37"Medyen'e (de) kardeşleri Şuayb'ı gönderdik de, dedi ki: "Ey kavmim, Allah'a ibadet edin. Ahiret gününe umut bağlayın. Yeryüzünde fesatçılar olarak bozgunculuk yapmayın." Fakat onu yalanladılar. Derken, onlan, şiddetli bir sarsıntı yakalayıverdi de, yurtlarında, hepsi dizüstü çökekaldûar...". Medyen Cenâb-ı Hak, ibret alınması faydasına binâen, ikinci kıssayı da kısaca tamamlayınca, üçüncüsüne bağlayarak buyurmuştur. Möfessirler, Medyen'in ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları bunun, aslında bir şahıs ismi olduğunu, çocukları bulunduğunu; kabile içinde, tıpkı Temim, Kays, vb. isimleri gibi, meşhur olduğunu söylerlerken, bazıları da, "Bu, kavmi, kendisine nisbet edilen ve o kavim arasında şöhret bulmuş olan suyun adıdır" demişlerdir ki, birincisi daha doğru gibidir. Bu böyledir. Çünkü Allahü teâlâ, o suyu, Medyen'e nisbet etmiş ve "Medyen suyuna geldiğinde"(Kasas, 23) buyurmuştur. Eğer Medyen, o suyun ismi olmuş olsaydı, o zaman bu ayetteki izafet, doğru veya hakiki olmazdı. Halbuki, izafette aslolan, aralarında gerçek manada bir muğayeretin bulunmasıdır. Ehâhum (Kardeşleri) Tabiri? Ayetteki (kardeşleri) ifadesine gelince, Şuayb (aleyhisselâm)'ın, neseb cihetinden onlardan olduğu ileri sürülmüştür. Bu tabirle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele Cenâb-ı Hak, Hazret-i Nûh hakkında, "Andolsun ki Nuh'u Biz, kavmine peygamber olarak gönderdik..." (Ankebut, 14) buyurmuş, böylece önce Nûh (aleyhisselâm)'u zikretmiş, daha sonra da kavmini, Nûh (aleyhisselâm)'a râci olarak bir zamire muzâf kılarak kavmine tanıtmıştır. İbrahim (aleyhisselâm) ve Lût (aleyhisselâm) İle ilgili ifadeler de böyledir. Halbuki, Cenâb-ı Hak burada İse, önce kavimden bahsetmiş, daha sonra da "kardeşleri" diyerek Şuayb (aleyhisselâm)'ı, onlara izafe etmiştir. Cevap: Biz deriz ki, her yerde aslolan, önce kavmin bildirilfp, daha sonra da, onlara gönderilen o peygamberin zikredilmesidir. Çünkü, peygamber gönderen, peygamberini, belli olmayanlara göndermez. Muhakkak ki burada, gönderilmiş bir peygamberin haber vermesine muhtaç olan bir topluluk ya da bir cemaat, mutlaka vardır. Böylece Cenâb-ı Hak onlara, seçtiği kimseyi peygamber olarak gönderir. Ne var ki, Nûh (aleyhisselâm)'un, İbrahim (aleyhisselâm)'in ve Lût (aleyhisselâm)'un kavimlerini özel isimleri sayesinde tanınacakları, muayyen bir kisvesi yoktur. Bundan dolayı onlar, kendilerine gönderilen peygamberlerle maruf hale getirildiler de, "Lût (aleyhisselâm)'un, Nûh (aleyhisselâm)'un kavmi" denildi. Şuayb (aleyhisselâm), Hûd (aleyhisselâm) ve Salih (aleyhisselâm)'in kavimlerine gelince onların, sayesinde, insanlar nezdinde meşhur oldukları bilinen sülale ve nesebleri var idi. İşte bu gibi yerlerde söz, astına göre söylenmiş olup, Cenâb-ı Hak da, meselâ, "Medyen'e kardeşleri Şuayb'ı..." (Ankebût, 36) ve "Ad'a da kardeşleri Hûd'u gönderdik" (A'raf, 65) buyurmuştur. Kavm-i Lut ile Medyen'in Farkı? Cenâb-ı Hak, Lût (aleyhisselâm)'un kavmine, ibadet ve tevhidi emrettiğinden bahsetmemiş, fakat Şuayb (aleyhisselâm)'ın bunu yaptığını ifâde etmiştir. Niçin? Cevap: Biz, Lût (aleyhisselâm)'un bir kavmi olduğunu ve o tavminin, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in kavminden olup onun zamanında yaşadığım; İbrahim (aleyhisselâm)'in, Lût (aleyhisselâm)'tan önce o kavme ibadeti ve tevhidi emrettiğini, bu hususta, gayret sarfettiğini; öyleki, bu tevhidi emretme işinin, o zamandaki insanlar nezdinde sadece Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e has bir iş haline geldiğini, işte bundan dolayı, Cenâb-ı Hakk'ın, Lût (aleyhisselâm)'un böyle yaptığından bahsetmediğini; her ne kadar, her peygamberin sözünün çoğu tevhid hususunda olacağı için Lût (aleyhisselâm) da, kavmine tevhidi emretmiş se de, onun daha ziyade hayasızlık, fuhuş vs. şeylerden men etme işiyle ilgilendiğini Deyan etmiştik. Şuayb (aleyhisselâm)'a gelince o, o kavmin soyunun sona ermesinden sonra peygamber olmuştur. Binâenaleyh, Şuayb (aleyhisselâm) da, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) gibi, tevhid hususunda bir başlangıç ve aslolmuştu. İşte İşe bununla başlayarak, "Allah'a ibadet edin" demiştir. Üçüncü Mesele İman, ancak tevhid ile tam olur. İbadeti emretmek, onu ifade etmez... (ortaya koymaz). Çünkü, Allah'a ve başkasına ibadet eden kimse, (mü'min değil), müşriktir. O halde daha nasıl, Hazret-i Şuayb (aleyhisselâm), "Allah'a ibadet edin" ifadesiyle yetinmiştir? Cevap: Bu emir, tevhidi ifade eder. Bu böyledir, çünkü bir kimse, birisini, onda daha büyük olan ya da Zeyd'in efendisi olan Amr da orada olduğu halde Zeyd'e hizmet ederken gördüğünde, ona, "Amr'a hizmet eti" denildiğinde bundan, onun ona, hizmeti ona yöneltmeyi emrettiği anlaşılır. Aynı şekilde, bir kimsenin bir dinarı olsa, onu da Zeyd'e vermek istese. O kimseye, "Onu Amr'a veri" denildiğinde bundan, "Onu Zeyd'e verme!" manası anlaşılır. İşte biz diyoruz ki: Onlar, Allah o gayrın da maliki olduğu halde, Allah'dan başkasına ibadetle meşgul idiler. Bunun üzerine de Şuayb (aleyhisselâm) onlara, "Allah'a İbadet ediniz!" dedi. Onlar da bundan, O'ndan başkasına ibadet etmenin terkolunması gerektiğini anladılar. Ya da şöyle deriz: Her birinin birer nefsi, zâtı olup, o onu, Allah'dan başkasına ibadete yöneltmek ister... Bunun üzerine de Şuayb (aleyhisselâm) onlara, "Onu, uygun olan yerine koyunuz; bu da ancak, Allah'a ibadettir" der ki, bundan da, tevhîd anlaşılır. Daha sonra, o "Ahiret gününü umunuz" demiştir. Zemahşert şöyle der: "Bunun manası şudur: Sizler, kendisiyle (güzel) akibeti umacağınız şeyi yapınız." Çünkü, bir kimse bazan bir başkasına şöyle der: "Akıllı ol." Bunun manası, "Akıllı olan bir kimsenin yaptığını yap" şeklinde olur." Cenâb-ı Hakk'ın, "Ahiret gününü umunuz" emri hakkında birkaç mesele vardır: Cennete Lûtufla Girilir Bu, biz ehl-i sünnetin görüşünün doğruluğuna delâlet eder. Çünkü bize göre, bütün ömrü boyunca Allah'a ibâdet edeni Allah, kendisinden bir lütuf olmak üzere mûkafaatlandır. Bu ona vacib değildir. Çünkü, kula bazan öyle nimetler ulaşır ki, yaptığı (şükre) ne kadar ilavede bulunsa bile, onun şükrünü edâ etmiş olmaz. Bir kimse, kendisine verilmiş nimetlerden dolayı nimet verene teşekkür etse, o nimetleri İhsan edenin onu arttırması gerekmez. Ama eğer arttırırsa, bu, ondan ona karşı bir lütuf ve ihsan olur. O halde biz diyoruz ki: Onun, "Allah'a ibadet ediniz" demesinden sonra, "Ahiret gününü umunuz" demiş olması, vöcûba değil de, ihsan ve tefaddüle delâlet eder. Çünkü, lütuf ve ihsan eseri olan şey umulur, âdil olana vacib olan şey ise, katîdir, kesindir... Korku Yerinde Umma Kavramı O, "Ahiret gününü umunuz" demiş de, bu gün, herkes nezdinde korkutucu olup, pekçok insan için, fısk ve fücuru, dünya muhabbeti sebebiyle umulup beklenilmediği; onu Allah'ın kullarının pekazı ümit ettiği halde, "O günden korkunuz" dememiştir. Niçin? Deriz ki: Allah isbât yoluyla tevhidi zikredip, "Allah'a ibadet ediniz..." deyip de, bunu nefy yoluyla söyleyerek, "Ondan başkasına tapmayınız" demeyince, burada "ummak, ümit etmek" (recâ) tabirini kullanmıştır. Çünkü kulun Allah'a ibadetinden, her İki dünyada da hayır umulur. Bir başka izah şekli de şudur: Allahü teâlâ İbrahim (aleyhisselâm)'in kıssasında, onun, "Sizler, aranızdaki dünya hayatına dan muhabbetinizden dolayı puttan ilâh edindiniz. Ahirete gelinceyse, onu inkâr ediyorsunuz" dediğini nakletmişti. Burada ise Şuayb (aleyhisselâm), "Daha önce zikredilenler gibi olmayın. Onlar ahiret gününü ummamışlardı. Kendilerini tamamıyla dünya hayatına hasretmişlerdi. Siz, ahiret gününü umun ve onun için çalışın" demiştir. Daha sonra da "Yeryüzünde, fesatçılar olarak bozgunculuk yapmayın" demiştir. anlamında "Tam doğruldum" denildiği gibi, burada da, müfsidîn kelimesinin masdar manasında mansub olduğunun söylenmesi mümkündür. O zaman, hitabı, bir kimsenin "Otur oturduğun yere" sözü gibi olur. Çünkü, (kuûd kelimesinin oturmak anlamına gelmesi gibi), burada da, "asiye" ile " fiilleri aynı anlamdadır. O, emirleri ve nehiyleh, "Allah'a ibadet ediniz" emri ile "Bozgunculuk yapmayın" cümlesinde zikretmiştir. Sonraysa, o tebliğde bulunup açıklamalar yaptıktan sonra, kavmi onu yalanlamıştır ki, Allah bunu onlardan şu ifadeyle nakletmektedir: "Derken onlan şiddetli bir sarsıntı yakalayıverdi de, yurtlarında, hepsi dizüstü çökekaldılar". Bu ayette ilgili birkaç mesele vardır: Tekzib Tarzları Şuayb (aleyhisselâm)'dan nakledilen, emir ve nehiydir. Emir hakkında ise tasdik ve tekzîb geçerli olmaz. Meselâ bir kimse birisine, "Kalk" derse, ona, "Yalan söyledin" denilmez. O halde biz deriz ki: Şuayb (aleyhisselâm), "Allah tektir; o halde O'na ibadet ediniz. Haşr ve ba's vardır, o halde onu umunuz... Fesat çıkarmak haram kılınmıştır, o halde ona yaklaşmayınız" diyordu. Bu, bu ifadelerde bir takım haber vermeler bulunmaktaydı ki, onlar Şuayb (aleyhisselâm)'ı onlara haber verdiği o şeyler husununda yalanladılar. Farklı Anlatım Üslubu Allahü teâlâ, burada A'raf sûresinde, (78.ayet) buyurduğu halde, Hûd sûresinde (Hud, 67,94) "Zulmedenleri bir sayha yakalayıverdi" buyurmuştur. Halbuki olay aynı olaydır. Niçin? Biz deriz ki: Aralarında çelişki yoktur. Çünkü sayha, "recfe" (sarsıntı) nın bir sebebi olmuştur. Bu, yerlerin sarsıntısının sebebi olmuştur; çünkü, Cebrail (aleyhisselâm)'in bir na'râ atıp, onun bu na'rasından yerlerin sallandığı söylenmiştir; ya da bu, kalblerin yerinden oynamasının sebebi olmuştur. Zira bundan dolayı, onların kalbi yerinden oynamıştır. Hadiseyi sebebe nisbet etmek, sebebin sebebine (sayha, na'ra) nisbet etmeye aykırı değildir. Çünkü, "kana kana su içti de kuvvetlendi" denilmesi doğru olduğu gibi, aynı biçimde, "su içti de kuvvetlendi" denilmesi de doğrudur. Üçüncü Mesele Cenâb-ı Hak, buyurduğunda "yurtlarında" (Hud, 67,94) demiş, buyurduğunda da, tekil olarak "onlar yurdunda" (Ankebut, 37) buyurmuştur. Niçin? Biz deriz ki: dar kelimesinden murad, çoğul olan diyar (beldeler, diyarlar) kelimesidir. Bir karışıklıktan emin olunduğu zaman, cemîye izafetin cemi (çoğul) bir lafızla olması caiz olduğu gibi, bu izafetin, tekil bir lafızla olması da caizdir. Burada lafız, şu nükteden dolayı, farklı olarak tekil gelmiştir. Sarsıntı, kendisi bizzat Korkunç olup, bu sebeple de başka bir korkutucu şeye ihtiyaç duyulmamıştır. Sayhaya gelince, o haddi zâtında korkunç değildir. Ama bu sayha, yeryüzünde sarsıntılar Toydana getirecek kadar büyük ve dehşetli olunca, Cenab-ı Hak, o sayhanın heybeti ve azameti bilinsin diye, çoğul olmak üzere diyar (Hûd, 67,94) kelimesini zikretmiştir. Zelzele anlamında recfe, herkes nezdinde büyük ve heybetli olup, onun azametini ortaya koyacak başka bir şeye ihtiyaç yoktur. Sayhanın daha umumî olduğu, çünkü onun yerler gibi göklere de şamil olduğu, zelzelenin ise ancak yerde meydana geldiği, bu sebeple de burada (hud. 67) diyâr kelimesinin zikredildiği de söylenmiştir. Ancak ne var ki bu izah zayıftır, çünkü yurt ve yurtlar, dizüstü çökülen yerlerdir, sayha ve sarsıntı, recfe yeri değildir... Binâenaleyh onlar ancak, kendi yurtlarında dizüstü çökekalmışlardır... Diğer Kavimler |
﴾ 37 ﴿