesini iktizâ eder; çünkü, dünya azabından korunmak amacıyla, ikrahtan dolayı kelime-i küfrü izhar eden kimse, böylece, insanların fitnesini Allah'ın azabı gibi kabul etmiş olur" demiş olsa, biz deriz ki: "Hayır, böyle değil. Çünkü, kalbi imanla dolu olduğu halde küfre zorlanan bir kimse, insanların fitnesini Allah'ın azabı gibi addetmiş değildir. Çünkü Allah'ın azabı, kendisi sebebiyle azab edilen şeyi, hem zahiren hem de batınen terketmeyi gerektirir. İnkara zorlanan bu mü'min ise, kendisinden dolayı işkenceye duçar olduğu şeyi sadece zahiren terketmesi sebebiyle insanların işkencesini Allah'ın azabı gibi addetmemiştir. Bilakis, onun için dopdolu imandır.

Zafer Esnasında Münafık

Cenâb-ı Hak daha sonra, "Rabbinden bir nusret gelirse, onlar, "Biz de sizinle beraberdik" diyecekler muhakkak..." buyurmuştur. Bu şu demektir: Münafığın adeti şudur: Eğer o, üstünlük ve galibiyetin kâfirde olduğunu görürse, gizlediğini ortaya döküp, onlara bağlılığını ve tebaiyyetini izhar eder." Bu ifadeyle ilgili olarak, birkaç mesele halinde zikredeceğimiz bazı faydalar bulunmaktadır.

Allah ve Rabb Lafızları

Cenâb-ı Hak, "Rabbinden" buyurmuş, ama, daha önce ifadelerinde lafzâ-i celâl geçtiği halde burada "Allah" demeyip "Rabb"inden" buyurmuştur. Çünkü Rab kelimesi, hususi delaleti, şefkat ve merhamet olan bir isimdir. Lafzâ-i Celâl'in delâleti ise, heybet ve azamettir. Nasr ve muzafferiyet söz konusu olduğunda, rahmet ve merhamete delâlet eden lafız; azâb söz konusu olduğunda ise, azamete delâlet eden lafız zikredilmiştir.

Mü'minlere İlahî Yardım

Cenâb-ı Hak, niçin dememiş de, demiştir. O yardım şayet onlara gelmiş olsaydı, onlar "Biz de sizinle beraberdik" diyemezlerdi. Bu, onların, yardım geldiğinde, ister onlara isterse mü'minlere gelsin, "Biz sizinle beraberiz" demelerini gerektirir. Şimdi biz diyoruz ki bu söz, onların, o yardım geldiğinde, "Biz sizinle beraberdik" demiş olmalarını gerektirir. Fakat o yardım sadece mü'minlere gelir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Mü'minlere yardım, üzerimize bir hak (bir vazife) oldu" (Rum, 47), buyurmuştur. Bir de kâfirin, müslümana galib gelmesi yardım değildir. Çünkü yardım, sonu selamet olan şeydir. Bunun delili şudur: İki ordudan birisi o anda yenilse, yenilen taraf, geri dönüp galipleri yense, "yardım etmiş" ifadesi, ancak en son neticeyi alan taraf için söylenir. Müslüman da böyledir. Hernekadar o anda hayal kırıklığına uğrasa bile, netice mûttakilerindir. O halde gerçekte yardım da onlar içindir.

İşkence Karşısında

Ayetteki, (......) kelimesi iki şekilde okunmuştur:

a) (......) şeklinde, lâm'ın fethasıyla... Bu, yine ayetteki, kısmına hamledilerek meftuh okunur. (......) takdirindedir. İnandık der, fakat eziyete maruz kalınca, bu sözü terkeder. Zafer gelince ise: "Biz de sizinle beraberdik" der. olarak, (derler) şeklinde okunmuştur. Çünkü münafıklar bir gurubtu.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların böylece insanları şaşırtmayı, aldatmayı istediklerini, ama bunun onlar için iyi olmayacağını, çünkü böyle aldatmanın ancak, kişinin sözünün, kalbindekine uymadığı zaman söz konusu olduğunu, dinleyenin işi onun sözüne göre ele alacağını, kalbindeki niyetin ne olduğunu bilemeyeceğini ve bu sebeble de o işin, dinleyen açısından karışacağını, bir aldatmaca olacağını, Zât-ı ilahiyyesinin ise, sinelerde (kalblerde) olan şeyleri hakkıyla bildiğini, zira insanın kalbindeki, o insandan daha iyi bildiğini ve bu işin Kendisi nazarında karışık olmadığını, aldatmaca olamayacağını beyan buyurmuştur. Bu, kalblerde olanın esasen nazar-ı itibara alındığına bir işarettir. Binâenaleyh iman etmiş görünüp, içinde küfrünü gizleyen münafık, kâfirdir; zahiren kâfirmiş gibi görünüp, imanını kalbinde saklamak mecburiyetinde bırakılan mü'min ise, gerçek mü'mindir. Çünkü Allah, bütün insanların kalblerinde olanı en iyi bilendir.

Allahü teâlâ, Kendisinin bütün âlemin kalbinde olanları en iyi şekilde bildiğini beyan buyurunca, mü'mini, imanını ortaya koymasa bile, münafığı, iman ettiğini ilan etse bile, bildiğini beyan buyurarak, "Allah iman edenleri de elbet bilir, münafıkları da elbet bilir" buyurmuştur. Bunun izahı daha önce geçti. Fakat burada şöyle bir husus vardır: "Allahü teâlâ orada, "Allah, sâdık olanları bilir" (Ankebût, 3) buyurmuş; burada ise, "Allah iman edenleri bilir" buyurmuştur. Binâenaleyh diyoruz ki: Orada konu, mü'minler ve kâfirler olup, kâfirler "Allah birden çoktur" demek suretiyle sözünde yalancı; mü'minler de, "Allah birdir" demek suretiyle sözünde sâdık olup; orada ortaya koyduğunun aksini içinde saklayanlardan (münafıklardan) bahsedilmemiştir. Dolayısıyla orada, birisi sâdık, diğeri kâzib iki esas kısım söz konusu olmuştur. Bu ayette ise, münafık da sözünde (zahiren) sâdıktır. Çünkü o da "Allah bir" demektedir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, münafık hakkında kalbinin durumunu nazar-ı dikkate alarak, "(Allah) münafıkları da elbet bilir" demiş; mü'minin, tasdikten ibaret olan kalbî durumunu da nazar-ı dikkate alarak, "Allah iman edenleri de elbet bilir" buyurmuştur.

İnkâra Çağıranlar

12

"O kâfirler, iman edenlere dediler ki: "Bizim yolumuza uyun. Sizin günahlarınızı biz yüklenelim," Halbuki onlar bunların günahlarından hiçbirşey yüklenecek değildirler. Şüphesiz ki onlar katiyyen yalancıdırlar"

Cenâb-ı Hak, o üç gurubu ve hallerini beyân edip, kâfirin "iman ettim" diyenleri, Inesiyle küfre davet ettiğinden bahsedip, ilâhî azabın o fitnenin üzerinde olduğunu Deyan buyurup, kâfir de inanan kimseye, "Hangi şeyden ötürü bu zillet ve işkenceye göğüs geriyorsun? Niçin, bize uymak suretiyle, bu zillet ve işkenceyi başından atmıyorsun?" deyince, mü'minin cevabı "Sizin yolunuz hatalı olduğu için, ona uyarsak Allah'ın azab etmesinden çekiniriz" şeklinde olunca, onlar, "Bunda ne hata var? Eğer bir hata varsa, hatası bize..." dediler. Bu ayetle ilgili birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Ayetteki, "Yüklenelim" ifadesi, emir sigasıdır. Halbuki emredilen, emredenden başka olur. Dolayısıyla, bir şahsın hem emreden, hem emrolunan olması nasıl düşünülebilir? Biz diyoruz ki: Bu, emir sigası olmasına rağmen, manaca şart ve ceza (cevab) durumunda olup, "Eğer bize uyarsanız, biz sizin hatalarınızı yükleniriz" takdirindedir. Kaşşaf sahibi şöyle der: Bu, iki işi, varlık âleminde birleştirmek isteyen kimsenin "Senden bağış, benden duâ" sözü gibidir. Binâenaleyh ayetteki "yüklenelim" ifadesi, "yüklenmesi bizden..." manasına olup, gerçekten bir isteme ve kabul emri değildir.

Günahın Havalesi

Cenâb-ı Hak "Halbuki onlar bunların günahlarından hiçbirşey yüklenecek değildirler" buyurmuştur. Bundan sonra ise, "Onlar kendi yüklerini de, o yükleri (veballeri) ile beraber daha nice yükler yüklenecekler" (Ankebut, 13) buyurmuştur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak burada, yüklenme işini onlardan nefyetmiş, o ayetle (12. ayette) ise, yükleneceklerini bildirmiştir. Öyle ise bu ikisi nasıl bağdaştırabilir? Deriz ki: Bir kimsenin, "Falanca, falancadan dolayı yüklendi" şeklindeki sözü, ötekinin yükünün hafiflediğini ifade eder. Ama eğer onun yükü hafiflememiş ise, o ondan herhangi bir şey alıp yüklenmiş olmaz. İşte burada da böyledir. Onlar onların hatalarını yüklenmemişlerdir, yani onlardan hataları kaldırıp almamışlardır. Ama onları saptırmış olmaları sebebiyle, veballer yüklenmişler; berikiler de yine kendi sapmalarının veballerini yüklenmişlerdir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kötü bir çığır açarsa, bu kötülüğün vebali (günahı) ve onu (artık bundan sonra) yapacak olan herkesin günahı, o yapanın günahından bir şey eksiltilmeksizin, o ilk yapanın üzerinedir' Müslim, ilim, 15 (4/2059); Ibn Maca, mukaddime, 14 (1/74); Tirmizi, ilim, 1) (5/43) buyurmuştur.

Üçüncü Mesele

Ayetteki siga emirdir. Emirde İse, doğru olması veya yalan olması düşünülemez. O halde, "Onlar katiyen yalancıdırlar" ifadesi nasıl anlaşılır? Deriz ki: Bunun, şart ve ceza manasında bir emir olduğu daha önce söylenmişti. Buna göre sanki onlar şöyle demişlerdir: "Eğer bize tabî olursanız, biz sizin hatalarınızı yükleniriz." Onlar işte bu hususta yalan söylemişlerdir. Çünkü onlar hiçbirşey yüklenmezler.

Sebeb Olmaktan Doğan Mes'uliyet

13

"Onlar muhakkak ki kendi yüklerini de, o yükleriyle beraber daha nice yükleri de bizzat yüklenecekler ve uydurmakta oldukları şeylerden kıyamet günü muhakkak ki mes'ul olacaklardır".

Uydurdukları şeyin ne olduğu hususunda üç vecih vardır:

1) Onların, küfür sebebiyle günah yoktur biçimindeki düşüncelerinden kaynaklanan, "Sizin günahlarınızı biz yüklenelim" (Ankebût, 12) şeklindeki sözleri. Kıyamet günündeyse karşılarına bunun aksi çıkar da, onlar bu uydurdukları şeyden sorgulanırlar.

2) Onların, ".. .Sizin günahlarınızı biz yüklenelim " sözü, haşrin olmadığı şeklindeki inançlarından kaynaklanmaktaydı. Kıyamet günündeyse, karşılarına bunun aksi çıkar da, onlar sorguya çekilerek, "Siz, haşrin olmadığını iddia etmiş değil miydiniz? denilir.

3) Onlar, "Bizim yolumuza uyun, sizin günahlarınızı biz yüklenelim" (Ankebût, 12) dediklerinde, onlara "Yüklenin onların günahlarım" denilir, ama onlar yüklenemezler, bunun üzerine sorguya çekilerek onlara "Niçin uydurdunuz?" denilir.

Nuh (aleyhisselâm)'ın Tebliği

14

"Celalim hakkı için Biz Nuh'u, kavmine gönderdik de, o aralarında, elli yıl eksik olmak üzere, bin sene kaldı. Nihayet onlar zulümde devam edip dururlarken, kendilerini tufan yakalayıvermişti".

Ayetin daha önceki kısımla münasebeti şudur: Allahü teâlâ teklifi beyan edip mükelleflerin kısımlarını zikredip, doğru sözlü mü'mine büyük bir mükâfaat va'dedip, kafir ve münafığı da elim bir azâbla tehdit edince ve yine, bu teklifin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ashabına ve ümmetine has olmayıp, sadece onlara ağır ve meşakka olmadığını, bilakis "Andolsun, biz onlardan evvelkileri de imtihan etmişizc..-(Ankebût. 3) ayetinde de buyurulduğu gibi, ondan önceki ümmetlerin durumunun ca aynı şekilde olduğu daha önce zikredilince, burada da, mükellef kıldığı ümmetler cümlesinden bir topluluğu zikretmiştir ki, Nûh (aleyhisselâm), İbrahim (aleyhisselâm) ümmetleri bunlardan başka bazı ümmetler bunlardandır. İşte Cenâb-ı Hak bu muhtevadan "O aralarında, elli yıl eksik olmak üzere, bin sene kaldı" buyurmuştu -' Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Tebliğ Müddeti

Nûh (aleyhisselâm)'un, kalış süresinin zikredilmesinde ki fayda nedir Biz şöyle deriz: Kâfirlerin İslâm'a girmemesi ve küfürlerinde ısrar etmesi sebebiyle Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in günle sıkışıyordu. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak O'na, "Muhakkak ki Nûh (aleyhisselâm), yaklaşık olarak bin sene davet etti, buna rağmen kavminden ancak pek az kimse iman etti. Ama o, sabretti ve daralmadı. Senin tebliğ ettiğin müddet daha az, ümmetinin sayısı ise çok olduğu için, senin sabretmen daha münasiptir" buyurdu. Yine, kâfirler, azabın kendilerinden çok fazla tehir edilmesine aldanıyorlardı. "Ona rağmen, (Nûh (aleyhisselâm) kavmi kurtulamadı. Bu kadarcık gecikmeyle ise, (müşrik Kureyşlilerin) aldanmamaları gerekir. Çünkü, muhakkak ki azab, onların başına çökecektir (denilmek de istenmiş olabilir).

(......) Denilmesînîn Hikmeti?

Alimlerden bazıları, sayıdaki istisnanın, geriye kalanı söylemek olduğunu ifade etmişlerdir. Meselâ bir kimse "Falancanın bende, üç hariç, on (dirhem, dinar) alacağı vardır" dediğinde, o kimse sanki, "Onun bende yedi (dirhem, dinar) alacağı vardır" demiştir. İşte bu bilinince, Cenâb-ı Hakk'ın; "Elli yılı eksik olmak üzere, bin sene" ifadesi, "dokuzyüzelli sene" demiş gibi olur. O halde böyle demeyip de başka bir üsluba geçilmesinin faydası nedir? Deriz ki: Zemahşeri bunda iki faydanın bulunduğunu söyler:

1) İstisna, katiyyete delâlet eder; bu sebeple, istisnanın terkedilmesi ise, bazan takrîbî bir mana düşündürebilir. Çünkü bir kimse, "Falanca yüz sene yaşadı dediğinde, onun, katî olarak değil de yaklaşık olarak yüz sene demiş olması zannedilebilir. Ama o kimse, "bir ay hariç, bir sene hariç yüz sene" dese, o zaman bu zan izale olur ve bundan katiyyet anlaşılır.

2) Nûh (aleyhisselâm)'ın kavmi içinde kalış müddetini zikretmek, onun ve çok sabrettiğini beyan etmek içindir. Binâenaleyh Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, tebliğ süresi daha az olduğu için, onun sabretmesi, evleviyetle gerekir. Durum böyle olunca, Cenâb-ı Hak kendisi için vad' olunmuş müstakil bir isim bulunan adetler mertebesinin en üstünde bulunan sayıyı zikretmiştir. Çünkü sayıların mertebesi, birlerden ona; onlardan yüze ve yüzlerden de bine doğrudur. Bundan sonra da, sayıları tekrarlamak suretiyle diğer çokluklar gelir. Meselâ, onbin, yüzbin, bin kere bin (milyon) denilir.

İnsan Ömrünün Müddeti

Kimi tabibler, "İnsan ömrü yüzyirmi seneyi aşmaz" demişlerdir ki, ayet, onların görüşünün aksine delâlet eder. Akıl da, bu konuda ayete muvafıktır. Çünkü, insandaki o terkib üzere kalmak, zâtı gereği mümkündür; aksi halde, kalmazdı. Onda etkili olan tesirin devam etmesi de, aynı şekilde mümkündür. Zira, ondaki müessir eğer vâcibu'l-vücud ise, devam edeceği aşikârdır; eğer başkast ise, onun da bir müessiri vardır. Bu da gide gide vâcibü'l-vücuda varır ki, o da derin ve kesintisizdir. Binâenaleyh onun tesirinin devamlı olması caizdir; o zaman beka da, zâtı gereği mümkündür. Eğer böyle olmazsa, bu bir ârız'dan dolayıdır. Ama arız, yokluğu mümkün olandır. Aksi halde, mani olan arızın varlığının vacib olması sebebiyle, bu mikdar süre kalamazdı. Böylece onların sözlerinin, hem akla hem de nakle aykırı olduğu ortaya çıkmış olur.

Daha sonra biz şöyle deriz: Onlarla bizim aramızda bir niza yoktur; çünkü onlar, tabiî olarak ömrün yüzyirmi seneyi aşmayacağını söylüyorlar. Biz de, bu ömrün tabiî olmadığını, aksine ilahî bir bağış olduğunu söylüyoruz. Tabiî ömre gelince, yüz ya da daha fazla sene bir yana, onun takdir edilenden bir an daha öte geçmesi (mümkün değildir), öteye devam edemez.

Cenab-ı Hakk'ın “Nihayet onlar zulümde devam edip dururlarken, kendilerini tufan yakalayıvermişti" buyruğuna gelince, burada bir latîfeye işaret vardır. Bu da şudur: Allahü teâlâ, sırf zulmün bulunması sebebiyle, azâb etmez. Aksi halde, zulmeden sonra da tevbe edene zulmetmesi gerekirdi. Zira, ondan zulüm sadır olmuştur. O ancak, zulmünde ısrar edene azâb eder. İşte O'nun, ifadesi, "Onlar zulümleri içinde iken, Allah onları helak etti. Şayet onlar zulmü terketselerdi, Allah onları helak etmeyecekti" anlamındadır.

Kurtuluş Gemisi

15

"Fakat biz onu da, gemidekileri de kurtardık ve bunu, alemlere bir İbret yaptık".

(......) kelimesindeki hâ zamirinin neye râci olduğu hususunda iki izah şekli bulunur:

1) Bu, ayette geçen sefine (gemi) kelimesine aittir. Bu durumda, onun bir "ayet ve ibret" olmasının birkaç izah şekli bulunur.

a) Gemi, suyun (tufanın) zuhurundan önce yapılmıştı. Şayet Allahü teâlâ'nın, Nûh (aleyhisselâm)'a bildirmesi ve bunu ona haber vermesi olmasaydı, o gemiyle meşgul olamaz ve böylece de kurtuluş meydana gelmezdi.

b) Nûh (aleyhisselâm)'a, beraberinde mü'minleride alması ve gıda miktarını yükletmesi emrolunmuştur. Kocaman denizin suyunun çekilmesini kimse bekleyemezdi. Fakat su, azığın bitmesinden önce çekildi. Şayet bu olmasaydı, kurtuluş vaki olmazdı ki bu, sadece gemi ile değil, Allah'ın lütfuyladır.

c) Allahü teâlâ gemiye esen rüzgarlardan ve öldürücü hayvanlardan kurtuluş ve esenlik takdir etmiştir. Bu olmasaydı, kurtuluş vaki olmazdı.

2) Bu zamir, "vâkıa"ya, ya da "necat"a râcidir. Yani, "Biz bu vakıayı, ya da kurtuluşu âlemlere bir ibret yaptık" demektir.

İbrahim (aleyhisselâm)'ın Tebliği

16

"İbrahim'i de (hatırla). Hani O, kavmine demişti ki: "Allah'a ibadet edin, O'ndan çekinin. Bu, eğer bilirseniz, sizin için çok hayırlıdır...".

Allahü teâlâ Nûh (aleyhisselâm)'un kıssasına işareti bitirince, bundan sonra İbrahim (aleyhisselâm)'in kıssasını zikretmiştir. İbrahim kelimesi iki şekilde okunmuştur:

1) Nasb ile okumadır ki, meşhur olanı budur.

2)"Peygamberlerden birisi de ibrahim'dir" manasında olmak üzere merfu olarak okuma. Birincisine gelince, bunda iki izah şekli bulunur. Birincisine göre, bu kelime, zikredilmeyen bir fiil ile mansubtur. Bu, "İbrahim (aleyhisselâm)'i de hatırla" anlamındadır. İkincisine göre ise, kelime, mezkûr bir fiile mahsustur ki, bu da (Ankebût. 14) cümlesindeki fiildir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Andolsun biz, İbrahim (aleyhisselâm)'i de gönderdik" buyurmuş olur. Buna göre ayette birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

(......) kısmı (......) fiilinin zarfıdır. Yani, "O kavmine... dediği zaman, biz İbrahim (aleyhisselâm)'i peygamber olarak göndermiştik" demektir. Fakat, "Kavmine, "Allah'a ibadet edin" ifadesi, bir davet ve çağrıdır. Peygamber olarak gönderme ise, davetten önce olur. Buna göre, İbrahim, davetten önce gönderilmiş olduğu halde, Cenâb-ı Hakk'ın, "O kavmine, "Allah'a ibadet edin, dediği zaman, Biz İbrahim (aleyhisselâm)'i peygamber olarak gönderdik" sözü nasıl anlaşılır? Biz buna şu iki şekilde cevap veririz:

1) Peygamber gönderme, devam eden, uzayan bir durumdur. Onun, peygamber kılınmış olduğu halde kavmine, "Allah'a ibadet edin" şeklindeki sözü de bunun gibidir. Bu, bir kimsenin "Biz, evden çıktığında, emîr için saygı duruşunda bulunduk" demesi gibidir. Zira, durma işi, çıkmadan önce de olabilir. Ama, bu durma işi, çıkma zamanına kadar devam ettiği için, bunu söylemek geçerli olmuştur.

2) İbrahim (aleyhisselâm), sadece Allah'ın hidayete erdirmesiyle, müşriklerin sözünün yanlışlığını biliyor ve onları, henüz resul kılınmadan önce, doğruya (reşâd) davet ediyordu, işte o, İslâm'a davetle meşgul olunca, Allah onu peygamber kıldı.

Onun, "Allah'a ibadet edin, O'ndan çekinin" sözü, tevhide işarettir. Çünkü tevhid, tek bir ilahı kabul edip, dışındaki her şeyi reddetmektir. Buradaki, "Allah'a ibadet edin" emri isbâta; "O'ndan çekinin" emri de, Allah'tan başka her şeyin reddine bir işarettir. Zira, Hükümdara mütkünde, başkasını ortak tutan kimse, en büyük günahı işlemiş olur. "Allah'a ibadet edin" emrinin, vacibleri yapmaya; "O'ndan çekinin" emrinin de haramlardan kaçınmaya bir işaret olduğunun söylenmesi de mümkündür. Birinciye, Allah'ı itiraf ve ikrar, ikinciye, şirkten kaçınma da dahil olur.

Ayetteki, cümlesi: "Allah'a ibadet ve O'ndan ittikâ etmek daha hayırlıdır" demektir. Durum böyledir; çünkü, Allah'a ibadet etmeme, bir "tatîl"; O'ndan mikanın zıddı ise, şirk koşmadır. Her ikisi de, hem aklen hem de kıyas itibariyle serdir. Bunun aklen şer olması şöyle izah edilebilir: Mümkinin. teselsüle son vermek için, mümkin olmayan bir müessirinin bulunması gerekir. Bu da, vâcibü'l-vücud olan (Allah)'tır. O halde tatîl olamaz, çünkü bizim bir ilâhımız, (Allah) vardır. Şirkten sakınma meselesi de şöyle izah edilir: Vâcibü'l-vücud'a ortak koşulan, eğer vâcib değilse, daha nasıl şerîk olabilir? Eğer vâcib ise, o zaman iki vâcibü'l-vücûd'un bulunması gerekir. O zaman da onlar, vacib oluşta müşterek, ulûhiyyette ise ayrı olmuş olurlar. Müşterekliğin meydana geldiği şey ise, ayrılığın meydana geldiği şeyden başkadır. O takdirde de onlar hakkında terkîb gerekir. Binâenaleyh, iki mürekkeb (varlık) olduklarından, onlar, vâcib olamazlar. O zaman da, "tatîl" gerekir.

Kıyas itibariyle şer olmasına gelince, bu böyledir. Çünkü şeref, hükümdar ya da buna yakın bir payede olan kişiye aittir. İnsan ise ne göklerin, ne de yerlerin meliki, hakiki maliki olamaz. Onun olabileceği en üstün derece, Melik olan Allah'a yakın olmaktır; ama, kullukla olan bir yakınlıkla... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Secde et ve yaklaş..." (Alak. 19) buyurmuştur. Yine bir hadis-i kudside, Bana yaklaşan kullarım, kendilerine farz kıldığım şeyleri eda etmekle yaklaştıkları gibi hiçbirşeyle yaklaşamazlar" Müsned, 6/256"Kulum, devamlı ibadetlerle yaklaşır" Müsned, 6/256 buyurmuştur. "Muattıl" ise Melik olmadığı gibi, Melik'e yakın biri de değildir, zira Melik'e inanan biri değildir. Binâenaleyh onun için asla bir mertebe yoktur. Şirk koşmaya gelince, efendisinin bir eşi ve benzeri olmayan kimse, efendisi için âdî eşler olan kimseden daha yücedir. O halde "Benim Rabbim'in eşi benzeri yoktur" diyen kimse, "Benim efendim, yontulmuş, âciz bir puttur" diyenden daha üstündür. Böylece Allah'a ibadet etmenin ve O'ndan İttikanın hayırlı olduğu sabit olur. Allah ise siz insanlar için, eğer yukarda bahsettiğimiz delilleri ve değer ölçülerini anlarlar ise, daha hayırlıdır.

Putlar Rızık Veremezler

17

"Siz ancak Allah'ı bırakıp birtakım putlara tapıyor, yalan uydurup düzüyorsunuz. Oysa sizin Allah'ı bırakıp taptıklarınız, size hiçbir rızık vermeye muktedir olamazlar. O halde rızkı Allah katında arayın, O'na ibadet edin, O'na şükredin. Siz ancak O'na döndürülüp götürüleceksiniz...".

Cenâb-ı Hak, putperestlerin yollarının yanlışlığını en beliğ bir biçimde (bu ayette) beyan etmiştir. Çünkü ma'buda, şu sebeplerden biri için ibadet edilir:

a) Zâtt gereği ibadete müstehaktır. Bu, ister onun açlığını gidersin, ister uykudan menetsin, efendisinin satın aldığı ve ona hizmet eden köle gibidir.

b) Yahut, o anda faydalı olduğu için..." Bu da, kendisine gelecek bir hayırdan, menfaattan ötürü başkasına hizmet eden kimse gibidir. Mesela ücretle çalıştırılan kimseler gibi...

c) Yahut da ileride faydalı olacağı için... Bu da mesela, gelecekte kendisinden bir iş beklenen ve başkasına hizmet eden kimse gibidir.

d) Veyahut da O'ndan korkulduğu içindir. İşte Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), birer put olmaları ve hiçbirinin bir saygınlığı olmaması itibariyle, zatları gereği, ibadete müstahak olmadıklarına dikkat çekmek için, "Siz ancak Allah'ı bırakıp, birtakım putlara tapıyorsunuz" demiştir. Ayetteki "Oysa sizin Allah'ı bırakıp taptıklarınız, size hiç bir rızık vermeye muktedir olamazlar. O halde rızkı Allah katında arayın, O'na ibadet edin. O'na şükredin. Siz ancak O'na döndürülüp götürüleceksiniz" hitabı ise, o anda ve gelecekte bu putların bir menfaati olmayacağına işarettir. Bu böyledir. Zira menfaat ya varetmede, yahut varlığı sürdürmede olur. Fakat varetme hususunda putlardan hiçbir fayda sâdır olmaz. Çünkü zaten onları vareden, yapan siz insanlarsınız. Onları uydurup, yontup, yapıyorsunuz. Putların, var olanın varlığını sürdürmesinde de bir faydası yoktur. Çünkü bu rızıkla olur. Rızık ise onlardan sâdır olmaz. Cenâb-ı Hak, daha sonra bütün bu şeylerin Kendisinden olduğunu bildirmek azere: "Rızkı Allah katında arayın" buyurmuştur. Bu ayetteki "Allah" lafzı, Kendisinin zâtı gereği ibadete müstehak olduğuna; "rızık" kelimesi de, hem dünyevî, hem uhrevî 'ayda ve menfaatların ancak Allah'tan olduğuna bir işarettir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Cenâb-ı Hak, hitabında "rızk'ı nekire, hitabında ise marife olarak getirmiştir, bunun hikmeti nedir? Deriz ki: Zemahşerî şöyle der: 'Olumsuzluk sadedinde getirilen nekirenin manası, "O putların yanında kesinlikle hiç rızık yoktur"; Rızkın Allah katında olduğunu ifade için marife getirmenin manası se, "Her türlü rızık, O'nun katındadır. Öyleyse rızkı O'ndan isteyin" şeklindedir. Burada bir diğer izah da şöyle yapılabilir: "Rızkın, Allah'tan olduğu, Allah'ın verdiği birşey olduğu. "Yeryüzündeki her canlının rızkı Allah'a aittir" (Hud, 6) ayeti ile bildirilmiştir. Putlardan rızık sâdır olduğu ise bilinmemektedir. İşte bu sebepten ötürü, bu bilinmediği için Cenâb-ı Hak, nekire (belirsiz) olarak, buyurmuş ve "va'dedilen rızkı isteyin" manasında da, "O rızkı Allah atında arayın" demiştir. Hak teâlâ daha sonra, zatı gereği ibadete müstehak olduğu için, "O (Allah'a) :badet edin" mahlukatına nimetler verip, rızkı onlara ulaştırdığı için "O'na şükredin" Çünkü "O'na döndürüleceksiniz" yani, başvurulacak, müracaat edilecek, O olduğu çin, Kendisinden ancak hayır beklendiği için O'na ibadet edin" buyurmuştur.

Peygamberin Görevi Tebliğdir

18

"Eğer siz yalanlarsanız, (bilin ki) sizden evvelki ümmetler de yalanladılar. Peygamberin vazifesi, apaçık bir tebliğden başkası değildir..."

Cenâb-ı Hak, tevhidini anlattıktan sonra tehdidini getirerek, "Eğer siz, (peygamberi) yalanlarsanız.." buyurmuştur. Bu cümle ile kime hitab edildiği hususunda şu iki izah yapılmıştır:

Muhatap İbrahim (aleyhisselâm)'in Kavmi

a) Muhatablar, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in kavmidir. Ayet, İbrahim (aleyhisselâm)'in kavmini anlatarak sanki, "İbrahim (aleyhisselâm)'in kavmine, "Eğer siz yalanlarsanız, (bilin ki) sizden evvelki ümmetler de (peygamberlerini) yalanladılar. Ben, bana düşen tebliğ görevini yerine getirdim. Zaten bir peygamberin görevi de, tebliğ ve açıklamadır" dedi" demek istemiştir.

Muhatap Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Kavmi

b) Bu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kavmine bir hitabtır. Bunu şöyle izah ederiz: Nakil ve hikaye edişlerin ekserisi, bir takım maksadlardan ötürü olur. Fakat, hikaye güzel ve cazib olduğu için, bu maksadlar göz ardı edilir. İşte bundan ötürü hikaye eden kimse çoğu kez, "Hangi sebebten dolayı bunu anlatıyorum, (biliyor musun?" der. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in maksadı da, o kâfirlerin tekzibten vazgeçip, azabtan korkarak vazgeçmeleri için, kavmine eski ümmetlerin hallerini anlatmaktır. Bu sebeble, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kavmine önceki ümmetlerden bahsederken, "Ey kavmim eğer (beni) yalanlarsanız, bilin ki sizden önceki kavimler de (peygamberlerini) yalanlayıp helak oldular. Binâenaleyh eğer siz de yalanlarsanız, başkalarının başına gelenin, sizin başınıza da gelmesinden korkarım" demiştir.

Birinci izaha göre, ayetle ilgili birkaç mesele var:

Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'dan Önceki Ümmetler

Ayetteki, cümlesi "ümmetler"den bahsediyor, halbuki, İbrahim (aleyhisselâm)'den önce, sadece Nûh (aleyhisselâm)'un kavmi vardır ve tek bir ümmettir. Buna şu iki şekilde cevab verilebilir:

1) Nûh (aleyhisselâm)'dan önceki kavimler, İdris (aleyhisselâm), Şît (aleyhisselâm) ve Adem (aleyhisselâm)'in kavimleridir.

2) Nûh (aleyhisselâm) bin yıldan fazla yaşamıştır. Bu müddet zarfında asırlar ve nesiller tamamlanıp, yerine yeni nesiller gelmiştir. Ataları, babaları, oğullarına o peygambere uymaktan kaçınmalarını tavsiye etmişlerdir. Binâenaleyh Nûh (aleyhisselâm)'un kavmi, bir çok ümmet sayılabilir.

İkinci Mesele

Ayetteki, "belâğ" ve "mübîn" ne manayadır? Deriz ki Belâğ, meseleleri anlatmak; mübîn ise, o meselelere delille' getirerek açıklayan, demektir.

Üçüncü Mesele

Ayet, açıklamaların, ihtiyaç duyulan vakitten sonraya bırakılmasının caiz olmayacağına delâlet eder. Çünkü bir peygamber, bir hükmü tebliğ eder de, iyice açıklama yapmaz ise, belâğ-ı mübîn yapmamış olur. Dolayısıyla da görevini tam yerine getirmiş olmaz.

Ölümden Sonra İhya

19

"Allah'ın yarahhşa nasıl başlayıp, (ölümden sonra) onu nasıl yeniden canlandırdığını görmediler mi? Şüphesiz bu, Allah'a kolaydır...".

Cenâb-ı Hak, tevhid demek olan ilk aslı beyan edip, "Peygamberlerin görevi, apaçık tebliğden başkası değildir" ifadesi ile, peygamberlik demek olan ikinci asla işaret edince, "haşr" (diriliş) demek olan üçüncü aslı izaha başlamıştır. Bu üç aslın, ilahiyat konularında, birbirinden neredeyse hiç ayrılmadıklarını, Cenâb-ı Hakk'ın, bunlardan ikisini zikrettiği her yerde, üçüncüsünü de zikrettiğini defalarca beyan ettik. Bu ayetle ilgili bir kaç mesele vardır.

"Görme" Tabirinin Yeri

İnsan, yaratılışın başlangıcını ne zaman gördü ki, ona, "Görmediler mi?" denilebilsin? Buna karşı deriz ki: Bu ifadeyle, tıpkı görme gibi, apaçık olan bir "bilme" manası kastedilmiştir. Çünkü insan, yaratılışın başlangıcının Allah'dan olduğunu bilir. Çünkü ilk yaratma, mahlûkâttan olamaz. Aksi halde o ilk yaratma, ilk yaratma olmaz. O halde ilk yaratış, Allah'dandır. Bu, eğer biz bununla, bizzat yaratmanın kastedildiğini söylersek böyledir. Yok eğer, bu "başlama" ile, Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'in ilk yaratılışının; "yeniden yapma" ile de onun ikinci kez yaratılışının kastedildiğini söylersek, şöyle deriz: Kendisini yaratanın, çocukları rahimlerde şekillendiren, onları, nutfe halinde, mükemmel bir insan haline getiren hâkimse kadir bir zâtın olduğu konusu, insan için kapalı değildir. Bu ilk yaratma işi, insanca malumdur ve açıktır. Dolayısıyla böyle bir bilgi manasında "görme" kelimesi kullanılabilir. "Görmediler mi?" ifadesi, buna göre, "Onlar, çok açık ve net bir biçimde, Allah'ın yaratmaya nasıl başladığını, onları topraktan yarattığını, terkip ettiğini ve aynı şekilde (öldükten sonra da), onların parçalarını topraktan biraraya toplayıp, ruhunu ufleyeceğini bilmiyorlar mı? Daha doğrusu siz insanlar için bu, daha kolaydır. Çünkü, bir bütün teşkil etmek üzere bir takım taşlar yontup sonra bunları bir araya getiren bir usta, bir başka sefer onları dağıtırsa diyebilir ki

"Bu sefer (ikinci seferde) onları (sıra ile) yanyana koymak, artık taşlar yontulmuş ve hazır olduğu için, bence daha kolaydır." Bir ayetin, diğerinin yanında olmasının uygun düşeceği malumdur. İşte Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu, Allah'a daha kolaydır" (Rum. 27) ayeti bu tarzda anlaşılmalıdır. Nitekim ayetteki, "Şüphesiz bu, Allah'a kolaydır"cümlesinde buna işaret etmektedir.

Yaratma İşi Görülebilir mi?

Cenâb-ı Hak, "Allah'ın yaratılışa nasıl başladığını görmediler mi?" buyurmuş ve görme işini, yaratmaya değil keyfiyete "nasıl"lığa bağlamıştır. Çünkü "Onlar, Allah'ın yarattığını" veya "yaratmaya başladığını görmediler mi?" dememiştir. Keyfiyet ise, bilinen bir husus değildir? Buna cevaben eliyoruz; Ki; Bu kadar bir keyfiyet (yani bunun nasıl olduğu) malumdur. Çünkü Allah o insanı, hiç söz konusu değilken, ismi-sanı yokken yaratmıştır. Yine onu nutfeden yaratmıştır. Nutfe de gıdadandır. Gıda da sudan ve topraktandır. (Yaratılışın başlangıç keyfiyeti ile ilgili) bu kadar şey, yeniden yaratmanın mümkün olacağını göstermeye kâfidir. Çünkü yeniden yaratılış da, aynen başlangıç gibidir.

Zamir Yerinde İsim

Cenâb-ı Hak niçin, "Bu, Allah'a kolaydır" cümlesinde, niçin ismini açık olarak getirip, zamirle "Bu O'na kolaydır" demedi? Halbuki "Sonra O onu... yeniden yapıyor" ifadesinde zamirle ifade etmiştir? Buna cevaben deriz ki: Bu, bu işin Allah'a kolay olduğuna delil getirmenin yanısıra, "Allah" isminin açıkça zikredilmesiyte yapılan bir te'kiddir. Çünkü "Allah" isminin açıkça getirilmesi de, bu işin kolay olduğunu anlamayı gerektirir. Çünkü insan, Allah lafzını duyup, onun manasının, "Ey hiçbirşeyin âciz bırakamayacağı mükemmel bir kudretle kadir, her maddenin bütün zerrelerini kuşatan bir ilimle âlim, irâdesi geçerli, irâde ettiğini geriye çevirecek hiçbir kudret bulunmayan zat" olduğunu anlarsa, yeniden yaratmanın mümkünlüğünü kesinkes anlar.

Hilkatin Başlangıcına Bakini

20

"De ki: "Yer yüzünde gezip dolaşın da (Allah'ın) hilkate nasıl başladığını görün, Allah yeni bîr âhiret hayatını da tekrar yaratacaktır. Çünkü Allah her şeye kadirdir".

İdrâk Farklılıkları

Önceki ayet, (kişide) mevcut fikrî zekâya işarettir. Ki bu, peşine düşülmeksizin var olan bir şeydir. İşte bundan dolayı Allah, yokluğu imkânsız görme anlamında, istifham üslubuyla, "görmediler mı?" (Ankebut, 19) buyurmuş; bu ayetle de, "Eğer sizin için böyle bir ilim mevcut değilse, tefekküri bir ilimle bilebilmeniz için, yeryüzünün çeşitli mıntıkaları konusunda tefekkür edin" buyurmuştur. Bu böyledir, zira insanlar, idrâk konusunda farklı farklıdır. Kimileri, bir şeyi, herhangi bir öğretimde bulunulmadan ve kendisine aklî herhangi bir delil getirilmeden anlar; kimileri, ancak o şeyi ortaya koymakla anlar, kimileri de hiç anlamaz, işte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Eğer birinci sınıftan değilseniz, yaratmanın nasıl başladığını bile bilebilmeniz için yeryüzünde dolaşın, yani, yeryüzü hakkında fikrinizi harekete geçirin ve kendinizin dışında cereyan eden hadiseler hakkındaki zihninizi çalıştırın..." buyurmuştur. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Nazar ve Rü'yet Farkı

Cenâb-ı Hak önceki ayetle, "rü'yet - görme" lafzını, bu ayette de, "nazar - bakma" lafzını getirmiştir. Bunun hikmeti nedir? Biz deriz ki: Daha önce de ortaya konulduğu gibi, fıtrî ilim, fikri, tefekküri ilimden daha tam ve mükemmeldir. Çünkü, bakmak, görmeye götürür. Nitekim, Arapça'da "Baktım ve gördüm" denilir. Bir şeye götüren ise, o şeyin altındadır. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, 'birincisinde, "Sizin için görme tahakkuk etmediyse, o görmenin tahakkuk edebilmesi için, yeryüzüne bakınız..." buyurmuştur.

Hads-Nazar - Tefekkür

Cenâb-ı Hak, bu ayeti emir sigasıyla getirmiş; birinci ayette de, istifham üslubunu kullanmıştır. Çünkü hadsî ilim (bedihî ilim) mevcutsa, bunu emretmek, hasıl-ı tahsil olur. Eğer mevcut değilse, bu ancak, araştırmakla elde edilir. Çünkü araştırmakla, var olan şey, fikrî hale dönüşmüş olur. Binâenaleyh bunu emretmek, "tekfîf-i mâlayutâk" olur. Fakat tefekkürî ilim ise, kişinin kudreti dahilindedir. O halde, bu emredilebilir.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hak, yaratılışın nasıl başladığını bildirdiği ayetinde, lafzatullahı, açık olarak getirerek "Allah yaratmaya getirerek, nasıl başlıyor?" (Ankebut, 19) buyurmuş, 'Sonra onu geri çeviriyor" (Ankebût, 19) diyerek, yuîdu fiilinin tahtında, Allah'a râci olan huve zamirini getirmiştir. Halbuki bu ayette ise, (......) fiilinin tahtında zamir getirmiş, "iâde"yi ifade eden cümlede de, ism-i zahir getirerek buyurmuştur. Çünkü bir önceki ayette başlama işinin kendisine nisbet edilebileceği bir iş, Allah'tan önce zikredilmemiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak önce, buyurmuş, daha sonra da buyurmuştur. Bu, tıpkı, birinin Zeyd Amr'a vurdu" deyip daha sonra da, "Bekr'e de vurdu" diyerek birincisi ile yetindiği için, ikinci de Zeyd adını zikretmeye ihtiyaç duymaması gibidir İkinci ayette ise, başlama işi, lafzatullah'a isnat edilerek zikredilmiş ve bununla yetinilmiş, ism-i zahir de getirilmemiştir. Bu da tıpkı bir kimsenin, "Zeyd'in nasıl çıktığını bilmiyor musun?" deyip, "Onun nasıl çıktığını benden dinle..." diyerek Zeyd adını, ikinci cümlede açıkça zikretmemesi gibidir.

İsim Cümlesindeki Hikmet

Cenâb-ı Hakk'ın, lafzatullahı, "inşâ" fiiliyye beraber demesi mümkün iken, böyle buyurmayıp diyerek, açık isim halinde getirmesi ise, üstün bir hikmetten dolayıdır ki, o da şudur: Yeniden yaratmanın mümkün olduğuna dair aklî deliller mevcut iken, o ismi duyan herkesin, onun müsemmasının kemâl sıfatları ve celâl vasıflarıyla mevsuf olduğunu anladığında, iadenin mümkün olduğuna katî olarak hükmedeceği bir zahir isim getirmiştir. Böylece de, o isimden, Allah'ın kudretinin mükemmel, ilminin kapsamlı, iradesinin geçerli olduğu anlaşılsın, insanın zihninde kalıcı bir mefhum oluşsun diye de, zahir bir İsim olarak "Allah" demiştir. Ki böylece o kimse, yaratmaya "başlama"nın vukuunu ve iradenin mümkün olduğunu böylece kabul etmiş olur.

İmdi şayet, "Cenâb-ı Hak niçin, senin biraz önce bahsettiğin hikmet ve faydadan dolayı dediği gibi "Sonra Allah iade eder" dememiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bu şu iki sebepten dolayıdır:

1) (......) ifadesi, lafzatullahın açık isim olarak getirilmiş olduğu ifâdesine yakın olduğu için, ifadesinde lafzatullah açıktan getirilmemiştir. Zira, aralarında sadece (......) kelimesi bulunmaktadır. Ama burada ise de açık olarak getirilmediği için, ikinci ifade olan ifadesinde açık olarak ism-i zahir getirmiştir.

2) Burada, iadenin olabileceğine dair delil, tamdır. Çünkü deliller, "afakî ve enfüsî"liğe hasredilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Gerek afakta, gerek kendi nefislerinde ayetlerimizi yakında onlara göstereceğiz" (Fussilet. 53) buyurmuştur. Binâenaleyh, önceki ayette, insanın kendi nefsinden hareketle elde edeceği enfüsî delillere; ikinci ayette de, "Yeryüzünde gezip dolaşın..." ifadesiyle de, afâkdan elde edilen delillere işaret etmiştir. İşte bu iki şeyde, bu iki delil tam ve mükemmel olur. Dolayısıyla bu delili, lafzatullah ismini açıkça getirerek tekîd etmiştir. Ama, birinci delili ise, ikinci delille tekîd etmiştir. Dolayısıyla da, dememiştir.

Mazî-Muzari Farkı

Cenâb-ı Hak önceki ayette, muzarî sigasıyla buyurmuş; bu ayette ise, mazî lafzıyla, demiş, dememiştir. Niçin? Biz deriz ki: Birinci delil, hadsî (bedihî) ilmi gerektiren enfüsîdelildir ki, bu her halükârda yaratmanın nasıl başladığını bilmeyi gerektirir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak sanki, "Eğer siz, Allah'ın, her halde yaratmaya nasıl başlayacağını bilemiyorsanız, Allah'ın yaratmaya nasıl başlamış olduğunu bilip anlamanız için, yaratılmış şeylere bakınız. Bu kadar bir bakışla, yaratmaya nasıl başlamışsa, yeniden yaratacağına dair netice ve matlûb elde edilir" demiştir.

Hadsî İlim-Umumî him

Üslup Farklılığının Sebebi

Cenâb-ı Hak bu ayette, "Allah her şeye kadirdir" buyurduğu halde, önceki ayette "Bu, Allah'a kolaydır" buyurmuştur. Bunun, şu şekilde iki hikmeti bulunur:

1) Birinci delil, enfüsî delildir. Bu, netice veren, her ne kadar, tam bir hadsî ilim ise de, ancak ne var ki bu enfüsî delile, afakî deliller de eklendiğinde, o zaman umumî bir ilim meydana gelir. Çünkü insan kendisini ncelediğinde, kendisinin, Allah'a olan ihtiyacını ve varlığının O'ndan olduğunu; afâka taktığında kendisi dışında kalanların da O'na muhtaç olduklarını ve varlıklarının, O'ndan olduğunu anlar. Böylece de, her şeyin Allah'dan olduğuna dair ilmi, kemale ermiş olur. İşte Cenâb-ı Hak, bu iki delilin zikredilmesi tamamlanınca, "Allah her şeye nâdirdir" buyurmuştur. Bir tek delil söz konusu olduğunda "Muhakkak ki bu, yani yeniden yaratması Allah'a kolaydır" (Ankebût, 19) buyurmuştur.

2) Biz, her ne kadar ikincisi daha genel ise de, birinci ilmin daha tam olduğunu Deyan etmiştik. Halbuki işin, yapıcısına kolay olması, o işin o yapan kimsenin kudreti sahilinde olmasından daha tam ve mükemmeldir. Bunun delili, bir kimsenin, yüz ölçek taşıyabilen kimse hakkında, "O ona kadirdir" deyip, "O ona kolaydır" dememesi gibidir. Ona, on ölçek taşıması sorulduğunda o, "Bu, ona kolaydır, basittir" der. Şimdi biz diyoruz ki: Allahü teâlâ şöyle demek istemiştir: "Eğer sizde, bu işlerin, Allah'a göre kolay olduğuna dair tam bir ilim meydana gelmemişse, bunların O'nun kudreti dahilinde olduğunu bilebilmeniz için, yeryüzünde gezin. Çünkü bu şeyin O'nun kudreti dahilinde olması bile, yeniden yaratmasının mümkün olduğuna dair yeterli bir delildir."

Mutlak İrade Allah'ındır

21

Âyetin tefsiri için bak:22

22

"Kimi dilerse azablandınr. Kime dilerse merhamet eder. (Hepiniz) ancak O'na döndürüleceksiniz. Siz, ne yerde ne gökte, O'nu aciz bırakacak değilsiniz. Allah'dan başka sizin hiçbir velîniz ve yardımcınız da yoktur...".

Cenâb-ı Hak yeniden yaratmadan bahsedince, o yeniden yaratma neticesinde, (kıyamette) olabilecek şeylerden de bahsetmiştir ki, bu da, adaleti ve hikmeti gereği, yalanlayanlara azâb etmek; lütfü ve rahmeti gereği, hep Kendisine yönelen ve O'nu tanıyanları da, mükâfaatlandırmaktır, Ayette birkaç mesele vardır:

Önce Azabın Bildirilmesi

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in naklettiği bir hadis-i kudsi'de de "Rahmetim gazabımı geçmiştir" buyurduğu gibi, Cenâb-ı Hakk'ın rahmeti en önde olduğu halde, Allahü teâlâ azabını bu ayette, rahmetinden önce zikretmiştir... Biz deriz ki, bu şu sebepten dolayıdır:

Daha önce kâfirlerden bahsetmiştir. Dolayısıyla, azabın önce zikredilmesi, tehdit hükmüne göre, o azabı hakedenlerin önce zikredilmelerinden dolayıdır. Bunun peşinden de Cenâb-ı Hak, rahmetini getirmiştir. Bu tıpkı, birinci aslın, yani tevhidin ifade edilmesinden sonra, "Eğer yalanlarsanız, biliniz ki, sizden önce nice ümmetler tekzîb etmişlerdir ve bundan dolayı da, helak olmuşlardır" denilerek, tehdîdin getirilmesi gibi; en son aslın, yani haşrin isbâtından sonra da, önce azâb zikredilerek tehdit getirilmiş, o azâb yalnız başına zikredilmiş olmasın diye de, ona tâbi olarak, rahmetten bahsedilmiştir ki, bu da Allah'ın, "Benim rahmetim gazabımı geçmiştir" şeklindeki sözünü teyid eder. Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hak, maksadın, sadece ilahî azabın zikredilmesi olduğu yerde bile, sadece azabı zikretmemiş, onun yanında rahmetini de zikretmiştir.

Genel İfadenin Faydası

Bunun zikredilmesi, asîleri korkutmak, mü'minleri de ferahlandırmak olunca, Cenâb-ı Hak, şayet, "...kâfire azâb eder, mü'mine de merhamet eder..." demiş olsaydı, maksadı ortaya koymada daha müessir olurdu... Halbuki O'nun, (ayette), "Dilediğine azâb eder" şeklindeki sözü, kâfir için, caydırıcı olmaz. Çünkü kâfirin, "Belki de ben, Allah'ın, azâb etmeyi dilediği kimselerden olmayacağım" demesi mümkündür. Buna şöyle cevap verilir: Ayetin ifadesi, korkutma hususunda daha belîğ ve müessirdir. Çünkü Allah bununla, meşîetinin geçerli olduğunu tsbat etmiştir. Zira o, bir sahsa azâb etmek istediğinde, buna hiçkimse mani olamaz. Hem sonra, va'd ve vaîd hükmüne göre, O'nun, ehl-i küfre azâb etmeyi istediği, kulları tarafından bilinen bir husustur. Binâenaleyh, ayetteki bu ifadeden tam bir korku anlaşılmış olur. Ama "Asîlere azâb eder" ifadesi böyle değildir. Çünkü bu, Cenâb-ı Hakk'ın meşîetinin mümkemmel olduğuna delâlet etmez. Zira bu ifade, "O, mü'mine azâb etmeyi de isterse, ona da azâb eder" şeklinde bir manayı ifade etmez. Bu manayı ifade etmeyince de, kâfir, "Bu misâlde O'nun muradı gerçekleşmediğine göre, bir başka misâlde gerçekleşmesi mümkündür" diyebilir. Bunu bir misalle açıklıyor ve şöyle diyoruz: "Hükümdar, beldesinde bulunan herkesi dövmeye kadirdir" denilip hükümdar da, "Bana muhalefet edeni döverim" dediğinde, hükümdara muhalefet edecek kimseler için tam bir korku meydana gelmiş olur. Ama "Hükümdar, kendisine muhalefet edenleri dövmeye kadirdir, itaat edenleri ise dövmez" denilip, hükümdar da, "Kim bana muhalefet ederse, onu döverim" dediğinde, muhalefet edenlerin kalbine, "O, itaatkâr olan falancayı dövemediğine göre, beni de dövemez. Çünkü ben de, o falanca gibiyim" şeklinde bir düşünce gelebilir. Ayrıca bu ifadedeki bir başka fayda da, korkunun da ümidin de genel olduğudur. Çünkü, Allah'ın azabından bütünüyle emin olmak, Allah'a karşı cüret etmeyi doğurur. Böylece bu da, itaatkâr olanın bile asî olması neticesine varır.

Tekrarın Hikmeti

Meselenin izahı ve isbatı daha önce geçtiği halde, "(Hepiniz) ancak O'na döndürüleceksiniz" buyurmuştur. O halde, bunu niçin tekrarlamıştır? Biz deriz ki: Her ikisi de bazen peşin, hemen olduğu halde, Allah, azâb edeceğinden ve rahmetinden bahsedince, "Eğer benim azabım sizin hakkmızoa gecikmişse, ondan kurtulacağınızı sanmayın. Çünkü sizin dönüşünüz, ancak O'nadr ve sizi heseba çekmek, O'na aittir. Mükâfaatınız ve ikâbtnız O'nun katında mahfuz ve mukayyettir" demiştir. İşte bundan dolayı da, Cenâb-ı Hak hemen bu ifadenin peşinden, "O'nu aciz bırakacak değilsiniz" buyurmuştur. Yanı. "Siz Allah'ın elinden kurtulamazsınız. Tam aksine, dönüşünüz O'nadır. O'ndan kurtulmak mümkün değildir" demektir. Bu ayetin tefsirinde şu incelikler bulunmaktadır:

1) Azâb edeni, azâb etmesinden aciz bırakmak, ya ondan kaçmak yahut ta karşısında durup, o azabı defetmek için, ona karşı mukavemet etmekle olur. İşte Alan, her İki ihtimali de zikrederek, "Siz, ne yerde ne gökte, O'nu aciz bırakacak değilsiniz" buyurmuştur. Yani, "kaçarak..." demektir. Yani, "Sizler, semâdaki en yüksek yere çıksanız, yahut suyun derinliklerine inseniz, Allah'ın kudretinin yakalamasından kurtulamazsınız. Binâenaleyh, o azab edeni, kaçmak suretiyle acze düşürme ihtimal asla yoktur" demektir.

Ona karşı koyup, mukavemet etmek de böyledir. Çünkü, O'nu acze düşürmek, ya çok kuvvetli şefaat edebilen; azab edenin kendisine muhalefet etmesi mümkün olmayan, böylece de azab edenin azab edemeyeceği, acze düşeceği bir kuvvete, bir dayanağa sırtını dayamakla olur; yahut da, ona karşı koyacak bir topluluk sayesinde o azâb edenden intikam almakla olur. Halbuki bu ikisi de imkânsızdır. Çünkü sizin, Allah'dan başka şefaat edecek bir dostunuz, O'nun azabını bertaraf edecek bir yardımcınız yoktur. Binâenaleyh, azab edeni, kaçmanız ya da ona karşı koymanız suretiyle, acze düşürmeniz mümkün değildir.

2) Cenâb-ı Hakk, (......) buyurmuş, fiil sigasıyla olmak üzere, "acze düşüremeyeceksiniz" buyurmuştur. Çünkü, fiilin olumsuz gelmesi, o işin kesin olarak olamayacağına delalet etmez. Çünkü, bir kimsenin "Falanca dikiş dikmiyor" şeklindeki sözü, "O terzi değildir" şeklindeki sözün delalet ettiği şeye delalet etmez.

3) Cenâb-ı Hak bu ayetinde, yeri, semadan; velî'yi de naşirden önce zikretmiştir. Çünkü, onların mümkün olabilecek kaçışları, yeryüzünde cereyan edecektir. Binâenaleyh, eğer onlardan bir kaçış sudur edecek olursa, bu, yeryüzünde olur. Sonra biz, onların bundan başka yapabilecekleri başka bir şey varsayacak olursak, bu da onların gökyüzüne tırmanmaları olabilir. Azabı defetmeye gelince, akıllı bir kimse için, bunu en güzel bir yolla defetmek mümkün olduğu zaman başkasına başvurmaz. Şefaat ise, en güzel bir yoldur. Bir de, şehadet âleminde herkes için padişahın huzurunda kendisi hakkında konuşan, ona şefaatçi olan birisi bulunur. Buna, aynı maksattan dolayı, o kimse için, herkes hükümdara karşı koyacak biçimde yardımcı olmaz.

Münkir Rahmet Umamaz

23

"Allah'ın ayetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr ederek kâfir olanlar yok mu, işte benim rahmetimden ancak onlar ümitlerini kestiler. İşte, pek acıklı bir azab da onlarındır".

Cenâb-ı Hak iki temel esası, yani tevhidi ve öldükten sonra diriltmeyi beyan edip, aklî delille bunları izah ederek, Kendisine muhalefet edenleri ayrıntılı bir biçimde tehdit ederek, Kendisini inkâr edenlere bir işaret olmak üzere, buyurmuştur. Çünkü her şeyde, Allah'ın birliğine dair bir delil bulunur. Binâenaleyh, müşrik olan kimse, Allah'ın ayetlerini inkâr etmiş demektir. Haşr-i inkâr edenlere bir işaret olsun diye de, (......) buyurmuştur. Çünkü, haşr'i inkâr eden, Allah'a kavuşmayı da inkâr etmiş olur. Cenâb-ı Hak, "İşte benim rahmetimden ancak onlar ümitlerini kestiler" buyurmuştur. Bu, "Onlar müşrik olunca, kendilerini, rahmet konusunun dışında bırakmış olurlar. Çünkü kendisinin, ihtiyacını giderecek, sadece bir tek tarafı bulunan kimseye kolayca merhamet olunur. Ama yönelecek, sayısız cihetleri bulunan kimse, rahmete konu olmaz. İşte o müşrikler, kendileri için birtakım ilahlar edinince, muayyen bir tek cihete yönelerek ihtiyaçlarını gidermeyi kabul etmemiş, böylece de Allah'ın rahmetinden ümidini kesmiş olurlar. Onlar haşr'i inkâr edip, "Azâb yoktur" dediklerinde, müstehak oldukları cezayı haklarında gerçekleştirmek için, onlara "ta'zib"den bahsetmek pek yerinde olmuştur. Bu, tıpkı bir hükümdarın, "Bana karşı çıkanlara işkence edeceğim" deyip, bunu, hükümdardan uzak bir yerde bulunan birisi kabul etmeyerek, "O bana nasıl ulaşacak?" deyip de, böyle bir kimse yakalanarak hükümdarın huzuruna çıkarıldığında, hükümdarın ona işkence etmesi ve "Nasıl yapabildim mi, edemedim mi ki?!" demesi yerinde olur. Binâenaleyh, merhamet etmemenin, şirk koşmaya; etîm bir azabın da, haşr'i inkâr etmeye uygun düştüğü ortaya çıkmış olur.

Bazı İncelikler

Sonra bu ayetle ilgili olarak nükteler bulunmaktadır:

Umûmî İfade

1) İfade, bütün insanları (yani kâfirleri) içine aldığını ifade etsin diye Cenâb-ı Hak, "Onlar ümitlerini kestiler" buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak, aynı maksattan dolayı, "işte pek acıklı bir azab da onlarındır" buyurmuştur. Binâenaleyh, şayet Cenâb-ı Hak, "Allah'ın ayetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr eden o kimseler yok mu, onlar benim rahmetimden ümit kestiler ve onlara elim bir azab vardır" demiş olsaydı, yukardaki anlam elde edilmiş olmazdı. Binâenaleyh, şayet birisi, "Eğer Allah, ülaike kelimesini bir kere getirmiş olsaydı, zikredilen maksadı ifade etmek için yeterli olurdu" derse, biz deriz ki: Hayır, zira Cenâb-ı Hak, "Sana diyorum, işte onlar... ümit kestiler. Onlar için elîm bir azâb vardır..." demiş olsaydı, bir başkası, bu iki şeyin tamamının onlardan bir araya geldiğini; bu yekûnun, ancak onlarda bulunduğunu; ne var ki bu iki şeyden sadece birisinin başkalarında bulunabileceğini anlayabilirdi. O halde, Cenâb-ı Hak, "Sana diyorum, onlar ümit kestiler... Ve sana diyorum, onlar yok mu onlar işte onlar için elim bir azab vardır" buyurunca bu söz, bu iki şeyden herbirini sadece onlardan bulunduğunu ifade etmiş olur.

2) Cenâb-ı Hak, rahmetten bahsedince, onu kendisine nisbet ederek, "Benim rahmetimden..." demiş, azabtan bahsedince, onu kendisine nisbet etmemiştir. Bunun sebebi, rahmetinin azabını geçmiş olması ve bir de kullarına, rahmetinin onları kuşattığını ve o rahmetin Kendisinden ayrılmazlığını bildirmek içindir.

3) "Sana diyorum, onlar yok mu, onlar, işte onlar ümit kestiler" diyerek, ye'si, onlara nisbet etmiş, rahmetini onlara haram kılmıştır. Binâenaleyh, şayet onlar, ümit ederlerse, rahmetini de, onlara mübarek kılar. Şayet birisi, "Senin ye's ve azab demek olan iki şeyi, Allah'ın ayetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr etmek demek olan iki şeyle mukayese etmen, elim azabın, Allah'ı inkâr eden ve haşri itiraf eden kimseler için olmamasını; ye'sin de, haşri inkâr eden, Allah'ı tasdik eden kimseler için olmamasını gerektirir" derse, biz deriz ki: Ayetin manası şöyledir: Onlar, ümit kestiler. Ve onlar için, haşr'i inkâr etmeleri sebebiyle de, fazladan elîm bir azâb vardır. Haşri inkâr etmek sebebiyle azâb etmenin, haşri inkâr edenler için olacağında şüphe yoktur. Diğerine gelince, haşri inkâr eden bir kimse, Allah'ı tasdik etmiş olamaz. Çünkü Allah'a iman etmek, ancak O'nu, söylediği şeyler hususunda tasdik ettiği zaman doğru olur. Haşr de, Allah'ın söylediği şeyler cümlesindendir.

Körükörüne Red

24

"Buna karşı kavminin cevabı: "Öldürün onu. Yahut, yakın onu" demelerinden başka bir şey olmadı. Allah da onu, ateşten kurtardı. Şüphe yok ki bunda, iman edecek zümreler için, mutlaka ibretler vardır".

Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), o üç temel esası izah edip, bu konuda kesin deliller getirince, iş onlara kaldı. Ya cevap verecekler, yahutta cevap olabilecek şeyi yapacaklar. Ama onlar, "O'nu öldürün veya O'nu yakın" demekten başka bir şey yapmadılar. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Onların Cevabı

Cenâb-ı Hak, aslında bir cevap olmadığı halde, onların "öldürün onu" şeklindeki sözlerine, cevap adını vermiştir. Biz deriz ki, buna şu iki açıdan cevap verebiliriz:

1) Bu, onlardan, tıpkı, kendini beğenmiş bir kimsenin sözü gibi sadır olmuş bir sözdür. Nitekim hükümdar, karşı tarafın elçisine, kılıç bir cevap olmadığı halde, "size verilecek cevap, kılıçtır!" der ki, bu, "Ben ona, cevapla mukabele etmiyorum. Ben ona, kılıçla mukabele ediyorum" demektir. İşte bunlar da, "Onun delillerine cevap vermeyin; onu öldürün veya onu yakın" demişlerdir.

2) Allahü teâlâ, onların sapıklıklarını beyan etmek istemiştir. Çünkü onlar, aslında bir cevap olmadığı halde, cevap sadedinde bunu söylemişlerdir. Böylece onların, bu konuda verebilecekleri bir cevapları olmadığı ortaya çıkmış olur. Çünkü, başkalarına cevap vermeyen ve susan kimsenin, susmasının, o işe iltifat etmemesinin bir emaresi olabileceğinden dolayı, onun cevap veremeyeceği bilinmiş olmaz. Ama, o, bozuk bir şekilde cevap verdiğinde, onun cevap vermeye yöneldiği, ama bunu beceremediği anlaşılmış olur.

İkinci Mesele

"Onu öldürün, vurun onu" diyenler, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in kavmidir, "öldürün" emrini alanlar da, yine onlardır. Binâenaleyh, âmir durumunda olan, memur olanın ta kendisi, olmuş olur. Şimdi biz diyoruz ki: Buna şu iki açıdan cevap verebiliriz:

1) Bu, "Onlardan herbiri, kendisi dışında kalanlara, "Onu vurun" demişlerdir. O halde bu demektir ki bu emir, hem onların her birinden çıkmış; emrolunan da, herbirerleri olmuştur. Bu demektir ki, hem âmir olma, hem memur olma, aynı şahısta birleşmemiştir. Zira her biri, kendisi dışında bir başkasına emretmiştir.

2) Bu cevap, onların liderlerinden sadır olmuştur. Binâenaleyh, bir beldenin ileri gelenleri bir sözü söylediğinde, "Belde halkı, şunda ittifak etmiştir" denilir, fakat kölelerin ve çapulcuların sözlerine iltifat edilmediği anlaşılmış olur. Binâenaleyh, ayette geçen, "kavminin cevabı" ifadesiyle, o kavmin ileri gelenlerinin, kendilerine uyan ve kendilerini destekleyen kimselere, "Onu öldürün" demeleri kastedilmiştir. Çünkü cevap verme işi, büyüklere, idarecilere; öldürme işi de, idare olunanlara aittir.

Üçüncü Mesele

(......) edatı, biri diğerinden ayrı olan iki şeyi ayırmak için zikredilir. Nitekim, veya tek" denilir. Ve yine, "Bu bir insan veya hayvandır" demektir. Ama, "Eğer insan değilse, bu demektir ki o, hayvandır" demektir. Ama, "Bu hayvandır veya insandır" dinelemez; çünkü bu sözden, bu sözü söyleyenin, "Bu hayvandır; yok eğer hayvan değilse insandır" demiş olduğu, anlaşılır ki, olamaz." Ancak ne var ki, (ayette geçen) yakma işi, ölümü de getirir. O halde, "Onu öldürün. Veya yakın" sözü tıpkı birinin: "Hayvandır; veya insandır" şeklindeki sözü gibi olur. Buna şu iki şekilde cevap verebiliriz:

a) Ev edatının bahsedilenin aksine kullanılışı, daha yaygındır. Binâenaleyh, bu edat bel yerinde kullanılmış olur. Bu meselâ bir kimsenin, "Ona ben, bir dinar veya iki dinar verdim" demesi ile, dinar, hayır daha doğrusu iki dinar ver" demesi gibidir. Bu, tıpkı, "Gecenin birazından gayn (saatlerinde) kalk, (gecenin) yarısı mikdarınca. Yahut ondan birazını eksilt. Yahut, üzerine artır" (Müzemmil. 2-4) ayetlerinde olduğu gibidir. İşte burada da, ifade, "Onu öldürün veya, ölüme ilavede bulunun ve onu yakın" manasındadır.

b) Biz, sizin söylediğinizi ve durumun burada böyle olduğunu kabul ediyoruz... Çünkü, yakma işi, ölüme götüren ve ölümün kendisinden ayrılmadığı bir iştir. Zira, birisini ateşe atıp derisinin tamamını yakıncaya kadar orada bekleten ve onu oradan diri olarak çıkaran kimse hakkında, "Falanca, yandı, falanca onu yaktı ama ölmedi" denilebilir. İşte, burada da onlar, şöyle demek istemişlerdir: "Onu öldürün, yahut onu öldürmede acele etmeyin; ona ateşle azab edin. Eğer o sözünden vaz geçerse, bırakın gitsin. Yok eğer ısrar ederse, bırakın ateşe yaslansın."

Cenab-ı Hak daha sonra, "Allah da onu ateşten kurtardı..." buyurmuştur. Feylesoflar, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in o ateşten nasıl kurtulduğu hususunda ihtilâf ederek, kimileri, "o ateş serinleştirildi" demişlerdir ki, bu doğru olanı ve Cenâb-Hakk'ın, "Ey ateş ona bir serinlik ve selamet ol" (Enbiyâ, 69) buyruğuna uygun olanı da budur. Kimileri, "İbrahim (aleyhisselâm)'de, sayesinde ateşi serin hale getirecek bir keyfiyyet yaratıldı" derken, kimileri ise, "Hayır, İbrahim (aleyhisselâm). olduğu üzere, ateş de olduğu üzere bırakıldı, fakat ateşin eziyyeti, İbrahim (aleyhisselâm)'den men edildi" demişlerdir ki, bunların hepsi de mümkündür. Allah hepsine de kadirdir.

Feylesoflara Red

Buna tabibler, bu yapılan izahların tamamını da inkâr ederek şöyle demişlerdir: "Ateşten hararetin giderilmesine gelince, ateşteki hararet, tıpkı dört sayısındaki çift oluşun ondan ayrılmayışı gibi, zatî bir şeydir. Sayesinde ateşin serinleştirildiği bir keyfiyyetin yaratılması meselesine gelince, insanın yapısının, karakterinin birisi tefrit birisi de ifrat olmak üzere iki nevi vardır. Binâenaleyh, şayet insan, bu iki nevin dışına çıkacak olsa, ya insan olarak kalmaz, veya yaşamaz. Meselâ mizaçtaki soğukluk, on derece olsa, insan olur. Ama bu derece onbire varsa, insan olmaz. Eğer soğukluk dereceleri, beş olursa, insan olarak kalır, ama dörde düştüğünde, insan olarak kalmaz. Ancak ne var ki, sayesinde ateşin serinlediği soğukluk, "semender" (semender, yani ateşi söndüren bir madde salgılayan bir hayvan) karakteridir. Bu karakter insanda bulunmuş olsaydı, ölürdü yahutta bu olurdu... Çünkü rûh (nefs), mizaca tâbidir.

Üçüncüsüne gelince, ateşte, ateş olduğu gibi kaldığı halde, kalmak ve kalmanın da yanma olmaksızın olabilmesi imkânsızdır... Şimdi biz diyoruz ki: Bu ayet, onların bu görünüşünü red etmektedir; akıl da, nakle uygundur. Birincisine gelince bu, şu iki sebepten dolayıdır:

1) Ateşteki hararet, çokluğu ve azlığı kabul eden bir keyfiyyettir. Çünkü, kömürdeki ateşe üflendiğinde, o ateş demiri eritecek dereceye çıkar. Ama üflenmezse, ateşin şiddeti artmaz. Ancak ne var ki, azlık, ateşteki hararetin bir kısmının yokluğu demektir. Binâenaleyh, bir kısım yok olabildiğine göre, ateşteki diğer kısmın da, insana eziyyet vermeyecek bir dereceye varıncaya kadar, yok olması da mümkündür. Halbuki, ey tabibler, sizin bahsettiğiniz çift oluş, böyle değildir. Çünkü bu, artmaz eksilmez.

2) Tıbbın esasları arasında yer aldığına göre, tıpkı suyun serinletici bir keyfiyyeti bulunduğu gibi, ateşin de hararetlendirin, sıcak bir keyfiyyeti vardır. Ancak biz, su, su olma vasfını taşıdığı halde, kendisinden burûdet vasfının zail olduğunu görmekteyiz. Tıpkı bunun gibi, ateşten de hararet zail olur, yakmayan bir nur olduğu halde, yine de ateş olarak kalır. İkincisine gelince, bu da mümkündür. Ve onların görüşleri şu iki açıdan kabul edilemez:

a) "Ruhun, mizaca tabi olduğuna" dair ileri sürdükleri temel prensibin kabul edilmemesidir. Tam aksine Allahü teâlâ, tıpkı cansızların mizacı gibi olan o mizaçta, insanın ruhunu yerleştirmeye kadirdir.

b) Sizin bu temel prensibinize göre de, bir İmkânsızlığın olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü, kendisinden bahsettiğimiz o keyfiyyet, derinin dış yüzeyinde, tıpkı o deriye saçılmış parçalar gibidir. Dolayısıyla, o kalbe ve temel uzuvlara ulaşmaz. Görmez misin ki insan, uzun zaman elinde buz tutup, sonra da bir ateş korunu eline aldığında bu ateş onun elini yakmada, elini cebinden çıkarıp, ateşi eline alan kimsenin elini akmadaki tesiri kadar tesirli olmaz. İşte bundan ötürü, onun eli, öbürününkinden önce yanar. Binâenaleyh insan derisinin dış yüzünde bir müddet, ateşin yakma tesirine mâni bir keyfiyetin olabileceği düşünülebileceğine göre, yakmasın diye. bu eyfiyetin ânbeân, yenilenmesi de mümkündür.

c) Bu, sırf bir alışkanlığın olmamasını beyan etmeyi, uzak görmeden ibarettir. Biz de bunun alışılmış olmayan bir şey olduğu görüşündeyiz. Çünkü bu bir mucizedir. Mucizenin ise, alışılmışın dışında, harikulade olması gerekir.

Alınacak Dersler

Daha sonra Hak Telâlâ, "şüphe yok ki bunda iman edecek zümreler için ibretler (ayetler) vardır..." buyurmuştur. "Hazret-i İbrahim'in o ateşten kurtulmasında ibret alınacak noktalar vardır" demek olup, bu ayetle ilgili bir kaç mesele vardır.

Birinci Mesele

Cenâb-ı Allah, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'un ve gemisindekilerin kurtarılmaları hususunda, "Onu bir ayet kıldık... "(Ankebût, 15), burada ise, cemî olarak "ayetler vardır" buyurmuştur. Çünkü gemi ile kurtarılma işi, akılların yadırgamayacağı bir şeydir. Dolayısıyla onda ayet (ibret ve mucize), Allah'ın, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'a tam zamanında o gemiyi yapmayı . ahyetmesindedir. Çünkü eğer böyle olmasaydı, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) gaybı bilemediği için, gemi yapmazdı. Bir de, bu, Cenâb-ı Allah'ın o gemiyi, mesela çok şiddetli fırtınalar gibi, helak edici şeylerden koruması ile olmuştur. Fakat ateşten kurtarma işi, gerçekten enteresan ve hayrette bırakıcıdır. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, bu hususta cemî sigasıyla "ayetler..." demiştir.

Kıyamette Suya Kananlar

Cenâb-ı Hak, orada "alemler için bir ayet..."(Ankebût, 15) burada ise, "iman edecek kavimler için ayetler" buyurmuş ve ayetlerin mü'minlere has olduğunu beyan etmiştir.

Çünkü o gemi yıllarca kalmıştır. Böylece pek çok kimse ona uğramış ve onu görmüştü . Bu sebeble de herkesin o gemi hakkında bilgisi olmuştu. Ateşin serinletilmesine gelince, bu uzun süre devam etmişti. Dolayısıyla bu, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'den sonra gelenler için, ancak ona inanmak suretiyle bilinir, kabul edim. Burada şöyle bir incelik vardır: Allahü teâlâ, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e, o ateşi, bizzat kendisi hidayete erip, soyumun hidayete ermiş olmasından ötürü serinletmiştir. Allahü teâlâ mü'minlere de kendileri için, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'de güzel örnekler bulunduğunu söylemiştir. Binaenaleyh bu temektir ki, mü'minler için, Allah'ın kıyamet günü onlara serinleteceği müjdesi verilmektedir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "İşte bu serinletme işinde, inanan kimseler için ayetler vardır" demek istemiştir.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hak, orada (......) burada ise, (......) buyurmuştur. Çünkü "sefine" (gemi)nin kendisi için bir mucize değildir. Çünkü eğer Cenâb-ı Allah o tufanı yaratmamış olsaydı, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'nun gemi yapma işi anlamsız olurdu. O halde, Allahü teâlâ "sefine"yi, meydana geldikten, yapıldıktan sonra bir ayet kılmıştır. Ama ateşin serin kılınması işi, meydana geldiğinde bizzat kendisi ayettir. Ayet olabilmesi için, tufanın yaratılması gibi, diğer bir şeye muhtaç değildir.

Putlaştırmada Sevmenin Rolü

25

"De ki: Siz, dünya hayatında birbirinizle dost olduğunuz için, Allah'ı bırakıp ancak putlara tütündünüz. Fakat sonra, kıyamet gönü kiminiz kiminize küfür, kiminiz kiminize de lanet edecektir. Barınacağınız yer ise ateştir. Sizin hiçbir yardımcılarınız da yoktur".

Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) o ateşten çıkınca, kâfirleri kovmaya ve sürdürdükleri şeylerin yanlış olduğunu anlatmaya başladı ve "Ben size yolunuzun yanlış olduğunu anlattım. Ama siz buna karşı bir cevab vermediniz ve o yolunuzdan dönmediniz. Demek ki bu sırf bir taklid. Çünkü sizin biribirinize karşı bir sempatiniz var. Binâenaleyh hiç biriniz, o yol ve gidişatta arkadaşının kendisinden ayrı olmasını düşünemiyor. Yahut da, sizinle atalarınız arasında bir sevgi bağı var. Bundan dolayı onlara vâris olup, onların söz ve inançlarını aynen alıp, sapıklık ve cehaletlerine yapışıp kaldınız" dedi. O halde ayetteki, "Siz, dünya hayatında birbirinizle dost olduğunuz için, Allah'ı bırakıp ancak putlara tutundunuz" hitabı bir delil değildir. Burada, ince bir husus olan, şöyle bir diğer izah daha var: Ayetin manası, putlarda pulara tapanlar arasında bir sevgi bağı olduğunu gösteriyor. O sevgi şudur: İnsan, hem cisim (beden), hem akıl sahibidir. Cismi için, cismanî bir takım lezzetler, aklı için de aklî bir takım lezzetler vardır. Kendisinde cismanî lezzetlerin ve meyillerin gâlıb olduğu kimse, aklî lezzetlere iltifat etmez. Aklî lezzetleri galib olan kimse de, cisnani lezzetlere iltifat etmez. Bunu şöyle bir misalle açıklayabiliriz: Deli, yeme, içme ve fcevletme gibi ihtiyaçlarını gidermek mecburiyetindedir. Halbuki o bu esnalarda. ileri gelen bir cemaat arasındadır. O, burada yeme, içme ve bevl etme vs. gibi maddî ihtiyaç ve lezzetlerini giderir, güzel gidişat, iyi huy ve güzel vasıf gibi akli lezzetlere hiç İltifat etmez. Akıllı insan ise, maddî acılara katlanır, aklî lezzetleri gerçekleştirmeye yönelir. Öyle ki defetme (dışarı atma) kuvveti, tutan kuvvetine üstün gelse de, kendisinden (istemeden) bir yellenme veya bir damla su (idrar) çıkacak olsa, utancından ve aklî eleminden, neredeyse ölür. Bunun böyle olduğu sabit olunca, onlar, akılları az, maddî lezzetler kendilerine galib gelmiş ve akılları, kendilerinin üstünde, altında, sağında, solunda, önünde, arkasında, olmayan, cisim olmayan, akla sığmayan bir mâbûdu düşünememişler, kendilerindeki galib isteğe uygun düşen, bir takım cevherlerle süslenmiş maddeleri görmüş ve onları sevmişlerdir. O halde bunların o putları edinmeleri, kendileri ile o putlar arasındaki bir sevgiden dolayı olmuştur.

Kıyametteki İnkâr

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Fakat sonra kıyamet günü kiminiz kiminize inkâr eden" yani "Kalblerin körlüğü ortadan kalkıp, herşey, akıllı ve gafil kimseler tarafından, olduğu gibi görülüp, anlaşılınca, bazınız, bazınıza küfreder, dünyada iken sürdürdüğünün yanlışlığını anlar. Böylece ibadet edenler, "Bu benim ma'budum değildir" ibadet edilen de, "Bunlar, bana ibadet etmediler" der. Yine bazınız bazınıza lanet eder ve "Bu, şuna "Bu azaba sen beni düşürdün. Çünkü sen bana ibadet ettin"; beriki de ona, "Buna sen beni düşürdün. Çünkü sana ibadet etmemle beni saptırdın" der ve her biri böylece öbürüne lanet ederek, uzaklaşmayı ister, ama uzaklaşamazlar. Aksine onlar, nasıl bu dünya hayatında birlikte idiyseler, ateşte de beraber olurlar. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Barınacağınız yer ise ateştir" buyurmuştur.

Yardımcıların Olmayışı

Daha sonra Allahü teâlâ, "Sizin yardımcılarınız da yoktur" buyurmuştur. Bu, "Bu ateş, Allah'ın ibrahim (aleyhisselâm)'i kendisinden kurtarıp, yardım ettiği o sizin ateşiniz gibi değil. Şimdi siz, yardımcınız olmadığı halde bu ateştesiniz" demektir. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır.

Cemin Hikmeti

Cenâb-ı Hak bundan önce müfred (tekil) siga ile, "Allah 'dan başka sizin bir veliniz ve bir yardımcınız yoktur" (Ankebût. 22) buyurmuş; burada ise, cemî sigası ile, "Sizin yardımcılarınız da yoktur" buyurmuştur. Bunun hikmeti şudur: Onlar, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'i yakmak istediklerinde, "Onu yakın ve ilahlarınıza yardımda bulunun "(Enbiyâ, 68) ayetinde bahsolunduğu gibi, "Biz ilahlarımıza yardım ediyoruz" demişlerdi. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Siz, onların yardımcıları olduğunuzu iddia ediyordunuz. Halbuki ne siz putperestlerin, ne de o putların yardımcıları yoktur" buyurmuştur. Ama o ayette, yardımcılardan bahsolunmamıştır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, yardımı, cins olarak tamamen nefyederek, "Hiçbir yardımcı yoktur" buyurmuştur.

İkinci Mesele

Allahü teâlâ o ayette, "Sizin Allah'dan başka bir dostunuz ve bir yardımcınız yoktur" buyurmuş; burada ise, "dost"tan bahsetmemiştir. Buna göre diyoruz ki: Velî (dost)tan maksadın, "şefaatçi" olduğunu anlatmıştık. Buna göre o ayetin manası, "Size şefaa: edecek bir kimse ve sizi müdafaa edecek bir yardımcı yoktur" şeklindedir. Burada hitaba, putlar da girdiği için, yani "Sizin hepinizin yardımcısı yoktur" denilip, "Bir şefaatçiniz yoktur" denilmemiştir. Çünkü onlar, hepsi için bir şefaatçinin olacağım zaten söylüyorlardı, Zira, ilahlarının şefaatçi olacaklarını iddia ediyorlardı. Nitekim Cenâb-ı Hak. onların "İşte bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir" (Yunus, 18) dediklerini bildirmiştir. Şefaatçi için, başka şefaatçi olmaz. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak. onlar bunu itiraf ettikleri için, artık bunun olmadığını söylemeye ihtiyaç kalmadığından onların hepsinin birden (topunun) şefaatçisi olmadığını burada belirtmemiştir.' Ama o ayette, hitab sadece tapanlaradır. Tapanlar ise, kendilerinin şefaatçilerinin olacağın iddia ediyorlardı. Bundan dolayı Allahü teâlâ, onlar için bunun olmayacağını bildirmiştir

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hak, orada, "Allah'dan başka sizin için.." buyurup, bunu bir istisna sadedinde getirmiştir. Binâenaleyh bundan, onlar için bir yardımcı ve bir dost olduğu manası çıkar. Oda Allahü teâlâ'dır. Onlar için Allah dışında ne bir dost, ne bir yardımcı yoktur manası anlaşılır. Bu ayette ise, istisna yapmaksızın, "Sizler için hiç yardımcılar yoktur" buyurmuştur. Biz diyoruz ki: Bu, onların dünyadaki durumları açısından söylenmiş bir sözdür yani Allah dünyada onlara, "Allah'ı aciz bırakacağınızı sanmayın. Sizin için yardır edecek hiç kimse yoktur. Aksine, eğer tevbe ederseniz, size Allah yardım eder' demiştir. Bu, "Sizler tevbe etmek suretiyle O'nun yardımını istediğinizde, size yardıma hazırdır" demektir. Diğer ayet ise, kıyamet günündeki durumla ilgilidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Fakat sonra, kıyamet günü kiminiz, kiminize küfredecek... buyurmuştur. Burada yardımcı olmayışı umûmîdir. Çünkü artık bu günde tevbe, onla ister tevbe etsinler, ister etmesinler, kabul edilmez. Onlara o gün ne Allah yardım eder, ne başkaları yardım edebilirler. Dolayısıyla onlar için, mutlak olarak hiçb yardımcı yoktur.

Lut (aleyhisselâm)'un Tasdiki

26

"Bunun üzerine kendisine Lût iman etti. (İbrahim) dedi ki: "Şüphesiz ben Rabbime hicret ediyorum. Şüphe yok ki O, aziz ve hakimdir.".

Bu, "Lût (aleyhisselâm), İbrahim (aleyhisselâm)'in bu mucizesini görünce iman etti. İbrahim aleyhisselâm de, "Ben Rabbime, yani Rabbimin gitmemi emrettiği yere hicret edeceğim. Çünkü O, aziz ve hakimdir, yani, düşmanlarımın eziyetini benden, izzeti ile engelleyen bir aziz, bana ancak mükemmül hikmetine uygun şeyleri emreden bir hakîmdir" dedi" manasınadır. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Mucizeden Önceki İman

"Kendisine Lût iman etti" ifadesi, "Ondan bu kesin mucizeyi gördükten sonra, o ona imân etti" demektir Lût (aleyhisselâm), derecesi ve mertebesi üstün bir zattı. Binâenaleyh onu bu mucizeyi görünceye kadar, o şekilde kalması, derecesini düşürecek şeylerdendir. Baksana Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh), daha önce de kalbi nurlu olduğu için, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dinini kabul edince, çakıl taşlarının konuşmasını duymadan, ayın yarılmasını görmeden, herşeyi kabul etmişti. Diyoruz ki, Lût (aleyhisselâm), İbrahim (aleyhisselâm)'in mucizesini görünce, onun peygamber olduğuna inandı. Allah'ın birliğine ise, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in güzel sözlerini dinlediğinde iman etmişti. İşte buna Cenâb-ı Hak, "Lût (aleyhisselâm) iman etti" diyerek değil, "Kendisine Lût (aleyhisselâm) iman etti" diyerek işaret etmiştir.

Önceki Kısımla Münasebet (Hicret)

Ayetteki, "Ben Rabbime hicret ediyorum" ifadesinin, önceki ifadelerle ilgisi nedir? Diyoruz ki; İbrahim (aleyhisselâm), irşâd hususunda elinden geleni yaptığı halde kavmi hidayete ermeyince ve kavminin, en büyük bir mucizeyi gördükleri halde, imân etmediklerini görünce, tamamen ye'se kapıldığı için, hicret etmesi vâcib olmuştur. Çünkü kavmini doğruya sevketmek istediği halde, o kavmi bundan istifâde etmeyince, hidayet eden kimsenin, kavmi içinde kalması bir mefsede (zarar) olur. Çünkü o, irşadını sürdürecek olsa, bile bile, istifade edilmeyecek bir şeyle meşgul olmuş olur. Böylece de sanki bir taşa, "iman et" diyen gibi olmuş olur ki böyle yapmak abestir. Yahut da sesini artık çıkarmayacaktır. Bu ise, razı olmanın işaretidir. O zaman da, "Artık o bizden, bizim hareketlerimize razı oldu" denilecektir. Binâenaleyh onlar içinde daha durmak için bir sebeb kalmayınca, hicret etmek vâcib olmuştur.

Hicretin Yeri

Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), "Rabbime hicret edeceğim..." demiş, bu ifade bir ciheti hatıra getirdiği halde, "Ben, Rabbim'ı gitmemi emrettiği yere hicret ediciyim" dememiştir (niçin)

Cevap: Onun, "Rabbim'in emrettiği tarafa hicret edeceğim demesi, "Rabbim'e hicret edeceğim" demesi Kadar ihlaslı olmazdı. Çünkü hükümdardan, ordunun falanca yera gitmesi emri çıkıp, ordudan birisi de ıçindeki bir maksaddan ötürü oraya gidecek olsa, bu da, hükümdarın emrettiği yere gitmiş olur, ama hükümdar için değil, kendi için gitmiş olur. İşte bundan ötürü. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), "Ben Rabbim'e hicret ediciyim" yani "Hicret etmem emrolunan tarara yönelip gitmem, oraya gitmeyi istememden ötürü değil, sırf Allah rızasından ötürüdür demiştir.

Evlatlarının İmanı

27

"Biz ona, îshâk ile Ya'kûb'u ihsan ettik. Onun zürriyetinde Peygamberlik, nübüvvet ve sağduyu kıldık. Dünyada ona mükâfaatını verdik. Şüphesiz o, âhirette de salihlerdendir.".

Biz, Hak teâlâ'nın, "Onların kötülüklerini mutlaka örteriz ve onları mükâfaatlandırırız" (Ankebût,7) ayetinin tefsirinde, Allah'ın rahmetinin tesirinin iki şeyde yani, kötü azabtan emin kılmada ve güzel mükâfaat vermede olduğunu, şirk koşmamış olduğu için Cenâb-ı Hakk'ın ona azab etmeyeceği; Allah'ın bir olduğuna inandığı için, Allah'ın ona mükâfaat vereceği va'dinl kesin olarak yerine getirmiş olması için, bunun âhirette mü'mine ulaşacağını anlatmıştık. Fakat bunun dünyada olması vâcib değildir. Çünkü dünyada iken kâfirler çoğu kez bolluk içerisinde, mü'minler ise günlük ihtiyaçlarını bile giderememekle, yannını düşünmektedir. Fakat ayette bahsedilen bu iki şey, dünyada iken de istenmektedir. Peşin azabın savuşturulması hususunda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Ey Rabbimiz, bizi fakirliğin ve cehennemin azabından koru" Nesai İstiaze 14-16 (8/261) (Benzer hadis) diye dua ettiği rivayet edilmiştir. Hadisteki "fakirlik azabı", dünyevî azabın defi ile alakalıdır. Dünya mükafaatı ise "Ey Rabbimiz bize dünyada hasene ver, âhirette de hasene ver" (Bakara. 201) ayetinde ifade edilmiştir.

Bu malum olduğuna göre diyoruz ki: Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), önce Cenâb-ı Hakk'ın birliğini anlatınca, Allah ondan dünya azabını, yani o ateşin azabını defetti; O, bu işi, kavminin ısrarlı tekzibine ve ona işkence etmek suretiyle zarar vermesine rağmen, sürdürünce, Allah ona diğer mükafaatı, yani peşin-dünyevî mükafaatı da vermiş ve bunu ona, "Biz ona, îshâk ile Ya'kûb'u ihsan ettik..." ayetiyle anlatıp saymıştır. Ayette şöyle bir incelik var Allah Tealâ, Hz: İbrahim (aleyhisselâm)'in, dünyadaki bütün hallerini zıdlanyla değiştirmiştir: Kavmi ona ateşle işkence etmeyi İstediğinde, o tek başına idi. Ama Allahü teâlâ, onun yalnızlığını kesrete (çokluğa) dönüştürdü ve böylece dünyayı (sonra) onun zürriyetiyle doldurdu. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in başlangıçta kavmi ve yakın akrabaları, hatta Azer, sapmış ve saptırmışlardı. Cenâb-ı Hak, onun akrabalarını hidayete eren ve hidayete sevkeden akrabalar haline getirdi. Bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın peygamberlik ve kitab verdiği hürriyetidir. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in başlangıçta ne makamı ne malı vardı. Halbuki bu iki şey, dünyevî lezzetlerin tepe noktasını teşkil etmektedir. Allah ona dünyada İken mal ve makam şeklinde ecir de verdi. Böylece malı öyle çoğaldı ki sürülerinin sayısını ancak Allah biliyordu. Denildiğine göre boyunlarında altın tasmalar bulunan on ikibin bekçi köpeği vardı. Makama ve şerefe gelince, kıyamete kadar, diğer peygamberlere getirilen salat-ü selâm ile birlikte ona da selât-û selam getirilir oldu. Böylece önemsenmeyen bir kişi iken, peygamberlerin şeyhi olmakla meşhur oldu. Nitekim kavminden birileri, "Adına ibrahim denen bir gençten bahsedildiğini duyduk." (Enbiya, 60) diyorlardı. Bu, ancak, insanlar arasında pek tanınmayan birisi hakkında söylenecek bir sözdür.

İbrahim (aleyhisselâm) Ahirette

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O, ahirette de sâlihlerdendir" buyurmuştur Yani, günahlarını çoğaltması için kendisine dünyada iken iyiliklerinin sevabı (karşılığı) verilen, yahut istidrâç (derece derece daha çok azması) için kendisine mühlet verilenler için olduğu gibi, İbrahim (aleyhisselâm)'e dünyada bu peşin bir mükafaat olarak verilmiş değildir. Onun ahirette verilecek, yol gösterme ve peygamberliğinin mükâfaatı da vardır. Bu da onun, orada sâlihlerden olmasıdır. Çünkü kulun sâlih olması, elde edebileceği en yüksek derecedir. Zira "sâlih"in, olduğu gibi kalan şey manasına geldiğini beyân etmiştik. Nitekim Arapça'da, "yemek henüz sâlih, yani, olduğu gibi, bozulmadan durmaktadır" denilir. Olduğu gibi kalan, bozulmayan ise bir azabta olmaz. Olamayacağı gibi, istediği her mükâfaatı da elde eder. Ayetle ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

İsmail (aleyhisselâm) de, onun sâlih oğullarındandır ve kurban olma konusunda, Allah'ın emrine boyun eğmiş ve hükmüne teslim olmuştu. Öyleyse niçin bu ayette ondan bahsedilmemiştir? Buna cevaben denilir ki: O, bu ayetti "zürriyet" ifadesine dâhil olarak düşünülmüş ve ondan açıkça, ismen bahsolunmamıştır. Çünkü ayetin maksadı, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e, çocuklar ve torunlar ihsan etmek suretiyle, lütfettiğini anlatmaktır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in çocuklarından birini, yani en büyüğünü ve torunlarından birini, yani en bariz olanını zikretmiştir. Nitekim birisi, "Hükümdarın hizmetinde, falanca padişahlar ve emirler var" der ve hepsini tek tek saymaz. Çünkü onlardan birini zikretmek, onun özelliğinden ötürü değil, cinsin beyânı içindir. Binâenaleyh eğer o ondan başkasını zikredecek olsa, o zaman bundan, hepsini tek tek sayacağı anlaşılırdı. Böylece de, sayılmayanların onun gibi (sayılan gibi) olmadığı zannedilirdi.

Duasına İcabet

Allahü teâlâ, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in zürriyetine, duasına bir icabet olarak, peygamberliği vermiştir. Babanın, çocukları arasında eşit davranması güzel birşeydir. Öyle ise niçin, Hazret-i İshak (aleyhisselâm)'ın soyundan gelen peygamberler, Hazret-i İsmail (aleyhisselâm)'in soyundan gelenlerden sayıca daha çoktur?

Cevap: Allahü teâlâ, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'den kıyamete kadar, zamanı İkiye, insanları da iki ayrı topluma ayırmıştır. Zamanın birinci kısmında, Allah peygamberler göndermiştir. Onlarda pek çok faziletler vardı ve onlar biri biri peşine (peygamber olarak) gelmişlerdir. Hepsi de bir asır içinde gelmişlerdir ve hepsi de Hazret-i lahâk (aleyhisselâm)'ın vârisleri (ve zürriyetidir)ler. Zamanın ikinci diliminde ise, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in diğer oğlu Hazret-i İsmail (aleyhisselâm)'den kendisinde, onlarda bulunan bütün faziletleri ve özellikleri taşıyan tek bir peygamber çıkarmış ve O'nu bütün mahlükata peygamber olarak göndermiştir. Bu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir ve O'nu Allah, peygamberlerin sonuncusu kılmıştır. İnsanlar, dört bin seneden daha fazla bir zaman, Hazret-i İshak (aleyhisselâm)'ın torunlarının dini üzere olmuşlardır. Binâenaleyh insanların, Hazret-i İsmail (aleyhisselâm)'in zürriyetinin dini üzere de bu kadar bir süre kalmaları uzak bir ihtimal değildir.

Lût (aleyhisselâm)'un Tebliğ ve Tehdidi

28

Âyetin tefsiri için bak:30

29

Âyetin tefsiri için bak:30

30

"Lût'u da hatırla. Hani o, kavmine şöyle demişti. "Siz sizden, evvel âlemlerden hiç kimsenin yapmadığı bir hayasızlığı yapıyorsunuz. Siz, erkeklere gidecek, yolu kesecek, toplantı yerinizde meşru olmayanı mutlaka yapacak mısınız?" Kavminin cevabı, "Eğer doğru söyleyenlerdensen, haydi Allah'ın azabını getir bize" demekten başka birşey olmadı. De ki: "Ya Rab, o fesadcılar güruhuna karşı bana yardım et...".

Lût (aleyhisselâm) kelimesinin i'rabı ve tefsiri, "ibrahim'i de hatırla... "(Ankebut, 16) ayetindeki "İbrahim" kelimesinin i'rabı ve izahı gibidir. Bu ayetle İlgili birkaç mesele vardır:

Farklı Anlatım

İbrahim (aleyhisselâm) kavmine, "Allah'a ibadet edin" demişti. Bu ayette ise, Lût (aleyhisselâm)'ın kavmine, "Bir hayasızlığı yapıyorsunuz..." dediğini bildirmiştir (niçin)?

Cevab: Allah, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'den bahsederken, Hazret-i Lût (aleyhisselâm)'dan da bahsedip, o da, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in zamanında yaşamış olduğu için, peygamberin mutlaka Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) gibi söylemesi gerekmesine rağmen, Lût (aleyhisselâm)'un kavmine tevhidi emrettiğinden bahsetmemiştir. Bu hususta diyoruz ki: Lût (aleyhisselâm) ve diğer peygamberlerin kıssasını, Allahü teâlâ burada kısaca vermiş ve sadece Lût (aleyhisselâm)'a has olan yönü zikretmekle yetinmiştir. Bu da, kavmini fuhuştan menedişidir. Hernekadar Lût (aleyhisselâm), bir başka ayette, "Allah'a ibadet edin. Sizin, O'ndan başka hiç bir tanrınız yoktur..." (A'raf, 85) dediğinden bahsedilmiş ise de, bu ayette, tevhidi emredicinden bahsedilmemiştir. Çünkü bu İşi, biraz önce yaşamış olan Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) yapmıştır. Binâenaleyh bu, adeta Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e has bir iş olmuştur. Lût (aleyhisselâm) da bunu ondan almıştır. Kavmini yaptıkları o kötü işten menedişi ise, Lût (aleyhisselâm)'a has bir iş olmuştur.

Çünkü Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) zamanında, böyle bir şey yoktu. Dolayısıyla onları bundan menetmesi gerekmemiştir. Binâenaleyh bu iki peygamberden her biri, kendisine tahsis edilen (has olan) ve öncelikle yapmış olduğu şey ile bahsolunmuştur.

Neslin Devamı

Bu işe niçin, “fahişe" denilmiştir? Deriz ki; Fâhişe çirkinliği açık olan kötü iş demektir. Şehvet ve gazab da böyle çirkin sıfatlardır.. Eğer bir maslahat olmasaydı, Cenâb-ı Hak, buikisini insanda yaratmazdı. Binaenaleyh avret mahalli ile ilgili şehevî maslahat, insanı üretime geçirmekte (tenasül) İle, İnsan türünün devam etmesidir. Bu maslahat ise, ancak çocuğun doğması ve babasından sonra soyu sürdürmesidir. Çünkü eğer çocuk olsa ve babasından önce ölse, o zaman ilk asrın sona ermesiyle, insan türü de sona ermiş olurdu. Fakat zina, şehvetin ifasıdır. Bu, insan türünün bekası neticesini sağlamaz. Çünkü, bekanın ancak varlık ile ve çocuğun, babasının ölümünden sonra devamı ile mümkün olduğunu beyan etmiştik. Ama zina, hernekadar çocuğun doğmasına sebeb olsa da, bekasına (hayatını sürdürmesine) sebeb değildir. Çünkü insanların menileri (ana rahminde) karıştığında, baba, gerçekten kendinden olan çocuğu bilemez. Böylece de terbiyesini, geçimini hakkıyla yerine getirmez ve çocuk zâyî olur, gider. Dolayısıyla da beka (soyun sürmesi) maslahatı meydana gelmez, öyleyse zina, kendisi için yaratıldığı maslahattan uzak, çirkin bir şehvettir. Binâenaleyh zina, hiçbir maslahata dayanmadığı için, çirkinliği çok açık kötü bir iştir. Dolayısıyla o bir "fahişe" (çirkinliği açık olan her şey) dir. Zina, çocuğun varlığına sebeb olan, ama bekasını sağlayamayan bir "fahiş" iş olunca, çocuğun varlığına bile sebeb olamayan "livâta" (homoseksüellik) haydi haydi "fahişe" olur.

Livatanın Cezası

Ayet, livata edene had uygulanacağının vâcib (farz) olduğuna delâlet eder. Çünkü livata, "fahişe" olma bakımından, zina ile müşterektir, aynıdır. Zira Cenâb-ı Hak zina hakkında da, "Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o bir fahişedir..." (isra, 32) buyurmuştur. Bu ikisinin "fahişe" vasfında müşterek oluştan, menedilmelerinin uygun olduğunu gösterir. Binâenaleyh zina hususunda, menedici olarak konan ceza, livata hakkında da menedici olarak meşrudur. Bu, hernekadar bir kıyas ise de, bunun cihet-i camiası (ikisi arasındaki müşterek noktası) ayetten alınmıştır. Bir başka izah da şöyledir: Allahü teâlâ, bu işi yapan Lût (aleyhisselâm) kavminin cezasını "üzerlerine taş yağdırma" şeklinde takdir etmiştir. Çünkü onların üzerine dünyada taş yağdırmıştır. Binaenaleyh bu (homoseksüellik) işini yapanlara, peşin (dünyevî) olarak, taşlama suretiyle ceza vermek gerekir. Bu ceza da "recm"dir. Hak teâlâ'nın, "Sizden evvel hiç kimsenin yapmadığı..." ifadesi şu iki manaya gelir:

a) Onlardan önce hiç kimse bu çirkin işi yapmamıştı. Bu mana açıktır.

b) Onlardan önce, nadiren bazı kimseler bu İşi yapmış ise de, bu işte Lût (aleyhisselâm)'un kavmi ileri gitmişlerdir. Bundan dolayı onlar, "Sizden evvel âlemlerden hiç kimsenin yapmadığı (...)" demiştir. Bu tıpkı, "Falanca cimrilikte cimrileri ve alçaklıkta alçakları geçti" denilmesi gibidir. Daha sonra o, bunu açıklamak için, "Siz erkeklere gidecek ve yolu kesecek misiniz?" demiştir. Bu, "Siz şehvetlerinizi, insan türünün bekası faydasını sağlayacak mutâd kadınlar yolunu bırakıp, erkeklerde tatmin ediyorsunuz. Böylece bunun, maslahatın (faydanın) bile çirkinliğini örtemeyeceği bir çirkinlik olduğu ortaya çıkıyor" demektir. Buna göre, bu ayet tıpkı, "Kadınları bırakıp, şehvetle erkeklere mi geliyorsunuz?" (A'raf, 81) yani, "Kadınlara şehvetle gelmek, maslahatın örttüğü bir çirkinliktir. Çünkü sizin ihtiyaçlarınızı giderme hakkınız var. Bunda bir çirkinlik yok. Ama bunu bırakıp, çirkin olmasına rağmen, şehvetle erkeklere geliyor (onlarla) münasebette bulunuyorsunuz" ayeti gibidir.

Alenî Günah

Ayetteki, Toplantı yerinizde meşru olmayanı mutlaka yapacak mısınız?" ifâdesi "Yaptığınızın çirkin oluşu yetmiyormuş gibi, bunu bir de açıktan yapma çirkinliğini işliyorsunuz" demektir. Ayetteki, "Kavminin cevabı..." ifâdesinin tefsiri, tıpkı Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) kıssasındaki (Ankebut. 24) ayetinin tefsiri gibidir. Bununla ilgili birkaç mesele vardır:

Tebliğce Farklı Üslup

Cenâb-ı Hak, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in kavminin "Onu öldürün veya yakın" dediğini, Lût (aleyhisselâm)'un kavminin İse, "Allah'ın azabını getir bize" dediklerini, Hazret-i Ibrahim (aleyhisselâm), Lût (aleyhisselâm), İbrahim (aleyhisselâm)'in kavminden olduğu için, Lût (aleyhisselâm)'dan daha büyük olduğu halde, onu tehdid etmediklerini nakletmiştir (niçin)? Buna cevaben diyoruz ki: İbrahim (aleyhisselâm), onların dinlerini tenkid ediyor ve İlahlarını, değerlerini düşürecek, noksanlıklarını ifade eden, duymazlar, görmezler, faydalı olmazlar gibi sıfatlarla tenkid ediyor, kınıyordu. Bir kimsenin dinini tenkid etmek İse, ona ağır gelir. Bundan dolayı onlar, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in cezasını ölüm veya yakma olarak takdir etmişlerdi. Hazret-i Lût (aleyhisselâm) ise kavminin yaptığı o çirkin fiili yadırgıyor, onları haram işlemekle itham ediyordu. Kavmi de, "Bu dinle İlgili birşey değildir" diyorlardı. Dolayısıyla Lût (aleyhisselâm)'un tenkidi kavmine, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in sözünün kavmine ağır gelişi gibi ağır gelmiyordu ve "Sen bunun haram olduğunu, Allah'ın bundan ötürü azab edeceğini söylüyorsun. Biz ise azab etmeyeceğini söylüyoruz. Eğer bu hususta sadık ise, bize o azabı getir" demeye başladılar.

İmdi, eğer, "Allahü teâlâ, bir başka yerde, "(Buna karşı) kavminin cevabi, "Lût hanedanını memleketinizden çıkarın..."demelerinden başka (birşey) olmadı" (Neml. 56) buyurmuş; burada ise, "Kavminin cevabı "Allah'ın azabını getir bize" demelerinden başkası olmadı" (Ankebut, 30) buyurmuştur. Binâenaleyh bu iki ifadenin arası nasıl bulunur? Buna cevaben deriz ki: Lût (aleyhisselâm) irşadına devam ediyor, onları yadırgadığını, bunun yasak olduğunu, ilahi azabın geleceğini tekrar tekrar söylüyordu. İste bundan dolayı onlar önce, "Allah'ın azabını getir bize" dediler. Daha sonra da, Hazret-i Lût (aleyhisselâm)'dan bu sözler sık çıkıp, onun bunu söylemekten vazgeçmeyeceğini anlayınca, "Lût hanedanını memleketinizden çıkarın" dediler. Daha sonra Hazret-i Lût (aleyhisselâm), onlardan Ümidini kesince Allah'ın yardımını isteyerek onları Allah'ın sevmediği bir vasıfta yâdedip, "Yâ Rab, o fesadcılar güruhuna karşı bana nusret et" dedi. Çünkü Allah fesâdcıları sevmez. İste böylece Allah, bu yardımı verdi. Bil ki her peygamber, ancak yokluklarının varlıklarından daha hayırlı olduğu zaman, kavminin helakini İstemiştir. Nitekim Nûh (aleyhisselâm) da, "Çünkü eğer sen onlan bırakırsan, kullarını yoldan çıkarırlar. Kötüden, Öz fâdrden başka da evlâd doğurmazlar (Nûh,27) yani, "Maslahat onlarda ya o an için söz konusudur, yahut da onlar sebebiyle gelecek olanlar için söz konusudur. Ama o an için onlarda artık bir maslahat yok. Çünkü onlar o anda sapıktırlar. Gelecekte de böyle olacaklar. Çünkü onlar küçük çocuklarına, peygamberlere uymamayı tavsiye etmektedirler" demiştir. Hazret-i Lut (aleyhisselâm) da, kavminin o anda fesad içinde olduklarını ve onlardan bu hal üzere kalmaları durumunda, Allah'a İbadet edecek salih bir çocuğun gelmeyeceği bir çirkin işle meşgul olduklarını görünce, maslahatın hem o an için, hem gelecek için söz konusu olmayacağını (anlamıştır). Binâenaleyh onların yok olmaları, varlıklarını sürdürmelerinden daha hayırlıdır. İşte bundan ötürü, onlar hakkında o ilahî azabı istemiştir.

İbrahim (aleyhisselâm)'e Gelen Elçiler

31

Âyetin tefsiri için bak:32

32

"Elçilerimiz İbrahim'e o müjdeyi getirince, dediler ki: "Biz bu memleketin ahâlisini imha edeceğiz. Çünkü oranın ahâlisi zilim oldular. (İbrahim) dedi ki: "Onların içinde Lût da var." Dediler ki: "Biz orada kimin bulunduğunu çok iyi bileniz. Onu ve ehlini muhakkak kurtaracağız. Yalnız geride azabta kalacaklardan olan karısı müstesna...".

Lût (aleyhisselâm), kavmine "Ya Rab... Bana nusret et" diye, duâ edince, Allah onun duasını kabul etti ve meleklerine, o kavmi imha etmelerini emredip, meleklerini hem müjdeleyici, hem inzârcı olarak onlara gönderdi. Böylece melekler İbrahim (aleyhisselâm)'e gelip, onu güzel bir zürriyet ile müjdelediler ve "Biz bu memleketin ahâlisini helak edeceğiz" yani Sedum (Sodom)lulan" dediler. Bu ayetle ilgili şöyle iki İncelik var:

1) Allahü teâlâ melekleri müjdeleyici ve inzarcı olarak gönderdi. Fakat müjde Allah'ın rahmetinin, helak ile inzar etme ise, gazabının eseridir. Rahmeti ise, gazabını geçmiştir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak ayette, müjdeyi inzârdan önce zikrederek, "Elçilerimiz ibrahim'e o müjdeyi getirince..." buyurmuş, sonra da, "Biz bu memleketin ahâlisini helak edeceğiz" demiştir.

2) Melekler müjdeden bahsederken, onu bir sebebe bağlamaksızın, "Biz, peygamber olduğun, veya mü'min veya âdil olduğun için seni müjdeliyoruz" dememişler. Ama helak etmekten bahsederken, bunu bir sebebe bağlayarak, "Çünkü onun ahâlisi zâlim oldular" demişlerdir. Çünkü lütuf sahibinin luifu bir karşılık ile olmaz. Adaletli olanın azabı ise, ancak bir suçtan dolayı olur. Bu ayet ile ilgili İki mesele var:

Müjdenin Tehdidle İlgisi

Eğer birisi, "Bu müjdenin bu inzar ile ne alakası var?" derse, deriz ki: "Allahü teâlâ bir kavmi helak etmeyi irade edip, o helakla da o beldede kul nâmına hiç kimse kalmayınca, Cenâb-ı Hak, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e sulbünden olan oğullarının nesillerinin helakine üzülmesin diye, yeryüzünü sâlih kullarla dolduracağını, bu helakten önce müjdelemiştir.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hak Nûh (aleyhisselâm)'un kavmi hakkında, "Tufan onları yakaladı" buyurmuştur. Sen de "Bu, onların, Allah onları yakalarken, zulüm üzere olduklarına bir işarettir" dedin. Halbuki Cenâb-ı Hak, o ayette, "Onlar zâlim kimseler iken, Allah onları yakaladı" dememiştir. Burada ise, "Onun ahâlisi zâlim oldular" demiş. Halbuki "Onlar zâlimdirler" dememiştir, (niçin)? Cevab: Her iki yerde de, onların helak olmalarında ve zulümlerini sürdürmelerinde bir fark yoktur. Fakat orada haber veren Allah'dır ve "yakaladı" fiili mazidir. Onlar zâlim idiler. Bu sebeble Cenâb-ı Hak, onlar bu azaba düşerken, zâlim oldukları halde onları yakaladığını, bildirdi. Burada ise haber verme işi meleklerdendir ve gelecek sigasıytadır. Çünkü onlar, "imha edeceğiz" demişlerdir. O halde, melekler, Allah'dan olan bu imha emrinin güzelliğini ortaya koymak için, ihtiyaç duyulan ifadeyi kullanarak, "Biz onları imha edeceğiz. Çünkü Allah bize emir verdi. Biz o emri aldığımızda, onlar zâlim idiler. O halde, Allah'ın bu emri herkes nezdinde güzel ve yerindedir. Biz ise, ihtiyaç duymadığımız şeyden bahsetmiyoruz. Çünkü meleğin izinsiz bir söz söylemesi, su-i edeb olur. Bu emrin güzel ve yerinde olduğunu ortaya koymak için, ihtiyaç duyduğumuz şu hususu açıklıyoruz. "Allah onlan imha etmemizi emrettiğinde onlar zalim İdiler. Fakat onların şu anda zalim olmaları veya böyle kalmaları meselesi, açıklamamıza ihtiyaç olmayan bir husustur" demek istemişlerdir.

Lût (aleyhisselâm) Lehinde Şefaat

Daha sonra İbrahim (aleyhisselâm) onların bu sözlerini duyunca, Lût (aleyhisselâm)'un halini bildirmek için ve ona şefkatle titrediği için, "Onların içinde Lût da var" dedi. Yahut da melekler, "Biz onlan helak edeceğiz" dediklerinde, İbrahim (aleyhisselâm) de, Allahü teâlâ'nın bir kavmi, içlerinde peygamberler bulunduğu halde imha etmeyeceğini bildiği için, bu işe taaccüb ederek, "Onların içinde Lût (aleyhisselâm) da var. Onlar bu şekilde nasıl helak edilirler" dediğinde melekler: "Biz orada kimin bulunduğunu çok iyi bileniz". Yani, "Orada Lût (aleyhisselâm)'un bulunduğunu biliyoruz. "Onu ve ehlini muhakkak kurtaracağız" geride kalanları ise imha edeceğiz" dediler. Burada şöyle bir incelik var: O gurub, yani Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) ile melekler hayır ehli idiler. Herbiri diğerinin daha hayırlı olmasını isterdi. Meselâ Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), meleklerin "Biz onları imha edeceğiz" sözünü duyunca, hem kendisini hem de kendisine meleklerin verdiği (salih evlad) müjdesini unutup Lût (aleyhisselâm)'u düşündüğünü ortaya koydu ve "Onların içinde Lût da var" dedi. Melekler de, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in bu durumunu görünce, buna bir diğer hususu ilave ederek, "Sen sadece Lût (aleyhisselâm)'dan bahsediyorsun. Halbuki biz, hem onu hem ehlini (ona tabî olanları) kurtaracağız" dediler. Sonra da ehlinden karısının müstesna olduğunu bildirerek, "Yalnız geride kalacaklardan, yani helak olacaklardan olan karısı müstesna" demişlerdir.

Gâbir'in Manası

Gâbir (geride kalan) kelimesinin, "helak olan" manasına kullanılması hususunda şu iki İzah yapılmıştır:

1) Çünkü "gâbir", hem geçmiş, hem devam eden hakkında kullanılan "müşterek" bir lafızdır. Nitekim Arapça'da "geçen" manasında, "geçmiş zaman" denildiği gibi; "iş, geçmiştir ve devam etmektedir" denilir. Birinci izaha göre diyoruz ki: Zâlimlerden, meleklerin "Biz bu memleketin ahâlisini helak edeceğiz. Çünkü onun ahâlisi zâlim oldular" şeklindeki sözlerinde bahsolunmuştur. Lût (aleyhisselâm)'un bahsi ise, İbrahim (aleyhisselâm)'in hatırlatması ve meleklerin ona cevabı ile geçmiştir. İşte bu sebeble melekler, "O kadın gâbirinden, yani kurtaracağımız kimselerden değil, bahsi geçen kimselerdendir" demişlerdir. Yahut da diyoruz ki: Helak olan yok olur, geçip gider. Kurtulan ise, kalan demektir. Buna göre melekler, "O kadın gâbirindendir, yani hayatını devam ettireceklerden değil, geçip gidecek olanlardandır" demişlerdir. İkinci izaha göre ise diyoruz ki: Allah o kavmi imhaya hükmedince, helâktan kurtarılmaları emrolunanlar hariç, hepsi helâka dâhildirler. İşte bundan dolayı melekler, "Biz Lût (aleyhisselâm)'u ve ailesini kurtaracağız- Ama hanımı, helak içinde kalanlardandır" demişlerdir.

Lût (aleyhisselâm)'un Üzüntüsü

33

Âyetin tefsiri için bak:35

34

Âyetin tefsiri için bak:35

35

"Elçilerimiz Lût'a gelince, o bunlar sebebi ile tasalandı. Yine bunlar sebebiyle göğsü daraldı. (Onlar), "Korkma, tasalanma. Çünkü seni de, aileni de kurtaracağız. Yalnız geride kalacaklardan olan karın müstesna" dediler. Muhakkak bu memleket ahalisinin üstüne, yapmakta oldukları fâsıklık yüzünden, gökten fecî bir azab indireceğiz. Andolsun aklını kullanacak bir topluluk için, biz orada apaçık bir ayet bıraktık".

O melekler sonra, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in yanından kalkıp, insan suretinde Lût (aleyhisselâm)'a gittiler. Hazret-i Lût (aleyhisselâm) onları insan sandı ve onlar hakkında, kavminden ötürü endişeye düştü. Çünkü onlar en güzel insanlar şeklindeydiler. O kavmin ise hali belliydi. Bundan ötürü Lût (aleyhisselâm) endişeye düştü. Yani endişe ettiği şey başına gelmişti.

“Dâke Bihim Zer'an” Tabiri

Onlar için nasıl bir tedbir alacağını bilememiş, âcizlenmiş, üzülmüş ve onlardan ötürü göğsü daralmıştı. Ayetteki (Kolu daralmıştı) tabiri, onlar hakkında hiçbir tedbir alamamaktan kinayedir. Zemahşeri şöyle der: "Arapça'da "Kolu uzun oldu" deyimi iş yapabilen kimse için, "Kolu kısaldı" ifadesi ise, bir şey yapmaktan aciz kalan kimseler için kullanılır. Zira kolu uzun olan, kolu kısa olanın ulaşamayacağı yerlere ulaşır." Bu deyimlerin kullanılışı, bunun yanısıra şöyle aklî bir izahın yapılabileceğini gösterin Korku ve endişe, ruhun toplanmasını, sıkılmasını doğurur. Buna, kalb de katılır. Böylece kalb de sıkılmış daralmış olur. İnsan için esas kabul edilen şey, onun kalbidir. O halde insanın canı sıkılmış, kalbi daralmıştır. Böyle olan kimsenin adeta kolu kısalmış, alanı daralmış, böylece de bir darlığa girmiştir. Binâenaleyh Arapça'da üzülen kimse için "Kolu daraldı" denilir. Gazab ve ferahlık ise ruhun yayılıp genişlemesini, rahatlamasını sağlar. Böylece ruhun yani kalbin alanı genişler. Bu durumda da "Onun kolu açıldı, eli ayağı açıldı" denilir.

Sonra melekler, işin başında, Hazret-i Lût (aleyhisselâm)'un korktuğunu, tedbir düşünememesi sebebiyle de, işin sonunda üzüldüğünü görünce, "Bizim için endişelenme ve işimiz hakkında düşünerek üzülme" dediler. Daha sonra korkusunu ve kederini giderecek şeyi zikrettiler. Çünkü bir kimsenin sırf, "korkma" şeklindeki sözü, karşısındakinin korkusunu gidermez. Bu sebeble melekler, gerçek durumlarını anlatarak, Lût (aleyhisselâm) tarafından kendilerinin melek olduğu anlaşılsın, eli ayağı açılsın, rahatlasın, korkusu gitsin diye, "Biz seni ve ehlini kurtaracağız. Onlara ise azabı indireceğiz" dediler. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Cenâb-ı Hak daha önce, "Elçilerimiz İbrahim'e geldikleri zaman..." demiş. Burada ise, "Elçilerimiz Lût'a gelince..."buyurmuştur. Bunun hikmeti nedir? cevabına deriz ki: Bunun çok ileri bir hikmeti vardır ve o da şudur "Orada geliş vakti esnasında vâki olan, meleklerin "Biz onları imha edeceğiz" seklindeki sözleridir. Bu söz İse, onların gelmeleriyle alakalı değildir. Çünkü melekler, önce müjdelemişler; daha sonra biraz beklemişler, bunu müteakiben, "Biz bu memleketin ahalisini imha edeceğiz" demişlerdir. Bir de, teenni ile hareket etmek, geldikten sonra bir müddet bekleyip, daha sonra imha edeceğini bildirmek daha güzel bir davranış şeklidir. Çünkü, korkunç bir haberi vermek üzere gelen kimsenin, o haberi aniden bildirmesi, güzel olmaz. Burada meydana gelen ise, Lût (aleyhisselâm)'un, onlara, yani meleklere karşı duyduğu endişedir. Mü'min kimsenin İse cinayetten uzak bir zararın geleceğini hissettiğinde hiç gecikmeksizin, ondan dolayı Üzülmesi ve endişe duyması gerekir. Bunun böyle olduğu bilindiğine göre bu ayetteki, ifadesi "ittisali" ifade eder. Yani, "Lût (aleyhisselâm), onlar gelir gelmez, hemen endişelendi" demektir. Şayet sen, "Senin yaptığın bu açıklama bu kıssanın hem Hüd süresindeki şekli, hem de Ankebût, 31. ayette en edatı olmaksızın gelmiş olması sebebiyle, yanlışlanır" desen, biz deriz ki: Hûd sûresinde, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in kıssası başka bir sığayla gelmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak orada (Hûd.69) buyurmuştur. Binâenaleyh, oradaki ifadesi, o meleklerin "Biz... gönderildik" sözlerini, gelme vaktinde olduğuna delâlet etmez. Halbuki, "Elçilerimiz Lût'a gelince, o tasalandı" ifadesi ise, Hazret-i Lût (aleyhisselâm)'un, o meleklerin geldiği anda tasalandığını gösterir.

Bu bilindiğine göre, şimdi biz diyoruz ki: Orada, bizim zikrettiğimiz maksat, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in kıssasiyta alâkalı olarak buyurduğu, "Andolsun, elçilerimiz ibrahime müjde ile gelip (Hud, 69) ifadesiyle gerçekleşmiştir.Bu arada, bir takım sözler ve yemek hazırlama gibi şeyler araya girmiştir. Daha sonra o melekler, "Korkma, tasalanma, çünkü biz Lût'un kavmine gönderildik" (Hud, 70) demişlerdir ki, böylece zaten, inzâr, uyarma işi sonraya bırakılmıştır. Lût (aleyhisselâm)'un kıssasında ise, "Elçilerimiz Lût'a gelince" ifadesiyle, hüzün ve kederlenmenin hemen olduğunun izahı yer almaktadır. Ama burada Cenâb-ı Hak, bahsettiğimiz açıklama ve hikmetten dolayı, İbrahim (aleyhisselâm)'in kıssasını anlatırken en olmaksızın, buyurunca Lût (aleyhisselâm)'un kıssasında en ile,demiştir.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hak, burada, "Çünkü seni de, ehlini de kurtaracağız" buyurmuş, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in hakkında da, fiil sigasıyla, "Onu kurtardı" Ankebut 24) buyurmuştur. Bunun bir hikmeti var mıdır?

Cevap: Kur'ân'da her harf ve harekenin, mutlaka bir faydası ve hikmeti vardır. Ama, beşerî akıllar, o hikmetlerin bazısını idrak eder, ama çoğuna ulaşamaz. Çünkü, beşere pek az ilim verilmiştir. Bu, aciz ve zayıfın aklına gelen ise şudur: Burada, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) o meleklere, "Orada Lût (aleyhisselâm) da vardır" deyince, onlar İbrahim (aleyhisselâm)'e, onu kurtaracaklarını va'detmişlerdir. Kerim bir kimsenin va'di ise, kesinlik ifâde eder. Burada ise, onlar Lût (aleyhisselâm)'a, böyle deyip bu söz de, va'din peşinden ikinci sırada söylenmiş olunca melekler, "Biz seni kurtaracağız" yani, "Bunu biz kesinlikle yapacağız" demişlerdir ki, bu tıpkı, vukuu kesin olduğu için, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen meyyitsin, onlar da meyyittirler" (zümer, 30) ayeti gibidir.

Müjdeye Rağmen Korku

Meleklerin, "Korkma, tasalanma" demeleri ile "Seni... kurtaracağız" sözleri uygun düşmüyor. Çünkü Lût (aleyhisselâm)'ın korkusu, kendinden dolayı değildi.

Cevap: Bu iki ifade arasında son derece güzel bir münasebet olup, o da şudur: Lût (aleyhisselâm) meleklerden endişelenip onlar sebebiyle tasalanınca, melekler ona, "Bizim için tasalanma. Çünkü biz, meleğiz" demişler, daha sonra da yine, "Ey Lût (aleyhisselâm), sen bizim için endişelendin, bizim için tasalandın. Senin korktuğun zamanki korkuna mukabil, biz senin korkunu giderecek, seni kurtaracağız. Senin hüznüne mukabil de, hüznünü giderecek ve seni, kavmin arasında üzüntülü bırakmayacağız" dediler, işte bundan dolayı da, "Seni de, aileni de kurtaracağız" dediler.

Lût (aleyhisselâm)'un Karısının Günahı?

Lût kavmi, kendilerinden kaynaklanan o hayasızlık sebebiyle, azaba duçar edildiler. Halbuki, Lût (aleyhisselâm)'un hanımından bir hayasızlık sudur etmemişti. O halde daha nasıl onun karısı, kavmiyle birlikte helak olanlardan olmuştur?

Cevap: Şerre delalet eden kimsenin, tıpkı, hayra delalet edenin hayrı yapan gibi addedilmesine benzer olarak, onu yapan gibi bir hissesi ve payı vardır. O kadın ise, Lût (aleyhisselâm) kavmine, Lût (aleyhisselâm)'un misafirleri olduğunu haber vermiş, buna delâlet etmiştir. Böylece de o hayasız adamlar, o misafirleri kafalarına koymuşlardır. İste o kadın bu yol göstericiliği yüzünden, onlardan biri gibi olmuştur.

Başlarına İnen Feci Azap

Sonra onlar, Lût (aleyhisselâm)'a, kendisini ve ailesini kurtaracaklarını müjdeledikten sonra, o beldenin halkına o azabı indireceklerinden bahsederek "Muhakkak bu memleket ahalisinin üstüne, gökten feci bir azâb indireceğiz" dediler. Alimler, bu azabın ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları bunun, gökten yağan taş olduğunu söylerlerken, bunun bir ateş ve bir yere batırma olduğu da ileri sürülmüştür. Bu azabın yere batırma şeklinde olması halinde, o azabın gökten of ması imkânsızdır. Bu ancak gökten, yere batırtma emrinin gelmesi veya gökte, buna dair hüküm verilmesi' seklinde olur. BU ki, meleklerin, Hazret-i Lût (aleyhisselâm) ile olan konuşmaları, onların, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) ile olan konuşmaları tarzında cereyan etmiştir. Çünkü melekler, müjdeyi, inzâr'dan önce belirtmişlerdir; zira, önce, "Seni... kurtaracağız..." demişler, daha sonra da, "Muhakkak bu memleket ahalisinin üstüne indireceğiz" demişlerdir. Yine melekler, bu kurtarma işini, bir sebebe bağlayarak, "Sen, nebî veya abit olduğun için senf kurtaracağız" dememişler, ama, imha etme işini, o belde halkının, "yapmakta oldukları fasıklık"a bağlamışlardır. Ve yine melekler, tıpkı orada, "Çünkü onun ahalisi zalim oldular"(Ankebût, 31) dedikleri gibi, burada da, "...yüzünden" demişlerdir.

O Beldenin Bakiyyesi

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Celalim hakkı için aklını kullanacak bir topluluk için, biz orada apaçık bir delil bıraktık..." buyurmuştur. Minhâ: "o beldeden" demektir. Çünkü, o belde, malûm bir beldedir. Orada, siyah bir sur vardır. Ve bu belde, Kudüs'le Kerk arasında bulunur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır.

Nebilere Ait Mucize ve İbretler

Cenâb-ı Hak, Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) ve İbrahim (aleyhisselâm) hakkında, ayetini, mucizesini, onları kurtarmak ile izhar etmiştir.

Çünkü O, "Biz onu da, gemi arkadaşlarım da selâmete erdirmiş ve bunu, alemlere bir İbret yapmışızdır" (Ankebût. 15) ve "Allah da onu ateşten kurtardı. Şüphe yok ki bunda, iman edecek zümreler için her halde İbretler vardır" (Ankebut. 24) buyurmuştur. Buradaysa, helak etmeyi, bir ayet, bir İbret kılmıştır. Sen bu konuda bir şey söyleyebilir misin?

Cevap: Evet, İbrahim (aleyhisselâm)'e gelince, o mucize onun kurtarılışı ile olmuştur. Çünkü, o vakitte, helak vaki olmamıştır. Nûh (aleyhisselâm)'a gelince, bu da şöyle olmuştur: Yeryüzünün bütün dağlarının zirvesine ulaşan Tûfan'dan kurtarma İşi, ilahî ve hayranlık uyandıran bir şeydir. Ve sayesinde o kurtuluşun gerçekleştiği o gemi de, (yok olmaksızın) kalabilmiştir. Böylesine bir tufandan sonra, geriye kalanlar için, bir iz ve eserin kalmaması gerekir. Böylece Cenâb-ı Hak, geriye kalan o gemiyi bir ayet ve nişane kılmıştır. Ama, burada, Lût (aleyhisselâm)'un kurtarılışı, müşahede edilebilecek maddî bir şey ile olmamıştır. Onun kavminin helakinin eseri ise, o şehirde, gözle görülecek bir hakledir. Böylece Cenâb-ı Hak, burada, âyetin, geriye kalan o durum olduğunu belirtmiştir ki, burada geriye kalan, o belde; orada ise, o gemidir. Burada şöyle bir incelik de bulunur: Allahü teâlâ'nın kudretinin nişanesi, o kurtarma ve imha etmede mevcuttur. Böylece Cenâb-ı Hak, her konu için, bir ibret ve ayetten bahsetmiş; rahmetinin eseri olduğu için, kurtarma ile ilgili ayetleri başa almış; gazabının eseri olduğu için de, yok etme ayetlerini sona bırakmıştır. Çünkü, rahmeti gazabını geçmiştir.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hak, gemiyle alakalı olarak, "Onu bir ayet kıldık" (Ankebût,15) buyurmuş, "bir beyyine kıldık" dememiş; burada ise, "apaçık bir ayet" buyurmuştur...

Cevap: Çünkü, gemiyle kurtarma işi, her akıllının anlayabileceği bir istir; ama oazan, bir cahilin kalbine de, "gemiyle kurtarma işi, zaten başka bir şeye muhtaç değidir" düşüncesi gelebilir. Buradaki "âyet" ise, yere batırmak, mamur bir beldenin acnı üstüne getirmek gibi olmuştur ki, bu, alışılmış bir şey değildir. Bu ancak, bunu, şuraya değil de buraya; şu zamana değil de bu zamana tahsis eden yüce bir kudretin iradesiyle olan bir şeydir. O halde bu, herhangi bir cahilin, "Bu, zaten böyle olması gereken bir şeydir" demesi mümkün olmayan bir beyyirtedir, açık delildir. Yukarıdaki cahile: "(Allah bildirmeseydi) Gemiye ihtiyaç duyulacağı nerden bilinecekti? Şayet o su, onların yiyecekleri bitinceye kadar devam etseydi, onlar nasıl kurtulacaklardı? Şayet Allah, gemidekifere, alabildiğine şiddetli bir kasırga musallat kılsaydı, onların halleri nice olurdu?" denilmezden önce o, "Gemiyle kurtulma işi olağan bir İştir. Bunun neresi mucize?" diyebilir.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hak, yukarda, "alemler için" buyurmuş, burada ise, "aklını kullanacak bir topluluk için" buyurmuştur.

Cevap: Çünkü gemi, dünyanın her tarafında bulunabilir. Binâenaleyh, herkesin kafasında, sayesinde Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)'un halini hatırlayacaklar, Nûh (aleyhisselâm)'un gemisinin modeli vardı. Onlar o gemiye bindiklerinde, kurtuluşu Allah'tan isterler. Hiçbir fert, sırf gemiye bel bağlamaz. Tam aksine, kurtuluşu istemek için, devamlı bir biçimde kalbi ürkek ve Allah'a tazarru içinde olur. Ama, Lût (aleyhisselâm)'un beldelerindeki helakin izleri, sadece oraya uğrayanın, oraya varanın ve onun, şuraya değil de buraya; şu zamanda değil de bu zamana tahsis edilmesi sebebiyle, hür ve irade sahibi Allah'tan olduğunu bilebilecek aktl sahiplerinin muttali olabilecekleri muayyen ve belli bir yerdedir.

Şuayb (aleyhisselâm)'ın Tebliği

36

Âyetin tefsiri için bak:37

37

"Medyen'e (de) kardeşleri Şuayb'ı gönderdik de, dedi ki: "Ey kavmim, Allah'a ibadet edin. Ahiret gününe umut bağlayın. Yeryüzünde fesatçılar olarak bozgunculuk yapmayın." Fakat onu yalanladılar. Derken, onlan, şiddetli bir sarsıntı yakalayıverdi de, yurtlarında, hepsi dizüstü çökekaldûar...".

Medyen

Cenâb-ı Hak, ibret alınması faydasına binâen, ikinci kıssayı da kısaca tamamlayınca, üçüncüsüne bağlayarak buyurmuştur. Möfessirler, Medyen'in ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları bunun, aslında bir şahıs ismi olduğunu, çocukları bulunduğunu; kabile içinde, tıpkı Temim, Kays, vb. isimleri gibi, meşhur olduğunu söylerlerken, bazıları da, "Bu, kavmi, kendisine nisbet edilen ve o kavim arasında şöhret bulmuş olan suyun adıdır" demişlerdir ki, birincisi daha doğru gibidir. Bu böyledir. Çünkü Allahü teâlâ, o suyu, Medyen'e nisbet etmiş ve "Medyen suyuna geldiğinde"(Kasas, 23) buyurmuştur. Eğer Medyen, o suyun ismi olmuş olsaydı, o zaman bu ayetteki izafet, doğru veya hakiki olmazdı. Halbuki, izafette aslolan, aralarında gerçek manada bir muğayeretin bulunmasıdır.

Ehâhum (Kardeşleri) Tabiri?

Ayetteki (kardeşleri) ifadesine gelince, Şuayb (aleyhisselâm)'ın, neseb cihetinden onlardan olduğu ileri sürülmüştür. Bu tabirle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Cenâb-ı Hak, Hazret-i Nûh hakkında, "Andolsun ki Nuh'u Biz, kavmine peygamber olarak gönderdik..." (Ankebut, 14) buyurmuş, böylece önce Nûh (aleyhisselâm)'u zikretmiş, daha sonra da kavmini, Nûh (aleyhisselâm)'a râci olarak bir zamire muzâf kılarak kavmine tanıtmıştır. İbrahim (aleyhisselâm) ve Lût (aleyhisselâm) İle ilgili ifadeler de böyledir. Halbuki, Cenâb-ı Hak burada İse, önce kavimden bahsetmiş, daha sonra da "kardeşleri" diyerek Şuayb (aleyhisselâm)'ı, onlara izafe etmiştir.

Cevap: Biz deriz ki, her yerde aslolan, önce kavmin bildirilfp, daha sonra da, onlara gönderilen o peygamberin zikredilmesidir. Çünkü, peygamber gönderen, peygamberini, belli olmayanlara göndermez. Muhakkak ki burada, gönderilmiş bir peygamberin haber vermesine muhtaç olan bir topluluk ya da bir cemaat, mutlaka vardır. Böylece Cenâb-ı Hak onlara, seçtiği kimseyi peygamber olarak gönderir. Ne var ki, Nûh (aleyhisselâm)'un, İbrahim (aleyhisselâm)'in ve Lût (aleyhisselâm)'un kavimlerini özel isimleri sayesinde tanınacakları, muayyen bir kisvesi yoktur. Bundan dolayı onlar, kendilerine gönderilen peygamberlerle maruf hale getirildiler de, "Lût (aleyhisselâm)'un, Nûh (aleyhisselâm)'un kavmi" denildi. Şuayb (aleyhisselâm), Hûd (aleyhisselâm) ve Salih (aleyhisselâm)'in kavimlerine gelince onların, sayesinde, insanlar nezdinde meşhur oldukları bilinen sülale ve nesebleri var idi. İşte bu gibi yerlerde söz, astına göre söylenmiş olup, Cenâb-ı Hak da, meselâ, "Medyen'e kardeşleri Şuayb'ı..." (Ankebût, 36) ve "Ad'a da kardeşleri Hûd'u gönderdik" (A'raf, 65) buyurmuştur.

Kavm-i Lut ile Medyen'in Farkı?

Cenâb-ı Hak, Lût (aleyhisselâm)'un kavmine, ibadet ve tevhidi emrettiğinden bahsetmemiş, fakat Şuayb (aleyhisselâm)'ın bunu yaptığını ifâde etmiştir. Niçin?

Cevap: Biz, Lût (aleyhisselâm)'un bir kavmi olduğunu ve o tavminin, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in kavminden olup onun zamanında yaşadığım; İbrahim (aleyhisselâm)'in, Lût (aleyhisselâm)'tan önce o kavme ibadeti ve tevhidi emrettiğini, bu hususta, gayret sarfettiğini; öyleki, bu tevhidi emretme işinin, o zamandaki insanlar nezdinde sadece Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e has bir iş haline geldiğini, işte bundan dolayı, Cenâb-ı Hakk'ın, Lût (aleyhisselâm)'un böyle yaptığından bahsetmediğini; her ne kadar, her peygamberin sözünün çoğu tevhid hususunda olacağı için Lût (aleyhisselâm) da, kavmine tevhidi emretmiş se de, onun daha ziyade hayasızlık, fuhuş vs. şeylerden men etme işiyle ilgilendiğini Deyan etmiştik. Şuayb (aleyhisselâm)'a gelince o, o kavmin soyunun sona ermesinden sonra peygamber olmuştur. Binâenaleyh, Şuayb (aleyhisselâm) da, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) gibi, tevhid hususunda bir başlangıç ve aslolmuştu. İşte İşe bununla başlayarak, "Allah'a ibadet edin" demiştir.

Üçüncü Mesele

İman, ancak tevhid ile tam olur. İbadeti emretmek, onu ifade etmez... (ortaya koymaz). Çünkü, Allah'a ve başkasına ibadet eden kimse, (mü'min değil), müşriktir. O halde daha nasıl, Hazret-i Şuayb (aleyhisselâm), "Allah'a ibadet edin" ifadesiyle yetinmiştir?

Cevap: Bu emir, tevhidi ifade eder. Bu böyledir, çünkü bir kimse, birisini, onda daha büyük olan ya da Zeyd'in efendisi olan Amr da orada olduğu halde Zeyd'e hizmet ederken gördüğünde, ona, "Amr'a hizmet eti" denildiğinde bundan, onun ona, hizmeti ona yöneltmeyi emrettiği anlaşılır. Aynı şekilde, bir kimsenin bir dinarı olsa, onu da Zeyd'e vermek istese. O kimseye, "Onu Amr'a veri" denildiğinde bundan, "Onu Zeyd'e verme!" manası anlaşılır. İşte biz diyoruz ki: Onlar, Allah o gayrın da maliki olduğu halde, Allah'dan başkasına ibadetle meşgul idiler. Bunun üzerine de Şuayb (aleyhisselâm) onlara, "Allah'a İbadet ediniz!" dedi. Onlar da bundan, O'ndan başkasına ibadet etmenin terkolunması gerektiğini anladılar. Ya da şöyle deriz: Her birinin birer nefsi, zâtı olup, o onu, Allah'dan başkasına ibadete yöneltmek ister... Bunun üzerine de Şuayb (aleyhisselâm) onlara, "Onu, uygun olan yerine koyunuz; bu da ancak, Allah'a ibadettir" der ki, bundan da, tevhîd anlaşılır.

Daha sonra, o "Ahiret gününü umunuz" demiştir. Zemahşert şöyle der: "Bunun manası şudur: Sizler, kendisiyle (güzel) akibeti umacağınız şeyi yapınız." Çünkü, bir kimse bazan bir başkasına şöyle der: "Akıllı ol." Bunun manası, "Akıllı olan bir kimsenin yaptığını yap" şeklinde olur." Cenâb-ı Hakk'ın, "Ahiret gününü umunuz" emri hakkında birkaç mesele vardır:

Cennete Lûtufla Girilir

Bu, biz ehl-i sünnetin görüşünün doğruluğuna delâlet eder. Çünkü bize göre, bütün ömrü boyunca Allah'a ibâdet edeni Allah, kendisinden bir lütuf olmak üzere mûkafaatlandır. Bu ona vacib değildir. Çünkü, kula bazan öyle nimetler ulaşır ki, yaptığı (şükre) ne kadar ilavede bulunsa bile, onun şükrünü edâ etmiş olmaz. Bir kimse, kendisine verilmiş nimetlerden dolayı nimet verene teşekkür etse, o nimetleri İhsan edenin onu arttırması gerekmez. Ama eğer arttırırsa, bu, ondan ona karşı bir lütuf ve ihsan olur. O halde biz diyoruz ki: Onun, "Allah'a ibadet ediniz" demesinden sonra, "Ahiret gününü umunuz" demiş olması, vöcûba değil de, ihsan ve tefaddüle delâlet eder. Çünkü, lütuf ve ihsan eseri olan şey umulur, âdil olana vacib olan şey ise, katîdir, kesindir...

Korku Yerinde Umma Kavramı

O, "Ahiret gününü umunuz" demiş de, bu gün, herkes nezdinde korkutucu olup, pekçok insan için, fısk ve fücuru, dünya muhabbeti sebebiyle umulup beklenilmediği; onu Allah'ın kullarının pekazı ümit ettiği halde, "O günden korkunuz" dememiştir. Niçin? Deriz ki: Allah isbât yoluyla tevhidi zikredip, "Allah'a ibadet ediniz..." deyip de, bunu nefy yoluyla söyleyerek, "Ondan başkasına tapmayınız" demeyince, burada "ummak, ümit etmek" (recâ) tabirini kullanmıştır. Çünkü kulun Allah'a ibadetinden, her İki dünyada da hayır umulur.

Bir başka izah şekli de şudur: Allahü teâlâ İbrahim (aleyhisselâm)'in kıssasında, onun, "Sizler, aranızdaki dünya hayatına dan muhabbetinizden dolayı puttan ilâh edindiniz. Ahirete gelinceyse, onu inkâr ediyorsunuz" dediğini nakletmişti. Burada ise Şuayb (aleyhisselâm), "Daha önce zikredilenler gibi olmayın. Onlar ahiret gününü ummamışlardı. Kendilerini tamamıyla dünya hayatına hasretmişlerdi. Siz, ahiret gününü umun ve onun için çalışın" demiştir. Daha sonra da "Yeryüzünde, fesatçılar olarak bozgunculuk yapmayın" demiştir. anlamında "Tam doğruldum" denildiği gibi, burada da, müfsidîn kelimesinin masdar manasında mansub olduğunun söylenmesi mümkündür. O zaman, hitabı, bir kimsenin "Otur oturduğun yere" sözü gibi olur. Çünkü, (kuûd kelimesinin oturmak anlamına gelmesi gibi), burada da, "asiye" ile " fiilleri aynı anlamdadır. O, emirleri ve nehiyleh, "Allah'a ibadet ediniz" emri ile "Bozgunculuk yapmayın" cümlesinde zikretmiştir. Sonraysa, o tebliğde bulunup açıklamalar yaptıktan sonra, kavmi onu yalanlamıştır ki, Allah bunu onlardan şu ifadeyle nakletmektedir: "Derken onlan şiddetli bir sarsıntı yakalayıverdi de, yurtlarında, hepsi dizüstü çökekaldılar". Bu ayette ilgili birkaç mesele vardır:

Tekzib Tarzları

Şuayb (aleyhisselâm)'dan nakledilen, emir ve nehiydir. Emir hakkında ise tasdik ve tekzîb geçerli olmaz. Meselâ bir kimse birisine, "Kalk" derse, ona, "Yalan söyledin" denilmez. O halde biz deriz ki: Şuayb (aleyhisselâm), "Allah tektir; o halde O'na ibadet ediniz. Haşr ve ba's vardır, o halde onu umunuz... Fesat çıkarmak haram kılınmıştır, o halde ona yaklaşmayınız" diyordu. Bu, bu ifadelerde bir takım haber vermeler bulunmaktaydı ki, onlar Şuayb (aleyhisselâm)'ı onlara haber verdiği o şeyler husununda yalanladılar.

Farklı Anlatım Üslubu

Allahü teâlâ, burada A'raf sûresinde, (78.ayet) buyurduğu halde, Hûd sûresinde (Hud, 67,94) "Zulmedenleri bir sayha yakalayıverdi" buyurmuştur. Halbuki olay aynı olaydır. Niçin? Biz deriz ki: Aralarında çelişki yoktur. Çünkü sayha, "recfe" (sarsıntı) nın bir sebebi olmuştur. Bu, yerlerin sarsıntısının sebebi olmuştur; çünkü, Cebrail (aleyhisselâm)'in bir na'râ atıp, onun bu na'rasından yerlerin sallandığı söylenmiştir; ya da bu, kalblerin yerinden oynamasının sebebi olmuştur. Zira bundan dolayı, onların kalbi yerinden oynamıştır. Hadiseyi sebebe nisbet etmek, sebebin sebebine (sayha, na'ra) nisbet etmeye aykırı değildir. Çünkü, "kana kana su içti de kuvvetlendi" denilmesi doğru olduğu gibi, aynı biçimde, "su içti de kuvvetlendi" denilmesi de doğrudur.

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hak, buyurduğunda "yurtlarında" (Hud, 67,94) demiş, buyurduğunda da, tekil olarak "onlar yurdunda" (Ankebut, 37) buyurmuştur. Niçin? Biz deriz ki: dar kelimesinden murad, çoğul olan diyar (beldeler, diyarlar) kelimesidir. Bir karışıklıktan emin olunduğu zaman, cemîye izafetin cemi (çoğul) bir lafızla olması caiz olduğu gibi, bu izafetin, tekil bir lafızla olması da caizdir. Burada lafız, şu nükteden dolayı, farklı olarak tekil gelmiştir. Sarsıntı, kendisi bizzat Korkunç olup, bu sebeple de başka bir korkutucu şeye ihtiyaç duyulmamıştır. Sayhaya gelince, o haddi zâtında korkunç değildir. Ama bu sayha, yeryüzünde sarsıntılar Toydana getirecek kadar büyük ve dehşetli olunca, Cenab-ı Hak, o sayhanın heybeti ve azameti bilinsin diye, çoğul olmak üzere diyar (Hûd, 67,94) kelimesini zikretmiştir. Zelzele anlamında recfe, herkes nezdinde büyük ve heybetli olup, onun azametini ortaya koyacak başka bir şeye ihtiyaç yoktur. Sayhanın daha umumî olduğu, çünkü onun yerler gibi göklere de şamil olduğu, zelzelenin ise ancak yerde meydana geldiği, bu sebeple de burada (hud. 67) diyâr kelimesinin zikredildiği de söylenmiştir. Ancak ne var ki bu izah zayıftır, çünkü yurt ve yurtlar, dizüstü çökülen yerlerdir, sayha ve sarsıntı, recfe yeri değildir... Binâenaleyh onlar ancak, kendi yurtlarında dizüstü çökekalmışlardır...

Diğer Kavimler

38

Âyetin tefsiri için bak:39

39

"Ad ile Semûd'u da... Bu, muhakkak ki sizin için, (şu an mevcut) evlerinden anlaşılmaktadır. Uyanık kimseler oldukları halde, şeytan onların amellerini süsleyip kendilerini yoldan saptırmıştır. Karun'u, Firavun'u, Hâmân'ı da... Musa, kendilerine apaçık deliller getirmişti de, onlar yeryüzünde büyüklük taramışlardı. Halbuki, (azabın) önüne geçebilecek de değillerdi...".

Ad ve Semûd

Cenâb-ı Hak buyurmuştur. Yani, "Ad'ı ve Semûd'u da imha ettik" demektir. Çünkü, "Derken onlan şiddetli bir sarsıntı yakalayıverdi..." ifadesi, helak etmeye delalet eder. ifadesi ise, "Durum ve kendisinden İbret alacağınız şeyler, size, onların evlerinden anlaşılmaktadır... (Bu evler), bunu anlatır" manasındadır. Cenâb-ı Hak daha sonra, onların basından geçen şeylerin sebebini beyan ederek, "Şeytan onların amellerini süsleyip, kendilerini yoldan saptırmıştı" buyurmuştur. Burada "Onların amelleri"nden maksad, onların Allah'tan başkasına ibadet etmeleridir.

"Yoldan saptırmıştı" ifadesi ise, "Allah'a ibadetten saptırdı" anlamındadır. (......) ifadesi ise, "Onlar, peygamberler sayesinde aydınlanmış, uyarılmış, uyanık kimseler idiler..." anlamındadır. Yani, "Onların bu konuda hiçbir mazereti yoktur. Çünkü peygamberler yolları açıklamışlardır."

Firavun, Karun, Hamân

Daha sonraysa Cenâb-ı Hak, Ad ve Semûd'a atfen (......) buyurmuştur ki bu, "Ve biz, Karun'u, Firavun'u ve Hâmân'ı da imha ettik" anlamındadır.

Cenâb-ı Hak daha sonra Ad ve Semûd hakkında, "Onlar, peygamberler vesilesiyle uyarılmış kimselerdi" dediği gibi, bunlar hakkında da "Musa, kendilerine apaçık deliller getirmişti" buyurmuştur. Daha sonra, (......) buyurmuştur. Yani, "Allah'a İbadet konusunda büyüklük tasladılar". "yeryüzünde" ifadesi ise onların ne kadar az akıllı olduğunu izah eden şeye bir işarettir. Çünkü, yeryüzünde bulunanlar, mükelleflerin en zayıflarıdırlar. Semâda (ruhani alemde) bulunanlar ise, en büyükleri. Sonra, semâda bulunan (melek)ler, Allah'a karşı büyüklenmeyip O'na ibadetten yüz çevirince, yeryüzünde bulunanlar daha nasıl, büyüklenip kibirlenirler? Cenâb-ı Hak daha sonra, (......) buyurmuştur. Yani, "Onlar Allah'ın elinden kurtulamazlar" demektir. Çünkü biz, Cenâb-ı Hakk'ın, (......) (Ankebût, 22) ayetinde, bu ifadeden maksadın, yeryüzünün bütün köşe-bucaklarının, Allah'ın kudret kabzasında olduğunu beyan etmek olduğunu açıklamıştık...

İnen Felâketler

40

"İşte biz, her birini günahı sebebiyle yakaladık, işte kiminin tepesine bir kasırga gönderdik, kimini korkunç bir sayha yakaladı, kimini yere batırdık, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmetmiyordu. Fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.".

Azap Çeşitleri:

Allah, dört çeşit azâbtan bahsetti:

1) Kasırga ile azâb. Bunun, kızdırılmış taşlar olup, üzerine düştüğü herkesin tepesinden girip aşağıdan çıktığı da söylenmiştir. Ki burada, ateşle azaba işaret vardır.

2) Sayha ile azâb. Sayha, dalga halindeki havadır. Çünkü sesin sebebinin, -avanın dalgalanıp, kulağın içindeki perdeye ulaşarak, oraya çarpması, böylece de kilinin onu hissetmesi olduğu ileri sürülmüştür.

3) Yere batırma ile azâb. Bu da insanların toprakla boğulması demektir.

4) Boğma ile yapılan azâb. Ki bu da su ile olur. Böylece o azabın, "Anasın erbaa" ne vakî bulduğu ortaya çıkmış olur ki, insan da zaten bundan mürekkebtir. İnsanın Kıvamı, bekası ve devamı da bununladır. Binâenaleyh bu demektir ki Cenâb-ı Hak, nsanı helak etmek İstediğinde, varlığının sebebi olan şeyi, yokluğunun; bekâsının sebebi olan şeyi de, son bulmasının sebebi kılmıştır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, (......) buyurmuştur. Yani, "Allah onlara, imha etmekle zulmetmemiştir. Onlar, müşrik olmaları sebebiyle, kendi kendilerine zulmetmişlerdir" demektir. Burada, daha hoş olan bir izah da şudur: Allahü teâlâ onlara zulmetmemiştir, yani onları, olmaları gereken şeyin dışına koymamıştır. Çünkü, onların bulunmaları gereken yer, ikram edilme mevküdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Celalim hakkı için, Biz Ademoğullarına ikram ve izzette bulunduk" (İsra, 70) buyurmuştur. Ancak ne var ki, onlar kendilerine zulmetmişlerdir. Çünkü onlar kendilerini, ancak kıymetlerine rağmen, âdi ve değersiz olan putlara ibadete âmâde kılmışlardır.

Şirk ve örümcek Yuvası

41

"Allah'dan başka velîler edinenlerin misali, kendine bir yuva yapan bir örümcek misali gibidir".

Allahü teâlâ, müşrik olanların cezasını peşin vermek suretiyle imha ettiğini; yalanlayanlara da ahirette azâb edeceğini ve onlara, her İki dünyada, taptıkları o şeylerin fayda vermediğini ve tapanlardan, taptıkları o şeylere karşı yaptıkları o rükû ve sücudlarının hiçbir şeyi savuşturamadığını beyan edince, onun (Allah'dan başka şeyleri) mabûd edinmesini ne barındıran, ne de oturmaya elverişli olan örümceğin evine benzetmiştir. Bu ayette, birkaç mesele içinde ifade edebileceğimiz incelikler bulunur.

Birinci Mesele

Diğer temsiller arasından bu temsilin seçilmesinin hikmeti nedir?

Cevap: Biz deriz ki: Bu hususta şu izahlar yapılır:

1) Evin, engel olan bir duvarı, gölgeleyen bir tavanı, kilitlenen bir kapısı, kendisinden faydalanılan bir takım şeylerinin olması gerekir. Hiç olmazsa, soğuğa mani olacak duvarları ile, sıcağa manî olacak ve gölgelik yapacak tavanı gibi iki şeyinin bulunması gerekir. Eğer bu iki şey de olmazsa, orası ev değil, bir çöl gibi olur. Fakat örümceğin evi ne örter, ne kapatır. İbadet edilecek varlığın da, yaratıcı, rızık verici, fayda verici ve zararı defedici olması gerekir. Eğer bunların hepsini kendisinde toplayamazsa, en azından zararı defeden ve faydalı olan bir varlık olması gerekir. Çünkü böyle olmayan varlık ile, yok olanın yokluğu eşittir. O halde, örümceğin o evi yapması ile, bir evde bulunması gereken şeylerden hiçbirşeyin meydana gelmemesi gibi kâfirin de putları dost ve tanrı edinmesinde, kendisi için bir dosttan beklenen hiçbirşey meydana gelmez.

2) O evin derecelerinin en azı, gölgelik için olabilmesidir. Çünkü taştan yapılan ev, gölgelemeyi sağlar. Fırtına, sel, yangın, toprak kayması gibi zararları önler. Ağaçtan yapılan ev, gölgelenmeyi sağlar, sıcağa soğuğa manî olur; fakat kuvvetli rüzgara, sele ve yangına manî olamaz. Kıldan (keçeden) yapılan çadır ile bezden yapılan çadır, hernekadar birşeye manî olamasa da, gölgelenmeyi sağlar, güneşin sıcağına mâni olur. Ama örümceğin evi, gölgeyi de sağlayamaz. Çünkü güneşin ışığı onun içine nüfuz eder. Tıpkı bunun gibi ibâdet edilen varlıkların en ilerisi, emri başkalarına nüfuz edendir. Eğer böyle olamazsa, bu demektir ki onun emri ancak ine ibadet edene geçer. Eğer böyle de olamazsa, hiç olmazsa ibadet edenin ıin kendine geçmemesi gerekir. Fakat bu kâfirlerin mabudlan, kendi emirleri atandadırlar. Eğer ibadet edenler isterlerse onları yüceltir, ulularlar; isterlerse zelil kılarlar.

3) Bir evden beklenen en az şey, o evin, bir ikamet ve fayda yeri olmasa bile, bir ayrılık ve firak sebebi olmamasıdır. Fakat örümceğin yuvası, onun rahatsız edilmesinin sebebidir. Çünkü örümcek bir müddet bir köşede ikamet etse, hiçbir yere gitmese ve oradan çıkmasa bile, kendisi için orada bir ev yaptığında, o evin sahibi evini örümceklerden temizlemek için, örümceğin kendisine bile zarar verecek sert şeylerle onu siler. İbadet sebebiyle âbid olan kimsenin de mükâfaat elde etmesi gerekir. Eğer bunu elde edemezse, en azından bu yüzden azaba müstehak olmaması gerekir. Kâfir ise, putlara ibadeti sebebiyle ilâhî azaba müstehak olur.

İkinci Mesele

Allahü teâlâ, onların, putları dost edinmelerini, örümceğin yuva yapmasına benzetmiş, fakat örmesine benzetmemiştir. Bunun şu iki sebebi var:

1) Örümceğin evini örüşünün bir faydası vardır. Çünkü bu örüp-dokuma işi olmasaydı, hiçbirşey yakalayamazdı. Bu fayda da, daha büyük bir şeyden, elden çıkarmaksızın, bu ağı ile sinekleri avlamasıdır. O putlara ibadet edenlerin, put edinmeleri ise, dünya metâı olarak sinekten daha az bir fayda ifade etse bile, onlar buna karşılık daha büyük faydayı elden çıkarırlar. Bu da, daha hayırlı ve daha bakî olan âhiret hayatıdır. Öyle ise onların put edinmeleri, örümceğin dokuması gibi bile değildir

2) Örümceğin ağını (evini) dokuması bir fayda sağlar. Ama onun bu ağı bir ev edinmesi yanlıştır. Aynen bunun gibi, o kâfirler de eğer bu puttan, Allah'ın varlığı ve kemâl sıfatları hususunda bir delil, ikram ve celal sıfatları hususunda da bir burhan edinmiş olsalardı, bu hikmetli bir iş olurdu. Fakat onlar, tıpkı örümceğin ördüğü ağı ev edinmesi gibi, o putları dost edinmişlerdir. Her İki iş de yanlıştır.

Üçüncü Mesele

Bu benzetme, işin başı için doğru olduğu gibi, sonu için de doğrudur. Çünkü rüzgar estiğinde, örümceğin evinin ismi-sanı kalmaz, aksine uçuşan toz zerrecikleri haline gelir. İşte kâfirlerin putları için yaptıkları ameller de böyledir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Biz onların yaptıkları her amelin önüne geçtik ve bunları saçılmış (hiçbir değeri olmayan) zerreler yaptık." (Furkan, 23) buyurmuştur.

Dördüncü Mesele

Cenâb-ı Hak, şirk-i hâfi'nin (riya gibi şeylerin) bâtıl olduğuna bir işaret olsun diye, "Allah'dan başka veliler (dostlar) edinenler..." deyip, "Allah'dan başka ilahlar edinenler..." dememiştir. Çünkü başkasına gösteriş olsun diye Allah'a ibadet eden, Allah'dan başka bir dost edinmiş olur. Bunun durumu da yine, ördüğü ağı ev edinen örümceğin durumu gibidir.

En Çürük Ev

"Halbuki eğer bilmiş olsalardı, evlerin en çürüğü muhakkak örümcek yuvasıdır.".

Bu ifade de, yukarıda anlattığımız şu hususa bir işarettir. Her evde, gölge v.s. temin etme gibi bir fayda vardır. Örümceğin evi ise, gölge sağlamaktan bile âcizdir. Çünkü en ufacık bir tesirle harab olur, silinir gider. İşte ah o kâfirler, kendilerinin amellerinin de böyle olduğunu bir bilebilselerdi.

Putlar Birşey Değildir

42

"Allah, Kendinden başka taptıkları şeyi şüphesiz biliyor. O, azizdir, hakîmdir.".

Zemahşerî şöyle der: "Bu da, yukarıdaki benzetmeyi te'kid eden bir ifadedir. Çünkü onlar, astında Allah'dan başka hiçbirşeye tapmazlar, yani taptıkları şeyler, "şey" değildir. Allah ise azîz ve hakîmdir. Binâenaleyh akıllı olanın, kadir ve hâkim Allah'ı bırakıp da, aslında bir "şey" bile olmayan nesnelere İbadet etmesi nasıl uygun olur?" Bu, ayetteki mâ'nın nâfiye olması (olumsuzluk ifade etmesi) halinde anlaşılan manadır ve doğrudur. "Bilme" fiili, cümlenin cümle ile "ta'lîk vâkî" olmuştur. Bu bir kimsenin, "Ben, Allah'ın hak ve tek olduğunu biliyorum" demesi gibidir. Bu, du cümleyi biliyorum" demektir. Eğer ayetteki mâ'yı haberiyle (mevsûl) olarak o zaman mana, "Onların taptıkları her şeyi Allah bilir. Allah azîz ve hakimdir. yoketmeye ve tapanları öldürmeye kadirdir. Ama yok olma da, yaşama İs olsun diye O, onlara mühlet vermiş bir hakimdir" şeklinde olur. Bu durumda Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e olmuş olur. İmdi eğer birisi: "Bunun, önceki benzetme ile ne alakası var?" derse, biz deriz Hak, "Onların misâli (durumu), örümceğin durumu gibidir" buyurunca, "Ben, edindiğim bu putlara tapmıyorum. Çünkü onlar benim emrim akındadır.,amirleri altında olduğum, faydamın, zararımın, hayrımın, şerrimin, varlığımın, kendilerinden kaynaklandığı ve kendilerine secde ettiğim ve saygı duyduğum sakilleridir" demesi gerekir. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, "Allah, Kendisi taptığınız şeylerin, tıpkı örümceğin evi gibi olduğunu; çünkü yıldızların, ve Allah'ın dışındaki herşeyin ancak O'nun izniyle fayda veya zarar rini bilir. O halde, görünmeyenlere ibadetiniz, görünenlere ibadetiniz Hafcuki Allah'dan başka ma'bûd ve İlah yoktur.

Misalleri Bilenler Anlar

43

"İşte bu misalleri Biz, insanlar için getiriyoruz. Bunları ancak âlimler anlar."

Kafirler, "Göklerin ve yerin yaratıcısı, nasıl oluyor da, karasinek, sivrisinek ve gibi böcekleri mesel getiriyor" dediler. Onlara şöyle denilebilir: "Teşbihler, insanlar için yapılır. Eğer sizler hayvanlar gibi olsaydınız, içinde bulunduğunuz durumdan nefret etmenizi gerektiren anlayışlar o mesellerden gelirdi. Çünkü teşbihler, insanların kalbine, tıpkı deliller gibi tesir eder. Zira, Hakîm Teâlâ hazretleri, o gıybet edene, "Sen, gıybet etmekle sanki ölü bir adamın etini yedin. Çünkü sen, o adamın bulunmadığı bir yerde, gıybetini yaptın. O, senin dediğini duyup anlayamadı ki cevap versin" demiştir. Bu, tıpkı ölünün etini yiyen ve ölünün durumdan habersiz olduğu, haberi olsa bile kendisine manî olamayacağı bir kimse gibidir. Gıybet eden kimsenin tabiatı ise ölü eti yemekten hiç hoşlanmaz. Tıpkı insan tabiatının bundan hoşlanmayışı gibi. "Bak gıybet, ilahî azabı gerektirir. İkâba sebeb olur" dendiğinde, bundan da nefret eder.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bunları ancak âlimler anlar" "Bu mesellerin gerçeğini, hakikatin böyle olduğunu, Allah'ın dışında kalanların olup, ondan başkasına ibadetin yanlış olduğunu bilenler bilir" buyurmuştur. Burada şöyle hikmetli bir mana daha var. Doğuştan (fıtri) olan bir ilmi insan bilir. Ama fikrî olan, tefekküre dayanan ince ilmî (bilgileri) ise, ancak alim olan bilir. Zira insana, açık bir konu arzedildiğinde, idrâk edilecek şey açık, idrâk eden de akıllı olduğu için, o onu olduğu gibi doğru olarak anlar. O, bunun için, daha önce birtakım şeyleri bilmeye muhtaç değildir. Ama dakîk, tefekkürî ilim İse, kendinden önce birtakım bilgilerin olmasına ihtiyaç hissettirir. Binaenaleyh bunları anlamak için, kişinin alim olması gerekir. Hem sonra böyle bilgiler, bazan son derece dakîk olur ve kişi de onu anlayabilir. Ama kişinin, onu tamamen anlayabilmesi için âlim olması gerekir. Bunun böyle olduğu bilinince, ayetteki "Bunları ancak âlimler anlar" ifadesi, "Allah insanlara bir darb-ı mesel (teşbih) getirdi. O teşbihin hakikatim ve ifade etmek istediği herşeyi ancak âlim olanlar anlayabilir" demek olur.

Hilkat Hikmetlerle Doludur

Sonra Allahü teâlâ, mahlûkatına imanı emredip, gerçeği aklî delillerle ortaya koyup, kâfirler de emrolundukları şeyleri yerine getirmeyip, Allah o zaman onlara, ibretli bir takım kıssalar getirip, onları küfürlerinden ötürü imha edeceğini bildirerek ikaz edip, onların tutundukları delillerin zayıflığını teşbihlerle ortaya koyup, onlar buna rağmen doğru yola girmeyince ve insanlar artık onların imana gelmelerinden ümid kesince, mü'minleri şu ifadesiyle teselli etmiştir.

44

"Allah gökleri ve yeri hak olarak yarattı. Şüphe yok ki bunda, iman edenler için bir ayet var.".

Bu, "Eğer onlar iman etmezlerse, onların küfürleri sizin dininizin doğruluğu hususunda bir şüphe doğurmasın ve onların sekleri, sizin yakîn inancınızdaki yakîn kuvvetine menfî tesirde bulunmasın. Çünkü Allah'ın gökleri ve yeri gerçek bir gaye ile yaratması, yeryüzünde Allah'a hiçbir kâfir iman etmese bile, mü'minler için açık bir beyan, net bir aklî delildir" manasına gelir. Ayette, ayetin tefsirinin daha iyi anlaşılacağı şöyle bir mesele var: Cenâb-ı Hak, yer ile göğün yaratılmasında, aslında her insan için bir ayet (delil) olmasına rağmen, bundaki ayetin (delil) oluşu niçin sadece mü'minlere ait olarak zikretmiştir. Nitekim, bunun her insan için ayet olacağını, "Onlara, "Göklerle, yeri kim yarattı" diye soracak olsan, "Allah" derler" (Lokman, 25) ve "Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde... aklını kullanan kimseler için nice ayetler vardır."(Bakara, 164) buyurarak beyan etmiştir."

Buna şöyle cevap verilir: Göklerin ve yerin yaratılışı, her insan için bir ayettir, bunların hak ile yaratılışı (yani boş yere yaratılmamış olması) sadece mü'minler bir ayettir (delildir). Bunu aklî ve naklî yönden izah edebiliriz: Bunun naklen (finden) delili, Hak teâlâ'nın "Biz o ikisini ancak hak ile yarattık. Ama onların çoğu bilmezler"(Duhan, 39) ayetidir. Allahü teâlâ bu beyanı ile, herkesin gökler ile yeri Allah'ın yarattığını bildiğini, "Onlara, "Göklerle yeri kim yarattı?" diye soracak olsan, Allah" derler" (Lokman, 25) buyurarak haber verdiği halde, insanların ekserisinin, bu yaratılışın hak ile oluşunu bilmenin dışında olduklarım söylemiştir.

Bunun aklî delili de şudur: İnsan, göklerin ve yerin yaratılışına ilk bakıp düşünüşünde, onların bir yaratıcısının olduğunu anlar ki o yaratıcı Allah'dır. Daha sonra Cenâb-ı Allah'ın hidayet ettiği kimseler, bakışlarını sırf bunu söylemekle, bu işten geri çekemezler ve aksine derler ki: "O, bunları çok sağlam ve muhkem yapmış". İşte, ayetteki "hak ile" ifadesinin manası budur. Zira sağlam olmayan bozulur, yok olur. Bu kişi, Cenâb-ı Hakk'ın gökler ile yeri sapasağlam yaptığını anladığında şöyle demeye başlar: "O, böyle yarattığına göre, tam bir kudrete sahibtir; sapasağlam yapabildiğine göre ilmi herşeyi kuşatan bir alimdir. Yerdeki ve göklerdeki varlıkların en küçük parçaları bile, O'nun ilminin dışında kalamaz. O, kâinatın ve ikatın bütün parçalarını toplayıp, bir araya getirdiği gibi, bunları (sonra) yeniden toplayıp (diriltmekten) de âciz değildir. Kabirdekilerin yeniden diriltileceğim, peygamberler gönderileceğini ve Allah'ın bir olduğunu anlar. Zira eğer ilah, birden olsaydı, yer ile göğün düzeni bozulur ve yok olurdu. Halbuki onlar şu anda, ile mevcutturlar. Böylece bu kimse için Cenâb-ı Hakk'ın, herşeyi en güzel bir biçimde, yerli yerinde yarattığı hususunda bir inanç meydana gelmiş olur.

Resulullah'ı Teselli

Daha sonra Cenâb-ı Hak, mü'minleri bir önceki ayette teselli edince, peygamberini de şöyle tesilli buyurmuştur:

45

"Sana vahyedilen kitabı oku ve namazı dosdoğru kıl. Çünkü namaz edebsizlikten ve münker olandan alıkor. Şüphesiz Allah'ın zikri en büyüktür. Allah, yaptıklarınızı bilir.".

Bu, "Eğer Sen onların inkârlarından ötürü üzülüyorsan, Sana vahyedilen kitabı oku ki Nuh, Lut ve diğer peygamberler, Senin bulunduğun yolda olduklarını onların risâletlerini tebliğ ettiklerini, delillerini ortaya koyduklarını, ama yine de kavimlerini sapıklıktan kurtaramadıklarını öğrensin" demektir. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Oku" demiş de, "onlara oku" dememiştir. Çünkü tilavet (okuma) işi, burada sırf Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbinrteselli etmek için olmuştur. Ayetle ilgili birkaç mesele var:

Kitabullah'ın Özellikleri

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında bir kitab bulunup, onu kimseye duyurmadan okumuş olsa, Peygamber'in bu kitabı okumasının kendisi için bir fayda ve manası olmaz. Buna cevaben deriz ki: Resul bir peygambere indirilmiş bir kitab böyle değildir. Çünkü peygamberlerle birlikte gönderilen kitablar iki çeşiddir. Birisi, birine bir selam-kelam bulunan bir çeşid kitab olup, onu bir defa okumakla kişinin maksadı hasıl olur Birisi de kindesine her zaman insanların ihtiyaç duyduğu küllî (genel) kanunların yer aldığı bir kitabtı. Bu da tıpkı bir padişahın, şu muhtevada, yazmış olduğu bir kitaba benzer: "Biz, sizden falanca bidati kaldırdık, size falanca sünnetleri (hareket tarzlarını) koyduk ve size bütün bunların yer aldığı bu kitabı (mektubu) gönderdik. Binâenaleyh bu, bir idareciden sonra diğerinin aynı minval üzere uygulayacağı bir kitab olsun." İşte böylesi bir kitab sadece bir defa okunmaz, bir kenara itilmez, aksine yüksek bir yere asılır, çoğu kez, bir nüshası levha üzerine yazılır, mihrabların üzerine asılır ve böylece hep göz önünde bulundurulmuş olur. Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gönderdiği kitab da böyledir. O, temel ve küllî bir kanundur. Kendisinde herkes için şifâ vardır. Dolayısıyla mütevâtir derecesine ulaşıncaya kadar defalarca okunması gerekir. Bu kitabı, nesiller birbirine aktarır; onu bir topluluk diğer bir topluluktan alır ve asırların geçmesine rağmen göğüslerde (hafıza ve ezberlerde) muhafaza edilir. İkinci bir izah da şöyledir: Kitablar, üç kısma ayrılır: Ancak başkası için tekrar okunan kitab, kıssalar (hikayeler) gibi... Çünkü bir hikayeyi bir defa okuyan kimse, onu ikinci kez ancak başkası için okur. Sonra bunu başkası dinlediğinde, o da bunu, duymamış olan bir başkası için okur. Eğer o kimse bunu ona hep okuyacak olsa, dinleyen bundan bıkar... Birisi de, nahiv, fıkıh v.b. gibi, kişinin ancak kendisi için tekrar okuyacağı kitab... Birisi de, kişinin hem kendisi, hem başkası için defalarca okuyacağı kitab. Bu, güzel öğütleri ihtiva eden kitablar gibidir. Çünkü böyle kitablar, başkası için de tekrar tekrar okunur. Herne zaman insan bunu dinlerse, bundan lezzet alır, kalbi yumuşar ve kendini o öğütlere uygun hale getirir. Öğütler insanın içine tesir ederse, vesveseler gözyaşlarıyla birlikte dışarı çıkar. Bu kitabı kişi kendisi için de tekrar tekrar okur. Çünkü çoğu kez konuşan (okuyan) bir tek kelimeden bile alabildiğine tad alır. O, bu kelimeyi her tekrarlayanda, daha tatlı, daha tesirli ve daha neticeli olur. öyle ki, gözleri kör oluncaya kadar ağlasa bile, bu sözden dolayı, kalbi rikkate geldiği için, gözlerinden kan gelinceye kadar ağlar. Bunun böyle olduğu bilindiğine göre, anlıyoruz ki Kur'ân bu üçüncü çeşit kitablardandır. Kur'an'da kıssalar, fıkhî hükümler ve nahiv de vardır. Binâenaleyh Kur'ân'ın her zaman okunmasında fayda vardır.

Tilavet ve Salat

Cenâb-ı Hak, özellikle kitabı okumayı ve namaz kılmayı niçin emretmiştir?

Cevap: Şu iki sebepten ötürü:

a) Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbini yatıştırmak ona, "Peygamber iki taraf arasında, Allah ile mahlûkat arasındaki yolda ir. Binâenaleyh Peygambere bir taraf inanmasa bile, diğer tarafla onun vardır. Baksana, bir peygamberin peygamberliği insanlarca kabul edilmediği o. kendisini gönderene yönelir. Binâenaleyh sen kitabını okuduğunda, eğer i kabullenmezlerse, özünü (kendini) Bana yönelt ve benim rızam için namaz kıl” demek istemiştir.

b) Kula has olan ibadetler, şu üç şeydir: Gerçek bir inanç, güzel zikir demek olan lisani ibadetler ve amel-i sâlih demek olan bedenî ibadetler. Fakat inanç tekrar etmez. Çünkü bir şeye inananın, ona yeniden inanması mümkün değildir. Aksine o ilk imanı olduğu gibi sürer gider. Bu husus, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için, beyan edilenden elde edilenden daha mükemmel olan "a'yân"dan (müşahededen) elde edilmiştir. Binaenaleyh bunun tekrarı mümkün olmadığı için, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bu emredilmemiştir. Fakat zikrin tekrarı mümkündür. Bedenî ibadetler de böyledir. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bu iki şeyi emrederek, "Kitabı oku ve namazı dosdoğru kıl" buyurmuştur.

Namaz Münkerden Korur

Namaz, fuhuştan (edebsizlikten) ve münkerden (kötü şeylerden) nasıl alıkor?

Cevap: Bazı müfessirler, bu ayetteki "salât" (namaz) ile, Kur'ân'ın kastedildiğini; alıkoyucu olanın Kur'ân olduğunu, yani kendisinde bu iki şeyden nehyeden hükümler bulunduğunu ileri sürmüşlerdir, bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü kendisinden önce, "Sana vahyedilen kitabî oku" bulunan bir yerde, "salât" sözü ile Kur'ân'ın kastedilmesi, anlaşılması uzak olan bir şeydir. Bazıları da şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, salât ile bizzat namazın kılınışını kasdetmiştir. Çünkü namaz da, insan namazın içinde olduğu ddetçe, bu iki şeyden vazgeçirir. Zira namaz kılan kimsenin bu iki şeyle meşgul, arası mümkün değildir. Biz de bunun böyle olduğunu söylüyoruz. Ama kastedilen bu değildir. Aksi halde bu, namaz için tam bir medhi ifade etmez. Zira mesela vaktinde vakti dışında uyunan uyku gibi, namaz dışında bazı şeyler de, çoğu kez böyle, kötülüklerden alıkoymuş olur. O halde diyoruz ki: Bununla, namazın mutlak fuhuştan ve münkerden alıkoyacağı manası kastedilmiştir. Bu izaha göre, müfessirler şöyle demişlerdir: Bununla kastedilen, huzur ile (Allah'ın huzurunda olduğunun şuurunda olarak) kılınan namazdır. İşte bu namaz, her zaman için bu iki şeyden alıkoyucudur. Hatta Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediği nakledilmiştir "Namazı kendisini günahlardan alıkoymayan kimsenin, o namazı ile ancak gittikçe (Allah'dan) uzaklaşması artar” Camiu's Sağır, 2/181

Şimdi biz diyoruz ki: Şer'an, sahih olan namaz insanı, bu iki şeyden, mutlak olarak alıkor. Şer'an sahih olan namaz da, insanın Allah için kıldığı namazdır. Eğer mükellef riya için namaz kılmış olsa, namazı şer'an sahih olmaz, yeniden kılması gerekir. Bunun böyle olduğu açıktır. Çünkü eğer insan, hem namaza, hem serinlemeye niyet ederek abdest alırsa, namazının sahih olmayacağı ileri sürülmüştür. Ya, namaz kılarken, hem Allah rızası, hem başkasına riya niyeti taşıyan kimsenin durumu nasıl olur? Bunun böyle olduğu sabit olunca, diyoruz ki: Namaz şu yönlerden, insanı fuhuş ve münkerden alıkor:

1) Bir kimse, şanı yüce, ihsanı bol bir padişaha hizmet etse ve onun, bu padişah yanında bir itibarı olsa, o padişahın, adamlarından birisini de, bir daha kabul edilmesi düşünülmeyecek bir tarzda kovduğunu görse, meydana gelmesi mümkün olmayacak bir tarzda bu hayır fırsatını kaçırdığını görüp müşahede etse, o şanlı padişah yanında böylesine itibâr etmiş bu kimsenin, örfen, bu padişahın hizmetini bırakıp, o kovulmuş kimseye itaata girmesi imkânsızdır. İşte kul da böyledir: Allah rızası için namaz kıldığında, Allah'ın kulu olur, bu kimse için, namazı kılan kimsenin makamı gerçekleşmiş olur ve bu makamda Rabbine münacaatta bulunur. Binâenaleyh bu kimsenin, Allah'a ibadeti bırakıp, kovulmuş o şeytanın itaatına girmesi imkânsızdır. Fakat fuhuş ve münker işleysn kimse, şeytana itaat etmektedir. O halde bu demektir ki namaz kişiyi fuhşiyyâttan ve münkerâttan alıkor.

2) İşi, çöplükler ve mezbelelikler ile uğraşmak olan kimsenin, temiz bir elbisesi olsa, bu elbesisini giydiğinde, o pisliklerle artık uğraşmaz, o pisliklere yaklaşmaz. Elbisesi daha kıymetli olduğunda ve onu giymiş olduğunda, bu kimse o nisbetle o pisliklerden kaçınır ve kaçınmasının-sakınmasının derecesi artar. Binâenaleyh böyle birisi altınla süslü ipek bir elbise giyse örfen (genel duruma göre), bu işlerle uğraşması imkânsızdır. İşte namaz kılan kimse de böyledir. Çünkü o namaz kıldığında takva elbisesini giymiştir. Zira o, Allah'ın huzurunda durmakta ve tıpkı heybetli bir hükümdarın gözü önünde huzurunda bulunan kimse gibi, sağ elini sol elinin üzerine koymuştur. Takva elbisesi, kalbe nisbetle, altınla yaldızlı ipek elbisenin bedene nisbetinden daha yüce, en hayırlı bir elbisedir. Artık böyle bir elbise giyinmiş kimsenin fuhuş ve mûnkerât pislikleri ile bilfiil uğraşması imkânsız olur. Hem sonra namaz, hergün devam etmektedir. Dolayısıyla bu, takva elbisesi ile giyinik olma durumu da devam etmektedir. Binâenaleyh bu kişinin, fuhuş ve münker pisliklerinden sakınması da devam etmektedir.

3) Nefsinin emin (âmiri-hâkimi) olan kimse, istediği yere oturur. Binâenaleyh bir padişahın hizmetine giren ve padişahın hususi bir makam-itibar verdiği kimse, böyle bir makam sahibi, ancak o makamda oturur. Bu kimse, ayakkabılık yanında (arkada) oturmak istese, kendine müsaade edilmez. İşte namaz kılan da böyledir. Kişi namaz kıldığında, Allah'a itaata girmiş olur ve artık nefsinin hükmü kalmaz. Bunun belli bir makamı, mertebesi vardır. O, artık ashab-ı yeminden olmuştur. Binâenaleyh bu kimse, oturması gereken yerin dışında, yani ashab-ı şimalin (uğursuzların) yerinde oturmak istediğinde, oraya bırakılmaz. Fakat fuhuş ve münker ile meşgul olanlar, ashab-ı şimaldirler. İşte bu izah, Allah'ın korumasına bir işarettir, yani kim namaz kılarsa, Allah onu fuhşiyat ve münkerattan korur.

4) Bu izah, bu konudaki haberlere (hadislere) de uygundur. Buna göre, pazarcı, başkasından geçinen kimse gibi, padişahtan uzakta yaşayan bir kimse, hiç önemsemez. Helvacı ve tatlıcı dükkânlarından yer, her türlü insanla oturur Padişahın, askerlerinden, komutanlarından ve seyislerinden birisi gibi, krala az bir yakınlık peydah ettiğinde, bu kadar yakınlık da, o kimseyi, o eski hallerinden Fakat padişaha yakınlığı daha da artıp, makamı bir emir pozisyonuna şekilde yükselince, elde ettiği bu makam, o gibi yerlerde yiyip-içmekten, öylesi oturup-kalkmaktan alıkor. Namaz kılan kul da böyledir: Namaz kılıp secde Hak teâlâ'nın "Secde et ve yakınlaş" (Alak, 19) emrinden ötürü, bir tür yakınlık elde etmiş olur. Bu kadar bir yakınlık, onu günahlardan ve yasaklardan alıkoyduğuna göre, namazının ve secdelerinin tekrarı ile makam ve mertebesi öyle artar ki, artık kendisinde, büyük günahlar şöyle dursun, küçük günahları yapmayı bile kötü sayacak keramet (şeref) izlerini görür.

Bu ayetle ilgili olarak, naklin (ayet ve hadislerin) de desteklediği şöyle bir aklî izah daha vardır: Allahü teâlâ'nın, "Namaz edebsizlikten ve münker olandan alıkor". ifadesinden, namazın insanı "ta'tîl'den (Allah'ı inkâr etmekten) ve şirkten alıkoymasıdır. Ta'tîl, Allah'ın varlığını kabul etmemek; şirk ise, Allah'ın yanısıra, başka ilahların varlığını da kabul etmektir. Binâenaleyh diyoruzki: Ta'til, kötü (fahiş) bir inançtır. Çünkü fahiş, çirkinliği besbelli olan bir kötülük demektir. Fakat, Allah'ın varlığı, güneşten daha açık ve bellidir. Çünkü herşeyde Allah'ın varlığına apaçık bir delil vardır. Zahir olanı inkâr etmek ise, inkârı açık ve belli olan bir şeydir. O halde, "İlah yoktur" demek kabîh (çirkin yani fahiş bir iştir). Müşrik olmak ise, münker (hoş olmayan) bir iştir. Çünkü Allahü teâlâ, münker ismini, bir çocuğunun bulunması mümkün olan birisinin çocuğunu başkasına nisbet etme işine, "Onların anası, ancak onları doğuranlardır. Şüphe yok ki (çocukları analarından başkasına nisbet edenler), çirkin ve münker bir söz söylemiş oluyorlar" (Mücadele. 2) buyurmak suretiyle kullanmıştır. O halde, "Melekler Allah'ın kızlarıdır" demek suretiyle, melekleri, doğurmayan ve çocuğunun bulunması mümkün olmayan Zâta nisbet eden müşrikin sözû. nasıl "münker" olmaz? Binâenaleyh namaz, insanı böyle fahiş ve münker olan fecirden nehyeder, böyledir. Çünkü kul, namaza, "Allahu Ekber" sözü ile başlar. Kul bu ifadesindeki, "Allah" sözü ile "ta'tili", "ekber" sözü ile de "şirki" bir tarafa atmış olur. Çünkü şerîk (ortak), ortaklığın söz konusu olduğu hususta, ortağından sana büyük olamaz. Binâenaleyh kişi namaza başlayıp "Bismillah" (Allah ismi ile) dediğinde, yine "ta'tili", "er-Rahman er-Rahim" dediğinde de "şirki" bir tarafa atmış olur. Çünkü rahman, rahmeti ile, mahlûkata varlık verendir. Rahîm ise, rahmeti ile, rızık vererek mahlûkata beka (hayatiyet) verendir. Dolayısıyla kul, "Elhamdülillahi Rabbi'l-Alemîn" (Alemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun) dediğinde, "Hamdolsun" ile, ta'til"in; "Alemlerin Rabbi" ile de "şirkin" aksini ifade etmiş olur. "İyyâke" sözünü öne alarak, "Ancak Sana ibadet eder, ancak Sen'den yardım isteriz" dediğinde, yine hem ta'tili, hem şirki bir tarafa atmış olur. Kul, "bizi o yola ilet" dediğinde, "ta'til"i bir tarafa atmış olur. Çünkü o yolu (İslâm yolunu) isteyenin bir maksadı var demektir. Muattılın (ateist olanın) ise, hiçbir maksadı yoktur.

"Müstakim" (doğru) ifadesi ile de, şirki bir tarafa atmış olur. Çünkü müstakim (doğru) olan, en yakın olandır. Müşrik ise putlara tapar. Aklınca, alemlerin ilahı olarak şekil verdiği bir takım şeylere tapıyor ve onların, Allah katında kendilerine şefaatçi olacaklarını sanıyorlar. Ama Allah'a, arada bir vasıta olduğuna inanmaksızın ibadet etmek ise, en yakın, en kestirme, en doğru yoldur. Aynı izahı, namazın sonuna kadar sürdür. Çünkü kut, namazının sonunda da, "Eşhedü en lâ İlahe İllallah" Allah'dan başka ilah bulunmadığına şehâdet ediyorum" diyerek yine şirki ve ta'tili bir tarafa atıyor.

Burada şöyle bir incelik var: Namazın başında da, sonunda da "Allah" ismi yer alır. Böylece namaz kılan kimse, kendisinin, namazın başından ve sonuna kadar, Allah ile olduğunu bilmektedir.

İmdi, eğer birisi, "Namazda geriye, kişinin "Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah" demesi ve peygambere getirdiği salât'ü selâmlar kalıyor" derse, biz deriz ki: Bunlar, namazın sonunda, namazın esasından hâriç, bir sebebten ötürü yer almıştır. Çünkü namaz esasında, ancak Allah'ı zikirden ibarettir. Fakat namaz kılan, namazı ile Allah'a ulaşıp, Allah ile olunca, kalbine artık kendisinin bağımsız, tek başına, hiç kimseye ihtiyacı olmayan ve o peygamberden müstağni olduğu düşüncesi gelmemesi gerekir. Bu, tıpkı, hükümdarın katında bir yakınlık peydan eden ve böylece de gurura kapılıp, kapıcılara, teşrifatçılara iltifat etmeyen kimsenin durumuna benzer. İşte bu noktada, Cenâb-ı Allah kuluna, "Sen bu makama, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hidayeti (kılavuzlaması) ile ulaştın. Dolayısıyla ondan müstağni olamazsın. O halde, Beni zikretmenin yanısarı, "Muhammed de Allah'ın peygamberidir" de. Hem sonra sen, bütün bunların, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hidayet edişi bereketiyle (sayesinde) olduğunu anladığına göre, O'nun sana olan ihsanına da, O'na salat'O selâm getirerek karşılık ver. Mirâc'ından (namazından) dönüp, (din) kardeşlerine vardığında, onlara selâm ve onlara Benim selâmımı tebliğ et" der. Bu tıpkı yolcuların, takib ettikleri (uydukları) bir sıra gibidir.

Bil ki namazın hey'eti (şekli), heybeti bulunan bir şekildir. Çünkü onun evveli, tıpkı idare edilenlerin, idare eden hükümdar huzurunda duruşları gibi, Allah huzurunda bir duruştur. Sonra da, tıpkı hükümdar önünde, hükümdarın oturtmak şerefiyle şereflendirdiği kimselerin, diz çöküp oturmaları gibi, huzur-u ilâhîde bir diz çöküştür. Çünkü kul, Allah'ın huzurunda durup, O'na medh-ü senalarda bulununca, Allah ona ikram etmiş, huzurunda oturmasına müsaade etmiş ve böylece o kimse diz çökmüş gibi olur. Bu etiz çöküşte de şöyle bir incelik vardır: Kim dünyada Rabbisinin huzurunda böyle diz çökerse, ahirette diz çökmesi (yıkılıp kalması) söz konusu olmaz ve o kimse, haklarında Cenâb-ı Hakk'ın, "Zalimleri ise orada diz üstü düşmüş bir halde bırakacağız" (Meryem, 72) buyurduğu kimselerden olmaz.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Şüpesiz Allah'ın zikri en büyüktür. Allah, yaptıklarınızı bilir." buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, kitabı okuma ve namazı kılma gtbi bu iki şeyden bahsedince, bu İşleri en büyük bir saygı ile yerine getirmeyi gerektiren hususu bahsederek, "Şüphesiz Allah'ın zikri en büyüktür..." yani, "Sizler, babalarınızı, atalarınızı ecdadınızı, (kahramanlarınızı), güzel şöhretleri anp zikredince, onları yâdetmiş ve ağızlarınızın-kalblerinizin dolusu ile zikretmiş (hatırlamış) olursunuz. Ama Allah'ın zikri (yâdı, ismi), en büyüktür. Binâenaleyh bunun güzel ve en üstün bir saygı ile yapılması gerekir" demiştir. Namaz işte böyledir. Allah "Yaptıklarınızı bilir". Namaz, yaptıklarınızın en güzelidir. Binâenaleyh tazim tarzında olması gerekir.

Ayetteki, (......) ifadesinde, kendisinden daha büyük olunanın zikredilmemiş olması açısından şöyle ayrı bir incelik daha vardır: Cenâb-ı Hak, "Allah'ın zikri falancanın zikrinden daha büyüktür" buyurmamıştır. Çünkü "büyük"lük vasfı başkasına nisbet edilen şeyin, onunla bir nisbeti söz konusu olur. Zira, "Dağ, hardaldan daha büyük" denilemez, ama "Bu dağ şu dağdan daha büyük" denilebilir. Böylece Cenâb-ı Hak, mensubu (kıyas edilecek varlığı) zikretmemiş ve sanki "Büyüklük, sadece Allah'ın zikrindedir, başkasında değil" demiştir. Bu tıpkı, namazda, "Allahu Ekber" denilişi gibidir. Bu, "Allah'ın, başkası için söz konusu olmayan bir büyüklüğü var, büyüklük ancak O'na ait" demektir.

Ehl-i Kitapla Münasebet

46

Âyetin tefsiri için bak:47

47

"İçlerinden zulmedenler müstesna olmak üzere, ehl-i kitab ile, en güzel elandan başka bir şekilde mücâdele etmeyin ve deyin ki: "Bize indirilene de, size indirilene de İnandık. Bizim ilahımız da, sizin ilahınız da birdir. Biz, O'na teslim olanlarız, işte aynı şekilde sana da bu kitabı İndirdik. Onun için kendilerine kitab verdiklerimiz buna imân ediyorlar. Şunlardan da ona İmân edecek nice kimseler vardır. Bizim ayetlerimizi, ancak kâfirler bile bile inkâr eder.".

Cenâb-ı Hak, müşrikleri irşadın yoluna ve irşaddan istifâde edeceklerin nasıl edeceklerini beyan edip, bundan kaçınanlardan ötürü, bir ümidsizlik meydana gelince, (Peygamberine) ehl-i kitabı irşâd etmenin yolunu da beyân buyurarak, "Ehl-i kitab ile, en güzel olandan başka bir şekilde mücâdele etmeyin..." buyurdu. Bazı müfessirler, bundan muradın, "Zalim olanlar ve savaş açanlar müstesna, imân etmeseler bile, ehl-i kitab ile, kılıçta mücâdele etmeyin" manası olduğunu söylemişlerdir ki bu, "Onlar, küfürlerine ilâveten, zâlim olmadıkları müddetçe" demektir. Bu izahta, daha ince ve hoş şöyle bir mana daha vardır: Daha önce de beyan ettiğimiz gibi, müşrik münker (kötü) olanı yapınca, ona lâyık olan onunla en sert bir biçimde mücâdele edip, gidişatını alabildiğine tenkid etmek ve ortaya koyduğu şüpheleri iyice zayıflatmaktır. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, onlar hakkında, "(Onlar) sağırlar, dilsizler, körlerdir... "(Bakara, 18) ve "Onların, sayesinde görecekleri gözleri yoktur. Onların, sayesinde işitecekleri kulakları yoktur" (A'raf. 179) vs. buyurmuştur. Ehl-i kitab ise, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini itiraf ve kabul dışında, birçok iyiliği yapmışlar, mesela, Allah'ın birliğini kabul etmişler, kitablar indirdiğine, peygamberler gönderdiğine ve haşre (kıyamete-dirilişe) imân etmişlerdir. Binâenaleyh onların bu iyiliklerine karşılık, onlarla önce, en güzel şekil ve usulde mücâdele olunur; Fikirleri hafife alınmaz, ataları sapık olarak nitelenmez. Ama müşrikler böyle değildir. Bu izaha göre, ayetteki, "Zulmedenler müstesna" ifadesi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için, bir başka güzel metodu açıklamaktadır ki o da şudur: Onlardan zâlim olanlar, yani Allah'ın, çocuğu olduğunu veya Allah'ın üç ilah'ın üçüncüsü olduğunu söylemek suretiyle, müşrik olanlar müstesna... Çünkü bunlar da münker (hoş olmayan) söz söyleme bakımından, o müşrikler gibidirler. Onlar zâlimlerdir. Zira şirk, en büyük zulümdür. O halde, bunlarla, sözlerini tenkid etmek, cahilliklerini ortaya koymak gibi, sert bir yolla mücâdele olunur.

En Güzel Mücadele

Daha sonra Cenâb-ı Allah, o en güzel metodun ne olduğunu açıklayarak, onların güzelliklerini öne alarak "Deyin ki: Bize indirilene de, size indirilene de inandık. Bizim ilahımız da, sizin ilahınız da birdir. Biz O'na teslim olanlarız" buyurmuştur. Binâenaleyh bize, Allah'ın söylediğine uymak gerekir. Fakat O, "Benim peygamber olduğumu da sizin kitabınızda bildirmiştir. Öyleyse bu, zaten mevcud olan bir delil demektir." Cenâb-ı Hak bundan sonra kurallı olarak elde edilecek bir delilden bahsederek, "işte aynı şekilde sana da bu kitabı indirdik" yani "Senden öncekilere indirdiğimiz gibi, sana da indirdik" buyurmuştur ki bu bir kuraldır.

Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Kendilerine kitap verdiklerimiz, hakkında nass bulunduğu için buna iman ediyorlar ve "Zaten onlardan böyle iman edenler de vardır" buyurmuştur. Müfessirler, bu imân edenlerin kimler olduğu hususunda değişik izahlar yapmışlardır: Bazıları, "Ayetteki "Kendilerine kitab verdiklerimiz" ile, Abdullah b. Selâm gibi, ehl-i kitabtan, peygamberimize iman edenler, "Bunlardan (şunlardan)..." ifadesi ile İse, mekkelilerden iman edenler, kastedilmiştir" derken; bazıları da, ayetteki "kitab verdiklerimiz" ifadesi ile, zaman bakımından, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den önce yaşamış olan ehl-i kitab; "şunlardan" ifadesi ile de, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ehli kitabın kastedildiğini söylemişlerdir ki bu ikinci görüş doğruya daha olandır. Çünkü ayetteki (bunlar-şunlar) ifadesini, ehl-i kitab manasına daha evladır. Çünkü söz onlar hakkındadır. Burada müşriklerden bahsedilmemektedir. Zira bu söz, müşriklerden bahsedilmesinden ve küfürlerinde yüzünden, onlardan yüz çevrilmesinden bahsedilmesinden sonra getirilmiştir.

Burada hem akla, hem nakle, hem de emredilen en güzel mücadele biçimine daha yakın ve uygun bir diğer izah da şudur: Ayetteki "Kitab verdiklerimiz..." ifadesi peygamberler kastedilmiştir. "Bunlardan" ifadesi ile de, "ehl-i kitabtan" manası kastedilmiştir. Bu izah, doğruya daha yakındır. Çünkü gerçekte kendilerine kitab verdiklerimiz kimseler, peygamberlerdir. Çünkü Allah kitabı, sadece peygamberlerine vermiştir. Zira O, "Bunlar, kendilerine kitab verdiklerimizde... "(En'am, 89), "Davud'a Zebur'u verdik" (Nisa. 163) ve "Bana (Allah) kitab verdi" (Meryem, 30) buyurmuştur, ayetteki, "kitab verdiklerimiz" ifadesini bu manaya alırsak, ayet tahsis (sınırlandırılmış) olmaz. Çünkü bütün peygamberler, diğer bütün peygamberlere inanmıştır. Fakat biz, önceki görüşte olanların söylediklerini kabul edersek, "kitab verdiklerimiz" ifadesiyle, Abdullah b. Selam ve onunla birlikte olan, bir iki kişi veya az sayıda kimse; "bunlardan" (şunlardan) ifadesi ile de, birinci ifâdede bahsedilenlerin dışında bazı kimseler kastedilmiş olur. Fakat bu izahımıza göre ise, sözün çıkışı şöyle olur: Cenâb-ı Hak, o topluluğu iki kısma ayırmıştır: Birisi, müşriklerdir. Allahü teâlâ önce bunlardan bahsetti ve bunlarla ilgili tamamladı. İkincisi ise ehl-i kitabtır. İşte Cenâb-ı Hak, bu ayetlerde şimdi bahsetmektedir. Şu an, onlardan bahsolunduğu andır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, "bunlardan" deyince, bu söz, Cenâb-ı Hakk'ın anlatmakta olduğu o ehli kitabla ilgili olur. Fakat, "Onlar..." demiş olsaydı, bu, daha önce bahsi geçen, halleri konan, müşriklere işaret olurdu. Bu tefsire göre de, mücadele en güzel bir yapılır. Çünkü peygamberler ve imamlar hakkındaki ihtilaf ve inkâr, reislerin ve kralların fazileti hususundaki ihtilafa yakın, benzer bir ihtilaftır. Binâenaleyh iki ayrı grub, iki kralın veya reisin fazileti hususunda ihtilaf edip, bu ihtilafları bir birleriyle neticesine götürünce, aralarını bulabilecek en kuvvetli söz, onlara "Bu iki birbirine uygun ve birbirine dostturlar. Dolayısıyla münakaşanızın manası yok" denilmesidir. İşte burada da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Biz, peygamberlere iman ettik. Onlar da bana iman ettiler. Binâenaleyh sizin, onlar hakkında taassub göstermenizin manası yok. Büyükleriniz ve âlimleriniz de bana iman etmiştir" demek istemiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, onları, sürdürdükleri bu tavırdan vazgeçirmek için, ayetlerimizi, ancak kâfirler bile bile inkâr eder" yani, "Sizler, herşeye iman ama bu mesele (yani Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman) hariç... Müşriklerden, birçok faziletçe temayüz ettiniz. Ama bunu inkâr ederek, onlara, katılmış :. Maksadınızı boşa çıkardınız. Çünkü bir ayeti bile inkâr eden, kâfir olur" buyumuştur.

Resul Yazma Bilmezdi

48

Âyetin tefsiri için bak:49

49

"Sen bundan evvel ne bir kitap okumuş, ne de yazmıştın. Böyle olsaydı, bâtılcılar şüphelenebilirlerdi. Hayır, O (Kur'ân), kendilerine ilim verilmiş insanların göğüslerinde bulunan, apaçık ayetlerdir. Bizim ayetlerimizi, ancak zâlim olanlar bile bile inkâr eder."

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Sen bundan evvel ne bir kitab okumuş, ne de yazmıştın" buyurmuştur ki, bu, daha önce gerçenlerden sonra, sırasına göre getirilmiş yeni bir mertebedir. Bu böyledir, zira mücadele eden, (yani cedelci), meselâ bir kimsenin, "Küçük kimsenin, (çocuğun) malından da zekât farzdır" demesi kabilinden, hakkında İhtilaf bulunan bir meseleyi ileri sürüp, kendisine, "Niçin?" denildiğinde de, onun, "Çünkü, onun malında nafakanın vacib olması gibi..." deyip, bu ikisi arasındaki cihet-i camiayı, müşterek noktayı zikretmemesi gibi... Binâenaleyh, şayet bu soruyu soran, sırf teşbihle yetinir ve cihet-i camiayı kendiliğinden anlarsa, tamamdır. Yok, eğer anlamaz veya sadece sırf teşbihle yetinmezse, o zaman karşı taraf cihet-i camiayı, (müşterek noktayı) ortaya kor ve "Bu her ikisi de, ihtiyaçtan fazla olan bir maldır. Dolayısıyla, farzdır" der. İşte, burada da böyledir. Cenâb- Hak önce, "İşte sana kitab indirdik" (Ankebut, 47) ifadesiyle teşbihte (kezalike) bulunmuş, daha sonra da, bu ikisi arasındaki müşterek noktayı getirmiş -ki, bu da, her ikisinin mucize oluşudur- ve şöyle demiştir: O kitabların indirilmiş olmaları, ancak mucize ile bilinmiştir. Bu Kur'ân'ın yazmayan ve okumayan bir kimse tarafından ortaya konulması da, mucizenin ta kendisidir. Binâenaleyh, bu sebeple, Kur'ân'ın da indirilmiş olduğu malumdur. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın, "Böyle olsaydı, bâtücılar şüphelenebilirlerdi" ifâdesinde, şöyle bir ince mana vardır: Bu peygamberin okuması ve yazması halinde de, bu, bu sözün (Kur'ân'ın) onun sözü olmasını gerektirmez. Çünkü, yeryüzünün bütün yazarları ve okuyucuları (kurrâ), bunu yapamazlar. Ancak, ne var ki, böyle olması halinde, batılcının şüphesinin bir bahanesi olabilir... Ama, yukardaki şekilde olması halinde, batılcının şüphesinin hiçbir bahanesi olamaz. Binâenaleyh, ayetin yukardaki ifadesi, batıtcının şüphesini daha fazla ibtat edicidir. Ayetin bu ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz şey hakkında bir şüphe içindeyseniz, onun gibi, yani Muhammed gibi, siz de tek bir sûre getirin" (Bakara. 23) ve "Elif-Lâm-Mim. Bu kitabta hiçbir şüphe yoktur" (Bakara. 1-2) ayetleri gibidir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak " Hayır, o (Kur'ân), kendilerine ilim verilmiş insanların göğüslerinde bulunan, apaçık ayetlerdir" buyurmuştur ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendilerine ilim verilmiş insanların göğüslerinde" ifadesinde, bunun, insanoğlunun uydurup ortaya koyacağı şeylerden olmayacağına bir işaret bulunmaktadır. Çünkü, zihninde, uydurularak sıraya konulmuş bir ifade bulunan kimse, "Bu, benim kalbimin ve zihnimin ürünüdür" der. Ama, o sözü başkasından alıp ezberlediğinde ise, o zaman o kimse, "O, benim kalbimde ve göğsümdedir" der. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, "Kendilerine ilim verilmiş insanların göğüslerinde" buyurunca, bu, onlardan hiçkimsenin göğsünden sudur etmiş olan bir şey olmaz. Cahil bir kimseden böyle bir şeyin sudur etmesi imkânsızdır. Binâenaleyh, cahil için, göğüslerden zuhur eden bir şey söz konusu değildir. Ve onlar, bu ümmete göre müşrikler sınıfından addedilirler. Binâenaleyh, bu demektir ki Kur'ân'ın zuhuru, Allah katındandır.

Şirk ve Zulüm

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bizim ayetlerimizi, ancak zalim olanlar bile bile inkâr eder" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak burada, "zalimler" Kelimesini, bundan önceki yerde de, "kâfirin de zalim olmasına ve bu iki ifadenin arasında bir tersliğin bulunmamasına rağmen, "kâfirler" kelimesini kullanmıştır ki, bunda şöyle bir incelik bulunmaktadır: Onlara, mucize beyân edilmezden önce, "Sizin ey ehl-i kitab) müşriklere nazaran pek çok meziyetiniz vardır. Binâenaleyh, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i kabul etmemeniz ve böylece de kâfir olmanız suretiyle, o üstün taraflarınızı zayi etmeyiniz, boşa çıkarmayınız" denilmiştir. Dolayısıyla, burada kâfir sözünün kullanılması, onlar küfürden istinkâf ettikleri için, onları bu inkârdan men eden belfğ, müessir bir ifâde olmuş olur Ama, mucize beyan edildikten sonra, Cenâb-ı Hak onlara, yani ehl-i kitaba, "Eğer siz, bu mucizeyi inkâr ederseniz, o zaman sizin bütün peygamberlerin peygamberliklerini kabul etmemiş olmanız gerekir. Bu durumda da sizler, İşin başında, hükmen müşriklere; bu ümmete göre de, hakikaten müşriklere katılmış olursunuz... Böylece de, zalim, yani müşrik olmuş olursunuz" demek istemiştir ki, bu, tıpkı bizim, şirkin en büyük zulüm olduğunu açıklamamız gibidir. Binâenaleyh burada, "zalim" lafzının; orada da "kâfir" lafzının kullanılması daha olmuştur.

Mucize Allah'ın Elindedir

50

"Ona Rabbinden (başkaca) ayetlerde indirilmeli değil miydi?" dediler. De ki O ayetler ancak Allah'ın nezdindedir. Ben sade, apaşikâr bir uyanayım".

Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber namına getirmiş olduğu delili getirince, onların şüphelerini zikretmiştir ki, bu da, "makîsun aleyh" (kendisine kıyaslanan) ile "makîs" (kıyaslanan) arasındaki farkı belirtmek suretiyle olmuştur. Bunun üzerine o ehl-i kitab, "Ey Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), Sen, Sana, tıpkı Musa (aleyhisselâm) ve İsa (aleyhisselâm)'ya indirildiği gibi, bir kitabın indirildiğini iddia ediyorsun. Halbuki durum, hiç de böyle değildir. Çünkü Musa (aleyhisselâm)'ya. gayesinde, o kitabın Allah katından olduğunun bilinip anlaşıldığı dokuz mucize verilmişti. Halbuki onlardan hiçbiri Sana verilmemiştir" demişlerdir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, nebisini, bu şüpheye verilecek cevaplarla irşâd etti. Ki bunlardan birisi, O'nun, "O ayetler ancak Allah'ın nezdindedir" beyanıdır. Bunu şu şekilde açabiliriz: "Peygamberimiz risalet iddiasında bulunmuştur. Halbuki, bir mucizenin getirilmesi, risâletin şartından değildir. Çünkü bir peygamber, önce peygamber olarak gönderilir, böylece de Allah'a davet etmeye başlar. Sonra, eğer insanlar onun bu davetini kabul etmek hususunda duraklarlar veya ondan bir delil isterlerse, bu durumda Allah, eğer onlara acır, merhamet ederse, o kimsenin peygamber olduğunu beyan buyurur. Yok, eğer acımazsa, beyan etmez. Bu durumda da peygamber olan şahıs, "Ben şu anda bir peygamberim, ama mucize işine gelince, Allah isterse o mucizeyi getirir, istemezse indirmez" der. Bu böyledir, çünkü, Cenâb-ı Hak bir şeyi yarattığında, tıpkı insana nisbetle mekân ve yer gibi, mutlaka o şeyin ayrılmaz vasfı olan şeyi de var eder. Binâenaleyh Allah, insanı yarattığında mutlaka o insanın yaratıldığı yeri de yaratmıştır veya ikisini birden yaratmıştır. Ancak ne var ki, risâtet ve mucize böyle değildir. Binâenaleyh Allah, bir peygamber, bir elçi yaratıp, onu da peygamber kıldığında onun bir mucizenin olması ve bilinmesi, onun peygamberliğinin ayrılmaz vasfı değildir. İşte bundan dolayı, kendilerinin bir mucizesi olup olmadığı bilinmeden, Şid (aleyhisselâm), İdris (aleyhisselâm) ve Şuayb (aleyhisselâm) gibi peygamberler bulunmuştur.

İmdi, eğer: "Onların peygamber olduğu biliniyordu" denilirse, biz deriz ki: Kimin peygamberliği, mucizesiz olarak sabit olmuşsa, bizim peygamberimiz de böyledir. Binâenaleyh, O'nun bu hususta herhangi bir mucizeye ihtiyacı yoktur. Çünkü O'nun peygamberliği de, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ve İsa (aleyhisselâm)'nın beyanlarıyla bilinmiştir. Şu halde, o ehl-i kitabın, "niçin ona bir ayet indirilmedi?" şeklindeki sözlerinin batıl olduğu ortaya çıkmış olur. Bu böyledir, çünkü onlar, peygamberlikten önce bir mucizenin olmasını istemişlerdir. Halbuki, bir kimsenin peygamber olabilmesi için, bir mucize göstermesi şart değildir ki, böylece o mucize o kimsenin peygamberliğinden önce bulunmuş olsun. Onlar, şekli şöyle olan bir soru sorabilirler: "Ey peygamberlik iddiasında bulunan kimse, biz seni, ne tekzib ne de tasdik ediyoruz. Ancak ne var ki biz, Allah'ın bize, bizi yalancı peygamberi tasdik etmekten, gerçek peygamberi ise yalanlamaktan kurtaracak ve sayesinde, senin peygamber olduğunu anlayacağımız ve seni tasdik edeceğimiz bir mucizeyi ortaya koymasını istiyoruz." İşte bundan sonra, Allah'ın rahmeti gereği, bir mucize indirmesi uzak bir ihtimal değildir. Bir diğeri ise, "Ben sâde, apaçık bir uyarıcıyım" şeklindeki ifadesidir. Bunun manası şudur: "Mucize Allah katındadır. İsterse onu indirir, isterse indirmez. Bunun benimle bir ilgisi yoktur. Ben ancak, bir uyarıcıyım ve Ben, Allah namına, herhangi bir şeye karar veremem."

Mucize olarak Kur'an

Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların şüphelerinin yanlışlığını bir açıdan beyan edince, bir başka açıdan da beyan ederek, şöyle buyurmuştur: Farzet ki, bir peygamberin peygamberliği hususunda bir mucizenin indirilmesi şart olsunl Ancak ne var ki, bu şart da tahakkuk etmiştir. Ki bu da, kitabın bizzat kendisindedir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak,

51

Âyetin tefsiri için bak:52

52

"Sana indirdiğimiz O kitâb -ki, devamlı olarak karşılarında okunup duruyor- onlara kâfi gelmedi mi? Onda, iman edecek bir topluluk için, elbette bir ve bir öğüt vardır. De ki: Benimle sizin aranızda, Allah'ın, hakkıyla şahit olması yeter. Göklerde, yerde ne varsa, O bilir. Batıla iman ve Allah'ı (inkâr ile) kâfir olanlar (yok mu?), işte onlar, hüsrana uğrayanların ta kendileridir."

Cenâb-ı Hak, "Sana indirdiğimiz o kitab -ki, devamlı olarak karşılarında okunup - onlara kâfi gelmedi mi?" buyurmuştur. Yani, "Eğer bir mucizenin,peygamberlik için şart ise, bunun için tek bir mucizenin indirilmesi kâfidir. feı da indirilmiş olup, Kur'ân'ın bizzat kendisidir. Çünkü Kur'ân, açık ve devamlı bir mucizedir.

Cenâb-ı Hakk'ın "Onlara kâfi gelmedi mi?" ifadesi, Kur'ân'ın, olan miktarında fevkinde olan bir mucize olduğunu ifade etmektedir. Zira bir "Kötülük yapan için, ikram beklemesi şöyle dursun, kendisine dayak atılmaması yetmez mi?" dediğinde, O'nun bu sözü, dayak atmamanın onun için yeter de artar bir şey olduğunu ifade eder. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sana indirdiğimiz o kitab onlara kâfi gelmedi mi?" hitabı da, böyle bir ifadedir. Bu böyledir, zira Kur'ân-ı Kerim, şu sebeplerden dolayı, daha önce geçen, her mucizeden daha tam ve mükemmel bir mucizedir.

1) O mucizeler, tahakkuk etmiş, ama sürekli olmamıştır. Çünkü, Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın değneğinin bir ejderhaya dönüşmesinden ve Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın, Ölüteri diriltmesinden, bizim için geriye kalan bir şart yoktur. Binâenaleyh iman etmese bu tür şeylerin tahakkukunu yalanlasa, bu şeyleri o kimseye, İlahî kitab olmaksızın isbât etmek mümkün değildir. Ama Kur'ân'a gelince, bu sürekli bir mucizedir, bakîdir. Şayet O'nu, birisi inkâr edecek olsa, biz hemen O'na, "O'nun gibi bir ayet getir" deriz.

2) O değneğin bir ejderhaya dönüşmesi, bölgeseldir, bir mahalde tahakkuk etmiştir. Bu sebeple O'nu, orada bulunmayanlar görmemiştir. Kur'ân'a gelince, Doğu ve Batı'ya ulaşmış ve herkes, onu duymuştur. Burada şöyle bir incelik de vardır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in mucizeleri, mahallî değildir. Ayın yarılması hadisesi, bunlardan birisi olup, bütün yeryüzünü ilgilendiren bir hadisedir. Çünkü, ay tutulduğunda, bu tutulma işi genel olur. İşte, aynen bunun gibi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvveti de geneldir, bir bölgeye mahsus değildir. Zira, onun peygamber oluşundan (dünyaya gelişinde) bir tarafta Sava Gölü suyunu çekerken, diğer tarafta Kisrâ'nın sarayları yıkılmış, diğer yandan Rûm diyarında da kiliseler yerle bir olmuştur. Bütün bunlar, O'nun peygamberliğinin umumî olduğunu anlatmak için olmuştur.

3) Bu şudur: Bu mucizenin dışında kalan mucizeler çeşitli ilâçlarla yapılmış olan bir sihirdir" diyebilir. Halbuki Kur'ân için böyle bir şey söylemesi mümkün değildir.

Kur'ân'daki Rahmet Vechi

Daha sonra Cenâb-ı Hak, bunu, sayesinde gerçek peygamberi tanımaları için kulları hakkında rahmet olan bir mucize yaptığına dair bir işaret olsun diye "Onda elbette bir rahmet vardır" buyurmuştur. Bu böyledir, zira biz, gerçek peygamberin elinden bir mucizenin zuhur etmesinin, ilahî bir rahmet olduğunu ve onun, dilenirse ortaya konulmayacağını, böylece de insanların, doğru olan peygamberi yalanlama; yalancı peygamberleri ise tasdik etme gibi bir hata içinde bırakılacağını; çünkü, gerçek peygamberin yalancı peygamberden, mucizenin olmaması halinde ayırdedilemeyeceğini, ancak ne var ki Allah'ın istediğini yapacağım, dilediğini hükmedeceğini beyan etmiştik. Bu husus buna bir işaret olurken, Cenâb-ı Hakk'ın "bir öğüt" ifadesi de, bunun zaman devam ettiği sürece, herkesin, kendisinden öğüt alacağı kalıcı bir mucize olduğuna bir işarettir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "İman edecek bir topluluk için" buyurmuştur. Yani, "Bu rahmet mü'minlere tahsis edilmiştir. Çünkü mucize, kâfirlerin hertürlü mazeretlerini sona erdirmek ve inkârlarını sonuçsuz bırakmak için, onlara öfkelenerek olmuş olan bir hadisedir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "De ki: Benimle sizin manada. Allah'ın, hakkıyla şahit olması yeter" buyurmuştur. Ki bu, "Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olduğu aşikâr olup, delilleri çok parlak olduğu halde, ehl-î kitabın inatçıları onu tasdik etmeyince, tıpkı doğru söyleyen bir kimsenin yalanlayıp, bunun üzerine onun da, doğruluğu hususunda hertürlü delili getirerek, yine de tasdik olunmayınca, bu kimsenin, "Ey inatçılar, Allah benim doğru sizin ise yalan söytcı olduğunuzu bilyor. O, benimle sizin aranızda, dediklerim hususunda, hüküm veren bir şahittir" demesi gibi demiştir ki, bütün bunlar, bir takrîr ve bir te'kîdi ifade eden inzâr ve tehdittir.

Allah'ın İlmi Her Şeyi Kuşatır

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Kendisinin kâfi oluşunu, bütün herşeyi bilmesi ile açıklayarak "Göklerde, yerde ne varsa, o bilir" buyurmuştur. Ki burada şöyle bir soru sorulabilir: Allahü teâlâ, Râ'd sûresinin sonunda, "O küfredenler şöyle der: "Sen gönderilmiş bir peygamber değilsin." Dedi ki: "Benimle aranızda şahit olarak Allah yeter ve nezdinde kitab ilmi bulunanlar da bunu (Râ'd, 43) buyurmuş, böylece burada ehl-i kitabın şehâdetini sona bırakmıştır.Halbuki, bu sûrede de, bu şehâdeti öne almıştır. Çünkü, "Kendilerine kitab verdiklerimiz, buna iman ediyorlar. Şunlardan da, yani ehl-i kitabtan da ona iman edecek nice kimseler vardır" (Ankebût, 47) buyurmuştur. Niçin? Biz deriz ki: Râ'd suresinde, muhatap müşriklerdir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, müşrikler aleyhine, ileri dışındakilerin şehâdetiyle istidlalde bulunmuştur. Hem sonra Allah'ın şahadeti, onları susturma hususunda, Allah'ın dışındaki bir şehâdetinden daha kuvvetidir. Halbuki buradaki söz, ehl-i kitaba karşı söylenmiştir. Kişinin kendi aleyhine şahadeti ise, o şeyi kabullenmesidir ki, bu, ona göre onun nezdinde delillerin en kuvvetlisidir. Binâenaleyh, ehl-i kitab için, en lüzumlu olan şeyi basa almıştır.

Allah'dan Başka Hersey Boş

Daha sonra Cenâb-ı Hak, müşrikleri ve ehl-i kitabı irşâd etmedeki bu iki ayrı yolu beyan edince, herikisini içine alacak genel bir beyan ve inzara başlayarak, "Batıla iman ve Allah'ı inkâr ile kâfir olanlar (yok mu?) işte onlar hüsrana uğrayanların tâ kendileridir..." buyurmuştur. Bu, "Allah'ın dışındaki şeylere iman edenler" demektir. Çünkü, Allah'dan başkası bibidir. Zira O'ndan başka hersey, "O'nun vechi (zâtı) hariç, hersey helak olucudur" (Kasas, 88) ayetinin de ifade ettiği gibi, yok olucudur. Yok olacak olan hersey de batıldır. O halde, yok olucu olan bâtıldır. Dolayısıyla Allah dışındaki hersey bâtıldır. Binâenaleyh Allah'ın dışında birşeye iman eden, bâtıla imân etmiş olur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetteki, "İşte onlar, hüsrana uğrayanların tâ kendileridir" ifadesi, hasr manasını gerektirir, yani, "Kim bâtıla imân eder ve Allah'ı inkâr ederse, işte bu hüsrana uğramıştır. Şu halde bunlardan sadece birini yapanın hüsrana uğramaması gerekir?

Cevap: Biz diyoruz ki: Bunlardan birini yapanın, diğerini yapmamış olması imkânsızdır. Sadece Allah'dan başkasına iman etme kısmına gelince, böyle yapan, Allah'a şirk koşmuş, böylece de Allah'dan başka, Allah gibi, Allah'ı da başkası gibi kılmış olur. Fakat Allah'ın dışındaki herşey âcizdir, câhildir, mümkinü'l-vücûddur, dolayısıyla da bâtıldırlar. O halde böyle yapan, Allah'ı da böyle saymış olur. Böylece bu, Allah'ı inkâr olmuş olur. O'nu inkâr edip kâfir olana gelen kimse, "Bu âlemin mucîd (var edici) bir ilahı yoktur. Binâenaleyh âlem, kendi kendine varolmuştur" demiş olur. Böylece de, "Bu âlem vâcibü'l-vücûddur. Vâcibü'l-vücûd (varlığı zorunlu, yokluğu düşünülemez) olan ise, ilahtır" demiş olur ki, dolayısıyla "Allah'dan başkası ilahtır" demiş olur. Bu da, Allah'dan başkasını isbat ve tasdik olur.

Te'kid Üslubu

Allah'dan başka şeye (İlah olarak) iman etmek, Allah'ı inkârdır. Dolayısıyla bâtılı tasdik eden (İlah olduğunu söyleyen) herkes Allah'ı inkâr etmiş olur. Binâenaleyh bu atfın, bir kimsenin, "Kalk ve oturma. Bana yaklaş, uzaklaşma" sözünde olduğu gibi, te'kid dışında bir fayda ve manası var mıdır?

Cevap: Evet. Bunda, bu te'kid dışında şöyle bir başka fayda daha vardır: Allahü teâlâ, ikinci ifadeyi birincinin çirkinliğini beyan etmek için getirmiştir. Bu tıpkı birisinin, bâtılı ileri sürmenin çirkinliğini ortaya koymak için,"Sen, hakkı bırakıp da bâtılı mı söylüyorsun?" demesi gibidir.

Ehl-i Kitab Buraya Dahil mi?

Bu ifade, ehl-i kitabı da içine alır mı, yani onlar da batıla iman edip, Allah'ı inkâr edenlerden midirler? Biz deriz ki: Evet. Çünkü onlara göre, bu peygamberin mucizesinin Allah katından olduğu kesin olarak bilinip, onlar bu hususta inâd edip, işi yokuşa sürerek, bile bile, "Bu, Allah'dan başkasının katındadır" deyince, bunlar, tıpkı taş atan birisini görüp, bu taşları atanın Zeyd olduğunu söyleyen kimse gibi olmuş olurlar. Bu durumda onlar o şahsın Zeyd olduğunu kesin bir ifade ile söylemişlerdir. Hatta öyle ki o şahsın kim olduğu sorulacak olsa ve "Bu adam kim?" denilecek olsa, "Zeyd" der. İşte tıpkı bunun gibi, onlarda bu mucizeyi ortaya koyanın Allah olduğunu kesin olarak bildikleri halde, "Bunu ortaya koyan Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir" dediklerinde, "Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), Allah'dır" demiş olmaları gerekir ki işte bu bâttla imandır. Onlar, bu mucizeyi ortaya koyanın belli bir zat yani (Allah) olduğuna kesin hükmetmelerine rağmen, "Bu mucizeyi ortaya koyan ilah değildir" dediklerinde, bu belli zâtın Allah olduğunu, fakat ilah olmadığını söylemiş olurlar ki biı da Allah'ı bir inkârdır. Bu ayet, "Kulun fiilleri, Allah'ın yarattığı şeylerdir veya kulun kendisinin yarattığı şeylerdir" diyenler tarafından, aleyhimize delil olarak getirilemez. Çünkü bu da, tıpkı, mucizeler, Allah'ın fiili olduğu halde, ehl-i kitabın bunları başkasına nisbet etmeleri gibi, Allah'ın fiillerinin başkasına nisbet edilmesidir. Çünkü böyle diyen, fiilin kime âit olduğunu, kime nisbet edileceğini bilememiştir. Bu da tıpkı, atılan bir taş görüp, fakat atanı görmeyen, ama onu atanın Zeyd olduğunu sanan, böylece de, "Bu taşı atan ancak Zeyd'di" deyip, sonra atanı görüp, Zeyd olmadığını anlayınca, artık kesin olarak, "Bu, Zeyd'dir" diyemez. Fakat atanı bizzat atanı, taş atışını görüp, bu taşı atanın Zeyd olduğunu söylediğinde, bu adamın Zeyd olduğunu söylediğin de, Bu adamın Zeyd olduğunu söyleceği kesindir. İşte ehl-i kitabın, o mucizeyi ortaya koyanın Allah olduğunu bildikleri halde, "Bu, Allah'dan değildir" dediklerinde, bu hususta muannid (inadtaşmış) olanları açısından fark ortaya çıkmış olur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "işte onlar hüsrana uğrayanların tâ kendileridir" buyurmuştur. İşte hüsran çeşitlerinin en ilerisi de böyle olur. Çünkü sermayesini kaybeden ve bunun peşisıra istenen borçları olmayan kimsenin hali, sermayesini kaybettiği gibi, ayrıca birçok borçlan da bulunan kimsenin hâlinden daha kolaydır. Binaenaleyh onlar da, Allah'dan başkasına ibadet edince, ömürlerini bu yolda harcamış ve karşılığında hicbirşey elde edememiş, ayrıca üzerlerinde, Ödemeyecekleri bir zaman ve yerde, istenecek bir takım farzları yapmama borçları kalmıştır.

Hemen Azap İstekleri

53

"Senden azabı çarçabuk isterler. Eğer belirlenmiş bir vakit olmasaydı o elbette onlara gelip çatmıştı. Muhakkak ki o, kendileri farkında olmayarak, onlara ansızın gelecektir".

Cenâb-ı Hak onları, önce hüsran ile uyardı. Bu da inzar çeşitlerinin en mükemmelidir. Çünkü hüsrana uğrayanın, bu zarar-ziyanı kadar fayda meydana gelmez, aksi halde bu zarar, tam bu kadar değil, biraz aşağı olmuş olur. Meselâ birisi, bir dirhemi zâyî ettiğinde, bu bir dirhem karşılığında, yarım dirhemlik bir fayda meydana gelmesi uygun düşmez. Aksi halde bu zarar, bir dirhem değil, yarım dirhem olmuş olur. Binâenaleyh onlar da, ömür sermayeleri hususunda zarar ettiklerinde, onların azabını hafifletecek kadar bile bir menfaat meydana gelmeyecektir. Aksi halde ömürden bu kadarına karşılık bir fayda elde edilmiş olur. Böylece bu hüsrana uğramış tamse için elim bir azab olur. Binâenaleyh ayetteki büyük bir te'kiddir. Dolayısıyla o kâfirler, böyle bir azabın söz konusu olmadığı hususundaki kesin kanaatlarını göstermek için, "Eğer bize gelecek bir azab varsa, haydi onu bize getir" demişlerdir. Cenâb-ı Allah daha, bu azabın onların İsteği üzerine gelmeyeceğini, onların bunun gelmesi hususunda acele etmeleriyle, acele, vaktinden önce gelmeyeceğini, çünkü kendisinin bu azabı, bir hikmet ve rahmetten ötürü ertelediğini, Hakîm olduğu için hükmünün değişmeyecğini, Rahim olduğu için, Öfkelenmeyeceğini, onların kökünü, şimdi kazımayacağını bildirerek cevap vermiştir. Eğer hikmetinin gerektirdiği ve rahmetine uygun bu belirli erteleme olmasaydı, Allah için bir rahmet ve hikmetin söz konusu olmayacağını, böylece de öfkeleneceğini, değişebileceğini, onların azabın acele gelmesini isteyişlerinden müteessir olacağını, bu isteklerinden dolayı öfkelenip, bu azabı hemen verebileceğini, ama durumun böyle olmadığını, dolayısıyla onlara, istemelerine rağmen bu azabı getirmeyeceğini, bu azabtan Kendisine sığınsalar bile bu azabı onlardan defetmeyeceğini beyan buyurmuştur. Bu tıpkı, "Onlar ne zaman o cehennemden, ızdırabmdan dolayı çıkmak isteseler, yine oraya döndürülürler" (Hac, 22) ayetinde ifade edildiği gibidir.

Ansızın Gelen

Cenâb-ı Allah sonra "Muhakkak ki o, onlara ansızın gelecektir" buyurmuştur. Müfessirler bu ansızın gelecek şeyin ne olduğu hususunda şu değişik izahları yapmışlardır: Bazıları, "Onlara o azab ansızın gelir. Çünkü burada daha önce bahsedilmiş olan iki şeyden, buraya en yakını azabtır. Hem sonra onlar, azabın gelmesini istemişlerdi. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, "O, onlara ansızın gelecektir" buyurmuştur" derken; bazıları, "Onlara gelen şey eceldir. Çünkü ansızın gelen, eceldir. Fakat ecelden sonra gelen azab, artık ansızın değildir, zaten beklenmektedir" demişlerdir. Biz, azabın, veya ecelin ansızın gelmesinde şöyle bir hikmetin bulunduğunu daha önce de söylemiştik: Eğer azabın veya ecelin bize belli bir zamanı olmuş olsaydı, artık herkes, onun uzak oluşuna güvenir, vaktini bilir, böylece de ölmezden önce nasıl olsa tevbe ederim ümidi ile fasık ve fâcir (günahkâr) olurdu.

Hak teâlâ'nın "Kendileri farkında olmayarak..." ifâdesi, şu iki manaya gelebilir:

1) Bu, tıpkı birisinin, "Ben ona ansız, farkında olmadığı bir şekilde geldim" sözündeki, "farkında olmadığı bir şekil ve zamanda" ifadesinin, "ansızın" kelimesini te'kid edişi gibi ayetteki, "ansızın" kelimesini te'kid için gelmiştir.

2) Bu, müstakil bir mana ifade eden bir cümledir ve manası şöyledir: "O azab onlara ansızın gelir, onlar bu durumun hiç farkında olmazlar ve bu azabın kendilerine hiç gelmeyeceğini sanırlar."

Muhakkak Azap

54

Âyetin tefsiri için bak:55

55

"Senden azabı çarçabuk istiyorlar. Halbuki hakikatte cehennem o kâfirleri kuşatıp durmaktadır. O günde azab onları hem üstlerinden, hem ayakları altından saracak. (Allah) diyecek ki: "işlemekte olduğunuzu tadın."

Cenâb-ı Hak, bu ifadeyi, taaccüb etmeleri için kullanmıştır. Çünkü bir tokat, bir yumruk gibi az bir zarar bulunan bir azabla (cezayla) tehdid olunan bir kimse, kendinde buna tahammül edebilecek bir güç görür ise, "Allah aşkına, haydi bunu yap" der. Fakat suda boğulma veya yakılma ile tehdid olunan ve tehdid edenin sözünden caymayacak muktedir birisi olduğuna kesinkes inanan kimseye gelince, hiçkimsenin aklına bu kimsenin, "Haydi bana, tehdid ettiğin o şeyi getir" diyebileceği gelmez. İşte Cenâb-ı Hak burada, "Senden azabı çarçabuk istiyorlar.,." buyurmuştur. Halbuki cehennem ateşi ile olan azab onlan çepeçevre kuşatır. O halete Hak teâlâ'nın ince, "çarçabuk istiyorlar..." demesi, o kâfirlerin böyle bir istekte bulunduklarını haber vermek; ikinci kez yine, "Senden azabı çarçabuk istiyorlar" buyurması ise, onlardan taraf bir şaşkınlığı ifade eder. Daha sonra Cenâb-ı Hak, cehennemin onları nasıl kuşattığını, "O günde azab onları hem üstlerinden, hem ayakları altından saracak" buyurarak beyan etmiştir. Sununla ilgili şöyle iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Cenâb-ı Hak, niçin, "sağ, sol, arka ve önlerinden" dememiş de, "üstlerinden ve altlarından" demiştir?

Cevap: Çünkü maksad, cehennem ateşinin, dünya ateşinden ayrıldığı özelliği ortaya koymaktır. Çünkü dünya ateşi, dört taraftan kuşatır. Zira onun içine giren kimsenin, ateşin alevleri, arkasında, Önünde, sağında ve solunda olur. Fakat dünyada, genel olarak, üstünden ateş inmez, alt tarafından çıkmaz. Çünkü ayakların bastığı yerde, ateşin alevi kalmaz. Cehennem ateşi ise, üstten de iner, ayağın basması ile de sönmez.

Ateşin Özelliği

Cenâb-ı Hak, bu ayette, "Ayaklarının altından" buyurduğu halde, aynı şekilde "başlarının üstünden" demiyerek, sadece "üstlerinden" buyurmuştur. Çünkü taht (alt) kelimesini, muzafun ileyhli olarak zikretmiş, ama fevk (üst) kaimesini, böyle bir muzafun ileyh ile birlikte zikretmemiştir?

Cevap: Çünkü cehennem ateşinin inişi, ister tam tepeden olsun, ister yandan olsun, çok dikkate şayan şaşılacak birşeydir. Bundan ötürü Cenâb-ı Hak, bu inişi, basa" has olarak zikretmemiştir. Ama ateşin ayağın bastığı yerde sönmeyip, devam etmesi ise, tek başına şaşırtıcı bir özelliktir. Çünkü, dünyada ayak tarafından bir alev olabilir, yine bu da alt tarafadır. O halde Cenâb-ı Hak, üzerine basılması ile sönmediği için ayak altında yanan ateşi ve yine mutlak manada üstte olan enteresan ateşi zikretmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Allah, "(Allah) diyecek ki: "İşlemekte olduğunuzu tadın." buyurmuştur. Allahü teâlâ, onların bedenlerinin çekeceği azabı anlatınca, ruhlarının çekeceği azabı da beyan etmiştir ki bu da, Allah'ın onlara, azarlama ve rüsvay etme üslûbu ile, "Yapmış olduğunuz işlerin azabını tadın bakalım" demesidir. Bu, nüsebbebin (neticenin), sebeb yerine kullanılması üslûbu ile, mübalağa için, sanki yaptıkları şeyin kendisi imiş gibi zikretmiştir. Çünkü onların amelleri, Cenâb-ı Hakk'ın du ameli, onların azablarına sebeb kılmasından dolayı, bir sebeb olmuştur. Bu, kullanılış bakımından benzeri çok olan bir üslûptur.

Hicrete Teşvik

56

"Ey iman eden kullarım, şüphesiz ki Benim arzım geniştir. O halde ancak Bana ibadet edin".

Bu ayetin daha önceki ayetlerle münasebetini şu şekilde izah edebiliriz: Allahü teâlâ hem müşriklerin, hem ehl-i kitabın halini ayrı ayrı ele alıp, sonra da inzâr hususunda bunları birleştirip, her ikisini de cehennemliklerden sayınca, inadlan arttı, fesadtan fazlalaştı ve mü'minlere eziyet etmede ileri gidip, onları ibadetten menettiler. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, mü'minlere hitaben, "Ey iman eden kullarım, şüphesiz ki Benim arzım geniştir. O halde ancak Bana ibadet edin." demiştir. Bu, "Ey kullarım, eğer sizin, yeryüzünün bazı bölgelerinde ibadet etmeniz imkânsızlaşmış ise, oradan hicret edin. Ama Bana ibadeti kesinlikle bırakmayın" demektir. İşte bu ifade ile, dâru'l-harbte oturmanın haram, ordan çıkmanın farz olduğu anlaşılmıştır. Hatta, bir kimse oradan çıkmamak için, hanımının boş olması üzerine yemin etse bile, oradan hicret etmesi gerekir, böylece talak olacak olsa bile, orada durmaması gerekir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Kulluk Şerefi Mü'minlerindir

Hak teâlâ, "Ey kullarım" ifadesi ile, kâfirler de bu ifadeye dahil olduğu halde, sadece mü'minlere hitab etmeyi murad etmiştir, niçin?

Cevap: Biz, kâfirlerin, bu ifadeye dâhil olmadıklarını söylüyoruz. Şu sebeplerden ötürü, onların bu ifadeye dahil olmadıklarını söylüyoruz:

1) Hakkında Allah'ın "kulum" dediği kimseler üzerinde Şeytan'ın hükümranlığı (tesiri) söz konusu değildir. Bunun delili, "Kullarım özerinde senin için sulta (hükümranlık) yoktur" (Hicr, 42) ayetidir. Kâfir ise şeytanın sultası altındadır. Dolayısıyla kâfir, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey kullarım" ifadesine dahil değildir.

2) "Kullarım" diye yapılan hitab, mükelleflerin elde edeceği en şerefli bir makamdır. Çünkü Cenâb-ı Hak, Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'i yaratınca, onu üstün bir vasıf olan "hilafet" sıfatını verdi. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" (Bakara, 30) buyurmuştur. Halife, değerce insanların en büyüğü; güç bakımından da insanların en ilerisidir. İblis, bu isimden korkmamış ve çekinmemiş, aksine bu isim sebebiyle, Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'e saldırmış, ona düşman olmuş ve onu yenmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Şeytan o ikisinin (Adem ile Havva'nın) ayağını kaydırdı" (Bekara, 36) buyurmuştur. Sonra, Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'in sâlih çocuklarından, Allahü teâlâ'nın "kullarım" dediği kimseler vardır ki şeytan onlardan geri durmuş, onların karşısında küçülmüş ve saklanmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kullarım üzerinde senin için sulta (hükümranlık) yoktur" (Hicr, 42) buyurmuştur. Zaten şeytan da, "Kulların müstesna... ben o insanların hepsini azdıracağım" (Sad, 82-83) demiştir. Böylece mükellefin, Allah'ın (gerçek) kulu olması halinde, derece bakımından yeryüzünün halife oluşu halinden daha üstün olduğu anlaşılır. Belki de Hazret-i Adem (aleyhisselâm), hakkında, Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz seni yeryüzünde bir halife yaptık" (Sad, 26) buyurduğu Dâvûd (aleyhisselâm) gibidir ki o, Adem (aleyhisselâm) şeytanın elinden, ancak Allahü teâlâ'nın kendisine "kulum" deyip, o da Allah'a, "Ey Rabbimiz biz kendimize zulmettik" (A'raf, 23) diye nida ettiğinde ve Allah da onu bu nidası sebebiyle (peygamber olarak) seçtiğinde kurtulabilmiştir. Bu tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, "Kulumuz, o kuvvet sahibi Davud'u da hatırla" (Sad, 17) demesi gibidir.

Bu bilindiğine göre kâfir "halife" olmaya elverişli değildir. O halde daha nasıl o, hilâfetten daha büyük olan şeye yani "kulum" denilmeye layık olabilir. Şu halde Hak teâlâ'nın "kullarım" ifadesine sadece mü'minler girer.

3) Bu hitab, mü'min için, kendi sa'yü gayreti ve Allah'ın muvaffak kılması sayesinde yapılmıştır. Çünkü Allahü teâlâ, "Bana duâ edin, ibâdet edin ki size icabet edeyim" (mü'min, 60) buyurmuştur. O halde mü'min Rabbisine, "Ey Rabbimiz, bizi "Rabbinize iman edin diye" davet eden münâdiye kulak verdik ve böylece iman ettik" (al-i imran, 193) diye dua eder. Allah da ona, "Ey kendi aleyhlerinde israf etmiş kutanmı, Allah'ın rahmetinden ümid kesmeyin" (Zümer,53) buyurarak icabet etmiştir, O halde, Allah ile kulu arasındaki ilgi, kulunun "Ya Rabbi..." demesi, Allah'ın da, "Ey kulum..." demesi ile ve kulunun duası ile pekişir. Fakat kâfir dua etmez, dolayısıyla da ona icabet olunmaz. Dolayısıyla ayetteki, "Ey kullarım" ifadesi ancak mü'minleri içine alır.

İman Vasfını Tasrihin Sebebi

Ayetteki "Ey kullarım" ifadesi sadece mü'minleri içine aldığına göre, sıfat ancak mevsûfu temyiz etmek için kullanılmasına rağmen, O'nun bu ifadeyi "iman eden" diye tavsif etmesinin faydası nedir? Nitekim, kâfirlerden ve cahillerden ayırmak için, "Ey mü'min olan mükellefler... Ey akıllı olan adamlar..." denilir, niçin?

Cevap: Biz diyoruz ki sıfat, sadece mevsufu ayırd etmek için, bazan da sırf onda o vasfın bulunduğunu göstermek için getirilir. Nitekim her peygamber ve her melek temiz olduğu ve ikram edilmiş olduğu halde, "ikram olunmuş peygamberler..." tertemiz melekler..." denilmiştir. Bu ifadeler, bunlarda ikram edilme ve temiz olma sıfatının mevcud olduğunu göstermek için kullanılmıştır. Bu, bizim "Büyük Allah", Uzun Zeyd" dememiz gibidir. Binâenaleyh buradaki "iman edenler" vasfı, sırf o kulların mü'min olduklarını beyan etmek için getirilmiştir.

Âbide İbâdet Emri

Onlar âbit oldukları halde, Cenâb-ı Hak onlara "Ey Kullarım" deyince, daha "Bana ibadet edin" diyerek tekrar ibadeti emretmesinin hikmeti nedir?

Cevap: Diyoruz ki bunun iki manası vardır:

a) Bu ibadet işinin sürdürülmesini istemektir. Buna göre ifade, "Ey daha önce bana ibadet eden Kimseler, gelecekte de, bundan sonra da Bana ibadet edin" demektir.

b) Bu, ibadette İhlası emretmektir ve "Ey Bana ibadet eden, İbadetini sırf benim için yap. Benden başkasına ibadet etme" demektir.

Dördüncü Mesele

Ayetteki, "ancak Bana" ifadesindeki "fa" harfi, kendisinin bir şartın cevabı olduğuna delalet eder. Öyleyse o şart nedir?

Cevap: Ayetteki, "Benim arzım geniştir" ifâdesi, Allah'a ibadet için bir mâniln olamayacağına bir işarettir. Sanki Allahü teâlâ böylece, "Bana ibadet etmeye bir mâni olmadığı zaman, Bana ibadet ediniz" demek istemiştir. Ayetteki "Bana ibâdet edin" ifadesinin başındaki fâ ise, muktezî (gerektireni), muktezâya (gereken) atfetmek için getirilmiştir. Bu tıpkı, "Bu âlimdir. Binâenaleyh ona ikram edin denilmesi gibidir. İşte burada da Cenâb-ı Hak kendisini, "Ancak Bana" ifadesi ile bildirip, Kendisi zâtı gereği ibadete müstehak olunca, "O halde bana ibadet edin" demiştir.

İlahî Yardım Vadi

Allahü teâlâ'nın kulları aynı şeyi, "Ancak sana ibadet ederiz", bunun peşinden de, "Ancak senden yardım dileriz" (Fatiha) demişlerdir. Allahü teâlâ ise, kulunun "Ancak sana ibadet ederiz" seklindeki sözüne "Ancak Bana ibadet edin " diyerek muvafakat etmiş, ama kulunun "Ancak senden yardım dileriz" sözüne karşılık birşey zikretmemiştir, niçin?

Cevap: Aksine bu yardım konusu da, Hak teâlâ'nın, "Ey kullarım..." ifadesinin zımmında vardır. Çünkü kullarım ifadesi ile zikredilenlere karşı, şeytanın tüm yolları kapalı ve tıkalı olunca, bu alabildiğine bir yardım olur.

Altıncı Mesele

Cenâb-ı Hak, yardımı önce zikretmiş; kul ise yardım isteme yi sona bırakmış niçin?

Cevap: Çünkü kulun yaptığı şeyler, bir gayeden ötürüdür. Bir maksaddan ötürü yapılan her fiilin maksadı ise, idrak edilme bakımından fiilden öncedir. Zira oturma için bir ev yapanın aklına, önce oturmanın fayda ve gereği ile ilgili düşünceler gelir ve bunlar onu bu binayı yapmaya sevkeder. Fakat maksad, gerçekleşme açısından, ancak vasıta olan o fiilden sonra gelir. Binâenaleyh diyoruz ki: Kulun yardım istemesi, ibadet maksadından ötürüdür. Dolayısıyla yardım isteme işi, idrak bakımından ibadetten öncedir. Allahü teâlâ'nın fiilleri ise, böyle bir maksada mebnî değildir. Bu sebeble Cenâb-ı Hak, var oluştaki sırayı nazar-ı dikkate almıştır. Çünkü yardım etmesi, kulun ibadetinden öncedir.

Herkes Ölümü Tadacak

57

"Her can ölümü tadıcıdır. Sonra Bize döndürüleceksiniz".

Allahü teâlâ mü'minlere, hizmet etmelerini emredince, onlara vatanlarını terketmek, kardeşlerinden çoluk-çocuklarından ayrılmak güç geldi. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak onlara, uygun bulmadığınız, hoşlanmadığınız şeylerin hepsi her halükârda meydana gelir. Çünkü her nefis ölümü tadıcıdır. Ölüm de, dostları birbirinden ayırır. O halde uygun ve evlâ olan, bu ayrılığın Allah için yapılmasıdır. Eğer böyle olursa, buna karşılık mükâfaat verir. Çünkü sizin dönüşünüz Allah'adır. Burada daha yumuşak ve ince şöyle bir izah daha var: Allahü teâlâ şöyle demek istemiştir: Her kendinden başkasına bağlı olduğunda eninde sonunda ölecektir. Sonra o nefis (can) Allah'a döndürülür ve ölümsüzleşir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onlar orada ilk ölümleri dışında ölümü tadmazlar" (Duhan, 56) buyurmuştur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, kim ölümü tadmamak istiyorsa, nefsi ile birlikte kalmasın. Çünkü nefsi ölümü tadıcıdır. Aksine kendinden başkasına bağlansın, kalsın. Bu başkası, eğer Allah'ın dışında bir varlık olursa, o da ölümü tadıcıdır ve "Her can ölümü tadıcıdır" ve "Allah'ın vechinden (zâtından) başka herşey helak olucudur" (Kasas, 88) ayetleri mucibince, yok olmaya mahkûmdur. O halde, ancak, Allah'a bağlanmaktır ki ölümden kurtarır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Bana bağlanın, nefsinize bağlanmayın. Çünkü o ölümü tadıcıdır" manasında olmak üzere, "Ancak Bana ibadet edin" buyurmuş, da, "Sonra Bize döndürüleceksiniz" yani, "Bana bağlandığınızda, artık ölümünüz gerçek bir ölüm değil Bana dönmedir" buyurmuştur. Bu tıpkı Allahü teâlâ'nın, "Allah yolunda öldürülenleri (gerçek) ölü sanmayın. Aksine onlar diridir!" (Al-i imrân, 189) ayeti ile, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Mü'minler ölmezler. Aksine bir yurddan, bir başka yurda geçerler" hadisinde ifade gibidir. Bu izaha göre de, ayetin daha önceki ayetlerle münasebeti ortadadır.

Mü'minlerin Mükâfaatı

58

"İman edip sâlih amellerde bulunanlar (var ya), Biz onları, kendileri içlerinde ebedî kalıcı olarak, altlarından nehirler akan, o cennetin yüksek mevkilerine yerleştireceğiz. Amel edenlerin mükâfaatı ne güzeldir."

Cenâb-ı Hak, daha önce kâfirler için olan şeyi, "Cehennem o kâfirleri kuşatıcıdır" (Ankebût, 54) diyerek beyan ettiği gibi, Kendisine döndükleri zaman mü'minler için olan mükâfaatı da açıklamıştır. Böylece kâfirler için cehennem ateşinin olmasına mukabil, mü'minler için de cennetlerin; kâfirlerin altında cehennemin olmasına mukabil, o cennetlerde altlarından nehirler akan köşklerin bulunduğunu ve kâfirlerin amellerinin karşılığını, "İşlemekte olduklarınızın (cezasını) tadın" diye beyan etmesine mukabil, "Amel edenlerin mükâfaatı ne güzeldir!" buyurarak mü'minlerin amellerinin karşılığını beyan etmiştir. Sonra bu iki ayet arasında, şu inceliklerin yer aldığı farklılıklar var:

Allahü teâlâ, kâfirlerin azabı hususunda, onların üzerinde azab yani ateş bulunduğunu belirtmiş; burada ise, mü'min üzerinde herhangi bir şeyin bulunduğundan bahsetmemiş, aksine izafetsiz (isim tamlaması olmaksızın), sadece üstte olanı zikretmiştir. Bunlar da, yüksek mevkiler ve köşklerdir. Bu böyledir, çünkü her iki ayette ele alınan maddî mükâfaat ve cezadır. Fakat kâfir cehennemin en alt tabakasındadır. Böylece onun üstünde cehennemin diğer tabakaları bulunur. Mü'minler ise, "A'lâyı illiyyîn"dedirler. Binâenaleyh onların mertebelerinin yüceliğine, makamlarının yüksekliğine bir işaret olsun diye, mü'minlerin üzerinde olan birşey zikretmemiştir. Hak teâlâ'nın "Onlar için üzerlerinde konaklar olan konaklar vardır" (Zümer, 20) ayeti, bu ayete ters düşmez. Çünkü konaklar birbiri üzerinedir, mü'minlerin üzerinde değildir. Cehennem tabakaları ise, birbiri üstünde ve dolayısı ile, bu tabakalar, alt tabakada olan kâfirlerin üzer indedirler.

b) Orada, kâfirlerin ayaklarının altında ateşin olduğundan bahsolunmuş, bu ayette ise mü'minlerin köşklerinin altında suların aktığından bahsolunmuştur. Zira ayakların tam hizasında ve ayaklara bitişik olmadığı müddetçe, mutlak olarak alta olduğunda ayaklara acı vermez. Fakat ateşin alevi altta bile olsa, ayak hizasından saptığında, yahut ayak hizasında olup, ayağa bitişik olmadığımda, aksine bir çukurda, çok altta bir yerde olduğunda da elem vermez. Suya gelince, hangi tarafta ve ne uzaklıkta olursa olsun, köşkün altında olduğunda, ondan zevk alınır. İşte bu sebeble Cenâb-ı Hak, ateş hakkında, elem verecek şekilde olduğu için, "ayakları altında" ifadesini kullanmışhakkında da, herneşekilde olursa olsun zevk alınacağı için, "köşklerin demiştir.

c) Allahü teâlâ o ayette, o kâfirlerin kalblerine elem vermek için, emir sigası ile, " derken; burada, mü'minlerin kalblerini ferahlandırmak için, emir sığasını an, "Amel edenlerin mükâfaatı ne güzeldir" demiştir. Çünkü emir sigası, bundan böyle, bütün ilginin koptuğuna delalet eder. Çünkü işçisine, "Al ücretini" kimsenin bu sözünden, artık onunla münasebetinin kesildiği manası anlaşılır. işçisine, "Benim yanımdaki ücretin tamdır" veya "Kazandığın ücretle aldığın ne güzeldir" dediğinde, bundan bu ücretin ancak kendisi tarafından verildiği anlaşılır. Cenâb-ı Hak da burada, "Ey işçiler, alın ücretlerinizi" dememiş; da, "Yaptıklarınızın cezasını tadın" demiştir.

İmdi eğer; "Cenâb-ı Hakk'ın, "tadın" emrinden, bir şeyin sona ereceği anlaşıldığına göre, bu demektir ki, kâfirlerin azabı da sona erecektir" denilirse, biz ki: Durum, hiç de böyle değildir. Çünkü Allahü Teâlâ, "tadın" dediğinde bu, onlara amellerinin karşılığını verdiğine; Kendisiyle onlar arasındaki münasebettin sona erdiğine; ancak ne var ki bu şeyin onların üzerinde, artmaksızın eksilmeksizin devam ettiğine delalet eder. Ama mü'mine gelince, Cenâb-ı Hak, bir şey verdiğinde o mü'mini, verdiği şeyle başbaşa bırakmaz, tam aksine, o mü'min için nimetlerini hergün artırır. Ki işte buna, Cenâb-ı Hak, "İyi iş, güzel amel yapanlara daha güzel iyilik, bir de ziyade vardır" (Yunus, 26) ifadesiyle işarette bulunmuştur ki bu, "kâfirin başına gelen, artmaksızın devam eder. Mü'mine ulaşan ise, kesintisiz olarak artacaktır..." demektir. Ebedî kalma meselesine gelince, Cenâb-ı Hak her ne kadar bu hususu kâfir hakkında zikretmemiş ise de, ancak ne ki bu, diğer naslarla bilinen bir husustur.

Sabır ve Tevekkül

59

“Ki onlar sabretmişlerdir ve yalnız Rablerine güvenip dayanmaktadırlar”

Cenâb-ı Hak bu ayette, sabır ve tevekkül gibi iki şeyden bahsetmiştir. Çünkü zaman, geçmiş, hal ve istikbal olmak üzere, üçe ayrılır. Ancak ne var ki geçmişi telafi yeniden elde etmek, mümkün değildir ve kula, geçmişe ait bir şeyi emretmek söz konusu olamaz. Geriye, hal kalmıştır ki, buna uygun olansa sabırdır; bir de kalmıştır ki, buna uygun olan da tevekküldür. O halde bu demektir ki, kişi, kendisine o anda İsabet eden eziyyetlere karşı sabreder, gelecekte muhtaç olacağı yytor hususunda ise, tevekkül eder.

Bil ki sabır ve tevekkül, ancak Allah'ı ve Allah'ın dışında kalanları bilmekle elde edilecek olan iki sıfattır. Binaenaleyh, kim Allah'ın dışında kalanları bilir ve tanırsa, onların, günün birinde yok olacağını da bilir... Dolayısıyla, ona karşı sabretmesi kolaylaşır. Çünkü, yok olan şeylere karşı sabretmek, kolaydır. Allah bildiğinde ise, O'nun, kendisine her türlü rızkı veren bir Baki olduğunu bilir ve anlar. Şayet herhangi bir şeyi elde edememişse, o kimse, Hayy olan bir Bakî'ye, Allah'a tevekkül eder. Demek ki bu arada, sabır ve tevekkülden bahsetmek, son derece yerinde olmuştur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey kullarım..." (Ankebût, 56) ifadesi, Kendisine ibadet etmeye bir maniin bulunmadığını; bu hususta herhangi bir mıntıkada eziyyet gören kimsenin, buradan çıkmasının gerektiğini beyan etmek için getirilmiştir. O halde bu demektir ki insanlar, iki kısımdırlar: Hicret etmeye muktedir olan, Rabbine tevekkül eden, vatanlarını terkedip eş ve dostlarından ayrılanlar. Diğeri ise, sıkıntılara katlanan, ama bu arada, Allah'a ibadet etmeyi de sürdüren, fakat hicret etmekten aciz olanlar....

Rızık Allah'a Aittir

60

"Nice canlı mahlûk vardır ki rızkını kendisi taşımıyor. Onu da, sizi de Allah rızıklandırıyor. O, hakkıyla işiten, kemaliyle bilendir."

Cenâb-ı Hak, sabredenlerden ve Rablerine tevekkül edenlerden bahsedince, kişinin tevekkül etmesine yardımcı olan hususa da yer vermiştir ki, bu da, yarını için hiçbirşey biriktirmeyen ve kendisine her gün rızkı bolca getirilen canlıların durumunun beyan edilmesidir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır.

Birinci Mesele

Ayetteki keeyyin kelimesinin, sadece dört değişik kullanılışı vardır. Bunlar: keeyyin, kâinin, keyyin ((......) vezninde) ve keyy ((......) vezninde) telaffuzlarıdır. Bunlar içinde sadece keeyyin ilk İbn Kesir'e ait kâinin kıraatleri vardır.

Keeyyin Kelimesi

(......) kelimesi teşbîh kâhf ile, ve gibi kullanılan, (eyyun) kelimesinden meydana gelmiştir. Bu ikisi bir araya gelerek terkîb oluşturmuşlar ve mürekkeb halleri (kem-nice)... manasında kullanılmıştır. Bu kelime, mürekkeb olan ile olmayanın arasını belirlemek için, nûn ile yazılmıştır. Çünkü (keeyyin) kelimesi, mürekkeb olmaksızın kullanılır Bu tıpkı, bir kimsenin, "Öyle bir adam gördüm ki, bu öyle rastgele bir adam değildir" demesi gibidir. Bazan muzâfun ileyh hazfedilir de, denilir. (Yani, (......) kelimesi olmaksızın...) Bu durumda da (......) kelimesi mürekkeb değildir; çünkü burada (......) kelimesi mürekkeb olmuş olsaydı, tıpkı aradaki farkı belirtmek için, (Ma'dîkeribe) ile (Ba'lebekke) kelimesinin bitişik olarak ve İle arasını ayırmak için (......) kelimesinin ha ile yazılması gibi, nün ile yazılması gerekirdi.

Üçüncü Mesele

Kem (nice) manasında olan (......) kelimesi min ile çok ender kullanılır. Kem kelimesi de genellikle min'siz kullanılır. Nitekim Arapça'da ve (Nice adam) denilir. Bu böyledir, zira biz, kem manasına olan keyyin kelimesi ile mürekkeb olmayan keeyyin kelimesi arasındaki farkı beyan etmiştik. Zira, (......) kelimesi mürekkeb olmadığı zaman, kendisinden sonra min'in getirilmesi caiz değildir. Zira, denilmez. Halbuki kem manasında olan ve terkib teşkil etmiş olan (......)'de ise, nûn'un getirilmesi caizdir. Böylece, işte bu şekilde ikisi arasındaki fark belirtilmiş olur.

Rezzak Allahdır

Cenâb-ı Hak, (......) buyurmuştur. Bu ifadeye, zayıf olduğu için rızkını taşıyamaz, manası verilmiştir. Yine, bunların, bit, pire, kurtçuk v.s. gibi hayvanlar olduğu da ileri sürülmüştür. Ayetteki bu ifadeye, rızkını toplayamaz, biriktiremez, manası da verilmiştir. Cenâb-ı Hak, kıyas yoluyla "Onu da sizi de Allah rızıklandırıyor" buyurmuştur. Yani, "Onların rızkının da Allah'tan olduğunda hiçbir şüphe yoktur. Aynen bunun gibi, sizi de Allah rızıklandınyor. O halde siz de tavekkül ediniz" demektir.

İmdi, eğer biri çıkıp da dese ki: "Canlıları rızıklandıranın Allah olduğunu kim söyleyebilir? Tam aksine, çöllerdeki bitkiler onların rızıklandırması için yeter sebeptir. Canlılar onlara doğru koşar da, böylece de onları otlar..." derse, biz deriz ki: Canlıları Allah'ın rızıklandırdığının delili, rızka, rızıklanana ve bu ikisinin toplamına nazarla üç yöndendir.

Rızka itibarla bunun deliline gelince, Allahü teâlâ şayet o bitkileri yaratmamış olsaydı, o zaman canlılar için bir rızık olmazdı. Rızıklanana nazarla bunun deliline gelince, gıda alma işi, sırf o şeyleri yutmakla olmaz. Tam aksine, o yenilen şeylerin mutlaka, meselâ otun kemik, yağ ve et gibi şeylere dönüşebilmesi için, o canlının uzuvlarıyla mutlaka münasebet kurabilmesi gerekir. Bu ise, ancak Allah'ın hikmeti ile olan bir husustur. Çünkü Cenâb-ı Hak o canlıda cazibe, tutma, hazmetme ve atıcı, def edici, v.s. kuvvetleri yaratmıştır. Sırf Allah'ın kudreti ve iradesi dikkate alındığında Ne bu demektir ki onları rızıklandıran Allah'dır. Her ikisine itibarla bunun deliline gelince, şunu deriz: Şayet Cenâb-ı Hak o canlıları, onun kokusunu tanıyabilmeleri için gıdaları olan o şeylere iletmemiş olsaydı, o canlı için bir gıdalanma söz konusu olamazdı. Baksana, hayvanlardan herhangi bir gıda çeşidini tanımayanlar vardır. Öyle ki, onun ağzına, tadını alması için o şey zorla konulur da, artık bundan sonra ancak onu yiyebilir. Çünkü, çoğu kez deve ne mayayı, ne de arpayı tanımaz. Ona iki veya üç defa bunlar yedirildiğinde o bunu tanır ve artık bundan sonra onu yemeğe başlar.

Tevekkülde Hayvan ve İnsan

Buna göre şayet birisi, "İnsan, tevekkülü gerektiren şeyler hususunda nasıl hayvanlara kıyaslanabilir? Halbuki, hayvanın rızkına ilişilmez. O ondan bu gün bir şey yeyip, geriye birşey bıraktığında, ertesi gün, onu, kimsenin eli ona dokunmamış olduğu halde bulur. İnsan ise, bu gün o şeyi almazsa, ertesi gün ona bir şey kalmaz. Hem insanın ihtiyaçları pekçoktur; çünkü o, pekçok çeşit giyim eşyasına ve yiyecek türüne muhtaçtır. Hayvanlarsa böyle değildir. Yine, hayvanların yiyecekleri hazırlanmıştır. İnsanların yiyecekleri ise, ekip biçme, öğütüp ekmek yapma, v.b. birtakım sıkıntılara katlanmayı gerektirir. Binâenaleyh, şayet insan, o azığını, kendisine ihtiyaç duymadan önce bulundurmazsa, onu, kendisine ihtiyaç duyduğu zaman bulamaz. Şimdi biz, kişinin, günü gelmezden önce ihtiyaçlarını tedarik etmesinin, onun tevekkülüne zarar verdiğini söylemiyoruz. Tam aksine bazan, ekip biçip o kimse Allah'a tevekkül etmiş, namaz kılan ise, tevekkül etmemiş olabilir. Çünkü, ekip biçen kimse, Allah'a dayanır. Onun Allah hakkındaki inancı şöyledir: Eğer Allah isterse, ekip biçmeden de rızıklandırır. Eğer isterse, bu ekilen ve biçilen şeylerden de rızıklandırmaz. Binâenaleyh o çalışır, ama kalbi hep Allah iledir. Ve bir kimse, gerçek anlamda tevekkül etmiştir. Ama, namaz kılan kimsenin kalbi ise, (bazan) Zeyd'in ve Amr'ın elinde olan şeylerledir. Bu durumda tevekkül etmemiştir.

Bu soruyu soranın, "insanın ihtiyaçları pekçoktur" şeklindeki sözüne gelince, biz deriz ki: Onun kazanç yolları da pekçoktur. Çünkü o, meselâ terzi ve dokumacı gibi, eliyle; postacı v.s. gibi ayağıyla; bağbekçisi gibi, gözüyle; deve sürücüsü ve tellal gibi, lisanıyla; mühendis ve tacir gibi, anlayışıyla; doktor ve fakîh gibi, ilmiyle ve hamal ve nakliyatçılar gibi, bedeninin kuvvetiyle... kazanç elde edebilir. Hayvanın ise böylesi kazanç yolları bulunmaz. Binâenaleyh, insanın yarın veya yarından sonra muhtaç olduğu o yufkayı, bu kadar kazanç yollan olduğu halde, Allah'ın rızık olarak ona nasib etmemesi uzak bir şeydir. O halde insanın, daha çok tevekkül etmesi gerekir... iken Allahü teâlâ, insanı, kendisine rızkının ve rızık sebeplerinin gelebileceği bir biçimde yaratmıştır. Çünkü Allah insanı, dünyayı mamur kılmaya kabiliyetli yapmıştır. Ve o dünyayı, istese de istemese de, o kimsenin mülkü olabilecek biçimde yaratmıştır. Öyle ki, enânun (davar, sığır ve devenin) yavruları, ağaçların meyveleri, sahibi bunları istemese dahi, onun müfküne girer. Bir nesil öldüğünde bu şeyler, diğerleri ister kabul etsinler, isterse etmesinler, zorla diğerlerine geçer. Halbuki, havyanın durumu hiç de böyle değildir. Çünkü, hayvana o rızkı gelmezse, gelmez. O halde, insanın, tevekkül etmesi, akla, hayvanın tevekkül etmesinden daha yatkın olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O, hakkıyla işiten, kemaliyle bilendir" buyurmuştur. Yani, "Siz rızkınızı istediğinizde, O, bihakkın duyar; duyar da icabet eder; sustuğunuzda ise, bihakkın bilir, sizin ihtiyaçlarınız ve ihtiyaçlarınızın miktarı O'na gizli ve saklı değildir" demektir.

Müşrik Yaratıcıyı İkrar Eder

61

Celalim hakkı için, "gökleri, o yeri kim yarattı? Güneşi, ayı kim mûsahhar kadı?" diye sorarsan, mutlaka, "Allah" derler. O halde daha nasıl çevrilip döndürülüyorlar!".

Diyoruz ki: Cenâb-ı Hak, durumu, müşriklere hitaben, orada beyan edip, fakat anlar bundan faydalanmayarak ondan yüz çevirip, böylece bu orada mü'minlere de, "Ey iman eden kullarım" (Ankebut, 56) ifadesiyle, hitabta bulunup, onlarla alâkalı hükümleri tamamlayınca, mü'minlerle birlikte işittirmek suretiyle müşrikler için bir sayılabilecek şeylere de yer vermiştir ki, bu son derece güzeldir. Çünkü, bir efendinin iki kölesi veya bir babanın iki çocuğu olur, bunlardan birisi akıllı, birisi de olursa, önce yaramaza nasihat etmeye başlar. Eğer o sözlerini dinlemezse, yüz çevirip, akıllıya dönerek, "Bu, hitap edilmeye değmez. O halde, sen dinle, kulak ver. Bu yaramaz gibi olma!" der. Böylece onun bu sözü, akıllı olan için fer nasihat, yaramaz olan için bir caydırıcılığı ihtiva eder. Çünkü onun, "Bu, hitab atianeye değmez" şeklindeki sözü, yaramazın gönlünde bir bozukluk meydana aaarir Daha sonra baba, uslu çocukla konuşurken, yaramazın duyacağı bir biçimde, Kendisine şaşılan bu kardeşin var ya; o, yaptığının kötülüğünü biliyor, yanlışı ahudan seçebiliyor, doğruluk ve felah yolunu biliyor, fakat hep bunların aksini yapyor" dediğinde, onun bu sözü de o yaramazı kurtuluş yoluna sevkedici, yanlıştan Koyucu olur. İşte, aynen bunun gibi Allah, onlara şaşıran mü'mine "Şayet onlara, rî ve yeri kim yarattı?" diye sorsan onlar, "Hiç şüphesiz Allah der" derler, ama de iman etmezler" şeklinde hitap etmiştir.

Ayette, bir takım incelikler bulunmaktadır.

1) Allah, gökler ve yer için, yaratma fiilini; güneş ve ay için de mûsahhar kılma fiilini kullanmıştır. Zira, güneşin ve ayın, sadece yaratılmış olmaları hikmet sayılmaz, çünkü güneş, şayet, hareket etmeyen bir biçimde bir yerde duracak bir vaziyette yaratılmış olsaydı, ne gece-gündüz, ne de yaz kış meydana gelirdi. Binâenaleyh, hikmet, onları hareket ettirmelerinde ve mûsahhar kılınmalarındadır.

2) Bu incelik de, teshir lafzının kullanılmış olmasıdır. Zira hareket ettirme fiili, sadece harekete delâlet eder. Halbuki, sırf hareket yeterli değildir. Zira güneş, şayet bizim hareketimiz gibi hareket edecek olsaydı, yörüngesini binlerce yılda katedemezdi. O halde, güneş ile ayın mûsahhar kılınmalarından hikmet, o ikisinin, insanın nefes alıp vereceği bir zamanın içinde binlerce kilometre yol almalarıdır. Sonra Cenâb-ı Hak güneş ve ay için tek bir hareket yaratmamış, tam aksine pekçok hareket vermiştir. Bunlardan biri, güneşin, her gün ve gecede bir defa doğudan batıya doğru hareketidir. Diğeri İse, batıdan doğuya doğru olan hareketidir. Bunun delili, ayın, batı tarafında güneşe belli bir uzaklıkta görünmesidir. Daha sonra da, ayın ortalarına doğru, güneşin karşısında görülebilmesi için, oradan doğru uzaklaşır. Bu durumda güneş, batı ufkunda; ay ise, doğu ufkundadır. Diğer bir hareket de, yüksektik hareketi ile aydaki hilalleşme ve bedir haline gelme hareketidir. Batıdan doğuya doğru hareket olmasaydı, mevsimler meydana gelemezdi.

Bil kî, gök bilimcileri, "Güneş, yörüngesine oturmuştur. Yörünge onun hareketini yaptırmaktadır" demişlerdir, ama zahirden yana olan müfessirter bunu kabul etmemişlerdir. Biz ise, astronomlar bunun tabiat gereği olduğunu söylemedikleri müddetçe, bunun uzak bir ihtimal olmadığını belirtmek isteriz. Çünkü Allah, fâit-i muhtardır; isterse, yörünge hareket etmeksizin, ay ile güneşi yörüngesinde hareket ettirir, isterse, ay ile güneş hareket etmedikleri halde, onları, yörüngelerini hareket ettirmek suretiyle hareket ettirir. Bu hususta, kesin ya da zahir (açık) bir nas yoktur. Biz bu konunun tamamını Cenâb-ı Hakk'ın, (Yasin, 40) ayetinin tefsirinde zikredeceğiz.

3) Allah, burada iki şeyden bahsetmiştir. Bunlardan birisi, göklerin ve yerin yaratılması, diğeri ise, güneşin ve ayın müsahhar kılınmasıdır. Çünkü, îcâd (yoktan var etme), bazan zât, bazan da sıfatlar için olur. O halde, "göklerin ve yerin yaratılması" ifadesi, zatların icadına; güneşin ve ayın müsahhar kılınması da, sıfatların icadına bir İşarettir ki, bu sıfatlar da, onların hareketleri vs.dir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, her iki taraftan ötürü iki misâl getirmiş gibidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Yani, "Onlar buna inanmıyorlar; o halde daha nasıl, ululuğu malûm olanın, hizmet edilmesi gerektiği ortada iken, Allah'a ibadet etmekten yüz çeviriyorlar? Çünkü, gökleri ve yeri yaratanın ululuğu üstünde başka bir azamet; cansızların önemsizliği ve değersizliği üzerinde de başka bir önemsizlik düşünülemez. Zira, cansızlar, canlılardan; canlılar, insanlardan ve insanlar da gökferdekilerden daha aşağıdırlar. O halde daha nasıl onlar, varlıkların en büyüğüne ibadet etmeyi bırakıp da, varlıklarının en düşüğüne ibadet etmekle meşgul olurlar?" demektir.

Rızkın Bolluğu ve Darlığı

62

"Allah, kullarından kimi dilerse onun rızkını yayar (genişletir). Onu kısar da. Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla bilendir...".

Cenab-ı Hak, yaratma işini izah edince, rızıktan bahsetmiştir. Çünkü, mahlukatın kemali, onun beka ve hayatı iledir. İnsanın bekası da, rızkı iledir. Bu sebeple Cenab-ı Hak şöyle demek istemiştir: Mabud, ya ibadete müstehak olduğu için ibadet olunur; halbuki putlar böyle değildir. Allah ise, ibadete müstehaktır... Ya, şanı yüce olduğu için ibadet olunur. Gökleri yaratan Allah'ın şanı yüce, burhanı ve hücceti de aşikardır. Binaenaleyh ibadet, ancak O'na mahsustur. Ya da, ihsan ve lütfun sahibi ve velisi olduğu için ibadete mahsustur. Allah, mahlukata rızık verir. İyilikteki üstünlük, ihsan,fazl ve lutuf ancak O'na aittir. Binaenaleyh, işte bu açıdan da ibadet de O'na mahsustur. O halde, Cenab-ı Hakk'ın “Kimi dilerse” ifadesi, ihsanın mükemmelliğine bir işarettir. Bu böyledir, zira hükümdar malını infakla görevli olana, herhangi bir şahsa bir şey vermesini emredip, o da ona onu verdiğinde, alan kimse veren kimseye, fazla bir nimet borcu hissetmez. Çünkü alan kimse, “Bu, adamın kendi isteğiyle değil, ancak o hükümdarın emriyle olan bir şeydir” der. Ama o hükümdarın adına hareket eden o adam, kendisine o hükümdarın, “istersen, bu kişiye birşeyler ver, istemezsen verme” demek suretiyle, irade ve ihtiyar sahibi kılınmış olsaydı ve bu durumda da, o adama birşeyler vermiş olsaydı, o zaman alan kimsenin veren kimseye karşı az değil de pekçok minnet borcu olmuş olurdu. İşte bundan dolayı Cenab-ı Hak, sanki şöyle demek istemiştir: “Rızkınız, bendendir ve Benim meşietim iledir. O halde bu, tam ve eksiksiz bir şükrü gerektiren bir iyiliktir, ihsandır. “Onu kısar da” buyruğu, “isterse o rızkı, dilediği kimseler için daraltır, kısar” demektir.

Daha sonra Cenab-ı Hak "Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla bilendir..." buyurmuştur ki, bu, “ihtiyaçların ve rızıkların miktarlarını bilendir” demektir. Bu ifadede, “bilme” maddesinin kullanılmasının, şöylece birkaç inceliği bulunur:

1) Tam bir meşiet sahibi olan rızıklandırıcı zat, Kulunu ihtiyaç içinde görüp de aç olduğunu bildiğinde, onun rızkını ertelemez. Rızkı veren, rızkı ise ancak meşietinin geçerliliğindeki yetersizliğinden dolayı erteler... Bu, mesela, henüz yemek pişmeden, yalnız kulun açlığını bilmeksizin, yedirmek içirmek isteyen bir hükümdarın durumu gibidir.

2) Allah ilim maddesini zikretmek suretiyle, uluhiyyet sıfatları olan sıfatları da zikretmiştir. Ki bu uluhiyyet sıfatlarını inkar eden, kafir olur. Bunlar, hayat, kudret, irade ve ilim sıfatları olmak üzere dörttür. Semi', basar ve Cenab-ı Hakkın zâtıyla kaim olan kelam sıfatına gelince, bunları inkar edenler kafir değil, biddat ehli sayılırlar. Cenâb-ı Hak bu beyanında, o dört sıfatı tastaman etmiştir. Çünkü O'nun “Gökleri ve yeri yarattı.” (Ankebut, 29/31) buyruğu, kudretinin mükemmelliğine, “Kimi dilerse, onun rızkını yayar.” buyruğu, meşiet ve iradesinin geçerliliğine ve “Şüphesiz ki Allah herşeyi hakkıyla bilendir” buyruğu da; ilminin şumulune bir işarettir. Kadir, irade sahibi ve alim bir varlık ise, ancak Hayy (ezeli-ebedi hayat sahibi) olarak düşünülebilir.

Yağmur İndirip Yeşerten O'dur

63

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah rızkım ... yayar, bolca verir" deyince, kulların bunu itiraf ettiklerini de belirterek, "Onlara, "Gökten su indirip onunla yeri, ölümünün ardından, canlandıran kimdir?" diye sorarsan, "Elbette Allah" derler. De ki: "Hamd Allah'a mahsustur." Fakat onların çoğu aklını kullanmazlar"

Yani, "Bu, rızkın sahibidir. Sebebi yaratan, müsebbebin, (neticenin) de yaratıcısıdır. O halde rızık, Allah'tandır" demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "De ki: "Hamd Allah'a mahsustur" buyurmuştur. Bu hususta şu izahlar yapılabilir:

1) Bu ifâde, söz esnasında söylenen bir cümle-i itiraziyyedir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Allah, onunla yeri, ölümünün ardından canlandırdı. Ama onların çoğu aktım kullanmazlar" demiş, işte bu sözün arasında da, nimeti hatırlatmak için, "Hamd Allah'a mahsustur" cümlesine yer vermiştir. Bu tıpkı bir kimsenin "Allah seni de ulaştırsın, seksene varmış kimsenin kulakları, bir tercümana ihtiyaç hissettirir..." demesi gibidir.

2) Bu ifadenin de, cümle-i itiraziyye değil, diğer ifadelerle birlikte zikredilmiş bir kelam olması. Yani çünkü onlar, bunun Allah'tan olduğunu biliyor, itiraf ediyor, ama bildikleriyle amel etmiyorlar. Sen ise, Ey Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), biliyor ve bildiğinle amel ediyorsun. Seni tasdik edenler de böyledir O halde, "Allah'a hamdolsun" de. Halbuki onların ekserisi, bütün hamdin Allah'a ait olduğunu akledemezler, böylece de, Allah'tan olan o nimete mukabil, Allah'tan başkasına hamdederler" demektir.

3) Bununla şu kastedilmiştir: Onlar, bütün bunların, Allah'tan olduğunu söylüyor, ama bunun yanısıra da Allah'tan başkasının ulûhiyyetini iddia ediyorlar. Böylece onların sözlerinin çelişkisi ve tuttuktan yolun tutarsızlığı, ortaya çıkmış oluyor. O halde Sen, onların çelişkilerinin ortaya çıkmasından dolayı, "Hamd, Allah'a mahsustur" de. Çünkü onların ekserisi, bu çelişkiyi ya da bu çelişkinin yanlışlığını akledemezler.

Halis Hayat Cennette

64

"Bu dünya hayatı bir eğlenceden, bir oyundan başka (şey) değildir. Âhfret yurdu (na gelince), şüphe yok ki o, hayatın ta kendisidir. (Bunu) bilmiş olsalardı!...".

Cenâb-ı Hak onların, Kendisinin yaratıcı ve Rezzâk olduğunu itiraf ettiklerini, fakat ibadet etmediklerini, ibâdeti, ancak dünya hayatının zinetinden dolayı terkettiklerini beyan buyurunca, onların kendisine yöneldikleri şeyin değersiz olup bir kıymet ifade etmediğini, beyan buyurmuştur. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Lehv ve La'ıb Farkı

Bu iki şeyden birinin diğerine atfedilebilmesi için, "lehv" ile "la'ıb" arasındaki fark nedir?

Cevap: Biz deriz ki: Bu iki şey arasındaki fark, şu iki yöndendir:

1) Farzedelim ki, her şey kişiyi meşgul eder. Mükellef, bir şeye yöneldiğinde, onun, o şeyin dışında kalanlardan yüzçevirmiş olması gerekir. Çünkü, bir işin diğer bir İşi yapmaktan kendisini alıkoymadığı zât, sadece Allah'dır. Binâenaleyh, geçici ve önemsiz bir lezzetten dolayı, batıla yönelen kimsenin, hakdan yüz çevirmiş olması gerekir. O halde bu demektir ki, batıla yönelmek, "la'ıb"; haktan yüz çevirme ise, "lehv"dir. O halde dünya bir oyundur. Yani, batıla yönelmedir; bir lehvdir, yani, hakdan yüz çevirmedir.

2) Bir şeyle meşgul olan, onunla meşgul olabilmesi için, hiç şüphesiz onu başkasına tercih eder. Bu tercih etme işi ya, o kimsenin, "Bunu öne alıyorum, diğerini ise daha sonra yapacağım" demek suretiyle takdîm (öne alma) şeklinde olur; yahutta tamamiyle o işe dalıp, başkasından da bütünüyle yüzçevirmekle olur. İşte bunlardan birincisi oyun; ikincisi ise İehvdir, eğlencedir, meşgaledir. Bunun delili şudur: örfte, satranç, güvercin uçurma, v.b. şeyler, eğlence aletleri olarak isimlendirilmezler. Halbuki ûd ve diğer yaylı sazlar ise, eğlence aletleri olarak isimlendirilirler. Çünkü bunlar, insanı, o anda kendilerinde hasıl olan lezzetten dolayı, başka şeylerden alıkor. O halde dünya, bazıları için meşgul olduğu ve, "Bu meşguliyetinin yanısıra, İbâdet ve ahiretimle de meşgul oluyorum" dediği için, oyun; diğer bazıları için de, o İşe tamamiyle dalarak ahireti büsbütün unuttuğu için, bir lehvdir, eğlencedir.

İkinci Mesele

Cenâb-ı Hak En'âm sûresinde, (......) (En'am. 32), burada ise (......) buyurmuştur. Niçin?

Cevap: Çünkü burada, daha önce zikredilen dünya durumudur. Çünkü Cenâb-ı Hak, ((......) ifâdesinden önce), "Ölümünün ardından onunla yeri canlandırdı" (Ankebut, 63) buyurmuştur. Halbuki En'âm'da, daha önce ele alınan, ahirettir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Onlar yüklerini arkalarına yüklenerek, demişler ki: "Orada yaptığımız taksirlerden dolayı eyvah bize! Dikkat edin, ne kötüdür o yüklenip taşıyacaktan şeyler!" (En'âm, 31) buyurmuştur. O halde bu demektir ki bu vakitte (ahirette), dünya onların hatırlarında değildir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, değil de, buyurmuştur.

Sıralama Farkının İzahı

Cenâb-ı Hak orada, burada ise buyurmuştur. Niçin?

Cevap: Orada daha önce bahsedilen şey, ahiret hayatıyla onların üzüntü ve nedametlerini ortaya koymuşlardır. O halde o vakitte kişinin dünya hayatına gömülmesi, uzak bir şeydir. Sadece dünya ile meşgûliyyet söz konusudur. Bu sebeple daha uzak olanı sonraya bırakmıştır. Ama burada ise, daha önce bahsedilen dünyadır. Meğer ki onu, gömülmekten engelleyen bir mani bulunsun. Bu durumda o, onunla, gömülme olmaksızın meşgul olur. Meğer ki onu koruyan bir kuvvet olsun, bu durumda o, onunla hiç meşgul olmaz. Binâenaleyh burada gömülme, ademinden daha yakın bir durum olduğundan, "lehv" öne alınmıştır.

Cennetin Farklı Vasıfları

Cenâb-ı Hak orada (En'âm, 32) buyurmuş, burada ise buyurmuştur. Niçin? Cevap: Oradaki durum, nedametin ortaya konulması durumu olunca, mükellef, kuvvetli bir caydırıcıya muhtaç değildir. İşte bu sebeple, "Ahiret yurdu daha hayırlıdır"buyurmuştur. Halbuki buradaki durum, dünya ile meşgul olma durumu olunca, mükellef daha kuvvetli bir caydırmaya muhtaçtır. İşte bu sebeple de Cenâb-ı Hak, "Ahiret hayatının dışında, (hakiki manada) hiçbir hayat yoktur" buyurmuştur. Bu tıpkı bir insana, iki şey sunulup, böylece o, bunlardan birisi hakkında, "Bu, ondan daha iyidir" dediğinde, bu iş, sadece bir tercih olmuş olur. Ama o, "Bu, güzeldir, iyidir; beriki ise hiçbir şey değildir" dediğinde, bu, alabildiğince bir tercih olmuş olur. işte Cenâb-ı Hak, burada da, mükellef o dünyaya batıp gittiği için, daha müessir ve etkili bir ifade kullanmıştır...

Dünya Kâfirin Cenneti

Cenâb-ı Hak, "Ahiret yurdu daha hayırlıdır" (En'am, 32) buyurmuştur. Burada İse, "Şüphe yok ki o hayatın tâ kendisidir" buyurmuştur. Çünkü ahiret, sadece müttakiler için hayırlıdır. Ama kâfire gelince, dünya onun cennetidir. O hakle dünya kâfir için ahiretten daha hayırlıdır. Ama ahiretin, ebedî hayatın devam ettiği bir yurt olmasına gelince, bu sadece belli bir gurup için değil, herkes için böyledir.

Hayavan Kelimesi

Hayavan: Büyüme ve idrâk kabiliyeti olan varlığa denilirken nasıl olupda bu vasıf ahiret yurdu hakkında kullanılmıştır?

Cevap: "Hayavân" tıpkı, "hayat" gibi, "hayye" (canlı oldu) fiilinin masdarıdır. Fakat "hayavan" kelimesinde bulunan "hayat" kelimesinde tam olarak yoktur. Dâr-ı ahiret ile kastedilen de, ikinci r. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Nazar-ı dikkate alınması gerekli olan hayat, oionci hayattır" demek istemiştir. Yahut da diyoruz ki: Cenâb-ı Hakk'ın, "iyi amel re, daha iyisi ve fazlası var" (Yunus. 21) ayetinde de beyan ettiği gibi, ahiret, ve büyüyen yer olup, gerçek ve tam bir idrâkin meydana geldiği yer olunca, Cenâb-ı Hak, "O günde (bütün) sırlar yoklanıp meydana çıkarılacaktır" (Tarık, 9) buyurmuştur, bunun için, büyüyenler ve idrâk edenler hakkında kullanılan in" kelimesi kullanılmıştır.

Yedinci Mesele

Allahü teâlâ, En'âm sûresinde, "Akletmez misiniz?" (Enam,32) buyurmuş, burada ise "Bilmiş olsalardı" buyurmuştur. Çünkü orada ibadet edilen şey ahiretin daha hayırlı oluşudur ve bu açıktır ve sadece akla dayanan bir meseledir. Burada bildirilen ise, hayatından başka bir hayatın olmayışıdır. Bu ise, ancak faydalı ilimle bilinebilecek bir inceliktir.

Gemi Batarken Allah'a Yönelirler

65

"Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız O'na tahsis etmek suretiyle ve muhlisler olarak, Allah'a dua eder. Fakat Biz onları selametle karaya çıkarınca, hemen Allah'a şirk koşanlar olurlar."

Cenâb-ı Allah bu ayetle tevhidden alıkoyan şeyin dünya hayatı (dünya hayatına meyli) olduğuna işaret etmiştir. Bunu şöyle izah ederiz: Onlar, o esnada ümidlerini dünyadan kesip, tevhide şâhid olan fıtratlarına dönmüşler, Allah'ı bir olarak tanımışlar ve ihlaslı hale gelmişler. Fakat Cenâb-ı Hak, onları denizdeki tehlikelerden kurtarıp, hayatta bırakınca, onlar evvelki hallerine, dünya sevgisine dönmüşler ve ine devam etmişlerdir.

66

Ki kendilerine verdiğimize nankörlük etsinler ve zevk alsınlar diye. Fakat onlar yakında bileceklerdir...".

Bu hususta da şu iki izah yapılabilir:

1) Ayetin başındaki lâm (için, diye) manasınadır, yani, "Onlar, şirk koşmaları, bu kurtarma nimetine nankörlük olsun diye, müşrik olmuşlar ve şirkleri sebebiyle, yine dünya nimetlerine dalmışlardır. Fakat onlar, yaptıklarının vebalini, emelleri tükenince anlayacaklar" demektir.

2) Ayetin başındaki lâm, emir lâm'ı da olabilir. Buna göre mana, "Onlar inkar etsinler" şeklindedir ve bu tehdiddir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Haydi dilediğinizi yapın" (Fussilet, 40) ve "De ki; "Elinizden geleni yapın. Bende yapacağım. Sizler yaptığınız şeyin yanlışlığını ileride anlayacaksınız." (En'âm, 135) buyurmuştur.

Mekke'deki Güvenlik

67

"Çevresindeki insanların zorla (yakalanıp) kapılmakta olmasına rağmen, (Mekke'yi) güvenlik diyarı yaptığımızı onlar görmediler mi? Hâlâ bâtıla inanıyorlar da, Allah'ın nimetine nankörlük mü ediyorlar".

Önceki Kısımla Münasebet

Bunun tefsiri (manası) açıktır. İnce ve kapalı olan, ayetin daha önceki kısımla ilgilidir. Bu hususta diyoruz ki: Denizde olan insan, kendisini mümkün olan en ileri korkunun içinde hisseder. Evinde oturan kimse ise, mümkün olan en ileri bir emniyet içinde hisseder. Hele de bu ev, korunmuş (emin-emniyetli), bir beldede olursa. Cenab-ı Hak müşriklerin o şiddetli korku esnasındaki hallerinden bahsedip, müşrikler kendilerini o durumda, kendilerini ihlasla Allah'a yönelmiş bulunca, Hak teâlâ onların en ileri bir emniyet hissi içinde bulundukları hallerinden de bahsetmiştir. Bu da onların, Mekke'de evlerinde oluştandır. Çünkü Mekke, onların şehirleri, diyarlarıdır ve onlar orada doğmuş, orada ikamet etmişlerdir ve orası, ayrıca Allah'ın garantisi altındadır. Çünkü oranın etrafında olan kabileler, orada oturanlarla savaşmaktan kaçınır. Orada olmak, kötülükleri ve belaları, insanların canlarından uzak tutar ve orada bulunmak insana yeter. Ayet, "Sizler, en korkulu halinizde Allah'a yalvarıp yakarıyorsunuz. Ama emniyet içinde bulununca, Allah'ı inkar ediyorsunuz. Bu bir çelişkidir. Çünkü sizin tehlike hissettiğiniz o vakitte ihlaslı olarak duâ ve niyazda bulunmanız, nimetlerin ancak Allah'dan olduğunu kesin olarak bilip anlamanızdan ötürüdür. Şu halde bu kurtuluşunuz da gerçekleşmiş büyük bir nimettir ve siz de nimetlerin, ancak Allah'tan olduğunu kabul etmiştiniz. O hakte daha nasıl, bu nimetlere nankörlük ediyor, (Allah'a şirk koşuyorsunuz). Halbuki korku esnasında kendilerinden bir emniyet ve koruma gelmeyeceğini kesin olarak anladığınız o putlara, emniyete erince daha nasıl imân ediyorsunuz?

Allah adına Yalan Uyduranın Zulmü

68

"Allah adına yalan uyduran kişiden, yahut kendisine hak gelince, onu yalan saçandan daha zâlim kimdir? Kâfirlere cehennemde barınacak yer mi yok".

Cenâb-ı Hak, bahsedildiği şekilde, çeşitli halleri beyan edip, Kendisine o kafirlerden kimse iman etmeyince, onların en zâlim kimseler olduklarını anlatmıştır. Çünkü zulüm, daha evvel de izah edildiği üzere, bir şeyi olması gerekli olan yerin dışına koymaktır. Binâenaleyh bir kimse bir şeyi, konulması gereken yerden başka bir yere koyduğunda, zalim olmuş, haksızlık etmiş olur. Fakat o şeyi, olması mümkün olmayan bir yere koyduğunda, daha zalim olmuş olur. Çünkü mümkün olanın yokluğu, var olanın yokluğundan daha kuvvetlidir. Zira mümkün olmayan elde edilemez. Elde edilemeyen herşey de mümkün değildir. Allah'ın şerikinin (ortağının) bulunması da mümkün değildir. Ama onlar O'na bir ortak koşmuşlardır. Bu ortak koşma işi eğer mülk ve saltanatında tek olan bir melik hakkında olmuş olsaydı, bu, o melik tarafında bir azabı (cezalandırmayı) gerektiren bir zulüm (suç) olmuş olurdu. Bir de bu iş, bir ortak ve benzeri imkânsız olan "zât" için yapılırsa, nasıl olur! Bir de yalan söyleme ihtimali olan bir sâdık zâtı, yalanlayan kimsenin durumu zulüm (haksızlık) olur. Ya yalan söylemesi imkânsız olan bir sâdıkı, birisi kalkar da yalanlarsa, bunun nasıl olur! Binâenaleyh şirk koşmak suretiyle Allah'a karşı yalan söyleyenden, peygamberini tasdik hususunda Allah'ı, Rabbinin peygamberliği hususunda peygamberi ve Allah'dan o peygambere indirilen kitabı tekzîb eden (yalan sayan)dan daha zâlim kimse olamaz. Şaşarım şu müşriklere: Çünkü onlar, yontulmuş kütük (ve taşlardan) elde edilenleri ilahlığa kabul ediyorlar da, risâlet görevi ile görevlendirilmiş şerefli bir insanı, peygamber olarak kabul etmiyorlar!

Bu ayet hakkında şöyle bir izah da yapılabilir: Allahü teâlâ bir olduğunu, risâleti ve haşri beyân edip, onu iyice izah edip, va'z-u nasihatta bulunup, gerekli sakındırmaları yapınca, peygamberine insanlara, "Allah'a karşı yalan düzen kişiden daha zalim kimdir?..." yani, "Ben peygamberlik görevi ile görevlendirildim ve ben su görevlendirmenin Allah tarafından olduğunu, bu sözlerin Allah'ın kelâmı (mesajı) olduğunu söylüyorum. Sizler İse benim yalan söylediğimi ileri sürdünüz. Bu şu iki manaya gelir: ya, bu kitap, Allah'dan başkası katında olduğu halde, yalan söylüyor, peygamber olduğunu uyduruyorum. Yahutta sizler, Allah'ın katından olduğu halde, bu hakkı yalan kabul ediyorsunuz. Fakat ben devamlı bir azabın olacağını söylüyor, bunu biliyorum. Dolayısıyla böyle bir iftiraya, düzmece yalana yeltenemem. Zira cehennem kâfirlerin yeridir. Yalancı peygamber de bir kâfirdir. Sizler ise beni yalanlıyorsunuz. Cehennem sizin yerinizdir. Çünkü cehennem kâfirlerin yurdudur" demesini emretmiştir. Ayet bu manaya göre tıpkı, "Biz veya siz, ya hidayet üzereyiz, ya sapıklık üzere" (Sebe, 24) ayeti gibidir.

Cihad Edenler Hakka Erdirilir

69

"Bizim uğrumuzda mücâhede edenler (e gelince), Biz onlara elbette yollarımızı gösteririz. Şüphesiz ki Allah muhsinlerle beraberdir.".

Allahü teâlâ, bütün bu izahları ve imâları tamamlayıp, kâfirler buna rağmen iman etmeyince, mü'minlerin kalblerini, "Bizim uğrumuzda mücâhede edenlere gelince, Biz onlara elbette yollarımızı gösteririz" buyurarak teselli etmiştir. Bu, "Kim, itaat ederek cihad ederse, Allah onu, cennete ulaştıracak yollara iletir" demektir. Ayetteki, "Şüphesiz ki Allah muhsinlerle beraberdir" cümlesi "iyi amel edenlere (muhsinlere), daha iyisi ve fazlası var" (Yunus, 21) ayetinde ifade edilen hususa işarettir. O halde bu ayetteki, "Bizonlara elbette yollarımızı gösteririz (onlara hidayet ederiz)" cümlesi, o ayetteki "daha iyi"ye, "Allah muhsinlerle beraberdir" cümlesi de, beraberliğe bir işarettir. İhsanda bulunanın (iyi amel edenin) elde edeceği yakınlık ve beraberlik ise, hasenatına ilave, "fazla"dan birşeydir.

Işarî Mana

Şurada hükmî (dolaylı) bir izah da olup şöyledir: "Bizim uğrumuzda cihad edenler..." ifadesi, "delillerimize bakan, buna gayret sarfedenler" manasına; "Biz onlara elbette yollarımızı gösteririz" cümlesi de, "Biz onlarda, Bizi tanıma bilgisini (marifetullahı) meydana getiririz ve bunu alabildiğine izahlarla açıklarız" manasına işarettir.

Delilleri İnceleme

Şimdi diyoruz ki: Ehl-i sünnet kelamcılanmız şöyle demişlerdir: "Delillere bakma işi, istidlal yoluyla etde edilecek ilmin şartı gibidir. Allahü teâlâ, o delillere bakan kimsede, bu bakışının neticesin de bir ilim yaratır". Bu hususta mana bakımından felsefeciler de kefamcılara muvafakat ederek şöyle demişlerdir: Birşeye bakıp tefekkür etmek, insanın nefsini, akla gelebilecek şekilleri almaya hazır hale getirir. Nefis, buna hazır olunca da, cismânî ve aklî şekilleri hîbe edenin (verenin) feyzinden, nefiste bir ilim meydana gelir". İşte buna göre ayetin tertibi son derece güzeldir. Çünkü Allahü teâlâ, delilleri zikredip, bu deliller, onlara ilim ve imanı anlatmayınca, Allah, "Onlar sakıp düşünmediler. Böylece de hakka-hakikate ulaşamadılar. Bu, ancak taassub ve inaddan korunan müttakiler için bir hidâyet yoludur. Dolayısıyla ancak onlar tefekkür eder ve bu tefekkürleri onları hakka ve hakikate ulaştırır" demek istemiştir. Ayetteki, "Allah muhsinlerle beraberdir" cümlesi, istidlale elde edilebilecek bilgilerden daha üstün bir dereceye işarettir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki şöyle demek istemiştir: "Bazı kimseler Hak'dan uzaktırlar, bir türlü yaklaşamazlar. Bunlar, kâfirlerdir. Bazıları ise, "nazar" ve "suluk" İle yaklaşırlar. İşte bunların bu halleri, kendilerini Hakk'a götürür ve yaklaştırır. Bazılarının da Allah beraberlerinde olur, onlara yaklaşır. Onlar eşyayı O'ndan öğrenir, O'nu eşyadan öğrenmezler. Birşeyle beraber olan, onu daha nasıl arar." O halde ayetteki, "Daha zalim" cümlesi birincilerine; "Uğrumuzda cihâd edenler" cümlesi ikincilerine; "Allah muhsinlerle beraberdir" cümlesi de Üçüncülerine işarettir. Kitabının sırlarını en iyi bilen Allah'dır. Hamd o âlemlerin Rabbine mahsustur. Salat-u selam peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, ailesine, ashabına ve bütün mü'minlere olsun.

0 ﴿