45

"Sana vahyedilen kitabı oku ve namazı dosdoğru kıl. Çünkü namaz edebsizlikten ve münker olandan alıkor. Şüphesiz Allah'ın zikri en büyüktür. Allah, yaptıklarınızı bilir.".

Bu, "Eğer Sen onların inkârlarından ötürü üzülüyorsan, Sana vahyedilen kitabı oku ki Nuh, Lut ve diğer peygamberler, Senin bulunduğun yolda olduklarını onların risâletlerini tebliğ ettiklerini, delillerini ortaya koyduklarını, ama yine de kavimlerini sapıklıktan kurtaramadıklarını öğrensin" demektir. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Oku" demiş de, "onlara oku" dememiştir. Çünkü tilavet (okuma) işi, burada sırf Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbinrteselli etmek için olmuştur. Ayetle ilgili birkaç mesele var:

Kitabullah'ın Özellikleri

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında bir kitab bulunup, onu kimseye duyurmadan okumuş olsa, Peygamber'in bu kitabı okumasının kendisi için bir fayda ve manası olmaz. Buna cevaben deriz ki: Resul bir peygambere indirilmiş bir kitab böyle değildir. Çünkü peygamberlerle birlikte gönderilen kitablar iki çeşiddir. Birisi, birine bir selam-kelam bulunan bir çeşid kitab olup, onu bir defa okumakla kişinin maksadı hasıl olur Birisi de kindesine her zaman insanların ihtiyaç duyduğu küllî (genel) kanunların yer aldığı bir kitabtı. Bu da tıpkı bir padişahın, şu muhtevada, yazmış olduğu bir kitaba benzer: "Biz, sizden falanca bidati kaldırdık, size falanca sünnetleri (hareket tarzlarını) koyduk ve size bütün bunların yer aldığı bu kitabı (mektubu) gönderdik. Binâenaleyh bu, bir idareciden sonra diğerinin aynı minval üzere uygulayacağı bir kitab olsun." İşte böylesi bir kitab sadece bir defa okunmaz, bir kenara itilmez, aksine yüksek bir yere asılır, çoğu kez, bir nüshası levha üzerine yazılır, mihrabların üzerine asılır ve böylece hep göz önünde bulundurulmuş olur. Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gönderdiği kitab da böyledir. O, temel ve küllî bir kanundur. Kendisinde herkes için şifâ vardır. Dolayısıyla mütevâtir derecesine ulaşıncaya kadar defalarca okunması gerekir. Bu kitabı, nesiller birbirine aktarır; onu bir topluluk diğer bir topluluktan alır ve asırların geçmesine rağmen göğüslerde (hafıza ve ezberlerde) muhafaza edilir. İkinci bir izah da şöyledir: Kitablar, üç kısma ayrılır: Ancak başkası için tekrar okunan kitab, kıssalar (hikayeler) gibi... Çünkü bir hikayeyi bir defa okuyan kimse, onu ikinci kez ancak başkası için okur. Sonra bunu başkası dinlediğinde, o da bunu, duymamış olan bir başkası için okur. Eğer o kimse bunu ona hep okuyacak olsa, dinleyen bundan bıkar... Birisi de, nahiv, fıkıh v.b. gibi, kişinin ancak kendisi için tekrar okuyacağı kitab... Birisi de, kişinin hem kendisi, hem başkası için defalarca okuyacağı kitab. Bu, güzel öğütleri ihtiva eden kitablar gibidir. Çünkü böyle kitablar, başkası için de tekrar tekrar okunur. Herne zaman insan bunu dinlerse, bundan lezzet alır, kalbi yumuşar ve kendini o öğütlere uygun hale getirir. Öğütler insanın içine tesir ederse, vesveseler gözyaşlarıyla birlikte dışarı çıkar. Bu kitabı kişi kendisi için de tekrar tekrar okur. Çünkü çoğu kez konuşan (okuyan) bir tek kelimeden bile alabildiğine tad alır. O, bu kelimeyi her tekrarlayanda, daha tatlı, daha tesirli ve daha neticeli olur. öyle ki, gözleri kör oluncaya kadar ağlasa bile, bu sözden dolayı, kalbi rikkate geldiği için, gözlerinden kan gelinceye kadar ağlar. Bunun böyle olduğu bilindiğine göre, anlıyoruz ki Kur'ân bu üçüncü çeşit kitablardandır. Kur'an'da kıssalar, fıkhî hükümler ve nahiv de vardır. Binâenaleyh Kur'ân'ın her zaman okunmasında fayda vardır.

Tilavet ve Salat

Cenâb-ı Hak, özellikle kitabı okumayı ve namaz kılmayı niçin emretmiştir?

Cevap: Şu iki sebepten ötürü:

a) Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbini yatıştırmak ona, "Peygamber iki taraf arasında, Allah ile mahlûkat arasındaki yolda ir. Binâenaleyh Peygambere bir taraf inanmasa bile, diğer tarafla onun vardır. Baksana, bir peygamberin peygamberliği insanlarca kabul edilmediği o. kendisini gönderene yönelir. Binâenaleyh sen kitabını okuduğunda, eğer i kabullenmezlerse, özünü (kendini) Bana yönelt ve benim rızam için namaz kıl” demek istemiştir.

b) Kula has olan ibadetler, şu üç şeydir: Gerçek bir inanç, güzel zikir demek olan lisani ibadetler ve amel-i sâlih demek olan bedenî ibadetler. Fakat inanç tekrar etmez. Çünkü bir şeye inananın, ona yeniden inanması mümkün değildir. Aksine o ilk imanı olduğu gibi sürer gider. Bu husus, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için, beyan edilenden elde edilenden daha mükemmel olan "a'yân"dan (müşahededen) elde edilmiştir. Binaenaleyh bunun tekrarı mümkün olmadığı için, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bu emredilmemiştir. Fakat zikrin tekrarı mümkündür. Bedenî ibadetler de böyledir. İşte bundan dolayı Hak teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bu iki şeyi emrederek, "Kitabı oku ve namazı dosdoğru kıl" buyurmuştur.

Namaz Münkerden Korur

Namaz, fuhuştan (edebsizlikten) ve münkerden (kötü şeylerden) nasıl alıkor?

Cevap: Bazı müfessirler, bu ayetteki "salât" (namaz) ile, Kur'ân'ın kastedildiğini; alıkoyucu olanın Kur'ân olduğunu, yani kendisinde bu iki şeyden nehyeden hükümler bulunduğunu ileri sürmüşlerdir, bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü kendisinden önce, "Sana vahyedilen kitabî oku" bulunan bir yerde, "salât" sözü ile Kur'ân'ın kastedilmesi, anlaşılması uzak olan bir şeydir. Bazıları da şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ, salât ile bizzat namazın kılınışını kasdetmiştir. Çünkü namaz da, insan namazın içinde olduğu ddetçe, bu iki şeyden vazgeçirir. Zira namaz kılan kimsenin bu iki şeyle meşgul, arası mümkün değildir. Biz de bunun böyle olduğunu söylüyoruz. Ama kastedilen bu değildir. Aksi halde bu, namaz için tam bir medhi ifade etmez. Zira mesela vaktinde vakti dışında uyunan uyku gibi, namaz dışında bazı şeyler de, çoğu kez böyle, kötülüklerden alıkoymuş olur. O halde diyoruz ki: Bununla, namazın mutlak fuhuştan ve münkerden alıkoyacağı manası kastedilmiştir. Bu izaha göre, müfessirler şöyle demişlerdir: Bununla kastedilen, huzur ile (Allah'ın huzurunda olduğunun şuurunda olarak) kılınan namazdır. İşte bu namaz, her zaman için bu iki şeyden alıkoyucudur. Hatta Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediği nakledilmiştir "Namazı kendisini günahlardan alıkoymayan kimsenin, o namazı ile ancak gittikçe (Allah'dan) uzaklaşması artar” Camiu's Sağır, 2/181

Şimdi biz diyoruz ki: Şer'an, sahih olan namaz insanı, bu iki şeyden, mutlak olarak alıkor. Şer'an sahih olan namaz da, insanın Allah için kıldığı namazdır. Eğer mükellef riya için namaz kılmış olsa, namazı şer'an sahih olmaz, yeniden kılması gerekir. Bunun böyle olduğu açıktır. Çünkü eğer insan, hem namaza, hem serinlemeye niyet ederek abdest alırsa, namazının sahih olmayacağı ileri sürülmüştür. Ya, namaz kılarken, hem Allah rızası, hem başkasına riya niyeti taşıyan kimsenin durumu nasıl olur? Bunun böyle olduğu sabit olunca, diyoruz ki: Namaz şu yönlerden, insanı fuhuş ve münkerden alıkor:

1) Bir kimse, şanı yüce, ihsanı bol bir padişaha hizmet etse ve onun, bu padişah yanında bir itibarı olsa, o padişahın, adamlarından birisini de, bir daha kabul edilmesi düşünülmeyecek bir tarzda kovduğunu görse, meydana gelmesi mümkün olmayacak bir tarzda bu hayır fırsatını kaçırdığını görüp müşahede etse, o şanlı padişah yanında böylesine itibâr etmiş bu kimsenin, örfen, bu padişahın hizmetini bırakıp, o kovulmuş kimseye itaata girmesi imkânsızdır. İşte kul da böyledir: Allah rızası için namaz kıldığında, Allah'ın kulu olur, bu kimse için, namazı kılan kimsenin makamı gerçekleşmiş olur ve bu makamda Rabbine münacaatta bulunur. Binâenaleyh bu kimsenin, Allah'a ibadeti bırakıp, kovulmuş o şeytanın itaatına girmesi imkânsızdır. Fakat fuhuş ve münker işleysn kimse, şeytana itaat etmektedir. O halde bu demektir ki namaz kişiyi fuhşiyyâttan ve münkerâttan alıkor.

2) İşi, çöplükler ve mezbelelikler ile uğraşmak olan kimsenin, temiz bir elbisesi olsa, bu elbesisini giydiğinde, o pisliklerle artık uğraşmaz, o pisliklere yaklaşmaz. Elbisesi daha kıymetli olduğunda ve onu giymiş olduğunda, bu kimse o nisbetle o pisliklerden kaçınır ve kaçınmasının-sakınmasının derecesi artar. Binâenaleyh böyle birisi altınla süslü ipek bir elbise giyse örfen (genel duruma göre), bu işlerle uğraşması imkânsızdır. İşte namaz kılan kimse de böyledir. Çünkü o namaz kıldığında takva elbisesini giymiştir. Zira o, Allah'ın huzurunda durmakta ve tıpkı heybetli bir hükümdarın gözü önünde huzurunda bulunan kimse gibi, sağ elini sol elinin üzerine koymuştur. Takva elbisesi, kalbe nisbetle, altınla yaldızlı ipek elbisenin bedene nisbetinden daha yüce, en hayırlı bir elbisedir. Artık böyle bir elbise giyinmiş kimsenin fuhuş ve mûnkerât pislikleri ile bilfiil uğraşması imkânsız olur. Hem sonra namaz, hergün devam etmektedir. Dolayısıyla bu, takva elbisesi ile giyinik olma durumu da devam etmektedir. Binâenaleyh bu kişinin, fuhuş ve münker pisliklerinden sakınması da devam etmektedir.

3) Nefsinin emin (âmiri-hâkimi) olan kimse, istediği yere oturur. Binâenaleyh bir padişahın hizmetine giren ve padişahın hususi bir makam-itibar verdiği kimse, böyle bir makam sahibi, ancak o makamda oturur. Bu kimse, ayakkabılık yanında (arkada) oturmak istese, kendine müsaade edilmez. İşte namaz kılan da böyledir. Kişi namaz kıldığında, Allah'a itaata girmiş olur ve artık nefsinin hükmü kalmaz. Bunun belli bir makamı, mertebesi vardır. O, artık ashab-ı yeminden olmuştur. Binâenaleyh bu kimse, oturması gereken yerin dışında, yani ashab-ı şimalin (uğursuzların) yerinde oturmak istediğinde, oraya bırakılmaz. Fakat fuhuş ve münker ile meşgul olanlar, ashab-ı şimaldirler. İşte bu izah, Allah'ın korumasına bir işarettir, yani kim namaz kılarsa, Allah onu fuhşiyat ve münkerattan korur.

4) Bu izah, bu konudaki haberlere (hadislere) de uygundur. Buna göre, pazarcı, başkasından geçinen kimse gibi, padişahtan uzakta yaşayan bir kimse, hiç önemsemez. Helvacı ve tatlıcı dükkânlarından yer, her türlü insanla oturur Padişahın, askerlerinden, komutanlarından ve seyislerinden birisi gibi, krala az bir yakınlık peydah ettiğinde, bu kadar yakınlık da, o kimseyi, o eski hallerinden Fakat padişaha yakınlığı daha da artıp, makamı bir emir pozisyonuna şekilde yükselince, elde ettiği bu makam, o gibi yerlerde yiyip-içmekten, öylesi oturup-kalkmaktan alıkor. Namaz kılan kul da böyledir: Namaz kılıp secde Hak teâlâ'nın "Secde et ve yakınlaş" (Alak, 19) emrinden ötürü, bir tür yakınlık elde etmiş olur. Bu kadar bir yakınlık, onu günahlardan ve yasaklardan alıkoyduğuna göre, namazının ve secdelerinin tekrarı ile makam ve mertebesi öyle artar ki, artık kendisinde, büyük günahlar şöyle dursun, küçük günahları yapmayı bile kötü sayacak keramet (şeref) izlerini görür.

Bu ayetle ilgili olarak, naklin (ayet ve hadislerin) de desteklediği şöyle bir aklî izah daha vardır: Allahü teâlâ'nın, "Namaz edebsizlikten ve münker olandan alıkor". ifadesinden, namazın insanı "ta'tîl'den (Allah'ı inkâr etmekten) ve şirkten alıkoymasıdır. Ta'tîl, Allah'ın varlığını kabul etmemek; şirk ise, Allah'ın yanısıra, başka ilahların varlığını da kabul etmektir. Binâenaleyh diyoruzki: Ta'til, kötü (fahiş) bir inançtır. Çünkü fahiş, çirkinliği besbelli olan bir kötülük demektir. Fakat, Allah'ın varlığı, güneşten daha açık ve bellidir. Çünkü herşeyde Allah'ın varlığına apaçık bir delil vardır. Zahir olanı inkâr etmek ise, inkârı açık ve belli olan bir şeydir. O halde, "İlah yoktur" demek kabîh (çirkin yani fahiş bir iştir). Müşrik olmak ise, münker (hoş olmayan) bir iştir. Çünkü Allahü teâlâ, münker ismini, bir çocuğunun bulunması mümkün olan birisinin çocuğunu başkasına nisbet etme işine, "Onların anası, ancak onları doğuranlardır. Şüphe yok ki (çocukları analarından başkasına nisbet edenler), çirkin ve münker bir söz söylemiş oluyorlar" (Mücadele. 2) buyurmak suretiyle kullanmıştır. O halde, "Melekler Allah'ın kızlarıdır" demek suretiyle, melekleri, doğurmayan ve çocuğunun bulunması mümkün olmayan Zâta nisbet eden müşrikin sözû. nasıl "münker" olmaz? Binâenaleyh namaz, insanı böyle fahiş ve münker olan fecirden nehyeder, böyledir. Çünkü kul, namaza, "Allahu Ekber" sözü ile başlar. Kul bu ifadesindeki, "Allah" sözü ile "ta'tili", "ekber" sözü ile de "şirki" bir tarafa atmış olur. Çünkü şerîk (ortak), ortaklığın söz konusu olduğu hususta, ortağından sana büyük olamaz. Binâenaleyh kişi namaza başlayıp "Bismillah" (Allah ismi ile) dediğinde, yine "ta'tili", "er-Rahman er-Rahim" dediğinde de "şirki" bir tarafa atmış olur. Çünkü rahman, rahmeti ile, mahlûkata varlık verendir. Rahîm ise, rahmeti ile, rızık vererek mahlûkata beka (hayatiyet) verendir. Dolayısıyla kul, "Elhamdülillahi Rabbi'l-Alemîn" (Alemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun) dediğinde, "Hamdolsun" ile, ta'til"in; "Alemlerin Rabbi" ile de "şirkin" aksini ifade etmiş olur. "İyyâke" sözünü öne alarak, "Ancak Sana ibadet eder, ancak Sen'den yardım isteriz" dediğinde, yine hem ta'tili, hem şirki bir tarafa atmış olur. Kul, "bizi o yola ilet" dediğinde, "ta'til"i bir tarafa atmış olur. Çünkü o yolu (İslâm yolunu) isteyenin bir maksadı var demektir. Muattılın (ateist olanın) ise, hiçbir maksadı yoktur.

"Müstakim" (doğru) ifadesi ile de, şirki bir tarafa atmış olur. Çünkü müstakim (doğru) olan, en yakın olandır. Müşrik ise putlara tapar. Aklınca, alemlerin ilahı olarak şekil verdiği bir takım şeylere tapıyor ve onların, Allah katında kendilerine şefaatçi olacaklarını sanıyorlar. Ama Allah'a, arada bir vasıta olduğuna inanmaksızın ibadet etmek ise, en yakın, en kestirme, en doğru yoldur. Aynı izahı, namazın sonuna kadar sürdür. Çünkü kut, namazının sonunda da, "Eşhedü en lâ İlahe İllallah" Allah'dan başka ilah bulunmadığına şehâdet ediyorum" diyerek yine şirki ve ta'tili bir tarafa atıyor.

Burada şöyle bir incelik var: Namazın başında da, sonunda da "Allah" ismi yer alır. Böylece namaz kılan kimse, kendisinin, namazın başından ve sonuna kadar, Allah ile olduğunu bilmektedir.

İmdi, eğer birisi, "Namazda geriye, kişinin "Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah" demesi ve peygambere getirdiği salât'ü selâmlar kalıyor" derse, biz deriz ki: Bunlar, namazın sonunda, namazın esasından hâriç, bir sebebten ötürü yer almıştır. Çünkü namaz esasında, ancak Allah'ı zikirden ibarettir. Fakat namaz kılan, namazı ile Allah'a ulaşıp, Allah ile olunca, kalbine artık kendisinin bağımsız, tek başına, hiç kimseye ihtiyacı olmayan ve o peygamberden müstağni olduğu düşüncesi gelmemesi gerekir. Bu, tıpkı, hükümdarın katında bir yakınlık peydan eden ve böylece de gurura kapılıp, kapıcılara, teşrifatçılara iltifat etmeyen kimsenin durumuna benzer. İşte bu noktada, Cenâb-ı Allah kuluna, "Sen bu makama, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hidayeti (kılavuzlaması) ile ulaştın. Dolayısıyla ondan müstağni olamazsın. O halde, Beni zikretmenin yanısarı, "Muhammed de Allah'ın peygamberidir" de. Hem sonra sen, bütün bunların, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hidayet edişi bereketiyle (sayesinde) olduğunu anladığına göre, O'nun sana olan ihsanına da, O'na salat'O selâm getirerek karşılık ver. Mirâc'ından (namazından) dönüp, (din) kardeşlerine vardığında, onlara selâm ve onlara Benim selâmımı tebliğ et" der. Bu tıpkı yolcuların, takib ettikleri (uydukları) bir sıra gibidir.

Bil ki namazın hey'eti (şekli), heybeti bulunan bir şekildir. Çünkü onun evveli, tıpkı idare edilenlerin, idare eden hükümdar huzurunda duruşları gibi, Allah huzurunda bir duruştur. Sonra da, tıpkı hükümdar önünde, hükümdarın oturtmak şerefiyle şereflendirdiği kimselerin, diz çöküp oturmaları gibi, huzur-u ilâhîde bir diz çöküştür. Çünkü kul, Allah'ın huzurunda durup, O'na medh-ü senalarda bulununca, Allah ona ikram etmiş, huzurunda oturmasına müsaade etmiş ve böylece o kimse diz çökmüş gibi olur. Bu etiz çöküşte de şöyle bir incelik vardır: Kim dünyada Rabbisinin huzurunda böyle diz çökerse, ahirette diz çökmesi (yıkılıp kalması) söz konusu olmaz ve o kimse, haklarında Cenâb-ı Hakk'ın, "Zalimleri ise orada diz üstü düşmüş bir halde bırakacağız" (Meryem, 72) buyurduğu kimselerden olmaz.

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Şüpesiz Allah'ın zikri en büyüktür. Allah, yaptıklarınızı bilir." buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, kitabı okuma ve namazı kılma gtbi bu iki şeyden bahsedince, bu İşleri en büyük bir saygı ile yerine getirmeyi gerektiren hususu bahsederek, "Şüphesiz Allah'ın zikri en büyüktür..." yani, "Sizler, babalarınızı, atalarınızı ecdadınızı, (kahramanlarınızı), güzel şöhretleri anp zikredince, onları yâdetmiş ve ağızlarınızın-kalblerinizin dolusu ile zikretmiş (hatırlamış) olursunuz. Ama Allah'ın zikri (yâdı, ismi), en büyüktür. Binâenaleyh bunun güzel ve en üstün bir saygı ile yapılması gerekir" demiştir. Namaz işte böyledir. Allah "Yaptıklarınızı bilir". Namaz, yaptıklarınızın en güzelidir. Binâenaleyh tazim tarzında olması gerekir.

Ayetteki, (......) ifadesinde, kendisinden daha büyük olunanın zikredilmemiş olması açısından şöyle ayrı bir incelik daha vardır: Cenâb-ı Hak, "Allah'ın zikri falancanın zikrinden daha büyüktür" buyurmamıştır. Çünkü "büyük"lük vasfı başkasına nisbet edilen şeyin, onunla bir nisbeti söz konusu olur. Zira, "Dağ, hardaldan daha büyük" denilemez, ama "Bu dağ şu dağdan daha büyük" denilebilir. Böylece Cenâb-ı Hak, mensubu (kıyas edilecek varlığı) zikretmemiş ve sanki "Büyüklük, sadece Allah'ın zikrindedir, başkasında değil" demiştir. Bu tıpkı, namazda, "Allahu Ekber" denilişi gibidir. Bu, "Allah'ın, başkası için söz konusu olmayan bir büyüklüğü var, büyüklük ancak O'na ait" demektir.

Ehl-i Kitapla Münasebet

45 ﴿